EVRENSEL

KUR’AN TEFSİRİ

Veli Tahir Erdoğan

ÖNSÖZ

Dünyada Kur’an’ın en çok satan ve dağıtılan kitaplar listesinde ilk başlarda olduğunu biliyoruz.

Bu dünyada en çok istediğimiz şeylerden biri de Kur’an’ın satışta ve dağıtımda yakaladığı bu noktayı okunmada, anlaşılmada ve yaşanmada da yakalamasıdır.

Bu isteğimizi gerçekleştirme adına 2013 yılında bir meal çalışması yaptık. Bugün geldiğimiz noktada o mealimiz (Allah’a hamd olsun) 40’a yakın baskı yaptı. Aradan geçen on iki yıl içinde bizden en çok talep edilen şeylerden biri de mealde izlediğimiz yöntemi tefsire yansıtmamızdı.

O talebi yayınevimizle birlikte değerlendirdik ve bu tefsir çalışmasına başladık.

Bu değerlendirmelerde; “114 sûre üzerinden bu tefsirin bitmesi uzun bir zaman alacak. Bittiğinde de büyük ihtimal hacim olarak en az beş-altı cilt bir kitap olacak ve sürekli artan maliyetler bu kitaba ulaşmayı daha da zorlaştıracak. O yüzden biz bu çalışmayı internet üzerinden okuyucularımıza ücretsiz olarak sunalım.” şeklinde özetleyeceğimiz bir karara vardık.

Allah nasip ederse taslak olarak büyük bir bölümü hazır olan tefsir çalışmamızı gelen sorularla son güncellemelerini yaparak birkaç yıl içinde tamamlamayı düşünüyoruz. Bu süre içinde güncellemesini ve son okumasını yaptığımız her bölümü internet sayfamız üzerinden okuyucularımıza sunacağız.

Bu çalışmanın şöyle güzel bir özelliği olacak.

Bu çalışma internet üzerinden devam ettiği için, okuyucularımızla interaktif bir ilişkimiz olacak. Bu çalışma devam ederken her okuyucumuz hem siteye yüklenen sûre ve âyetler hakkında hem de gelecek bölümler hakkında diledikleri soruları “velitahir@hotmail.com” adresi üzerinden bizlere sorabilecekler. O soruları da cevaplamaya çalışacağız.

Bu çalışmanın giriş bölümü de bir nevi önsöz gibi olduğu için, önsöze burada nokta koyuyor, bu çalışmamızın da hayırlara vesile olmasını diliyoruz.

Veli Tahir ERDOĞAN

Yağmurlu Büyük Oba Köyü

Ağustos 2023

GİRİŞ

BU TEFSİRİ YAZMA SEBEBİMİZ

Daha önce yazmış olduğumuz mealle, bu tefsiri yazma sebebimiz aynı. 1995 yılından beri sohbet ve vaazlarımızda anket tarzında sorduğumuz sorulardan biri de şuydu,

“Çevrenizde tanıdığınız 100 Müslümandan yüzde kaçı bir meal ve tefsiri baştan sona bir defa okumuştur?”

Mealimizi yazdığımız 2013 yılına kadar bu soruyu yüzlerce insana sormuş ve o soruların sonucunda meal okuma oranı için ortalama %4, tefsir okuma için de %1 bile diyemeyeceğimiz bir oranını tespit etmiştik.

Bu oranlar sevap kazanmak için Kur’an’ı anlamadan Arapça metninden (yüzünden) okumayla kıyaslandığında, oldukça düşük oranlardı.

Bu oranlardan sonra bir farkındalık meydana getirme adına şu soruları sorduk:

Bu ve benzeri sorular için birçok cevaplar verilebilir ama bizim mealimize ve tefsirimize bakan yönüyle öne çıkardığımız sebeplerden biri şu oldu:

Yazılan meallerin ve tefsirlerin yazılmasında izlenen yöntem.

Biz bu sebebi tespit ettikten sonra meal yazmada farklı bir yöntem izledik.

Allah’a hamd olsun bugün geldiğimiz noktada mealimiz 40’a yakın baskı yaptı. Binlerce insana ulaştı. Binlerce insandan aldığımız geri dönüşlerin sonucunda çok doğru bir iş yapmanın hamdini şükrünü yaşadık ve yaşıyoruz.

Bu geri dönüşler arasında bizden en çok talep edilen şeylerden biri de mealde izlediğimiz yöntemi tefsire de yansıtmamızdı.

Bu isteğin mealimizin ilk baskılarından sonra artarak devam etmesi bizim bu tefsir çalışmasını yapmamızın en önemli sebeplerden biri oldu.

Bu tefsir çalışmasını yapma sebebimizi bu şekilde ifade ettikten sonra tefsirde izlediğimiz yöntemi anlatmaya geçebiliriz.

TEFSİRDE İZLEDİĞİMİZ YÖNTEM

Bu yöntemde dört nokta öne çıkıyor;

Birinci Nokta: İhtiyacın Tespiti

Ticari bir dille söylersek, üretilen hemen her şey bir ihtiyacı karşılamak için üretilir. Bu üretimde başarılı olabilmenin şartlarından biri de iyi bir piyasa araştırması yapmak ve “ihtiyaç nedir?” sorusuna en doğru cevabı bulmaktır.

Biz mealimizde yaptığımız gibi tefsirimizi hazırlama aşamasında da çok ciddi bir saha araştırması yaptık.

İçlerinde farklı ülkelerde yaşayan kişilerin de olduğu arkadaş, dost, okuyucu çevremizden yüze yakın insana şu soruyu sorduk:

Günümüzde yazılan ve günümüz insanına hitap eden bir tefsir nasıl olmalı/olmamalı?

Aldığımız cevapların özeti şöyleydi;

Bu cevaplar tefsir çalışmamızın ana çerçevesini belirlemede bize yardımcı oldu.

İkinci Nokta: İhtiyacın Karşılanması

İhtiyacı tespit ettikten sonra ikinci aşama bu ihtiyacın “nasıl karşılanacağı” oldu.

Bunun için yine arkadaş, dost ve okuyucu çevremizden yüze yakın insana şu ricada bulunduk: “Sizler genelde Kur’an’ı bir meal eşliğinde okuyan insanlarsınız; “İniş sırası üzerinden bir Kur’an okuması yapsanız ve aklınıza gelen bütün soruları bize sorsanız.”

Sorarken,

Bu ricamız üzerine yüzlerce soru geldi ve gelmeye de devam ediyor.

Bu soruların yanında biz de tefsirini yapacağımız âyetleri okurken bilinmesinde fayda gördüğümüz soru ve konuları da bu gelen soruların içine kattık.

Peki, ortaya ne çıktı?

Cevabı ticari dille söylersek: Büyük ölçüde genelin ihtiyacına hitap eden, o ihtiyaçları karşılamaya yönelik hazırlanmış bir ürün çıktı.

Üçüncü Nokta: İhtiyacın Sunumu

Bu tefsirin yazılmasında geleneksel anlayıştan farklı olarak bir sohbet dili tercih ettik.

Bu sohbet diliyle okuyucunun şunu hissetmesini hedefledik: Bu kitapla birlikte onun yaşadığı yer ve zamanda, onun evindeyiz ve sanki onunla karşılıklı konuşuyoruz.

Bu hedefi gerçekleştirmeye çalışırken verdiğimiz bütün bilgilerin doğru, güvenilir olması noktasında bütün akademik disiplinlere riâyet ettik ama çalışmamızı bilerek ve isteyerek akademik bir dil ve seviyede hazırlamadık.

Dilin sadeliğini ve akıcılığını koruma adına teknik detay gerektiren hemen her konuda dipnotlarda açıklama yapmayı tercih ettik.

Tefsirini yaptığımız sûrelere son noktayı koymadan önce, üzerinde çalıştığımız her bölüm için soru gönderen arkadaşlarımızdan bir test okuması rica ettik.

Bu okumalarda yukarıda özetini sunduğumuz bir tefsirde olması ve olmaması gereken noktalar üzerinden bir değerlendirme rica ettik.

Aldığımız geri dönüşlerin özeti şöyleydi:

Dördüncü Nokta: Tefsir Usûlü

Biz uzun yıllara dayalı bir gözlemin sonucunda, yapılacak bir tefsir çalışmasının, okuyucuya bütüncül bir bakış açısı kazandıracak bir tefsir usûlü çalışması ile birlikte olmasının daha faydalı olacağını gördük.

Bu düşüncemizi Esmâ ve Yasa Temelli Tefsir Usûlü” kitabımızla hayata geçirdik.

Hazırlamış olduğumuz bu tefsir usûlü kitabımızla Kur’an arasında harita-şehir arasındaki bağlantıya benzer bir bağlantı kurduk.1

Bu bağlantıda Kur’an’ı 6236 caddesi ve sokağı, 80 mahallesi, 33 büyük ilçesi olan büyük bir şehre benzettik.

Bu benzetmeye göre tefsirimizi okuyacak olan kişi;

Önce şehir haritası mesabesinde olan tefsir usûlünü okuyacak. Bu okuma sonucunda, şehrin 33 ilçesi ve 80 mahallesi hakkında bütüncül bir bakış açısı elde edecek.

Sonra şehrin mahallelerinde gezdiğinde; hangi âyetin bulunduğu sokağa geldiyse o âyet hangi konu ile ilgili ise o âyete o konudaki bütüncül bakış açısı ile bakacak.

Böyle bir okumada,

Özetlersek, buraya kadar bu tefsiri yazma sebebimiz ve izlediğimiz yöntem hakkında bilgi verdik. Bundan sonrasına aşağıdaki başlıklarla devam edelim.

Beşinci Nokta: Yöntemin Tefsir İlmindeki Karşılığı

Tefsir ilminde en yaygın tefsir türleri; rivâyet, dirâyet, işarî ve fıkhî tefsirlerdir.2

Biz Kur’an üzerine yapılacak bir tefsir çalışmasında bu yöntemlerin tamamından beslenmenin gerekli olduğuna inanıyoruz. Allah’a hamd olsun burada türlerini ve isimlerini saydığımız ve sayamadığımız tefsirlerden ve onların yöntemlerinden istifade ettik.

Bunların yanında yeni bir yöntem olarak şu yöntemleri de kullandık:

Analitik3Tefsir Yöntemi

Bu yöntemde Kur’an âyetlerini cüz-küll (parça-bütün) ilişkisi içinde inceledik. Âyetlere parça olarak baktık, o parçaların tamamını hem Kur’an bütünlüğünde hem de kâinat bütünlüğü içinde değerlendirmeye çalıştık. Bu sayede, üzerinde çalıştığımız her âyeti Allah’ın kâinata koyduğu sosyal ve kevnî yasalarla4 birlikte okuma imkanı bulduk.

Bu yöntemde, Kur’an’ı okumanın, anlamanın ve anladığını yaşamanın sonucunda ortaya çıkan teslimiyet bilinci, kâinat ile senkronize (uyum içinde) olma farkındalığı kazandırıyor. Burada kısaca ifade ettiğimiz bu yöntemi, bu çalışmanın hemen hemen her aşamasında uygulamaya çalıştık.

Felsefî Tefsir Yöntemi

Bu çalışmada Kur’an merkezli bir felsefe anlayışı benimsedik. Felsefeyi, vahyin rehberliğinde aklın imkânlarını sonuna kadar kullanma, âyetler üzerinde çok yönlü düşünme yani tezekkür, tedebbür, taakkul, tefekkür ve tefakkuh5yapma şeklinde anladık. Sonuç olarak şunu fark ettik: Kur’an, indiği asra hitap ederken aslında her asra hitap etmiş. Koyduğu evrensel ve zaman üstü ölçülerle hayatın her alanında, her konuda evrensel bakış açıları sunmuş. Kur’an merkezli bu yöntem, çalışmamızda yaptığımız bütün özgün ve orijinal tespitlerin temel referansı oldu.

Psikolojik ve Sosyolojik6Tefsir Yöntemi:

“Kur’an’da en fazla öne çıkan bilimler hangisidir?” sorusuna verilecek cevaplardan biri de sosyal bilimlerdir. Bu bilimler içinde hangisidir?” diye sorulsa cevap psikoloji ve sosyolojidir. Neden? Çünkü Kur’an’ın ana konularından biri insan ve toplumdur. Konu bu olunca konusu bu olan iki ilim Kur’an’da en fazla öne çıkan ilimlerin başında gelir. Buna “gerçek” dersek, insanı ve toplumu tanımak için psikoloji ve sosyoloji bilimlerinden faydalanmak bir tercih değil, bir zorunluluktur.

Kur’an, insanın içsel dünyasına, duygularına, ahlaki ve manevi gelişimine vurgu yapan bir kitap olarak psikoloji ile yakından ilişkilidir. Aynı zamanda toplumsal yapılar, sosyal adalet, dayanışma ve toplumun düzeni gibi konuları da ele aldığı için sosyolojiyle de doğrudan bağlantılıdır.

Burada şunu da ifade edelim, biz bu çalışmada psikoloji ve sosyolojiye dinden bağımsız bir perspektifle yaklaşmadık. Aksine, bu ilimleri din psikolojisi ve din sosyolojisi ile harmanlayarak ele aldık.

Bu bağlamda şunu da ifade etmekte fayda var: Kur’an sadece bu iki bilim dalıyla sınırlı değil; hukuk, tarih, felsefe, kelam, tıp, biyoloji ve astronomi gibi pek çok alana da az veya çok temas eder. Kur’an’ın içerdiği hakikatleri daha iyi kavramak ve günümüze uygun yorumlamak için farklı bilimlerden faydalanmak gerekir.

Biz de bu tefsir çalışmasında psikoloji ve sosyolojiyi merkeze almakla birlikte, diğer ilimlerden de en üst düzeyde yararlanarak Kur’an’ın mesajlarını çok boyutlu bir şekilde ele almayı hedefledik.

KUR’AN TEFSİRİNİN BİR İDDİASI OLMALI MI?

Bu sorunun kısa cevabı şu: Evet, mutlaka olmalı.7

Neden? Çünkü İslâm dini Allah’ın dinidir. O’nun tarafından bütün insanlara gönderilmiştir.

Allah (cc) mükemmeldir. Yasaları onun tarafından konmuş olan bu dinin de mükemmel olması gerekir.

Bunun şahidi bilim insanlarıdır.8

Biz Tefsir Usûlü çalışmamızda 3+1 ev benzetmesi yapmıştık. Bu benzetmeyi yeri geldikçe tefsir çalışmamızda da hatırlatıyoruz.

Bu benzetmeye göre insanın dört evi var;

Âhiret evi dünya hayatından sonra olacağı için, biz burada onu değerlendirme dışı tutarak diğer evler üzerine yoğunlaşacağız.

İlk iki ev için konuşursak: Bu iki evle alakalı hiçbir insanın şimdiye kadar “Ben olsaydım şöyle yaratırdım.” diyemeyişi bu iki evin yasalarındaki mükemmelliği gösteriyor.9 Bilim insanlarının icatları ve keşifleri bu mükemmelliğin şahidi oluyor.

Bu iki evin yapmış olduğu bu şahitlik üçüncü ev için şu anlama geliyor: Bu iki evin yasalarını Allah koyduğu gibi, İslâm evinin yasalarını da Allah koymuştur. Nasıl beden ve dünya evindeki yasalar mükemmelse Allah’ın üçüncü evindeki yasalar da mükemmeldir.

Bu açıklamalardan sonra yukarıdaki sorunun cevabına gelirsek.

Bütün bunlar mükemmel olunca, tefsirimizin iddiası şu oluyor: “İslam dini Allah’ın dinidir. Bu dinde makûl bir cevabı olmayan hiçbir soru, makûl bir açıklaması olmayan hiçbir konu yoktur.”

Bu iddiamızı aşağıdaki başlıkla biraz daha açalım.

AKIL İLE ONA TEKLİF EDİLEN DİN ARASINDA TEZAT OLAMAZ

Neden olamaz? Çünkü aklı yaratan da onu başında taşıyan insanın davet edildiği dinin yasalarını koyan da Allah’tır.

Biz bu gerçeğe bütün benliğimizle iman ediyor, atomdan güneşe kadar yaratılan her şeyin bu imanımızın şahidi olduğunu da ilan ediyoruz.

İşte bütün bunlardan yola çıkarak bin kere ilana denk gelecek şekilde bir kere daha ilan ediyoruz: “İslâm dini Allah’ın dinidir. Bu dinde makûl bir cevabı olmayan hiçbir soru, makûl bir açıklaması olmayan hiçbir konu yoktur.”

TEFSİRE BAŞLARKEN DUAMIZ

Hemen her âyetin tefsirini yapmadan önce şöyle bir dua yapıyoruz:

Ey Rabbimiz!

Bu dua, bizim bir talebe gibi Kur’an’ı okuma, anlama, yaşama ve anladıklarımızı yazma niyeti ile onun önüne oturduğumuzda yaptığımız standart duaların özeti.

Bu vesile ile bu duayı bütün okuyucularımıza tavsiye ediyoruz.

TEKNİK KONULAR

İNTERNET ÜZERİNDEN BU TEFSİRİ OKUMADA İZLENECEK YÖNTEM

Bu tefsir çalışması, özellikle tablet ve telefon gibi mobil cihazlarda rahatlıkla kullanılabilecek şekilde hazırlanmıştır.

Uygulamayı açtığınızda, ekranınızda doğrudan tefsir metnine ulaşıyorsunuz.

Ekranın sol üst köşesinde (☰) üç çizgi menü ikonu göreceksiniz. Buraya dokunduğunuzda, tefsirin tüm içindekiler bölümü karşınıza çıkacak.

Bu menü sayesinde:

Yeni başladığınızda doğrudan istediğiniz sure/ayete geçebilir,

Tefsir içinde çalışırken hızlıca başka bir konuya atlayabilir,

Aradığınız özel bir ayetin tefsirine anında ulaşabilirsiniz.

Not: Bu tefsir çalışmasının büyük bir bölümü taslak olarak hazır. Yeni gelen sorular ve son kontroller doğrultusunda güncellenen sûreler, yayınevimiz tarafından belli aralıklarla sisteme yüklenecektir.

TEKRARI AZALTMAK İÇİN YAPILAN ATIFLAR

Biz bu tefsir çalışmasını önceden yazmış olduğumuz Meal ve Tefsir Usûlü çalışmamızın devamı olarak hazırladık.

O nedenle orada yazdıklarımızı burada tekrar etmemeye çalıştık. İlgili konular geldikçe mealimize ve usul kitabımıza atıfta bulunduk.

Mealimize atıf yaparken, özellikle 27. baskıdan sonraki baskıların sayfa numaralarını vererek atıf yaptık.

Tefsir Usûlümüzdeki 33 yasaya ve 80 alt yasaya atıf yaparken de aşağıdaki gibi bazı kısaltmalar kullandık;

Tefsirimizde bazı kavram ve konular hakkında detaylı bilgiye ihtiyaç olduğunda o bilgiler için Türkiye Diyanet Vakfının İslâm Ansiklopedisinde ilgili maddelere atıfta bulunduk.

ÂYETLERİN TEFSİRİNDE İZLENEN YÖNTEM

Bu yöntemde iki nokta öne çıkıyor;

Birinci Nokta: İçerik Olarak İzlenen Yöntem

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi her âyet hakkında önce okuyucularımızdan gelen sorulara öncelik verdik. O soruları bizim anlatacağımız konular içinde harmanlayıp o şekilde cevaplamaya çalıştık.

Bunun yanında tefsirini yaptığımız âyetlerde şu hususlara dikkat ettik;

Eğer,

İkinci Nokta: Şekil Olarak İzlenen Yöntem

Bu yöntem kısaca şöyle: Kur’an’da genelde her âyet bir konu bütünlüğü içinde geliyor. O yüzden o bütünlüğe dikkat çekmek için her konu başında şöyle bir başlık kullandık;

Başlıktaki rakamlar ilgili sûrede hangi âyet grubunun tefsirini yaptığımızı gösteriyor.

Ayet grupları içinde yaptığımız değerlendirmelerin sonunda mesajlarımızı genelde “Bana Ne Diyor?” ve “Özetlersek” ifadeleri üzerinden vermeye çalıştık.

Mekke’de Vahyin Rehberliğinde 1. YIL

1/96 ALAK SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-5 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(1) BİRİ SİZE KUR’AN’I BANA ÖZETLE DERSE O ÖZET NE OLURDU?10

O özet, Kur’an’ın iniş sırasındaki ilk âyet olan “Yaratan Rabbin adıyla oku!” emri olurdu.

Bu emir karşısında, dünyadaki bütün insanlar iki farklı duruş sergiler;

Bu iki duruş; hayata iki farklı dünya görüşü ve yaşam tarzı olarak yansıyor.

Evet, özet budur.

Arada gel-git yaşayanları saymazsak, dünyadaki bütün insanlar bu iki gruptan biri içinde yer alır.

Bu iki gruba dünyanın resmi dersek Kur’an’ın konusu baştan sona bu resim üzerinedir. Kur’an’da bütün âyetler bu resim etrafında döner.

Bu özet Kur’an’ın resmidir.

Tefsirimiz bu özetin açılımı olacak. Kur’an’da olduğu gibi,11 tefsirimizde de her konu bu özet etrafında dönecek.

  1. İLK ÂYETLER VE İSLÂM’IN EVRENSEL MESAJI

Alak sûresinin ilk beş âyeti, iniş sırasında Kur’an’ın ilk inen âyetleridir.

Bu âyetlerden yola çıkarak “İlk inen âyetler İslâm dini hakkında hangi sorularımızın cevabı oluyor?” şeklinde bir soru sorarsak, öne çıkacak sorulardan birkaçı şunlar olurdu;

İslâm dininin,

Buradan sonrasında bir kurgu yapalım.

Eğer İslâm dini bir insan olsaydı; bu soruların cevapları üzerinden bütün zamanlara evrensel mesajı şu olurdu:

Bazıları bu öncelik sıralamasına, başta tevhid olmak üzere başka şeyler koyabilir. Ama ne koyarsak koyalım, onlara bilinçli bir şekilde inanılması ve onların uygulanması okumaya, anlamaya kısaca eğitime bağlıdır.

Bu mesajın sağlamasını yapmak için bir an düşünelim; eğitimin zıddına “cehalet” dersek cehaletin olduğu yerde Kur’an’ın istediği ölçülerde bir tevhid, bir âhiret ve bir emanet bilinci olabilir mi? … Olamayacağı herkesin kabul edeceği bir gerçek.

Özetlersek, İslâm’ın bu evrensel mesajından onun öncellikli olarak ne istediğini anlarken ne istemediğini de anlıyoruz. İslâm dini “Ben karşımda eğitime önem vermeyen, yaptığı şeyleri yaparken bilinçli yapmayan, cahil bir toplum istemiyorum.” diyor.

(1) OKUMAK NEDİR?12

Günümüzde, Kur’an önümüzde basılı bir kitap olarak duruyor. Müslümanlar onu anlayarak veya anlamayarak okuyor. Bunun yanında okunan milyonlarca sanal veya gerçek kitap ve gazete var. Bütün bunların varlığı, “okuma” dendiği zaman akla; yazılı bir metni getiriyor.

Oysa ki, 7. asırda Hira mağarasında Kur’an’ın ilk âyetleri indiğinde ortada basılı bir kitap yoktu.

Kur’an’ın indiği şehir olan Mekke’nin tahmini nüfusu 10 bin kadardı ama okuma yazma bilen insan sayısı, en yüksek rakamlarda bile 40’ı geçmiyordu.

Bu noktada soru şu: Kur’an’ın ilk muhatapları oku emrini nasıl anladı?

Cevap: ilk insandan o güne kadar nasıl anlaşıldıysa öyle anladı.

Okuma eylemi evrenseldir ve dünyanın her yerinde aynı anlaşılır ve uygulanır.

Nasıl olduğunu anlatalım;

Bir insan okuyunca ne yapar? … Anlar. Peki, sadece okuyunca mı anlar? Hayır. İnsan baktığında, gördüğünde, duyduğunda, tattığında, kokladığında, dokunduğunda ve düşündüğünde de anlar. Anlama işinde bizde duyu organı olarak hangi organlar varsa onların tamamı aktiftir.

O yüzden; gözle yazıları, kulakla sesleri, burunla kokuları, akılla olayları okuruz… tespiti yerinde ve doğru bir tespit olur.

Bu tespite göre: İnsan için “anlama sonucu veren” her eylem okumaktır.

Eğer anlamak sadece kitap okumanın sonunda olacak olsaydı, ilk insandan bugüne hayatında kitap görmemiş insanların, hiçbir şey anlamaması gerekirdi.

İşte bu nedenle, okumakla ilgili bütün ezberlerimiz güncellenmeli ve anlamak sonucu veren her eylemi okumak olarak tanımlarken, anlama sonucu vermeyen bütün eylemleri de “anlamadan bakmak” olarak tanımlayabiliriz.

Okumanın tanımını böyle yaptığımızda, “Ben Kur’an’ı 10 defa hatmettim” diyen birini gördüğümüzde, normalde şunu anlamamız gerekir: “Ben Kur’an’ı 10 defa baştan sona anlayarak okudum.”

Eğer Kur’an anlayarak okunmamışsa Kur’an’ın “oku” emri doğru anlaşılmamış olur. Bu nedenle Arapça bilmeyen toplumlarda, Kur’an’ın, Arapça metninin yanında,

Allah nasip ederse biz bu tefsirimizde üç okumayı da bir arada yapacağız.

(1) “YARATAN RABBİN ADIYLA OKU!” EMRİNDEN BİR İNSAN İLK OLARAK NE ANLAMALI?

İlk olarak çok şey anlaşılabilir. Nitekim insanlar, okuduklarında çok şey anlıyorlar ve anlatıyorlar.

İşte bu nedenle, Kur’an’ın öncelikli olarak anlaşılmasını istediği şeyin arada kaynamaması için, başlıktaki sorunun mutlaka sorulması gerekiyor.

Sorduk. Peki cevap ne?

“Cevap şudur” demek yerine, tefekkür denen emeği vererek cevaba gidelim.

Bütün bunları anladığında şunları da anlıyor:

Bu gerçeği anlamaya,

Özetlersek, “Yaratan Rabbin ismiyle oku!” emrinden insanın ilk anlayacağı şeylerin başında tevhid gerçeğinin gelmesi gerektiğini söyleyebiliriz.

Tevhid Gerçeğinden Sonra Emanet Gerçeği

Tevhid gerçeğini anladıktan sonra ikinci anlaşılacak şeyin adı emanet gerçeğidir. Emanet gerçeği, Mülkiyet Yasasının15 bilinmesiyle anlaşılan bir gerçektir.

Bu yasaya göre, insan, “Bedelini ödeyemediği şeye benim” diyemeyeceğini anlar. Bunu anladığında şöyle der:

Tevhid ve emanet bilinci çok ama çok önemli olduğu için Kur’an, bu iki gerçeği anlayacağımız bir başlangıç yapıyor.

Hatta sadece başlangıç yapmıyor, neredeyse gelecek âyetlerin tamamında, bu iki gerçeği sürekli hatırlamamızı isteyen bir dil kullanıyor.

ARA BİLGİ: Alak sûresinin açıklamasını yapan tefsirlerde tevhid gerçeğine yapılan vurguları görüyoruz. Ama emanet gerçeğine yapılan vurguları pek görmüyoruz. O nedenle, önemine binaen emanet gerçeğini burada biraz daha açmak istiyoruz.

(1) EMANET AHLAKI NEDEN ÖNEMLİ?

“Kur’an’ın insana kazandırmak istediği ilk ve en önemli temel ahlakî özellik nedir?” diye bir soru sorulsa bu sorunun öncelikli cevabı; emanet bilincinin hayata yansıması olan emanet ahlakıdır.

Neden?

Çünkü, bu dünyadaki bütün insanlar, önlerindeki nimete ya “benim” derler ya da “ben de emanet” derler.

Açıklamalar şunu gösterdi: “Benim” demekle, “emanet” demek arasındaki fark, siyahla beyaz arasındaki fark gibi net ve keskin bir farktır.

İşte bu noktada, bu gerçeği ifade eden bir farkındalık ifadesi duyarız.

(1) BİR FARKINDALIK İFADESİ OLARAK “BESMELE”

Burada bir soru soralım; Kur’an’ın ilk âyetini anlaşılması gereken şekilde anlayan bir Müslüman, bir işe başlarken işin başında ne yapar?

Cevap: Besmele çeker.

“Rahmân ve Rahîm olan16 Allah’ın adıyla” başlarım anlamına gelen “BismillahirRahmânirRahîm” cümlesi, çok büyük bir farkındalık ifadesidir.

Bu cümleyi söyleyen,

Denilse ki, “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” âyeti ile başlayan Kur’an’ın insana kazandırmak istediği en büyük farkındalık nedir?

Cevap: Anlamına burada kısaca değindiğimiz Besmeledir.

(1) EMANET AHLAKI ÜZERİNE BİR TEMENNİ

Gönül ister ki,

Bu temenniler gerçekleşirse ne olur?

Her Müslüman bedelini ödeyemediğim şey “benim” değildir “ben de emanettir” gerçeğini bilir.

Bu temennilerimizin her Müslümanın temennisi olması dileğiyle…

(1) “İSİM” İLE OKUMAK ÜZERİNDEN VERİLEN MESAJ

Arapçada isim kelimesinin çoğul formu, “esmâ”dır. Esmâ, isimler anlamına gelir.

Burada soru şu: “Yaratan Rabbin ismiyle” yapılacak bir okumada isim kelimesi üzerinden verilen mesaj nedir?

Kur’an’da bu şekilde gelen âyetlerde, genelde “isim” kelimesi, Allah’ın güzel isimleri olarak ifade edilen esmâ-i hüsnâya işaret eder.

İsim kelimesi birinci âyet üzerinden bize şunu der: Yaratan Rabbin ismiyle okurken, yaratılışa konu olan şey üzerinde Allah’ın hangi isimlerinin tecelli ettiğini de oku!

Burada yaratılışa konu olan şey, insan. İnsan, bu kâinatta Allah’ın güzel isimlerinin, en güzel ve en kapsayıcı şekilde tecelli ettiği tek varlıktır.

O yüzden bu âyeti şöyle de anlayabiliriz. Yaratan Rabbin adıyla okurken, bu okumada Allah’ın şaheseri olan insanda; yaratmayla birlikte tecelli eden Rahmân, Rahîm, Kerîm, Alîm, Basîr, Semî’ ve Rezzâk esmâsını da oku…

Bu şekilde okuma çok ama çok önemli bir okuma.

Bu okuma sadece bu âyetle sınırlı kalmaz. Bu âyet gibi her işin başında söylenen “B-(i)smi-(A)llah” ifadesindeki isim kelimesinde de benzer mesajlar vardır.

Orada ki mesajlardan öne çıkanlardan bazıları,

Ey insan!

Kur’an, hem bu “isim” kelimesinin geçtiği âyetlerde17 hem de Allah’ın isimlerinden bir veya ikisinin geldiği âyet sonlarında geçen esmâ üzerinden şu mesajı veriyor: Kur’an bir esmâ tefsiridir. Onu okurken her bir esmânın bu kâinatta bir yasaya karşılık geldiğini bilerek, o isimlerin geçtiği âyetlerin o yasanın hayatın içindeki karşılığına işaret ettiğini fark ederek okuyun.”

Biz Kur’an’ın bu konuya verdiği önemi bildiğimiz için ve okuyucunun Kur’an’ın bu yönünden maksimum istifade edebilmesi için esmâ ve yasa temelli bir Tefsir Usûlü hazırladık.

Tefsir Usûlünde ortaya koyduğumuz bakış açısını, burada tefsirini yaptığımız ilgili âyetlere de yansıtmaya çalıştık.

ARA BİLGİ: Şu anda tefsirdeki ilerleyişimizi görüyorsunuz. Daha hâlâ birinci âyetteyiz. Bir bal arısı gibi her kelimenin üzerine konuyor, onlardaki nektar ve polenleri topluyor, onlar üzerinden tefekkür yapıyor, onlardan bal tadı veren özgün yorumlar üretmeye çalışıyoruz.

Aslında tefsir böyle bir şeydir. Kur’an’daki her bir âyet, çok katlı bir bina gibidir. Her katında ayrı bir mâna vardır. O mânalara tefekkür merdiveni ile çıkılır.

Biz Kur’an’da mesajın yoğunlaştığı âyetlerde, burada olduğu gibi yaptığımız değerlendirmeleri de çoğaltarak, maksimum seviyede mânevî “bal” üretip ikram etmeye çalışacağız.

(2) OKUMAYA NEREDEN BAŞLAYAYIM?

Birinci âyet bütün zamanlardaki Müslümanların, “Bir Müslüman olarak işe nereden başlayayım?” sorusuna “Yaratılan her şeyi oku!” diyerek genel bir cevap veriyor. İkinci âyet, “Tamam okuyayım da okuma işinde önceliğim ne olsun?” sorusuna “Okumaya kendinden başla!” cevabını veriyor.

Evet, her insan için ilk okunacak kitap kendisidir. Çünkü insan bu dünyada Allah’ın şaheseridir. İnsan; bu dünyada Allah’ı en iyi ve en güzel şekilde tanıtan eserdir.

(2) “ALAK”TAN YARATMA 7. ASIRDA İLK OLARAK NASIL ANLAŞILDI?

Arap dili sözlüklerine baktığımızda, Alak kelimesinin “kan emen sülük, pıhtılaşmış kan, ilgi, alâka ve sevgi mânalarına geldiğini görüyoruz.18

Kelimenin ilk anlamlarından yola çıkarak, anlaşılan ilk mâna: “Ana rahminde bir çiğnem et parçası var; o et parçası bir sülük gibi ana rahmine yapışmış ve oradan kan emiyor. Bu emmeyle birlikte kadının gebeliği başlıyor.” şeklinde oldu.

Tabii o günün tıp bilgisiyle, hamilelik en erken ay halinin gecikmesi ve aybaşı kanının kesilmesiyle bilinebiliyordu.

Kısaca, âyet o gün kelimenin ilk mânası üzerinden böyle anlaşıldı.

Burada bir soru daha soralım; Kur’an, başka âyetlerinde yaratılışın toprak,19 yapışkan çamur,20 çamurdan süzülen öz,21 kuru çamur22 ve meni23 aşamalarından bahsederken, burada neden alaka aşamasını tercih etmiş?

Bu sorunun cevabı için “Allâhü a’lem” diyerek şu yorumu yapabiliriz: “Birden fazla mâna anlaşılması murad edilmiş.”

Biz anlaşılan sevgi ve alâka gibi ikinci ve üçüncü mânalara hem Alak sûresinin girişinde hem de bu âyetin mealinde işaret ettik.

O yüzden bu âyeti okunurken sevgi ve alâka mânaları üzerinde ayrıca tefekkür etmenin güzel meyveleri görülebilir.

(2) 7. ASIRDA, DÜNYA OKULUNDA MEKKE SINIFINDA BİLİMSEL SEVİYE

Bir önceki başlıkta Alak kelimesinden ilk anlaşılan mâna ile ilgili yaptığımız açıklama o günkü bilimsel seviye hakkında fikir verdi.

Bu konuyu bundan sonra bilimlere işaret eden âyetlerin daha iyi anlaşılması adına bu başlık altında biraz daha açalım.

Dünyanın teknolojiyle tanışması ilk insan topluluklarında; kaşığın, çatalın, kılıcın, kalkanın, mızrağın kullanılmasıyla başlar. Ama bu başlangıçlar 18. asra kadar genelde çok büyük gelişme göstermeden, aynı çizgide devam etti.

İlk insandan 18. asra kadar dünyanın dekoru genelde aynı idi; ulaşım hayvanlarla sağlanıyor, tarım hayvanlarla ve çok gelişmemiş aletlerle yapılıyordu. Elektrik bulunamamış, ampul icat edilememiş, aydınlatma araçları, asırlardır aynı kalmıştı.

İnsanlık tarihinde dünyanın dekorundaki keskin değişim ve dönüşüm 18. asırda gerçekleşen sanayi devrimi ile başladı.

Bu manzarayı dikkate aldığımızda, özelde 7. asrın Arap toplumunda, genelde tüm dünyada, adına ilim bilim dediğimiz her şeyle alakalı bilgiler bugünün ilkokul 3. sınıf seviyesinde bile değildi.24

Ayrıca, o gün için 10 bin nüfuslu Mekke’de, 10 bin kişi içinde tıp, biyoloji, fizik, kimya gibi ilimlerden -bugünle kıyaslandığında- “damla” seviyesinde bilen insan yok denecek kadar azdı.

Kur’an bilimsel seviyenin böyle olduğu bir ortama indi.

(2) KUR’AN’DA BİLİMSEL ÂYETLERE İŞARETTE İZLENEN YÖNTEM25

Kur’an bir bilim kitabı değildir. Kur’an bir hidâyet kitabıdır. O yüzden Kur’an bilimsel konulara, o asırdaki insanların anlayışı seviyesinden; bir yaratıcının ve âhiretin varlığına delil olmasına bakan yönleriyle işaret etti.

O işaretin arkasından öğrenilmesi gerekenleri zamana, bilimlerin rehberliğinde insanın aklını kullanmasına; çabasına ve gayretine bıraktı.

Alak sûresinin 2. âyetinde insanın mucize olan yaratılışına işaret ediliyor. Bu işaret üzerinden bütün zamanlardaki bilim insanlarına şu mesaj veriliyor: “Kâinatı ve insanı yoktan yaratan Allah’tır. Allah dileseydi 7. asırda insanın yaratılışı hakkında verdiği bilginin seviyesini, 21. asırda gelinen seviyeden de verebilirdi.

Örnek olarak şöyle diyebilirdi.

Allah insanı alaktan (embriyodan) yarattı? Alak insanın yaratılışında bir aşamadır. Bu aşamanın öncesinde erkekten gelen sperm, kadın bedeninde dişi yumurta hücresiyle döllenme gerçekleştirir. Döllenme sonrası ortaya çıkan birleşik hücreye zigot denir.

Zigot bölünmeye başlar ve hızla çoğalır. Bu süreçte çoğalan hücreler alakı/embriyoyu oluşturur. Dışarıdan bakıldığında bir kan pıhtısına veya bir çiğnem ete benzeyen alak uterusa (ana rahmine) yerleşir. Embriyo bir sülük gibi yapıştığı rahmin içinde büyümeye gelişmeye devam eder.

Bu gelişimin ikinci haftasında embriyonun içinde endoderm, mezoderm ve ektoderm adı verilen tabakalar oluşur.

Bu gelişimin 8. haftasında embriyo fetüs ismini alır…

Bu kısa teknik bilgiden sonra soralım,

İnsanı yaratan Allah’ın (haşa) bunları bilmemesi düşünülebilir mi?

Peki, 7. asırda bunlar bu şekilde anlatılsa ne olurdu?

Cevap: İlkokul üçüncü sınıfta Hayat Bilgisi dersine giren bir öğretmenin, “konunun tamamına vakıfım” diyerek, doğum ve üreme konusunda üniversitede tıp fakültesi öğrencilerinin seviyesinden ders vermesi gibi eğitimin doğasına dolayısıyla fıtrata aykırı olurdu.

Burada yaptığımız bu açıklama Kur’an’daki bütün bilimsel âyetler için geçerlidir.

(3) “OKU” EMRİ NEDEN TEKRARLANIYOR?

Bu sorunun ilk cevabını yukarıda okumanın önemine yaptığımız vurgu içinde verdik.

İkinci cevabımız;

Bu iki okuma, bize şunu diyor:

(3) İNİŞ SIRASINDA İLK ÖNE ÇIKAN ESMÂ HANGİSİDİR?

Alak sûresinin ilk beş âyetini ilk inen âyetler olarak kabul edince, bu sorunun cevabı Allah’ın (ikram eden mânasında) Kerîm isminin, ismi tafdil formu olan ve daha Kerim, çok kerim anlamına gelen Ekrem ismidir.

Başlıktaki soruya, sûre bazında ilk inen sûre olan Fatiha’nın başında bir âyet olarak yer alan Besmele üzerinden cevap verirsek. İlk öne çıkan esmâ Rahmân ve Rahîm olur.

Öyle olduğunu kabul edersek vereceğimiz mesaj daha da netleşir. Allah (cc) en büyük ikramın sahibidir. Bu büyük ikramın arkasında, her ismin arkasında olan Rahmân ve Rahîm esmâsı vardır.

Peki, bu isimlerin insana mesajı nedir?

Mesajlardan biri şudur: Ey insan! Allah (cc) zatında olan bu güzel isimlerin tecellilerini sende de görmek istiyor. Merhamet ve ikram (cömertlik, infak) senin de en baskın özelliğin ve güzelliğin olsun.

(4-5) ALLAH’IN EN BÜYÜK İKRAMI NEDİR?

Bu soruya cevap olarak farklı şeyler akla gelebilir ama bu sorunun en doğru cevabının akıl olduğunu düşünüyoruz.

Çünkü akıl olmasaydı, insan da diğer varlıklardan biri olacaktı. Akıl olmasaydı, insan en büyük ikramlar listesinde ilk sıralarda olan iman, Kur’an, peygamber, ahlak, sağlık, aile, çocuk, eş ve iş gibi nimetlerin kıymetini bilemeyecekti.

1. ve 2. âyetlerde Allah’ın biyolojik canlı olarak her varlığa yaptığı genel ikramları anlatılırken, 4. 5. âyetlerde insanı diğer varlıklardan ayıran yüksek donanıma işaret ediliyor.

Âyetlerde Allah (cc) doğrudan “Allah’ın insana en büyük ikramı “akıldır” demek yerine, aklın varlığına şahit olan eylemleri öne çıkarıyor. Öne çıkan bu eylemlerden herkes şunu anlıyor, akıl olmasa insan kalem ile yazamaz, akıl olmasa insan bilmediği şeyleri öğrenemez.

Biz Tefsir Usûlünde (2) Aklın İşleyiş Yasasında aklın önemine işaret ettik. Özellikle (11) Peygamberlik Yasasında şu iki başlık altında çok önemli açıklamalar yaptık.

(4) KALEM BİZE NE DİYOR?

İnsanın içindeki bilgiyi dışarı aktarması için üç araç var; insan içindeki bilgiyi ya konuşarak ya davranışlarıyla ya da yazıyla dışa aktarır.

Soru şu: Kur’an kalem yerine bunlardan birini de kullanabilirdi. Neden kalemi kullandı?

Söz ve davranışın eserleri belli bir zamanla sınırlı kalabilir ve yazıya dökülmezse unutulabilirdi. Ama söz ve davranışların eserleri kalem ile yazıya dökülürse “sözün uçması”26 önlenmiş, insanlığın bilgi birikimi gelecek kuşaklara taşınmış olur.

Ayrıca kalem, insanlık tarihinde sözlü kültürden yazılı kültüre geçişin de sembolüdür.27

Burada, konuyu açmak için bir soru daha soralım,

Kalemin Geleceği Ne Olacak?

Günümüzde, kalemle yazmanın yerini alan araçlardan biri de fiziki ve sanal klavyeler. Bir diğeri de şu anda gelişme aşamasında olan beyin bilgisayar ara yüzü (Brain Computer İnterface BCI) adı verilen teknolojiler.

Bu teknolojiler insanın beynindeki sinyalleri dönüştürerek bilgisayarlarla iletişim kurmasına yardımcı oluyor.

Özetlersek, Kur’an 7. asırda kalemden bahsederken aslında, gelecekte kalemin yerini alacak her şeyden de dolaylı olarak bahsetmiş oluyor. Peki başlıktaki sorunun cevabı nedir?

Tahminimiz kaleme olan ihtiyaç gün geçtikçe azalacak ama kalem bir nostalji olarak hep hayatımızın bir kenarında duracak gibi.

(5) VAHYİN ÖĞRETME YÖNTEMİ

Beşinci âyeti şöyle de anlayabiliriz. Allah (cc) insana bilmediğini öğrenmeyi öğretirken, bitkilere ve hayvanlara bilmediğini öğrenmeyi öğretmedi.

Öğretmediği için de,

Tefsir Usûlünde (21) İlim/Bilim Yasasında ifade ettik. Allah (cc) bu dünyada insanın aklıyla bulamayacağı alanlarda, ona vahiy üzerinden bilgi aktarırken, aklıyla bulabileceği alanlarda bilmediğini öğrenmeyi ona bırakıyor.

Aslında böyle yaparak, bütün öğretmenlere bütün eğitimcilere şu mesajı veriyor: Öğretmen olarak bilginin tamamını vermeyin. Bilgiye ulaşmanın yollarını öğretin.

Kısaca vahyin öğretme yöntemi, “balık vermek yerine balık tutmayı öğretme” deyimi ile anlatılan “öğrenmeyi öğretme” yöntemi olarak karşımıza çıkıyor.

(5) ÖĞRETENİN ALLAH OLMASI, HANGİ MESAJI VERİYOR?

5. âyet aynen şöyle: “(Allah)İnsana bilmediği şeyleri öğretti.” Konuya insanın fiilleri noktasından bakarsak, öğrenen insan olduğu halde, Allah (cc) “öğreten benim” diyor.

Bu konuya Tefsir Usûlünde (27/1) Sermaye Yasasında değindik.

O bilgileri hatırladığımızda 5. âyetin ilk mesajı şu oluyor: “Ey insan! Nasıl sahibi göründüğün bütün maddî imkanlara Allah’ın verdiği nimetlerle sahip oluyor ve bu nedenle onlara “benim değil bende emanet” diyorsan, aynen onun gibi öğrendiğin her şeyi de Allah’ın sana emanet olarak verdiği akıl nimeti ile öğreniyorsun. O yüzden, Karun’un yaptığı yanlışı yaparak şöyle deme “Bu serveti sahip olduğum bilgi (beceri ve tecrübe)sayesinde ben elde ettim.”29

Buradaki “öğretti” ifadesinin benzerini Enfâl sûresinin 17. âyetinde de görüyoruz. “Attığınız zaman da sen atmadın Allah attı.”

Bu âyete geldiğimizde anlatacağız, bu âyet Bedir savaşında elde edilen başarıyı kendinden bilenlere yönelik bir ifade. Bu ifade üzerinden şu mesaj veriliyor: “Allah’ın verdiği imkanlarla elde ettiğiniz başarılara “benim” demeyin. Onları Allah’tan bilin ve şükrünü eda edin.”

Alak sûresi 5. âyette de benzer bir durum var: Bu benzer durumu dikkate aldığımızda âyetin ikinci mesajı şu oluyor: Ey insan! Allah’ın sana verdiği akıl ve bilgi nimeti ile elde ettiğin başarılara “benim” deme. O başarıları Allah’tan bil. Başarıların senin gururunu, kibrini değil tevazunu, hamdini ve şükrünü artırsın.

6-8 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(6-8) KARŞILAŞTIRMALI OKUMA YÖNTEMİ

6-8 arası âyetlerin tefsirine geçmeden önce burada Kur’an’ı doğru anlama yöntemi adına bir tespit yapalım.

Kur’an’ın mesâni özelliği vardır.30 Bu özelliğe ikilik/çift kutuplu anlatım veya zıddı zıddıyla anlatma yöntemi de diyebiliriz. Bu yöntemde Kur’an okuyucuya karşılaştırmalı okuma imkanı sunar.

1-5 ve 6-8 âyetlerde Kur’an’da birçok âyette karşımıza çıkan yöntemi görüyoruz. 1-5 arası âyetlerde Kur’an “Yaratan Rabbin adıyla okumaktan” bahsederken, 6-8 arası âyetlerde, insanın içinden geçebilecek olan “Böyle okumayan bir insan nasıl olur?” sorusunun cevabını da veriyor.

Bu özelliğini sürekli hatırda tutup Kur’an okuyanlar şunu fark ederler; genelde Kur’an’da bir sonra gelen âyet, bir önceki âyette akla gelen soruların cevabını verecek şekilde gelir.

(6-8) AYNA TUTMA YÖNTEMİ

Bu yöntem de “mesânî” yönteminin bir parçasıdır. Kur’an’da her zıt insana ayna tutar. Bu aynada insana verilen mesaj şudur: “Burada anlatılan zıt, sana uzak değildir. Her insan gibi sende de nefis var ve nefis iyi olmaya açık olduğu gibi, kötü olmaya da açıktır.”31

Bu yöntemi bilen insan Kur’an’ın anlattığı her kötüyü ve kötülüğü okurken ilk olarak nefsine yönelik okur. Bu okumada nefse verilen mesaj şudur: Yaratan Rabbin adıyla okumazsan sen de böyle olabilirsin?

Bu gerçeği bilerek okuyanlar için, 8. âyeti takip eden âyetlerde “azan insan” için örnek gösterilen Ebû Cehil ve gelecek sûrelerde karşımıza çıkacak olan Firavun, Nemrut, Haman, Karun ve bütün bunların yaptığı kötülüklerin mânevî sponsoru olan şeytan, -onlara benzeme yönüyle- bize hiç de uzak değildir.32

Uzak olmadığını aşağıdaki örnek üzerinden hemen gösterelim.

(6) İNSAN AZAR. PEKİ, SEN HİÇ AZDIN MI?

Soru sert bir soru. Bu sorular üzerinden yaptığımız bütün okumalarda muhatabımız nefsimizdir.

Türkçemizde “azma” kelimesi, sanki kötünün çok kötü haline karşılık geliyor gibi bir anlamı çağrıştırıyor.

Arapçada “Nehrin yatağından taşması” azma anlamına gelen “Tagâ” fiiliyle anlatılır. Bu azma/taşma az olabileceği gibi, çok da olabilir.

Bu azmaya 1’den 100’e kadar derece verdiğimizde. Azmanın “az hali” küçük günahlara karşılık gelirken, azmanın sele dönüşmüş “çok hali” büyük günahlara karşılık gelir.

Kur’an’ın insanı davet ettiği “doğru yola” nehrin yatağında akması dersek, doğru yoldan az veya çok her sapma insanın azması olur.

Bu tespitten sonra “İnsan azar” âyetini “Her insan azabilir, her insanda azma, yani kötü olma potansiyeli vardır.” şeklinde nefsimize yönelik okuyabiliriz.

Böyle okuduğumuzda “Damlaya damlaya göl olur” atasözü bize ufak azma ve sapmalara karşılık gelen küçük günahların damlaya damlaya önce göl sonra denize dönüşebileceği mesajını verir.

Bu mesaj da şu mesajı verir. Günahın büyüğünden sakındığın gibi, küçüğünden de sakın. Çünkü günahlarda mıknatıs özelliği vardır. Küçüğüne kapı açarsan, büyüğü de gelebilir.

(7) EVET, İNSAN AZAR. PEKİ NİÇİN AZAR?

7. âyet 6. âyeti okuduktan sonra iç sesimizin sorduğu “niçin” sorusuna cevap veriyor. Bu cevap, “bir cevap” ama birçok azma sebebini içine alan bir cevap; “insanın kendini kendine yeter görmesi” imkansızı mümkün zannetmesidir. Bu imkansızı mümkün görme, yukarıda bahsettiğimiz “hayat benimdir dilediğim gibi yaşarım.” anlayışının da temelidir.

İnsan bedenine bir ülke dersek bu ülkenin var olması Allah’ın yaratmasına bağlı olduğu gibi, varlığını sürdürebilmesi de Allah’ın yarattığı nimetlere bağlıdır.

Gerçek böyle olduğu halde, bu ülke bağımsızlık ilan edip, Allah ile bütün bağlantılarını koparabilir mi?

Böyle bir şeyi aklından geçirdiğinde ona şu denir: Tamam madem Allah ile bağlantını koparmak istiyorsan, Allah’ın yarattığı her şeyi terk et ve yaşamaya devam et. Mümkün mü? Hayır.

İşte, yaratan Rabbin adıyla okumak; her şeyi yaratan Allah ile bağlantıyı kesmenin “ben bana yeterim” diyerek yaşamanın imkansız olduğunu gösteren bir okumadır.

(8) BİR ŞEY EKSİK, O YÜZDEN DÖNÜŞ RABBİNE…

Allah (cc) dünya denen bu eve, bir şey hariç insanın bütün ihtiyaçlarını koymuş. İnsan, -ismiyle müsemma- unutmaya açık bir varlık olduğu için zannediyor ki, ben bana yeterim.

İlim ve teknolojinin gelişmesi bu gelişmelerin sağlık sektörüne hastalıkların üstesinden gelme ve insanın ömrünün uzaması gibi yansımaları insanın “ben bana yeterim” zannını daha da güçlendiriyor. Bu zan güçlendikçe, dünyada ebedî yaşama arzusu da güçleniyor. Buna bağlı olarak bu noktadaki arayışlar her geçen gün artarak devam ediyor.

İşte, tam bu noktada 8. âyetin şu mesajı devreye giriyor. Ey insan! Şu dünya evinde hemen hemen her ihtiyacını bulabilirsin ama ebedî yaşama ihtiyacını bulamazsın.

Onu da burada bulmak istiyorsan, “Yaratan Rabbin adıyla oku!” Böyle okuduğunda iman ile fâniyi bâkiye dönüştürecek, dünyanın arkasından gelecek olan âhiret hayatında aradığını bulacaksın.

(7) KUR’AN’LA YOLCULUKTA “TAĞÂ/AZMA” KELİMESİNE DİKKAT

Önemine binaen bölümün sonunda tağut ve tuğyan kelimeleriyle aynı kökten gelen tağâ kelimesine dikkat çekmek istiyoruz.

Bu kelime, Kur’an’la yaptığımız yolculukta, özellikle ilk âyetlerde karşımıza çok çıkacak.33 Çıktığı her yer de “Yaratan Rabbin adıyla okumayan, tevhid ve emanet bilincine sahip olmayan bir insan ne kadar azabilir, bu azma sonucunda neler yapabilir?” gibi sorularımızın cevabı olacak.

Bu cevaplar tağâ/azma işinde zirve isimler olan Firavun, Karun, Haman, Nemrut, Ebû Cehil, Velid bin Muğire, Ebû Leheb, As bin Vail ve en çok da şeytan isimleriyle karşımıza çıkacak.

Bu bağlamda tuğyan kelimesi taşmanın artık “bardaktan taşma” seviyesini anlatırken, tağut kelimesi bu taşmada zirveye ifade eder. Taşmanın zirvesinde, Allah’tan başka varlıklara ilahlık verme, onları putlaştırma, onlara tapma vardır. Tapılanlar; cansız varlıklar, şahıslar ve o şahıslarla özdeşleşen sistemler olabilir.

Tefsir okurken bu okumayı, kelime ve kavram tahlili seviyesinden yapanlar için “tağâ” kelimesi, en temel kavramlardan biridir.

(1-8) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

“Yaratan Rabbin adıyla Kur’an okumak” anlama sonucu veren bir okumadır. Böyle bir okumada, ilk anlaşılacak olan da “Benim değil bende emanet gerçeğini” anlamaktır.

Bu gerçeği anlamanın en önemli göstergesi de en büyük ikramlardan biri olan akıl nimetini veriliş amacına uygun kullanmandır.

Sor kendine, kullanıyor musun?

9-14 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(9) ÂYETTEKİ NAMAZ, HANGİ NAMAZ?

9. âyetin dipnotunda da ifade ettiğimiz gibi, âyette geçen sallâ kelimesi geniş anlamlı bir kelime. Bu kelime, Mekke döneminin ilk yıllarındaki bütün Allah’a yönelişleri içine alan bir ifade olduğu gibi, gelecek yıllarda son şeklini alacak olan namaza da işaret ediyor.

O yüzden biz mealimizde, Mekke döneminin ilk yıllarında inen âyetlerde geçen Sallâ/salat kelimelerine önce geniş anlamını, sonra da asli anlamını verdik.

Ama şunu da ifade edelim, Mekke döneminde ilk âyetlerde geçen salat kelimesini “namaz” diye çevirmek, burada yaptığımız açıklamaların benzerini yaptıktan sonra, âyetin ruhuna aykırı olmaz.

Bunu şöyle bir benzetme ile anlatabiliriz; kayısı ağacının ağaç olma/tekâmül sürecinde dört hali var dersek ilk hali çekirdek, ikinci hali filiz, üçüncü hali fidan ve son hali ağaçtır.

Mekke’nin ilk yıllarında inen âyetlerde geçen salat kelimelerini de ileride tekâmül edip kayısı ağacı olacak çekirdekler gibi düşünebiliriz.

(9) ENGELLEYENE BAK! UZAĞA GİTME, KENDİNE BAK!

6. âyet yaratan Rabbin adıyla okumayan insan “azar” demişti. 9. âyet ve sonrası “Azan insan ne yapar?” sorusuna “Azan insan, kendi azmakla kalmaz, başkasını azdırmak için de çalışır.” cevabını yaşanmış bir olay üzerinden veriyor.

Yukarıdaki “ayna tutma yöntemi”ni hatırlar, kendimize ayna tutar ve buradaki Allah’a yönelmeyi namaz olarak anlarsak, nefsimize soracağımız soru şu olur: Evinde yalnız olduğunda, dışarıda sabah ezanı okunduğunda, senin namaza kalkıp Allah’a yönelmeni engelleyen kimdir? …

Yukarıdaki âyetlerden 9, 11 ve 13. âyetler birebir çeviride Türkçe “gördün mü” anlamına gelen “Eraeyte” ifadesiyle başlıyor. 21. asırda bu âyetleri okuyan hiçbir insan Peygamber Efendimizin (sav) namaz kılmasına engel olan kişi olduğu söylenen Ebû Cehil’in o gün yaptığını gözüyle görmedi. Fakat âyet görmediğimiz bir olay için bize “gördün mü” diye soruyor.

İşte burada, Kur’an’ı yerelden evrensele taşırsak âyetin evrensel mesajı şu olur: Ebû Cehil’i uzaklarda aramanıza gerek yok. Kur’an’ı yaratan Rabbin adıyla okumazsanız, “ben bana yeterim” der Allah ile bağlantıyı keser, O’na yönelme işini aksatırsanız, nefsinizin Ebû Cehil’in nefsine benzediğini görebilirsiniz.

(10) NİÇİN NAMAZ?34

Bu âyetlerin ilk inen âyetlerin arasında olduğu kesin. Burada soru şu: İlk inen âyetler arasında Allah’a yönelme mânasında namazın öne çıkarılmasının sebebi nedir?

Cevap: İslâm dininde bütün ibadetler Allah’a yönelmedir. Namaz bütün bu yönelmelerin içindeki mânaya zarf olması yönüyle onların fihristi ve özeti olan bir ibadettir.

Bütün ibadetlerin özünde, Allah’ın istemesiyle bir şeylerden ayrılma vardır.

Bu üç ibadette ayrılma yılda ve ömürde bir defa olurken namazda bütün bu ayrılmaların özeti günde beş defa tekrar eder.

Bir Müslüman için ezan sadece ezan değil namaz sadece namaz değildir.

Ezan üzerinden şu iki soru sorulur:

Bu iki soruya namaz üzerinden şu cevaplar verilir?

10. âyette geçen ve bütün Allah’a yönelişlerin zarfı olan namazı böyle anladığımızda, özelde namaz, genelde bütün ibadetler “Yaratan Rabbin adıyla Kur’an okumanın” sonucunda kazanılan bir ahlak olan emanet ahlakını besleyen en önemli kaynak oluyor. İbadetlere devam bu kaynağı güçlendirirken, ibadetlerin terki bu kaynağı zayıflatıyor.

(9-14) BİR ENGELLE KARŞILAŞIRSAK NE YAPALIM?

Yukarıda ifade etmiştik, Kur’an’da genelde sonraki gelen âyetler, önceki gelen âyetleri okumanın sonucunda akla gelen sorulara cevap veriyor. Burada da bu konuya dair çok sayıda örnekten birini görüyoruz.

9-14 arası gelen âyetler, başlıktaki soruya, “Onlar size nasıl davranıyorsa siz de öyle davranın cevabını vermiyor.”

Alak sûresinin baş tarafını dikkate aldığımızda dolaylı olarak şu cevabı veriyor:

O yüzden sizi engelleyenlerle size yakışan şekilde mücadele edin. Onlara karşı sorularınız silahınız olsun. O silahla onların akıllarını hedef alın.

Âyetlerde geçen, “Düşünmüyor musun, bakmıyor musun, bilmiyor musun?” gibi soruların tamamı üzerinden Rabbimiz bize şu mesajı veriyor: “Bir engelle karşılaşırsanız, bu sorular üzerinden size öğrettiğim yöntemi kullanın...”

Yani silah kullanmayın. Önce aklınızı kullanın.

(9-14) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

İçinizde ve dışınızda sizi engelleyenler her devirde her zaman olacaktır. Ama şunu hiç unutma. Senin için en yakın ve en tehlikeli engel içindeki nefsin olabilir. Bu engeli aşmanın yolu, emanet ahlakı bilincini canlı tutmaktır. Onu canlı tutacak en önemli kaynak da ibadetlerdir. İbadetleri aksatma!

Dışınızdaki engellere gelince, o konuda da vahyin size öğrettiği yöntemlerin dışına çıkmayın. Siz, her zaman vahyin ölçülerine uyarak, size yakışanı yapın.

15-19 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(15) KUR’AN’IN İNİŞ SÜRECİNDE ALLAH’IN İLK VAADİ NEDİR?

15. âyette bu sorunun cevabını görüyoruz.

18. âyette geçen “zebaniler” kelimesini, mecazi anlamda Allah’ın kolluk güçleri (polis, asker) olarak değerlendirirsek, bu âyet vahye ilk kez muhatap olan bir toplumda şöyle anlaşılıyor. “Eğer müşrikler, Müslümanlara yaptıkları engellemelerden, baskılardan vazgeçmezlerse Allah’ın zebanileri/polisleri gelecek onları yakalayacak ve etkisiz hale getirecek.”

Eğer sorulursa: “Bu âyetin bu kurguda anlattığımıza benzer bir şekilde anlaşıldığını nereden biliyoruz?”

Cevap: Ortaya çıkan beklentiden biliyoruz.

Mekke döneminde bu ve benzeri âyetler indiğinde,

Bu beklentinin olduğu yerde, “acele etmeyin” şeklinde gelen âyetlerden sonra müminler sabrederken, müşrikler azabın bir an önce gelmesi noktasında ısrarlarına devam ettiler.

Onların ısrarı karşısında 13 yıllık Mekke döneminde, farklı yıllarda benzer lafızlarla “Siz bekleyin, Şüphesiz biz de bekliyoruz” anlamına gelen 6 âyet indi.36

Bu açıklamalardan sonra soralım,

(15) ALLAH’IN “YAKALARIZ” DEMESİNDEN NE ANLAMAK LAZIM?

Anlayacağımız çok şey olacak. Onları gelecek âyetlere havale ederek, burada birkaç noktaya işaret edelim.

15. ÂYET BUGÜNE NE DİYOR?

Denilen şu: Bugün de dünyada zalimler var. Bugün de yakalanmayı hak edenler var. Bu konularda acele etmeyin.38 Bu konularda Allah’ın yasalarındaki işleyişi bilin. Bu işleyişi bilmek, sizi üzerinize sekine39 inmiş gibi sakinleştirir. Beklentilere girmek yerine, müspet hareket noktasında yapmanız gerekenlere odaklanırsınız.

Bunu yaparken, yanınızda yörenizde “Allah onların belasını versin.” diye beddua edenler olursa onlara “Bu bedduayı yapmadan önce, Allah bizlere güzel örnek olmayı ve onların hidâyetine vesile olmayı nasip etsin.” şeklinde bir dua yapmasını tavsiye edersiniz. Buna rağmen hâlâ belâ istemede ısrar ederlerse de yukarıda bahsettiğimiz “bekleme ve zebani” konusu üzerinden Allah’ın yasalarındaki işleyişi hatırlatırsınız.

(17) BÜTÜN DÜNYA YANDAŞI OLSA ONU KURTARAMAZ

17. âyette “yandaşlardan” bahsediliyor. Bu âyetin indiği zaman diliminde Ebû Cehlin arkasında o günkü güç odağı, Mekke’deki müşriklerinin ileri gelenlerinin toplandığı “Dârün nedve” denilen meclisti.

Günümüzde de engelleme işini yapanlar bu işi bireysel yapabilecekleri gibi bir güç odağının, bir şer şebekesinin maşası olarak da yapabilirler.

Bu âyet engelleme işini yapan maşalara diyor ki: Arkanızda bir milyon da olsa, bir milyarda olsa, onların varlığı Allah’ın yasalarındaki işleyişi değiştiremez. Bugün olmasa bile yarın ölüm gelecek ve sizi de onları da bu dünyadan alıp götürecek. Gelin iş işten geçmeden önce bu gerçeği görün ve engelleme işinden vazgeçin.

(19) MEKKE, DEV BİR FİLM PLATOSU OLUYOR

Bu âyetlerin indiği Mekke’ye film platosu dersek, bu filmin dekorunda şunları görüyoruz.

Bu dekorda,

Bu dekoru güreş yapılan mindere benzetirsek; bir tarafta fil sıklet müşrikler, diğer tarafta sinek sıklet müminler var. Kimin galip geleceği baştan belli gibi görünüyor.

Müşrikler, kendilerinden çok emin, “Bu maçın galibi kesin biz oluruz.” diyorlar ama 13 yıl boyunca müminlerin sırtını yere getiremiyorlar.

Filmin ikinci bölümü olan Medine sahnesine geçildiğinde, 15. yıldan sonra güçler dengesi değişiyor. “Sırtımız yere gelmez” diyen fillerin sırtı yere geliyor…

Bu sûrenin 19. âyeti, yaşadığı asırda bu filmin öznesi olmaya aday olanlara şu mesajı veriyor: Her devirde engelleyenler olacak. Engelleyenler bazen fil süreleriyle bazen de top, tüfekle engel olmak isteyecek. Ama siz sakın ha sakın onlara boyun eğmeyin. Siz “Bizim boynumuz Allah’tan başkası önünde eğilmez.” deyip, Allah’a secde edin. O’nun, Kur’an üzerinden size öğrettiği yolu takip ederseniz, o yol sizi O’na yaklaştıracak, O’nun razı olmadığı her şeyden de uzaklaştıracaktır.

19 “SECDE ET VE YAKLAŞ” EMRİ UZUN BİR YOLUN HİÇ DEĞİŞMEYEN YOL HARİTASIDIR

Kur’an’da seçilen her kelimenin bir değil birden çok hikmeti olduğuna inananlardanız.

Kur’an, gelecek âyetlerde “Secde kelimesini nerelerde nasıl kullanıyor?” diye baktığımızda, Kur’an Hac sûresinin 18. âyetinde “Gökte, yerde, güneş, ay, yıldızlar, ağaçlar, dağlar, hayvanlar… kısaca yaratılan her şey secde eder” diyor.

Kur’an’da bu âyetin yanına, kâinatta her şeyin bir Müslüman gibi Allah’ın yasalarına teslim olduğunu41 ve her şeyin Allah’ı tesbih ettiğini42 anlatan âyetleri de koyarsak, o âyetler üzerinden bir betimleme yapar;43 o betimlemede kâinatın dev bir mescit (secde edilen yer) olduğu, yaratılan her şeyin o mescitte her an secde halinde olduğunu görebiliriz.

Her an tesbih ve secde halinde olmanın diğer adı, Allah’ın yasalarına teslim olmak ve o teslimiyetin gereği olarak varlık gayesine uygun hareket etmektir.

Biz, içinde sürekli tesbihin ve secdenin yaşandığı bu manzaraya kâinatın değişmeyen gündemi diyoruz.

Kâinattaki bütün varlıkların itaat ve teslimiyet noktasında yaptığı ortak işin adının secde ile ifade edilmesi, kavram olarak secde kelimesine ayrı bir derinlik kazandırıyor.

Secde kavramındaki bu derinliği dikkate aldığımızda, Alak sûresinin 19. âyetini Mekke’nin ilk günleri itibarıyla şöyle anlıyoruz.

“Ey iman edenler! Size sataşanlar olacak, sizinle alay edenler olacak. Onlara takılmayın, onlara aldırmayın, onları Allah’a havale edin. İçinde sürekli itaatin, teslimiyetin ve varlık gayesine göre hareket etmenin yaşandığı kâinatın gündemi sizin de gündeminiz olsun.”

Bu mânasıyla “Secde et” demek, “Vahiy size varlık gayenizi öğreten bir yol haritasıdır. Bu haritanın çizdiği rotadan ayrılmayın.” demektir.

Bu âyetteki “yaklaş” emri “uzak dur” emrini de içine alan bir emirdir.

Çünkü Allah’a yakın olmak için razı olmadığı her şeyin uzağında olmak gerekiyor.

Bu mânayı dikkate aldığımızda âyeti şöyle anlıyoruz: Sizi varlık gayenizden alıkoyacak, rotanızdan sapmanıza sebep olacak her şeyden uzak durun. Sizi Allah’a, O’nun razı olduğu şeylere yaklaştıracak her şeyin de yanında, arkasında ve içinde olun.

Özetlersek, 19. âyetin gösterdiği rota ve verdiği yol haritası; Müslümanlara sadece 23 yıllık değil, kıyâmete kadar geçerli olacak bir rota ve yol haritası veriyor. Fatiha sûresi 6. âyette de bu rotaya doğru yol anlamında “sırat-ı müstakim” deniyor. Bizim de duamız şu oluyor: “İhdina’s-sırâte’l-mustakîm.”

(15- 19) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Engelleyenler karşısında boyun eğmez, duruşunu değiştirmezsen, bu işin başındakilerin yaşadığı mutlu sonu sen de görebilirsin. Burası imtihan dünyası, bu mutlu son dünyada görülmese bile âhirette mutlaka görülecektir.

Yeter ki sen, seni Allah’a yaklaştıran yoldan ayrılma, duruşunu değiştirme ve Allah’tan başkasına boyun eğme.

2/68. KALEM SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-4 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

ÖNE ÇIKAN EVRENSEL MESAJ: EMANET AHLAKI

Kur’an yerele iniyor ama muhatabı olan insan evrensel.

Kur’an yerele iniyor ama öne çıkardığı konuların tamamının evrensel de bir karşılığı var.

Bu açıdan bu sûreye baktığımızda, bu sûrenin ana konusu emanet ahlakı.

Hemen hemen her sûre Alak sûresinin girişinde “Biri Size Kur’an’ı Bana Özetle Derse O Özet Ne Olurdu?” sorusu altında anlattığımız özet etrafında dönüyor.

Bu sûrede de “Yaratan Rabbin adıyla okuyan ve okumayanların” fotoğrafını görüyoruz.

Bu fotoğrafta,

Sûrede gördüğümüz bu fotoğrafa zamandan mekandan bağımsız baktığımızda bu fotoğrafta öne çıkan karakterler evrensel oluyor.

Bir tarafta Allah’ın razı olduğu karakterin örneği, diğer tarafta razı olmadığı karakterin örneği.

Bu fotoğraf üzerinden bütün insanlara sorulan soru ve verilen mesaj şu: Hangi taraftasın? Dünyada seçtiğin taraf, âhirette ebedî kalacağın tarafı belirleyecek.

KUR’AN’I BİR SENARYO GİBİ OKUMAK, KENDİNE ROL VERMEK, EMPATİ YAPMAK

Kur’an okurken istifadeyi artıracak birçok yöntem var. Onlara yeri geldikçe ilgili âyetlerde işaret edeceğiz.

Onlardan biri de Kur’an’ı 1400 yıl önce Arap yarımadasında vizyona girmiş bir filmin senaryosu gibi okumak.

Okuduğunuzda şunu anlıyorsunuz; filmin yönetmeni bu filmin her asırda vizyonda olmasını, her asırda yaşayan Müslümanların bu filmde “güzel örnek olarak” yer almasını istiyor.

Kur’an’a bu pencereden bakan bir Müslüman, Kur’an okurken “Yaratan Rabbin adıyla okuma” işi yapan her karakterin yerine kendini koyarken, okumayanların yerine de kendini koyar.

Hayalinde bu tercihinin sonuçlarını canlandırır. Canlandırmada iyinin yerinde olmanın verdiği huzur ve mutluluğu, kötünün yerinde olmanın verdiği mânevî sıkıntıyı hayalen yaşar ve tadar.

İşte bunu yaşamaya empati diyoruz.

Bu empati büyük bir süngerin suyu çekmesine benzer. Bu yöntemle Kur’an okuyan biri, varsayalım okuduğu âyet bir kova olsun, süngerini o kovaya soktuğunda, kendi çapında âyetlerin mesajını içselleştirme adına maksimum bir istifade yaşar.

Bu empati sonucunda yaşadığı asırda hem iyinin yerinde ve tarafında olmanın hem de kötünün yerinde ve tarafından olmamanın şükrünü yaşar.

Bu değerlendirmelerden sonra senaryoda iyinin yerine kendimizi koyarak bir empati yapalım.

(1) “SEN DELİ MİSİN?”

Bu sûrenin 2. âyetinde Peygamber Efendimize (sav) “deli” deniyor.

Kendimize soralım. “Ben deli miyim?” Bu soruyu da şu sorularla açalım.

Varsayalım, evinde yalnız olan bir insanı gizli kameralardan görüyoruz. Bu insan, günde beş defa sanki karşısında çok önemli biri varmış gibi saygı duruşunda duruyor. Günde beş defa karşısında olmayan birine el sallıyor, ona sarılıyor gibi yapıyor. Ondan bir şeyler istiyor. Onun yardım etmesini bekliyor.

Kendisine “Bütün bunları neden yapıyorsun?” diye sorulduğunda, olmayan biri için “Biri var, beni görüyor, her yaptığımı biliyor, her istediğimi vermeye gücü yetiyor…” diyorsa…

Evet, etrafında, hiç kimsenin olmadığı bir insan, her gün bunları yapsa ve bu şekilde cevaplar verse tıpta bu davranışlar, o insana şizofreni (deli) hastalığı teşhisi koymanın gerekçesi olabilir.

Genelde Allah’a ve âhirete inanan bütün insanlar, özelde bütün Müslümanlar olmayan bir şeye inansaydı ne olurdu?

Yukarıda örneğini verdiğimiz insana benzerler miydi?

İşte hayatlarında, Allah’a ve âhirete imanı olmayan insanların baktığı yerden bütün inananlar böyle görülüyor. Onlara açıktan “deli” denmese bile, yapılanlar saçma olarak değerlendiriliyor.44

Bunun yanında, bunlara inandığını söyleyen ama inanmanın gereklerini yerine getirmeyen insanlara baktığımızda, görünmeyen Allah karşısında görüyor olma şuuruyla davranma konusunda ciddi şüpheleri olduğunu fark ediyoruz.

İşte tam bu noktada 1. âyet; 2. âyette iman edenlere “deli” diyenlere, onların yaptıklarını mantıksız ve saçma olarak değerlendirenlere, inançlarını yaşama konusunda gel-gitler yaşayanlara aşağıdaki mesajı veriyor.

(1) “SEN DELİ DEĞİLSİN!”

Allah’ın iki kitabı var; birine “yaratılan âyet/kâinat kitabı”, diğerine de “indirilen âyet/Kur’an” diyoruz. İkisi de kalem ile yazılıyor; kâinat kitabı sembolik olarak Allah’ın kudret kalemiyle yazılırken, Kur’an bildiğimiz kalemlerle yazılıyor.

1. âyette “Kalem ve onunla yazılan satırlar şahit olsun” denilirken bütün zamanlara verilen mesajlardan biri şu:

Bu mesajların zarfı olarak inen ilk âyetler, Peygamberimiz ve Sahabilerin özelinden bütün zamanlarda gelecek müminlere müthiş bir özgüven veriyor.

Bu özgüvenin mesajı şu: Ey iman eden kişi! Sen deli değilsin, sen birileri tarafından aldatılmış veya kandırılmış da değilsin. Sen iman etmekle, bu dünyada yapılacak şeyler arasında en önemli, en doğru en akıllıca ve en mantıklı işlerin başında gelen iman etme işini yapıyorsun.

Bu açıklamalar şunu gösteriyor: Kur’an sadece Peygamberimize ve ona iman eden ilk Müslümanlara hitap etmiyor. Onların şahsında bütün zamanlarda gelecek Müslümanlara “Siz de mecnun değilsiniz.” mesajını güçlü bir şekilde veriyor.

(2) MEKKE’NİN “OLİGARK”LARI NEDEN “MECNUN” DEDİLER?

Mekke’deki yönetim şeklini günümüz yönetim şekilleri için üretilen kavramlar üzerinden anlatırsak Mekke’de aristokratik oligarşi46 ve bu yönetimin nimetlerinden en fazla faydalanan Ebû Cehil, Ebû Leheb, Velid bin Muğire gibi oligarklar vardı.

Bu oligarklar Peygamber Efendimize doğrudan (haşa) “yalancı, sahtekar, üç kağıtçı” gibi iftiralar attıklarında tutmayacağını biliyorlardı.

Çünkü ortada, yaşanmış bir ömür vardı.

Peygamber Efendimiz, Peygamberliğinden önceki 40 yıllık ömrünü Mekkeli müşriklerin içinde yaşamış, bu süre içinde hiçbir kimse onun bir tek yalanına şahit olmamıştı. Yaklaşık 20 yıllık ticaret hayatında ondan alış-veriş yapan bir tek insan “beni aldattı” dememişti. O gün için Mekke’de “Bu şehrin en güvenilir insanı kim?” şeklinde bir anket yapılsaydı, bütün parmakların onu göstereceği kesindi. Çünkü bütün şehir onu en güvenilir insan mânasında “el-emin” olarak tanıyor ve tanıtıyordu.

İşte bu yüzden, atacakları her iftiraya zemin hazırlamak, o iftiraların halk arasında “mâkul” karşılanması için “mecnun” dediler.

Bir psikolojik harp tekniği47 olarak Mecnun iftirası üzerinden halkta meydana getirmek istedikleri algı şuydu: “Bu Muhammed, önceden çok iyi ve dürüst bir insandı. Hiç yalan söylediğini gören duyan olmadı. Ama şimdi ona cinler musallat olmuş. O yüzden akli dengesini kısmen kaybetmiş. Adeta bir deli gibi konuşuyor. Olmayan şeyleri olmuş gibi anlatıyor.”

Evet, günümüz ifadesiyle söylersek, oligarkların elinde olan medya akşamdan sabaha bütün haber kanallarında bütün sosyal medya platformlarında 13 yıl boyunca bir kara propaganda olarak bu yalanı tekrar etti durdu.

Mekke’nin oligarkları günümüzde benzer propaganda yapanlar gibi çamur atınca iz kalacağını “Bir yalanın (toplumda saygın bilinen insanlar tarafından, bütün medya araçlarında) sıkça tekrar edilmesinin, o yalanın gerçek gibi algılanmasına neden olacağını”48 biliyorlardı.

13 yıl boyunca Peygamber Efendimize (sav) “mecnun çamuru attılar.” Bu “çamur siyaseti”yle, binlerce insanın hidâyetini geciktirmeyi başardılar (!) İşte bu nedenle, Mekke döneminin sonunda Peygamber Efendimizin davetine gelen insan sayısı en yüksek rakamlarda 400’e ulaşmadı.

(3) HEDEF ÖDÜL DEĞİL, HEDEF ÖDÜLE LAYIK OLACAK AHLAK

Müslümanın hiçbir işinde öncelik ödül anlamında sevap olamaz.49 Kazanılacak sevap hesabıyla bir işe başlanmaz. Böyle bir başlangıç, çocukların seviyesinde mazur görülse bile yetişkinler için bir hamlık belirtisidir.

3. âyetin ardından gelen 4. âyet aslında 3. âyette bahsedilen büyük ödülün niçin verildiğini ve bütün anne-babaların çocuklarına ödül verirken, neyi baz almaları gerektiğine işaret ediyor.

Çocuk-büyük fark etmez. Her Müslüman için ilk hedef güzel ahlak sahibi olmaktır. Bu hedef, bu hedefe ulaşmanın arkasından gelecek olan Allah’ın rızasını kazanma ve onu kazananlara verilen cennet ödülünün gerekçesi olacak. Bu ilk hedefin meyvesi olan güzel ahlak olmadığında, bu hedefe bağlı ödüller de olmuyor.

O yüzden bu âyet, bu gerçeği bilen Müslümanlara şunu diyor: Bu dünyada sizin kendinize vereceğiniz en büyük ödül güzel ahlaktır. Çünkü o ödül olmadığında, size verilecek hiçbir ödül de olmayacak.

Bu durumda 3. âyet, 4. âyette anlatılan güzel ahlakı kazanmaya teşvik eden bir ödül oluyor.

(4) AHLAK, SÜNNET İLİŞKİSİ NEDİR?

4. âyette Peygamberimizin muazzam bir ahlaka sahip olduğu anlatılıyor. Bu âyetin şöyle bir özelliği var. Bu âyette geçen ve ahlak anlamına gelen “hulk” kelimesi Kur’an’da bir tek burada geçiyor.

Ve sanki bu “tek”lik üzerinden şu mesaj veriliyor: Bu ahlak öyle güzel, öyle özel, öyle büyük ve öyle değerli ki, dünyada eşi benzeri yok.

Biz bu âyette geçen “hulk” ifadesi üzerinden konumuzu açalım.

İnsanın, maddî-mânevî olarak ayırdığımız bir beden bir de ruh tarafı var. “

“Halk” tarafında var olan her organ, varlık gayesine göre hareket eder; gözün varlık gayesi görmek, kulağın varlık gayesi duymak, midenin varlık gayesi sindirmektir…

“Halk” tarafında, Allah’ın dilemesiyle her organ gayr-ı iradi varlık gayesine uygun hareket ederken “hulk” tarafında varlık gayesine uygun hareket, insanın özgür iradesiyle yapacağı tercihlerine bırakılmıştır.

Bu açıklamalardan sonra şu tespitleri yapabiliriz;

Bu noktada Peygamberin sünnetine tabi olmak demek:

Ahlak sünnet ilişkisine bu şekilde işaret ettikten sonra, aşağıdaki soruların cevabıyla konumuza devam edelim,

(4) GÜZEL AHLAK, DİNDARLIKLA KAZANILAN BİR DEĞER Mİ?

4. âyet, bu soruya “hayır” cevabı vermemizin gerekçesi oluyor. Bu âyetler, malum Peygamberimizin peygamberliğinin birinci yılının ilk aylarında indi. Peygamber Efendimiz (sav) Kur’an tarafından övülen ahlakını ilk birkaç ayda kazanamayacağına göre burada övülen ahlak, Kur’an gelmeden önce Mekke’nin cahiliye toplumu içinde kazanılan bir ahlaktı.

Bu da bizi geçmişte ve günümüzde, dini değerlerin olmadığı veya zayıf olduğu toplumlarda yaşayan insanların da güzel ahlak sahibi olabileceğini gösteriyor.50

(4) İSLÂM AHLAKININ FARKI NEDİR?51

Tefsir Usûlümüzde (4) Mülkiyet (Emanet) Yasasında ve Alak sûresinin başlangıcında ve 1. âyetin de işaret ettik. O işaretlerde yeri geldikçe bu konuya dikkat çekeceğimizi söylemiştik. Burada, önemine binaen bir kere daha işaret etmek istiyoruz.

İslâm ahlakı “kimin” sorusuna verilen cevapla başlar.

İşte bu nedenle İslâm ahlakı özgün ve standartları olan evrensel bir ahlaktır.

Bu tespitlerden sonra şunu diyebiliriz; Peygamberimizin, peygamberlikten önceki güzel ahlakı, emanet ahlakı ile birlikte tamamlanan bir ahlak oldu.

Böyle olduğunu şu hadisi şeriften de öğreniyoruz: “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.”52

Bu hadisi, yukarıda yaptığımız değerlendirmelerin özeti olacak şekilde parantez içi ilavelerle şöyle okuyabiliriz: “(Temelinde emanet ahlakı olan özgün İslâm ahlakı, güzel ahlakı tamamlayan bir ahlaktır.) Ben (ahlakımı emanet ahlakıyla taçlandırıp) güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.

Bu değerlendirmelerden sonra şu açıklamayı yapmak istiyoruz. Bizim bu tefsir çalışması içinde kullanacağımız bütün “güzel ahlak” ifadelerinden kastımız; emanet ahlakı ile birlikte kazanılan Özgün ve Evrensel İslâm Ahlakı olacaktır.

Bu tespitlerden sonra, 4. Âyeti “Bana Ne Diyor?” formatında okuyabiliriz.

(4) SEN DE MUAZZAM BİR AHLAKA SAHİP OLMALISIN

İki benzetme ile başlayalım,

İslâm dini ile güzel ahlak ilişkisini böyle anladıktan sonra 4. âyeti şöyle anlayabiliriz.

4. âyet Peygamber Efendimiz için “Sen muazzam bir ahlaka sahipsin” derken dolaylı olarak “ben de Müslümanım, Hz. Muhammed (sav) benim de Peygamberim” diyen bütün insanlara şunu diyor: Siz de (kendi çapınızda) övülen, takdir edilen, örnek gösterilen bir ahlaka sahip olmalısınız.

Burada bir soru soralım,

Bir Müslüman İçin Güzel Ahlakı Kazanmak Tercih midir, Zorunluluk mudur?

Sorunun cevabına gitmek için konuya tersinden bakalım.

Güzel ahlak sahibi olmayan bir Müslüman düşünelim; başta kendi çocuklarına kötü örnek oluyor, sonra etrafındaki insanlara kötü örnek oluyor. Onun bu hâlini görenler, “Müslümanlık bu ise, böyle Müslümanlık bizden uzak olsun” diyorsa…

Varsayalım, bu şekilde sözde “Müslümanım” diyen ama uygulamada bir Müslümanda olmaması gereken birçok özelliğin sahibi olan insanların sayısı mevcut Müslümanların yarısından fazlaysa…

Ne olur?...

Güzel ahlaka sahip olmamanın bu ve benzeri sonuçlarını bilen her bilinçli Müslüman, güzel ahlak sahibi bir insan olmayı, kendine vazife bilir.

(1-4) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Yaratılan ve indirilen âyetler şahittir ki: Senin Peygamberin “mecnun” olmadığı gibi sen de “deli” değilsin. Arkanda böylesine güçlü şahitler varken sana düşen; vahyin rehberliğinde, peygamberin örnekliğinde, güzel ahlak sahibi örnek bir Müslüman olmayı hedeflemek ve bu hedefe ulaşmak için, elinden gelen gayreti göstermektir.

5-9 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(5) KUR’AN “YAKINDA” DİYORSA KASTEDİLEN ZAMAN NE KADAR?

Not: Bu soruya verdiğimiz cevabın Alak sûresinin 15. âyeti ile ilgili yaptığımız değerlendirmelerin devamı olarak okunabilir.

Sadece bu sûrede yakın geleceğe dönük üç işaret görüyoruz.

Bu üç işareti de “yakında” olarak anlarsak, “Kur’an ‘yakında’ dediğinde ne anlamalıyız?” sorusuna bir soruyla cevap verelim. Mekkeli müşrikler Müslümanlar karşısında kesin olarak mağlubiyeti ne zaman yaşadılar?

Cevap: Mekke’nin fethinde.

Bu cevaptan yola çıkarak ve yorumlarımızda her zaman olduğu gibi “Allâhü a’lem”i başa koyarak “yakında” ifadesiyle kastedilen zaman yaklaşık 20 yıl diyebiliriz.

Biz Mekke fethini kesin mağlubiyet olarak değerlendirdiğimiz için 20 yıl dedik. Eğer müşriklerin Müslümanlar karşısındaki ilk mağlubiyeti olan Bedir savaşını cevap olarak öne çıkarırsak, Kur’an’da bu cevaba işaret eden iki gaybî yani geleceğe dönük mucize görürüz.

Burada soru şu: Bütün bu işaretler bütün zamanlarda gelecek Müslümanlara ne diyor?

Bu sorunun cevaplarından biri şu: Allah’ın Kur’an’da “yakında” anlamında kullandığı ifadeler hemen “yarın, haftaya veya gelecek ay” anlamında ifadeler değil. Bu ifadeler 10-20 yıllık zaman dilimlerini içine alan süreçler olabiliyor.

O yüzden benzer sıkıntılı süreçler yaşadığınızda, kolunuzdaki saate veya duvardaki takvime bakmayın. Allah’ın kâinata koyduğu; insan tercihlerine bağlı sosyolojik zaman saatine bakın.

Özetlersek ve buradaki tespitlerimize Allah’ın zamana bağlı yasalarındaki işleyiş dersek, bu işleyişi bilen müminlerin en büyük özelliği, yapılması gereken doğruları yapmaya devam ederek sabretmek ve acele etmemektir.

Bu konuya işaret eden âyetler çok sayıda olduğu için biz yeri geldikçe bu değerlendirmeleri farklı açılardan tekrar edeceğiz.

(5) ZAYIFKEN İDDİALI CÜMLE KURMANIN RİSKİ VARDIR

Bu konu yukarıda bahsettiğimiz gaybî mucizelerle bağlantılı bir konu.

5. âyette gördüğümüz ifadelerin benzerlerini Mekke’de inen âyetlerde çokça görüyoruz. “Onları bana bırak. Bekleyin, biz de bekliyoruz. Yakında görecekler…” gibi âyetler, Kur’an’ın bir insan sözü olmasının mümkün olamayacağına yönelik en güçlü delillerden biri oluyor.

Çünkü, Peygamber Efendimizin Mekke’nin ilk yıllarında, müşrikler karşısındaki durumu, elinde silahı olmayan, arkasında ordusu olmayan 1 kişinin 10 bin kişinin karşısına geçip meydan okumasına benziyordu.

Bir kişinin, bütün şartlar aleyhine olduğu bir zaman diliminde gelecekle ilgili olumlu ifadeler kullanması büyük bir risk; ya dedikleri çıkmazsa ya gelecek günler çok daha kötü gelirse…

5. âyette kullanılan dilin benzerinin kullandığı âyetlerin tamamı şunu diyor: Kur’an bu âyetler indiğinde 23 yıl sonrayı bilen, hadiselerin pasif seyircisi olmayan, akışı ve akış içindeki hadiseleri yönlendirme gücüne sahip olan Allah’ın kelamıdır.

(7) NEYİN DOĞRU OLDUĞUNU KİM BELİRLER?

Bu âyetlerin indiği zaman diliminde genelde dünyada, özelde Mekke’de güçlü olanlar, zengin olanlar, asil ve soylu olanlar, doğruyu ve yanlışı belirlemede kendilerini tek yetkili olarak görüyorlardı. Neye tapılacağına, kime ibadet edileceğine, kime mecnun denilip denilmeyeceğine, kimin doğru yolda olup olmadığına onlar karar veriyordu.

Kur’an’ın ilk âyetleri böyle bir ortama indi ve 7. âyet üzerinden bütün zamanlara şu mesajı verildi: “Neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar verme yetkisi; bütün bir kâinatı yoktan yaratan, insanı dünya ve beden evinde misafir eden ve hem bu iki evin yasalarını koyan hem de insanları davet ettiği üçüncü ev olan İslâm evinin yasalarını koyan Allah’a aittir.”

Bu mesajdan şunu anlıyoruz: Allah bir insandan razı oluyorsa, onun ahlakını övüyorsa, o insana bütün dünya “mecnun” dese, bunun bir kıymeti yok.

(8) ÜÇ DEFA ARKA ARKAYA VERİLEN “İTAAT ETME” EMRİ

“Yaratan Rabbin adıyla oku” emrinden sonra, o günün Mekke’sinde iki taraf oldu; Allah’ın razı olduğu ve olmadığı taraf.

Bu noktada, bu sûrede 8. âyetin hemen arkasından 10. âyette tekrar eden itaat etme emrini, bundan önceki sûre olan Alak sûresinin 19. âyetindeki itaat etme emriyle birlikte düşündüğümüzde, bu üç âyet, daha ilk yıllarda Müşriklerin “itaat edin” anlamında yaptıkları baskının dozunu tahmin etmede bize yardımcı oluyor.

Bunun yanında şunu da anlıyoruz; tekrar eden “itaat etme” emirleri üzerinden şu mesaj da veriliyor: “İtikat ve ahlak noktasında onlara benzeme. Benzersen onlardan farkın kalmaz. Sen cetvelsin, sende en ufak bir eğri, seni örnek alacaklarda daha büyük eğrilikler olarak karşına çıkar. Her şeye rağmen doğru yolda ‘Emir olunduğun gibi dosdoğru ol.’”54

Peki, Aynı Âyetlerin Bugüne Mesajı Nedir?

Bugüne mesajı şu: Bu dünya imtihan dünyası, dünyanın son gününe kadar bu dünyanın dekoru değişmeyecek. Bu iki taraf her zaman olacak.

Ey iman edenler! Siz ne olursa olsun, tarafınızı değiştirmeyin.

(9) MÜSLÜMAN DEĞERİ OLAN, FİYATI OLMAYAN İNSANDIR

Genelde 7. asrın dünya dekorunda hem dünya genelinde hem de Mekke özelinde, paran ve gücün varsa fiyatını verince veya güç kullanınca her şeye sahip olabiliyordun.

Bunun yanında, Mekkeli müşrikler, Arap yarımadasının farklı yerlerinde yaşayan kabilelerden hac amacıyla Kâbe’ye gelen insanları müşteri gibi görüyor. Oraya daha fazla müşteri çekmek için o gün Arap yarımadasında tapılan ne kadar put varsa o putların benzerlerini Kâbe’nin içine ve etrafına diziyorlardı.

Dini değerlere bakışları bu olan Mekke müşrikleri; insanları İslâm dinine davet eden Peygamber Efendimizi de kendileri gibi zannederek şöyle dediler:

“Sen taviz ver, biz de taviz verelim, sen geri adım at, biz de geri adım atalım. Senin dininle bizim dinimizi ortak bir yerde buluşturalım. İstersen bir yıl sen bizim ilahlarımıza taparsın, sonraki bir yıl biz senin ilahına taparız.”

Uzun bir konuşmanın sonunda, Peygamber Efendimize bir takım maddî şeyler teklif ettiler. Bu tekliflerin özeti şuydu: “Her şeyin bir fiyatı var. Senin de senin şu davet ettiğin dinin de bir fiyatı vardır. Fiyatını söyle. Verelim o fiyatı bu iş burada bitsin.”

Bu teklife Peygamberimizin cevabı şu oldu: “Bir elime ayı, bir elime güneşi koysanız, ben yine inandığım bu davadan vazgeçmem.”55

Bu şu demekti, neye niçin inandığını bilen bir Müslüman değeri olan ama fiyatı olmayan bir insandır.

Kısaca özetlersek 9. âyet o günkü müşriklerin dünya görüşlerini ve hayata bakışlarını en iyi yansıtan âyetlerden biridir.

(5-9) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Yaratan Rabbin adıyla okumak, Müslüman olmak, iman etmek taraf olmaktır. Allah’ın razı olduğu tarafta olmaktır.

Taraf olduğunda, “tarafını değiştir” şeklinde -nefsinden/içinden ve dışarıdan- gelen baskılar hiç bitmeyecek. Bu baskıların en büyüğü ve en tehlikelisi senin içinden olacak. Nefsin heva56 tarafı, hiç ama hiç boş durmayacak.

10-16 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(10) KARŞILAŞTIRMALI OKUMA YÖNTEMİ

İnsan hem iyi hem de kötü olma potansiyeline sahip bir varlık. İyilik insanın içinde olduğu gibi, ne kadar kötülük varsa onları yapma duygusu da içinde.

İnsan böyle olduğu için, muhatabı insan olan Kur’an da buna göre şekilleniyor. Birçok Kur’an âyetinde ya önce iyi sonra kötü ya da önce kötü sonra iyi geliyor.

Bunun ilk örneğini Alak sûresinde 1-5, 6-8 âyetler arasında görmüştük. Orada “Yaratan Rabbin adıyla okuyan ve okumayan” insan kıyaslanmıştı. O kıyasta, “Yaratan Rabbin adıyla okumayan, insan ne yapar?” sorusuna “azar” denmiş ve bu soyut ifade Ebû Cehil üzerinden ete kemiğe büründürülmüş ve somut olarak anlatılmıştı.

Ebû Cehil üzerinden azan insanın dışa dönük eylemi anlatılırken, burada azan insanın dışa dönük kötü eylemlerinin arkasındaki kötü sıfatlara da dikkat çekiliyor.

(10) “EY İNSAN! VELİD BİR AYNA. BAK O AYNAYA. SIFATLARIN ONA BENZİYOR MU?”

Alak sûresinde (6-8) “ayna tutma yönteminden” bahsettik. Orada karşımızda azan insan olarak Ebû Cehil vardı. Burada azan insan olarak Velid bin Muğire var.

Aslında bu isimler önemli değil; zaman ve mekan üstü bir hitap olarak Kur’an için önemli olan sıfatlardır. O yüzden Kur’an’da -Peygamberlerin ismini saymazsak- hem olumlu hem de olumsuz örneklerde çok az sayıda insanın ismi geçer. Bunun mesajlarından biri de şudur: “Ölümlü olan şahıslara değil, kıyâmete kadar ölümsüz olan sıfatlara bakın.”

Burada Velid’e ait sekiz sıfat sayılıyor. Velid ve onun gibiler Allah’ın razı olmadığı örnekleri somut olarak gösteren birer ayna.

Bizim burada kendimize soracağımız birinci soru şu: Bu aynada görünen sıfatlar ben de var mı yok mu?

İkinci soru da şu: Arka arkaya gelen itaat etme emri, 21. asırda yaşayan bana ne diyor?

(10) DENİLEN ŞU: “SEN DE İTAAT ETME!”

Yukarı ile bağlantılı olarak bu cevabı açalım.

Bir Müslüman için iki tehlike vardır. Biri yakın diğeri uzak.

Bir Müslüman için “Ben kâfir oldum. Ben münafık oldum. Ben müşrik oldum.” anlamında, İslâm dininden çıkmak uzak bir tehlikedir. Ama bir kâfirde, bir münafıkta, bir müşrikte bulunması gereken sıfatların bir Müslümanda bulunması hem yakın tehdit hem de yakın bir tehlikedir.

Kur’an, ilk muhataplar üzerinden, bütün zamanlarda Kur’an okuyan her Müslümana diyor ki “Sen de itaat etme!”

Eğer bir Müslüman “Ben zaten itaat etmiyorum” derken âyetlerde bahsedilen 8 sıfatın benzerlerini üzerinde taşıyorsa; bu kişinin durumu “evime hırsız giremez” derken evinden çalınmış eşyalardan haberi olmayan insana benzer.

“Ben de itaat etmiyorum.” demek, “Nefsimden ve arzularımdan gelen her türlü iç baskıya rağmen bu 8 özellik gibi bütün kötü özelliklerden uzak duruyorum.” demektir.

(10) “SEN DE VELİD GİBİ ÇOKÇA YEMİN EDİYOR MUSUN?”

Bir konuşmada “Vallahi, Billahi, şunun üzerine, bunun üzerine yemin ederim.” gibi ifadeler geçiyorsa söyleyen farkında olsa da olmasa da bu yemin ifadelerde kast edilen Allah olduğunda mâna şudur: “Benim bu yaptığım konuşmanın doğruluğuna Allah şahittir. Eğer şu an Allah görünüyor olsaydı yani burada yanımızda olsaydı ‘Benim adımı kullanarak yemin eden bu kulumun doğru konuştuğuna ben şahidim’ derdi.”

Eğer biri yemin ederken ben bu mânayı kast etmiyorum diyorsa o zaman yemine gerek yok. Yemini yemin yapan, yemine inandırıcılık etkisi katan unsur, yeminde Allah’ın şahit gösterilmesidir.

Biraz daha açarsak, yemin eden kişi zımnen şunu der: “Beni Allah’a sor. Benim çalmayan, çırpmayan, aldatmayan biri olduğumu en iyi o bilir.”

Güven veren bir ifade olarak yeminde bu mânalar ve daha fazlası vardır. O yüzden yemin çok değerlidir ve çok önemlidir.

Gelelim Velid’in yeminine; Velid Allah’ın adını veya kendi için değerli olan putların üzerine yaptığı yeminleri; insanları aldatmak ve kandırmak için kullanıyordu.

Haşa Allah’ı “üç kuruş fazla kar edeceğim” diye çıkarlarına alet ediyordu.

Velid’den gelelim günümüze, yemin edip gereğini yapmayan, hele bir de yemin edip gereğini yapmamayı alışkanlık haline getiren insanlara “Velid” diyemeyiz ama sıfatlar noktasında Velid’e benzemede ciddi mesafe almış diyebiliriz.

Yemin konusu çok ama çok önemli. Bu konuda âyetler geldikçe burada yaptığımız değerlendirmelere atıf yaparak farklı değerlendirmeler yapacağız.

(14) “MAL ve OĞUL” AYRINTISI BÜTÜN ZAMANLARA NE DİYOR?

Mal ve oğul ayrıntısı “Özelde Velid, genelde Müşrikler iman edenlere karşı bütün bu haksızlıkları yaparken güçlerini nereden alıyorlar?” sorusunun cevabı oluyor. “Yaratan Rabbin adıyla okumayan” insanlar, her biri emanet olan nimetlere “benim” der ve onları yapacakları her türlü kötü işi yapmanın aracı yaparlar.

“Mal ve evlat” emanet bilinirse insanın hamdini şükrünü artırır. Tersi olursa insanın gururunu, kibrini artırıp haktan uzaklaşmasına neden olur.

Peki, mal ve evlat bugüne ne diyor? Her şey gibi mal de evlatta emanettir. Emanetleri veriliş amacına uygun kullanın.

(15) MADEM KUR’AN BİR MASAL, HAYDİ SİZ DE BİR MASAL YAZDIRIN57

15. âyette geçen “Eskilerin masalları” ifadesi, o günkü müşriklerin kara propagandayı nasıl yaptıklarını gösteren çok önemli bir ifade. Amaçları insanları Kur’an’dan uzak tutmaktı. Henüz Kur’an’dan haberi olmayan insanların kafasında Kur’an’a karşı bir ön yargı oluşturmaktı.

Bugün de benzer şeyleri görmek mümkün. O gün ve bugün bunları diyenlerin en büyük sorunları, iddialarının lafta kalmasıydı.

Oysa ki yapılacak şey şu: Madem bu kitapta yazanların tamamı bir insan uydurmasından ibaret olan masallar. O zaman, bu ispat için yapılacak olan çok kolay bir şey var:

(Haşa) Bunu uydurduğunu iddia ettikleri Peygamber Efendimizin bilgi seviyesinden bir insan bulup, “Haydi kardeşim şunun benzerini yaz.” diyecekler. Eğer, o bilgi seviyesindeki insandan, bu muhtevada bir kitap çıkıyorsa “uydurulmuş iddiası” ispat edilmiş olacak.

Var mı bunu yapan? Yok… Hem “Kur’an’ uydurulmuş” diyecekler, “masal” diye onu küçümseyecekler hem de böyle bir yöntemi tercih etmeyecekler.

Bu kadar kolay bir yöntemi tercih edemeyişleri şu anlama geliyor: Bizim “masal” dememizin ciddi ve bilimsel hiçbir karşılığı yok. Diyecek bir şey bulamadığımız için bunu diyoruz…

(16) “BURNUNU YERE SÜRTMEK” NE DEMEK?

17. âyette ilginç bir deyim var. Bizim, mealimizde burnunu yere sürtmek anlamında verdiğimiz ifadenin motamot çevirisi, “Hortumu üzerine damga vuracağız.”

Burada hortumdan kasıt sembolik olarak, malı, evladı, serveti, askeri üzerinden gücüne güven, bütün bunlara sahip olmanın verdiği kibir ile her türlü haksızlığı yapmayı kendine hak gören bir tip.

Mekke oligarşisinde Velid’e parça dersek, Velid bu “tip”in parçadaki görüntüsü idi. Kur’an parça üzerinden bütünü hedef alıyor. “Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla” hesabı bütün Mekke oligarklarına mesaj veriyordu.

Mesaj şuydu: Yakında burnunuz yere sürtecek. Peki ne kadar yakında? Bu soruya bu süreninin 5. âyetini değerlendirirken, “Kur’an “Yakında” Diyorsa Kastedilen Zaman Ne Kadar?” başlığı altında cevap verdik.

Allah (cc) 20 yıl sonra Mekke’nin fethinde, bir AVM gibi işlettikleri Kâbe’nin avlusunda Mekke müşriklerinin burnunu yere sürttü.

Burada Soru Şu: Allah Bir İnsanın Burnunu Nasıl Yere Sürter?

Allah’ın öncelikli olarak muradı dünyada kulunu rezil, zelil etmek değildir. Allah’ın muradı kulunun er ya da geç hidâyetidir. Bu noktada ona nefes gibi değerli bir nimeti verdiği her an hidâyet fırsatını sunar.

Mekke’nin fethinde de öyle oldu.

Ama bütün bunların yapılması hidâyet gibi sonuçtan daha çok; ezilen, büzülen korktuğu için istenilen şekli alan, ilk fırsatta içinde biriktirdiği kin ve nefret gibi duyguları hiç beklenmedik anlarda kusan insanlar üretirdi.

Bu değerlendirmelerden sonra “burnunu yere sürtme” deyimini maksatlarına ulaşamama, güzel sıfatlar karşısında kötü sıfatların mağlubiyetini yaşayarak görme olarak anlayabiliriz.

Böyle anlamamızın en önemli sebeplerinden biri de 16. âyette anlatılan sonu; Velid bin Muğire’nin ölümünde arayıp, sonra aradığını bulamayanlar. Çünkü Velid’in ölümü bu âyetlerden yaklaşık 12 yıl sonra Hicretten önce -polis diliyle söylersek- ayağında çıkan bir yaraya bağlı “adi” basit bir olay üzerinden oldu.58 Bu âyetten yola çıkarak ibretlik bir son bekleyenlerin beklediği gibi olmadı.

Tabii bu âyetin bir de âhirete; cehenneme bakan tarafı var. Dünyada hidâyet olmazsa o tarafı herkes az çok tahmin edebilir.

(10-16) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Kâfir, münafık, müşrik sıfatları birer mânevî elbisedir. Bu sıfatların damla ağırlığında olanı da vardır, göl ağırlığında olanı da vardır. Damlaya damlaya göl olabileceğini daha önce söylemiştik. Gölde boğulmak istemiyorsan, damladan da uzak duracaksın.

17-35 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(17) SOYUTA, SOMUT ELBİSE GİYDİRME59

Kur’an’da soyut anlatımları kıssa, hikaye, mesel gibi edebi anlatımlarla somut hale getirme çok yaygın bir anlatım yöntemidir.

Alak sûresi 9. âyet ve devamında gördüğümüz “engelleyen” örnekten sonra, burada anlatılan bahçe sahibi kıssasında da aynı yöntemi görüyoruz. Bu yöntemde Kur’an bu ve benzeri birçok kıssada olduğu gibi bazen yer ve şahıs isimlerini vermez. Bunun bütün zamanlara mesajı şudur: Kur’an bir kıssada yer ve zaman söylemiyorsa anlayın ki bu kıssa her yerde ve her zaman yaşanabilir.

Bu mesaja bağlı olarak, ikinci mesaj, yukarıda anlatılan bahçenin bütün zamanlardaki karşılığı sadece bahçe değildir. Mal, mülk, servet başlığı altında -az veya çok- Allah yolunda verilebilecek her şey, o bahçeye karşılık gelebilir.

(17) İNSAN “AZAR”SA NE OLUR?

Kur’an’ın en büyük özelliklerinden biri de kendi kendini açıklayan/tefsir eden bir kitap olması; Alak sûresinin 6. âyetinde Rabbimiz 1-5 arası âyetleri okuduktan sonra içimizden geçen “Yaratan Rabbin adıyla okumayan insan ne yapar?” sorusuna “azar” cevabını vermişti.

Bu sûrenin 31. âyetinde geçen “Yazıklar olsun bize, biz gerçekten azmışız” ifadesinde azmanın başka bir örneğini görüyoruz. Kur’an’da bundan sonra anlatılacak her kötü örneği, Alak 6’daki “insan azar” âyetinin tefsiri olarak okuyabiliriz.

(17) HER AN DEVAM EDEN İMTİHAN60

17. âyetin bütün zamanlara verdiği mesajlardan biri de şu: İmtihan bütün zamanlarda; baktığımız her şeyle, dinlediğimiz her şeyle, konuştuğumuz her şeyle, aldığımız her nefesle kısaca; adı emanet olan her nimeti kullandığımız her an devam ediyor.

İmtihanda bakılan tek şey var: İçteki niyetin dıştaki şahidi olan TERCİH. Yani imtihan dünyasında insan hangi şıkkı tercih edecek;

Bu şıklardan,

Kısaca, yaşadığımız her an, yaptığımız her tercihimizle devam eden bir imtihanın içindeyiz.

(17) BU BAHÇE BANA NEDEN VERİLDİ? “KERİM ve CÖMERT OL” DİYE

Yukarıda bu kıssada anlatılan bahçenin adı nimet, adı servet olan her şeye karşılık geldiğini söyledik.

O söylemi hatırlar ve devam edersek; Alak sûresinin 3. âyetinde Allah (cc) zatını Ekrem yani en büyük ikram sahibi olarak tanıttı. O tanıtımın buradaki mesajı şu: Ey insan! Senin Rabbin en büyük ikramın sahibi, sana verdiği her nimeti yolunda veresin diye verdi. Yolunda verirsen, kerim ve cömert bir insan olursun. Verdiklerin âhirette sana daha güzel bir şekliyle geri verilir. Eğer vermezsen bahçe sahipleri örneğinde olduğu gibi büyük bir mahrumiyet yaşayabilirsin. Dünya imtihan dünyası olduğu için bu mahrumiyet dünyada her zaman görülmeyebilir ama âhirette kesin görülecektir.”

(17) MEKKE MÜŞRİKLERİNİN VE BAHÇE SAHİPLERİNİN BENZER SONLARI

17. âyet ilginç bir ifadeyle başlıyor.

“Biz bahçe sahiplerini yıpratıcı bir imtihandan61 geçirdiğimiz gibi Mekke müşriklerini de yıpratıcı bir imtihandan geçireceğiz.”

Bu âyet Mekke müşriklerine dolaylı olarak şu mesajı veriyor: “Son Peygamberle birlikte Allah’ın Helak Yasası değişti.62 O yüzden sizi bekleyen son; Nuh, Ad, Semud ve Lut kavminde olduğu gibi toplu helak şeklinde olmayacak.”

17. âyet ve sonrasında anlatılan bahçe sahiplerinin sonu, içinde bulundukları bahçe ile birlikte “yok olmak” şeklinde olabilirdi. Öyle olmadı, sadece servetlerinden mahrum olmak şeklinde oldu.

Mekke müşriklerinde de benzer bir son görüyoruz; bir nimet olan Kâbe’yi AVM’ye dönüştürerek putlaştırmışlardı; Allah (cc) Mekke’nin fethiyle Kâbe’ye asli hüviyetine kavuşturmakla onların putlarını kırdı onları kısmen servetlerinden mahrum etti.

İki mahrumiyette de daha kötüden dönme gibi bir fırsatın kapısını açtı.

Burada bir soru akla gelebilir. Neden mahrumiyet şeklinde gelen musibet helak şeklinde gelmedi?

Cevap: Allâhü a’lem içlerinde iyilerin varlığı musibetin dozunu azalttı.

28. âyette bahçe sahipleri içinde akl-ı selim vicdan sahibi birinden bahsediliyor.

Benzer akl-ı selim vicdan sahibi insanları Mekke’de de görüyoruz. 10 bin nüfuslu Mekke’nin tamamı ilk Müslümanlara yapılan zulmü desteklemiyordu. Zamanın geçmesiyle vicdanı kanayan ve bu kanamayı dindirmek için tarafını değiştirip Müslüman olanlar da vardı.63 Karşı tarafta müşrik olarak kalsa bile yapılan zulme karşı tavır alanlar da vardı.64

Kısaca Müslüman olmayan her insan, Müslümanlar karşısındaki duruşu aynı şekilde olmadığı için aynı sonu yaşamıyor. Zalim olanlar zulmün dozunu sürekli artıranlar helak olurken; zalim olsalar bile zulmün dozunu düşürenler, vazgeçenler veya zalimlere karşı tavır alanlar farklı sonlar yaşayabiliyor.

(32) MUSİBET AHLAKI: MUSİBETTEN DERS ALMAK

Bu dünyada insana verilen her nimet, alınmak için verilmiştir. Bu değişmez ve değiştirilemez bir gerçektir.

İmtihan dünyasında var olan başta ölüm olmak üzere deprem, sel, yangın, kaza gibi vesilelerin tamamı nimetlerin alınma şekillerinden biridir.

Nimetin verilmesi ve verilmemesi bir imtihan olduğu gibi, bahçe sahipleri örneğinde olduğu gibi verildikten sonra bir şekilde alınması da bir imtihandır.

Allah imtihan eder; bu imtihanda öne çıkan sorulardan biri de şudur: Verildiğinde sevinen, şükreden insan, alındığında ne diyecek?

Bu soru karşısında Kalem sûresinin 32. âyeti “alındığında ne dememizi öğreterek” bizlere musibet ahlakı konusunda ders veriyor.

(33) BÜTÜN MUSİBETLER RAHMETTİR

Allah’ın iki türlü azabı vardır. Biri cehennem azabıdır. Bu kalıcı ve ebedidir. Diğeri dünyadaki azaplar; bunlar geçicidir.

Dünyadaki bütün azaplar ne kadar büyük olursa olsun âhiretteki asıl azabın “tadımlık” birer numunesidir. Bu sûresinin 33. âyetinde de bunu görüyoruz.

Tadımlık numunelerin ortak mesajı şudur: “Ey insan! Başına gelen musibetler genelde ‘Yaptığın iş, iş değil, tuttuğun yol yol değil. Eğer bu yoldan dönmezsen, ben gelirim. Eğer hâlâ ısrar edersen benden büyüğü gelebilir’ mesajını vermek için gelir.”

Bu mesajların tamamında, sevenin sevdiğini, daha büyük bir felaketten korumak için yaptığı uyarı vardır.

Bu uyarı; rahmetin farklı bir şekilde tecelli etmesidir.

(17-35) SEBEPLER SONUCU GARANTİ ETMİYOR

Bahçe sahipleri örneğinde şunu da görüyoruz. Bahçe sahipleri işin en başından itibaren bir bahçeden ürün alabilmek için gereken bütün sebepleri yerine getirmişler. O kadar yerine getirmişler ki kendilerinden çok emin bir şekilde bir de “Sabah olunca bahçeyi kesin hasat edeceğiz.” diye yemin ediyorlar.

Ama bahçeye gittiklerinde hiç beklemedikleri bir sonuçla karşılaşıyorlar. Bu sonuç bütün zamanlara şunu diyor: bu dünyada sebeplerin yerine getirilmesi -her zaman için- beklenen sonucu garanti etmez.65

Sebeplerin sonucu garanti etmemesi, “sebepleri ihmal edin” demiyor. Şunları diyor:

Bu bilgiler üzerinden verilen kısa mesaj şu: Verilen hiçbir nimet, size bu dünyadaki bulunma gayenizi unutturmasın. Çünkü, elinizde olan hiçbir şeyin, elinizde kalma garantisi yoktur.

(28) BİR FARKINDALIK İFADESİ OLARAK İNŞALLAH

Kur’an’da “İnşallah” ifadesi altı âyette geçer.66 Bu sûrede doğrudan geçmiyor ama mealde de işaret ettiğimiz gibi, 18 ve 28. âyetlerde dolaylı bir şekilde geçiyor.

İnşallah “Allah dilerse, isterse, izin verirse” anlamına gelen bir ifadedir. Bu ifade de “Bismillah” gibi büyük bir farkındalık ifadesidir.

“İnşallah” diyen bir Müslüman bunu derken, “İnşallah”ı şu mânaya zarf yapar: “Ben başladığım neye başlarsam başlayayım, Allah’ın bende emanet olan nimetiyle başlıyorum. O’nun olanla, O’nun izin vermediğine başlayamam. O izin veriyorsa başlayabilirim.”

Bu mânaları dikkate aldığımızda işin başında bismillah ve inşallah denilmesi hem işin başındaki niyeti hem işin sonundaki hedefi hem de baştan sona izlenecek süreci belirleyen -içi şuur dolu- ifadeler oluyor.

(17-35) BAHÇE SAHİPLERİ KISSASINI SÜREKLİ VİZYONDA OLAN BİR FİLMİN SENARYOSU GİBİ OKUMAK

Bu kıssa, geçmişte bir zaman Yemen’in San’a şehrinde yaşanmış ve bitmiş bir kıssa değil. Film diliyle konuşursak; bu kıssa ilk insandan bugüne sürekli vizyonda olan bir film.

Bu filmin bir ana konusu bir de ona bağlı alt konuları var.

Bunların yanında bu film; mevcut film türleri içinde hangi türe girer denirse? İşin uzmanları bu filmi; türü dram ve ona göre iki tık geride gerilim olarak değerlendiriyorlar. Bunların yanında bahçenin bir şekilde helakinden az da olsa bir aksiyon sahnesi öne çıkıyor.

Bu filmde çoklu kamera çekim teknikleri kullanılıyor. Kameranın biri bahçe sahiplerinin görüntüsünü verirken, diğeri onlar uyuduklarında onlardan habersiz bahçenin harap olmasını gösteriyor.

Bu durumda bahçe sahipleri kendilerini bekleyen sondan habersizken, filmi izleyen seyirci onların sabah anlayacakları acı gerçeği geceden öğreniyor.

Bu sahneden sonra seyircide merak tavan yapıyor. Seyirci bu gerçekten habersiz olan bahçe sahiplerinin neler konuşacaklarını ve bahçeye gittiklerinde hangi sonla karşılaşacaklarının merakını yaşıyor…

Özetlersek, gerçekten Kur’an kıssaları sıradan basit anlatımlar değil. Her karesinde, her sahnesinde ibretlik mesajlarla dolu bir film gibi.

(17-35) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Adına ister bahçe ister mal ister para densin; servet nimettir. Ona emanet olarak bakarsan verene olan sevginin artmasına sebep olur. Ona “benim” der isteğin gibi harcarsan, bir gün gelir hem onu kaybedersin hem de onu verenin yanında değerli bir kul olma nimetinden ve fırsatından mahrum olabilirsin.67

36-41 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(36-41) “BUNLARA CEVABIMIZ NE OLSUN?”

Benzer âyetleri, Alak sûresinde de gördük (11-14); bu âyetlerde, bu sûrenin 46 ve 47. âyetlerinde ve gelecek birçok sûrede de göreceğiz.

Bu âyetlerin tamamı vahyin indiği ortamda Peygamberimizin ve müminlerin içinden geçen şu soruya cevap veriyor: "Ya Rabbi! İnen âyetleri müşriklere tebliğ ettik; onlar da bize “şunları şunları” diyor. Bizim onlara vereceğimiz cevap ne olsun?” 31-47 ve benzeri bütün âyetler, “Cevabınız şu olsun.” şeklinde gelen âyetlerdir.

Bu cevapların toplamı bütün zamanlara şu mesajı veriyor: Allah’ın âyetleri karşısında insanlar ne derse desin; onlara verilecek mutlaka mâkul bir cevap vardır.

Çünkü İslâm dini Allah’ın dinidir. Bu dinde cevabı olmayan hiçbir soru olmadığı gibi, izahı olmayan hiçbir konu da yoktur.

Bu âyetlerin tamamı iman edenlere özgüven vermeye yönelik âyetler.

(36-41) BİLGİ GÜÇTÜR

37. Âyet üzerinden müminler, müşriklere soruyor, “Nasıl hüküm veriyorsunuz. Elinizde bir kitap var mı?”

Bu soru çok ama çok önemli. Bu ve benzeri sorular üzerinden ilk iman eden müminler elinde güç olan ve “güçlü olan haklıdır” anlayışını benimseyen Mekkeli müşriklerin karşısına kitapla çıkıyorlar.

Peki, Kitap Nedir?

Kitap bilginin zarfıdır. Kitapta bilgi vardır. Kitaptaki bilgi aynı zamanda belgedir.

Müşrikler kitabın karşısına kitap koyamadılar. Kitaptaki bilgiyi, bilgiyle belgeyle çürütemediler.

Yukarıda ifade ettik “mecnun” iftirası atmaktan, “öncekilerin masalları” gibi temelsiz birtakım iddiaları ortaya koymaktan öte bir şey yapamadılar.

Bunlardan sonuç alamayınca güç kullanmaları; fikren zayıf olmanın, bilgi ve belgeden yoksun olarak hareket etmenin dolaylı bir şekilde itirafıydı.

Bu âyetler bütün zamanlara şu mesajı veriyor: Bilgi güçtür. Kaynağı vahiy olan, vahiyden beslenen bilgi daha büyük bir güçtür. Dünyanın hiçbir maddî silahı size bu gücü veremez. Bu gücün kıymetini bilin. Gücünüzü bu güç kaynağından alın.

(36-41) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Şunu diyor: “Ara sıra 36. âyeti nefsine oku.” Sana ne oluyor? Neye göre hüküm veriyorsun? …

42-43 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(42, 43) SONUÇ EĞİTİMİ YASASI NASIL ÇALIŞIR?68

Tefsir Usûlümüzde Sonuç Eğitimi Yasası altında bu yasa ile ilgili genel bir bakış açısı ortaya koyduk ve orada “Bu yasa Kur’an’da hemen her sayfada karşımıza çıkan, bu yönüyle Kur’an’da en çok kullanılan yasadır.” demiştik.

Şimdi burada bu yasanın işleyişini örnekler üzerinden anlatalım.

Kalem sûresinde geçmişe ve geleceğe ait iki olay var.

Şu anda dünyanın herhangi bir yerinde bu saatte bu âyetleri okuyanlar, geçmiş ve gelecek arasında şimdiki zamanda okuyorlar.

Kur’an bu âyetleri okuyan bizi; şimdiki zamanda adına geçmiş ve gelecek zaman denen iki presin arasında alıyor ve diyor ki:

Önce geçmişe bak. Eğer sen de bahçe sahiplerin yaptığına benzer tercihler yapıyorsan ve bu tercihleri yapanları bekleyen sonuçları da görmek istiyorsan, 42. ve 43. âyetlerde anlatılan geleceğe bak. Geçmişten ders alıp, gelecekte bu sonucu yaşamak istemiyorsan, her biri bir servet değerinde olan maddî ve mânevî nimetler üzerinde şimdiki zamanda yapacağın bütün tercihleri buna göre yap.

Evet, Kalın Kalın Altını Çizelim.

Kur’an bir hayat kitabıdır. Hayatın içindeki geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman Kur’an’ın hemen her sayfasında karşımıza çıkar. Kur’an şimdiki zamanda yaşayan bize sürekli ama sürekli geçmiş zamana ait kıssalar, gelecek zamana ait âhiret manzaraları üzerinden ayna tutar.

Bu aynadan bize verilen mesaj çok nettir: Geçmişten ders al, gelecekte hangi sonucu yaşamak ve yaşamamak istiyorsan bugün, şimdi, şimdiki zamanda yapacağın tercihleri ona göre yap.

Biz gelecek âyetlerde Sonuç Eğitimi Yasasına yine dikkat çekeceğiz ama bir yerden sonra okuyucuya bırakacağız. Çünkü bu yasa Kur’an’da kıssalar üzerinden geçmiş ve âhiret üzerinden de geleceğin anlatıldığı tüm âyetlerde karşımıza çıkan bir yasadır.

(42, 43) SECDE ÜZERİNDEN VERİLEN MESAJ NEDİR?

Bu âyetlerde mahşerde secdeye davetten bahsedilir. Burada şu sorular akla geliyor.

Birinci soru için şunu ifade edelim. Kur’an’daki bütün ama bütün âhiret anlatımlarının mesajı; bu âyetleri dünyada şimdiki zamanda okuyan muhataba yöneliktir.

Bu âyetler muhataba der ki: Dünyada secdeye davet edildin. Bu davete orada icabet etmedinse âhirette de edemeyeceksin. Gel iş işten geçmeden hâlâ nefes denilen nimeti alıp verirken secde edenlerden ol.

İkinci soruya gelince, Kur’an’da en genel anlatımla secde itaatin, tevazunun, teslimiyetin ve çok derin bir saygıyla Allah’a yönelişin sembolüdür.

Alak sûresinin 1. âyetini ve “Secde et ve yaklaş” şeklinde biten 19. âyetini hatırlarsak; secde sembolü üzerinden anlatılan özellikler yaratılan ve indirilen âyetleri Yaratan Rabbin adıyla okuyan insanların en temel özelliğidir.

Bu özellik, “Yaratan Rabbin adıyla okumayanlara” sürekli kötüyü telkin eden şeytanın da yerine getirmediği bir özelliktir.

Adem- şeytan kıssasına geldiğimizde bu kıssaların bütün zamanlara “Tarafınızı seçin” şeklinde verdiği mesajın üzerinde duracağız.

Bu dünyada iki taraf vardır; Secde edenlerin ve etmeyenlerin tarafı. Şeytan secde etmeyenlerin tarafında kibrin sembolü olarak dururken, müminler secde eden tarafta itaatin sembolü olarak dururlar.

O yüzden bu âyetlerde secdeye atıf sıradan bir atıf değildir. Bu atıf üzerinden bütün zamanlarda Velid bin Muğire gibi müşriklerin üzerindeki sıfatları üzerinde bulunduran insanlara mesaj vardır. Tarafınız şeytanın tarafı; o tarafta kalır, o tarafta ölürseniz, âhirette o taraftakileri bekleyen akıbeti yaşarsınız.

(42, 43) KUR’AN’DA YAŞANMAMIŞ ZAMANIN YAŞANMIŞ GİBİ ANLATILMASI ÜZERİNDEN VERİLEN MESAJ

Burada bahsedeceğim konu bir önceki Sonuç Eğitimi Yasasında olduğu gibi Kur’an okurken bize çok ama çok lazım olacak konulardan biridir.

42. ve 43. âyetlerde anlatılan konu gelecek zamanla ilgili; bugünden bakarsak daha henüz yaşanmamış bir zaman dilimi.

Kur’an geçmişte ve bugün kendisini okuyan insanların henüz yaşamadıkları zaman dilimini sanki olmuş, bitmiş her yönüyle gerçeklemiş bir zaman dilimi olarak anlatır. Anlatırken o kadar çok detaya girer ki, cennetteki ve cehennemdeki insanların konuşmalarındaki ayrıntılara kadar verir.

Bu noktada akla şu sorular gelir: Henüz imtihan devam ederken, daha kıyâmet kopmamışken, kimin nereye gideceği daha belli değilken, bu anlatılanları nasıl anlayacağız?

Şu an cennet ve cehennem aktif olarak var mı? Şu an ödülünü almış olan veya cezasını çeken var mı? …

Biz önemine binaen bu ve benzeri soruların cevaplarını içeren konuları Tefsir Usûlümüzde 16. ve 17. yasalar olan Kader ve Vahiy Yasasında geniş olarak ele aldık. Bu konuda Kur’an okuyan her insana okuduğunu doğru anlamada yardımcı olacak bakış açılarını orada ortaya koyduk. Bu konuların daha iyi anlaşılması adına o yasalara bakılmasını önemle tavsiye ederek bu bölüme nokta koyuyoruz.

(42, 43) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Bu satırları okuduğun “ân”ın senin şimdiki zamanın. Bunun yanında geçmişteki tercihlerine göre şekillenmiş bir geçmiş zamanın bir de şekillenecek gelecek zamanın var.

Buna “hayatın değişmez dekoru” dersek, Kur’an seni bu dekorun içine alır ve presler.

Kur’an’ın amacı;

Rehberin Kur’an olursa tercihlerin de doğru olur.

44-45 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(44) “BANA BIRAK” ÜZERİNDEN VERİLEN MESAJ

Bu mesaja bu sûrenin 5. âyetinde “Kur’an ‘Yakında’ Diyorsa Kastedilen Zaman Ne Kadar?” başlığı altında değindik.

Burada konuya farklı bir açıdan bakalım;

“Bana bırak” ifadesini Peygamber Efendimiz ve onu örnek alan hiçbir sahabi “siz bir şey yapmayın” şeklinde anlamadı.

Allah (cc) bu tür ifadeler üzerinden “Siz, size düşeni yapın; sizin yapamayacaklarınızı ben üzerime alıyorum.” mesajını verdi.

Bu mesajın detaylarına Tefsir Usûlümüzde (13. 14. 28. yasa) Mucize, Helak ve Dua Yasalarında değindik.

O yasalarda anlattığımız bakış açısına ilaveten bu tür âyetlerde geçen “bana bırak” ve benzeri ifadelerin doğru anlaşılabilmesi için burada basit bir misal verelim.

Varsayalım 3 yaşında bir çocuğunuz var. O çocuğunuzun kendisinin yapabildiği ve yapamadığı işler var. Gün geçtikçe -büyümesine bağlı olarak- yapabildikleri çoğalırken, yapamadıkları azalıyor. Böyle bir akış içinde siz çocuğunuzun yapamadığı şeyler için “onları bana bırak” diyorsunuz.

İşte bu ve benzeri âyetlerdeki Allah’ın (cc) “bana bırak” ifadeleri şu mânaya zarf oluyor: “Siz şimdi zayıfsınız, size düşmanlık edenleri bana bırakın. Benim Alak sûresinin 19. âyetinde ‘Secde et ve yaklaş’ şeklinde özetleyerek verdiğim yol haritasına uyarsanız, bunlar size zarar veremeyecek. Gün gelip güçlendiğinizde, onları durdurma ve caydırma işini size bırakacağım.”

Kur’an’ın 23 yıllık iniş sürecinde, vahyin rehberliğinde yapılan yolculuğa baktığımızda, burada anlatılanların aynıyla yaşandığını görüyoruz.

(44) GALİBİYET YAKIN DERKEN, MAĞLUBİYETİ TATMAK

44. âyet Allah’ın yasalarındaki işleyişi anlatıyor. Allah (cc) zalimlere mühlet verdiğinde onlar şöyle zannedebiliyor.

Bu ve benzer zanlar, zalimlere zulme devamda cesaret verebildiği gibi “hedefe ulaşmamıza az kaldı” demelerine de sebep olabiliyor.

Bu noktada 44. âyetin şu bölümü “söz öyle zannedin” anlamında şöyle diyor: “…Onları, (adım adım hedeflerine ulaştıklarını zannederken hiç) bilmedikleri (ve hiç ihtimal vermedikleri) bir yerden adım adım azaba yaklaştıracağız.”

Yukarıda bahsettiğimiz gibi bu azap dünyada tadımlık olarak yaşanmasa bile, âhirette kesin olarak yaşanacak.

Bu âyetin bütün zamanlardaki zalimlere mesajı şu: Masumlara zulmetmenin, size kazandıracağı hiçbir şey yok. Kazanç diye gördüğünüz şeyler, âhiretteki kaybınızı daha da arttıracak olan şeylerdir… Gelin bu âyetlerden ders alın. Yol yakınken dönün!

(45) ALLAH’IN KURDUĞU TUZAĞIN İŞLEYİŞİ

Tefsir Usûlümüzde (8) İmtihan Yasasında 5. ve 6. alt yasalar olan Mühlet Verme ve Tuzak Kurma Yasalarında bu konuya kısaca değindik. Burada bu âyet vesilesiyle konuyu açalım.

Bizim 45. âyetin mealinde “benim planım” şeklinde verdiğimiz ifadeyi, başka meallerde “Benim tuzağım” şeklinde görmek mümkün.

Burada soru şu: Allah tuzak kurar mı, kurarsa nasıl işler?

“Tuzak” dediğimiz şey, genelde anlık olmaz. Öncesinde bir planlama vardır. O yüzden tuzağı bozmaya, “planı boşa çıkarma” da diyebiliriz.

Allah’ın (cc) Kur’an’da “Ben de tuzak kurarım” anlamındaki ifadelerinin tamamı, o tuzakları bozma ve onları kuranları caydırmaya yönelik ifadelerdir.

Bu ifadeler üzerinden tuzak kuranlara şu mesajlar veriliyor: Haklarında, onları bitirme, yok etme planı yaparak tuzak kurduğunuz müminlerin bu yapılanlardan haberi olmasa bile Allah’ın haberi var. Gelin yol yakınken bu planlardan vazgeçin. Eğer vazgeçmezseniz, bu planlar aleyhinize işleyecek ve kurduğunuz tuzağa kendiniz düşeceksiniz.

Bütün tuzak âyetleri genelde tuzak kuranlara bu mesajı veriyor.

Tuzakların İşleyişine Gelince,

Din dekorunda her şeyi dünya ve âhiretle birlikte düşünmek gerekir. Sadece dünya penceresinden bakılırsa müminlere tuzak kuranların hak ettikleri sonları yaşamadan dünyadan gittiklerini görmek mümkün.

O yüzden din dekorunda Allah’ın adaletinin tam olarak görünmesi, dünyaya âhiret ile bakılmasına bağlıdır.

Böyle bakıldığında, dünyada müminler aleyhinde tuzak kuran; kurdukları tuzaklarla müminlere acı yaşatmak isteyen kim varsa; âhirette yaşatmak istedikleri acıların daha büyüğünü yaşayacaklar.

Bu yönüyle âhiret; bütün tuzakları bozan en büyük tuzak oluyor.

Konuya sadece dünyadan bakarsak, özelde Peygamberimizin 23 yılına, genelde geçmiş peygamber kıssalarına; müminlere tuzak kuranların çoğunun âhirette tadacakları azabın, tadına dünyada baktıklarını görüyoruz.

Bu arada şunu da ilave etmek gerekiyor:

Dünyada müminler aleyhinde kurulan tuzakların boşa çıkması büyük ölçüde iman edenlerin, “Secde et ve yaklaş” şeklinde özetlenen vahyin çizdiği rotayı izlemelerine bağlıdır.

Bu rota izlendiğinde kurulan birçok tuzağın nasıl boşa çıkacağı noktasında, Peygamber Efendimizin yaşadığı 23 yıl, geçmiş bütün peygamber kıssalarının özeti oluyor.

Adeta 23 yıl üzerinden bütün zamanlara şu mesaj veriliyor: Peygamberin Kur’an’ı hayata aktarmada izlediği yol olan sünnet-i seniyye bütün tuzakları boşa çıkarmada izlenecek yoldur.

(44, 45) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Yaşadığın asırda, içinde bulunduğun toplumda güçler dengesini ve elindeki imkanları dikkate alarak üzerine vazife olanları ve Allah’a bırakacaklarını iyi tespit etmen gerekiyor.

Bu tespiti iyi yapar “Secde et ve yaklaş” rotasını takip edersen, bu rota seni korktuklarından emin, umduklarına nail eyleyen bir rota olur. Allah’ın izniyle.

46, 47. ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(46, 47) ÂYETLER ARASI KONU BÜTÜNLÜĞÜ VE DİZİLİŞİ

Kur’an’da âyetlerin dizilişi hayatın akış yasasına göre şekilleniyor. Bu gerçeği bilmeyenler, burada olduğu gibi birbiriyle doğrudan bağlantılı olarak gelmeyen ve aralarında konu bütünlüğü olmayan âyetleri anlamakta zorluk çekebiliyor.

Tefsir Usûlümüzde (18) Nüzul Sırası Yasasında bu konu üzerinde geniş olarak durduk. Sûrelerdeki âyetlerin dizilişi oturup masa başında yazılan ve konu bütünlüğü olan kitaplardaki diziliş gibi değildir.

Âyetlerin zarfı olan Kur’an önce hitap olarak gelen sonra kitap haline getirilen evrensel bir mesajdır. Âyetler Allah’ın hitabı olunca hitabın muhatabı; Arap yarımadası özelinde dünyanın geneli oluyor.

Konuya buradan bakarsak 24 saatte, hayatın içinde, aralarında konu bütünlüğü olan hadiseler yaşanmıyor. Yani insanlar “Bugün şu konu ile ilgili hadiseleri yaşayalım, yarın başka bir konu olsun, bir aylık toplam yaşananlara baktığımızda da kitaplarda olduğu aralarında konu bütünlüğü olan bir dizilim olsun.” demiyorlar. Hayatın (kaza, bela, suç ve ceza gibi) kısmen insan iradesinden bağımsız gelişen tarafı böyle demeyi imkansız hale getiriyor. Hadiseler spontane gelişiyor. Bir gün içinde birbirinden farklı birçok konu ile ilgili olaylar yaşanırken, insanların akıllarından yüzlerce farklı konu geçebiliyor.

Hayatın doğal akışı böyle olduğu için, âyetler de bu akışla uyumlu geliyor.

Özetlersek, Kur’an’ın konusu hayatın kendisi olunca, Kur’an’ın içindeki konuların tamamı hayat kitabıyla uyumlu oluyor.

(46) ÜCRET ALMAYIN, ALIRSANIZ ALEYHİNİZE MALZEME OLUR

Peygamberimiz, Peygamberlik görevini yaparken asla ücret istemedi. Geçmiş peygamberler de istemediler. Özellikle Şu’arâ sûresinde bu konunun altı arka arkaya gelen peygamber kıssalarında kalın kalın çiziliyor.

46. âyet ve benzeri bütün âyetlerin bütün zamanlara mesajı şu oluyor: Kur’an’ın mesajlarını insanlara taşımak, bir yönüyle Peygamber mesleğini yapmaktır. Bu mesleği yapanlar, değil ücret almak, bunu aklından bile geçirmesin.

Ücret alırsanız sözünüzün tesirini kırarsınız; alırsanız sizin aleyhinizde malzeme arayanlara, davetinize gelmemek için bahane arayanlara, istediklerini vermiş olursunuz...69

(46, 47) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

İdeal olan örnek bir Müslüman olman. Yaşadığın hayatın güzelliği ile insanları İslâm’a hayran bırakan bir insan olman.

Bu senin hedefin olsun. Bu hedefe gitmek için elinden geleni yap. Hedefe tam olarak gidemesen bile âhirete bu niyetle gitmeye gayret et.

48-50 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(48) İNİŞ SIRASINDA KENDİSİNDEN İLK BAHSEDİLEN PEYGAMBER NEDEN HZ. YUNUS (as)?

Önce şunu ifade edelim, Kur’an’da genelde her âyet; bu âyetlerin indiği yıllarda mutlaka bir ihtiyacı karşılamak için iniyordu. Bu bağlamda geçmiş peygamberlere ait kıssalar da yaşanan ve yaşanacak gündeme dair önemli ihtiyaçları karşılıyordu.

Yani Kur’an’da peygamberlere ait hiçbir kıssa “hikaye olsun” diye anlatılmadı.70 Bu kıssalarda adeta her bir peygamber tecrübeli, alanında uzman bir danışman oluyor ve ihtiyaç olduğu anda danışmanlık hizmeti vermek için Müslümanların yanında mânen hazır bulunuyordu.

Buna bakış açısı dersek, biz tefsir çalışmamızda bütün peygamberlere bu açıdan baktık.

Bu kısa girişten sonra soralım;

“Kur’an’ın iniş sırasında ilk inen âyetlerde ilk anlatılan peygamber neden Hz. Yunus (as) oldu?”

Bu sorunun cevabını birkaç nokta üzerinden verelim.

Birinci Nokta: Zor Zamanlarda Akla Gelenler

Tefsir Usûlünde (1/5) Korku Yasası’nda bahsettik.

Her insan korkabilir. Korkmak insani bir duygudur. Zor zamanlarda korkunun iyi yönetilmesi gerekir.

Bu âyetlerin indiği yıllara hayalen gidersek, öyle bir ortamda insanların aklından bir takım olumsuz şeyler geçebilirdi;

Bu ve benzeri duygu ve düşünceler insanın olduğu, zorlukların yaşandığı her zemin ve zamanda akla gelebilecek şeyler.

48. âyet işte böyle ortama iniyor ve diyor ki: “Aklınızdan bunlar geçebilir ama sabredin. Sakın çıktığınız bu yoldan dönmeyin, döndüğüne bin pişman olan Hz. Yunus (as) peygamberin kıssasından ders alın ve Rabbinizin sizi bağışlamasını isteyeceğiniz yanlış bir tercih yapmayın.”

İkinci Nokta: Bir Hata Yaparsak Ne 0lur?

Mekke’nin ilk yılarında, zor zamanda insanın aklına geliyor. Hz. Muhammed’in (sav) davetine icabet ederek çıktığım bu yolda “Ya dönersem ne olur? İkinci bir şansım olur mu? Yoksa Rabbim beni siler mi?”

50. âyet insanın ve zorluğun olduğu her yerde içten geçebilecek bu soruların cevabını vermek için iniyor ve zımnen şöyle diyor: “Sıfır hata” insan için imkansızdır. İstenmez ama illa ki hata yaparsınız. Hata yaptığınızda Rabbiniz sizi silmez. Yunus kuluna verdiği gibi size de fırsat verir. Çıktığınız yol uzun ve zorlukları olan bir yol. Hata yapmaktan korkun ama daha çok da aynı hatada ısrardan korkun. Hatanızda ısrar etmediğiniz müddetçe, tevbe kapısı her insana açık olduğu gibi size de açık olacak.

Üçüncü nokta: İnsanların putlaştırılması

Mealimizde; bu sûrenin girişinde peygamberlerin hataları için şöyle dedik: Peygamberler Allah’tan aldıkları vahyi insanlara aktarma noktasında tek bir harfi bile eksiltme hatası yapmazlar. Ne duydularsa aynen duyururlar. Onlar için geçerli olan “ismet sıfatı” bu alanda geçerlidir.

İnsanlara duyurdukları vahyin gereğini yaparken onlar da hata yapabilir. Ama onlardan hiçbiri hatasında ısrar etmez.

Bu açıklamalardan sonra burada mesaj şu: Hatasız olan sadece Allah’tır. “Allah’tan başka ilah yoktur.” demek, aynı zamanda “Allah’tan başka hatasız kimse yoktur.” demektir. Hata yapan ilah olamaz. Öyle ise “mânevî olarak büyük” diye, “Allah’a yakın” diye, “şöyle büyük meziyetleri var” diye, hiç kimseyi putlaştırmayın, ilahlaştırmayın, sadece Allah’a has olan sıfatları, yaratılanlara vermeyin.

Bu üç noktadan sonra başlıktaki sorunun cevabına gelirsek; Allah yolunda yola çıkan her Müslüman, yolun başında bu sözleri bir şekilde duymalı. Allah (cc) Hz. Yunus’un hayatından bir kesiti duyulması ve bilinmesi gereken bu ve benzeri sözlerin duyurulmasına vesile yapıyor. Allâhü a’lem.

51-52 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(51) PSİKOLOJİK HARP NASIL YAPILIR?

Kalem sûresi 51. âyet bu sorunun cevabını veriyor. O gün müşrikler yaptıkları işin psikolojik harp tekniklerinden biri olduğunu belki bilmiyorlardı ama 13 yıllık Mekke döneminde bu harbin tekniklerinden olan; dezenformasyon, manipülasyon, korku salma, yalan söyleme, iftira atma, hakaret etme, tehdit etme ve işkence yapma gibi unsurların tamamını kullandılar.

Peki sonuç aldılar mı? Hayır. Bekledikleri sonuçları alamadılar ama İslâm’ın mesajının insanlara ulaşmasını yavaşlattıkları söylenebilir.

Bu konuda 2. âyetin tefsirinde “Mekke’nin “Oligark”ları Neden Mecnun Dediler?” başlığı altında gerekli açıklamaları yaptığımız için, bu konuyu oraya havale ediyoruz.

(52) “KUR’AN BENİ YERELE HAPSETMEYİN BEN EVRENSELİM” DİYOR

Kur’an’ın evrensel bir hitap olduğuna, Kur’an’dan verilecek delillerden biri de bu âyettir.

Kur’an ilk inen âyetler grubunda olan bu âyet üzerinden indiği yerdeki insanlara şunu diyor: “‘Yerele geldim’ diye beni yerel zannetmeyin. Ben, benim mesajlarımı yerelden evrensele taşımanız için geldim. O yüzden yerele ait olan gelenekleri, görenekleri, örfünüzü ve adetlerinizi yaşayın ama onları benim ambalajım yapmayın. Beni insanlara sunarken evrensel bir ambalaj içinde sunun.”

Bizim, bu tefsir çalışmasını yapmamızın en önemli sebeplerinden biri de Kur’an’da var olan bu özelliği ve güzelliği onun bütün âyetlerinde göstermektir. Allah’ın izniyle.

3/73 MÜZZEMMİL SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-7 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(1) “KALK” EMANETİN SAHİBİ SENİ ÇAĞIRIYOR

Bu sûrenin 2. âyeti “gece kalk” emriyle başlıyor. Bu emrin gereği olarak Peygamber Efendimiz (sav) gece kalkıyor teheccüt namazı kılıyor ve Kur’an’ı tertil ile okuyor.

Aynı “kalk” emri gelecek yıllarda farz kılınan beş vakit namazın her vaktinde sabah-akşam “kalk, bırak ve ayrıl” şeklinde devam ediyor.

Bütün bu “kalk, bırak, ayrıl” emirlerini yerine getirmek neyi anlamanın sonucu oluyor?

Cevap: Hayatı “Yaratan Rabbin adıyla okumanın, anlamanın” sonucu oluyor.

Bu okumayı yapan mümin; sahibi göründüğü hiçbir şeye “benim” demiyor. Beş vakit ezanı duyduğunda ezan ona “Emanetin sahibi seni çağırıyor, her ne işi yapıyorsan kalk, bırak, ayrıl ve gel.” diyor.

Özetlersek, Müzzemmil sûresinde duyulan kalk emri, “kalk, bırak ve ayrıl” şeklinde o günden bugüne bugünden kıyâmete kadar tekrar eden bir emir oluyor ve bu emrin inanç dekorundaki en önemli varlık sebeplerinden biri de insanda “benim” değil, “bende emanet” bilincini aktif tutmak oluyor.

(1) KENDİNE SOR BAKAYIM, SEN HİÇ ÖRTÜYE BÜRÜNDÜN MÜ?

Bu sorunun yanında bir soru daha soralım; 5. âyette geçen ağır sözden kastedilen nedir?

Kur’an’ı “Yaratan Rabbin adıyla okuyan” bir insanın ilk hissedeceği şeylerden biri nedir?

Kur’an hem bu sûrede hem de gelecek Müddessir sûresinde bu sorunun cevabını veriyor.

Bu iki sûrede de ilk âyetlerde öne çıkan örtüye bürünmek; gelen vahyi okumanın, anlamanın sonucunda fark edilen sorumluluğun sembolü oluyor.

Bu sorumluluğu hissettiren sözler; ağır sözler, ağırlık veren, sorumluluk hissettiren sözler oluyor.

Evet, “Yaratan Rabbinin adıyla Kur’an okuyan” her insan; sahibi göründüğü her nimet gibi, Allah’tan elçi vasıtasıyla kendisine gelen vahyin de bir emanet olduğunu anlar. Bu emanet, kendisini okuyan ve anlayan her bilinçli Müslümana iki sorumluluk verir,

Bu sorumluğu hissetmek, bu sorumluluk nedeniyle dertlenmek, bu dertlenmenin sonucunda gece kalkıp Allah’tan yardım dilemek,

Evet, bunların tamamı örtüye bürünmektir.

Örtüye bürünmeyi böyle anladığımızda, mesaj şu olur: Her Müslüman örtüye bürünmelidir. Sık sık örtüye bürünmek; “Vahye muhatap olmanın bana yüklediği sorumlulukları yerine getirdim mi?” şeklinde nefis muhasebesi yapmak bilinçli her Müslümanın ödevi ve görevidir.

Bu âyetleri okurken kendine şunu sor: Sen hangi sıklıkta örtüye bürünüyorsun?

(1-7) MÜZZEMMİL VE MÜDDESSİR SÛRELERİ ARALARINDA İŞ BÖLÜMÜ YAPIYORLAR

Bu iş bölümünde,

İçe dönük bilincin mesajı şu oluyor: Önce kendinden başla, önce kendini inşa et. İlk olarak yapacağın şey, ibadetler üzerinden emanet ahlakı kazanmak olsun. İslâm ahlakını özgün ve evrensel yapan emanet ahlakıdır. Emanet ahlakı güzel ahlakın olmazsa olmazıdır.

İçe dönük sorumluluğun dışa dönük meyvesi güzel ahlaktır. Güzel ahlak olmadan şeklen Müslüman olmak mümkün olsa bile, örnek Müslüman olmak mümkün değildir.

Dışa dönük bilincin mesajına Müddessir sûresinin girişinde değineceğiz.

(1-7) “REÇETEYİ OKUDUN, HAYDİ KALK İLAÇLARI KULLAN ve TAVSİYE ET”

Bu âyetlerin indiği zaman diliminde insanların çoğunda vereni unutma verilenlere “emanet demek” yerine “benim” deme şeklinde tezahür eden mânevî bir hastalık vardı.

Bu hastalık, günümüzde de var. Nerede “Hayat benimdir, dilediğim gibi yaşarım.” diyen varsa bu hastalık orada da vardır.

Hangi asırda, hangi coğrafyada olursa olsun, “Yaratan Rabbin adıyla, Kur’an okumak” bu hastalığın mânevî reçetesini okumaktır.

İşte tam bu noktada, reçeteyi okuyan her insan, her iki sûrenin başındaki “kalk” emrinin muhatabı oluyor.

(1-7) GECE KALKMANIN SAĞLAMASI NASIL YAPILIR? … KALİTE

Gece kalkmanın özünde şekil yoktur. 2-4 âyetlerde geçen “az-çok, yarısı biraz fazla, biraz eksik” gibi ifadelerden Allah’ın muradının şekil, miktar olmadığını anlıyoruz.

Peki Allah’ın muradı ne?

Allah’ın muradı olarak sayabileceğimiz şeylerden biri şudur: “Kim beni daha çok seviyor, kim benim isteklerime daha çok değer veriyor?” sorusunun cevabına bizi şahit yapmaktır.

Ne demek şahit yapmak?

Şahit yapmak şu: Lafta, sözde herkes “Allah’ı çok seviyorum” diyebilir. Ama bu sözün eylemde bir gayret, çaba olarak karşılığı yoksa, o sevgi lafta kalır. Hayata geçiyorsa, o eylem bizim sözümüzün şahidi olur.

Şimdi asıl geleceğimiz yere gelelim. İslâm dininde bütün ibadetler “Allah’ım ben seni seviyorum.” sözünün şahididir. Gece ibadeti Allah’ım ben seni çok ama çok seviyorum anlamına geldiği için bu ibadet şahitliği bir iki tık yukarı taşır.

Burada asıl soru şu: Allah’ı çok sevmenin sağlaması nasıl yapılır. Bu sevginin hayatın pratiğindeki karşılığı nedir?

Bu sorunun tek kelimelik cevabı “KALİTE”dir.

Çok kelimelik cevabı şudur:

Özetlersek, bütün ibadetlerin artı (+) gece kalkmanın sağlaması KALİTE üzerinden yapılır. Bunu yapanın en büyük hedeflerinden biri; bir insanı iyi ve güzel insan yapan ne kadar evrensel özellik ve güzellik varsa onları şahsında toplamak için gayret etmektir.

(1-4) GECE KALKMANIN OLUMSUZ YAN ETKİLERİ

“Kalite” üzerinden gece kalkmanın olumlu yan etkilerini yukarıda saydık. Gece kalkmanın bir de olumsuz yan etkileri var.

Evet bu üçü oluyorsa yapılan gece ibadetleri dile gelse o insana şunu der: Gel sen bu işleri yapma. Yaptığında seni örnek bir insan yapacak olan bu ibadetleri, seni kötü örnek yapacak hale getiriyorsun. Böyle yaparsan, bunun sana getireceği sevap olmadığı gibi bir sürü de günahı olur. İyisi mi sen gece kalkma, gündüz beş vakitle yetin. Daha iyi olacağım derken, daha geri gidiyorsun…

(1-7) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Gece-gündüz kalkarak namaz kılman senin emanet bilincini ve Müslümanlık kaliteni besleyen en önemli kaynaktır. Kalite düşmesin istiyorsan, bu kaynakla bağlantını kesme…

8-9 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(8) EZBERE ANMA. ÖNCE ANLA, SONRA AN!

Kur’an’da “Rabbinin ismini an” şeklinde karşımıza çıkacak âyetlerin tamamı bize şunu diyor: Önce anla sonra an. Anlamadan anmak ezberdir.

Ezber, anlama işinde ilk seviyedir; ilkokul seviyesidir. Hep o seviyede kalmak sürekli kendini tekrar etmektir. Anlamak mânevî anlamda tekâmüle vesile olan bir terakkidir.

(8) “AN”MADA “RAB” İSMİNİ ANLAMANIN ÖNEMİ

Allah (cc) Rab ismiyle yaratılan her şeyi terbiye eder. Bu terbiye de amaç; yaratılan her şeyin kendini gerçekleştirerek, yaratılış gayesini yerine getirebilecek kıvama gelmesidir.

Bu terbiye özelde dünyada, genelde bütün kâinatta düzen, nizam/intizam, yasa/kanun olarak görünür.

Allah (cc) hem terbiye eden hem de terbiye etmeyi öğreten Rab’dır.

Kâinatı/dünyayı ve insanın maddî yanını Rab ismiyle bizzat kendisi terbiye ederken, iki noktada terbiye işini insanlara bırakmıştır.

Birincisi: insanın mânevî yanının terbiyesini; bu terbiyeye bağlı olarak kendini gerçekleştirmesini insana bıraktı. Bu terbiye insanın bebek olarak dünyaya geldiğinde ilk olarak anne-baba ve eğitimciler üzerinden yapılırken, daha sonrasında kendine bırakılıyor. Bu terbiyede amaç ortaya güzel ahlak sahibi bir insanın çıkması…

İkincisi: İnsanın hayatın devamı için kullandığı araçların terbiyesini ona bıraktı. Bu terbiyede tabir caizse Allah (cc) insana malzemeyi ham madde olarak verdi, onun işlenmesini ve mamul hale getirilmesini ona bıraktı. Bu tespiti açalım, bir medeniyet kurmak için bütün malzemeleri verdi. O malzemelerden evler, yollar, şehirler, köprüler, arabalar, uçaklar yapmayı insana bıraktı.

Birinci terbiyede indirilen âyetleri okumanın meyvesi güzel ahlak, ikinci terbiyede yaratılan âyetleri okumanın meyvesi ilim/bilim ve teknoloji oluyor.

Burada bir soru soralım.

Bu iki meyveden biri olmazsa ne olur?

Ülke geri kaldığında, fakirlik, işsizlik bunlara bağlı eğitim kalitesinin düşmesi, buna bağlı cehaletin ve tembelliği artması gibi sorunlar ortaya çıkıyor. Güzel ahlaka gül, bu sorunlara bataklık dersek, bataklıkta güllerin yetişmesi zorlaşıyor.

Özetlersek, “ben Müslümanım” diyen her insanın, Rab ismini her yönüyle anlaması ve anlamanın gereğini maddî-mânevî terakki olarak hayata yansıtması gerekiyor.

Bu yansıtma olmadığında Rab ismini anma işi ezberde yani sözde kalıyor. Sözde kaldığı içinde, beklenen faydalar görülemiyor.

(8) “ALLAH’A YÖNELMEK” “SECDE ET VE YAKLAŞ” EMRİNİN GEREĞİNİ YERİNE GETİRMEKTİR

Allah’a yönelmek kıbleye yönelmek değildir. Allah’a yönelmek, razı olmadığı bütün davranışların en uzağında durmak, razı olduğu bütün davranışların yanında, arkasında ve içinde olmaktır.

Rabbi anmayı ve Allah’a yönelmeyi böyle anladığımızda, bu anlam Alak sûresinin 19. âyetinde ifade ettiğimiz “Secde et ve yaklaş” emrindeki anlamı, tamamlayan bir anlam olur.

Bu anlama tersinden bakarsak, mesaj şu olur: Rabbi anlayarak anmadan yapılacak bir yönelme istenen sonucu vermeyeceği gibi, yaklaşmada da beklenen faydayı vermeyecektir.

(9) “LÂ İLÂHE İLLALLAH”, “LÂ VEKİLE İLLALLAH”I DA İÇİNE ALIR

9. âyette “Lâ ilâhe illalah” cümlesiyle, Allah’ın el-Vekîl ismi birlikte geçiyor.

Konunun başında önce kelime-i tevhid cümlesi olan “Lâ ilâhe illallah”ın el-Vekil ismiyle bağlantısına bir bakalım. Sonra el-Vekil isminin anlamı üzerinde yoğunlaşalım.

Burada iniş sırasında ilk kez karşımıza çıkan kelime-i tevhid; bir tevhid zikridir ve gelecek âyetlerde “Lâ ilâheilla hû/Lâ ilâhe illallah” formunda Kur’an’da 63’defa karşımıza çıkacak.

Bu zikirde ilah kelimesi, bu dünyada insanların adına “ilah” dediği ve diyebileceği her şeyin sembolüdür.

Burada ilah kelimesinin yerine Allah’ın 99 esmâsındaki71 bütün isimler konulabilir ve o şekilde, bilinç seviyesi çok yüksek bir tevhid zikri yapılabilir.

Biz bunun örneklerini 99 Esmâ kitabımızda ve Tefsir Usûlümüzde (9) Tevhid Yasasında gösterdiğimiz için burada 9. âyette önümüze çıkan el-Vekil ismi üzerinden “Lâ Vekîle illalah” zikrini açmaya çalışacağız.

(9) EL-VEKÎL İSMİ ŞAHİT: O’NDAN BAŞKA VEKÎL YOK

Allah’ın güzel isimlerinden biri olan el-Vekîl ismi; tevekkül, müvekkil gibi kelimelerle aynı kökten gelir.

9. âyette “O’nu Vekil tut.” Şeklinde karşımıza çıkan ifade, bize şunu diyor Ey insan! Senin fıtratın, Allah’ı vekil tuttu, sen de vekil tut.

“Fıtrat Allah’ı nasıl vekil tuttu?” sorusunun cevabı için bir kurgu yapalım.

Bu kurguda insanın fıtratı intak diliyle daha dünyaya gelmeden önce insanlarla konuşuyor ve onlara soruyor: İçinizden kim bana vekil olabilir?

Yani ben dünyaya geldiğimde;

İçinizde bütün bunları üzerine alacak, bütün bunları “Senin adına ben yaparım.” diyecek bana el-Vekîl olacak biri var mı?

Bu soru karşısında bütün insanlar sessiz kalıyor. Bu sessizlik hal diliyle diyor ki: Ey insan! Bizzat gördün ve şahit oldun ki, bu dünyada en akıllı ve en üstün varlık olan insanlar sana vekil olamıyor. Onların olamadığı yerde, donanım yönüyle onların altında olan varlıklar da sana vekil olamaz.

Sana vekil olacak, senin bütün bu ihtiyaçlarını, senin adına üzerine alacak olan sadece ve sadece Allah’tır. O yüzden bu mânasıyla “Lâ Vekîle illalah” demek “Allah’tan başka Vekil yoktur.” demektir.”

(9) VEKİL’E TEVEKKÜL YASASI NASIL İŞLİYOR?

Allah el-Vekîl. El-Vekîl olarak kendisine tevekkül etmemizi istiyor. Fakat tevekkül etmenin bazı şartları var.

Bir önceki konunun devamı olarak kâinattaki işleyişe baktığımızda Allah (cc) bizim asla gücümüzün yetmeyeceği alanlarda, ihtiyaçlarımızın karşılanması için olması gerekenlerin tamamını üzerine alıyor; güneşin doğması, dünyanın dönmesi, yağmurun yağması gibi…

Ama bizim gücümüzün yeteceği alanlarda, sebepler dünyasında, ulaşabileceğimiz bütün sebepleri yerine getirmemizi istiyor.

Bu âyetleri nüzul bağlamında okursak, Peygamber Efendimizin ve ilk Müslümanların sayıları azdı. Buna bağlı olarak imkanları ve güçleri de azdı. Allah (cc) bu zaman diliminde, 10. âyette geçen “O’nu Vekil tut.” ifadesiyle gücünüzü aşan işleri ben üzerime alıyorum, siz yapabileceğiniz işlere yoğunlaşın mesajını verdi.

(8-9) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Rabbinin ismini anmanın ve Allah’a yönelmenin ne anlama geldiğini bilerek yapman çok önemli. Ne anlama geldiği bilerek yapılmadığında, tevekkülün ön şartı olan kendine düşeni yapma şartı tam olarak yerine getirilmediği için, umduğun, beklediğin sonuçları göremeyebilirsin.

10-11 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(10) KALİTEDEN ÖDÜN VERME, KÖTÜNÜN SEVİYESİNE İNME

10. âyeti ticari dille anlar ve anlatırsak bize denen şu: “Ey iman edenler! Sizler birer mânevî satıcısınız. Evrensel bir ihtiyaç olan “hidâyet” isimli ürünün satışını yapıyorsunuz. Bu satış sırasında ürünün kıymetini bilmeyen, sizi yanlış anlayan ve anlatan birçok insanla karşılaşacak ve onlardan ağır sözler duyacaksınız. Bunlara karşı sabredin.

O insanların bu ürüne şiddetli ihtiyacı olduğunu unutmayın. O yüzden onlardan ayrılırken, onlar kabalık ve saygısızlık yapsa bile siz bir sonraki görüşmenin önünü kesmeme adına, söylenenlere sabredin. Onların size davrandığı gibi davranmayın.

Eğer davranırsanız, bu davranışlarınız onların tekrar dönüp gelmesine engel olabilir. Nefis ve şeytan “O da sana kötü davranmıştı” der ve onlara dönmemek için bahane verebilir.

İşte bu nedenle siz her zaman size yakışanı yapın, “kötü, kötülük yaptı” diye aynı kötü davranışı siz de yaparsanız, sizin ondan farkınız kalmaz. Örnek olma vasfınızı kaybedersiniz.”

(10) SOSYAL YASA: DÖNÜŞÜM ZAMAN İSTER

11. âyette geçen “…Bana bırak, onlara mühlet ver” ifadesine benzer ifadeleri önceki sûrelerde gördüğümüz gibi, gelecek sûrelerde de göreceğiz.

Bu tür ifadelerin zarfı olan âyetler bizi adına “tedricilik”72 dediğimiz çok önemli bir sosyal yasadan haberdar ediyor.

Bu yasaya göre insan, iyi ve kötü alışkanları olan ve bu alışkanları bir günde değil, uzun bir zaman içinde kazanan bir varlık. Bu nedenle zaman içinde kazandığı kötü alışkanlardan hemen birden kurtulması mümkün olmayabiliyor. Bu konuda ona mühlet verilmesi gerekir.

11. âyet bu yasaya dikkat çekerken, bütün zamanlara şu mesajı veriyor: İnsanları kötüden iyiye doğru davet ederken, kötü alışkanlıkların terki noktasında bir mühlet gerektiğini unutmayın. O insanlara birden “vazgeç” demeyin; onlara vazgeçme bilinci verin, kendi hür iradeleri ile vazgeçebilecekleri kıvama gelmeleri için gerekenleri yapmaya devam edin.

(10-11) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Kendine bak! Sendeki hiçbir iyi ve kötü alışkanlığı bir kere yaparak kazanmadın. Bütün insanlar da senin gibi. Onlara yönelik yapacağın davette, onların kötüden vazgeçmesini isterken, bunun birden olmayacağını bilerek davran. “Vazgeç” diyerek emir dili kullanmak yerine, “vazgeçme bilinci” veren ikna dilini kullanmanın faydaları üzerinde bir düşün.

12-19 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(12-19) BİR KERE DAHA SONUÇ EĞİTİMİ

Tefsir Usûlümüzde (26) Sonuç Eğitimi Yasasında, Kur’an’da en çok tekrar eden yasanın bu yasa olduğunu söylemiştik.

Bu yasa burada bir kere daha karşımıza çıktı. Çok kere de çıkacak. Bu yasanın çok iyi anlaşılması adına, tefsirimizin başında ilgili âyetler geldikçe bu yasaya dikkat çekmeye devam edecek, sonrasında dozu biraz düşüreceğiz.

Bakalım bütün bunlar bize ne diyor?

(12-19) TARAFINIZI SEÇİN! MUSA MI, FİRAVUN MU?

Kur’an’da sembol isimler vardır. Bu isimlerden Adem ve Musa (as) bütün zamanlarda iyilerin, şeytan ve Firavun bütün zamanlarda kötülerin sembol isimleridir.

Sonuç eğitimi hakkında daha önce ifade ettiğimiz gibi bu âyetlerde, geçmiş ve gelecek bir pres oluyor, şimdiki zamanda bu âyetleri okuyan bize “Bir arkana bir önüne, bir geçmişe bir de geleceğe bak ve tercihini yap.” diyor ve devam ediyor,

Özetlersek, mesaj gayet net: Tercihlerin tarafına şahit olacak. Tercihlerinin toplamı âhirette ebedî kalacağın tarafı belirleyecek. Tarafını seç!

(12-19) KIYÂMET ve ÖLÜM ÜZERİNDEN VERİLEN SONUÇ EĞİTİMİ

Her insanın iki evi var; Biri dünya, diğeri beden evi. Dünya evi kıyâmetle, beden evi de ölümle birlikte yıkılacak. Yani iki ev de ölümlü.

Bu iki evin ölümünde ortak bir nokta; ikisinin de ne zaman olacağı belli değil.

Bu iki evin “her an ölebilir” bir özelliğe sahip olması dünyadaki her insana şu mesajı veriyor: Ey insan! Her “ân”ın son “ân”ın olabilir. Madem öyle, her tercihini son tercihin olacakmış gibi yap.

Bu açıklamalar şunu gösteriyor: Kur’an baştan sona bir tercih rehberidir. Kur’an’da anlatılan her Peygamber, birer doğru tercih öğretmenidir.

(19) DİNDE ZORLAMA YOKTUR, ZORLAMA VARSA DİN YOKTUR

19. âyette geçen “Dileyen Rabbine bir yol tutsun” ifadesinin benzerlerini gelecek âyetlerde de göreceğiz.

Bu âyetlerin toplamı bütün zamanlara şu mesajı veriyor: Size düşen, sonuç eğitiminin güzel sonuçlarını önce kendi üzerinizde güzel ahlak olarak göstermektir.

“Hal” (beden) dilinizin şahit olduğu bu güzellikleri “kal” (fiziki) dilinizle anlatmaktır.

Bu işi yaparken de şunu hiç unutmayın. İslâm dinini anlatmada güzel örnek olmanın dışında hiçbir yol ve yöntem yoktur.

Bu durumda, dinde zorlama da yoktur. Zorlama olan yerde din de yoktur. Din insanlara özgür dileme/tercih hakkı vermiştir.

(12-19) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Sonuç eğitiminin sonuçlarını hayatına Allah’ın razı olmadığı her şeyden uzak durma, razı olduğu her şeyin yanında, arkasında ve içinde olma şeklinde yansıt. Bu durumda kendine soracağın soru şu: Yansıtabiliyor muyum?

20. ÂYETİN TEFSİRİ

(20) ALLAH’IN, SONUÇLARI “YENİ ÖĞRENMİŞ GİBİ” BİR DİL KULLANMASI

Allah (cc) ezeli ilmin sahibi olduğu için O’nun bir şeyi önce bilmemesi, sonra olunca öğrenmesi mümkün değildir.

Fakat buna rağmen Kur’an durumun böyle olmadığını akla getiren bir dil kullanır. Bu dilin örneklerinden birini73 bu âyette görüyoruz.

Bizim “Sizin buna gücünüzün yetmeyeceğini bildiği için sizi bağışladı” şeklinde meal verdiğimiz âyetin motamot çevirisi şöyle: “Sizin buna gücünüzün yetmeyeceğini bildi ve sizi bağışladı.”

Allah’ın Kur’an’da bu şekilde bir ifade kullanmasına lütfedip kulunun seviyesinden; anlayacağı dilden iletişim kurması anlamında tenezzülât-ı ilahi diyoruz.

Bunun benzerini 5 yaşında çocuğunun seviyesinden konuşan annelerin “Annen senin, piknikte üşüteceğini bildi. O yüzden yanına havlu aldı.” İfadesinde görürüz. Aslında anne onu yeni öğrenmiyor. Çocuğun seviyesinden konuştuğu için o dili kullanıyor.

Kur’an’da benzer bütün ifadeleri buradaki bakış açısı üzerinden anlayabiliriz.

20. ÂYET NE ZAMAN İNDİ?

20. âyette 2. âyette emredilen gece ibadetlerine yönelik bir kolaylaştırma var. Bu kolaylaştırmanın aynı gün, aynı hafta içinde olabileceğini düşünmek mantıklı olmayacağı için arada başlama sürecinden sonra bir zorlanma sürecinin olduğunu da kabul etmek gerekiyor.

Bunu dikkate aldığımızda bazıları bu âyette geçen “Allah, yolunda çarpışacağını bilmektedir” ifadesinden yola çıkarak bu âyetin savaşların olduğu Medine’de indiği söylemişler.

Fakat, âyetin Arapça metninde geçen ve yakın geleceğe dönük haberlere işaret eden “se” edatının “se’yekûnü” şeklinde kullanılması Allah’ın gelecekten haber verdiğini gösteriyor.74

Bütün bunları dikkate aldığımızda âyetin iniş zamanı için Medine’deki savaşlara çok uzak olmayan, Mekke’deki birinci yıla da çok yakın olmayan bir zaman dilimi tercih edilebilir.

Bizim tercihimiz, Müslümanların Mekke’de çektiği zorlukların artmaya başlamasına bağlı olarak Habeşistan’a yapılan hicretlerin yapıldığı 5. 6. yıllar olabilir. Allâhü a’lem.

(20) “KUR’AN’DAN KOLAYINIZA GELENİ OKUYUN” EMRİNİ NASIL ANLAYACAĞIZ?

Anlamak için iki noktaya bakacağız;

Birinci Nokta: Kolaylaştırma emrinin indiği zaman dilimine,

İkinci Nokta: Kolaylaştırma emrinin bütün zamanlara verdiği evrensel mesaja,

BİRİNCİ NOKTA

Bu noktayı anlamak için şu sorunun cevabını bulmamız gerekiyor; Allah (cc) “gece kalk” emrinin zor olacağını baştan biliyordu. Genelde kolaydan zora bir yöntem izleyen Allah (cc) bu konuda neden zordan kolaya bir yöntemi tercih etti?

Önce Allah’ın baştan bilmesine cevap verelim.

Bu konuya yukarıda “Allah’ın, Sonuçları “Yeni Öğrenmiş Gibi” Bir Dil Kullanması” başlığı altında kısmen değinmiştik. Burada biraz daha açalım;

Allah’ın terbiye etmek anlamına gelen Rab ismi dünyadaki bütün eğitimcilere izledikleri yöntemlerde ilham kaynağı olan bir isimdir.75

Bir eğitimcinin bir şeyi baştan bilmesi; onu baştan söylemesini gerektirmiyor. Eğitimci, -eğitimin doğası gereği- eğitime kendi bilgi seviyesinin en üst sınırından başlamıyor. Muhatabı olan öğrencinin seviyesine iniyor; vereceği bilginin içselleşmesi; yeteneğe dönüşmesi için gereken süreci dikkat alıyor. Böylece onun öğreneceği her şeyi yaşayarak öğrenmesini istiyor.

Allah’ın (cc) baştan söylememesi bu örnek üzerinden anlayabiliriz.

Gelelim, zordan kolaya bir yöntem izlenmesine,

Allah (cc) İslâm’ın ilk yıllarında hem kolaydan zora hem de zordan kolaya her iki yöntemi birlikte uyguladı.

Siyer kaynaklarına baktığımızda gece kalkıp kılınan teheccüt namazına gece ibadeti dersek, bu ibadetin yanında gün içinde sabah ve akşam şeklinde iki vakit namazın da kılındığını görüyoruz.

İki vakit olarak başlayan bu ibadet, ilerleyen yıllarda beş vakit namaz olarak karşımıza çıkıyor.76

Bu açıdan bakarsak Allah (cc) her konuda olduğu gibi ibadet konusunda da kolaydan zora doğru uyguladığı yöntemi, vahyin ilk yıllarından beri uyguluyor.

Bu uygulama devam ederken, Allah (cc) bu uygulama ile eş zamanlı olarak -ilk inen âyetlerde- gece ibadetiyle zordan kolaya doğru bir uygulama daha tercih ediyor.

Bu noktada yukarıdaki sorumuzun cevabını vermek için soralım: Bunun hikmeti nedir?

Allâhü a’lem hikmetlerden biri şu olabilir: Allah (cc) insanı herkesten çok iyi tanıyor. Bu tanımaya bağlı olarak, “yapın” dediği ibadetleri yapma konusunda bazı insanların üst sınırları zorlayacağını, daha fazlasını yapmak isteyeceklerini ve bunun sonucunda ruhbanlaşacağını biliyor.77

Sonu ruhbanlaşmaya varan böyle bir yolun insan doğasına uygun olmayacağını uygulama içinde öğretiyor ve bu uygulama üzerinden insana; insanın “istiap haddini” (mânevî yük taşıma kapasitesini) gösteriyor.

Bu gösterge üzerinden Peygamber Efendimiz (sav) şu evrensel mesajı veriyor: Kolaylaştırın, zorlaştırmayın. Müjdeleyin… nefret ettirmeyin.78

Bu mesaj üzerinden ikinci noktaya geçiş yapabiliriz.

İKİNCİ NOKTA

“Kolayınıza geleni okuyun” emrini “en kısa sûreleri okuyun” şeklinde anlayanlar olduğu, “gece ibadeti için kalktığınız günlerin sayısı azaltın” veya “gece kalktığınızda yaptığınız ibadetlerin sayısını azaltın” şeklinde anlayanlar da olmuş.

Biz onların hepsini doğru kabul ederek, daha genel bir bakış açısı ile aynı âyet içinde iki defa tekrar edilen “kolaylaştırın emrine” günümüz penceresinden baktığımızda şu mesajları görüyoruz;

Mesaj şöyle devam ediyor: Hayatın içindeki sorumluluklarınızı dikkate alarak önce kendinizi tanıyın.

Bu tanımadan sonra;

Özetlersek, her insan farz olan ibadetlerden başlayarak Allah’a karşı temel görevlerini kolayca ve her gün yapabilecek bir seviye belirleyecek. Kısa-uzun tatil günlerde bu seviyenin üstüne çıksa bile, altına inmeden devam etmeyi hedefleyecek.

(20) NEDEN “NAMAZDA KOLAYINIZA GELENİ OKUYUN” DENMEDİ DE …

Şöyle bir soru akla gelebilir: Bu emir neden “Namazda kolayınıza geleni okuyun” şeklinde değil de “Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun” şeklinde geldi?

Önce şunu ifade edelim: Bu emir böyle geldiği halde hiç kimse burada kastedilen namaz değil sadece Kur’an okumak şeklinde anlamadı.

Öyle anlamak için bu âyetin indiği birinci yılda ortada 5-10 cüz Kur’an âyetleri olması ve her gece bunlardan belli bir sayfadan az okunmamasına dair bir emir olması gerekiyordu.

Böyle bir emir hiç olmadı.

Âyetin siyer bağlamını dikkate aldığımızda, bu emrin “Gece namazında ne okuyalım?” sorusuna cevap olarak geldiğini anlıyoruz. Emrin böyle bir soruya cevap olarak geldiğini düşünürsek, bağlam nedeniyle emrin bu şekilde geldiğini söyleyebiliriz.

(20) NAMAZDA KUR’AN’DAN NE OKUMALI?

20. âyet “Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun.” diyor. Yukarıda bu emri açıklamaya çalıştık. Peki, başlıktaki sorunun cevabı nedir?

Başlıktaki soruya şu cevapları verebiliriz;

Başlıktaki soruya bu cevapları verdikten sonra “Sadece 5-10 tane kısa sûre bilenlere ne tavsiye edersiniz?” denilirse biz etrafımızda namaz kılanlara şu soruyu soruyoruz: Namazın sizin hayatınızdaki etkisini artırmak ister misiniz?

Bu soruya “evet” cevabını aldıktan sonra tavsiyemiz şu oluyor: Namazlarınızda dua âyetlerini okuyabilirsiniz; Kur’an’da uzunluk olarak kısa sûrelerin uzunluğunu geçmeyen dua âyetleri var.

Eğer bu âyetleri ezberler ve bunların anlamlarını da bilerek namaz kılarsanız, namazınızın mânevî bereketi artar. Böylece kendisi fiili dua olan namaz, kavli dua ile baştan sona duaya dönüşen bir ibadet olur.

Bu konuda Kur’an’daki birçok dua âyetini temsilen şu âyetleri örnek olarak verebiliriz.

Bu örneklerin daha fazlasına dua kitaplarından ve internet üzerinden ulaşmak mümkün.

(20) EMANET BİLİNCİ ÜZERİNDEN FARZ OLAN ZEKATA HAZIRLIK

Fıkhı olarak yılda bir defa verilen zekat hicretin 2. yılında yani bu âyetlerin inmesinden yaklaşık 15 yıl sonra farz kılındı.

Fakat bu durum, “Kur’an o zamana kadar zekattan hiç bahsetmedi anlamına” gelmiyor.

Alak, Kalem ve Müzzemmil sûrelerinin girişinde anlattığımız ve diğer Mekki sûrelerde de yer yer anlatacağımız gibi Kur’an Müslümanlara “senin değil, sen de emanet bilinci” verdiği birçok âyetle onları farz olan zekata hazırladı.

Bu hazırlık aşamasında Kur’an Müslümanları özelde zekata hazırlarken, daha genelde, Allah’tan emanet olarak alınan hayatı, Allah’ın razı olduğu şekilde yaşama ve O’na en güzel şekilde geri vermeye hazırladı.

Tefsir Usûlünde (27) İnfak Yasasında da bahsettiğimiz gibi İNFAK: insanın zekat ve sadaka da dâhil, bütün fayda verme şekillerini içine alan bir verme türü olur; sevgiye muhtaç birine sevgi, ilgiye muhtaç birine ilgi, bilgiye muhtaç birine bilgi vermek de infaktır.

Özetlersek, teknik olarak zekat bu âyetlerin inmesinden yaklaşık 15 yıl sonra Medine’de farz oldu ama Kur’an’ın bu farza hazırlık anlamındaki alt yapı çalışmaları ilk inen âyetlerdeki emanet bilinciyle başladı.

(20) ALLAH BORÇ İSTER Mİ?

Bu konuya mealimizde Hadid sûresinin girişinde değindik. Burada bu konuya çok kısa bir şekilde işaret edeceğiz.

"Allah'a, güzel bir borç verin" ifadesi sadece bu âyette geçmez, genelde benzer içerikte 6 âyette gelir.82

Bu ifadede mecazi olarak; insan borç veren, Allah borç alandır. İşin hakikatinde, insanın sahip olduğu her şeyin adı emanettir. O yüzden sembolik olarak insanın “borç verdiği” şeylerin tamamı, aslında Allah’ın ona verdikleridir.

Bu mecazi anlatımda Allah’ın verdiği imkanların tamamını, Allah’ın yolunda harcamaya teşvik vardır. Bu teşvik üzerinden şu mesaj verilir: Allah’ın verdiği imkanları, O’nun yolunda harcasanız da harcamasanız da bir gün o imkanlardan kesin olarak ayrılacaksınız.

Onları “Allah’a borç olarak” verirseniz, “Allah en güvenilir borçludur.” Borcun tamamını geri verdiği gibi sizi ebedî cennet üzerinden alacaklı yapar. Yani Allah yolunda vermek demek, gerçekte verdiğinden daha fazlasını almak demektir.

Ama borç vermezseniz, âhirette büyük bir mahrumiyet yaşamanın yanında, emanete ihanet cezası gibi bir ceza ile karşılaşacaksınız.

(20) GAFÛR VE RAHÎM ESMASI BİZE NE DİYOR?

Bu isimlerden önce gelen Ekrem ve Vekîl isimlerini hatırlarsak, Gafûr ve Rahîm isimleri de ilk gelen esmâ arasında sayılabilir.

Bu iki esmânın mesajlarından biri şu: Kur’an’ın size yeni yeni tanıtmaya başladığı Allah (cc):

Bu konunun detaylarını Tefsir Usûlümüzde (32) Tevbe ve Af Yasasına havale ederek bu sûre ile ilgili açıklamalarımıza nokta koyuyoruz.

(20) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Elinden geldiğince gece kalkmaya çalış. Bunun yanında sevgini, ilgini, bilgini varsa malından mülkünden vererek elinden gelen bütün imkanlarla Allah yolunda infak et.

Bunu yaparsan, Allah (cc) zatını “borçlu” seni “alacaklı” yazacak. Bunu yapmazsan dünyanın en büyük mânevî ticaretinden elde edeceğin büyük kârdan mahrum olduğun gibi, ebedî bir zarar da karşına çıkacak.

4/74. MÜDDESSİR SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-7 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

ÜRÜN KADAR, AMBALAJDA ÖNEMLİDİR83

Sûrenin tefsirine başlamadan önce, anlatacaklarımıza zemin hazırlama adına irşat ve tebliğ konusunda önemli bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz.

Günümüz dünyasında bir ürünün üretimi kadar ambalajı da büyük önem arz ediyor.

Ürün; üretilen, pazarlanan ve müşteriye sunulan şey olurken, ambalaj sunum şekli oluyor. Sunum şekli güzel olmazsa ürün hedef kitleye tam olarak ulaşamayabiliyor.

Bu örnekten yola çıkarak Müslümanın iç dünyasına; iç dünyasındaki inancına, bilgisine ve ahlakına ürün diyoruz. Müslümanın dışarıdan duyulan ve görünen söz ve davranışlarına da ambalaj diyoruz.

Bu noktada Müzzemmil süresi iç dünyamızı; ürün tarafımızı inşa ederken, Müddessir süresi dışa bakan ambalaj tarafımızı inşa ediyor.

Her iki sûrenin ortak mesajı şu oluyor: içinizdeki güzellik ne kadar önemliyse onun dışarıda sunumu da en az onun kadar önemlidir.

GÜNÜMÜZDE EN BÜYÜK SORUNLARDAN BİRİ DE EVRENSEL ÜRÜNÜ YEREL AMBALAJLAR İÇİNDE SUNMAKTIR

Ürünün adı İslâm dinidir. Bu ürünün sunumunu yapanlar da Müslümanlardır. Ürün kâinatı/evreni yaratan Allah’tan gelmiş ve evrenseldir. Evrensel olan bu ürünün, yine evrensel ambalajlar içinde sunulması ve tanıtılması gerekir.

Ürünün kalitesinde zerre şüphe yoktur. Ama ürünün sunum şeklinde ciddi sorunlar vardır.

Ürünün kendisi evrensel olmasına rağmen, ilk piyasaya sürüldüğü ortam yereldir. Yani Kur’an o gün için dünyanın neresine inse indiği bir yer olacak o yüzden de yerel olacaktı. Bu nedenle İslâm dininin iniş zamanı itibarı ile yerel olması kaçınılmazdır.

Bu gerçeği bilen her Müslümanın İslâm’da yerel ve evrensel ayrımını yapması gerekir.

İmana, ibadetlere ve ahlaka zarf olan din evrenseldir ama dinin geldiği toplumun örfü, adeti, geleneği, yaşam tarzı yereldir. Yerel olan evrenselin ambalajı olamaz. Evrensel olan din yerel ambalaj içinde sunulamaz.

Çok önemli olduğunu düşündüğümüz bu tespitten sonra şu tespiti yapabiliriz: “Müddessir sûresinin ilk âyetleri, evrensel bir ürün için, evrensel bir sunum şekli nasıl olmalı?” sorusuna cevap veriyor. Bu cevaba aşağıda değinelim.

(1-7) ÖN BİLGİ: Burada anlatacağımız konuları Tefsir Usûlümüzde(11) Peygamberlik, (20) Evrensellik ve (25) Cihad Yasasında ortaya koyduğumuz bakış açısı üzerinden okuyabilirsiniz.

(1-7) ÖN BİLGİ: Müzzemmil sûresinin tefsirine başlarken başlangıçtaki benzerlik nedeniyle Müddessir sûresini de içine alacak şekilde ortak açıklamalar yaptık. O açıklamaların okunduğunu varsayarak konuya giriş yapıyoruz.

(2) EMANETİN SAHİBİ “KALK” DİYOR?

Bu âyette Allah (cc) Hz. Muhammed (sav) üzerinden bütün insanlara “kalk” diyor.

Bu sözleri başka bir açıdan söylersek,

Bu açıklamalar bir kere daha bize şunu gösteriyor. Kur’an bütün âyetleriyle baştan sona bir emanet bilinci inşa ediyor.

Bu bilinç ne kadar güçlü olursa Allah’ın emirlerine itaat o seviyede güçlü oluyor. Zayıf olduğunda veya yok olduğunda bunun zayıflığı veya yokluğu kişinin söz ve davranışlarına sorumsuzluk, ihmal veya itaatsizlik şeklinde yansıyor.

(2) “KALK” EMRİ KİME, PEYGAMBERE Mİ, BANA MI?

“Kalk” emri, Allah’a, Peygambere iman eden; bu imanın sonucu olarak sahibi göründüğü her nimete emanet olarak bakan her Müslümanadır.

Bilinçli her Müslüman Allah’ın insanlara verdiği emirleri Peygamber üzerinden verdiğini bilir. O yüzden Kur’an okuduğunda kendini bu emrin muhatabı olarak görür.

Bilir ki, her Müslüman elçinin elçisidir; Peygamber Efendimiz (sav) Allah’tan vahiy alan ve bütün insanlara tebliğ yapan bir elçidir; bilinçli her Müslüman da o elçinin elçisidir.84 O elçiye gelenleri okur, anlar önce kendi nefsinde güzel bir örnek olarak yaşar ve sonra ailesinden başlayarak bu işi hal ve kal diliyle temsil ve tebliği eder.

(2) KALKIP UYARMAK VE UYARMAMAK NE ANLAMA GELİR?

Olaya emanet açısından bakıldığında ne anlama geldiğini yukarıda ifade ettik. Burada farklı bir açıdan bakacağız.

Bir tehlike karşısında, özellikle de hayati bir tehlike karşısında; bir insanın bir başkasını uyarması en temelde insanlık görevidir.

Varsayalım, karşı binada komşuda yangın var. X isimli şahıs, birtakım sesler duyması üzerine uyanıyor ve yangını fark ediyor. Bu durumda X’in ne yapması gerekir? Bir insan olarak komşusunu uyandırması ve uyarması gerekir.

Ama X öyle yapmıyor, “bana ne, başkası uyarsın” diyor ve uykusuna devam ediyor ve içinden de yangını yılana benzeterek “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyor. O yılanın yarın büyüyüp kendine zarar verme ihtimalini hesaba katmıyor.

Şimdi soru şu: Bu kişinin kalkıp uyarmaması ne anlama gelir? Dünyadaki vicdan sahibi bütün insanlar, bu kişiye ne der?

Bu sorunun cevabı şimdilik dursun. Biz başka bir yangına bakalım.

Âhirette cehennem denen büyük bir yangın var;

Bu yangının varlığına iman eden bir insandan ne beklenir?

Cevap: Kalkıp uyarması beklenir.

Şimdi acı soru şu: Bu insan kalkıp uyarmıyorsa bu uyarmama ne anlama gelir?

Bu sorunun cevabını herkes kendi nefsine versin anlamında buraya üç nokta koyuyoruz …

Bu noktalı yere yazılması gerekenler bize şunu diyor: Hem vicdan sahibi bir insan olan hem de bilinçli bir şekilde Müslüman olan her mümin için uyarmak isteğe bağlı bir tercih değildir. Aklın, vicdanın ve imanın o insana yüklediği bir sorumluluktur.

Önemli Not: Biz bu satırları yazarken, dört duvar arasında hayatın gerçeklerinden uzak yaşayan insanlar değiliz. Bu ifadelerimizin “ben Müslümanım” diyen birçok insan tarafından böyle anlaşılmadığının da farkındayız.

Ama burada şunu ifade etmek zorundayız. Bizim için bu âyetleri böyle anlamamız çok seçenek arasında yapılan bir tercih değil.

Buradaki anlam: Âhirete; âhirette cehennemin varlığına iman eden, bu âyetler karşısında bir Müslümanın ne anlaması gerektiğini; nasıl bir sorumluluk hissetmesi gerektiğini bizlere öğreten Peygamber Efendimizin tercihidir.

Özetlersek, kalkıp uyarmamanın ne anlama geldiğini her kesin vicdanına havale ederken, kalkıp uyarmak “Kur’an’ı, İslâm’ı ve Hz. Muhammed’i (sav) doğru anlamak anlamına gelir.” diyoruz.

(2) PEKİ “KALK” EMRİYLE KALKTIK, NE YAPACAĞIZ?

Yapacağımız ilk şey şu olacak. Uyarma işine kendimizden başlayacağız. Başkalarını uyarırken “Beni uyarıyorsun ama sen önce kendine bak.” diyeceği her şeyden arınacağız.

Yine ticari dille söylersek, güzel ahlakımızı kaliteli bir ürün olarak müşterinin önüne koyacağız. Ürün müşteriye “al” demeyecek, ürünün güzelliği müşteride “bunu kesin almalıyım” duygusunu meydana getirecek.

Uyarıya kendinden başlamayan bir insanın yapacağı uyarı faydadan çok zarar getirebilir. O kişi şunları duyabilir;

Burada soru şu: Tamam kendimizi uyardık, başkasını uyarma işini nasıl yapacağız? İşte bu sûrenin ilk âyetleri bu sorumuza cevap veriyor.

Aşağıdaki başlık üzerinden cevaplara geçelim.

İSLÂM’IN EVRENSEL DAVET ÖLÇÜLERİ

Müddessir sûresinin ilk âyetlerinde evrensel uyarma ölçüleri olarak birkaç maddeye değiniliyor. İslâm dininde uyarmanın diğer davettir. Şimdi ilgili âyetlerde öne çıkan davetin ölçülerinden kısaca bahsedelim.

ARA BİLGİ: ÖNEMLİ NOT

“İslâm’a davet yöntemleri” kendisi tek başına kitap olabilecek kadar geniş bir konu; biz tefsir çalışmamızın tamamında bu geniş konunun en alt sınırından; her Müslümanın yapabileceği “bireye bakan tarafını” öne çıkaracak, konunun diğer yönlerini bu konuda yazılmış müstakil kitaplara bırakacağız.

1. ÖLÇÜ: Örtüye Bürünmek

Bu konuya Müzzemmil sûresinde değinmiştik. Örtüye bürünmek sorumluluk hissetmenin semboldür. Davet yapan insana “davetçi” dersek; davetçi her şeyden önce Allah’a karşı kendini sorumlu hisseder. Bu sorumluluğun davete yansıması, daveti en iyi şekilde yapmak için elinden gelenin en güzelini ortaya koyma gayretidir.

Bu gayreti aşağıda açalım,

2. ÖLÇÜ: Uyarmayı/Daveti Bilmek

İslâm’a davet her Müslümanın görevidir. Bu görevin gereği olarak her Müslüman davet işine önce kendinden başlayacak.

Ama burada bir şeyin altını çizmemiz gerekiyor.

Davet işi için karşı taraf dört dörtlük bir insan arasa bile, hiçbir insanın hata ve kusurlarını sıfırlayıp dört dörtlük olması beklenemez. Böyle bir beklenti içine girmek, bazen şeytanın sağdan yaklaşmasına ve şöyle demesine zemin hazırlar “Bak sen dört dörtlük değilsin, olmadığın için de başkalarını davet edemezsin. Önce dört dörtlük ol.”

Burada ölçü şudur: Büyük günahlardan kesin olarak uzak durmak, küçük hata ve kusurlardan da elinden geldiği kadar sakınmaktır.

Kısaca, güzel ahlak sahibi her Müslüman davet işini yapabilir.

Eğer bu ölçüyü kabul etmezsek, dünyada hata ve kusurlarını sıfırlamış “mükemmel insan” olamayacağı için, davet işini meleklere havale etmek gerekir.

Önceki bütün çalışmalarımızda şu gerçeğin altını kalın kalın çizdik: Bir Müslüman için insanları Allah’a davette güzel örnek olmanın dışında hiçbir yöntem yoktur.

Bu gerçeği bilenler, davet işini yaparken, zorlamanın ve zorlama anlamına gelebilecek hiçbir şeyin dinden onay alamayacağını bilirler.

Bunu bilenler, tavsiye edecekleri yazılı görsel araçların yanında; davet işini güzel örnek olmanın arkasından gelecek bir arkadaşlık, komşuluk ve dostluk ortamında; lafın lafı açmasına bağlı olarak yaparlar.

Yine ticaretten örnek verirsek; güzel örnek olan Müslüman ürün olur. Davet edilecek kişi müşteri olur. Müşteri ürünü inceler bu incelemede söz döner dolaşır “ürünü alırsam ne olur almazsam ne olur” muhabbetine gelir. İşte bu muhabbet faslında “almazsan” başlığı altında anlatılan her şey dolaylı bir uyarıdır.

Bu davet şeklinde, muhatap davete karşı kapıyı kendisi açıyor ve bütün anlatılanlar arkadaşlık, komşuluk ve dostluk ortamında “ben kullandığım beğendiğim bir ürünü, arkadaşım olarak sana tavsiye ediyorum” üst başlığı altında oluyor.

Önemli Not: Günümüzde bazılarının daveti böyle anlamadığını; bu yöntemi uzun ve uzak gördüğünü “Hey sen! Seni Allah’ın yarattığını kabul ediyorsan, şunları yapacaksın, şunları da yapmayacaksın.” tarzında; talimat diline benzer bir yönteme daha yakın olduklarını biliyoruz.

Burada şunu da ifade edelim, günümüzde dünya genelinde binlerce örnek bu yöntemin faydadan çok zarar verdiğinin şahididir.

Davette yöntem: Bizim burada merkezine güzel ahlakı koyduğumuz; bilginin, belgenin, hikmetin, nezaketin, letafetin ve tatlı dilin öne çıktığı yöntemdir.

Bu yöntemin referansları da Kur’an’da “Firavuna bile giderken yumuşak dil kullanılmasını; bütün insanları davet ederken davette hikmetli bir dil kullanmayı; güzel ikna edici mâkul örnekler üzerinden bu işi yapmayı emreden âyetlerdir.86

3. ÖLÇÜ: Allah’ın Büyüklüğünü İlan Etmek

Allah’ın büyüklüğünü ilanda, “Allah en büyüktür” anlamında “Allahü ekber” demek bir sonuç cümlesidir. Öncesindeki sebepleri yerine getirmeden bu sözü kullananın örneği şu örnekteki adamın haline benzer.

Ortada bir hazine var; hazinenin içinde büyük bir servet var. Adam hazinenin kapağını açmadan, başkasından duyduğu şekliyle “Bu hazine çok büyük, bu hazine en büyük.” diye bağırıyor.

Adamın haline baktığımızda bunlardan eser yok.

Örneğin hakikatine gelirsek;

Allah (cc) bütün ilimlerin bilimlerin kaynak kitabı olan kâinat kitabını ve bütün ahlakî özellik ve güzelliklerin kaynağı olan Kur’an’ı hazinenin içine koymuş.

Bu yönüyle hazinenin içinde büyük bir servet var. O serveti hayata ilim teknoloji, sanat, medeniyet ve ahlak olarak yansıtamayanlara sorarlar; Allah’ın büyüklüğünü anlamının size ne faydası oldu?

Günümüzde Allah’ın büyüklüğünü bilmek, O’nun yasalarına uyarak büyük bir medeniyet kurabilmeyi bilmektir.

Evet, bunlara sebep dersek, “Allahü ekber” demek, “Bizim sahip olduğumuz bütün bu güzelliklerin kaynağı Allah’tır, bugün herkesin imreneceği bir noktaya geldiysek Allah’ın evrene koyduğu yasaları okumanın anlamanın sonucunda geldik.” demektir.

Özetlersek, 2 milyar Müslüman olarak burada anlatıldığı gibi Allahü ekberi hayata yansıtmak uzak ve zor görülebilir.

Doğrudur.

Biz kolay ve daha yakın olan yolu tercih edip kendimizden başlayabiliriz.

4. ÖLÇÜ: Elbiseyi Temiz Tutmak

İnsanın iki elbisesi vardır; biri iç, biri dış. İç elbiseye Kur’an takva elbisesi87 diyor. Dış elbise malum giydiğimiz elbiseler.

Davetçinin her iki elbiseyi de temiz tutması gerekir. Önce birinci elbiseye bakalım:

Ama hangi maddî seviyede olursak olalım, elbisemizin dışarıya mesajı şu olacak: Ben içinde yaşadığım toplumda; giydiğim elbiseyle, oturduğum semt ve evle, bindiğim arabayla insanların yanında değer kazanmak isteyen biri değilim. Ben kişiliğimin, karakterimin ve ahlakımın zarfı olan iç elbisemle değer kazanmak isteyen biriyim.

5. ÖLÇÜ: Pislikten Kaçınmak

Pislikten kaçınmayı, öncelikli olarak yukarıda bahsettiğimiz her iki elbiseyi kirletecek her şeyden kaçınma olarak anlayabiliriz.

6. ÖLÇÜ: Başa Kakmamak

Davetçi, insanları İslâm’a davet ederken onlara adına “hidâyet” denilen nimeti götürmek gibi en büyük iyiliği yapar. Bu iyiliği yaparken de yanında birçok fedakarlık yapar; özveride bulunur.

Bunlar bilinçli bir davetçi için, kendisinin olan şeylerle değil, Allah’ın verdiği emanetlerle yaptığı işlerdir. O yüzden yapılan işler vazifedir/görevdir; emanetin hakkını vermektir.

Davete böyle bakan birinin, davet ettiği insanların kadir kıymet bilmemesi karşısında “başa kakma” şeklinde hiçbir davranış sergileme hakkı yoktur.

7. ÖLÇÜ: Sabretmek

7. âyette gelen “sabret” emri, davetçiye şu mesajı veriyor: İnsanların hidâyetine vesile olma gayreti, dünyadaki en büyük iyilik hareketidir ve aynı zamanda dünyanın en zor işlerinden de biridir. Bu yolda sebepler sonuna kadar yerine getirilir ve ısrarla getirilmeye devam edilir ama sonuçlar hemen alınmaz. Sonuç almak için sabretmek gerekir. Hatta bazen bu dünyada hiçbir şekilde sonuç alamayabilirsin. Hatta nankörlük ve hakaretle karşılaşabilirsin.

Bu durumlarda, “Biz seferle (yani bize düşen vazifeyi yapmakla) emrolunduk, zaferle değil” diyecek ve yaşadıklarına sabredeceksin.

Bunları yaşayan ilk sen olmadığın gibi son da olmayacaksın. Burası imtihan dünyası olduğu için, bunları yaşamak bu yolun kaderidir.88

(1-7) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Kalkıp uyarma işine önce kendinden başlamadığın müddetçe, yapacağın uyarının sana ve başkasına fayda vermesi uzak bir ihtimaldir.

8-25 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(8-25) KALKIP UYARDIĞINDA, UYARI KİMLERE TESİR ETMEZ?

8-25 arası âyetler, şu soruların cevabı oluyor.

Bu sıfatlar bir Müslümana şunu diyor: Evet, senin Velid bin Muğire olman uzak bir ihtimal ama ondaki sıfatlara sahip olman ilki kadar uzak değil… Dikkatli ol.

(8-25) “VELİD”E BAKARSAN TARİHSELİ, SIFATLARINA BAKARSAN EVRENSELİ GÖRÜRSÜN

Öncelikle şunu ifade edelim. Kur’an zaman ve mekanla kayıtlı şahısları öne çıkarmak yerine, zaman ve mekan üstü olan sıfatları öne çıkarır.

8-25 arası âyetlerde anlatılan sıfatları birer elbiseye benzetirsek, bu âyetlerin indiği zaman diliminde bu sıfat elbisesi tarihi arka planda Velid bin Muğire’nin üzerine tam oturduğu için biz onu öne çıkardık. Bugün bu sıfatlar kime karşılık geliyorsa muhatap odur.

Neden bu tespiti yapıyoruz, şundan: Bazıları bu âyetleri belli bir zaman ve mekanla kayıtlayarak Kur’an’ı indiği asra hapsedip üzerine tarihsel damgası vurmak gibi büyük yanlışa imza atıyorlar.

Oysa ki burada öne çıkan sıfatlar zamanla mekanla kayıtlanmayan evrensel sıfatlardır.

Biz bu çalışmada bütün kıssalara böyle bakıyor, bu bakış açısı ile Kur’an’ı bugün, şimdi bana inen bir kitap gibi okumanın ve anlatmanın mümkün olduğunu gösterebilmenin hamdini ve şükrünü yaşıyoruz.

Özetlersek, Kur’an yerel olan Velid üzerinden, onun sıfatlarını öne çıkararak bize evrensel ve zaman üstü bir okuma tekniği öğretiyor.

(8-25) VELİD BİN MUĞİRENİN GÜNÜMÜZDEKİ KARŞILIĞI “X MEDYA G.Y.Y.”

Günümüzde doğru habercilik yapan Medya kuruluşları yanında, işin doğrusunu bildiği halde, “Doğrunun yerine yalanı öne çıkarıp, yalanı nasıl doğru gibi gösterebiliriz?” anlayışı ile yayın yapan kuruluşlar da var.

Bu açıdan bakarsak, bundan 1400 yıl önce yaşayan Velid’in içinde yaşadığı müşrik toplumdaki saygın konumuna ve bu konumu kullanarak insanları etkileme potansiyeline baktığımızda, Velid günümüzde “Doğruları nasıl çarpıtırım?” diye kafa yoran bir X medya kuruluşunun başındaki Genel Yayın Yönetmenine (GYY) benziyor.

Günümüz diliyle anlatırsak GYY olan Velid’e Kur’an’ın Allah kelamı olduğuna dair doğru bir haber geliyor. Velid haberi araştırıyor ve doğruluğunu anlıyor. Sonrasında bunu “doğrudur” diye duyurduğunda, olacakların hesabını yapıyor. Ölçüyor biçiyor, bir türlü doğruluğunu yalanlayacak güçlü bir delil bulamıyor. Sıkıntısı yüzüne yansıyor. Kaşlarını çatıyor, yüzünü ekşitiyor ve sonunda baş sayfadan sorumlu elemanı çağıyor ve diyor ki; yarınki manşet “Kur’an insan sözüdür” olacak.

Ertesi gün Mekke’deki oligarşik düzenin borazanı olan bütün yandaş kanallarda kara propaganda başlıyor. Kanallarda “Kur’an insan sözüdür” haberi ve buna bağlı olarak “Kur’an Allah’ın kelamı” diyen Peygamber Efendimizin “mecnun” olduğuna dair haberler aylar yıllar boyunca birinci haber oluyor.

Özetlersek, Velid öldü ama kişiliği, karakteri ve sıfatları hâlâ yaşıyor.

21. ASIRDA “SARP YOKUŞ” BENİM İÇİN DE GEÇERLİ Mİ?

18. 19. ve 20. âyetlerde bizim ölçtü, değerlendirdi ve karar verdi anlamını verdiğimiz kelimenin aslı kader kelimesiyle aynı kökten gelen “kdr” kelimesi.

Âyetlerde bu kelimenin seçilmesi bir tesadüf değil. Âyetler bize şunu diyor: Tercihleriniz kaderinizdir. Sizin tercihlerinizin yönü, Allah’ın takdirinin yönünü belirler.

İlgili âyetlerde Velid tercihlerini Allah’ın razı olmadığı yönde yapıyor. Ölçüyor biçiyor, tartıyor bile bile yanlışta ısrar ediyor.

Kur’an yanlışta yapılan bu ısrarı sarp yokuşa benzetiyor. Sarp yokuş üzerinden şu mesaj veriliyor: Nasıl sarp yokuş çıkılması zor bir yokuş, Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu bildiği halde, yanlışta ısrar da o kadar zordur. Dilin yalan söylese bile, aklın, mantığın, vicdanın seni rahat bırakmaz.

Bu sarp yokuş benzetmesi, sadece Kur’an için geçerli değildir. Bu dünyada doğru olduğu bilinen her şey karşısında bile bile yalan söylenen, bile bile yanlışta ısrar edilen her şey için geçerlidir.

ÂYETTE “KAHROLASI” DENİLEN KİM?

Bu sûrede 19. ve 20 âyetlerde iki defa arka arkaya mealimizde “Kahrolası” mânası verdiğimiz “kutile” ifadesi geçiyor.

Her ne kadar bu ifadenin muhatabı bir şahıs olarak gözükse de Kur’an’da benzeri bütün ifadelerin tamamının muhatabı insanı Allah’ın rahmetinden uzaklaştıran kötü sıfatlardır.

Kötü sıfatlar insanı Allah’ın rahmetinden uzaklaştırır. İslâm literatüründe rahmetten uzaklaştırmanın adı “lanet”tir. Bu lanetin zirvesinde de şeytan vardır.

Her “Euzü Besmele” çektiğimizde, çekerken “Şeytan’i-racîm” dediğimizde “Allah’ın rahmetinden kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırız.” deriz.

Bu açıklamadan sonra başlıktaki sorunun cevabına gelirsek, cevabımız şu olur: “Kahrolası” denilen; insanı Allah’ın rahmetinden uzaklaştırıp cehenneme yaklaştıran sıfatlardır. Allah (cc) bu sıfatlara karşı tavrını koyarak, bütün insanlara şunu diyor: Benim razı olacağım bir hayat yaşamak istiyorsanız, bu sıfatlardan uzak duracaksınız.

BEN, “KUR’AN İNSAN SÖZÜDÜR” DİYEBİLİR MİYİM?

Bu konuya hem Tefsir Usûlümüzde (21) İlim/Bilim Yasası’nda hem de önceki âyetlerde kısaca değindik. Ama önemine binaen farklı bir açıdan tekrar değinmek istiyoruz.

25. âyette Velid tarafından söylenen “Kur’an insan sözüdür.” ifadesini, sen dâhil dileyen her insan söyleyebilir.

Bu sözü söylemek kolaydır ama doğruluğunu ispat imkansızdır. Nasıl imkansız olduğunu bizzat görmek için hayal dünyanda şöyle bir kurgu yap.

Kendini 14 asır önceye, Arap yarımadasına Peygamberimizin yaşadığı çağa ışınla, hayalen Peygamber Efendimizle tanış, onun bilgi seviyesini öğren, sonra o asırda, onun bilgi seviyesinde bir insan olarak aynı kitabı hiç kimseden yardım almadan, aynı şartlarda yazmaya çalış.

Buna “birinci aşama” diyelim. Varsayalım bu aşamayı geçtin, ikinci aşamada yazdıkları yalan olan, yazdıklarına kendi inanmayan bir insan olarak 23 sene yazdıkların doğru imiş gibi yaşa, yanındaki eşin bile senden şüphelenmesin. Yaşadığın çağda kendi yalanına 100 bin insanı inandır. Arkadan gelen asırlarda da milyonlarca insanı inandır…

Bu kurgudan sonra dön nefsine şunları sor:

Bu sorulara “hayır” cevabı vermek, Kur’an’ın insan sözü olması imkansız demektir.

(8-25) YİNE BİR KERE DAHA SONUÇ EĞİTİMİ

8. âyette Kur’an’da çok sık gördüğümüz sonuç eğitimlerinden birini görüyoruz. Bu eğitimle ilgili âyetler bağlam itibarıyla hem öncesine hem de sonrasına mesajlar veriyor. Burada öncesine verdiği mesaja dikkat çekelim.

Kıyâmetin kopmasına sebep olacak “sûra üfleme” üzerinden bütün insanları ilgilendiren bir sondan bahsediliyor.

Bu son, 1-7 âyetler arasında uyarı görevini yapmayan veya uyarı görevini yapanların uyarılarını dikkate almayan bütün insanlara şu mesajı veriyor: Bu dünyanın bir sonu var. O son bu uyarıları dikkate alanlar için cennette sonsuz mutluluğun başlangıcı olurken, dikkate almayanlar için cehennemde ebedî bitmek tükenmek bilmeyen bir pişmanlığın başlangıcı olacaktır.

8. âyetin kıyâmet üzerinden verdiği mesaj şu: Hangi sonucu yaşamak istiyorsanız tercihinizi ona göre yapın.

Bir başka sonuç eğitimi

Bu âyetlere muhatap olan Velid bin Muğire aynı âyetleri şimdiki zamanda şu anda okuyan bizler için geçmiş zaman oluyor.

25. âyet ve sonrasında “sakar” ismiyle anlatılan cehennem bizim için gelecek zaman oluyor.

Kur’an, geçmiş ve gelecek arasında şimdiki zamanda bizi presliyor ve diyor ki, geçmişten ders al, geleceğe dönük tercihlerini buna göre yap. Tercihlerin Velid’inkine yakın olursa, ondaki sıfatların benzeri sende de olursa, onu bekleyen son sana da yakın demektir. Gel fırsat varken, o sıfatlardan arın.

Önemli not: Baştan beri birçok kere sonuç eğitimine dikkat çektik. Bundan sonrasında, dikkat çekme dozunu düşürecek, sadece işaret edeceğiz.

(8-25) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

(20) Evrensellik ve (26) Sonuç Eğitimi Yasalarını bilirsen, bir de Kur’an’ı sıfatlar üzerinden okursan, Kur’an’ı şimdiki zamanda bugün sana hitap eden bir kitap gibi okuyabilirsin.

26-29 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(26) KUR’AN’DA CEHENNEM NEDEN FARKLI İSİMLERLE ANLATILIR?

Bir şeyi farklı isimleriyle anlatma,89 Kur’an’a ait bir yöntemdir. Bu yöntemde amaç hem farklı özellikleriyle cehennemi tanıtmak hem de anlatımda monotonluğun, kendini tekrarın önüne geçmek, böylece muhatabın dikkatini sürekli canlı tutmaktır. (Allâhüa’lem)

Cehennemi ticari bir ürüne benzetirsek, ürünün tanıtımını yapan kişinin her seferinde ürünün farklı bir özelliğini öne çıkararak anlatması olarak düşünebiliriz.

(26) “BEN CEHENNEME GİRERSEM, GEREKÇELİ KARARDA NE YAZACAK?”

Bu soru ve cevabı çok önemli. Bu sorunun cevabına Tefsir Usûlümüzde (24) Cennet-Cehennem Yasasında değindik. Burada o bakış açısını detaylandıracağız.

Halk arasında genelde cehenneme girmenin sebebi, kâfir olmak, günah işlemek olarak bilinir. Bunlar ve bunlar gibi sayılacak, birçok şey işin görünen tarafıdır.

Mahkeme dekoru ile anlatırsak, bu konuda ilk bileceğimiz şey; Allah’ın mutlak adil olmasıdır. Bu adaletin olduğu yerde, cehenneme giren her insan Allah’a, “Allah’ım beni buraya koyma gerekçen nedir? Ben bu mahkemede hakkımda verilen hükmün gerekçeli kararını okumak istiyorum.” dediğinde; zerre kadar haksızlık yapmayan Allah (cc) her insanın önüne gerekçeli kararı koyacak ve her insan okunduğunda “Yaptıklarımla burada bulunmayı fazlasıyla hak etmişim. Çok ama çok pişmanım.” diyecek.

Allah’ın mutlak adil olduğuna iman eden her insan için, bu kesin böyle olacaktır.

Gelelim gerekçeli kararda yazacak olanlara; gerekçeli kararda bir ömür boyu işlediğimiz ne kadar günah varsa onları gün, saat, dakika ve saniye olarak orada göreceğiz.

Ama gerekçelerin tamamını topladığımızda karşımıza tek gerekçe çıkacak; o gerekçenin adı emanete ihanettir. Yani verilenlere, bunlar “emanet” demek yerine, emanetleri veriliş amacına uygun kullanmak yerine, emanetlere “benim” demek, bunun sonucu olarak da “hayat benimdir” deyip dilediği gibi yaşamaktır.

Kısaca adı günah olan her şey; Allah’ın emanet olarak verdiği nimetleri, veriliş amacı dışında kullanmaktır.

Emanetleri veriliş amaçları dışında kullanmak, emanete ihanettir.

(27) ALLAH CEVABINI BİLDİĞİ SORUYU NEDEN SORAR?

26. âyetin açıklamasında dediğimiz gibi bu da Kur’an’ın bir anlatma yöntemidir. Bu yöntemde Allah öğrenmek için değil, öğretmek için sorar.

Önce sorunun gelmesi, muhatabın merakını celp eder, dikkatini ayağa kaldırır. Onun odaklanmasını sağlar.

Bu yöntem üzerinden Rab (terbiye) ismiyle en büyük eğitimci olan Allah (cc), bütün eğitimcilere yöntem öğretir.

Bu yöntemin örneklerini gelecek âyetlerde çokça göreceğiz.

(28-29) CEHENNEM, NEDEN İNSANI KORKUTAN BİR DİLLE ANLATILIR?

Bu sorunun cevabına şu soruyla başlayalım, korkunun varlığı iyi mi kötü mü, korku olmasaydı ne olurdu?

Mesela sınıfta kalma, işimizi, sağlımızı, itibarımızı (şeref, onur, haysiyet gibi değerleri), eşimizi ve çocuklarımızı kaybetme korkusu olmasaydı ne olurdu? …

İşin “Ne olurdu?” tarafını düşündüğümüzde, dünya hayatının dekorunda korku için “iyi ki varmış” diyoruz.

Nasıl eğitim sistemlerinde, sınıfta kalma korkusunun amacı, sınıf geçmeye teşvikse Kur’an’daki bütün cehennem anlatımları, cenneti kazanmak için bir teşviktir.

Dünyada Allah’ın razı olmadığı şeylere yönelmeyi aklımızdan geçirdiğimizde, hemen cehennem karşımıza çıkar ve bu sûrenin 36. âyetinden yola çıkarak derki: “Ben büyük bir uyarıcıyım. Görevim insanları uyarmak. Sakın Allah’ın razı olmadığı yöne yönelmeyin, yöneldiğiniz yolun sonu âhirette bana çıkar. Benimle karşılaşmak istemiyorsanız, yolunuzu ve yönünüzü değiştirin.”

(26-29) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Nasıl gündüzün arkasından gecenin gelmesi bir realiteyse nasıl bu realiteyi yok sayanların yok sayması bu gerçeği değiştiremiyorsa âhiret ve âhirette var olan cehennem de bir realitedir. Bu realiteyi ne kadar çok dikkate alırsan, ebedî geleceğin için o nispette iyi tercihler yaparsın.

30-31 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(31) KUR’AN’DA İMTİHAN KAVRAMI

Kur’an’da imtihan kavramı genelde “bly” kökünden türeyen bela, “ftn” kökünden türeyen fitne, “mhn” kökünden türeyen imtihan kelimeleri ile ifade ediliyor. 31. âyette bizim imtihan mânası verdiğimiz kelime fitne kelimesi. İstisnaları olmakla birlikte Kur’an’ın fitne kelimesi kullandığı yer; genelde imtihanın ağırlaştığı, doğru cevabı bulmanın zorlaştığı yerlerdir.

Bu üç kelimenin Kur’an’daki kullanımını şöyle bir benzetme içinde anlatabiliriz.

Bir öğrenci var; okulda bütün bir yıl imtihan oluyor. Bu imtihanlar içinde bazıları zor oluyor. Bu imtihanlarda bazıları hem zor oluyor hem de yanlış cevap vermenin riski çok oluyor.

Bu benzetmeyi imtihan dünyasındaki imtihanımıza uyarlarsak. Biz insanlar her alıp verdiğimiz nefesle her an imtihan ediliyoruz.

Özetlersek, 31. âyette “ftn” fiili geçiyor ve bu da buradaki imtihanın hem zor hem de risk derecesinin yüksek olduğunu gösteriyor.

(30-31) ALLAH (cc) BÜGÜN, BENİ 19 SAYISI İLE NASIL İMTİHAN EDİYOR?90

Evet, 31. âyette Allah (cc) “Biz 19’u bir imtihan vesilesi yaptık.” diyor. O gün başlayan imtihan, bugün de devam ediyor.

Bu imtihan sadece 19 görevli melekten bahseden âyet üzerinden olmuyor. Bu imtihan Kur’an’ın mânası kapalı gibi görünen, anlaşılması zor olan, farklı anlamlara açık olan her âyeti üzerinden bütün zamanlarda oluyor.

Bu son duruş bizim duruşumuz. Yaptığımız Tefsir Usûlü çalışmamız ve bu tefsir çalışmamız da bu duruşun bir meyvesi.

Biz Tefsir Usûlümüzde (2) Aklın İşleyiş Yasasında ve diğer yasalarda ifade ettiğimiz gibi şöyle diyoruz. “İslâm dini Allah’ın dinidir. Bu dinde, mâkul bir cevabı olmayan hiçbir soru ve mâkul bir izahı olmayan hiçbir konu yoktur.”

Özetlersek, Kur’an âyetleri karşısında, anlayarak veya anlamayarak okuyan, ön yargıları ile uzak duran veya “saçma” deyip okumayan her insan her devirde imtihan oluyor.

Burada soru şu:

(30-31) ANLAMAKTA ZORLUK ÇEKİLEN ÂYETLER KARŞISINDA İDEAL DURUŞ NEDİR?

İdeal duruşu özetleyen cümlemizi bir kere daha ifade edelim: “İslâm dini Allah’ın dinidir. Bu dinde, mâkul bir cevabı olmayan hiçbir soru ve mâkul bir izahı olmayan hiçbir konu yoktur.”

Bu ifade içi boş bir ezber değil. Bu ifade bizim Tefsir Usûlümüzde içini (2) Aklın İşleyiş ve (21) İlim/Bilim Yasalarında bilgi ve belge ile doldurup temellendirdiğimiz bir ifadedir.

Bu temeli burada kısaca özetleyelim.

O yasalarda insanın beden, dünya ve İslâm evi şeklinde üç evi olduğundan, bu üç evin yasalarının da Allah tarafından konulduğundan; iki evinin yasalarının bütün bilim insanları tarafından mükemmel kabul edildiğinden bahsettikten sonra şu tespiti yaptık: Bu iki evi için mükemmel yasalar koyan Allah’ın üçüncü eve gelince, “basit ve saçma” denilebilecek yasalar koyması aklın mantığın kabul edemeyeceği bir durumdur.

Nasıl bilim insanları ilk evde anlayamadıkları şeyler için “anlaşılmaz ve saçma” demiyorsa, anlamak için gayret ediyorsa, üçünce evdeki anlaşılmayan şeyler için de aynı yaklaşımın sergilenmesi ilim ahlakının gereğidir.

Bütün bu açıklamalardan sonra aşağıdaki sorunun cevabını verelim,

30. ÂYETTE BAHSEDİLEN 19 NEDİR?

Âyetin lafzî (metinden ilk anlaşılan) anlamını öne alırsak, bu âyette 19 ile kast edilen cehennemde görevli meleklerdir. 31. âyet içinde “O’nun ordularının sayısını hiç kimse bilemez” ifadesinden yola çıkarak, buradaki 19’un cehennemdeki bütün işleri yapan melekleri yöneten; 19 yönetici melek olduğunu tahmin edebiliriz. Allâhü a’lem.

Bu sayının kapalı bırakılmasını da şu dünya hayatımızda devam eden imtihanda, önümüze gelen ve bu tür âyetler karşısında kimin hangi duruşu sergileyeceğini ortaya çıkaran imtihan sorularından biri olarak değerlendirebiliriz.

(30-31) SORU: “BEN BUGÜN ADINA 19 MUCİZESİ91 DENİLEN ŞEYE İNANABİLİR MİYİM?”

Günümüzde, bilgisayar teknolojisinin gelişmesine bağlı olarak, bazı insanlar buradaki 19 rakamından yola çıkarak “19 mucizesi” adını verdikleri bir iddiayı ortaya attılar.

Bu iddiayı kabul etmemiz için iki kriterimiz var.

Durum böyle olunca, adına 19 mucizesi denen mucizenin, 19 hipotezi92 olarak anılması gerekir.

19 hipotez olduğunda başlıktaki sorunun cevabı şu olur: “Kesin doğrudur” diye inanamazsın. Dilersen doğruluğu ispatlanmamış zan ve tahmin seviyesinde bir veri olarak değerlendirebilirsin.

(30-31) “ALLAH BENİ SAPTIRIYORSA BENİM SUÇUM NE?”

Biz tefsir çalışmamızda bu ve benzeri sorular önümüze geldiğinde, cevap için mealimizde yaptığımız açıklamalara yönlendiriyoruz.93 Burada da öyle yaparak bu bölüme nokta koyuyoruz.

(30-31) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Ön kabulün şu olsun: Beden ve dünya evine mükemmel yasalar koyan Allah’ın İslâm evine koyduğu yasalar da mükemmeldir. O yasaların bazılarını tam olarak anlamamak bizim bilgimizdeki eksikliğe bağlıdır. Bize düşen âyete “anlaşılmaz” demek yerine, eksiğimizi sürekli azaltma gayreti ile anlamaya çalışmaktır…

32-37 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(32-34) AYIN, GECENİN VE SABAHIN ŞAHİTLİĞİ BANA NE DİYOR?

Çok kısa özetlersek sana denen şu: İndirilen âyetlerin zarfı olan Kur’an’ın doğruluğuna, yaratılan âyetlerin zarfı olan kâinat kitabı şahittir. Onu yaratan da bu kitabı gönderen de Allah’tır.

Bu kısa tespiti biraz açarsak, şunları deriz: Biz Kur’an’da Allah’ın yaratılan âyetleri, indirilen âyetlere şahit kılma yöntemini, çalışmalarımıza “insanın üç evi” adını verdiğimiz bir yöntemle yansıttık.94

Bu yöntem çok güçlü bir yöntem. Yaratılan âyetler, fizikten kimyaya ne kadar pozitif ilim varsa onlara zarf olan âyetlerdir.

Yaratılan âyetleri böyle anladığımızda, bu âyetler sana şunu diyor: Yaratılan âyetlerin varlığını ve doğruluğunu inkar nasıl imkansız ise indirilen âyetler de öyledir.

Bu âyetleri bu bakış açısı ile okuduğumuzda, bu tür âyetler genelde öncesindeki ya da sonrasındaki konuların doğruluğuna şahit olur.

Burada öncesine bakarsak, 31. âyetin sonunda geçen “Kur’an beşer için bir öğüttür.” ifadesinin doğruluğuna şahit olur.

Sonrasından bakarsak, 36. âyette geçen “sakar” isimli cehennem ateşinin varlığına şahit olur.

Özetlersek, Kur’an’da yaratılan âyetlerin temsilcisi olan ay ve güneş gibi âyetler üzerine yapılan yeminlerin tamamı, indirilen âyetlerin doğruluğuna şahitlik içindir.

(36) SAKAR KALKTI VE UYARIYOR, SEN DE KALK VE UYAR!

Bu âyetteki “nezîr” kelimesiyle bu sûrenin başında 2. âyette geçen “enzir” emri aynı kökten gelir.

Kur’an âyetlerinde muhteşem bir betimleme vardır. Bu âyette cansız bir varlık olan cehennem dile geliyor ve insanları “Yolun sonunda ben varım, ben varım. Sakın sizi bana getirecek tercihleri yapmayın!” diye uyarıyor.

2. âyetteki “kalk ve uyar” ifadesi de dolaylı olarak bize “Cehennemin yapmış olduğu bu uyarıyı önce kendiniz dikkate alın, sonra da ulaşabildiğiniz kadar insanı uyarın.” diyor.

(32-37) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Yaratılan her şey Allah’ın varlığına birliğine şahit. Onlar şahit olarak yaratıldığı için, onların şahitliği gayr-ı iradi. Senin şahitliğin ise senin tercihine bırakıldı. Burada kendine soracağın soru şu: İnandığım değerlerin varlığına şahitlik eden örnek bir hayatım var mı? …

38-39 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

“38. ÂYETİ DOĞRU ANLADIYSAM BEN ŞU AN BİR REHİNE MİYİM?”

Arap dilinin gramer yapısı, bize bu âyetleri iki türlü okuma imkanı sunuyor.

Ayrı okursak anlam şöyle olur: Her günahkar nefis/insan işlediği günahların rehinesidir yani alışkanlıklara dönüşmüş günahları tarafından esir alınmış bir rehinedir. Bu rehinenin kurtuluşu ödeyeceği fidyeye bağlı olacak. Bu fidye tevbedir, pişmanlıktır ve salih ameldir.

Birlikte okursak anlam şöyle olur: Her insan, verdiği nimetler nedeniyle Allah’a sınırsız borçludur. Bu borç ödenene kadar her insanın âhiret geleceği bu borç karşılığında rehinedir. Bu rehinenin kurtuluşu insanın dünyada kazandıklarına bağlıdır.

Bu açıklamalardan sonra başlıktaki sorunun cevabına gelirsek, “Evet, doğru anladın, sen bir rehinesin. Varsayalım 40 yaşındasın, geçmişinde günah ve sevap olarak kazandıklarına bak. Kazandıklarından yola çıkarak, geleceğin hakkında tahmin yapabilirsin.”

(38-39) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

“Dünyada ne yapıyorsun?” diye soran olursa onlara nükteli bir cevap verme adına “Rehine kurtarma operasyonundayım” diyebilirsin.

40-48 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

ÖN BİLGİ: Kur’an’da âhirete; cennete, cehenneme yönelik bütün anlatımlar, dünyadakilere “uyarı” anlamında mesaj vermek içindir. Bu âyetlerde, o uyarılardan birinin dünyadaki tercihlerin sonuçlarını âhirette gösterme şeklinde yapıldığını görüyoruz.

Bu konuyu sonuç eğitimi başlığı altında önceki âyetlerde çok tekrar ettiğimiz için, burada kısa bir işaretle yetiniyoruz.

(42-46) NE YAPARSAM CEHENNEME GİRERİM? NE YAPARSAM GİRMEM?

İlgili âyetler bu sorumuza şu cevabı veriyor: Namaz kılmayan, nimetlerin emanet olduğunu unutup zekat vermeyen, Allah’ın verdiği ömrü boş işlerin peşinde tüketen ve âhirete sözde inanıp uygulamada ahiret yokmuş gibi yaşayanlar cehenneme girecek.

Burada soru şu? Bunlar orada ebedî kalacaklar mı?

Kur’an bu âyetlerde, âyetlerin verdiği mesajları her iki grubun da üzerine alınabileceği bir dille anlatıyor.

(48) ŞEFAAT VAR MI? BANA BİRİ ŞEFAAT EDEBİLİR Mİ?

Kur’an’la yolculuğumuzda iniş sırasında şefaat kelimesi ilk kez bu ayette karşımıza çıkıyor. Biz Tefsir Usûlümüzde (15) Şefaat Yasası altında bu konuyu geniş olarak ele aldık. Bu aşamada o yasanın okunmasını tavsiye ediyoruz. Başlıktaki sorunun cevabını da o yasa altında verdik. Burada çok kısa bir açıklama yapalım.

Bu âyetler şefaat konusunda hem Müslümanlara hem de kâfirlere şu net mesajı veriyor. Bu âyetlerde bahsedilen hususlar sizin hayatınızda yoksa hiçbir şefaatçinin şefaati size fayda vermez. Eğer Şefaatçi arıyorsanız, en büyük şefaatçi imanınız ve o imanın şahidi olan ibadetler ve salih amellerinizdir.

(40-48) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Müslümanlığı içinde farklı level/seviyeler olan programlara benzetirsek,

İşin başında birinci seviyede olman normaldir ama yıllar geçmesine rağmen hâlâ o seviyede kalmayı bilinçli bir Müslümanlıkla açıklamak zordur.

49-53 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(49-51) (ZIMNEN) EŞEK KADAR OLAMADINIZ!

Eşek ve benzeri otçul hayvanlar için aslan, kaplan gibi yırtıcı hayvanlar hayati tehlike arz edecek kadar büyük bir tehdittir. Böyle bir tehdit karşısında eşeğin kaçması olması gerekendir.

İlgili âyetler eşek benzetmesi üzerinden, muhataplara şunu diyor: “Eşek, bir eşek olarak faydalı olanla zararlı olanı ayırıyor.

Ama siz insan olarak faydalı olanla zararlı olanı ayıramıyorsunuz. Size dünyada huzur ve güven verecek, âhirette ebedî hayatı kazanmanıza vesile olacak öğüdü, bir aslan gibi tehdit ve tehlike olarak görüyorsunuz.

Bu noktada fayda ile zararı, iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini ayırt edebilen eşek kadar bile olamadınız. Akıl taşıma nimetinin, vahye muhatap olma şerefinin hakkını veremediniz. Yazıklar olsun size!”

(52) BAHANEDE ZİRVE: “İPE UN SER, BEN DE İMAN EDEYİM”

“İpe un sermek” bir deyimdir. Bu deyim, birinin birinden imkansız olan bir şeyi istemesi karşısında söylenir.

52. âyette “Bana da vahiy gelsin” diyenlerin durumu; imtihan devam ederken bazı öğrencilerin öğretmenden soruların cevabını tahtaya yazmasını istemesine benziyor.

Burası imtihan dünyası ve bu dünyada bu taleplerin karşılığı yok.

54-56 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(54-56) KUR’AN ÖĞÜT KAVRAMINI NEDEN ÇOK ÖNE ÇIKARIYOR?

İniş sırasındaki ilk 10 sûreye baktığımızda öğüt anlamına gelen “zikir” kelimesi toplamda 16 defa tekrar ediliyor.96

Bu tekrarlara Kur’an genelinde baktığımızda, Kur’an bütün insanlar için baştan sona bir öğüttür.

Önce hikmetten bahsedip sonra öğüdün anlamını verelim.

Hikmetlerinden birini şöyle ifade edebiliriz:

Allah (cc) inen âyetlerin insanlar tarafından “Allah böyle emrediyor siz de mecburen böyle yapacaksınız!” şeklinde insanı robot yerine koyan, onun aklını yok sayan bir emirname veya bir talimatname gibi anlaşılmasını ve anlatılmasını istemiyor. Bu nedenle ısrarla Kur’an’ın bir öğüt olduğunun altını çiziyor.

Öğüdün tanımına gelince,

Öğüt; bir kişiye ve topluluğa, doğru yolu göstermek, güzel davranışları teşvik etmek veya onlara hata ve yanlışlardan kaçınmaları için yapılan tavsiye olarak tarif edilir.

Bu mânayı dikkate aldığımızda, Kur’an’daki bütün öğütler insanlara şu ortak mesajı verir: Allah sizi sevendir, size değer verendir. O verdiği tüm nimetlerle, kitapları ve peygamberleri üzerinden size duyurduğu bütün âyetleriyle, sizin iyiliğinizi isteyendir.

Bu mesajı açarsak,

Öğütte “zorlama yok” dediğimizde şu soru akla gelebiliyor, “Cehennemden bahsetmek bir zorlama değil mi?”

Hayır değil. Cehennemden bahsetme, bir sonuç eğitimi olarak,

Bu anlatımların tamamında muhatabın iyiliğini isteme ve ona tercihlerinin sonuçlarını baştan gösterme vardır.

Özetlersek, başkasına öğüt vermeden önce her Müslümanın o öğütleri nefsine vermesi, muhataplarından “sen önce kendine bak” anlamında sözler duymasına sebep olacak her türlü davranıştan sakınması gerekir.

(55-56) İNSANIN VE ALLAH’IN DİLEMESİ

Biz mealimizde Allah’ın dilemesi ile ilgili akla gelebilecek soruların cevaplarını “7/81. Tekvîr ve 43/35. Fâtır sûresinin” girişlerinde vermeye çalıştık. Bu ve benzeri âyetler geldiğinde geniş açıklama için oraya bakılabilir.

(54-56) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

“Kalk ve uyar” âyetinde nasıl uyarma işine kendinden başladıysan, öğütte de kendinden başla. Başkasına vereceğin öğütleri önce kendine vermen, o öğütlerin gereğini önce kendi nefsinde yaşaman, başkalarına vereceğin öğütlerin etkisini arttırır.

5/1. FÂTİHA SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-4 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(1) FETİH FARKINDALIKLA BAŞLAR

Kur’an’ın inişinde iki ilk vardır. Alak sûresinin ilk 5 âyeti; âyet bazında ilk inen âyetlerdir. Fatiha sûresi ise; sûre bazında ilk inen sûredir.

Bu açıdan bakarsak, besmele ilk inen sûrenin ilk âyetidir. Peki bu âyetin bize mesajı nedir? Bu mesaja Alak sûresinde değindiğimiz için burada, konuya farklı bir açıdan bakacak ve çok kısa bir özet vereceğiz.

“Allah’ın adıyla başlarım” demek olan Besmele, kâinat çapında büyük bir farkındalığın zarfı olan bir cümledir. Bu farkındalığın özeti şöyle:

Evet, bu farkındalık insanın yapacağı fethin başlangıç noktasıdır.

En genel anlamda insan için içe ve dışa doğru iki fetih vardır.

Bu tanımalarda hedef, yaratanı tanımaktır. Literatürde bu tanımaya Marifetullah deniyor. Bu tanımların ilk meyvesi tanıdığını sevmektir. Buna da Muhabbetullah denir.

İçe doğru fethin meyvesi güzel ahlak olurken, dışa doğru fethin insana ve doğaya/tabiata dönük iki meyvesi olur.

Bu yönüyle, besmele bütün bu fetihlerin mânevî anahtarı oluyor.

Nefis muhasebesi adına kendimize soracağımız soru şu: Ben, sen ve bütün Müslümanlar bütün bu fetihlerin neresindeyiz?

(1-3) EY İNSAN! RAHMÂN VE RAHÎM İSİMLERİNE AYNA OL!

Bilinçli olarak, Kur’an okuyan her insanın kendine soracağı sorulardan biri de şudur:

Allah’ın (cc) 99 güzel ismi varken, Kur’an’da hem bu sûrenin 1. ve 3. âyetlerinde hem de Tevbe sûresi hariç Kur’an’daki bütün sûrelerin başında Rahmân ve Rahîm isimlerinin öne çıkması üzerinden bana verilen mesaj nedir?

Kısa mesaj şu: “Ey insan! Rahmân ve Rahîm isimlerine ayna olabilecek potansiyelde yaratıldın. Haydi ayna ol.

Bu iki isim Allah’ta sınırsızdır. İnsandaki tecellisi sınırlıdır.

Kısa mesajda “Allah (cc) her insanı Rahmân ve Rahîm isimlerine ayna olabilecek potansiyelde yarattı.” demiştik.

Şu soruyla bu tespiti açalım; insan dünyaya geldiğinde ilk aldığı mânevî gıda hangisidir?

Cevap: Rahmân isminin tecellisi olan sevgidir.

Az da olsa istisnaları olmakla birlikte dünyadaki bütün anne-babalar, dünyaya gelen çocuklarına, çocukluk döneminde bol bol sevgi verirler. Çocuğu su deposuna benzetirsek, depo ağzına kadar sevgiyle doldurulur. Çocuğun Allah tarafından kendilerine bir emanet olarak verildiğini bilen anne-babalara çocuğun şöyle bir soru sorduğunu farz edelim, “Anne-baba bana bu kadar sevgiyi neden verdiniz?”

(Bilinçli Anne-Babalar Tarafından Verilen) Cevap:

Kısaca, “Ey insan! Bu kadar sevgi sana Rahmân ve Rahîm isimlerine ayna olasın” diye verildi.

(2) YOKLUKTAN VARLIĞA ÇIKTIĞINDA İLK SÖZÜN NE OLUR?

Olmaz ama hayal edelim, yokluktayız; hiçbir şeyimiz yok. Biri bize el, ayak, göz, kulak, ruh, akıl, duygu vererek, yokluktan varlığa çıkarıyor. Yokluktan varlığa çıktığımızda, bizi yokluktan varlığa çıkarana diyeceğimiz ilk söz ne olurdu? …

Cevap: Teşekkür.

İşte Fatiha sûresinin başındaki, (Bütün hamdler, şükürler, teşekkürler Allah içindir anlamına gelen) “Elhamdülillah” bizim fıtratımızın sesi oluyor.

Fıtrat teşekkür ediyor. Bu teşekkürler, Allah’a teşekkürün fıtratın gereği olduğunu gösteriyor.

Bu konuya aşağıdaki soruyla devam edelim.

(2-4) ÂYETLERİN DİZİLİŞİ BANA NE DİYOR?

Âyetlerin dizilişi bana diyor ki: Allah (cc) içinden geçen soruları biliyor, âyetlerin dizilişi ile o soruların cevaplarını veriyor.

Bunun nasıl olduğuna âyetler üzerinden bakalım.

“Hamd, övgü, şükür, teşekkür Allah içindir” mânasında Elhamdülillah dediğimizde, içimizden şu geçiyor: Niçin teşekkür ediyorum?

Cevap geliyor: (2. âyetin devamı) Çünkü, Rabbü’l-âlemîn olan Allah, seni yoktan var etti, Rab ismiyle ihtiyacın olan her şeyi senin için terbiye etti.

Soru: Bunu yapmasının sebebi nedir?

Cevap: (3. âyet) Rahmân olduğu, seni sevdiği için yaptı.

Soru: Sevgisine sevmekle karşılık verirsem ne olur?

Cevap: (3. âyet) Rahîm ismiyle sana karşılık verir.

Soru: Tamam, O’nu çok seviyorum, fakat, seven de sevmeyen de ölümle birlikte, yokluktan gelip yokluğa gidiyor.

Cevap: Hayır, hayır! Öldükten sonra, yokluk yok. (4. âyet) Âhiret var, hesap günü var.

Soru: Rahmân ve Rahîm olan âlemlerin Rabbinin rızasını kazanmak, O’nun ebedî cennetinde misafir olmak için ne yapayım?

Cevap: 5. âyetin gereğini yaparak “Sadece ve sadece O’na kulluk et…”

Bu diziliş bize diyor ki: Aklı yaratan Allah olunca, ondan gelecek soruları da biliyor. Dizilişte gelen âyetlerin akışı, akla gelen sorulara cevap verecek şekilde oluyor.

(2) SENİ ÖVENE DE Kİ, ÖVGÜYE LAYIK OLAN BEN DEĞİLİM “O” (cc)

Kitap çalışmalarımızda öne çıkardığımız tespitlerden biri de şuydu: Sübhânallah, Elhamdülillah, Allahüekber ve Lâilâheillallah gibi cümlelerin tamamı, Allah’ın yarattığı kâinat kitabını okumanın, anlamanın sonucunda söylenen, sonuç cümleleridir.

Elhamdülillah diyen bir insan öncesinde şunları anlamıştır.

Bu farkındalıklar, kişiyi mütevazi bir insan yapar. Mütevazi bir insan da ne kadar övülecek işler yaparsa yapsın şöyle der: “Övgüye layık olan ben değilim, bana bütün bu övülecek işleri yapma imkanı veren Allah’tır.”

(1-4) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Sen beş vakit namazda günde 40 defa Fatiha sûresi okuyan bir Müslüman olarak kendine sor “Ben kendimi fethettim mi?

Beden ülkene emanet diyor, bu ülkede emanetin sahibinin sözü geçer deyip, ülkenin el ayak, göz kulak ve akıl gibi imkanlarıyla istediğini değil, O’nun razı olduğu şeyleri yapıyorsan, bu bilinçle yaptığın güzel işlerin arkasından gelen övgülerde, “asıl övülmesi gereken ben değil Allah” diyebiliyorsan, kendini fetihte doğru yoldasın demektir.

5-7 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(5) BENİM KENDİSİNE KULLUK EDECEĞİM İLAHIN ÖZELLİKLERİ

Müslüman olmak, Allah’a kulluk etmek büyük bir farkındalığın sonucudur. 5. âyette bu farkındalığın en güzel ve en önemli örneklerinden birini görüyoruz. 5. âyet “İlk dört âyeti, okudum, çok iyi anladım ve şimdi de gereğini yapıyorum.” anlamına gelen bir âyettir.

Bir kurgu yaparsak, insan fıtrat diliyle şöyle diyor:

İşte ilk dört âyet bu arayışın cevabı oluyor.

Fatiha sûresinin ilk dört âyeti özetle şunu diyor:

Özetlersek, bu cevaplardan sonra arayışta olan insan aradığını buluyor ve şöyle diyor: Bunları Allah’tan başkası yaratıp yapamayacağına göre, O’ndan başkası benim ilahım olamaz. Ben sadece ve sadece Ona kulluk ederim.

(5) ELİMLE, AYAĞIMLA, MALIMLA, MÜLKÜMLE SANA KULLUK EDERİM

Adına kulluk dediğimiz ibadet, bir Müslümanın varlık gayesine uygun hareket etmesidir.

İbadetin bu mânasını merkeze koyup, ibadet eden bir insana soralım: Şu an ne yapıyorsun?

Cevap: Varlık gayemin gereğini yapıyor; ibadet ediyorum.

Soru: Sen böyle deyip, söyleminle kulluk ederken, eylemin de bu kulluğa fiili olarak katılıyor mu?

Bu durumda,

Eylemlere ruh ve yön vermeyen, sadece söylemde kalan ibadetler, ibadetten beklenen faydaları vermekten uzaktır.

(5) SADECE ALLAH’TAN DEĞİL BAŞKASINDAN DA YARDIM İSTİYORUM. BU ÇELİŞKİ DEĞİL Mİ?

Önce, şu soruları soralım,

Bunları derken, sürekli başkalarından yardım isteriz. Sonra da günde beş defa namazda “Allah’ım sadece ve sadece senden yardım istiyoruz.” deriz.

Peki, bu durum bir çelişki değil midir?

Değildir. Aksine çok yüksek bir farkındalık halidir.

Bu farkındalığa sahip olan Müslüman bilir ki, Allah’ın iki türlü yardımı vardır.

Bu gerçeği fark eden bir insan Rabbine karşı şöyle diyor: Rabbim ben birinden yardım isterken biliyorum ki, bütün yardımların arkasında sen varsın. O yüzden, nereden ve kimden gelirse gelsin, o yardımları senden biliyorum ve sadece ve sadece senden yardım diliyorum.97

Bu konuyu Tefsir Usûlümüzde 28. yasa olan Dua Yasasında geniş olarak ele aldık. Ayrıntılar için oraya bkz.

(6) YÖNELTME + YÖNELME = İLETME

6. âyetteki duamız şu: “Allah’ım bizi dosdoğru yola ilet.”

Bu duada bir incelik var. Bu duada “ilet” ifadesi Allah’tan sonucu ve bizi o sonuca götürecek sebepleri yaratmasını dilemektir. Bunların yaratılması da insanın özgür iradesi ile yapacağı tercihlere bağlıdır.

Bunu bir örnekle anlatalım: Bir baba akıl baliğ olmuş çocuğunu arabasına alıyor ve ona diyor ki, yolumuz üzerinde bizi yönlendiren levhalar olacak. O levhalara bak. Hani yöne gitmek istersen ben seni oraya götüreceğim.

Bu örneğin imtihan dünyamızdaki karşılığına bakarsak;

Yönelmeye sebep dersek, iletme sonuç oluyor. Meallerde ve tefsirlerde geçen bütün “ilet” dualarını, sebebi yerine getirmenin arkasından, Allah’ın sonucu takdir etmesi gibi bir bütünlük içinde anlayabiliriz.98

Özetlersek, “ilet” şeklinde yapılan duanın içinde, “Allah’ım iletmen için hangi sebepleri yerine getirmem gerekiyorsa bana onları yerine getirmeyi nasip et.” duası da vardır.

(6) BENİ ATOMUN VE GÜNEŞİN DOĞRU YOLUNA İLET

İbadet için yukarıda “varlık gayesine uygun hareket etmek” demiştik.

Bu kâinatta yaratılan her şeyin bir varlık gayesi vardır ve bu varlık gayesinde hareket etmenin diğer adı “doğru yol”dur.

Bu mânasıyla, “dünyanın, güneşin ve ayın yörüngesi” demek onun sırat-ı mustakimi yani doğru yolu demektir.

Bu tespitten sonra şu tespiti yapabiliriz: Allah (cc) insan dışındaki her varlığı doğru yolda yaratmış; doğru yolda hareket etmek üzere programlamıştır.

İnsana gelince, vahyin rehberliğinde, Peygamberin örnekliğinde, doğru yolu bulmayı ona bırakmıştır.

Doğru yolu böyle külli anlayan bir insan için, “Allah’ım bizi dosdoğru yola ilet” duası, atomla, güneşle rotasını Allah’ın belirlediği aynı yolda, aynı yöne yürüme duasıdır.

(6) BENİ, BİR ŞEYİN DEĞİL, HER ŞEYİN DOĞRU YOLUNA İLET

Bu dünyada doğru yapılan, doğru sonuç veren her işi yapmanın doğru bir yolu vardır. Bu yolu bilen bu yolda giden insana MESLEK sahibi denir. Kök anlamı itibarıyla Arapçada s-l-k kelimesinden türetilen meslek kelimesi izlenen yol, takip edilen rota anlamına gelir.

Bu bilgiyi dikkate alan bir insan, “doğru yola iletilme” duasını bir konu için değil, her konu için yapar;

Amin…

(6) DOĞRU YOLUN TAM ORTASINDAYKEN, DOĞRU YOLU BULMAK İSTENİR Mİ?

Fatiha süresini beş vakit namazın içinde, günde en az 40 defa okuruz.

Bu noktada soru şu: Hidâyet denilen doğru yolu bulmuş bir Müslüman, doğru yolu bulduğu halde, namaz gibi bir ibadeti yaparken, doğru yolun tam ortasında olduğu halde, neden ısrarla hâlâ “Allah’ım bizi dosdoğru yola ilet.” duasını yapar.

Nedeni şu: Bilinçli her Müslüman bilir ki, bu dünyada doğru yolu bulmak zordur. Ondan daha zoru da doğru yolu bulduktan sonra, her gün, her an, her nefeste doğru yolda kalabilmektir.

Bunları dikkate aldığımızda doğru yolu bulmak zor olduğu gibi, bir ömür boyu her eylem ve söylemde doğru yolda olmak da zordur.

İşte bu zorluk nedeniyle namazımız duamız olur.

(7) NİMETİ ALDIN, PEKİ NİMET VERİLENLERİN YOLUNDA MISIN?

İnsanı dev bir gemiye benzetelim. Bu gemide bulunan elden ayağa, akıldan kalbe her şeyin ortak adı nimettir.

Soru şu: Bu nimet gemisine sahip olmak büyük bir nimet mi? Evet.

Soru şu: Bu nimetten daha büyük bir nimet var mı? Evet var.

Peki nedir o? Bu nimet gemisinin, hedefi gösteren doğru pusula ile doğru rotayı bulması ve doğru yolda gitmesidir.

Gemi sahibi olmaya “birinci nimet” dersek doğru yolda gitmek “ikinci nimet” olur. Bu yönüyle, ikinci nimet birinci nimeti tamamlayan bir nimet olur.

Böyle bir durumda, ikinci nimet olmadan, gemi hangi yöne giderse gitsin, hedefinden uzaklaşmış olacak.

İşte bu noktada Peygamberler kendilerine ikinci nimetin de verildiği insanlardır. Onların gemilerinde pusula vahiydir/Kur’an’dır. Bu pusulanın gösterdiği hedef Allah’ın rızasını kazanmaktır. Bu hedefe götüren doğru yolun adı sünnet-i seniyyedir.

Fatiha sûresinde, “Allah’ım bizi nimet verdiğin kimselerin yoluna ilet.” demek, “Allah’ım bizleri dev dalgalara rağmen senin doğru yolundan doğru rotandan ayrılmadan hedeflerine yürüyen Peygamberlerin yoluna ilet” demektir.

Bu açıklamalardan sonra, başlıktaki sorunun cevabına gelirsek, beden denilen gemi her insana verilen bir nimettir. Peygamberlerin (as) yolunda olmak, kendilerine hidâyet nimeti verilenlerin yolunda olmaktır.

(7) YOL İKİ; NİMETE “EMANET” DİYENLERİN VE “BENİM” DİYENLERİN YOLU

Dünyaya insan olarak gelmek bir nimettir. Yukarıdaki gemi örneğini hatırlarsak, yaşayan her insan bir gemidir. Her geminin önünde iki yol vardır. Bu geminin rotası, “Bu gemi kimin?” sorusuna verilen cevaba göre çiziliyor.

Böyle deyince de onların takip ettiği yol, rotadan sapan ve kafasına göre yaşayanların yolu oluyor. Gazaba uğrayanlar da bu yolda, aşırılık yapan, haddi aşanlar oluyor.

(7) KUR’AN ALINGAN OLMAMIZI İSTİYOR?

Mealimizde Beyyine sûresinin girişinde “Kur’an Okurken Alıngan Olmalı mı?” şeklinde bir başlık var. Burada anlatacaklarımız o konunun devamı olacak.

Fatiha sûresin 7. âyetinde Kur’an’da sık kullanılan bir yöntem görüyoruz. Kur’an sıfatları veriyor ama sıfatların hangi şahsa, gruba, cemaate, topluluğa ait olduğunu söylemiyor.

Bu tür âyetlerde Kur’an “sapık” demekle “benim kastım Hristiyanlar”, “gazaba uğrayanlar” demekle “benim kastım Yahudiler” deseydi biz yine üzerimize alınacaktık. “Onları doğru yoldan uzaklaştıran sıfatlar bizde de var mı?” diye nefis muhasebesi yapacaktık.

Ama öyle demiyor. Öyle demeyerek şu mesajı veriyor: Doğru yoldan sapmayı bir inanç grubundan çıkıp diğerine girmek olarak anlamayın.

Günaha doğru atılan her adım, doğru yoldan yan yollara sapmaktır.

Günah küçük olursa sapma küçük olur. Günah büyük olursa sapma büyük olur. Bu sapmalarda küçük günahlar büyük günahlardan daha sinsi olabilir. Onların Müslümanın hayatına girişi ve girdikten sonra tekrarı büyük günahlara göre daha kolaydır.

O yüzden Günahın küçük olması sizi aldatmasın; küçük günahların tekrarını “damlaya damlaya göl olur” sözüyle birlikte düşünürseniz, onlar hiç de masum değildir.

Burada “Sapma ile gazaba uğramın farkı nedir?” diye bir soru gelirse şunu deriz: Sapmaya “yanlışa doğru gitmek” dersek gazaba uğramayı; yanlışta ısrar etmenin, yanlıştan dönmemenin, yanlışı artık sanki doğru imiş gibi yapmanı sonucunda “ilahi tavır” olarak tanımlayabiliriz.

Allah’ın (cc) muhatabı biz insanlar olduğumuz için, ilahi tavrını bizim anlayabileceğiz bir dil üzerinden anlatıyor.

Bir ilah tavır olarak Allah’ın gazabı: “Yapılandan razı değilim. Yapılanlar emirlerime isyandır. Bu isyan sizi dünyada hidâyet nimetinden uzaklaştırır. Âhirette Kahhâr ve Muntakım isimlerimin tecellesi olan cehenneme girmenize sebep olabilir.” anlamında bir uyarıdır.

Uyarı diyoruz: Çünkü yaşayan her insanın, bu ilahi tavırdan ders alıp, yanlıştan dönme fırsatı vardır.

Özetlersek sapmak ve gazaba uğramak bir Müslüman için çok uzak bir tehdit ve tehlike değildir. Bir günah kadar yakındır. O yüzden günahın küçüğünü evdeki kalorifer borusundan damlayan damla gibi görmeli. Damlama kısa süre olursa sorun hemen çözülebilir ama damlamanın günler aylar yıllar boyu sürmesi büyük sorunlara sebep olabilir.

(5-7) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

“Sadece ve Sadece Allah’a kulluk ederim” dediğinde, el ayak, göz kulak gibi bütün azaların da bu sözüne şahitlik ediyorsa bu şahitlikle kulluğu sözden öze taşıyorsan, özünü davranışlarına güzel ahlak olarak yansıtıyorsan, ne mutlu sana. Aynen devam.

6/111. TEBBET SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-5 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(1-5) EBÛ LEHEB ÜZERİNDEN VERİLEN EVRENSEL MESAJ NEDİR?

Kur’an’da bütün zamanlarda gelecek insanlara gösterilen örnekler, olumlu ve olumsuz örnekler olarak ikiye ayrılır.

Olumlu örnekler, Peygamberlerdir. Kur’an bunların isimlerinden bahsetmenin yanında hayatlarından örnekler verirken, bunlar üzerinden bütün zamanlara şu mesajı verir: “Nasıl bir hayat yaşarsam Allah benden razı olur?” diye soruyorsanız bunun cevabı Peygamberlerdedir.

Olumsuz örnekler, Peygamberlere düşmanlık eden insanlardır. Kur’an olumlu örnekleri isimleri ve sıfatlarıyla anarken, olumsuz örnekleri genelde isimleriyle değil (Firavun, Nemrut örneğinde olduğu gibi) unvanları ve sıfatlarıyla öne çıkarır.

Kur’an’ın adıyla sanıyla bizzat isim vererek anlattığı tek örnek Ebû Leheb’tir.99 Kur’an bunlar üzerinden bütün zamanlara şu iki mesajı verir:

Bu yönüyle EbûLebeb bizim için bir aynadır. Bugünden ona baktığımızda iki şey görürüz.

(1-5) O GÜN EBÛ LEHEB KİMDİ?

Ebû Leheb, Peygamber Efendimizin öz amcasıydı. Her toplumda amca insana yakındır ama Arap toplumunda amca baba konumunda bir insandır.

Bu yönüyle, o toplumda, Peygamber Efendimizi en iyi tanıyan, örnek ahlakına en yakından şahit olan ve “ben peygamberim” dediğinde de ona ilk iman etmesi gereken insanların başında geliyordu.

Fakat öyle olmadı, Peygamberimize en büyük düşmanlık yapan insanların yanında olmakla kalmadı onların başını çekti; Peygamberimizin evini taşlamalar, yollarına diken saçmalar, nereye gidiyorsa arkasından gidip, “Ben bunun amcasıyım, (haşa) bu deliye/mecnuna inanmayın.” demeler, Ebû Leheb’in günlük rutinleri haline gelmişti.

Özellikle Peygamber Efendimizin Safa tepesinde yaptığı davet sırasında ona karşı kullandığı “Tebben leke” ifadesi bu sûrenin ilk âyetine referansı oldu.

Tebben leke: Senin kökün kurusun, imkanların kurusun, kahrolasın, helak olasın gibi anlamlara gelen bir kelimeydi.

Kısaca Ebû Leheb; malı ve çevresiyle iman eden insanlara düşmanlık yapan, onların inanç ve ifade özgürlüğünün karşısında duran bir insandı.

(1-5) BUGÜN BU ASIRDA EBÛ LEHEB KİMDİR? İKİ ELİN KARŞILIĞI NEDİR?

Çok kısa ve net; hangi dinden olursa olsun insanların özgürce inanma, inandığı gibi yaşama hakkının önünü açmak yerine, önüne geçen; onlara inançları nedeniyle baskı yapan her insan, kişi, kurum ve devlet EBÛ LEHEB’tir.

İki ele gelince, ikinci âyette geçen, malı ve kazancı ifadelerine baktığımızda, o iki elin, iki güç kaynağına işaret ettiğini görüyoruz.

Mal bütün zamanlarda insanların, servetlerine karşılık gelirken, kazanç o insanların o güçle birlikte kazandıkları statü ve sosyal çevreye karşılık geliyor.

Bugüne uyarlarsak iki el; günümüz Ebû Leheblerinin, amaçlarına ulaşmak için kullandıkları, ellerindeki bütün araçlara ve imkanlara karşılık gelir.

(1-5) ALLAH İLE İNSANLARIN YAPTIĞI BEDDUA ARASINDAKİ FARK NEDİR?

Dua, acizin kadirden, gücü yetmeyenin yetenden istemesidir. Bu anlamda Allah beddua etmez, yapılan bedduaları kabul veya reddeder.

Burada Allah’ın “Tebbet” kelimesini kullanması bir mecazdır. Bu mecaz üzerinden iki gruba mesaj vardır.

Birinci grup, Ebû Leheb ve yandaşları:

“Tebbet” kelimesi üzerinden onlara şu mesaj gider: Ey Mekke’nin müşrikler! Ayağınıza kadar gelmiş olan hidâyet nimetine nankörlük etmekle kalmadınız, bir de onun kökünü kurutmak istediniz. Ona yaşatmak istediğiniz sonu, siz yaşayacaksınız.

İkinci grup, Hz. Muhammed ve arkadaşları:

Bu baskı ve zulüm karşısında, zannetmeyin ki Allah yaptığınız duaları duymuyor. O sizin müşriklerin ıslahı ve hidâyeti için yaptığınız duaları bildiği gibi, “Eğer ıslah olmazlarsa hak ettiklerini yaşat.” şeklinde yaptığınız duaları da biliyor. Hiç endişeniz olmasın, size yaptıklarını misliyle yaşayacaklar

(1) KUR’AN GELECEKTE OLACAK BİR ŞEY İÇİN, NEDEN OLMUŞ GİBİ BİR İFADE KULLANIYOR?

Başlıktaki soruda sorulan şu: 1. âyette “elleri kurusun” deniliyor. Bu kuruma hemen o gün olmuyor. Gelecek 15-20 yıllık bir zaman içinde oluyor. Öyle olmadığı halde âyetin devamında “kurudu da” denmesinin sebebi nedir?

Bu yöntem, -Allah’ın vaadine bağlı olarak- Kur’an’ın gelecekte olacak olayları anlatmada izlediği yöntemlerden biridir. Bu yönteme “muhakkaku’l-vuku” deniyor.

Bu yöntemde Kur’an, bazen gelecekte olacak olan olayları, gelecek zaman kipiyle anlatmak yerine, bu âyette olduğu gibi geçmiş zaman kipiyle de anlatıyor.100

Bunun mesajı şudur: Allah diyorsa olmuş bilin.

Bunun örneklerini Türkçemizde de kullanırız. “O iş bende. Ben diyorsam, o işi olmuş bil.”

(4-5) EBÛ LEHEB’İN KARISININ GÜNÜMÜZDEKİ KARŞILIĞI KİM?

Bu da çok net: Günümüzdeki Ebû Leheblerin zulmüne “odun hamallığı yaparak” destek veren herkes.

Âyetteki odun hamallığı ifadesi bir benzetme ve bu benzetme üzerinden şu mesaj veriliyor. Adı günah olan her şey, aynı zamanda âhiretteki ateşin odunudur. Tevbe ile bu günahlardan arınamayan her insan, odun hamalıdır. Her odun hamalı dünyadan âhiretine ateşini kendi götürür.

(1-5) EDEBİ ANLATIM VE FON MUZİĞİ OLARAK ODUN SESİ

Tecvid kaidelerinden biri de “galgale”dir. “gaf, tı , be , cim ve dal” harflerine galgale harfleri denir. Bu harflerden biri kelime içinde veya sonunda cezimli olarak gelirse vurgulu olarak okunur.

Âyetler okunurken bu vurgu biraz arttığında, okuyucu sanki kuru odunların birbiri üzerine atıldığında duyulan sesi duyuyor gibi olur.

Bunu duyduğunda, okuduğumuz sûre sanki bir film oluyor; duyduğumuz sesler filmde ortama uygun fon müziği oluyor. Günah olan her davranış, bu sesle birlikte veriliyor. Bu sesler, odunlar yakıldığında 3. âyette anlatılan alevli ateşi akla getiriyor.

(1-5) EBÛ LEHEB KİMDİR? “EMANETE BENİM” DİYENDİR

Tefsirin başından beri yaptığımız bir ahlak vurgusu var. Dünyadaki bütün insanlar sahibi göründükleri nimetler için sorulan “kimin?” sorusuna iki cevaptan birini verir.

İşte bu sûrede, Ebû Leheb, bütün zamanlarda emanete “benim” diyenlerin, en uçtaki sembol ismi oluyor. “Benim” demenin insanı dünyada ve âhirete ne hale getireceğinin de canlı kanlı örneği oluyor.

Mesaj: Emanete “benim” demek, masum bir söylem değildir. Mânevî bir hastalık olarak (Ebû Leheb örneğinde olduğu gibi) kansere dönüştüğünde, kişiyi yaşadığı çağın zalimlerinden biri de yapabilir.

(1-5) EBÛ LEHEB VE ŞEYTAN NEDEN İMAN ETMEDİ?

Yaşadığı zaman diliminde Ebû Leheb ve Şeytanın durumu şu noktalarda birbirine benziyordu.

Bu benzerliklere baktığımızda, Şeytan ve Ebû Leheb tanımaya rağmen isyanda, inkarda ve iman etmeme ortak noktasında buluşuyorlar.

Peki bunlar neden iman etmedi?

Biz bu sorunun şeytana bakan tarafını Tefsir usûlümüzde (31) Şeytan Yasasında “Alışkanlıkların, Alışanları Esir Alma Özelliği Vardır” başlığı altında anlattık.

Şeytana bakan taraf anlaşıldığında Ebû Leheb’in neden iman etmediği de anlaşılmış olacak.

(1-5) ZAYIFKEN İDDİALI CÜMLE KURMANIN RİSKİ VARDIR

Kalem sûresinin 5. âyetinde bu başlık altında birtakım değerlendirmeler yaptık. Geniş bilgi için oraya bakılabilir.

Biz burada bu konu için çok kısa bir açıklama yapacağız.

Peygamber Efendimiz daha Mekke’nin birinci yılında, henüz sayıları çok az, elinde silahı ve ordusu yokken, Ebû Leheb hakkında gelecekte olacak bir şeyden bahsediyor ve bahsedilen şey gerçekleşiyor.

Bu da Kur’an’daki birçok örnekte olduğu gibi Kur’an’ın insan sözü olamayacağına dair delillerden bir delil oluyor.

(1-5) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Son kendine: Allah’ın razı olmadığını bildiğin halde esiri olduğun ve bir türlü vazgeçemediğin alışkanlıkların var mı?

7/81. TEKVÎR SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-7 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(1-7) KUR’AN NİÇİN, KIYÂMETTEN ÇOKÇA BAHSEDİYOR?

Genelde Mekke’de inen âyetlerin çoğunda, özellikle de iniş sırasında ilk inen sûrelerinde kıyâmetten çokça bahsedilir.

Bunun sebebini anlamak için hayalen bu âyetlerin indiği Mekke’ye gitmemiz sonra da bugüne gelmemiz gerekiyor.

Dünyayı büyük bir eve benzettiğimizde o günün insanlarında ki en büyük ZAN’lardan biri; içinde oturdukları dünya evinin yıkılmayacağı ZAN’nıydı.

İşte kıyâmet âyetleri bu zannın başına balyoz gibi iniyor. Bu zannı yerle bir ediyor ve bütün zamanlara şu mesajı veriyor: Ey insanlar! Bu dünya imtihan dünyasıdır. Bu dünya bâki değil fânidir. Buraya kalmaya değil, göçmeye geldiniz. Burası gaye değil, burası vasıtadır.

Bu tespitten sonra başlıktaki sorunun cevabına gelirsek, Kur’an’ın kıyâmetten çokça bahsetmesinin sebebi; bu problemin çok büyük ve derin bir problem olmasından kaynaklanıyordu.

Hayalen gittiğimiz Mekke’den bugünün dünyasına gelirsek, bu problemin sadece Mekke’ye özgü olmadığını; dünyanın her yerinde, birçok insanda var olduğunu görüyoruz.

Çok uzağa gitmeye gerek yok; insan adı üstünde unutan, unutmaya meyyal olan bir varlık. Kendimize ve çevremize baktığımızda, birçok insanın dünyanın en temel gerçeği olan fâni olma gerçeğini; âhireti ve öldükten sonra dirilmeyi unutarak, sanki dünyada ebedî kalacakmış gibi yaşadığını görüyoruz.

Özetlersek, Kur’an’ın muhatabı böyle olunca, muhataba yapılan hatırlatmanın sık ve çok olması, “olması gerekendir” diyebiliriz.

MEKKE DERİN DEVLETİNDE, WHATSAPP GRUBLARINDA GÜNDEM NEYDİ?

Varsayalım bugünkü teknoloji o gün Mekke’de vardı.

Şöyle bir soru soralım; bu âyetler indiği günlerde Mekke müşriklerinin what sapp gruplarında gündemleri ne idi?

O günün gündem mühendisleri, Mekke’nin derin devleti olan Dârünnedve idi. Halkın neleri hangi oranda duymasına onlar karar veriyorlardı. O günleri anlatan siyer bilgisinden yola çıkarak onların what sapp yazışmalarına baktığımızda şunları görüyoruz.

Buna genel gündem dersek, bu gündemin yanında bu âyetlerin inişine sebep olan özel bir gündem daha vardı.

Bu gündemle ilgili müşriklerin what sapp yazışmalarında Müzzemmil ve Müddessir sûresinde geçen âyetlere atıfla şunlar da vardı.

Âyetlerin indiği tarihi arka planı böyle tasvir edersek, Tekvir sûresi böyle bir ortamda iniyor ve sûrenin ilk âyetleri şu mesajı veriyor:

Ey Mekke müşrikleri! Olmaz ve imkansız dediğiniz ne varsa onlar fazlasıyla olacak.

(1-7) İMKANSIZ GÖRDÜĞÜNÜZ HER ŞEY MÜMKÜN OLACAK

İlk yedi âyet müşriklerin zanlarını yerle bir ediyor.

Kısaca Allah’ın elçisi Hz. Muhammed’in (sav) haber verdiği ve “Sizin asla olmaz, olması imkansız.” dediğiniz ne varsa onlar bir bir olacak.

Onların tamamı olduğunda, yine olması imkansız dediğiniz kıyâmet kopacak.

Peki soru şu, kıyâmet koptuktan sonra ne olacak?

Okumaya devam,

8-14 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(8-14) ESKİ DEFTERLER AÇILMAZ ZANNEDİYORSANIZ ONLAR DA AÇILACAK

Bu başlık altında, bir önceki bölümün son cümlesinden devam edersek, âyetlerin toplu mesajı şu: “Ey insan! Kıyâmet koptuğunda ne olacak biliyor musunuz? Karşınıza bir daha çıkmayacağını zannettiğiniz geçmiş, karşınıza çıkacak.

O geçmiş içinde diri diri toprağa gömdüğünüz kız çocuklarının dosyaları da önünüze gelecek. “O masumların ne suçu vardı da onları katlettiniz?” diye size sorulacak.

Kısaca, kıyâmet koptuğunda, mahşer kurulduğunda, mahkeme salonu hazırlandığında, yargılamalar başladığında, cennet bütün güzelliği ile cehennem bütün dehşetiyle göründüğünde, o gün salonda bulunan herkes; o gün kendini neyin beklediğine bizzat yaşayarak şahit olacak.

Ey bu satırları okuyan insan! Vahyin mesajı karşısında bazı insanların olmaz ve imkansız dedikleri her şey olacak. Madem olacak, olmadan önce tedbirini al. Hayattayken, henüz fırsat kaçmamışken, eski defterleri kendin aç. Allah’ın razı olmadığı ama senin yapmış olduğun ne kadar hata ve kusur varsa bir daha tekrar etmeme sözünü vererek tevbe et!”

Kısaca, “İmkansız görünen her şey mümkün olacak.” diyen bu âyetlerden sonra, hâlâ şüphen varsa gelecek âyetlere bak.

15-18 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(15-18) DAVANIN ŞAHİTLERİ MAHKEMEDE

Dünyayı, Kur’an’da geçen vaad ve iddiaların doğruluğunun araştırıldığı bir mahkemeye benzetirsek, bu mahkeme dekorunda insan dışındaki şahitler de yerini alır.

Bu şahitler atomdan güneşe kadar her şeydir.

Şahitlik şöyle: “İmkansız gibi görünen bu vaadler olabilir mi?” diye aklına soru gelenler varsa; aya, güneşe, yıldızlara ve onların hareketlerine bağlı olarak ortaya çıkan geceye ve gündüze baksınlar. Bu fâni dünyayı yoktan yaratan, onu yıkmaya ve tekrar bâki haliyle yaratmaya da kadirdir.

Bu şahitliğin ardından aynı şahitler aşağıda gelecek olan 19. ve 20. âyetler için de şahitlik yapıp şöyle diyorlar:

Kur’an âyetlerini gönderen ile bu kâinatı yaratan zat aynıdır. Bunu yaratamayan onları gönderemez.

Özetlersek, Kur’an’da üzerine yemin edilen ve bizim şahitlik anlamı verdiğimiz bütün âyetlerin bulundukları sûre içlerinde öncelikli görevi; ilgili konuların doğruluğuna şahitlik yapmaktır.

(1-18) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

İmtihan dünyasında insanın beden evinin yıkılması anlamına gelen ölüm her an gelebileceği gibi, insanın dünya evinin yıkılması anlamına gelen kıyâmetin de ne zaman kopacağı belli değildir. İlahi bir tercih olan bu belirsizlik sana, bana bütün insanlara şu mesajı verir: Her “ân”ın, son “ân”ın olabilir. Bu gerçeği dikkate alarak iki plan yap.

Birinci planı uygularsan, her tercihini son tercihin olacak şekilde yaparsın. Bu hem tercihlerindeki kaliteyi arttırır hem de bu tercihlerin toplamı, uzun vadeli planına da kalite olarak yansır.

19-25 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(19-25) VAHİY GELDİ HABERİ SIRADAN BİR HABER DEĞİLDİR

19-25 arası âyetler, “Bu âyetler indiğinde Mekke’nin gündemi neydi?” sorusuna cevap veriyor.

Mekke’deki insanlara bir haber gelmişti, bu haber “güneş doğdu, yağmur yağdı, hava bugün çok sıcak” gibi sıradan bir haber değildi.

Gelen haber, “Allah’tan bana vahiy geldi ve gelmeye devam ediyor.” haberiydi.

Bu haber sıra dışı, olağanüstü bir haberdi. İnsanların böyle bir habere ilk anda inanmaması, “araştıralım, inceleyelim, üzerinden biraz düşünelim.” demesi gayet normaldi.

Mekke’de bu normal tepkiyi gösteren insanlar olurken, Mekke’nin ileri gelen müşrikleri medeni bir tepki yerine, içinde kabalık ve hakaret olan bedevice bir tepki verdiler.

“Mecnun” demek bu bedevice tepkinin ilk göstergelerinden biriydi. Zaman geçtikçe, vahyin güneşi Mekke semalarında yükseldikçe bu olumsuz tepkinin dozu da arttı.

(19-25) ÂYETLER HANGİ SORULARIN CEVABI OLDU?

Bu âyetlerde vahyin kaynağı ile alakalı akla gelebilecek soruların cevaplarını görüyoruz. Mekke’de zaman geçtikçe bu ve benzeri sorular artıyordu. Sorular arttıkça verilen cevaplardaki detaylarda artmaya başladı. Bu konuda verilen detaylı cevapların biri Necm sûresinin baş tarafındaki âyetlerde göreceğiz. O yüzden burada yapacağımız açıklamaları oraya havale ediyoruz.

26-29 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(26) NERELERE GİTTİM, NEREYE GİDİYORUM, NEREYE GİDECEĞİM?

Nefsimizi 26. âyete muhatap yaparsak, kendimize şu üç soruyu sorabiliriz.

Nerelere Gittim?

“Ben Allah’a iman eden, Kur’an’a kitabım diyen, Peygambere rehberim” diyen bir insan olarak, şimdiye kadar nerelere gittim.

Gittiğim yön ve yoldan Allah razı mı?

Şimdiye kadar gittiğim yolların ve yollarda yaptığım bütün işlerin dökümü önüme konsa halim ne olur?

Nereye Gidiyorum?

Geçmişimden ders aldım mı? Geçmişte yaptığım hataları tekrar ediyor muyum? Ediyorsam bunu imanımla nasıl açıklıyorum?

Nereye Gideceğim?

Yaşadığım geçmişle, bugün yaptığım tercihlerle Allah (cc) benden razı olur mu? Âhirette nereye gideceğim; cennet mi, cehennem mi?

Özetlersek, 26. âyeti özünden okumak bu soruların cevabı üzerinde düşünmeyi gerektirir.

(27) ÖĞÜT KONUSU…

Bu sûreye gelene kadar ilgili âyetlerde sıkça geçen öğütler hakkında kısa bilgiler verdik. Öğüt konusunda oraya bakılabilir.101

(28-29) İNSANIN VE ALLAH’IN DİLEMESİ

Bu âyetlerin benzerini Müddessir sûresinin sonunda da görmüştük. Burada orada yaptığımız açıklamanın aynısı yapıyor, bu konu için mealimizde “7/81. Tekvîr ve 43/35. Fâtır sûresinin” girişlerinde yaptığımız değerlendirmelere bakılmasını tavsiye ediyoruz.

(1-29) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Bu sûreyi okudun şimdi bir nefis muhasebesi yapma adına 26. âyetten yola çıkarak sor bakalım kendine: “Ben, Kur’an’la tanıştıktan; ondan doğru yönü ve yolu öğrendikten sonra nerelere gittim? Şimdi nereye giriyorum? Bu gidişle âhirette nereye gideceğim? … Son sorunun kesin olan cevabını Allah bilir ama sen de tercihlerinin toplamına bakarak az-çok tahmin edebilirsin.

8/87. Â’LÂ SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-5 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(1) ATOMUN VE GÜNEŞİN TESBİH ÇEKTİĞİ GİBİ TESBİH ÇEK!

Tesbih konusunu yüzeysel bilenler için, tesbih dendiğinde ilk akla gelen, bir ipe dizilen (plastikten, ağaçtan ve taştan yapılan) yuvarlak maddeler olabilir.

Kur’an “tesbih” dediğinde, çok ayrı bir şey kasteder. Bu konuya bu sûrenin giriş bölümünde temas ettik.

Burada kısaca şunu ifade edelim; Kur’an bu âyetler üzerinden şunu der: Ey insan! Senin dışında atomdan güneşe kadar her varlık, varlık gayesine uygun olarak hareket etmekle Allah’ı tesbih eder. Sen de vahyin rehberliğinde, peygamberin örnekliğinde, varlık gayene uygun yaşayarak, atom gibi, güneş gibi Allah’ı tesbih et.

(1-5) DONANIMA (HARD WARE) YAZILIM (SOFT WARE) YÜKLENMESİ

Malumunuz bilgisayarın kasası ve onun içindeki maddî parçalara donanım, o donanımlara yüklenen programlara da yazılım denir.

Donanımı insan bedenine benzetirsek, yazılım onun ruhu gibi olur. Yazılım olmadan donanımın bir anlamı olmaz.

Yukarıdaki (2-5) âyetlerde Allah’ın Hâlık ismiyle yaratmasını donanıma benzetirsek, Kâdir ve Hâdî ismiyle yapılan işleme de yazılım yükleme diyebiliriz.

1. âyette anlatılan tesbih, yazılımın gereğini yapmaktır. 4. ve 5. âyetlerde, yeşil bitkiler üzerinden, yaratılan her şeyin fâni ve ölümlü olmasına dikkat çekilmekle, bu yazılımın, özellikleri sınırlandırmış bir demo versiyon olduğuna işaret ediliyor.

(4) YEŞİL BİTKİLER ÜZERİNDEN VERİLEN TESBİH ÖRNEĞİ

4. âyette yeşil bitkilerden bahsediliyor. Âyetteki yeşil bitki bir temsilci; kendisi gibi yaratılan her canlı varlığı temsil ediyor. Kur’an dolaylı olarak diyor ki, “Ben oraya yeşil bitkiyi koydum, siz canlı olan her şeyi onun yerine koyabilirsiniz.”

Neden? Çünkü, her canlı, kısa veya uzun o yeşil bitkinin yaşadığı süreci yaşar.

Özetle, her canlı yeşil bitkiler gibi Allah’ı tesbih eder ve kendisi için takdir edilen sonu yaşar.

6-8 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(6-8) KUR’AN’DA ÂYETLERİN İNİŞ SIRASINI HAYATIN AKIŞI BELİRLER

Bu konuya Tefsir Usûlümüzde (18) Nüzul Sırası Yasasında geniş olarak değindik. Burada oradaki bilgilerin devamı olarak kısaca değineceğiz.

Eğer, evde masa başında bir kitap yazarsanız, kitapta bir konu planlaması yapabilirsiniz ama kitabın konu sıralamasını hayatın olağan akışı belirlerse o akışta az sonra birbirinden farklı birçok şeyin olma ihtimali vardır.

Kur’an’da âyetlerin iniş ve Kur’an’da diziliş sırasını hayatın olağan akışı belirlemiştir.

Bu akışta, buradaki 6. âyet örneğinde olduğu gibi bir önceki konuyla, konu bütünlüğü olmayan âyetler karşınıza çıkabiliyor.

Bu âyetler üzerinden Kur’an’a bakıldığında, “Kur’an’da, normal kitaplarda olduğu gibi bir konu bütünlüğü yok.” denilebilir ama Kur’an’a bir kitap değil de bir hitap olarak baktığımızda, bu hitabın muhatabı hayat dediğimizde, Kur’an’daki konuların sıralamasını hayatın olağan akışı belirler.

Bu akış içinde, 6. âyette vahye yeni muhatap olan, Peygamberimiz (sav) gelen âyetleri unutma gibi bir endişe yaşıyor, 1-5 sonrası gelen 3 âyet bu endişeyi giderme amaçlı geliyor ve gideriyor.102

Sonrasında hayat ırmağı akmaya devam ediyor. O akış içinde yaşanan bir başka konu, hitap olan Kur’an’ın muhatabı oluyor.

Konuya bu gerçeğin penceresinden baktığımızda, hayat kitabı olan Kur’an’ın âyetlerinin hayatın akış yasası ile uyumlu olduğunu söyleyebiliriz.

9-17 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(9-11) ÖNCE TEŞHİS, SONRA ÖĞÜT DENİLEN TEDAVİ

Bu konuda Müddessir sûresinin başındaki 1-7 âyetler arasında geniş açıklamalar yaptık. Onlara burada ufak bir ilave yapalım.

Öğüde mânevî bir ilaç dersek, bu ilacın verilip verilmemesi, verilecekse hangi içerikte, hangi dozda verileceği, muhatabın ön muayenesinden sonra olacaktır.

Bu ön muayenede, hastanın daha önce öğüt denilen tedaviye verdiği tepkilere bakılır, o tepkiler olumsuzsa öğüt denilen tedaviye bir süre ara verilir. Uzaktan tedaviye geçilir. Bu tedavide, o kişinin hidâyeti için dua edilir.

(10-11) ALLAH’TAN KORKMAKLA, ÖĞÜT ALMAK ARASINDAKİ İLİŞKİ NEDİR?

Bu tür âyetleri bazıları, yanlış anlıyor ve bu anlamanın sonucunda, Allah’ın azabını öne çıkarıyor, insanları o azapla ne kadar çok korkutursam, o kadar doğru bir iş yaparım zannediyor.

Evet, vereceğimiz öğütlerin içinde, korku olacak ama bu korku, öncelikle sevgiyi kaybetme korkusu olacak.

Yani, Allah’ı Rahmân ve Rahîm isimlerini öne çıkararak, sayısız nimetler üzerinden öyle bir anlatacağız ki, muhatap “Beni bu kadar çok seven Allah’ın sevgisini kaybetmekten korkuyorum.” diyecek kıvama gelecek.

İşte, Kur’an’ın tavsiye ettiği bütün öğütlerde öncelikli hedef insanları bu kıvama getirmektir.

(12-17) SONUÇ EĞİTİMİ: ÖĞÜTTEN KAÇINMANIN SONUÇLARI

12. âyet “Bir insan öğütten kaçınırsa ne olur?” sorusuna cevap veriyor.

Bu âyette “en büyük ateşle” kastedilen cehennemdir. Cehenneme girmek bir sonuçtur. Bu sonuca “hükmün infazı” dersek, bu hükmün verildiği adil mahkemede gerekçeli kararın başında yazan şudur: Cehenneme girme sebebi Allah’ın verdiği emanetlere “benim” demek, verilen nimetleri veriliş amacı dışında kullanmaktır.

Kur’an’da anlatılan bütün cehenneme girme sebepleri, bu sebeple bağlantılıdır.

Bu gerçeği bilenler, öğüt verme işine mutlaka emanet bilinci verme noktasından başlarlar.

(16) DÜNYA HAYATINI TERCİH ETMEYİ YANLIŞ YAPAN NEDİR?

Dünya hayatını tercih etmeyi yanlış yapan, dünyada yaşarken, âhireti unutarak yaşamaktır. Ebedî hayatı kazanmamız için verilen nimeti, veriliş amacının tersine kullanmaktır.

Kur’an’da dünya hayatına yönelik, bütün eleştirilerin merkezinde, onu veriliş amacının tersine kullanmak vardır.

Veriliş amacına uygun kullanmanın her türlüsü Kur’an’dan onay alır.

18-19 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(18-19) HZ. MUHAMMED’İN REFERANSI, HZ. İBRAHİM VE MUSA’DIR (AS)

Kur’an’da, görevi indirilen âyetlerin yani vahyin doğruluğuna şahitlik yapmak olan iki şey var; bunlardan biri yaratılan âyetler diğeri de geçmiş peygamberlerdir.

Birincisine, üzerine yemin edilen güneş, ay, gece, gündüz gibi şeyler üzerinden değinmiştik, ikincisine de burada ve gelecek âyetlerde değineceğiz.

Geçmiş peygamberlerin tamamı hal lisanıyla Peygamber Efendimizin Peygamberliğine şahitlik ederler. Şahitlikte ortak mesaj şudur:

(1-19) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Bedenine donanım anlamında “hardware” dersen, ruhun onun yazılımı olan software olur. Bu yazılım bütün insanlara doğuştan vücut denen pakete yüklenmiş olarak gelir. Bu yüklemede, ruhun kişilik karakter ve ahlak tarafını geliştiren yazılımın yüklenmesi insana bırakılır.

Bu yazılımın adı Kur’an’dır. Bu yazılımın nasıl yükleneceğini ve nasıl kullanılacağını öğreten Hz. Muhammed (sav) ve onun sünnetidir.

Kendine soracağın soru şu: Bu yazılımı yükledin mi?

Ayrıca bu yazılımı yüklemen yetmiyor, bu yazılımın yanında adı takva ve ihlas olan iki virüs koruma programı da yüklemen gerekiyor.

Peki, yazılıma virüs bulaştığını nasıl anlarsın? … Anlama yollarından biri, emanet olarak verilen nimetleri “benim” zannıyla veriliş amacı dışında kullanmaktır.

9/92. LEYL SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-4 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(1-4) “YARATAN RABBİN ADIYLA OKUYANLARIN” VE “OKUMAYANLARIN” ÇABA VE GAYRETLERİ DE BİR DEĞİLDİR

1-4 arası âyetler bize çok kısa bir kâinat kitabı okuması yapıyor. Bu okuma üzerinden bize şu deniyor: Yaratılan her şeye iyi bakın. Yaratılan ne varsa onun varlık gayesi olarak ifade edilen bir hedefi, bir de o hedefe ulaşmak için çaba ve gayreti vardır.

İnsana göre, donanım olarak altta olan varlıkların bir varlık gayesi varsa insanın da mutlaka bir varlık gayesi vardır.

İnsanın varlık gayesi, Allah’ın rızasını kazanmaktır. Bu gayeye ulaşmak için de yapılması gereken Kur’an’ı “Yaratan Rabbin adıyla okumaktır.”

“Yaratan Rabbin adıyla okuyanların ve okumayanların” hem hedefleri hem de o hedeflere ulaşmak için gösterdikleri çaba ve gayretler farklı farklıdır.

5-10 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(5-10) İKİ FARKLI ANLAYIŞ, İKİ FARKLI GAYRET, İKİ FARKLI SONUÇ

Bu başlık, “6236 âyeti olan, yaklaşık 600 sayfalık Kur’an’ın özetidir” desek yanlış olmaz.

Bu özeti biraz açalım,

Kur’an’da her şey ama her şey bu özetin etrafında döner ve bu özet, burada olduğu gibi Kur’an sayfalarında çok sık karşımıza çıkar.

(5-10) ALLAH VERDİĞİNİ ÖNCE İSTER, SONRA TAMAMEN ALIR

Bu bölümü Tefsir Usûlümüzde (27) İnfak Yasasının açılımı olarak okuyabilirsiniz.

Bu imtihan dünyasında her insan için geçerli bir yasa var. Allah önce veriyor, sonra verdiğinin bir bölümünü (infak, zekat, sadaka başlıkları altında) vermemizi istiyor. Sonra da verenlerden de vermeyenlerden de verdiklerinin tamamını (ölümle) alıyor.

Bu yasa üzerinden verilen mesaj şu: Ey insanlar! Allah’ın verdiklerini kendi elinizle verirseniz, verdikleriniz size bâki cennet nimetleri olarak geri verilecek. Vermezseniz, ebedî mahrumiyet gibi bir ceza yaşayacaksınız.

Bu dünyada Allah (cc) verdiklerini vermemizi isterken, bu isteğin arkasında şu soru vardır: Kimi daha çok seviyorsunuz, vereni mi, verenin verdiği nimetleri mi?

Allah yolunda vermek demek, “Ey veren! Ben seni verilen her şeyden daha fazla seviyorum, bu sevgimi de verdiklerinden, senin yolunda vermekle gösteriyorum.” demektir. Verme imkanı olduğu halde vermemek ise bu anlamın tersi bir mânayı içinde barındırır.

(5-10) VERENLE VERMEYENİN YOL ŞARTLARI AYNI DEĞİLDİR

7. ve 10. âyetlere baktığımızda, verenin de vermeyenin de yolunun kolaylaştığını görüyoruz.

Verenin Hayatına Bu Kolaylığın Yansıması Şöyle Oluyor

Allah yolunda vermek demek, Allah’ın ve âhiretin varlığına olan imanı sözden eyleme taşımaktır. Veren insan için bu fâni dünyadan daha güzel bir âlem; âhiret vardır.

Âhiretin varlığına imanın bu dünya hayatındaki bütün zorlukları kolaylaştıran bir etkisi vardır. Bu imana sahip olan bir insan için kaza, bela, hastalık ve ölümle kaybettiği her şey kendisine bâki olarak verilecektir. Bu iman, yolun şartları ne kadar zor olursa olsun, o yolda yürümeyi kolaylaştırır.

Vermeyenin Hayatına Bu Kolaylığın Yansıması Şöyle Oluyor

Şöyle bir benzetme yapalım; bir yol var, yolun sonunda, ağzını açmış avını bekleyen bir ejderha, bir uçurum veya bir ateş çukuru var.

Soru şu: Sonu böyle olan bir yolda yürümek zor mudur kolay mıdır?

Cevap: Aklı başında her insan bu soruya “zor” cevabını verir.

İnanç dekorundan bakarsak, iman etmeyen her insanın yürüdüğü yol böyle bir yoldur.

Allah’a iman etmek, âhirete iman etmek, bir tercih olduğu gibi, bunlara inanmamak da bir tercihtir.

Tercihini inanmama yönünde kullanan, inanmadığı için de en güzel sözü yalanlayan insanlar; bu zor yolda, yolun sonunda kendilerini bekleyen akıbete karşı, bilerek ve isteyerek kayıtsız kalırlar. Öyle bir akıbet yok-muş gibi o akıbeti yok sayarak, unutarak yaşamayı tercih ederler.

İşte bu tercihler, yürümesi zor olan yolu kolaylaştırır.

Günümüzde bu tercihlerin zoru nasıl kolaylaştırdığını en iyi gösteren örneklerden ikisi; içki ve sigaradır.

Azıcık araştıran her insan bilir ki, bu iki şeyin hayatın gelecek günlerini hastalıklarla zorlaştırma ihtimali çok yüksektir.

Ama bu iki şeyin müptelası insanlar, bu gerçeği unutmayı, yok saymayı ve “ân”ı yaşamayı, “an”daki zevki ve keyfi almayı tercih ederler.

İşte bu tercih, “bazılarının ne kadar zorlarsanız zorlayın asla içmem” dediği içki ve sigara içmeyi bazıları için kolaylaştırır.

11-17 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(11-17) YİNE, BİR KERE DAHA SONUÇ EĞİTİMİ

Şöyle bir tespit yaparak başlayalım.

Kur’an’ın sık sık kıyâmete ve âhirete yönelik anlatımlar yapmasının en önemli sebebi, insanlara dünyadaki tercihlerinin âhiretteki sonuçlarını göstermektir.

Daha önce ifade ettiğimiz gibi buna “sonuç eğitimi” diyoruz. Bu eğitim Kur’an’ın hemen hemen her sayfasında az veya çok öne çıkan bir eğitimdir.

“Bu eğitiminin Kur’an’da bu kadar sık tekrarının sebebi nedir?” diye sorulsa bu sorunun bir cevabı da insanın unutmaya açık olan tabiatıdır.

Bu konuda çok sayıda örnek verilebilir ama sadece bir örnek verelim, gelişmiş ülkelerde otobanlar vardır. Genelde şehirden otobana çıkarken, tabelalarda otobandaki hız sınırları baştan verilir.

Peki bu hız sınırı hatırlaması bir kere yapıldıktan sonra “nasıl olsa hatırlattık” diye bir daha yapılmaz mı?

Gelişmiş ülkeler; insan tabiatını bildikleri için bu hatırlatmaları yol boyunca büyük levhalarla hatırlattıkları gibi, yol kenarındaki küçük yazılarla da oldukça sık bir şekilde hatırlatırlar.103

“Kimse de neden bu kadar sık tekrar ediliyor, bir kere yazsa yeter” demez.

İşte bu nedenle Kur’an dünyada tercihlerimizden bahsettiği her olayın arkasından bir şekilde sözü kıyâmete veya âhirete getirir.

11-17 arası âyetlerde, 5-10 arası âyetlerde yapılan tercihlerin sonuçlarını görüyoruz.

Bu sonuçlar üzerinden okuyanlara verilen mesaj şudur: Hangi sonucu yaşamak/yaşamamak istiyorsanız, tercihlerinizi ona göre yapın.

18-21 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(19) KARŞILIK BEKLEYEREK VERMEK VE DİN İSTİSMARCILIĞI YAPMAK

Bu sûrenin 5. âyetinde “Allah yolunda verir” ifadesinden sonra “sakınırsa” ifadesi geçti. Burada 19. âyet o ifadeyi açıyor. Allah yolunda vereceksin. Vermek başlı başına zor ama bir de verdikten sonra insanlardan karşılık beklemeyeceksin.

İnsanlardan bir şekilde karşılık beklemek, dolaylı olarak “Ben bu verme ibadetini Allah rızası için değil, insanlardan karşılık görmek için yaptım.” anlamına gelir.

Bu anlam ihlasın tersidir. İbadetler ne kadar çok olursa olsun, içinde ihlas yoksa o ibadetler sadece boşa gitmekle kalmaz. Din istismarcılığı yapmak gibi büyük bir günah olur.104

10/89. FECR SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-5 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(1-2) LAFZI KAPALI TUTUP, GENİŞ ANLAMLARA KAPI AÇMA YÖNTEMİ

Kur’an âyetlerinde burada olduğu gibi bazen âyetler kapalı gelir. Bu kapalılık nedeniyle bir değil, birden çok şey akla gelir.

Bu tür âyetlerde Kur’an’ın istediği tam da budur. Bu âyetlerde Kur’an geniş anlam çerçevesi içinde kalmak şartıyla anlam zenginliğine kapı aralar.

Biz bu kapıdan girdik ve 2. âyette anlam zenginliğini rivayetlerde öne çıkan ihtimaller üzerinden parantez içi açıklamalarda gösterdik.

(2) GECENİN MESAJI: BAYRAM YAPACAKSINIZ

Âyetlerdeki kapalı ifadelerden biri de “10 gece” ifadesi. Bu 10 gece ile ilgili verdiğimiz ihtimallerden ikisinin arkasından bayram gelirken, birinin arkasından da kurtuluş geliyor.

Şöyle ki;

İlk beş âyet, Allah’tan ümit kesilmez mesajını verdikten sonra, bu mesajı daha güçlü hale getirmek için tarihten de örnekler veriyor. O örneklerin tamamı şu mesajı veriyor: Bir zamanlar Ad, Semud ve Firavunun kavmi de iman edenlerin üzerine gecenin karanlığı gibi çökmüştü. O gün yaşanan karanlıkların arkasından aydınlık getiren, iman edenlere kurtuluş günleri yaşatan Allah, benzer durumlarda sizlere de benzer sevinçler yaşatmaya kadirdir.

5. ÂYETTEKİ ÜÇ İLGİNÇ NOKTA ÜZERİNDEN VERİLEN MESAJLAR

Bu âyette üç ilginç nokta var.

Birinci Nokta: Âyet insanlar için değil, akıl sahipleri için diyor. Kur’an insanlar ifadesini kullansa biz -zihinsel engelli olanlar hariç- bütün insanların az-çok akıllı olduğunu bildiğimiz için âyetin akıllı varlıklardan bahsettiğini zaten bilecektik.

Ama burada özellikle aklı öne çıkarak şu mesajı veriyor: Bu âyetlerin mesajını her insan anlamaz. Aklını vahyin rehberliğinde kullanan ve kâinat kitabını “Yaratan Rabbin adıyla okuyanlar” anlayabilir.

İkinci Nokta: Kur’an akıl kelimesini, farklı kelime kalıpları içinde kullanır.105Âyette akıl “taş” anlamına gelen “hicr” kelimesiyle ifade ediliyor.

Biz hicr kelimesini aynı kökten oda anlamına gelen hücre106 kelimesinden de tanıyoruz.

Hicr kelimesinin “menetme ve engelleme” mânası duvarları taştan olan ve bir taraftan diğer tarafa geçişi engelleyen hücre kelimesiyle daha anlaşılır hâlâ geliyor.

Gelelim bu engelleme mânası ile akıl arasındaki bağlantıya.

Akıl vahyin rehberliğinde hareket ederek önce kâinat kitabını okuyor. Kur’an’da üzerine yemin edilen güneşin, ayın, gecenin, yıldızların şahitliğine tanık olduktan sonra Allah’a ve O’nun “var” dediği her şeyin varlığına iman ediyor.

İşte, 5. âyette “taş” benzetmesiyle bu aklın insanın Allah’ın razı olmadığı tercihleri yapmasını engelleyen, mâni olan özelliği öne çıkarılıyor.

Peki neden? Çünkü, devam eden âyetlerde, aklını vahyin rehberliğinde kullanmayan Ad, Semud ve Firavun kavmine işaret ediliyor.

Mesaj şu: Vahyin rehberliğinde hareket eden akıl, engelleme ve alıkoyma mânasıyla taş gibi sağlam bir akıldır.

Üçüncü nokta: Beşinci âyet soru cümlesi olarak geliyor. Âyet “bir şahitlik vardır” diye bitmiyor. “Bir şahitlik var değil mi?” diye bitiyor. Bu âyet üzerinden akla zımnen şöyle deniyor: Bir konuda Allah “vardır” dediği için inanman güzel ama ondan daha güzeli, Allah’ın “vardır” dediği şeylerin hikmetlerini anlayarak özgür iradenle inanman daha güzeldir. Çünkü aklı yaratan da o akıl sahiplerine “bunlara iman edin” diyen de Allah’tır.

Bu tespit bize şunu diyor: Allah’ın akla, onun kabul etmeyeceği, onun araştırıp incelediğinde mâkul görmeyeceği bir teklif sunması imkansızdır.

İşte bu nedenle biz bu çalışmanın başından sonuna şu ifadeyi yer yer tekrar ediyoruz. “İslâm dini Allah’ın dinidir. Bu dinde, mâkul bir cevabı olmayan hiçbir soru ve mâkul bir izahı olmayan hiçbir konu yoktur.”

(1-5) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Aklını vahyin rehberliğinde kullanırsan, Dünya imtihan dünyası olduğu için Tefsir Usûlümüzde bahsettiğimiz (2) Aklın İşleyiş Yasaları seni inanmaya mecbur etmez ama iman etmenin en mâkul, inkarın da en mâkul olmayan seçenek olduğunu gösterebilir. O yüzden Aklın İşleyiş Yasalarını adını bildiğin gibi bil.

6-14 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(11) HELAK YASASI GÜNÜMÜZDE DEĞİŞTİ Mİ?

İslâm alimleri, İlk Peygamberden kıyâmet gününe kadar zamanı üçe ayırıyorlar.107

Bizim Kur’an’da kavimlerin helakı başlığı altında okuduğumuz Nuh, Ad, Semud, Lut kavmi gibi tüm büyük helak olayları ilk devirde görülüyor. İkinci devirde Ashab-ı karye, Ashab-ı uhdud, Ashab-ı fil gibi daha küçük ölçekte helak hadiseleri görülüyor.

Burada şu sorular akla geliyor,

Bu soruların cevabını Tefsir Usûlümüzde 13. ve 14. yasalar olan Mucize ve Helak Yasalarında geniş olarak anlattık. Oraya bakılabilir.

(6-14) KUR’AN’DAKİ HELAK ANLATIMLARI NEDEN, ARAP YARIMADASINA YAKIN YERLERLE SINIRLI?

Eğitimin doğası gereği, bilinmeyenlerin öğretilmesi, bilinenler üzerinden olur. Bilinmeyenle, bilinmeyeni öğretmek gibi bir yöntem olmaz.

Bu âyetlerin ilk indiği Mekke şehrini bir okula benzetirsek, o okuldaki öğrencilerin tarih bilgileri yaşadıkları zaman ve mekanla sınırlıydı.

Geçmişte Arap yarımadasına yakın tarihi olaylar az-çok bilinirken Amerika, Avrupa, Avustralya gibi kıtalarda yaşananlar bilinmiyordu.

Bilinmediği için de Kur’an’da tarih eğitimi bilinenler üzerinden verildi.

Burada şöyle bir soru akla gelebilir,

AMERİKA, AVRUPA, AVUSTURALYA GİBİ KITALARDA HİÇ HELAK HADİSESİ OLMADI MI?

Allah (cc) “Biz her kavme peygamber gönderdik.”108 diyor. Bir yerde peygamber varsa orada Allah’ın sosyal yasaları da mutlaka vardır. Bu yasaların gereği olarak, Arap yarımadasına uzak kıta ve ülkelerde de helakı hak edenler olmuşsa helak hadisesi yaşanmıştır.

Burada çok önemli bir soru karşımıza çıkıyor, Allah’ın adına “helak” dediği her hadise, helake muhatap olan insanlar tarafından helak olarak anlaşılmış mıdır?

Hayır? Çünkü, dünya imtihan dünyasıdır. Adına helak dediğimiz hadiseler geldiğinde, ona muhatap olan her insanın “Bu %100 helaktir” diyeceği şekilde gelmez. Helak genelde, depremle, şimşekle, selle, fırtına, kasırga ve salgın hastalık ile birlikte gelir. Bunlarla birlikte geldiği için bazı insanlar yaşananları “dozu” biraz arttırılmış tabiat hadiseleri olarak değerlendirebilir.

Bu tespitten sonra başlıktaki sorunun cevabına gelirsek, geçmişte dünyanın farklı yerlerine gönderilen peygamberler içinde, zalim kavimler tarafından zulmedilen peygamberler olmuştur. Bu zulme binaen Allah o zalimlere bir şekilde helak cezası vermiştir. Fakat bu cezalar, tabiat hadiseleri dediğimiz ambalaj içinde geldiği için, insanlar tarafından farklı değerlendirilmiştir.

Özetlersek, geçmişte zayıfın ezildiği yerlerde, ezen zalimlere ceza verilmiştir. Ama elimizde o cezaların helak olduğunu teyit eden vahiy bilgisi olmadığı için, onlara helak diyemeyiz.

(14) Helak Yasasında bu konuyu da ayrıntılı olarak anlattık. Daha geniş bilgi için oraya bakılabilir.

(6-14) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Mucize ve Helak Yasasının işleyişini ne kadar iyi bilirsen, Kur’an genelinde ilgili âyetleri günümüze taşımada ve doğru anlamada bu bilmenin çok faydasını görürsün.

15-20 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(15-20) KUR’AN’DA İNSANIN ÖZELLİKLERİNİN ANLATILDIĞI ÂYETLERDE İLK MESAJLARDAN BİRİ DE ŞUDUR: …

Burada anlatacağım mesaj bir yöntemdir. Bu yöntem, Kur’an’ı anlama adına çok önemli bir yöntem;

Kur’an bu sûrede olduğu gibi, sûrenin akışı içinde bazen öncesi ve sonrası ile doğrudan bağlantısı yokmuş gibi insandan ve ona ait özelliklerden bahseder.

Yüzünden okuyanların bağlantı yokmuş gibi okuduğu âyetlerde, özünden okuyanlar şu önemli bağlantıyı görürler.

Kur’an insanın özelliklerinden bahsettiği her yerde şu mesajı verir: Asırlar değişir, o asırlarda yaşayan insanların isimleri değişir, o insanların etrafında yaşanan hadiseler de değişir ama fıtrî özellikleriyle insan değişmez. İnsan değişmediği ve değişmeyen özellikleri ile evrensel olduğu için, muhatabı insan olan Kur'an'da değişmezdir, zaman üstüdür ve evrenseldir.

Bu konunun detayları için de Tefsir Usûlümüzde (20) Evrensellik Yasasına bakılabilir.

(15-20) İNSANIN EVRENSEL ÖZELLİKLERİ

Bu âyetlerde insanın şu özellikleri öne çıkıyor.

Bu özelliklerden birincisi normaldir. Ama diğerleri Allah’ın razı olmadığı özelliklerdir. Onlardan arınmak gerekir.

Arınmanın yolu da Allah yolunda vermektir. Vermekle insanın ilk arındığı duyguların başında bencillik ve hırs duygusu gelir.

Vermekle insan, nimetlere “benim” diyen benliğini terbiye eder.

Terbiye olan benlik, nimetin emanet olduğunu fark eder. Bu farkındalık hayata emanet ahlakı olarak yansır.

(15-20) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Kur’an inşaat, tarım ve ulaşım teknolojilerinden bahseden bir kitap olsaydı, bunlar değiştikçe, içeriğinin değişmesi beklenebilirdi. Kur’an’ın konusu ruh, akıl, mantık ve duygular yönüyle mânevî donanımı bütün zamanlarda değişmeyen insandır. Evrensellik Yasası üzerinden bu gerçeği bilirsen, Kur’an’ı senin için bugün inen ve doğrudan sana hitap eden bir kitap gibi okuyabilirsin.

21-30 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(21-30) SONUÇ EĞİTİMİ: SONUNDA “KEŞKE” DEMEYECEK BİR HAYAT YAŞA!

Kur’an 6-10 arası âyetlerde sonuç eğitimini tarih üzerinden verdi. Şimdi burada 21-30 âyetlerde kıyâmet ve sonrası üzerinden veriyor.

21-30 arası âyetler Kur’an’ın insanı sarsma, silkeleme, gaflet uykusundan uyandırma ve kendine getirme yönüyle en çok öne çıkan âyetlerinden sayılabilir.

Bu nedenle, bu âyetler ezberleme ve namazda okuma noktasında en çok tavsiye ettiğimiz âyetlerin başında geliyor.

Sadede gelirsek, geçmişten ve gelecekten bahseden bu iki âyet grubu arasında 15-20 âyetlerde insanın preslendiğini görüyoruz. Burada sonuç eğitimi üzerinden insana verilen mesaj şu: Önce geçmişteki insanların yaptıkları tercihlere bak, sonra o tercihlerin âhiretteki sonuçlarına bak ve bugün, şimdi burada yapacağın tercihlerini ona göre yap.

Tercihlerini bu şekilde yaparsan, sonunda keşke diyeceğin tercihlerin azalır.

Önemli Not: Burada 23. âyette geçen “Sen O’ndan razı, O da senden razı” ifadeleri de çok önemli mesajlar içeriyor. O mesajlara bu sûrenin giriş bölümünde değindiğimizi hatırlatarak bu sûreye nokta koyuyoruz.

(21-30) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Sonuç eğitiminde, hayal kurma yeteneğini kullanman çok önemli. Mesela bu âyetleri okurken, kendini hayalen geleceğe ışınlasan, kendini 24. âyette “Keşke bu hayatım için hazırlık yapsaydım” diyen insanın yerine koysan, sonra 30. âyette “Cennetime gir” denilen insanın yerinde kendini hayal etsen, bu şekilde bir okuma ile âyetlerden daha fazla istifade edebilirsin.

11/93. DUHÂ SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-3 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(1-3) VAHYİN GELİŞ YASASI ÜZERİNDEN VERİLEN EVRENSEL MESAJ

Peygamber Efendimiz, vahiyle yeni tanışıyor. Hangi sıklıkta geleceğini bilmiyor. Geliş akışında, bir önceki akışa göre gecikme olduğunda insan olarak endişeleniyor ve “Acaba yanlış bir şey mi yaptım?” diye düşünürken, müşriklerin bu gecikmeyi fırsata dönüştürüp “Anlaşılan var dediğin Rabbin, seni terk etmiş, sana darılmış” demeleri bu endişeyi daha da arttırıyor.

Bu âyetler böyle bir tarihi arka plan içinde iniyor.

Böyle bir ortamda, kuşluk vakti ve gece gibi kâinattaki işleyişin göstergesi olan zaman parçaları üzerinden, Peygamberimiz (sav) şu mesajla teselli ediliyor. “Evet şu anda Mekke’de cahiliye karanlığı içindesin. Ama bil ki geceye hükmeden Rabbin, o karanlığın arkasından kuşluk vaktini getirdiği gibi, bu sıkıntılı günlerin ardından senin hoşnut olacağın günleri de getirecektir.

Peki, Burada Bize Verilen Evrensel Mesaj Nedir?

Eğer Kur’an insan sözü olsaydı, “Ben Peygamberim.” diyen kişi, çevresindeki insanların “Rabbin seni terk mi etti, sana darıldı mı?” gibi düşünmelerine fırsat vermeden, (haşa) önceki uydurduğu sözler gibi bir şey uydururdu.

Bu âyetler bize şunu gösteriyor. Kur’an insan sözü olamaz. Kur’an Allah kelamıdır.

(3) ALLAH (CC) KIZAR MI DARILIR MI, KISACA DUYGULARI VAR MI?

Bu soru karşısında önümüzde üç şık var.

  1. Allah’ın Duyguları Yoktur

Böyle bir cümleyi kurmaya Kur’an izin vermiyor. Çünkü Kur’an’da Allah’ın sevmesinden, kulunun yaptıklarından hoşnut olmasından ve olmamasından bahseden âyetler var.

  1. Allah’ın Duyguları Vardır

Böyle bir cümle kurduğumuzda, duygu, duygusallık, duyguları ile hareket etme noktasında (haşa) Allah’ın insanla eşitlenmesi gibi bir yanlış anlamanın kapısını açma ihtimali var. O yüzden Allah ile alakalı tanımlamalar yapılırken, “O’nun (dengi) benzeri hiçbir şey yoktur.”109âyetinden yola çıkarak, Allah’ın her türlü noksandan münezzeh olduğu gerçeğini dikkate alarak değerlendirmeler yapmak gerekir.

Bir örnek verelim: Şöyle bir cümle kuruyoruz. Güneş de ışık verir, güneşin ışığını yansıtan ayna da ışık verir.

Bu cümleden sonra, “ayna da güneş gibidir” demek, ışığını güneşten alan aynayı güneşle eşitlemek gibi büyük bir yanlış olur.

Böylesi büyük bir yanlışa düşmemek için, Allah’ın özellikleri ile ilgili yapacağımız bütün değerlendirmelerin, Allah’a özgü olması gerekir.

  1. Allah’a Ait Duygular O’na Özgüdür

Bu özgünlüğü örnekler üzerinden gösterelim.

İnsan sever, Allah da sever. İnsan, severken hata yapabilir; aşırıya kaçabilir, sevilmemesi gerekenleri de sevebilir. Allah’ın sevmesinde mutlak bir denge vardır.

İnsan kızar, Allah da kızar. Adına gazab ve öfke de diyebileceğimiz bu kızmanın, insanda kızılmaması gereken yerde kızma, öfke patlaması yaşama, kontrolden çıkma gibi sonuçları görülebilir.

Allah’ın kızması; kulunu rahmetinden uzaklaştırmak, onu sevgisinden mahrum etmek şeklinde tecelli eder.

Bu açıklamalardan sonra gelelim aşağıdaki sorunun cevabına,

(3) ALLAH TERK EDER Mİ, DARILIR MI?

Kur’an Allah’ın vahiy üzerinden insanla konuşmasıdır. Bu konuşmayı telsiz frekansına benzetebiliriz. Konuşma bu frekanstan olduğunda, amaç anlatma ve doğru anlaşılma olunca, insanın anlayacağı bir dilin kullanılması gerekiyor.

Buna tenezzülât-ı ilahi (Allah’ın lütfedip beşer seviyesinde konuşması) ve muktezayı hale (ortamın gerektirdiği duruma) uygun konuşma denir.

Bunun hayatın içinde çok sayıda örneği vardır.

Varsayalım siz ziraat fakültesinde profesörsünüz; bir köye gittiğiniz, köylülerle konuşurken meslektaşlarınızla konuşmada tercih ettiğiniz akademik dili mi tercih edersiniz, yoksa köylünün anlayacağı dili mi?

Bu sorunun cevabı bellidir.

Allah (cc) miladi 7. asırda, vahiy üzerinden insanlara hitap ederken, onların frekansından, onların kullandığı kelime ve cümleler üzerinden konuşuyor.

Böyle konuştuğu için de çevresindeki insanların ve Peygamber Efendimizin günlük hayatta kullandığı kelimeleri kullanarak konuşuyor.

Bu tespitten sonra başlıktaki sorunun cevabına gelelim.

Allah’ın hiçbir insanı terk etmesi söz konusu değildir. En kötü insan dâhil, Allah bütün insanlara şah damarından daha yakındır.

Allah’ın insan gibi yerli yersiz darılması da asla söz konusu değildir. Allah için darılma değil, razı olmadığı davranışları sergileyen kulunu rahmetinden uzaklaştırma düşünülebilir.

O yüzden bu ve benzeri âyetlerde geçen bütün ifadeler mecazdır.

Mecaz ve teşbih Kur’an’ın en fazla kullandığı edebi sanatların başında gelir. Bu nedenle Tefsir Usûlümüzde (19) Mecaz Teşbih Yasasının okunmasını önemle tavsiye ediyoruz.

(1-3) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Sor kendine, Rabbin seni terk etti mi? Sana darıldı mı?

Yukarıdaki açıklamalardan sonra, bu sorunun cevabı gayet nettir. Allah’ın terk etmeni istediği şeyleri terk etmezsen, Allah’ın rahmetini senden uzaklaştırdığını düşünebilirsin. Terk etmemede ısrar edersen, O’nun rahmetinden mahrum olursun.

4-11 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(4-5) KUR’AN’DA KİŞİYE ÖZEL ÂYETLERİN EVRENSEL MESAJI: KUR’AN İNSAN SÖZÜ OLAMAZ

Buradaki bütün âyetler Peygamberimize hitap ediyor. Ona hitap edilirken, onun üzerinden evrensel mesajlar veriliyor.

Bu mesajlardan birine 1-3 âyetlerde vahyin geliş yasası üzerinden işaret ettik. 4. ve 5. âyetlerde de aynı mesaja farklı bir açıdan vurgu yapılıyor.

4. ve 5. âyetler, Kur’an’da çok sayıda örneği olan, “Kur’an insan sözü olamaz.” gerçeğine işaret ediyor.

4. ve 5. âyetlerin evrensel mesajı şu:

Evet bütün bunları bilmeyen biri bu âyetleri söyleyemez.

Neden? Çünkü, Mekke’nin ilk günlerinde, henüz iman eden birkaç kişi varken, bu işe engel olmak isteyen zengin ve güçlü insanlar varken, onların baskıları her geçen gün artarken bu sözleri söylemek zordur.

Bu zorluğa rağmen söylersen ve söylediklerin çıkmazsa ne olacak?

Sana inanan insanları aldatmış ve kandırmış olacaksın. Sana “Bu sözleri uyduruyor” diyen insanların, “haklıymışız” demelerine sebep olacaksın.

Dürüstlük gibi bir değeri kaybedecek yalancı ve sahtekar olarak anılacaksın.

Özetlersek, 15-20 yıl sonra, bu âyetler üzerinden verilen müjdelerin gerçekleşmesi, bu Kur’an Allah’tan başkasının sözü olamaz gerçeğine bir kere daha şahitlik ediyor.

(4-11) BÜTÜN YÖNETİCİLERE HİTAP EDEN ÂYETLER

4-11 arası âyetler gelecekte milyarca insanın önderi, lideri ve mânevî yöneticisi olacak bir peygamberi inşa eden âyetler.

Bu âyetlere bir yöneticiyi inşa eden âyetler olarak bakarsak, bu âyetler kendini, ailesini ve ülkesini yöneten bütün Müslümanları da inşa ediyor.

Bu gözle bakarsak,

4. âyet: Vahyin rehberliğinde, Peygamberin örnekliğinde yaşayacağın bir hayatın sonu başından daha hayırlı olacaktır.

5. âyet: Rehberin ve örneğin çizgisini takip edersen, yolun sonunda sen de hoşnut olacaksın.

6. âyet: Seni yoktan yarattığını, bugün sahip olduğun ne varsa onları sana verdiğini unutma.

7. âyet: Vahyin rehberliğinden, Peygamberin örnekliğinden haberin olmasaydı, sen de yolunu ve yönünü bulamayan insanlardan biri olacaktın.

8. âyet: Dün muhtaç olduğun bugün karşılanan bütün ihtiyaçların, Allah’ın sana verdiği imkanlarla oldu.

9. âyet: Elinde var olanlardan, elinde olmayanları mahrum etme, onların yerinde senin de olabileceğini unutma.

10. âyet: Elinde olmadığı için senden isteyenlere imkanın varsa imkan nispetinde ver. Yoksa onlardan dua ve güler yüzünü esirgeme.

11. âyet: Sahip olduğun bütün meziyetleri, başarıları Allah’ın sana verdiği imkanlarla elde ettin. Bunları, anlatırken Allah’ın bir lütfu ve ikramı olarak anlat.

Kısa bir özet yapar ve Peygambere cetvel dersek, bu ve bütün Kur’an âyetleri, o cetveli inşa ederken, ona tabi olan bizleri de inşa ediyor.

(6-10) PEYGAMBERDEN YANLIŞ YAPMA İHTİMALİ VARMIŞ GİBİ BAHSEDİLMESİ ÜZERİDEN VERİLEN MESAJ NEDİR?

Haşa diyerek şu soruları soralım:

Bunların hiçbirini yapmazdı ve yapmadı.

Bunların yanında Kasas sûresinin 86-88 âyetlerine de bakalım;

Burada soru şu: Bu ve benzeri âyetleri nasıl anlayacağız?110

Şöyle anlayabiliriz:

Özetlersek, evet Hz. Muhammed (sav) bir peygamberdi ama peygamberliği onu ayrıcalıklı bir insan yapmadı. Aksine daha fazla sorumlu yaptı. Kendisine verilen nimet arttıkça, nimetlerin hakkını verme gayreti ve “ya hakkını veremezsem” endişesi de arttı.

(4-11) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Yukarıda “Bütün yöneticilere hitap eden âyetler” başlığı altında, Peygamberimize verilen nimetlerin ve imkanların bir şekilde bize de verildiğine işaret ettik. Bu işaret üzerinden devam edelim.

Nimeti anlatmak güzeldir. Onu anlatmanın birtakım ölçüleri vardır;

Böyle anlatıyorsan, anlat.

11. âyeti yanlış anlamışsın demektir.

12/94. İNŞİRÂH SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-8 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

ÖN BİLGİ: Bu sûrenin merkezindeki âyetlerden biri; sûrede iki defa tekrar edilen “Her zorluktan sonra bir kolaylık vardır.” âyetidir.

Burada kast edilen kolaylığı, hayattaki zorluğun, emeğin, çalışmanın, karşılığı/bedeli olarak sayabileceğimiz her türlü değer, nimet iyi ve güzel şeyler olarak değerlendirebiliriz.

(1-8) YASA: ZORLUK BEDELİ ÖDENMEDEN, KOLAYLIK DENEN NİMETE ULAŞILMAZ

İnşirah sûresini Duha sûresinin devamı olarak okuduğumuzda şunları görüyoruz.

Allah (cc) Peygamberimize verdiği nimetlerin bir özetini geçiyor.

Önce Bu Özetin Peygamberimize Dediklerine Bakalım

6. ve 7. âyetler Allah’ın değişmez yasalarından biridir. O yasaya göre, her zorlukla beraber bir kolaylık vardır.

Sûre bu yasayı öne çıkardıktan sonra Peygamberimize şöyle diyor:

Peki, Bu Özet Bize Ne Diyor?

Bize denileni, her âyete kendimizi muhatap yaparak aşağıdaki başlığın altında okuyalım.

(1-8) YOLA YENİ ÇIKACAKLARA YOLUN KADERİ ÖĞRETİLİYOR

Yolun kaderi demekle, genelde Allah yolunda yaşanacaklar kastedilir. Bu yolda bazı durumlar vardır; bütün yolcular onları yaşar. Bazı durumlar yol durumuna ve kişinin performansına göre değişir.

Bunu bir futbol maçına benzetebiliriz. Maça çıkan her futbolcu için maçın bir kaderi vardır. O kadere göre maçın yapılacağı sahanın eni-boyu değişmez. Kale direklerinin arasındaki mesafe ve yükseklik değişmez. Penaltı noktasının kaleye mesafesi değişmez. Korner ve taç kuralları değişmez.

Peki değişen var mıdır? … Hava şartları değişir. Her iki takımın oyuncularının performansı değişir ve en önemlisi galibiyet garanti değildir. Yani sonuç da değişir.

Bu benzetmeden devam edersek, Allah’ı tanıma ve tanıtmayı, sevmeyi ve sevdirmeyi, O’nun rızasını kazanmayı en büyük dert ve dava bilen insanlar için yolun kaderinde değişmezler vardır.

Bu değişmezlere, bu sûrenin âyetleri üzerinden “Bana Ne Diyor?” diliyle kısa kısa değinelim.

  1. âyet: Gönül ferahlaması dertlenmenin, sıkıntı çekmenin arkasından gelir. Bu yolda seni dertlendiren ve sana sıkıntı veren şeyler olacak.

  2. 3. âyet: Bu dert ve sıkıntılar, çıktığın yolda senin sırtında bir yük olacak. Ama vahyin rehberliğinde sana çizilen rotayı takip ettiğinde bu yükün de hafiflediğini göreceksin.

  1. âyet: Başkaları insanların hidâyeti için yaptığın fedakarlığı bilmese bile, senin Rabbin katındaki değerin artacak.

  2. 6. âyet: Bütün bunlardan sonra yolun kaderinde, her zorluktan sonra bir kolaylığın olduğunu, kolaylık denilen değerin, zorluk denen bedelin ödenmesiyle elde edilebileceğini yaşayarak görecek ve anlayacaksın.

  1. âyet: Zorluk tepelerini aştıktan sonra yeni kolaylıklara ulaşmak istiyorsan, kısa molalardan sonra tekrar yola devam etmelisin.

  2. âyet: Ama hangi zorluğu yaşarsan yaşa, hangi kolaylığa kavuşursan kavuş, yol ve yön değiştirmeden Rabbine yönelme işine kesintisiz devam et.

(1-8) YOLUN KADERİNDEKİ ZORLUK HAYATIN HER ALANINDA VARDIR

Görüldüğü gibi, hayatın her alanında zorluk ve kolaylık merdivenleri hiç bitmiyor. Bir döngü olarak hep devam ediyor.

Hayatın dekorunda zorluk bedelini ödeyenler dünyada rahat etme gibi bir ödülü alırken, bu bedeli ödemeyenler, sıkıntı çekme gibi bir sonuçla karşılaşıyorlar.

Bir yönüyle dinin dekoru da hayatın dekoruna benziyor.

(1-8) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

İntak diliyle az sonra yiyeceğin elma ile konuş ve ona sor. Rengindeki, tadındaki, kokundaki ve vitaminlerinle vücuda verdiğin bu kadar güzelliği neye borçlusun?

Elma sana, dünyaya bir alt sınırdan gelen ve bir üst sınıra doğru terakki, tekâmül ve kendini gerçekleştirme yolculuğu yapan bütün varlıklar adına şöyle diyecek: Bütün bunları; çektiğim zahmet ve ödediğim bedele borçluyum. O toprağın altına girmeyi göze almasaydım. O çamurlu suları içmeseydim. Etrafımı bir duvar gibi saran kabuğumu kırmasaydım, bugün senin önüne bir meyve-i kâmil olarak gelemeyecektim.

Benim hedefim kâmil/olgun bir meyve olmaktı. Zorluk denen bedeli ödedim ve oldum.

Sen de sana bakanların imreneceği örnek ahlaka sahip bir kâmil insan olmak istiyorsan elbette bunun da bir bedeli var. Bedel ödemeye hazır mısın?

13/103. ASR SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-3 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(1) İÇİNDE YAŞADIĞIN ASRA SOR BAKAYIM, SENİN İÇİN NASIL ŞAHİTLİK YAPACAK?

Kur’an, Allah’ın yarattığı her şeye “âyet” der. Bütün âyetler iki türlü şahitlik eder.

Bu yönüyle içinde yaşadığımız asır; o asır içindeki yıllarımız, o yıllar içindeki aylarımız, günlerimiz, saatlerimiz dakikalarımız… bunların tamamı şahittir.

Bu şahitler,

Şahitlik edecekler.

Şahitlik bununla sınırlı kalmayacak,

Kısaca özetlersek, şimdiye kadar yaşadığın geçmişine baktığında, âhiret denen gelecekte, yaşadığın asrın senin için nasıl şahitlik edeceğini az-çok tahmin edebilirsin.

(3) SEN ÇEKİRDEĞİ İMAN, MEYVESİ SALİH AMEL OLAN BİR AĞAÇSIN

İslâm’da imana çekirdek dersek, salih amel onun meyvesi olur. Bu âyetle birlikte Kur’an’da 53 yerde, imanla salih amelin birlikte geldiğini görürüz.

Bunun mesajı gayet nettir: Nasıl çekirdeğin hedefi ağaç olmak meyve vermektir. İmanın hedefi de müminin bireysel ve toplumsal hayatında salih amel meyveleriyle görünmektir.

Peki, salih amel nedir? Salih amel kendine ve insanlara fayda vererek yaşamayı hedeflemektir.

Kendine fayda bencillik değildir.

Kendine fayda, bir ağacın meyve denen çocuklar, çekirdek denen torunlar vermek için kendini sulaması, kendine bakması gibi bir şeydir.

Bir mümin İslâm’ın, imanın güzellikleriyle kendine ne kadar çok fayda verirse güzel örnek olarak insanlara da o kadar çok fayda verir.

Bu açıklamalardan sonra sor kendine, çok meyve veriyor musun?

(3) İNSANIN KALİTESİNİ, BAŞKASINA YAPILAN HAKSIZLIĞA VERDİĞİ TEPKİ GÖSTERİR

3. âyette iman ederler ve güzel işler (salih amel) yaparlar ifadesinden sonra gelen cümle şu soruların cevabı oluyor,

Cevap: Salih amel listesinin başında; doğruluğu, dürüstlüğü ve adaleti de içine alan hakkı tavsiye vardır.

Hakkı tavsiye edip etmeme konusunda dünyadaki bütün insanlar şu üç duruştan birini sergiler.

Birinci duruşu sergilemek en büyük bahtiyarlıktır. Diğer iki duruşu sergilemek en büyük talihsizliktir.

Birinci duruşun zorluğu vardır. O yüzden “Hakkı tavsiye edenlere yapılacak en büyük tavsiye nedir?” sorusunun bir cevabı da âyetin devamında sabır olarak geliyor.

Burada sabır: Hakkı tavsiye ederken, karşıdan gelen rüzgar karşısında yol ve yön değiştirmemektir. Rüzgar fırtınaya dönüşse bile, haktan ödün vermemek, haksızdan yana olmamak, çizgisinde sebat etmektir.

Buna duruş dersek bu duruş; sonuç almak kadar önemlidir.

Hakkı tavsiye gerçekten çok zordur.

Bazı insanlardan duyarız. “Ben haksızlığa sessiz kalamam.” Bu insanlara şunu sormak gerekir, kendine yapılana mı, başkasına yapılana mı?

Günümüzde, kendine yapılana kadar, yani haksızlık ateşi kendi canını acıtmadığı müddetçe seyirci kalan çok sayıda insan var.

Burada salih amel, kişinin kendine yapılan haksızlığa sessiz kalmadığı gibi renk, dil, din, etnik köken ayırt etmeden, kimden gelirse gelsin, başkasına yapılan haksızlıklara da medeni ölçüler içinde tavır almasıdır.

Bu neyi gösterir, bu insan olarak; mümin olarak kişinin kalitesini gösterir.

(1-3) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Yaşadığın asır, o asırda yaşayan insanlar, senin için âhirette nasıl şahitlik yapsın istiyorsan öyle yaşa.

Mekke’de Vahyin Rehberliğinde 2. YIL

14/100. ÂDİYAT SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-8 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(1-6) BAĞLAMA UYGUN OLARAK ÖNE ÇIKAN SIFAT: NANKÖR

Potansiyel açısından bakarsak genelde İnsan; ne kadar iyi ve kötü özellik varsa onlara sahip olan bir varlıktır. Kur’an 6. âyette sûrenin bağlamı nedeni ile insana ait bir özelliği öne çıkarıyor.

Bağlama baktığımızda, savaş gücü gibi hayra da kullanabilecek bir nimeti, şerre kullanan zalimleri görüyoruz. Nankör sıfatı bu zalimlerin sıfatı oluyor.

Eğer âyetlerin bağlamında, savaş gücü gibi bir nimeti, zalimleri durdurmak, caydırmak, onlara hak ettikleri sonuçları yaşatmakla, hayra kullanan insanlar olsaydı burada nankör sıfatı yerine, o gücün şükrünü eda eden insan mânasında şâkir sıfatını görecektik.

Konuya aşağıdaki başlıkla devam edelim.

(1-6) SIFATI VERİP, MEVSUFU GİZLEMEK BİR ANLATIM YÖNTEMİDİR

Sıfatı verip mevsufu gizlemek demek, yapılan işten bahsedip, o işi yapan failden bahsetmemektir. Bu da Kur’an’ın anlatma yöntemlerinden biridir.

1-5 âyetlerde savaş gücünü kullanan insanları görüyoruz. Bu âyetleri 6. âyetle birlikte okuduğumuzda, sıfatın mevsufu olan (özellikleriyle tarif edilen) insanların kötü olduğunu anlıyoruz.

Kur’an bu yöntemi kullanmakla bütün zamanlara şu mesajı veriyor: Savaş araçları gelişen teknolojiyle çağlara göre değişir. O araçlar şerre de hayra da kullanılabilir. Şerre kullanılırsa sıfatların mevsufu kötü olur, hayra kullanılırsa iyi olur. Siz hayra kullananlardan olun.

(6) “BEN NANKÖR MÜYÜM?” “EMANETE BENİM” DİYORSAN EVET

Nankör Farsçadan dilimize geçmiş bir kelimedir. Bu kelime Farsçada ekmek mânasına gelen “nan” ile kör mânasına gelen kür” kelimelerinin bileşenidir.

Kısaca ekmek nimetini vereni görmeyendir. Vereni görmeyen, vereni yok sayan verilene “benim” der. Verilene “benim” deyince, “hayat benim dilediğim gibi yaşarım” der.

Bu açıklamadan sonra başlıktaki sorunun cevabı netleşti.

Verilen nimetler vereni akla getiriyorsa onların emanet olduğunu biliyor ve onları veriliş amacına uygun kullanıyorsan, sen nankör değil, şâkirsin.

Tersi oluyorsa vereni görmüyor, vereni yok sayıp emanete “benim” diyorsan, nankörlük sana yakın demektir.

(7) NANKÖRLÜK YAPARSAN BUNUN ŞAHİDİ, BAŞINDAKİ AKILDIR

Tefsir Usûlümüzde (2) Aklın İşleyiş ve (4) Mülkiyet Yasalarında bahsettik.

O yasalara göre, akıl insanın sahibi göründüğü hiçbir nimete “benim” demeye izin vermez. Çünkü, dünyadaki Mülkiyet Yasasına göre, bir şeye “benim” diyebilmenin şartı, “benim” denilen şeyin bedelini ödemektir.

Akıl; yasalarına uygun çalışırsa onu başında taşıyan insana der ki, “Ben şu kullandığın nimetlerin senin değil, sende emanet olduğuna şahidim. Eğer bu emanetlere, “benim” diyerek nankörlük edersen, kabirdekilerin dirildiği, her şeyin ortaya döküldüğü o günde, senin aleyhine şahitlik yapacağım.

(8) “MAL BANA NİÇİN VERİLDİ? HAYRA DÜŞKÜN OL” DİYE VERİLDİ

8. âyette ilginç bir şey görüyoruz. Kur’an, “hayırlı işler” derken kullandığımız “hayır” kelimesini mal anlamında kullanıyor ve bu kullanım üzerinden şu mesajı veriyor: “Ey mal mülk sahibi insanlar! Adına “mal” dediğiniz ne varsa onlar size hayırlı işler yapasınız, hayra düşkün olasınız” diye verildi. Nankörlük eder, onlara “benim” derseniz, aslı hayır olan bir şeyi, şerre dönüştürürsünüz.

(1-10) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Nefsine sor: “Ben nankör müyüm?

Bu soruya her biri emanet olan nimetleri nasıl kullandığına bakarak cevap verebilirsin.

15/108. KEVSER SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-3 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(1-3) SOR KENDİNE KEVSER MİSİN, EBTER MİSİN?

İnsanın önünde iki yol var: hayır ve şer, iyi veya kötü, “Yaratan Rabbin adıyla okumak” veya okumamak, emanete “emanet” demek veya “benim” demek.

İşte bu iki yol, bu sûrede karşımıza adına “Kevser” ve “ebter” dediğimiz iki sembol olarak çıkıyor.

1. âyette Kur’an Peygamberimize “Sana (Kur’an’ın hayata kattığı değerin ve bereketin sembolü olan) Kevseri verdik” derken, onun şahsında, “Biz ‘ben Müslümanım’ diyen her insana Kevser verdik” diyor.

Bir benzetme yapalım ve her insana verilen hayat nimetini bir çekirdeğe benzetelim; bu çekirdek her insana veriliyor.

Çekirdek verilen her insana bir de o çekirdeği sulamak için kevser veriliyor ve deniyor ki, çekirdeğinizi bununla sularsanız, o çekirdek ağaç olacak, o ağacın meyveleri değerlenecek, bereketlenecek size ebedî bir cennet hayatı kazandıracak.

Eğer o çekirdeği Kevserle sulamazsanız, çekirdeğiniz değersiz, bereketsiz ebter (soyu kesik) olacak, yani âhirete yönelik hiçbir faydası olmayacağı gibi o çekirdeğin kıymetini bilemediğiniz, dünyanın fâni işlerinde çürüttüğünüz için, âhirette bunun sonuçlarını yaşayacaksınız.

Bu açıklamalardan sonra başlıktaki soruya cevap verebilirsin…

(2) SOR KENDİNE, KİMİN İÇİN YAPIYORSUN? RABBİN İÇİN Mİ? YOKSA…

Bu sorunun cevabına giderken bir soruyla başlayalım, bu sûrede neden namaz ve kurban ibadetleri öne çıkıyor?

Bu âyetler inmeden önce vahyin zarfı olan Kur’an’dan ve onunla gelen bereketin sembolü olan Kevser’den habersiz olan Mekke müşrikleri, ibadet ediyorlardı ama bu ibadetler “Alemlerin Rabbi Allah için” değil, arada aracı olarak görülen putlar için yapılıyordu; putlara “salat”113 ediliyor, putlar için kurbanlar kesiliyordu.

Kevser sûresi o günün Mekke toplumuna şunu diyordu: Kur’an yani Kevser gelmeden önce yaptığınız ibadetleri “alemlerin Rabbi için” değil, putlar için yapıyordunuz. Şimdi Kur’an geldi. Bundan sonra bütün namazlarınız ve kurbanlarınız, aradaki aracılar için değil, Rabbiniz için olsun.

O güne vereceği mesajı namaz ve kurban üzerinden veren Kur’an bugüne şu mesajı veriyor: Sadece namaz ve kurbanlarınızı değil, Allah’ın size verdiği her nimetle yaptığınız her şey, Rabbiniz için olsun. Aldığınız verdiğiniz nefesler, harcadığınız zaman, para, mal, mülk kısaca her şey Rabbiniz için olsun.

Rabbiniz için olursa Kur’an hayatınızı değerlendiren ve bereketlendiren bir Kevser olur. Olmazsa âhiret hayatınız ebter yani bin beter olur.

Bu açıklamalardan sonra başlıktaki sorunun cevabını verebilirsin.

(1-3) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Adı üstünde insan unutan bir varlık. O yüzden buradaki soruları kendine sık sık sor.

16/102. TEKÂSÜR SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-8 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(1) TEKASÜRÜ İYİ VEYA KÖTÜ YAPMAK SENİN ELİNDE

Normalde insanın bir şeyi çoğaltması kötü değildir. Çoğaltmayı kötü yapan, neyin nasıl çoğaltıldığıdır.

Mesela para; Allah’ın razı olduğu ölçülerde, içine haram ve haksızlık sokmadan helal yollarla kazanılıyorsa, hayırlı işler yapmak için kullanılıyorsa, para ve benzeri her şey için bu ölçülerde bir tekasür iyidir.

Tekasürü kötü yapan buradaki ölçülerin tersine bir yol izlenmesidir.

Benim “şuyum buyum çok olsun” dediğin her şeye bu açıdan bakabilirsin.

  1. LİDERLİK AHLAKI AÇISINDAN TEKASÜR

Liderin bir hedefi, bir davası vardır ve her lider, o davaya gönül veren, emek veren insanlar olsun ister.

Eğer bir lider, arkasında çok sayıda insan “varmış” desinler diye “çok olsun da nasıl olursa olsun” derse o çokluk problem üreten bir çokluk olur. O çokluk hedefe gitmeyi hızlandırmak yerine geciktirir.

Varsayalım, günümüzde sayısı 2 milyara yaklaşan Müslümanların tek bir lideri olsun. Biz o lidere soralım, bu çokluk sizi sevindiriyor mu?

Eğer o lider vahyin rehberliğinde, Peygamber Efendimizin örnekliğinde bir liderlik eğitimi almış biri ise bu sorumuza cevap olarak şöyle diyecektir:

Hayır. Sevindirmek bir yana, inandığım değerler adına beni korkutuyor, endişelendiriyor, derin derin düşündürüyor. Çünkü ortada bir çokluk var ama bu kalitesiz bir çokluk. Bana deseler ki, bu çokluk içinde, Müslüman olmayan insanların (yaşayışına, eğitimine, ahlakına, aile hayatına, çocuklarına) bakınca imreneceği kaç Müslüman var?

Evet bu sorunun cevabı her lider için önemlidir.

Bize düşen karamsarlık değil. Bize düşen bu gerçeği görmek ve kaliteye öncelik vermektir.

  1. AİLE AHLAKI AÇISINDAN TEKASÜR

Bu konu da yukarıdaki konunun devamı. Müslüman ailelere küçük ölçekte fabrika/atölye dersek, İslâm âlemi bu fabrikada üretilen ürünlerin sergilendiği pazar olur.

Pazardaki ürünler çok ama çok kalitesizse bunun sorumlusu aile denilen fabrikanın ustabaşıları ve patronlarıdır.

Dünyada hiç kimse bu tespite “ne alaka” diyemez. Toplumun kalitesiyle aile arasında doğrudan bağlantı vardır.

Bu nedenle bilinçli hiçbir anne-baba “Çocuklarım çok olsun da gerisi ne olursa olsun.” demez.

Çokluktan önce imkanlarına bakar. İmkanları ölçüsünde kaliteye öncelik verir ve şöyle der: Beni mahcup edecek 13 çocuktan ise, benim yüzümü ağartacak, şükrümün artmasına vesile olacak 3 çocuk daha iyidir.

(3-8) “YAKINDA” İFADESİ ÜZERİNDEN VERİLEN SONUÇ EĞİTİMİ

Burada “yakında” ifadesi ile kastedilen öncelikli olarak “ecel” olabilir. Ecelin bir özelliği var. “Hiçbir insan bu hafta, gelecek hafta gelecek ay ölmeyeceğimi kesin olarak biliyorum.” diyemediği için, ecel 28, 38, 48 yaşlarındaki insanlara ne kadar yakınsa 18 yaşındaki insana da yakınlık olarak aynı mesafededir.

Kur’an çokluk yarışına giren insanlara şu mesajı veriyor: Çoğaltma yarışını şerden hayra çevirmezseniz, Allah’ın razı olmadığı şeyleri çoğaltmaktan vaz geçmezseniz bugün dünyada kulaklarınızla duyduğunuz cehennemi bizzat gözlerinizle görecesiniz.

Bugün hesapsız kitapsız yaşadığınız şu hayatın, her anından hesaba çekileceksiniz.

Eğer bu sonucu yaşamak istemiyorsanız, “ölmeden önce kendinizi hesaba çekin!”114

(1-8) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Bu dünyadaki tercihlerin mutlaka iki şeyi çoğaltacak ya sevapları ya da günahları. Hangisinin çoğalmasını istiyorsan tercihlerini ona göre yap.

17/107. MÂ’ÛN SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-7 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

ÖN BİLGİ: Bu sûrede baştan beri dikkat çektiğimiz “emanet” konusunda, emanete “benim” demenin altında yatan en önemli sebeplerden bir olan dini yalanlama konusu öne çıkarılıyor.

ÖN BİLGİ: Din yalanlama dinin bütünü için de olabilir bütünden bir parça için de olabilir.

Bu âyetin ilk muhatabı olan müşrikler, her ne kadar Kur’an’ın tarif ettiği ölçülerde Allah’a inanmasalar da kafalarında bir yaratıcı inancı vardı. O yüzden müşriklerin dini yalanlamasında din dekorunun olmazsa olmaz parçalarından biri olan Peygamberi (as) yalanlama öne çıkıyordu.

Biz de burada o yalanlamayı öne çıkardık.

(1) DİNİ YALANLAMAK, PEYGAMBERİ YALANLAMAKTIR

Bir insan dini yalanladığında, gerçekte bizi o dinle tanıştıran Peygamberi de yalanlamış olur.

Peygamberi yalanlamak demek,

Evet, dini yalanlamak, din denilen ambalajın içindeki her şeyi yalanlamaktır.

“Yalanlayan insan ne yapar?” sorusunun cevabını da 1. âyeti takip eden âyetlerde görüyoruz.

(1) EVET, BİR MÜSLÜMAN DİNİ YALANLAMAZ AMA …

Yukarıda anlattığımız şekliyle dini yalanlayan bir insanın dini literatürde adı kâfirdir.

Bir Müslüman, dini bu şekilde yalanlamaz. Yalanlasa zaten Müslüman olmaz. Sûrede dini yalanlayanlara ait özellikler, bir Müslümana yakın tehlike olarak anlatılır.

Bu anlatım üzerinden şu mesaj verilir: “Evet, senin için dini yalanlamak ve kâfir olmak uzak bir tehlike ama bu sûrede sayılan özellikler sende görülürse bil ki, tehlike yaklaşıyor” demektir.

“Tehlikeden uzak durmak için yetim ve yoksul karşısında ‘bana ne’ deme, ‘bana ne düşüyor’ de. Desinler için bir şey yapma. İbadetlerinde gösterişten riyadan kaçın.”

(1-7) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Dini sözlü olarak yalanlamak, insanı dinden çıkaracağı için, bunu “Ben Müslümanım” diyen hiçbir insan yapmaz. Ama dini fiili olarak yalanlamak, yani dinin açık emirleri olan konularda, sanki o emirler yokmuş gibi yaşamak yakın bir tehlike…

Burada soru şu “Bu tehlikenin farkında mısın?”

18/109. KÂFİRÛN SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-6 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(1) MÜSLÜMAN OLMAYAN HER İNSAN KÂFİR MİDİR?

Bu konu, günümüzde Müslüman olmayan insanların geneli hakkında doğru bir değerlendirme yapma açısından çok önemli olduğu için Tefsir Usûlümüzde (10) İnkar/Küfür Yasasında bu sorunun cevabını geniş olarak verdik.

Orada verdiğimiz cevap hem bu sûre özelinde hem de Kur’an genelinde bu konuda yapacağımız bütün açıklamalar için bakış açımız olacak.

O bakış açısı üzerinden devam edelim.

(1) “EY KÂFİRLER!” HİTABINDA MUHATAP KİMDİ, VERİLEN MESAJ NEYDİ?

Yukarıda bahsettiğimiz İnkar/Küfür Yasası dikkate alındığında “Ey kâfirler!” hitabının Müslüman olmayan bütün insanlara yönelik bir ifade olmadığı anlaşılır.

Bu âyetler indiği gün bu ifadenin muhatapları; Müslümanların inancını pazarlık konusu yapan kâfirlerdi.

Kâfirlerin önde gelenleri Peygamber Efendimize (sav) bazı tekliflerle geldiler. O teklifleri güncel bir dille şöyle özetleyebiliriz.115

Peygamber Efendimizin (sav) “Sağ elime güneşi, sol elime ayı koysanız, ben bu inandığım dinden vazgeçmem” sözünün arkasında özetlediğimiz bu teklifler vardı.

Bu teklifleri dikkate aldığımızda,

(6) EVRENSEL STRATEJİ: “SENİN DİNİN SANA BENİM DİNİM BANA”

Kâfirûn süresinin 6. âyeti evrensel bir mesajdır. Mesajın özeti şudur:

Bu saygının diğer adı: İnanç ve ifade özgürlüğüne saygıdır. Bu saygının arkasında dinde hiçbir şekilde zorlama olamayacağı gerçeğini kabul vardır.

Kendi inancına saygı duyulmasını isteyen her insanın, bu saygıyı göstermesi gerekir.

(6) EVRENSEL YÖNTEM

Bu sûre Peygamberimizin Peygamberliğinin 2. yılında iniyor. Kur’an bu sûreyle, Müslümanların, dış baskı ve zorlamalarla başka bir yönteme mecbur edilmedikleri müddetçe, bu yöntemi izlemelerini istiyor.

Bir an için şöyle bir simülasyon116 yapalım, Eğer Peygamberimizin, peygamberlik yaptığı 23 yıl boyunca, müşrikler “Tamam bizim dinimiz bize, sizin ki de size” deseler ve Mekke’de hiçbir düşmanlık olmasaydı, bu düşmanlığın sonuçları olan Bedir, Uhud, Hendek gibi savaşlar hiç yaşanmasaydı, 23 yıl boyunca inen âyetlerin dili nasıl olacaktı:

Cevap: 6. âyetin diline uygun bir dil olacaktı.

Evet, biz zamanı geri döndüremeyiz, yaşadığımız her yerde, dış şartlar bizi başka bir yönteme mecbur etmediği müddetçe, dünyanın her yerinde izleyeceğimiz yöntemin 6. âyette ortaya konan yöntem olduğunu ifade edebiliriz.

Tefsir Usûlümüzde (25) Cihad Yasasında, burada yaptığımız açıklamaların gerekçelerini geniş olarak anlattık. Oraya bakılmasının Kur’an’daki bu ve benzeri bütün âyetlerin doğru anlaşılması adına çok önemli olduğunu düşünüyoruz.

(2-5) SEN ALLAH’A TAPIYOR MUSUN, İBADET Mİ EDİYORSUN?

Bazı meallere baktığımızda 2. 3. 4. 5. âyetlerde bizim “ibadet etmek” olarak çevirdiğimiz ifadelere “tapınmak” anlamı verildiğini görüyoruz.

Sözlüklere baktığımızda, böyle bir anlam mümkün. Fakat bu anlamı vermenin birtakım sakıncaları var.

Sakıncalardan biri şu: Tarihte insan zihninin ürettiği putlara, ilahlara baktığımızda tapma kelimesi araştırmadan, düşünmeden, geçmişte atalarının inançlarına körü körüne inanma gibi bir anlamı çağrıştırıyor.

Sözlükte temiz dursa bile, geçmişinde böyle sabıkası olan bir kelimeyi ibadetle eşitlemenin doğru olmadığını düşünüyoruz.

Böyle düşündüğümüz için de Allah’a tapmak, tapınmak yerine, “Allah’a ibadet ediyoruz.” ifadesinin kullanılmasını tavsiye ediyoruz.

(2-5) ALLAH’IN KULU MUYUZ, KÖLESİ Mİ?

Allah’a ibadet etmenin diğeri adı kulluk. Bu nedenle kulluk kelimesi üzerinde de durmamız gerekiyor.

Kul ve köle kelimelerinde de yukarıda anlattığımız gibi bir sorun var. Her iki kelimenin kök anlamı da aynı. İkisi de Arapça “abd” kökünden geliyor.

Aynı kökten geldiği için “Biz Allah’ın kölesiyiz.” ifadesini kullanmakta sakınca görmeyen insanlara rastlıyoruz.

Ama bu kelime için de yukarı “tapınma” kelimesi için bahsettiğimiz sakıncadan daha büyük bir sakınca olduğunu düşünüyoruz.

Tarihi seyir içinde baktığımızda, adına köle denen insanlar; köleliği özgür bir tercihinin sonunda seçmediler. Ölüm korkusu, aç kalma korkusu, baskı ve zorlamayla seçtiler. İlk fırsatta da kurtulmak istediler.

Soru şu: Böyle bir sabıkası olan kelime, özünde araştırma, inceleme, sevme ve özgür tercih olan Allah-insan ilişkisinin adı olabilir mi?

Kesinlikle olamayacağını düşündüğümüz için bu çalışmanın tamamında özgür tercihimize yakın gördüğümüz kulluk ifadesini tercih ediyor ve tavsiye ediyoruz.

(1-6) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Peygamber Efendimizin (sav) insanların hidâyeti konusunda kendini sorumlu hissettiğini bu sorumluluğu yerine getirme adına ne kadar büyük bir gayret gösterdiğini biliyoruz.

Bunu bilmek, bilinçli her Müslümana, aynı sorumluluğu kendi çapında hissetme gibi bir sorumluluk yüklüyor.

Soru şu: Sen bu sorumluluğu ne kadar hissediyorsun?

19/105. FİL SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-5 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(1-5) “EBREHE ÖLDÜ AMA, NİYETİ VE SIFATLARI HÂLÂ YAŞIYOR”

“Fil sûresinin evrensel mesajlarından biri nedir?” denilseydi, o mesajlardan biri de başlıktaki cümle olurdu.

O günü bugüne getirirsek, Kâbe çevresinde büyük bir rantın döndüğü dünya ticaret merkezi olurdu. Onu yıkmaya gelen Ebrehe de bu ranta konmak isteyen, istediği olmayınca da bir bahane ile bu rantın üzerine çökmek isteyen bir liderdi.

Fil vakasını böyle özetlersek, bu özet bize hiç de yabancı gelmiyor. Geçmişten bugüne onlarca örnek üzerinden, üretilen “sûnî” bahanelerle bazı ülkelerin yer altı ve yer üstü kaynaklarına “çökme” girişimlerini biliyoruz.

Bu yönüyle bu sûre zaman üstü evrensel bir sûre olarak bize şu mesajı veriyor. Adı Ebrehe olmasa bile niyetiyle, sıfatlarıyla Ebrehe’ye benzeyen insanlar her çağda olacak.

(2) ALLAH (cc) TUZAKLARI NASIL BOZAR?

Kalem sûresinde (45) Allah’ın tuzağının işleyişinden bahsetmiştik. Bu sûrede 2. âyette geçen keyd kelimesiyle, Ebrehe’nin bozulan tuzağından/planından bahsediliyor.

Günümüzde niyeti ve sıfatları Ebrehe’ye benzeyenlerin yaptıklarına atıfta bulunmak için güncel bir dille anlatırsak, Ebrehe’nin planı şöyle oldu:

Ebrehe ilk olarak Yemen’de San’a şehrine dev bir kilise inşa etti. Bununla amacı, Kâbe’yi gölgede bırakmak, San’a şehrini önce bir din merkezi sonra da bir ticaret merkezi yapmak ve Kâbe’deki rantı kendi ülkesine aktarmaktı.

Fakat işler istediği gibi olmadı. İnsanlar San’a’ya gelmedi.

Ebrehe, Mekke ile bağlantısı olan bir adam ayarladı. Bu adam bir gece San’a’daki kiliseye girdi ve tuvalette yapılacak şeyi orada yaptı.

Ertesi sabah Ebrehe’nin yandaş medyası şöyle bir haber yaptı; “Mekkeliler, bizim kilisemiz için ‘sizin ibadethaneniz Kâbe’nin yanında olsa olsa tuvalet olur’ anlamına gelecek bir iş yaptılar.”

Ebrehe bu kışkırtıcı ve yönlendirici haberlerle kamuoyu desteğini arkasına aldı. Askerlerini motive etti ve dev bir orduyla Kâbe’yi yıkmak üzere yola çıktı.

İşte ikinci âyette “boşa çıkarıldığı” söylenen plan bu plandı.

Bu planın boşa çıkması, “Allah (cc) tuzakları nasıl bozar?” sorusunun da cevabı oluyor

(1-5) FİL VAKASININ EVRENSEL MESAJI: SEBEPLER SONUÇLARI GARANTİ ETMEZ

Yine güncel bir dille anlatalım:

Olmaz ama olduğunu varsayalım. Bütün dünyada, her ülkede izlenen bir haber kanalı, Kâbe’den naklen canlı yayın yapıyor. Muhabir Kâbe’yi yüksekten gören bir tepeden şöyle diyor: “Ebrehe önünde dev tanklara benzeyen filleriyle Kâbe’nin önüne kadar geldi. Kâbe sağda, Ebrehe solda. İkisi arasında hiç kimse yok. Kâbe’yi bir insana benzetirsek, onu koruyacak, savunacak hiç kimse yok. Bu durumda az sonra Ebrehe’nin Kâbe’yi yıkmasına mâni olacak tek bir sebep yok. Ebrehe için galibiyet kesin ve garanti olarak görülüyor.”

Bu habere göre, Kâbe’nin yıkılmasına sonuç dersek, bütün sebepler sonucu garanti ediyor gibi görünüyor.

İşte bu noktada Allah’ın yasaları devreye giriyor ve naklen yayında bütün insanlara şu gerçeği ilan ediyor: Bu dünyada sebeplerin yerine getirilmesi her zaman için sonuçları garanti etmez. Bu sûrede olduğu gibi bazen hiç ummadığınız bir sebep araya girer ve bütün planları boşa çıkarabilir.

(1-5) VARSAYALIM MUCİZE YOK. ZAMANLAMA MANİDAR DEĞİL Mİ?

Gökten yüzlerce taşın atılması bir mucizedir. Bazı tefsirciler, bazı insanların mucize konusunu abartmasına bir tepki olarak, bu olayı volkan patlaması ve çiçek hastalığı gibi sebeplerle açıklamak istemişler.

Varsayalım, bir an için bunlar doğru. O zaman şu sorular akla geliyor:

Allah dileseydi, bu olayları öyle anlaşılabilecek bir şekilde de anlatabilirdi. Neden anlatmadı? Neden öyle anlayabileceğimiz bir dil kullanmadı?

Diyelim ki, volkan patladı veya çiçek hastalığı oldu. O zaman soru şu: Zamanlama mânidar değil mi? O güne kadar patlamayan volkan, o güne kadar görülmeyen hastalık, neden o gün, o saatte oldu?

Bunların olması, Allah’ın bilgisinden, dilemesinden, kudretinden bağımsız olabilir mi?

Mucizeyi, bütün insanlar toplansa aynısını yapmakta aciz kalacakları hadise olarak tanımlarsak. Bu olay, öyle veya böyle bir mucizedir.

Ama Allah’ın mucize ile ilgili yasalarının işleyişini bilmek gerekir.

Biz bu konuda Tefsir Usûlümüzde 13. 14. 28. yasalar olan Mucize, Helak ve Dua Yasasında bu konuyu geniş olarak ele aldık. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

(1-5) FİL VAKASI O GÜNE NE DEDİ? BUGÜNE NE DİYOR?

Fil Vakası Üzerinden Önce Müşriklere Verilen Mesajı Anlamaya Çalışalım

Peygamberimizin doğumundan yaklaşık 50 gün önce gerçekleşen bu olayın, olduğu günlerde Mekke’de10 bin insan vardı.

Kureyş sûresinde anlatacağız; bu insanların tamamı Kâbe’nin içinde olduğu bir şehirde yaşamanın avantajlarına sahipti.

Aksine olanları seyretmek için dağlara çekildiler.

Fil vakası üzerinden müşriklere şu mesaj verildi: Kıymetini bilemediğiniz Kâbe sizden alınacak, kıymetini bilen ellere verilecek.

Fil Vakası Üzerinden Dolaylı Olarak İlk Müslümanlara Şu Mesaj Verildi

Bu âyetlerin indiği günlerde, karşınızdaki müşrikler Ebrehe gibi güçlü. Sizler de Kâbe gibi zayıfsınız. Kâbe’yi koruyan Allah, Kâbe’nin misyonuna hizmet edecek, o misyonu dünyaya taşıyacak olan sizleri de koruyacaktır.

Fil Vakası Bugün Bize Ne Diyor?

Göreviniz Kâbe’nin misyonunu dünyaya duyurmak. Gönülleri Kâbe yapmak.

Bu görevi yapmakla sorumlu insan sayısı 2 milyara yakın. Bu görevi yapmak için elinizde her türlü imkan var. O imkanlar varken, o imkanları kullanmak için yapmanız gerekenleri yapmak varken Allah’tan olağanüstü şeyler beklemeyin.

20/113. FELAK SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-5 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(1-5) SIĞINMA KONUSUNA GENEL BAKIŞ: SIĞINMA MADDİ DEĞİL MÂNEVİDİR117

Burada iki sûre arka arkaya sığınmadan bahsediyor. Biz inanç dekorunda sığınmanın arkasındaki bilinci, farkındalığı göstermek için sığınmaya önce genel bakmak, sonra de bu sûrelerin özelinde değerlendirmek istiyoruz.

Biz, “Euzü besmele” çekip, şeytandan Allah’a sığındığımızda ortada fiziki olarak görünen bir şeytan ve ilah yok.

Her ikisi de yok olunca, bu sığınma maddî değil, mânevîdir.

Burada soru şu: Mânevî sığınma nasıl olur?

(1-5) DÜNYADA İKİ ALAN VARDIR: SIĞINAĞIN İÇİ VE DIŞI

Bu dünyanın dekorunda korku vardır. Bu dekor her insanı korkutur.118

Bu tespiti açalım, dünya bize sorulmadan gönderildiğimiz yerdir. “Nereden geldik? Niçin geldik?” bilmiyoruz. “Geldik madem kalalım” desek kalamıyoruz.

Her gelenin ölümle bu dünyadan mecburen gitmesi, gidenin nereye gittiğinin bilinmemesi, gitmeden önce yaşanan deprem, sel, kasırga, hastalık, salgın gibi musibetler ve bunların verdiği korkular…

Böyle bir dekor insana korku verir. Korku varsa emniyet ve huzur yoktur. Böyle bir ortamda insanın aradığı tek şey güvenli bir sığınaktır.

İşte içine iman etmekle girilen İslâm evi, bütün insanların kendisine davet edildiği mânevî bir sığınaktır.

Bu sığınağa giren, kendisini korkutan -yukarıdaki- soruların cevaplarını bulur.

Bu tespitimizden sonra Burada akla gelecek sorular nedeniyle iki yan konuya kısaca değinelim.

Sığınakta Olduğu Halde Huzur Bulamayan Müslümanlar Var

Huzuru bulamamak, yokluğundan değil, arayanın eksikliğindendir.

İşte bu nedenle, huzuru bulamamak, arayana ait bir eksikliktir.

Sığınağın Dışında Olduğu Halde Huzurlu (Görünen) İnsanlar Var

Sığınağın dışındaki bütün mutluluk görüntüleri, dünya dekorunda korku veren soruları unutarak yaşamanın sonucunda ortaya çıkan yapay ve yapmacık görüntülerdir.

Eğer, insanın dünyadaki ömrü, bir gün gibi kısa bir zaman olsaydı ve her insan bu kısa zaman dilimine yetişkin olarak gelseydi. Bahsettiğimiz korku net bir şekilde görülecekti. İnsanın dünyadaki ömrü 70-80 yıl olunca, insan kendisine bu korkuyu unutturacak birçok şey bulabiliyor.

Eğer dünyanın dekoru şöyle olsaydı,

Allah görünseydi, âhiret görünseydi. Âhirette cennet ve cehennem görünse ve insanların ara sıra tadımlık olarak ziyaretine izin verilseydi, ne olurdu?

İslâm evine sığınmadık insan kalır mıydı? Cehennemi görüp tattıktan sonra, hâlâ sığınağın dışında kalmayı düşünen olur muydu?

Özetlersek, bu imtihan dünyasında bir sığınağın içi, bir de dışı var. Sığınağın dışında, dünyanın dekoru nedeniyle insana korku veren şeylerin görevi, insanları sığınağa itmektir. Sığınağın görevi de sığınanlara huzur ve emniyet vermektir.

(1-5) İSLÂM DİNİ SIĞINAK OLUNCA, SIĞINMA GEÇİCİ DEĞİL, KALICI OLUR

Adına “İslâm evi” dediğimiz sığınak, bir girilen bir çıkılan sığınak değildir. Beklenen faydanın görülmesi için içinde bir ömür kalınması gereken bir sığınaktır.

Zor zamanda Allah’a sığınan, geniş zamanda sığınma ihtiyacı hissetmeyen insanların zannı üzerinden baktığımızda, Allah (cc) zor zamanda kendisine sığınacağımız, onun dışında sığınmasak da olacak biri gibi algılanıyor.

Bu algı eksik. Çünkü Allah’a sığınma Allah’ın yasalarına teslim olma anlamına gelen Müslüman olma ile başlayan ve (sığınak olan İslâm evinde) bir ömür Müslüman kalmakla devam eden bir sığınmadır.

Sığınmanın böyle anlaşılması gerektiğini ifade ettikten sonra, karşımıza şöyle bir soru çıkıyor.

MADEM SIĞINAĞIN İÇİNDEYİZ, NEDEN SÜREKLİ SIĞINIYORUZ?

Evet, madem öyle, neden “Euzü Besmele” çekerek, neden bu iki sûreyi okuyarak Allah’a sığınmamız tavsiye ediliyor?

Benzer bir soruyu, Fatiha sûresinde şöyle sormuştuk: Doğru yolu bulmuş, hidâyete ermiş, bir Müslüman olarak neden beş vakit namazda günde 40 defa “Bizi doğru yola hidâyet eyle!” diye dua ediyoruz?

Cevap olarak orada “Doğru yolda olmaktan daha zoru, bir ömür doğru yolda kalmaktır.” demiştik. Burada da şunu diyoruz. Sığınakta olmaktan daha zoru, bir ömür sığınakta kalabilmektir.

Sığınağa girdiğimizde, iş bitmiyor.

İmtihan dünyasının dekorunda, İslâm sığındığımız ev olurken, şeytan o evin dışında oluyor. Fakat her insanın nefsinde/içinde şeytandan gelen vesveseleri bize telkin eden hevâ119 denen bir alıcı var.

Bu alıcı, biz evin içindeyken, bizi sürekli evin adabına uymayan (adına haram/yasak/günah dediğimiz) şeyleri yapmaya teşvik eder.

Bu gerçeği bilenler, şu gerçeği de bilirler; evet, Müslüman olup sığınağa girmek önemli ama şeytandan gelen vesveseler karşısında bir ömür sığınakta; sığınağın kurallarına uyarak kalmak daha da önemlidir. O yüzden sığınağın içinde, akla gelen her olumsuz şeyden Allah’a sığınmaya devam etmek gerekir.

Bunun için de bir benzetme yaparsak, sığınağın içinde şeytandan gelecek vesveseleri etkisiz kılma adına sinyal kesici Jammer görevi yapacak takva ve ihlas zırhı kuşanmak gerekir.

(1-5) ALLAH’A SIĞINMA BİR DUADIR, DUA HEM SONUÇ HEM DE SEBEP ODAKLI OLMALIDIR120

Bu iki duanın farkı;

Bu iki duayı aşağıdaki başlık altında açalım.

(1-5) YARATTIĞI ŞEYLERİN ŞERRİNDEN ALLAH’A SIĞINMA NASIL OLUR?

İki türlü olur;

İkinci yoldan Allah’a sığınan insanlar bilirler ki, bu dünyada yaratılan birçok şey, insan ihmalleri sonucunda şerre sebep olabilir.

Mesela deprem: Sismoloji, jeoloji, jeofizik ve inşaat mühendisliği gibi bilimleri dikkate almadan, standartlar yerine getirilmeden fay hattı üzerine yapılan binalar şerre sebep olabilir.

“Allah’ım depremin şerrinden sana sığınırım.” demek hem yanlış hem eksik bir duadır.

Deprem örneğini kaza, bela sebebi olan sel, fırtına, yangın, hastalık gibi bütün durumlar için de düşünebiliriz.

Kısaca, şerden sığınma, ilimle, bilimle, Ar-Ge ile şerre sebep olabilecek her şeyi tanıma bilme ve ona karşı tedbir alma ile olur.

Bunlar yoksa eksik dilekçenin işleme konmaması gibi, bu şekilde yapılan sığınma başvuruları beklenen sonucu vermeyebilir.

(1-5) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Doğru bir şekilde Allah’a sığınmayı bilmeyenler, sığınmadan bekledikleri faydayı göremeyecekler. Allah’a sığınmanın ilk şartı, razı olmadığı şeylerden uzak durmaktır. Uzak duruyorsan sığınmada ilk adımı doğru atmışsın demektir. Uzak durmuyorsan, yaptığın şey, kapısı açık olan eve hırsız girmesin duası yapmaya benzer…

Mekke’de Vahyin Rehberliğinde 3. YIL

21/114. NÂS SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-6 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

İLK VE SON SÛRE ARASINDAKİ İLİŞKİ

Adına Mushaf sırası dediğimiz sıralamada Kur’an’da Fatiha sûresi birinci, Nâs sûresi sonuncu sûredir.

Tefsir Usûlümüzde (18) Nüzul Yasasında; Kur’an’ın, neden indiği sıra ile değil de Mushaf sırasına göre dizildiğini, anlatmaya çalıştık.

Orada her iki sıranın da hikmetlerinden özet olarak bahsettik. O özetin devamı olarak burada bir soru soruyoruz:

Son İki Sûrenin Böyle Başlaması Hangi Sorumuzun Cevabı Oluyor?

Son iki sûrenin konusunun sığınma olması, bu sûrelerin her ikisinin de Allah’a sığınma ile başlaması “Bir insan Kur’an’ı baştan sona okusa ne anlar?” sorusunun cevabı oluyor.

Öncelikli olarak insan üç şeyi anlıyor;

Bütün bunları anlamanın sonucunda bu sûreler üzerinden Allah’a sığınıyor.

(1) RAB İSMİYLE BAŞLAYAN KUR’AN, RAB İSMİYLE BİTİYOR

Fatiha’nın başındaki “ElhamdülillahiRabbi’l-âlemin” ifadesini son iki sûrenin başındaki “KuleuzubiRabbi’l-felak ve nâs” ifadeleriyle birlikte düşündüğümüzde şu tespitleri yapabiliriz: Kur’an Rab ismiyle başlıyor, Rab ismiyle bitiyor.

Bu tespitinin yanına iki tespit daha koyalım.

Peki bütün bunların mesajı nedir?

Mesaj: Şeytandan Allah’a sığınmanın yolu, kişinin Rab isminin tecellilerine ayna olup; vahyin rehberliğinde, Peygamber Efendimizin (sav) örnekliğinde nefsini terbiye etmesinden geçiyor.

Bu terbiyenin diğer adı kendini gerçekleştirme oluyor.122

(1-3) O KADAR İSİM VARKEN NEDEN BU ÜÇ İSİM (RAB, MELİK, İLAH) ÖNE ÇIKIYOR?

Bu soruya “cevabı bilmiyoruz” diyebiliriz. Ama Kur’an’da hikmetsiz bir şey olamayacağı gerçeğinden yola çıkarak, “Allahü a’lem” diyerek bazı hikmetler üzerinde durmak istiyoruz.

“Neden bu isimler?” öne çıktı sorusunun cevaplarından biri de şu: Bu üç ismin insandaki tecellisinin, sığınan her insana sığınma konusunda yüksek bir bilinç vermesidir. Bu cümleyi aşağıda açalım,

Bu konuya aşağıdaki başlıkla devam edelim,

(1-3) ÜÇ İSİM ÜZERİNDEN ESMA-İ HÜSNA’NIN SAHİBİNE SIĞINMAK

Yukarıdaki üç ismin sığınma ile bağlantısını açıkladıktan sonra şu tespiti yapabiliriz: Allah’ın her ismi, hayatın bir yanına bakar. Hayatın o yanına yönelik, sığınmalar o isim üzerinden yapılabilir.

Hemen iki örnek verelim:

Bu iki örneği, 99 esma ile çoğaltmak mümkün. Fakat bu konu, esmâ konusunda ciddi bir alt yapı isteyen konudur. O alt yapıya sahip olduktan sonra her esmâ için bu şekilde bir sığınma duası yapılabilir.

(1-6) BİR CİN OLARAK ŞEYTAN İNSANA VESVESE DIŞINDA ZARAR VEREBİLİR Mİ?

Bilmeyenler olabilir şeytan bir cindir.123 Bir cin olarak şeytanın insana zarar verme kapasitesi sadece ve sadece vesvese ile sınırlıdır.

Bu konuda Kur’an şöyle der: “Şeytanın zorlayıcı bir gücü yoktur.”124 Onun gücü sadece vesvese vermekle sınırlıdır. Bu güç de onu dost edinenler125 üzerinde etkisini gösterirken, Allah’ın ihlaslı kulları üzerinde etkisizdir.126

Şeytanın zararını vesvese ile sınırlayan bu âyetleri buraya koyduktan sonra şu önemli tespiti yapabiliriz: Cinler âleminde, insana zarar verme gücü en yüksek olan şeytanın insana verebileceği zarar sadece vesvese ile sınırlıdır.127

(1-6) VESVESE SİLAHI NASIL ETKİSİZ HÂLE GETİRİLİR?

Kur’an, şeytanı insanın düşmanı olarak tanımlar. Şeytan düşman olunca onun insanı hedef alan silahının adı da vesvesedir.

Bu silahı etkisiz hale getirmenin yolu, bu silahı tanıma ve onun gücüne göre savunma sistemleri geliştirmektir. Bu sistemi geliştirip kendilerine bilinç olarak monte eden insanlar şu gerçeği bilirler.

Dünyadaki bütün insanlar genelde ikiye ayrılır:

Bu durumda,

Bu dünya imtihan dünyası, dünya var oldukça şeytan da vesvese de var olacak. O yüzden, adı İslâm olan sığınağın içinde onlardan şikâyet yerine, onların varlığını bilerek, onlara karşı tedbir alarak yaşamak gerekir.

(1-6) VESVESE, ŞEYTAN TARAFINDAN KULLANILAN BİR PSİKOLOJİK HARP TEKNİĞİDİR

Bu savaş tekniğinde, ortada fiziki bir temas, fiziki bir silah yoktur. Bu teknikte kullanılan silahın adı “BİLGİ”dir.

Bu bilginin içinde, bazen doğru bilgi de kullanılır. Doğru bilginin kullanılmasındaki amaç; yanlış bilgileri kamufle etmek, gerçek niyetin fark edilmesini engellemektir.

Şeytanın vesvese vermesini bu savaş tekniğine benzetebiliriz. Şeytan bu teknik üzerinden, insanın duygu, düşünce ve davranışlarını hedef alır.

Bu noktada insanı bilgisayarın “hardware”ine/donanımına benzetirsek, vesvese o donanıma yüklenen korsan yazılımın; “software”in adı olur. Bu yazılımın kendisine yüklendiği insanlar, şeytanın amacına hizmet ederler.

Bu hizmetin günümüzde nasıl yapıldığına aşağıdaki başlıkta bakalım.

  1. VESVESE VEREN KÜRESEL ARAÇLAR: TV, SOSYAL MEDYA…

Vesveseyi, insanı Allah’ın razı olmadığı tüm davranışlara yönelten bilgi olarak tarif edersek. Bundan bin yıl önce, şeytanın verdiği ilk vesvesenin yayılma hızı ve etkilediği insan sayısı çok azdı.

Ama günümüzde gelişen teknoloji sayesinde, vesvese tahrip gücü çok yüksek olan bir bombaya dönüştü.

Şeytanın duyulmasından yayılmasından memnun olacağı her şeyi duyuran ve yayan her televizyon programı, her sosyal medya platformu farkında olarak veya olmayarak insanlara vesvese veriyor, diyebiliriz.

(1-6) DÜŞMAN KİM? TEHLİKE NEDİR? ŞEYTAN MI? SIFATLARI MI?

Bilinçli Müslümanlar hacca gittiklerinde şeytan taşlamanın bir sembol olduğunu bilirler. Taşlama dekorunda içte insanı kötü yapan ne kadar sıfat varsa dışta onlar hedef yapılır.

Atılan taşlar o sıfatlara atılır. O taşlamaya sebep dersek, o taşlamanın sonucu, taşlanarak içten dışarı atılan sıfatlardan bir ömür boyu uzak durma gayretidir.

Özetlersek, insan hiçbir zaman şeytan olamaz. Ama kötü sıfatları bir elbise olarak üzerine giydiğinde ona benzeyebilir.

(1-6) DOSTA DÖNÜŞME İHTİMALİ SIFIR OLAN DÜŞMAN: ŞEYTAN

Kur’an’da şeytanın insanın apaçık düşmanı olduğu yaklaşık 12 âyette net bir şekilde ifade edilir.

Burada soru şu: Kur’an’da Allah (cc) şeytan için neden apaçık düşman ifadesini kullanılıyor ve neden hedefe görünen bir düşman koymuyor?

Kur’an’da ismi verilerek hiçbir insan için “apaçık düşman” ifadesi kullanılmıyor.

Bunun üzerinden verilen mesajlardan biri şu olabilir: Ey iman edenler! Bu dünyada sizin dosta dönüşme ihtimali sıfır olan tek düşmanınız var; o da şeytandır.

Size bugün düşmanlık yapan bütün insanların; yarın bir şekilde az veya çok hidâyete erme ihtimali vardır.

Bu konuda şu âyet rehberiniz olsun: “İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen (sana kötülük yapana; gönül kırmadan, rencide etmeden, tahrik etmeden iyilikle ve tatlı dille karşılık ver... kısaca) kötülüğü en güzel bir şekilde sav; işte o zaman seninle arasında (kin ve) düşmanlık bulunan kişinin sanki birdenbire sımsıcak bir dosta dönüştüğünü görürsün.”128

Bu konuda, bu ve benzeri âyetleri kendine rehber yapan Peygamberimizin (sav) ölçülerine bakarsak, Uhud gibi bir savaş meydanında, şartlar Müslümanların aleyhine döndüğü halde düşmanlık eden insanlar için şöyle dua ediyor: "Allah’ım, Sen kavmimi bağışla! Çünkü onlar bilmiyorlar."129

Peygamber Efendimizin bu duanın benzerini Mekke döneminin son yıllarına doğru Taif’te taşlandığı zaman da yaptığını biliyoruz.

Özetlersek, Kur’an bize diyor ki, sizin dosta dönüşme ihtimali olmayan tek düşmanınız şeytandır. Onun dışında düşmanlık yapanların tamamı bugün düşmanlık ederken, yarın dosta dönüşebilir. O yüzden Peygamberiniz gibi, düşmanı azaltan dostu çoğaltan bir yol izleyin.

(1-6) DÜŞMAN “GÖRÜNMEYEN” OLUNCA SİLAHIN ADI DA BİLGİ OLUYOR

Kur’an, ilk insandan bugüne düşman tanımını değiştirmiyor. Düşman şeytan olunca, teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin dünyadaki hiçbir silah şeytana karşı kullanılamıyor.

İlk peygamberden bugüne şeytana karşı kullanılan tek bir silah var: O silahın adı bilgi. O bilgi bilinç olduğunda adı sığınma bilinci oluyor. O bilgi elbise olduğunda adı takva elbisesi oluyor.

Özetlersek, şeytan bilgiyle yenilebilecek bir düşmandır. “Oku emri” üzerinde bir de bu bakış açısıyla yeninden düşünülebilir.

(1-6) ÂYETLERİ OKURKEN DUYALAN FON MÜZİĞİ

Nâs sûresini bir film gibi düşünürsek ve o filmin bir sinema salonunda seyredildiğini hayal edersek. Hayalimizdeki salonda duyulan fon müziği nasıl olurdu?

Cevap: Filmde öne çıkan şeytan isimli karakterin; karakterini ve yaptığı işi yansıtan bir müzik olurdu.

Nas sûresinin 6 âyetini, âyetlerde geçen “se” seslerine kuvvetli vurgu yaparak okursak duyduğumuz sesi dinleyelim: “nasss (1), nasss (2), nasss (3), (vessvasss) hannasss (4), (vessvasss) nasss (5), nasss (6).

Özetlersek, Kur’an verdiği mesajı verirken lafzın manasını kullanmanın yanında burada olduğu gibi lafzın harfleri okunurken çıkan sesleri de mesaja uygun bir fon müziği olarak kullanabiliyor.130

(1-6) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

İslam dininde şeytan konusunu doğru anlamanın göstergelerinden biri de şeytanın bir insanda görmek istediği ama Allah’ın kulunda görmek istemediği tüm sıfatlardan uzak durmaktır.

Sor bakalım nefsine: Uzak duruyor musun?

22/112. İHLAS SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-4 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(1-4) İHLAS SÛRESİ NEYİ DÜZELTMEK İÇİN İNDİ?

Yerde konuşulan neyse, yerin neye ihtiyacı varsa inen âyetler, o ihtiyaca göre geliyordu.

İhtiyaca göre gelen âyetler üzerinden yerdeki Mekkeli müşriklere şunlar deniliyordu:

Mesaj: Zanlarınız inançlarınız olmasın. Zanlarınızı vahyin bilgisiyle güncelleyin.

(1-4) BİRİNE İLAH DİYEBİLMENİN ASGARİ ŞARTLARI

İnsanlık tarihi bir yönüyle ilahlar tarihidir. Binlerce puta ilah zannıyla tapılmış ve tapılmaya devam ediliyordu. Bu âyetlerin indiği günlerde, dünya genelinde olduğu gibi Mekke’de de onlarca put vardı. Kâbe’nin içi olduğu gibi etrafı da putların sergilendiği bir açık hava müzesi haline gelmişti.

İşte böyle bir ortamda, İhlas sûresi şu evrensel mesajı verdi: Sizin ilah dediğiniz, ilah olmaz. İlah olmanın asgari şartları vardır.

Kısaca, Lâ ilâhe İllallah/Allah’tan başkası ilah olamaz.

(1-4) TEHVİD, HAYATA İHLAS OLARAK YANSIR

Genelde bu sûre ile ilgili şu soru çok sorulur: İçinde bir kere bile İhlas kelimesi geçmeyen bu sûrenin ismi neden ihlas oldu?

Cevap: İhlas bu sûrede sebep olarak değil, sonuç olarak vardır. Çünkü, Tevhid sebep, ihlas sonuçtur. Tevhid olmazsa ihlas olmaz.

Bu durumda ihlas, tek ilah inancının, tek niyet olarak hayata yansımasıdır.131

Bu yansıma bilinçli bir insan tarafından şöyle ifade edilir: Benim bu dünyada en büyük amacım Allah’ın rızasını kazanmaktır. O amacıma hizmet eden her şey benim yapacağım, etmeyen her şey benim uzak duracağım şeydir.

(2) ORUÇ SAMED OLMA DENEMESİDİR. BU DENEMEYİ YAPAN “LÂ SAMEDE İLLALLAH” DER

Allah’ın Samed ismi, yarattığı her şey kendisine muhtaç olan ama kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan demektir.

Oruç ibadeti insana “Allah’tan başkası Samed olamaz” dersi verir. Oruca niyet, aslında bir nevi kişinin nefsine haddini bildirmesidir.

Bu kurgu içinde anlatırsak, hevâ-i nefs (nefsin kötüyü isteyen tarafı) insana der ki: Senin kimseye ihtiyacın yok. Sen sana yetersin.132 Oruç da insana der ki: Haydi bir dene. Allah’ın verdiklerinin tamamından değil, yeme ve içme gibi iki nimetten vazgeç. Eğer onlar olmadan yaşarsan, bağımsızlığını ilan et.

Nefis Ramazan ayında 30 gün bu denemeyi yapar; her günün sonunda şunu anlar: Yaratılan her varlık Allah’a muhtaçtır. Başkasına muhtaç olmayan sadece Allah’tır. Yaşayarak anladım ki, “La Samede İlla hû/O’ndan başka Samed yoktur.”

(1-4) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Allah rızasını kazanmak bütün hedeflerinin yönünü belirleyen en büyük hedefin olacak. Niyetin bu hedefe ulaşmak olacak. İhlas ve takva bilincin bu niyeti; bu niyetin saflığını ve duruluğunu bozan her şeyden seni uzak tutan manevi zırhın olacak.

23/53. NECM SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-4 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(1) GÖKTEKİ YILDIZLAR, YERDEKİ YILDIZLARIN ŞAHİDİDİR

Kur’an, sûre başlarında öne çıkardığı şahitliklerde genelde güneş, ay yıldız gibi gök cisimlerini kullanıyor.

Bu kullanım üzerinden şu mesaj veriliyor: Gökyüzünde gördükleriniz saatin akrep ve yelkovanı gibidir. Onların hareketi, o hareketin arkasındaki, milyarlarca yıldızın, galaksinin, gök adasının işleyişindeki harika sistemi de gösterir. O yüzden gökte bir şeyin şahitliği demek, dünya dışında var olan her şeyin şahitliği demektir.

Şahitliği böyle anladığımızda, buradaki necm gökteki bütün yıldızlar adına, yeryüzünün en büyük mânevî yıldızı olan Hz. Muhammed’in şahidi olup manen şöyle diyor: Bizi yaratan zatla, onu gönderen zat aynıdır. Onun doğruluğuna tüm kâinat şahittir.

(2) “BEN ALDATILMIŞ, KANDIRILMIŞ BİRİ OLABİLİR MİYİM?”

Dünya imtihan dünyası olduğu için, Kur’an imtihan dekoru içinde şeytanı aldatma, kandırma, saptırma niyeti olan bir varlık olarak tanıttığı için, bu dünyanın dekorunda aldatılma, kandırılma ihtimali her zaman vardır.

Bu ihtimalin olduğu yerde şüphe olur. Şüphenin olması imtihan dekorunda aldatılmaya ve kandırılmaya karşı bir ön tedbirdir.

Bu tedbirin gereği olarak, her insanın -hayatın içinde birçok şeyde olduğu gibi- dine davet karşısında da aldatılma, kandırılma endişesi yaşaması gâyet normaldir.

Hatta yaşamalıdır; gelecekte önüne çıkacak ve şüphelenme sebebi olacak ne kadar soru ve konu varsa, onların önemli bir kısmını baştan görmesi, baştan halletmesi, mânevî hayatının geleceği adına çok önemlidir.

Bu şüphelerin halledilmediği bir mânevî hayatta, insan Müslüman olur ama onun Müslümanlığı gel-gitleri olan, kendine hayrı olmayan, başkasına güzel örnek olma noktasında standartların altında kalan bir Müslümanlık olur.

Biz şuna inanıyoruz: İslâm dini Allah’ın dinidir. Bu dinde mâkul bir cevabı ve açıklaması olmayan hiçbir soru ve konu yoktur.

Böyle inandığımız için de şunu ilan ediyoruz: Giderilemeyecek hiçbir şüphe de yoktur.

Böyle inanan bir insanın aldatılması ve kandırılması çok zordur. Böyle bir tahkiki iman, her türlü aldatılmanın ve kandırılmanın önünde güçlü bir engeldir.

(3-4) “ONUN KONUŞTUKLARI VAHİYDİR” DEMEK NE DEMEK?

Bu âyetler Mekke’nin ilk yıllarında ve gelecek yıllarda peygamberimize atılan ve atılacak olan iftiralara cevaptır.

Daha önce ifade ettiğimiz gibi Peygamberimize atılan iftiraların merkezinde (haşa) onun mecnun olması ve âyetleri kendisinin uydurması gibi gerçek olmayan bir iddia vardı.133

Bu âyetler böyle bir bağlamda iniyor ve Kur’an bu âyetler üzerinden şu şahitliği yapıyor: “Onun Allah’ın kelamıdır diye söylediği her söz kendisine indirilen vahiydir.”

Anlamı bu olan âyetleri bazıları tarihi arka planı dikkate almadan okudukları için “Peygamberimizin bütün hadislerinin de vahiy olduğunu iddia ettiler.”

Bu iddialar İslam tarihinde “iki uç” meydana getirdi.

Hadislerin vahiy olamayacağının en büyük şahitleri Kur’an ve sahabilerdir.

Kur’an’ın şahitliğini itab âyetlerinde ve istişareyi emreden âyetlerde görüyoruz.

İtab âyetleri Peygamberimizin yapmış olduğu hatalara binaen inen uyarı/eleştiri/tenkit âyetleridir.134

Eğer peygamberimizin her konuştuğunu vahiy olarak kabul edersek, şu tersliği de kabul etmemiz gerekecek. Gelen vahye göre, Allah (cc) Peygamber Efendimize bir söz/hadis söyletecek, arkadan gelen vahiy “Niye böyle söyledin?” diye uyarı/eleştiri amaçlı gelecek. Böyle bir şeyin kabulü imkansızdır.

İtab âyetleri ile ifade ettiğimiz olayların tamamında Peygamber Efendimiz (sav) kendi düşüncesine göre karar vermiş ama kararları isabetli olmadığı için Allah’tan uyarı anlamında âyetler gelmiştir.

Sahabilerin şahitliğine gelince bu konuda çok sayıda örneği temsilen bir örneği aşağıdaki başlık altında paylaşalım.

"SEN KİM, PEYGAMBERE TAVSİYE KİM!"

Peygamber Efendimiz (sav) Bedir savaşında karargahını, Bedir kuyularının alt tarafına kurmuştu. Eğer sahabiler Peygamberimizin her yaptığını vahiyle yaptığını bilselerdi şöyle düşünmeleri gerekirdi: "Her sözü vahiy olan her yaptığını vahye gören yapan Peygamber bir şey yapıyorsa o kesin doğrudur. Ona akıl vermek bizim ne haddimize. Tavsiyede bulunmamız çok büyük bir saygısızlık olur…”

Böyle düşünmeyenlerden biri olan Hubab bin Munzir (ra) Peygamberimizin yanına geldi ve bir tavsiye de bulundu…

Şimdi burada duralım.

Eğer Peygamberimiz (sav) "Benim kimsenin aklına ihtiyacım yok. Ben Allah’tan vahiy alıyorum, siz kim benim kararlarımı tartışmak kim.” gibi bir imaj135 verseydi veya kraldan daha çok kralcı olan biri "Sen kim, Peygambere tavsiyede bulunmak kim?" deseydi, 33 yaşında genç bir delikanlı olan Hz. Hubab (ra) Peygamberimizin yanına gidebilir miydi?

Hubab bin Munzir Peygamber Efendimize alternatif teklif götürmeden önce ona “Verdiği bu kararın vahye dayanıp dayanmadığını” sordu. Peygamber Efendimiz (sav) kendi görüşü olduğunu söyledi.

Bunun üzerine Hz. Hubab (ra) karargâhın düşmana en yakın kuyunun yanına kurulması gerektiğini diğer kuyuların da kapatılmasını teklif etti.

Peygamber Efendimiz (sav) biraz düşündükten sonra bu teklifi daha uygun bularak kabul etti.

Kısaca, Peygamber Efendimiz Allah'tan vahiy aldığı halde insanlardan gelecek tekliflere kapı kapatmıyor, benim kimsenin aklına ihtiyacım yok gibi bir imaj vermiyordu. Efendimiz verdiği bu imajla bütün zamanlarda “liderlik” yapacak olan insanlara “liderin tâbî olması gereken” sünnet-i seniyye ölçülerini de göstermiş oluyordu.

ARA BİLGİ: Hadis konusu çok önemli bir konu. Biz yukarıda “iki uç” olarak ifade ettiğimiz kabulleri doğru bulmuyoruz. Bu konuda iki uç arasında bir “dengeli duruş” olduğuna inanıyoruz. Bu dengeli duruşu Tefsir Usulümüzde iki yasa altında geniş olarak anlattık. Bu konuda bütüncül bir bakış açısı için,

(1-4) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Bilinçli bir Müslüman için “Ben Müslümanım” demek “Ben gökteki bütün (necm) yıldızların doğruluğuna şahit olduğu bir davanın şahidiyim.” demektir.

Kendine soracağın soru şu: “Ben de bir yıldız gibi şahit miyim? Ben de bir yıldız gibi manevi karanlık içinde olanlara yol ve yön bulmada yardımcı oluyor muyum?

5-18 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(5-18) YERDEKİ SORU: ÇOK MERAK ETTİM BU VAHİY NASIL GELİYOR? GÖKTEN GELEN CEVAP…

Fatiha sûresinde örneklerini göstermiştik. Kur’an’da âyetlerin dizilişi, önceki âyet okunduğunda, sonraki âyetin akla gelebilecek sorulara cevap verecek içerikte gelmesiydi.

Bu sûrede 5-18 âyetler, 3. ve 4. âyeti okuduktan sonra, “Çok merak ediyorum. Bize gelmeyen vahiy ona nasıl geliyor? Bu sözleri kendisi uyduruyor olabilir mi? Görsek de bu âyetlerin nasıl geldiğini bize detaylı olarak bir anlatsa.” şeklinde akla gelen ve gelebilecek olan soruların cevabı olarak iniyor.

12. âyetde “Gördüğü (şey) hakkında onunla tartışacak mısınız?” ifadesiyle bu soruların geleceğine, verilen cevaplar üzerinde tartışma olabileceğine işaret ediliyor.

Bu tartışmada, Kur’an’ın istediği noktaya gelebilmemiz için bir şeyi çok iyi bilmemiz gerekiyor. Bu hadisenin adı mucizedir.

Peki, mucize nedir? …

Bizi bu sorunun cevabına götürecek bir başlıkla devam edelim.

(5-18) “BANA VAHİY GELDİ” DEMEK, “BEN MUCİZE GÖSTERİYORUM” DEMEKTİR?

“Hz. Muhammed (sav) mucize göstermiş midir?” sorusuna “hayır” demek imkansızdır.

“Evet”, dedikten sonra da en başa konacak mucizenin adı da Kur’an’dır.

Mucizeler anlatılırken vahyin geliş şeklinin mucize olduğundan çok bahsedilmez.

Mucize kelimesinin, “Göreni aynısını yapmakta aciz bırakan şey” anlamına geldiğini dikkate alırsak; vahyin gelişi, aynıyla tekrarı mümkün olmadığı için gerçek bir mucizedir.

Peygamberimize vahyin gelmesi bir defada toplu gerçekleşen bir mucize değildir. Cebrail (as), 6236 âyeti kaç seferde getirmişse, o sayıda mucize gerçekleşmiştir. Bu konuda kesin bir sayı vermek imkansız ama her seferde ortalama 6 âyet getirdiğini varsaysak, en az bin mucizenin gerçekleştiğini söyleyebiliriz.

İnanç dekorunda bir hadisenin adı mucize olunca, o hadiseye dinden bağımsız bakıldığında, aklın anlamadığı, mantığın kabulde zorlandığı birçok durum ortaya çıkar. Ama dinle beraber din mantığı içinden bakılırsa, bütün taşlar yerine oturur.136

Din mantığında en güçlü referansımız yaratılan âyetlerdir; atomdan güneşe kadar o âyetlerin aynıyla benzerinin insanlar tarafından yoktan yaratılamayışı, bütün insanların bunda aciz kalınması yaratılan her şeyi mucize yapıyor.

Allah’ın yarattığı varlıklar üzerinden bu kadar mucizeyi göstermesinden sonra peygamberine vahiy göndermesi gibi bir mucizenin ol(a)mayacağını düşünmek, 300 kiloyu kaldıran bir haltercinin, bir su bardağını kaldıramayacağını düşünmek gibi bir şey olur.137

Mucizeyi mucize yapan bizzat failin Allah olmasıdır. Failin Allah olduğu yerde imkansız yoktur. O noktada kalbimiz mutmain olsun diye hikmetini sual edebiliriz.

Kur’an’da (Necm sûresinin 5-18 arası âyetlerinde olduğu gibi) bu tür anlatımların tamamındaki ortak mesajlardan biri de şudur: “Vahyin kaynağı onu size duyuran insan değil, Allah’tır.”

Özetlersek, bu tür âyetlerdeki anlatımları iki türlü değerlendirebiliriz.

Biz ikinciyi kabul ediyor ve şöyle bir değerlendirme yapıyoruz.138

Bu olay gerçekleşmiştir.

Bu olay bu dünyadaki bütün fizik yasalarının dışında sınırları olmayan, kendine özgü yasaları olan bir âlemde gerçekleşmiş bir olaydır.

Biz sınırlı bir âlemde yaşadığımız için bu olay sınırlı olarak anlatılmıştır. Bir gün Allah nasip eder cennete gidersek ve orada, bu olayın tam olarak nasıl gerçekleştiğinin bize gösterilmesini istersek, bize gösterildiğinde diyeceğimiz şeylerden biri şu olacak: “Biz sınırlı dünyada bu hadiseyi anlamakta çok zorlanmıştık. Ama şimdi gördük ki, bu hadise dünyadan bakınca değil, ahirtten bakınca anlaşılabilecek bir şeymiş.”

NECM SÛRESİNİN (5-18) ÂYETLERİNİ 21. ASIRDA ESTONYA’DA, İSVEÇ’TE VE ÇİN’DE ANLATIRKEN NASIL BİR YÖNTEM İZLEMELİ

Farkında olsun olmasın bir Müslümanın “Ben Müslümanım” diyerek kendini tanımlamasıyla birlikte İslam dininin ona yüklediği üç görev vardır.139

Tanım ve görev konusunda dipnotta verdiğimiz önemli bilgilerin okunduğunu varsayarak devam edelim.

Başlıkta bahsettiğimiz ülkeler, internet üzerinden “Dünyada ateizmin en yaygın olduğu ülkeler hangileridir?” sorusuna aldığımız cevaplar arasında öne çıkanlar.

Başlıktaki soruyu, -Müslüman ülkelerde dinle bağlantısı zayıf olan insanları da dikkate alarak- “Dinden uzak olan insanlara Necm sûresinin (5-18) âyetlerini nasıl anlatmalı?” şeklinde sorup daha genel hale getirmek de mümkün.

Bu âyetlere evin çatısı dersek, evin çatısının varlığını kabul etmek için evin temelinin ve duvarlarının varlığının da kabul edilmesi gerekir.

İslam dininde temel,

21. asırda yaşayan biz Müslümanların büyük bir bölümü Müslüman bir toplum içinde doğup büyüdüğümüz için bu temel ve duvarlar (az-çok, zayıf-güçlü) bir şekilde bizde de var.

Ama Müslüman olmayan veya Müslüman olduğu halde dinden uzak olan insanların çoğunda bu temel ve duvarlar ya hiç yok ya da yanlış bilgiler şeklinde var.

O yüzden onlara yönelik yapılacak bir anlatımda ilk anlatılacak yer çatı mesabesinde olan bu ve benzeri âyetler olmamalı.

Bu çatıdan bahsetmeden önce bu çatının üzerinde duracağı temel ve duvarlara öncelik verilmeli.

Biz Tefsir Usulümüzde temel ve duvar mesabesinde olan konulara birçok yasa altında dikkat çektik. O yasalardan (2) Aklın İşleyiş, (5) Mükemmellik, (11) Peygamberlik, (20) Evrensellik, (21) İlim/Bilim Yasası gibi yasalara bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

(5-18) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Uzaktan, yüzeysel bilgiyle bakanlar için izahı zor gibi görünen bütün âyetlere temel, duvar, çatı bütünlüğünde ve din mantığı içinde baktığında, bu âyetleri dünyanın neresinde, kime karşı olursa olsun makul bir şekilde anlatabilirsin.

Şunu hiç unutma, aklı yaratan da ona bu âyetleri gönderen de Allah’tır. Kaynak aynı olunca, temelden ve duvardan başladığında aklın almayacağı ve “makul” diyemeyeceği bir âyet olamaz.

19-23 ARASI ÂYETLERİNTEFSİRİ

(19-23) DÜŞÜNDÜĞÜNÜZDE ASIL SAPAN, ALDANAN VE HEVÂSINDAN DELİLSİZ KONUŞAN KİMMİŞ, ANLAYACAKSINIZ

19-23 âyetler, bu âyetlerin dizilimindeki konu bütünlüğüne uygun olarak geliyor.

Kur’an bu âyetler üzerinden, doğrudan putlara “yanlış” demek yerine, “yanlışlarını kendileri bulsun” diye “Hiç düşündünüz mü?” sorusu üzerinden onların mânaya karşı paslanmış olan akıllarını hareket ettirmek istiyor.

Paslı olan akıl harekete geçse, vahyin terbiyesi ile hidâyete erse, onlara şu soruları soracak:

Bu soruların cevaplarını anlayan şu gerçeği de anlıyor: Asıl sapan, aldanan, hevâsından delilsiz konuşan Hz. Muhammed değil, putlara tapanlarmış.

Özetlersek, vahiy bize dolaylı olarak şöyle diyor: Doğrudan insanların putlarına toslamayın. Onları kırmayın. Onlara tapanları, onlar üzerinde düşündürün. Vahyin terbiyesi ile hidâyete erdiklerinde, gün gelecek o putları kendi elleriyle kıracaklar.

(19-23) KİME TAPILACAĞINA KARAR VEREN İÇTEKİ PUT: HEVÂ140

Şunu biliyoruz: İnsanlık tarihinde, insan zihninin ürünü olan binlerce sözde ilah olmuş.

Gerçek ve tek ilahın Allah (cc) olduğuna iman ediyor ve bu imanı da Lâ ilâhe illallah ile ilan ediyoruz.

Burada, önemli bir farkındalık elde etme adına şöyle bir soru soralım; Allah dışındaki sözde ilahlar arasında bir protokol sıralaması yapılsaydı, birinci hangisi olurdu?

Elbette, seçme ve atama yetkisi olan. Peki bu kim? Cevap: İnsanın kötülüğü isteyen ve arzulayan hevâsıdır. İnsanlık tarihi boyunca kendisine “ilah” diye tapılan bütün putları seçen, atayan makam hevâ-ı nefisdir; yani bu nefsin esiri olan insandır.

Bu durumda en büyük put olma adayı insanın içindedir.

Bu gerçek Kur’an’da iki âyette141 benzer cümlelerle şöyle ifade edilir.

“Menittehazeilâhehuhevâhu / Hevâsını ilah edineni gördün mü?”

Bu açıklamalardan sonra âyetteki bu soruya cevabımız şu olabilir: “Evet gördük ya Rabbi! Hiç de uzağımızda değilmiş. Tam da içimizdeymiş.”

Bu durumda duamız da şu olur: “Ey Rabbimiz! Ona mahkum olmaktan, onun esiri olmaktan, senin isteklerin karşısında onun isteklerini yapmaktan sana sığınırız. Ona hakim olma, onu etkisiz kılma noktasında yapmamız gerekenleri yapmak için bize yardım eyle.”

(19-23) “HEVÂ İLAH OLURSA NE OLUR?”

“19-23 âyetler hevânın ilah olduğu bir toplumda ne olur?” sorusuna cevap vererek, bütün asırlara şu mesajı veriyorlar: Hevâ ilah olursa, onun ilah olduğu toplumda doğruyu yanlışı belirlemede vahiy referanslı ilahi ölçüler devre dışı kalır; ölçüler hevâ tarafından belirlenir.

İşte o ölçülerden bazıları;

Gelecek âyetlerde benzer konular yine karşımıza çıkacak ve yine kısaca değineceğiz. Bu konuda ayrıntılı bilgi için dipnottaki çalışmaya bakılabilir.142

Özetlersek, bu âyetler üzerinden verilen mesajlardan biri de şu: Ölçüyü yaratan değil de yaratılanlar koyarsa, hevâ ilah olursa, ahlakî çöküntü ve batıl inançlar kaçınılmazdır.

(19-23) GÜNÜMÜZDE BİR ŞEYE “PUT” DEMEDE ÖLÇÜ NEDİR?

Günümüzde birine karşı “Şu senin putun olmuş” ifadesi, dolaylı olarak sen müşrik ve kâfirsin anlamına geleceği için söyleyen açısından çok ciddi sonuçları olan bir ifade olur.

Peygamber Efendimizin bir hadislerinde bu sonuç şöyle ifade ediliyor: “Herhangi bir kimse, din kardeşine 'Ey kâfir!' derse, bu tekfir sebebiyle ikisinden biri muhakkak küfre döner. Eğer o kimse dediği gibi ise ne âla. Aksi takdirde sözü kendi aleyhine döner."143

Günümüzde geçmişteki putların birebir iz düşümü olan ve kendileri için “Bizi Allah’a yaklaştırmaları için onlara tapıyoruz.”144 denilen putlar cinsinden put bulmak oldukça zor. Ama insan ile Allah arasına giren, insanı Allah’tan uzaklaştırma noktasında birçok şey bulmak mümkün.

Bu noktada kişinin -başkasına değil- bir nefis muhasebesi adına kendine sorması gereken sorulardan biri de şudur:

Benim putum var mı? Varsa onun ne olduğunu nasıl anlayabilirim?

Cevap: -Varsa- Kendi putunu Allah’ın emirleri karşısında, o emri yerine getirmene engel olan “vazgeçilmezlerin” arasında arayabilirsin.

(23) ÖNEMLİ TEMEL KAVRAMLARDAN BİRİ: ZAN

İniş sırası üzerinden okumada 23. âyette ilk kez karşımıza çıkan kavramlardan biri de zan kavramı. Aynı kavramı bu sûrenin 28. âyetinde de görüyoruz.

Zan kesin olmayan bilgi; tahmin demektir. Türkçemizde hem zannetmek hem de sanmak şeklinde kullanılır. Mahkemede hakkında suçlama olan kişinin suçu kesinleşene kadar o kişiye “sanık” denilir.

Zan kelimesi türevleriyle beraber Kur’an’da 68 defa geçiyor. Bunların neredeyse tamamında kesin olmayan zayıf bilgi; tahmin ve kuruntu şeklinde geçerken Bakara sûresinde (46. ve 249. âyetlerde) muhakkak anlamına gelen ve kesinlik ifade eden “İnne” edatı ile kullanıldığı için kesin bilgi anlamında kullanılır.145

Bakara sûresinde öne çıkardığımız âyetlere istisna dersek Kur’an zan kelimesini genelde gerçeğin, hakikatin karşısında zayıf temelsiz bilgi olarak kullanılıyor.

Kur’an Necm sûresindeki iki âyette ve gelecek pek çok âyette vahyin ortaya koyduğu hakikatlere/gerçeklere iman etmeyenleri zanna tabi oldukları için eleştiriyor.

Bu konuyu aşağıdaki başlıkla günümüze getirelim ve soralım,

(23) İNSAN DOĞASI HAYATINI ÇOK ETKİLEYECEK KONULARDA ZANDAN ARINMAK İSTER

Hayatın olağan akışı içinde şöyle diyen insanlar duymayız,

Hayatın içinde bizim için çok önemli olan üç konuda örnek verdik. Bu örneklerin hepsinde insan doğası zannı sıfırlamadıkça rahat edemez. Zan var olduğu müddetçe rahatsız olur, huzur bulamaz.

Tefsir Usulümüzde (1) İnsan Yasasında bahsettik. İnsan dünyaya nereden geldiğini, burada niçin bulunduğunu, buradan sonra nereye gideceğini kesin olarak bilemediğinde huzur bulamaz.

Dünyada huzur bulan insanlar ya bu sorularına cevap buldukları için huzurludur ya da bu soruların cevabını düşünmedikleri veya unuttukları için huzurlu görünürler.

Bu ifadelerimizi aşağıdaki başlıkla açalım,

(23) İSLAM DİNİNDE NE BULDUN?

Bu sorunun yanına şunları da koyalım,

Bu soruların cevabı huzur, mutluluk ve güvendir. İslam dini insana bunları vermek için vardır.

Bilinçli bir Müslüman İslam dininde ilk olarak “Nereden geldim, neden buradayım, buradan sonra nereye gideceğim?” gibi soruların cevabını bulur.

“Peki bunların bulunması neye bağlıdır?” İmanın zandan arınmasına bağlıdır. İçinde zan olan Allah’a iman, huzur vermez. İçinde zan olan âhirete iman, huzur vermez.

Eğer “dinde var olan” birileri tarafından bulunamıyorsa, bu onun yokluğundan değil, arayandaki eksiklikten kaynaklanır.

Bu konu İslam dininde temel konuların başında geldiği için Tefsir Usulümüzde bu konunun üzerinde geniş olarak durduk.

Bu konuda zannın azalması, imanın güçlenmesi adına (2) Aklın İşleyiş, (3) Şahitlik, (5) Mükemmellik, (6) Kemal ve (6/4) Hakikatin Yasalarının okunmasını, bilinmesini önemle tavsiye ediyoruz.

(19-23) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Mümin kelimesinin Allah’a bakan manası güven veren, insana bakan manası iman etmekle huzur ve güven bulan demektir. Günümüzde mümin sıfatını taşıyan birçok kişinin bu huzur ve güveni bulamadıklarını, bulamadıkları için de yaşadıkları şehir ve ülkelerin hem onlara hem de başkalarına güven vermediğini üzülerek görüyoruz.

İslam dininde ve Müslümanlarda açık arayan bazı kimselerin de bu olumsuzluğu dine fatura ettiklerini de biliyoruz.

Bütün bunlara rağmen iman etmekle huzur ve güven bulmuş insanlar olarak şu gerçeği ilan ediyoruz: İslam dini, inancını zandan arındıran, imanını doğru ve makul bilgilerle güçlendirenler için hem dünyada hem de âhirette huzurun ve güvenin kaynağıdır.

24-30 ARASI ÂYETLERİNTEFSİRİ

(24-26) MÜLKÜN SAHİBİ ALLAH (CC), SİZİN DEĞİL O’NUN SÖZÜ GEÇER

O günün dünyasında dünyadaki bütün dini sapkınlıkların ve ahlakî bozulmalarının özetinin yaşandığı Mekke, öğretmeni olmayan bir sınıf gibi idi.

Âyetin işaretiyle öğrenciler arzu ettikleri her şeyin olacağını zannediyor; bu zanna göre (haşa) “Allah evli, melekler onun kızları. Ona iyi davranırsak, kızları olan melekler de bize şefaat eder.” diye inanıyorlardı.

Böyle bir zan vardı. 25. âyet bu zannı hedef alarak sembolik dille diyor ki: Bu okulda dünya ve âhiret sınıfının sahibi siz değilsiniz. Siz öğrencisiniz, size düşen öğrenci olmanın gereğini yapmaktır. Her iki okulun da sahibi Allah’tır.

(24-26) ŞEFAAT KONUSU

Şefaat konusu Kur’an’da farklı açılardan ele alınıyor. Bu açılardan biri de melekler hakkındaki yanlış şefaat inancını düzeltmeye yönelik olan âyetler. Bu âyetlerin bütün zamanlara mesajı şu oluyor: Evet bir şefaat var ama sizin zannettiğiniz gibi bir şefaat değil. Tamamen Allah’ın dilemesine bağlı bir şefaat.146

(24-30) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

“İnsanın en kolay kandırdığı, kandırabildiği kimlerdir?” diye sorulsa, verilecek cevapların başında insanın kendisi gelir.

Bunun en net örneğini içkide, sigarada görüyoruz. Sigaraya alışkanlık dersek hemen her insan bu alışkanlığın ona vereceği zararı bilir.

Biri onu kandırıp yemeğine sigaradaki nikotin benzeri zehir katmak istese “Beni kandıracağını zannediyordu ama kandıramadı” derken, kendini kandırmak için bulduğu bahanelerle kendi eliyle kendini zehirler.

Bir Müslüman işlenen günahların âhiretteki sonuçlarını bildiği halde bu günahları işliyorsa, işlemek için de bahaneler bulabiliyorsa bu da kendini kandırmanın çok önemli örneklerinden biridir.

İnsanın sonunda kendine zarar verecek şeyleri yapabilmek için bulduğu her gerekçenin ortak adı zandır.

Bu tespitten sonra önce geçmişte işlediğin günahlara bak, sonra da onları işlemek için hangi gerekçeleri bularak kendini kandırmayı başardığına bak ve şu sorunun cevabını düşün: Hâla kendini kandırmaya devam edecek misin?

31-32 ARASI ÂYETLERİNTEFSİRİ

(31) GÖKLER VE YER, BÜTÜN ZAMANLARA NE DİYOR?

Kur’an okurken karşımıza çok sık çıkan ifadelerden biri de gökler ve yer anlamına gelen Semâvat ve arz ifadeleridir.

Bu ifadelerin geçtiği her âyette ortak mesajlardan biri de şudur: (Sembolik olarak ifade edersek) Evrenin %99,9’unda Allah’ın külli iradesi egemendir. Geri kalan %0,1’lik alan size verdiği cüz-i iradenin tasarruf alanıdır. Bu imtihan dünyasında o cüz-i irade de sizin değil, siz de emanettir. Semavâtın ve yerin Rabbine karşı sorumlusunuz. Bu sorumluluğun farkında olarak tercih yapın.

Bu konu aşağıdaki başlıkla devam ediyor.

(31-32) TOPRAK VE CENİN AYRINTISI ÜZERİNDEN VERİLEN MESAJ

Genelde semâvat ve arz ile ilgili âyetler geldiğinde, “hayatın uzağında olan bir ilah algısı oluşmasın” diye, insana çok yakın olan bir örneğe temas edilir. Bu âyetlerde toprak ve cenin ifadeleri üzerinden “Allah size şah damarından daha yakındır.” mesajı veriliyor.

Bu mesajın yanında, hata, günah ve mağfiret ifadeleri ile birlikte şu mesaj veriliyor: “Allah sizi en iyi bilendir. O ana rahmindeyken, cenin aşamasında size adı ruh olan mânevî yazılımı yükleyendir. O yazılıma göre siz melek değil insansınız. Tercih özgürlüğünüz var. Hata da yanlış da yapabilirsiniz. Allah hatasız kul istemiyor. Hata yaptığında günah işlediğinde, onun pişmanlığını yaşayan, ondan ders alan, onu bir daha tekrar etmeyen kul istiyor.”

(32) BENİM İÇİN HANGİSİ DAHA TEHLİKELİ, UFAK GÜNAHLAR MI BÜYÜK GÜNAHLAR MI?

Mutlaka insandan insana değişir ama insanların bir kısmı büyük tehlikeye karşı, büyük tedbir alırken, küçük gördüğü tehlikelere karşı tedbir almayabiliyor.

Burada “Damlaya damlaya göl olur.” deyimini hatırlarsak, böyle bir davranışın sonucu olarak, küçük görülen tehlike, damlayken yapamadığı tahribatı, göl olma yolunda yapabiliyor.

İdeal olan damlada gölü görmek; damla mesabesindeki günahlara kapı açıldığında, onların göle dönüşebileceği ihtimalini unutmayıp damla seviyesinde tedbir almaktır.

Küçük görülen günahların ortaya çıkardığı büyük sorunlara en iyi örneklerden biri yalan söylemek; yalan söylemeye siyah rengi verirsek, ilk yalanlarımız (sanki yalan değilmiş gibi olan) pembe yalanlar oluyor. Pembeler birikince siyaha dönüşüyor. Siyahlar biriktiğinde, o siyah yalanların sahibi olan insanların sıfatı yalancı ve sahtekar oluyor. Yalancı ve sahtekar sıfatı güven veren insan anlamına gelen mümin sıfatı üzerinde kapkara bir leke oluyor.

Evet, gördünüz mü? Bir damlacık pembe yalandan nerelere geldik.

Özetlersek, bilinçli bir Müslüman aynı zamanda basiretli bir Müslümandır. Damlanın kapısı açıldığında, birçok insanın göllerde denizlerde mânevî boğulmalar yaşayacağını bilir ve tedbirini baştan ona göre alır.

(31-32) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Hatasız bir insan olamazsın ama hatalarından ders alıp onları en aza indirerek dünyadan âhirete giden bir insan olabilirsin. Hedeflerinden biri de bu olsun.

33-42 ARASI ÂYETLERİNTEFSİRİ

(33-39) YÜZ ÇEVİRENLERDEN BİRİNİN BEN OLUP OLMAĞINI NASIL ANLARIM?

33. âyetin arkasından gelen âyetler, bu sorunun cevabını veriyor.

Bunlar kim de varsa, zaman mekan fark etmez onda vahye yüz çevirme hastalığı başlamış denilebilir.

(38-39) GÜNAH TRANSFERİ YOK, PEKİ SEVAP TRANSFERİ VAR MI?

Halk arasında, sevap getiren birtakım işleri yaptıktan sonra, onun sevabını başkasına bağışladığını söyleyen insanlara rastlamak mümkün.

39. âyet diyor ki: Herkes kendi çalıştığının, kendi emeğinin karşılığını görecektir.

Bu âyet üzerinden şu mesajı alabiliriz: İnsanlara bir değer elde etmek için emek harcamayı öğretin. Emek verilmeden elde edilen değerin kıymeti bilinmez. İnsanlar emeksiz kazanca alışabilir. Böyle yapmak toplumda tembel asalak (başkasının sırtından geçinen) tiplerin ortaya çıkmasına sebep olabilir.

38. âyette günah transferi yasaklanırken, sevap transferi için bir şey denmemiş gibi anlaşılıyor.

39. âyet o konuda tavrını koyuyor. Sevaba “kazanç” dersek, âyet: İnsanları emeksiz kazanca alıştırmayın.” diyor.

Varsayalım sevap transferi mümkün; yani benim mânevî bir sevap hesabım var. Orada 100 bin sevap var. Bu sevapların 30 binini sevdiğim birinin mânevî hesabına yatırdım. Bu durumda şu soruların cevabı üzerinde düşünmek gerekir;

“Sevap bağışlama” yüzeysel bakanlar için masum ve güzel bir davranış gibi duruyor.

Sevap bağışlamayı bir de çalışkan öğrencilerin diğer arkadaşlarına “not bağışlaması” olarak düşünelim.

Özetlersek, not bağışlamak okulu okul olmaktan çıkardığı gibi, sevap bağışlamak da dini din olmaktan çıkarabilir.

(39) YASA: NE EKTİYSEN, ONU BİÇERSİN

39. âyet çok önemli. Bu âyet Allah’ın evrendeki yasasını gösteriyor. Bu yasanın dışına çıkmak, geri kalmış toplumların geri kalma sebebinin temelini teşkil ediyor.

Bu yasayı Peygamber Efendimiz biliyor, buna önem veriyor, bunun önemini de her vesile ile gösteriyordu.

Bu konuda şu hadise bakalım. Peygamber Efendimiz kızı Fatıma’ya şöyle diyor: “Ey Allah’ın elçisinin kızı’! Sen de kendini Allah’tan satın almaya (yani emeğinle O’nun rızasını kazanmaya) çalış; zira (Peygamber olsam bile) senin için bir şey yapamam.”

Benzer hadislerde,147 Peygamberimizin aynı sözleri eşi Aişe, halası ve bazı akrabaları için de söylediğini görüyoruz.

İnsanlar içinde sevabı en fazla olanların başında gelen Peygamber Efendimiz isteseydi, bütün ailesine sevap bağışlayabilirdi.

Neden yapmadı? … Gerekçeleri yukarıda anlattık.

39. ÂYET BÜTÜN ZAMANLAR İÇİN, ÇOCUK TERBİYESİ HAKKINDA NE DİYOR?

Burada yazdıklarımız, evde çocuk terbiyesi açısından okunduğunda 39. âyetin her anne babaya şu mesajı verdiği anlaşılacaktır. Dünyanın bin bir türlü hali var. Çocuklarınız için “Biz çektik onlar çekmesin” demeyin. Çocuklarınıza hayatın zorluklarını gösterin. Vereceğin her ödül, bir emeğin bir gayretin sonucunda olsun. Anneye babaya güvensin ama “Nasıl olsa babamın parası var, annem beni kırmaz, istediğimi alır.” demesin. Kendi tercihlerinin sonuçlarını yaşamayı, onlarla yüzleşmeyi öğrensin.

(33-42) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

İslam dininde günah transferi yok. Benim sevabım senin olsun anlamında bir sevap transferi de yok.

Fakat sadaka-i cariye var. Yani sen dünyadayken yaptığın iyi ve güzel işlerin, sen dünyadan gittikten sonra sana sevap kazandırmasının kapısı açık.

43-58 ARASI ÂYETLERİNTEFSİRİ

(43-44) BU ÂYETLER BANA NE DİYOR?

Bu âyetler sana, bana bu âyetleri okuyan herkese detaylar üzerinden tevhid dersi veriyor.

Yukarıda “Dünya ve âhiret Allah’ındır. Allah göklerin ve yerin sahibidir.” âyetlerini okuduk. O âyetler tevhit dersini bütün üzerinden verirken, bu âyetler yine yukarıda toprak ve cenin örneğinde olduğu gibi, parçalar/detaylar üzerinden veriyor.

Ortak mesaj şu: Parçadan bütüne, cüz’den kül’e, atomdan güneşe her şeyi yaratan Allah’tır.

“Bu konuda farkındalığım artsın” dersen, şu sayılan detaylara bak.

Mesela çok basit gibi görünen gülme ve ağlama eylemine bak.

Bilim insanları “Gülmek için 20 kadar kasın aynı anda çalışması gerekiyor.” diyor. Burada soru şu: Bu kaslar olmasa gülebilir miydin? Bu kaslar eksik yaratılsaydı, bunları yoktan yaratabilir miydin?

Ağlamaya gelince, göz yaşı sadece ağlayınca gelmez. Gözün hemen üst kısmında bulunan lakrimal bez (göz yaşı) gözü sürekli nemli tutar. Bu nem azaldığında göz kuruluğu ve gözde kanlanma görülür. Bu kuruluk arttığında ciddi göz rahatsızlıkları ortaya çıkar. Ağladığımız zaman göz yaşları da bu bezlerden gelir.

Soru şu: Bu bezler olmasa ağlayabilir miydin? Bu bezler olmasa bunları yoktan yaratabilir miydin?

Kısaca özetlersek, bu âyetler Allah’ın yarattığı her şeyi sonu gelmez bir liste olarak önümüze koymak yerine, listeden birkaç şeyi önümüze koyarak şu mesajı veriyor: Bunların en ufağını da en büyüğünü de yoktan yaratma ve yapmada aciz kalacağınızı fark edin. Bu farkındalığın bir sonucu olarak da bunları Allah’tan başkasının yaratamayacağı gerçeğini ilan edin.

(49) Şİ’RÂ YILDIZI AYRINTISI BUGÜN BİZE NE DİYOR?

Şi’râ yıldızı, günümüzde yıldız falcılığı yapanlara,148 “yıldızları putlaştırmayın” diyor.

Bu âyetlerin ilk muhatapı olan Arap toplumunda bazı kabileler tarafından Şi’râ yıldızının bazı dönemlerde insan hayatı, davranışları ve geleceği üzerinde etkili olduğuna inanılıyor ve bu yüzden de ona tapılıyordu.

Bu âyet bize diyor ki: Taşlardan etki beklemeyin. Cansız taşlara Allah’a ait özellikler yüklemeyin. Sizi de onları da yaratan Allah’tır. Onlardan gelecek fayda ve zarar Allah’ın dilemesine bağlıdır.

(46) HÂLA “HEP KIZ DOĞURUYOR” DİYE EŞİNE KIZAN VAR MIDIR?

“Bu asırda artık kızan kalmamıştır” diye düşünürken, internet üzerinden bir ufak gezinti yaptık. Değil kızan, öldüren ve evden kovanlara rastladık.

Çok ayrıntı vermek istemiyoruz ama asırlar önce var olan cehaletin günümüzde hâlâ devam ettiğini gösterme adına çok kısa örnekler vermek istiyoruz.

Bütün bunlar cahiliye devrinin bir devre mahsus olmadığını, o çağdaki insanlara benzer örneklerin her asırda olabileceğini gösteriyor.

Bu noktada 46. âyet çocuğun cinsiyetini babadan gelen kromozomların belirlediğine işaret ediyor.

Bilim insanları diyor ki: Döllenme anında annenin yumurta hücresindeki cinsiyet kromozomları xx şeklinde her zaman aynıdır. Babada ise bu kromozomlar xy’dir. Döllenme sırasında babanın sperminden gelen hücre x kromozomu taşıyorsa, döllenme xx kromozomları ile olduğu için doğacak çocuğun cinsiyeti kız oluyor. Babadan gelen hücre y kromozomu taşıyorsa, döllenme yx kromozomları ile olduğu için doğacak çocuğun cinsiyeti erkek oluyor.

Bu durumda, kimseye kızılmaz. Kimsenin elinde olan bir şey yok. Ama illa kızılacak biri aranıyorsa, o kadın değil erkektir.

(46) KUR’AN İNSAN SÖZÜ OLAMAZ.

İniş sırasında meni ve nutfe kelimeleri ilk kez bu âyette karşımıza çıkıyor.

Kur’an’da meni kelimesi (erkeğin üreme organından gelen sıvı anlamında) 4 defa geçerken, nutfe kelimesi de 12 defa geçiyor.

Kur’an’da insanın yaratılışını anlatan âyetlerin hiçbirinde “Biz insanı meniden yarattık” şeklinde bir ifade geçmez. İnsanın yaratılışı toprak aşamasından sonra nutfe üzerinden anlatılır.

7. asrın tıp bilgisine göre o gün için meni biliniyordu. Kadının hamile kalmasında görünen sebep olarak meni öne çıkıyordu. O gün için insanlar meninin bütünü içinde ortalama 200 milyon parçadan biri olan nutfenin/spermin ve spermin döllediği yumurtanın/zigotun varlığından haberdar değillerdi.

Bilim insanları tarafından meni içinde spermin varlığı ilk olarak 1677 yılında keşfedildi, zigot ise 1827 yılında tanımlandı.

Bu bilgileri dikkate alarak 46. âyete baktığımızda âyeti şöyle anlıyoruz: “Meniden bir damla (yani meni içinde bulunan yaklaşık 200 milyon spermden biri, dişi yumurta hücresiyle döllenip rahme)atıldığı zaman.”

7. asrın bilgi seviyesinden, bu âyeti bu şekliyle hiçbir insanın söyleyemeyecek olması, Kur’an’ın insan sözü olamayacağını gösteren delillerden biri oluyor.

Daha önce Alak sûresinde insanın alaktan yaratılışını anlatırken ifade ettik. Allah (cc) dileseydi bu bilgilerin tamamını 21. asrın veya 31. asrın tıp bilgisi seviyesinden de verebilirdi.

Kâinatı, dünyayı ve insanı yaratan Allah dileseydi şöyle de diyebilirdi;

Biz insanı meni içinde bulunan 200 milyon spermden birinin annenin yumurtasını döllemesiyle yarattık.

…diyerek şimdiki veya gelecek asırların bilgi seviyesinden de anlatabilirdi.

Neden anlatmadı?

Bunun sebeplerini Alak sûresinin ilk âyetlerinin tefsirinde anlattık. Burada, aşağıdaki başlık altında farklı bir açıdan kısaca değinelim.

KUR’AN HİDÂYET KİTABIDIR, BİLİM KİTABI DEĞİLDİR149

Kur’an’ın öncelikleri var. Bu önceliklerin başında hidâyet geliyor. Kur’an bilimsel konulara işaret ederken, 7. asrın bilgi seviyesinden tevhid ve âhirete iman gibi konulara delil olması yönüyle ihtiyaç kadar işaret ediyor.

Kur’an’ın ihtiyaç kadar işaret etmesinden yola çıkarak. Biz de mealimizde; yukarıda meni, sperm ve zigot örneklerinde olduğu gibi ihtiyaç kadar işaret ediyoruz.

Dileseydik, internet üzerinden o konularda işin uzmanlarının yazdıkları bilgilere ulaşır onları buraya yazardık.

Biz Kur’an’ı tefsir ederken, Kur’an’ın 7. asrın bilgi seviyesinden verdiği işaretleri 21. asrın bilgi seviyesinden kısaca vermekle, Kur’an’ın bu konuda izlediği yöntemi izledik.

İşin detaylarını, o konudaki müstakil kitaplara ve işin uzmanlarına bıraktık.

Bundan sonraki gelecek benzeri âyetlerde de aynı yöntemi izleyeceğiz.

(50-58) BİR KERE DAHA SONUÇ EĞİTİMİ

Burada bir kere daha sonuç eğitimini görüyoruz. Sonuç eğitimi bu sefer sûrenin sonunda çok kısa bir şekilde veriliyor.

Kur’an 43-49 âyetler arasında önce tevhid dersi veriyor. Sonra baştan gündem yaptığı parçalı tevhid anlayışına bütüncül bir bakış kazandırmak için 50-58 âyetler üzerinden bütünün en önemli parçalarına bakışlarımızı çeviriyor.

Bütün bunlar sûrede geçen 25. âyetin açıklaması oluyor.

“Âhiret de dünya da Allah’ındır. (Son da baş da önce de sonra da hep O’nundur. Her yerde ve her zaman O’nun sözü geçer.)”

(43-58) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

İnsan zaman denen bütünde “an” denilen parçalar arasında yaşar. Kur’an genelde bütün âyetleriyle, özelde sonuç eğitimi veren geçmişe ve geleceğe dair âyetleri ile seni “an”dan alır, zamana bütüncül olarak baktırır.

Bu bakış, insanda basiret ve feraset ahlakını geliştirir. Bu ahlakı kazandığında pergel gibi olursun,

Bu son cümle Kur’an’ın verdiği bütün sonuç eğitimleri ile seni getirmek istediği noktadır.

Kur’an okurken kendini ne kadar çok “an”dan şimdiki zamandan soyutlar hayalen âhirete gider-gelirsen, ondan istifaden o nispette artar.

59-62 ARASI ÂYETLERİNTEFSİRİ

(59-62) ÇOK TUHAF BULMANIZ, TUHAF DEĞİL Mİ?

Kur’an’ın tamamında yaklaşık 694 soru cümlesi var. Bu sûrenin tamamında 59. âyetle birlikte 8 soru cümlesi karşımıza çıktı.

Allah (cc) Kur’an üzerinden soru soruyorsa, amaç öğrenmek olamayacağı için öğretmektir. Soru sorma Kur’an’ın eğitim metodu içinde çok önemli bir yer tutuyor.150

Kur’an sorular üzerinden muhatabı olan; öğrencisi olan aklı sürekli “hazır ol”da tutar. Burada amaç: 61. âyette ifade edildiği gibi olabildiği kadar gaflete giden yolları daraltmaktır.

Bu bilgileri dikkate aldığımızda 59. âyet üzerinden dolaylı olarak sorulan sorular şunlar:

Ey insanlar!

“Allah kimdir?” şeklinde sorulan sorunun cevaplarından biri de şudur: Allah dünyayı ve insan bedenini yarattığı gibi aklı da yaratandır.

Asıl tuhaf olan bunların tersini düşünmektir.

(1-62) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Bu sûrenin son âyetini, Alak sûresinin son âyetindeki “Secde et ve yaklaş.” âyetiyle ilgili yazdıklarımızla birlikte okuyabilirsin.

Sûrenin baştan sona özelde sana genelde bütün insanlara mesajı şu: Bütün insanlar bir manevi yıldız adayı olarak doğar. Vahyin güneşiyle aydınlanan ve aydınlatanlar, güneşten istifadesi oranında yıldız olurlar.

Hevâsına uyan, vahyin mesajlarını akıl dışı ve tuhaf bulanlar da yıldız olma fırsatını kaçırırlar.

Sen hem kendini hem de başkalarını aydınlatan yıldız ol!

24/80. ABESE SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-16 ARASI ÂYETLERİNTEFSİRİ

(1-16) TİCARETTE ZENGİN FAKİR AYRIMI TAMAM FAKAT HİDÂYETTE OLMAZ

Bu başlık bu âyetlerin mesajını özetliyor. Günümüz şartlarından bakarsak, ekonomide “satın alma gücü” diye bir gerçek var. Herkesin geliri aynı değil; her ürünü herkes alamıyor. O nedenle insanlar gelir gruplarına göre ayrılıyor. Üst gelir grubunun kaldığı otele alt gelir grubu gidemiyor. Alt gelir grubunun kaldığı oteli üst gelir grubu hayat standartlarının altında görüyor.

Bunun gibi birçok örneğe baktığımızda, “İçimize sinmese de hayatın gerçeği veya ticaretin doğası bu” diyoruz.

Fakat konu din olunca; hidâyeti ürüne benzetirsek, bu ürün hava, su, güneş gibi evrensel ve bu ürüne zengin fakir her insanın aynı derece ihtiyacı var.

Bu nedenle ürün herkese hitap etmeli ve herkesin kolayca ulaşabileceği bir şekilde sunulmalı.

Bu ürünün sunumunda, “Zenginler bizim derneğin, vakfın, cemaatin, tarikatın yükünü alacak, bize destek verecek, fakirlere gelince onlar bize yük olur.” anlayışıyla zenginlere öncelik vermek, onlara ayrıcalık tanımak; bunun sonucunda irşat ve tebliğde çifte standart uygulamak, İslâm’ın “üstünlük takvadadır” anlayışına ters düşüyor.

Bu tespitlerden sonra aşağıdaki soru gelirse,

(1-16) HİDÂYETE DAVET EDİLEN ZENGİNLER “FAKİRLERİN OLDUĞU YERE GELMEYİZ” DERLERSE

Soyundan, zenginliğinden, makamından dolayı kendini aristokrat olarak gören ve kendine ayrı muamele yapılmasını isteyen insanlar her devirde olmuştur.

Bunların evleri, arabaları, alışveriş yaptıkları yerler, kaldıkları oteller, eğlendikleri kulüpler, çocuklarını gönderdikleri okullar hep alt gelir gruplarına göre farklı olmuştur.

Burada soru şu: Bu insanların da hidâyete ihtiyacı var mı? Elbette var.

O zaman ne yapmak gerekiyor?

Bu insanlara yönelik farklı yöntemler denenebilir. Ama hangi yöntem denenirse denensin o yönteme birinci seviye denilmeli; o yöntemin içinde o insanlara -zaman içinde- şu mesaj verilmeli: İnsan oturduğu evle, bindiği arabayla, hesabındaki parayla, sahip olduğu makamla değer kazanmaz. İnsanı değerli yapan takvadır. Takva ise Allah’ın razı olmadığı her şeyden sakınmaktır. Allah’ın rızasını kaybettirecek şey ne olursa olsun ondan uzak durmaktır.

(11-42) ÖĞÜT İŞİ ÖNEMLİ TAMAM, PEKİ ÖĞÜT NASIL OLMALI?151

11-12 âyetlerde öğütten bahsediyor. 17-42 arası âyetler akla gelebilecek şu sorunun cevabı oluyor. Öğüt verelim de “Bu işe nereden başlayalım ve nasıl yapalım?”

17-42 arası âyetler bu soruya şöyle cevap veriyor,

(1-16) İTAB/UYARI/ELEŞTİRİ ÂYETLERİNİN İLK ÖRNEĞİ…152

İtap kelimesi Arapçada uyarı ve eleştiri anlamına gelen bir kelime. Fakat bu kelime ile yapılan uyarının arkasında bir yumuşaklık, bir tatlılık var. Bu uyarı ifadesi çok büyük yanlışlar, hatalar için kullanılmıyor; bu ifade sevenin sevdiğini uyarması anlamında, “öyle değil de şöyle yapsaydın” anlamında uyarılar.

Dipnotta örneğini verdiğimiz bütün uyarı âyetlerinde; yapılan uyarıların hiçbirinde; uyarıya konu olan davranış adına “günah” diyeceğimiz türden bir davranış değil.

Bu sûrenin ilk âyetlerinde gördüğümüz gibi pek mahsuru olmayan davranışlar için “böyle yapsaydın daha iyi olurdu” şeklinde uyarılar.

Burada asıl konu ve soru şu: Bu uyarıları Allah (cc) neden böyle açıktan yaptı? Neden uyarı âyetleri kıyamete kadar okunacak bir kitabın içinde kalıcı âyetler oldu? Bu şekilde olmasının bütün zamanlara mesajı nedir?

Mesajlardan bazıları şunlar:

Bu Kitap Bir İnsan Sözü Olamaz:

Eğer Kur’an bir insan sözü olsaydı, o sözleri yazan bu sözleri koymayabilirdi. Varsayalım “İnandırıcılığını artırmak için koydu.”

O zaman, (haşa, haşa, haşa) Peygamberliğine iman ettiğimiz insanın;

Bu olaya aklın, mantığın gözüyle baktığımızda şunu görüyoruz: Dünyanın en iyi rol yapan oyuncusu bile, 23 yıllık hayatın içinde mutlaka bir yerden açık verirdi. Hiç açık vermeden 23 yıl boyunca simsiyah olan bir şeyin her gün bembeyaz görünebileceğini kabul etmeye akıl ve mantık onay vermiyor.

O yüzden genelde bütün Kur’an âyetleri, özelde burada örneğini verdiğimiz itab âyetleri “Muhammedün Resûlullah” diyor. Biz de (inandık ve tasdik ettik anlamında) amenna ve saddaknâ diyoruz.

İnsandan İlah Olamaz

İtap âyetleri, hatasız kul olamaz, hata yapabilen bir insandan da ilah olamaz gerçeğini gösteriyor.

İtap âyetleri üzerinden bu gerçeğin gösterilmesi çok önemliydi. Çünkü insanlar bir insanı sevmede aşırıya kaçabiliyor; ona Allah’a ait özellikler verebiliyor, ona insan üstü bir varlık muamelesi yapma gibi bir yanlışa düşebiliyorlardı.

Böyle bir yanlışın önüne geçme adına Allah (cc) Peygamberini, Allah-insan hiyerarşisinde olması gereken yere koyuyor ve şehadet getirirken onun bir abd/kul/insan olduğuna vurgu yapmak için “Eşhedü enneMuhammedenabdühû ve resûlühû” dememizi istiyor.

İtap âyetleri geldikçe onların mesajlarını “geçtiği konu ve yerlere” özel vereceğimiz için burada bu kadar açıklama ile yetiniyoruz.

(1-16) ENGELLİ İNSANA VERİLEN DEĞER

İslam’ın engelli insanlara bakışına ait bir çalışma yapılacak olsa, o çalışmada bu âyetlerin inmesine sebep olan Abdullah İbni Ümmü Mektumisimli görme engelli sahabiden mutlaka bahsedilir.

Bu âyetlerin inişinden sonra Peygamber Efendimizin ona hitaben “Ey kendisinden dolayı Rabbimin beni uyardığı zat, merhaba!” dediği bilinmektedir.

Peygamberimiz bu iltifatla kalmamış, kendisi askeri bir hareket nedeniyle Medine dışına çıktığında Medine’de 13 defa kendi yerine vekalet etmesi ve namazları kıldırması için engelli olan bu sahabiyi bırakmıştır.

Peygamberimizin engelli insanlara verdiği önem ve değer günümüz şartlarında İslam ülkelerinde olması gerektiği gibi anlaşılmış mıdır?

Bu sorunun cevabını okuyucularımıza bırakıyoruz.

Burada çok kısa bir tespit yapmak istiyoruz.

“Herhangi bir ülkede engelli insan sayısı ne kadar?” sorusunun cevabı ülkelere göre değişebilir ama şu sorunun cevabı çok nettir:

Dünyada engelli olma ihtimali olan insan sayısı ne kadardır?

Cevap: Dünyada şu an yaşayan insan sayısı kadardır. Çünkü hiçbir insan “Ben kesin olarak engelli olmayacağım.” diyemez. Hayatın sürprizlere açık olan olağan akışı böyle bir söze izin vermiyor.

Bu gerçeği dikkate aldığımızda günümüzde ülkelerin gelişmişliğini gösteren en büyük göstergelerden biri de engelli insanlara verdikleri değerdir.

Her insanın engelli adayı olduğu bir dünyada, engelli birileri için devletin, toplumun ve bireyin ilgisizliği onlar adına çok büyük bir eksikliktir.153

DÜNYA NÜFUSUNUN %15’İ ENGELLİ OLDUĞU HALDE KUR’AN’DA NEDEN BU KONUDA ÂYET YOK?

Dünya nüfusunun %15’inin bir şekilde- az-çok- engelli olduğunu Dünya sağlık örgütünün (WHO) verdiği bilgilerden öğreniyoruz. Bu durumda yaklaşık olarak her yüz insandan 15’ine engelli diyebiliriz.

Durum böyle olunca, başlıktaki soru akla gelebiliyor.

Bu sorunun net cevabı şu: Kur’an tıbbi olarak (fiziki, zihinsel ve duyusal anlamda) engelli sayılan insanları engelli saymıyor. Kur’an ölçülerinde asıl engelli olan insanlar; cansız, kokusuz gül resmini akıllı, şuurlu bir ressamın yaptığını kabul ederken canlı bir gülün yaratılışını tabiata ve tesadüflere veren insanlardır.

Kur’an’da ölçü bu olduğu için Kur’an tıbbi anlamda engelli olan insanlara engelli muamelesi yapmıyor.

Özetlersek, başlıktaki soruya cevabımız şu olur: Kur’an ölçülerinde bu insanlar engelli değildir.

17-23 ARASI ÂYETLERİNTEFSİRİ

(17-23) BEN NANKÖR MÜYÜM? “1’İ VERENE TEŞEKKÜR EDİYOR, 1000’İ VERENİ GÖRMÜYORSAN SEN …”

Allah ve insan, yaratan ve yaratılan bunlar arasında iletişimde insan sınırlı bir varlık olduğu için, sınırsız özelliklerin sahibi olan Allah (cc) lütfedip insanın mânevî frekansını kullanıyor ve onun seviyesinden onunla konuşuyor. Buna literatürde tenezzülât-ı ilâhî deniliyor.

Bu frekansa inildiğinde, insana insanların kullandığı dilden hitap ediliyor. İnsanlar arası ilişkide, 1’şey verene teşekkür ederken, bin şeye verene teşekkür etmeyene; verilenleri yok sayana “nankör” deniliyor. Nankörlükte ısrar edene, “Çek git! Gözüm seni görmesin!” deniliyor.

17. âyetteki “kahrolası” hitabı nankörlükte bu seviyeye inmiş insanlara kullanılan bir hitap olarak karşımıza çıkıyor.

Burada akla iki soru gelebilir,

Birinci soru: “Ben nankör değilim. Allah beni yaratmadan önce bana sorsaydı, yaratılmak istemezdim. Bana sormadan beni neden yarattı?”

Bu sorunun geniş cevabını verdiğimiz için154 burada çok kısa olarak şunu diyoruz: Varsayalım Allah (cc) bütün insanları yaratmadan önce onlara sordu: “Sizi yaratayım mı?”

Biz ilgili bölümde “insan tabiatının” bu soruya “evet” cevabı vereceğini örnekler üzerinden anlattık.

İkinci soru: Allah’ın insana “kahrolası” demesini nasıl anlamak lazım?

Bu soruya yerinde cevap verdik.155 Burada şu kadarını ifade edelim: Burada Allah’ın tavrı belli bir şahsa değil, o şahsın o hitabı hak etmesine sebep olan sıfatlaradır. Burada dolaylı mesaj şudur: Ey bu hitabı duyan insan! Yanlış yoldasın. Bu yolun sonunda kendine binlerce kere kahredeceksin. Bu sonu yaşamak istemiyorsan, bu hitabı duyma sebebi olan sıfatlardan uzak dur!”

(17-23) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Sınırlı ömrümüzde, sayısız nimete karşı “Hiç nankörlük yapmadık, her nimetin kavli ve fiili şükrünü yaparak hakkını verdik.” dersek yalan olur. Zaten istenende bu değil. Bizden istenen nankörlükte ısrar etmememiz.

Bunu kendine hedef yapabilir, verilen her nimeti veriliş amacına uygun kullanma gayretinle fiili şükür yapabilirsin.

24-32 ARASI ÂYETLERİNTEFSİRİ

(24-32) BAKINCA NE ANLAYACAĞIM?

Bakarken, göz sadece pencere olacak. Bakma işinde asıl aktif olan akıl olacak. Tefsir Usulümüzde (2) Aklın İşleyiş Yasasında ifade ettiğimiz gibi baktığın her şey, seni şu noktaya getirecek:

Akıl her insanı bu noktaya getirir. Bundan sonraki soru şudur: Bu özelliklere kim sahip olabilir? Araştırma devam ettiğinde, aklın karşısına vahiy çıkar. Akıl vahye muhatap olduğunda şunu der: Vahyin zarfı olan Kur’an’ı okuduğumda anladım ki, o özelliklere Kur’an’ın bize tarif ettiği yaratıcıdan başkası sahip olamaz.

Kısaca, bakarken gözüyle birlikte aklını kullananların anlayacağı budur.

(24-32) “BEN 21. ASIRDA YAŞIYORUM BU ASIRDAN BAKMA İLE 7. ASIRDAN BAKMA ARASINDAKİ FARK NEDİR?”

Önce fark etmeyen şeylere bakalım. Baktığımız şey üzüm olsun. Üzüm -insanlar genetiğine müdahale etmedikçe- bütün zamanların değişmezidir. Üzüm üzerinde düşünüldüğünde, onu birinin yarattığı, o yaratanın Allah’tan başkasının olamayacağı da bütün zamanların değişmezidir. Bu sonuca varan aklın yasaları da bütün zamanların değişmezidir.

Peki, değişen nedir? Cevap: Bakanların bilgi seviyesidir.

Kimya, biyoloji ve botanik ilminin bugün geldiği bilgi seviyesinden üzüme baktığımızda, özet olarak üzümün yapısında şunları görüyoruz:

Bunların yanında daha başka şeyler…

Şimdi üzümünün yanına atomdan güneşe kadar her şeyi koysak ve onlar hakkında 7. asrın bilgi seviyesi ile 21. asrın bilgi seviyesini kıyaslasak, üzümde gördüğümüz manzaranın aynısını onlarda da göreceğiz.

Bunu gördüğümüzde ne anlayacağız? Şunu anlayacağız: Kur’an üzüm, hurma gibi meyveler üzerinden, sadece onlara değil, “Allah’ın yarattığı her şeye bakın.” diyor.

Biz her şeyi temsilen, yine üzüme bakmaya devam edelim ve bazı tespitler yapalım,

Biz 21. asrın bilgi seviyesinden bakınca, üzüm hakkında öğrendiğimiz her bilgi için üç şey söyleyebiliriz.

Peki, o kim?

Konunun başında ifade ettik: O Allah’tan başkası olamaz.

Gelelim başlıktaki sorunun cevabına, Allah tarafından yaratıldığına iman ettiğimiz üzüme bir sanat eseri olarak bakarsak, 7. asrın bilgi seviyesinde, bu sanat eseri hakkındaki bilgi azdı. 21. asırdan bakınca bu seviye arttı.

Bu noktada soru şu: Bu artış Allah-insan (eseri yaratanla, esere bakan) ilişkisine nasıl yansımalı?

Cevap: Hayranlık olarak yansımalı. Sübhânallah, Elhamdülillah ve Allahüekber derken, bu cümlelerin zarf olduğu mânanın zenginliği, enginliği karşısına büyük bir farkındalık olarak yansımalı.

ARA BİLGİ: Bu bölümde yaptığımız tespitler, gelecek âyetlerde, Kur’an’ın kâinat kitabında ibret nazarı ile bakmamızı istediği her ilahi sanat eseri için geçerli olacak.

(24-32) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Bu âyetleri okuyunca kendine soracağın sorular şunlar olabilir:

33-42 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(33-42) BURADAKİ SONUÇ EĞİTİMİNİN BİZE MESAJI NEDİR?

“Kur’an’da geçmiş ve gelecek üzerinden sonuç eğitim verilmediği sayfa yoktur.” desek, abartmış olmayız.

Burada da 33-42 âyetlerde sonuç eğitimini görüyoruz. Buradaki sonuç eğitimine yukarıdaki üç âyet grubu üzerinden bakarsak;

Evet, genelde geleceğe dönük kıyâmet, âhiret, cennet, cehennem üzerinden verilen sonuç eğitimleri, burada olduğu gibi öncesine dönük mesajlar verir.

Gelecek âyetlere bu açıdan bakılmasında, Kur’an’dan istifade adına büyük faydalar olduğunu düşünüyoruz.

(38, 40) SONUÇ EĞİTİMİNDE “YÜZLER” ÜZERİNDEN VERİLEN MESAJ

Kur’an’da kıyamet koptuktan sonra insan yüzünün alacağı şekle çok sık vurgu yapılır. 30 civarında âyette yüzlerin alacağı hal anlatılır.

Yüz ile ilgili hemen her kültürde çok sayıda deyim var. Bu deyimleri tek cümleyle özetlersek “İnsanın yüzü içine ayna oluyor; insanın ne hissettiği yüzünden anlaşılıyor.”

Bu özet üzerinden bakarsak; yüz için hem insanın içindeki duyguları dışında gösteren ayna hem de o duyguları gizleyen maske diyebiliriz.

İçi dışı bir deyimi yüzün ayna olma fonksiyonunu anlatırken, iki yüzlü deyimi yüzün maske olma halini anlatır.

Kur’an’ın yüzü öne çıkaran âyetlerinde şu mesajlar öne çıkıyor:

(33-42) ÂYETLERDE ANNE-ÇOCUK GİBİ YAKINLAR ÜZERİNDEN VERİLEN MESAJ NEDİR?

Kur’an’da anlatılan hiçbir şey, anlatmak için anlatılmaz. Özellikle âhirete yönelik bütün anlatımların dünyada; şimdi şu “an”ımıza yönelik mesaj olarak karşılığı vardır.

Peki bu âyetlerin hayatın içinde karşılığı nedir?

Bu sorunun cevabını 37. âyette görüyoruz. Âyet şöyle: “O gün, herkesin kendine yetip artacak bir (değil, birçok) derdi vardır.”

Bu dünyada insanın en güçlü bağlarla bağlandıkları listesinde anne-baba, çocuklar, kardeşler listesinin ilk sıralarında yer alır.

Aile ve akraba bağları ile bir birilerine bağlı olanlar doğal olarak birbirlerini severler. Birbirlerinin derdi ile dertlenirler.

Bu sevme ve dertlenme, Allah ile ilişkilere olumlu yansıdığı; aile ve akrabalar birer nimet olarak bilindiği ve nimetlere olan sevgi arttıkça onları verene olan sevgi de arttıkça bir sorun yoktur.

Ama tersi oluyorsa, onların günlük geçim derdiyle uğraşırken o nimetleri veren Allah’a karşı vazifeler aksıyorsa, o noktada sorun var demektir.

37. âyet diyor ki: Allah ile bağları gevşeyen, Allah’ı sevilmesi gerekenler listesinde en başa koymayan, O’na karşı görevlerini görev listesinde yapılması gerekenlerin en başına koymayanların âhirette büyük dertleri olacak. O dert o kadar büyük olacak ki, dünyadaki bütün dertler o derdin yanında dert olarak sayılmayacak. O yüzden aile ve akrabalık bağı ile bağlı olduğunuz insanlar karşısında kendinizi sorumlu hissettiğinizden daha fazla Allah’a karşı kendinizi sorumlu hissedin. Onlara karşı görevlerinizi yerine getirirken Allah’a karşı görevlerinizi ihmal etmeyin.

(33-42) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Fiziki olarak âhirete bir kere gidince bir daha gelme imkanın yok. Ama bu âyetlerde manen, hayalen oraya gidebilirsin. Orayı hayalen buraya da getirebilirsin. Hayal dünyanda şimdiye kadar yaşadığın geçmişe bakıp, mahşerde yüzünün alacağı hali de şimdiden tahmin edebilirsin.

Haydi hayalen git oraya! …

25/97. KADİR SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-5 ARASI ÂYETLERİNTEFSİRİ

(1-5) BİN AYIN MESAJI: EY İNSAN! BİR ÖMÜRDE, 1.817.700 YILLIK MÂNEVİ KAZANÇ İSTER MİSİN?

Allah (cc) bütün insanları hem kendilerine hem de başka insanlara fayda vermesi için yaratmıştır.156 Kur’an’ın indiriliş sebebi de bu gayeye giden yolda rehberlik yapmaktır.

Bu sûrede bin ay ifadesi üzerinden insana şu mesaj veriliyor. Bu kitap, senin ömrünü bereketlendirmek için indi. Bu kitap senin ömrünü bire binler veren bir tohum yapmak için indi.

Nasıl oluyor dersen, ufak bir hesap yapabilirsin. Her ayı 30 gün kabul edelim. 30 x 1000 = 30 bin. 30 bini 365 güne bölelim. 82 yıldan biraz fazla. Ayların çoğunun 31 gün olduğunu kabul ettiğimizde bu rakamı 83 yıl olarak tespit edebiliriz.

Bundan şunu anlıyoruz, Kur’an bir gecede insana 83 yıllık mânevî kazanç veriyor. Peki çocukluk dönemi hariç 60 yılın her gecesinde ve gündüzünde hayatını Kur’an’la bereketlendiren insanın mânevî geliri nedir?

83 x 365 = 30.295 yıllık mânevî kazanç.

60 x 30.295 = 1.817.700 bir ömürdeki mânevî kazanç.

Aslında bu rakamlar bize ne diyor biliyor musunuz?

Hiç çarpmayla bölmeyle uğraşma, Arapçada 1000 rakamı, 7, 70, 700 gibi çokluğu anlatmak için kesretten kinayedir.

Net mesaj şudur: Kur’an’la bereketlenen bir ömre, sınırsız kudretin sahibi olan Allah’ın, sınırsız nimetlerle donatılan cennetinde vereceği ödülün büyüklüğünü anlatacak rakam dünyada yoktur.

(1-5) ÂYETLERDE BİRE BİN VERME YASASI

Bir gecenin bin aydan hayırlı olmasını, mahsul bazında bir tohumun bire bin vermesi gibi düşünürsek, bir geceye yıl bazında 83 yılın, ay bazında bin ayın, gün bazında 30 küsur bin günün sığdırılması evrensel bir yasanın Kur’an’a yansıması diyebiliriz.

Bu yasanının örneklerini genelde bütün bitkilerde görürüz; Her tohum ve çekirdek toprak altında tek olarak başladığı yolculuğun sonunda binler meyveler veren bir ağaç olur.

Özellikle incir tohumuna baktığımızda, bir incir tohumu binler incir tohumuna vesile olur.

Özetlersek, Allah’ın bire binler fayda verdirme yasası hem indirilen âyetlerde hem de yaratılan âyetlerde geçerli olan bir yasa olarak karşımıza çıkıyor.

(1-5) KADİR GECESİNDE ASLINDA NE İNDİ? ÖLÇÜ/İLKE/AHLAK

Kadir kelimesinin kıymet ve ölçü anlamına geldiğini dikkate aldığımızda, o gece “Bireye, topluma ve asra Allah katında değer ve kıymet kazandıracak ölçüler” inmeye başlamıştır.

İnen ölçüler kısaca bütün insanlığa model olacak bir medeniyet inşa etti.

Burada soru şu: Günümüzde, insanları kendine hayran bırakan bir İslam medeniyeti var mı? …Var demek zor.

Ama bugün elimizde bütün insanları kendine hayran bırakacak o medeniyetin planı, projesi ve ölçüleri mesabesinde Kur’an ve onun içindeki güzellikleri hayata taşımada izlenecek yol manasında yaşayan sünnet var.

Nereden Başlayacağız?

Güzel soru. Kendimizden başlayacağız.

Bizim de iki doğum günümüz olacak. Malum Peygamberimizin iki doğum günü vardı;

Birinci doğum gününde doğan her insan; doğar büyür gelişir ama ikinci doğum günü iradidir. O doğum için Kur’an’ı okumak, anlamak ve yaşamak gerekir.

O doğum için Kur’an’ı önce içine indirmek, içine sindirmek ve bütün davranışlarında güzel ahlak olarak göstermek gerekir.

Bu noktada “Ben Müslümanım.” diyen her insanın kendine soracağı soru şu: “Ben Kur’an’ı içime indirdim mi? Onun güzelliklerini davranışlarımda güzel ahlak olarak gösterebildim mi?”

Biz, bir Müslümanın Kur’an’ı bilgi olarak içine indirmesine, ibadet ve ahlak olarak uygulamada ve davranışlarında göstermesine manevi doğum günü, diyoruz.

“Kur’an, kadir gecesinde neden indi?” sorusunun bir cevabı da “Her insan onun kadrini kıymetini bilsin, her insan onunla manevi doğum gününü gerçekleştirsin.”

Kadir Gecesini Böyle Anlamamak, Böyle Anlamadan Her Yıl Kadir Gecesi Kutlamak Neye Benzer?

Varsayalım bir şehir var. O şehirdekilerin manevi gıdalara ihtiyacı var. O gıdalar o şehirdeki her insanı güzel ahlak sahibi yapacak. Bu ahlaka sahip olan insanlar dünyadaki bütün insanlara güzel örnek olacak.

Bir gece o şehrin yanındaki tepeye helikopterlerle manevi gıdalar iniyor. O şehirdekiler, her yıl o tepeye gidiyor, manevi gıdanın iniş yılını kutluyor ama çoğunluğu itibarıyla o manevi gıdaları şehre getirmiyorlar…

Bu örnekten devam edersek, Kadir gecesi inen Kur’an’ı gönül şehrine getirip, aklına kalbine indirip, kadrini kıymetini bilerek okumanın, anlamanın sağlaması, davranışlarında güzel ahlak olarak göstermek üzerinden yapılır.

Bu yoksa, bir yerde eksiklik var demektir. O eksiklik Allah’ın dininde olamayacağına göre, aranacak yer bellidir.

Bir Müslümanın bu eksikliği kendinde araması, kâmil insan olmanın göstergesidir.

KADİR GECESİNİ VE DİĞER KANDİL GECELERİNİ KUTLAMAK DOĞRU MU?

Cevaba geçmeden önce bu konuda elimizdeki kesin bilgilere bakalım.

Bu iki kesin bilgilerden yola çıkarak, bazıları “Bu geceler Peygamber Efendimizin zamanında kutlanmamıştır, günümüzde kutlamak dinde olmayan bir şeyi dine ilave etmek olacağı için bidattır?” diyorlar.

Soru şu: Bu Geceleri Kutlamak Bidat mı?

Cevap: Eğer bu geceleri kutlayanlar, “Bunlar dinimizin emridir, bunların kutlanması gerekir.” gibi ifadelerle bu geceleri dinen bağlayıcı bir emir olarak sunarlarsa, bu sunma şekli dinde olmayanı dine ilave etmek olacağı için bidattır.

Ama bu geceyi kutlayanlar, biz bu gecelerde camilerde toplanıyoruz, hocalarımızdan dini konularda vaaz-u nasihat dinliyoruz. Bunun asla bağlayıcılığı yok, dileyen bu programlara katılır, dileyen katılmaz diyorlarsa, buna bidat diyemeyiz.

Günümüzde, dine karşı bir ilgisizliğin ve buna bağlı olarak ciddi bir bilgisizliğin olduğunu dikkate aldığımızda yapılacak şey: Bidat olmayan şekliyle, insanların kandil vesilesiyle ve başka vesilelerle camilere gelme sayısını artırmak ve bu gelişleri mânevî yönden verimli hale getirmek olmalıdır, diye düşünüyoruz.

(4) ÖNEMLİ KAVRAMLARDAN BİRİ: RUH

İniş sırasından bir Kur’an okuması yaptığımızda “ruh” kavramını ilk bu âyette görüyoruz. Ruh kavramı, insanın manevi yanının genel adı olduğu gibi Kur’an’da vahiy ve Cebrail gibi manalarda da kullanılıyor. Biz mealimizde ruh kelimesine vahiy manasını da içine alacak şekilde Cebrail manası verdik. Ruhun insanın manevi yanını kuşatan; genel manasına da iniş sırasında insana “ruhun üflemesi”nden ilk bahsedilen Sad sûresi 72. âyette değindik.157 O açıklamanın yanında Şems sûresinin 7-10 âyetlerinde nefis ile ilgili yaptığımız açıklamalara da bakılabilir.

  1. TEKNİK BİR KONU: İNZAL TENZİL FARKI

Bazı meal ve tefsirlerde inzal ve tenzil farkı üzerinde durulur. Bu iki kelime de “bir şeyin yukarıdan aşağıya doğru inmesi” manasını da içine alan “nzl” kökünden gelir.

Bu iki kelime arasında şöyle bir farktan bahsedilir:

Bu ayrımı yapanlar, bu ayrımdan yola çıkarak şöyle bir tespit yapmışlar. Kur’an kadir gecesinde levh-i mahfuzdan bir defada dünya semasına indi, yani inzal edildi. Oradan da 23 yıllık bir zaman dilimi içinde peyderpey Peygamber Efendimize (sav) tenzil edildi.

Bu tespiti yapanlar “Bu bizim zanna ve tahmine dayalı görüşümüz.” diyorlarsa, bir zan olarak değerlendirilir ama bu tespiti yapanlar “Bu görüş mutlak/kesin doğrudur.” diyorlarsa, bu noktada bu görüş Kur’an’dan onay almaz.

Neden? Çünkü, Kur’an çok keskin bir şekilde inzal tenzil ayrımı yapmıyor.

Mesela Kur’an yağmurun yağışından bahsederken de inzal kelimesini kullanıyor.158 Bu kullanımdan yola çıkarak kimse tutup da “Kıyamete kadar yağacak olan yağmur önce dünya semasına indi.” demiyor.

Bunun yanında Kur’an’da kafirlerin şöyle bir talebinin seslendirildiğini görüyoruz: “İnkâr edenler (yine bir bahane olarak) “Kur’an ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi?” dediler.”159

Bu ayette geçen “nüzzile” kelimesinin mastarı tenzil kelimesidir. Bu ayette tenzil toplu indirme manasında kullanılmıştır.

Bu bilgileri dikkate aldığımızda, Kur’an’da inzal ve tenzil kelimelerinin birbirinin yerine kullanıldığını görüyoruz.160

Bu görüntüyü dikkate aldığımızda inzal ve tenzil ayrımından yola çıkarak yapılan tespitlerin “mutlak doğru” bir tespit olarak Kur’an’dan onay alamayacağı anlaşılıyor.

(1-5) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Allah (cc) biyolojik doğum gününle seni bu dünyaya getirdi. Peki, sen manevi doğum gününü gerçekleştirdin mi?

Kur’an’ı içine indirerek, içine sindirerek, onun âyetlerini güzel ahlak elbisesi olarak üzerine giyerek onun güzelliklerini gösterebildin mi?

26/91. ŞEMS SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-10 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(1-10) BÜTÜN ŞAHİTLER ADINA GÜNEŞİN ŞAHİTLİĞİNE KULAK VERELİM

İslâm dini açısından, imtihan dünyasındaki imtihanımızın temel konusu Allah’a inanmak veya inanmamaktır.

Konu bu olunca, şahit gerekiyor. Bu imtihanda atomdan güneşe yaratılan her şey: Allah’ın varlığına ve “var” dediği her şeyin doğru olduğuna şahit oluyor.

Bu sûrede olduğu gibi birçok sûrede bu şahitlere dikkat çekiliyor.

Güneş anlamına gelen Şems, şahitler arasında en çok öne çıkan şahitlerden biri oluyor. Güneş kendisi gibi bu dekorda var olan bütün şahitler adına insanlara intak sanatı üzerinden şunu diyor:

Gerçek bu. O zaman güneşin sorusu şu: Beni kim yarattı? Beni yaratabilecek birinin hangi özelliklere sahip olması gerekir?

Bunlar gibi daha birçok özelliğime baktıktan sonra, kendileri de yaratılmış olan tabiat, doğa, tesadüf gibi iradesiz, şuursuz, aciz, zayıf ve fâni şeylerin beni yoktan yaratması mümkün mü, bir araştırın?

Araştırdığınızda yaratılan hiçbir şeyin yaratıcı olamayacağını anlayacaksınız. Araştırmaya devam ettiğinizde karşınıza vahiy/Kur’an çıkacak. Kur’an size benim yaratılmam için gereken bütün özelliklere Allah’tan başkasının sahip olamayacağını anlatacak.

Bunu anladığınızda, sadece benim değil, benim gibi yaratılan her şeyin şahitliğinin bilimler üzerinden anlaşılabileceğini ve anlatılabileceğini anlayacaksınız.

Bunu da anladığınızda, imtihan dünyasında, siz de benim gibi şahit olacak. Benim hal diliyle yaptığım şahitliğe, sizler de “Lâ ilâhe illallah” diyerek kal dilinizle sözlü olarak ortak olacaksınız.

(1-7) ŞAHİTLERİN FARKI VE MESAJI

Bu sûrede güneş-ay, gündüz-gece, gökyüzü-yeryüzü ve nefis gibi öne çıkan 7 şahit var. Bu 7 şeyin şahitliğini Arapçada 7, 70, 700 gibi rakamların çokluktan kinaye olması olarak düşünürsek, yaratılan her şeyin şahitliği olarak anlayabiliriz.

Nefisle diğer şahitler arasında benzerlikler ve farklılıklar görüyoruz.

Şimdi bunlara bakalım,

Ama imtihan dünyasında donanım, rol ve konum bakımından fark çok.

Nefsin dışındaki şahitlerin tamamı nefse/insana şu mesajı veriyor: İçimizde bir tek sen tercih özgürlüğüne bağlı olarak, mânevî kirlenmeye açık yaratıldın.

Karar senin.

(7-10) NEFİS KONUSUNDA EN ÖNEMLİ ÂYET

Nefis kelimesi Kur’an’ın en temel kavramlarından biridir. Biz tefsir çalışmamızda genelde kavramların iniş sırasında ilk geçtiği âyeti dikkate alarak açıklama yapıyoruz.

Ama nefis ve ruh gibi bazı kavramlar Kur’an’da “bir” den fazla anlamda kullanıldığı için bu kavramların kuşatıcı anlamlarını, o anlamı en fazla öne çıkaran âyetlere bırakıyoruz.

Bu sûreden önce Müzzemmil (20), Müddessir (38) ve Fecr (27) sûrelerinde “can ve kişi” manasında geçen nefis kelimesi, bu sûrenin (7-11) âyetlerinde insanın içinde hayra ve şerre bakan bir özellik olarak geçiyor.

Şu soruyla konuyu açalım,

Nefis Nedir? İnsanın Manevi Haritasındaki Yeri Nedir?

Nefis Kur’an’da geçen çok anlamlı kelimelerden biridir. Nefsi sözlüklerde ruh, can, hayat, nefes, varlık, zat, insan, kişi, hevâ, heves, kan, beden ve bedenden kaynaklanan süfli arzular manalarında görebiliriz.

Kur’an’a baktığımızda nefsi ruh161 ve kişi162 (zat, öz varlık) manasında görmenin yanında, bu sûrenin 8. âyetinde hayra163 ve şerre bakan nötr bir varlık olarak da görüyoruz.

Şems sûresinin 8. âyeti, Kur’an’dan yola çıkarak nefisle ilgili yapılacak bütün tanımlarda belirleyici oluyor.

Bu âyete göre nefis: İnsana ait manevi özellikler içinde, çok önemli bir yeri olan, insanın hayra ve şerre yönelmesinde en fazla etkisi olan özelliktir.

Nefis Kötü mü?

Nefis mutlak kötü değildir. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi nefis iyi ve kötü olabilme potansiyeli olan bir manevi özelliktir.

“Nefsin halk arasında genelde kötü olarak bilinmesinin sebebi nedir?” diye bir soru gelirse bunun cevabı şu olabilir;

İnsan melek değildir. Her insan hata ve günah işleyecek potansiyelde yaratılmıştır. Hata ve günaha “kötü” dersek az-çok, küçük-büyük bu kötülüğü yapmayan insan yoktur.

Nefsin bu özelliği imtihan dünyasında, kötünün iyiden fazla olması gibi bir sonuç ortaya çıkarıyor. Bu sonuç Kur’an’da insanların çoğunun inkar etmesi,164 şirk koşması,165 iman etmemesi,166 gafil olması,167 şükretmemesi168 şeklinde ifade ediliyor.

Özetlersek, çoğunluğun nefsin süfli isteklerine uyması sonucu nefis halk arasında kötü tanınmıştır. Ama gerçekte nefis imtihan dekoruna uygun olarak kötü ve iyi olabilecek bir potansiyelde yaratılmıştır.

Aşağıdaki başlıkta bu konuyu biraz daha açalım,

NEFİS KÂMİL İNSAN, NEFİS HEVÂ İLİŞKİSİ

8. âyetten nefsin hayra ve şerre meyilli olduğunu, iyi ve kötü olabileceğini öğreniyoruz.

Bu noktada iki uçta bulunan hem peygamberlerin169 hem de şeytanın insan üzerinde zorlayıcı hiçbir etkisi yoktur.170 Onlar sadece teşvik eder, nefis tercih eder.

Özetlersek, 8. âyette anlatılan nefis, imtihan dekoruna uygun olarak yaratılmıştır. Bu dekorda vahiy, Kur’an, peygamber onu iyiye teşvik ederken, şeytan kötüye teşvik eder. Bu teşvikler karşısında nefsin imtihanı tercihtir.

ARA BİLGİ: Nefis Bütün İçinde, Önemli Parça

İnsanın maddi (beden) tarafını bilgisayarın hardware’ine benzetirsek, manevi tarafı o bilgisayarın software’i yani yazılımı olur. İnsan ruhu bu yazılımın genel adıdır. Nefis bu yazılım içinde, yazılımda bulunan bütün özellikleri olumlu (iyi, güzel, hayır), olumsuz (kötü, çirkin, şer) etkileme özelliği olan bir programdır.

Burada ruha bütün, nefse o bütünün parçası dersek, biz burada nefse parça olarak baktık. Nefsin insanın manevi tarafındaki etkisini görmek için ona bütün/ruh içinde bakmak gerekiyor. O bakışı İsrâ sûresinin 85. âyetinin tefsirinde yaptık. Oraya bakılabilir.

11-15 ARASI ÂYETLERİNTEFSİRİ

ARA BİLGİ: Soyuttan Sonra Somut Anlatım Örneği

Kur’an’da birçok âyette gördüğümüz soyut anlatımdan sonra o anlatımı somut örnekler üzerinden açma yöntemini bu sûrede de görüyoruz.

Yukarıda nefisten soyut olarak bahsedildi. 11-15 âyetlerde nefis somut örnekler üzerinden anlatılıyor. Bu soyut ve somut anlatımlara ilk sûre olan Alak sûresinden buraya kadar anlatılan örneklerin toplamı üzerinden bakarsak, bu sûrede Semud kavmine Peygamber olarak gönderilen,

Bu ara bilgiden sonra âyetlerin tefsirine devam edelim,

(11-15) 21. ASIRDA SEMUD KİMDİR? DEVENİN KARŞILIĞI NEDİR?

Bu başlıktaki sorunun benzerini Kur’an’da önümüze gelen hemen her kıssa için, hemen her kıssada öne çıkan semboller için soracağız.

Bu soruları sormanın ve bu soruların cevabını günümüze taşıyarak Kur’an okumanın önemini Tefsir Usulümüzde (12) Kıssa/Hikaye, (19) Teşbih/Mecaz ve (20) Evrensellik Yasalarında geniş olarak anlattık.

Bu yasalara bakılmasını önemle tavsiye ederek başlıktaki sorumuzun cevabına geçebiliriz.

Bu soruya doğrudan cevap vermemiz mümkün ama biz bu soruya “Balık verme değil, balık tutma yöntemini verme” usulüyle cevap vereceğiz.

Bu usule göre işe şu sorunun cevabıyla başlayalım,

Kur’an’da Bir Sembolün Neye Karşılık Geldiği Nasıl Bulunur?

Bu sorunun cevabı önemli; bu soruda sembol için bağlantılarından yola çıkılarak bir çerçeve çizilmezse, sembol lastik gibi her tarafa çekilir ve alakasız şeylerde alakası varmış gibi gösterilebilir.

O yüzden sembole konu olan şeyin Kur’an âyetleri üzerinden bütüncül bir bakışla bağlantılarının görülmesi gerekir.

Allahü a’lem diyerek bu üç bağlantıyı özetlersek, “Devenin ve Semud’un bütün zamanlardaki karşılığı kimdir?” sorusu için şu cevapları verebiliriz.

Bu âyetlerin indiği zaman diliminde fayda verme işini yapanlar Peygamberimiz ve Sahabilerdi. Engelleme işini yapanlar da Mekke’nin müşrikleriydi.

Günümüze gelirsek,

Âyetleri bu şekilde okuma bizim tefsirimizde izlediğimiz bir yöntem. Dileyen âyetleri sadece lafzi mânasıyla da okuyabilir.

O kapı açıldığında, her asır Kur’an’ı bugün inmiş ve kendine hitap ediyor gibi okuma imkanı buluyor.

ARA BİLGİ: Semud ve Hz. Salih (as) ile ilgili olan kıssa Kur’an’da muhtelif âyetlerde anlatılıyor. Kur’an bu konuya bir müfredat sırası izler gibi başlıyor. Fecr sûresinde (9. âyet) bir cümle ile bahsettiği bu kıssayı bu sûrede biraz daha genişletti. Gelecek sûrelerde daha uzun anlatımlar göreceğiz. İlgili âyetler geldikçe oralarda da bu kıssaya farklı açıklardan bakacağız.

(11-15) HELAK SEBEBİ GÜNAH MI, YOKSA ZULÜM GÜNAHI MI?

14. âyette “Günahları sebebiyle Allah onları helak etti.” deniliyor. Bazıları bu tür ifadelerden her günahı helak sebebi olarak değerlendiriyor ve günümüzde kişi başına düşen günah oranının geçmişe göre daha fazla olduğu yerlerin helak olmayışını açıklamakta zorluk çekiyorlar.

Bu zorluğun aşılması için Helak Yasası173 ile ilgili şu gerçeği bilmekte fayda var: Eğer Allah her günah işleyen insanı, helak etseydi, geçmişten bugüne insan nesli devam etmezdi. Demek ki, helak sebebi günah değil, günahta doz aşımı.

Doz aşımı şu demek:

Buraya kadar, başlıktaki sorunun cevabını verdik. Burada bir soru daha soralım,

ZALİME KARŞI, ALLAH’TAN YARDIM İSTEME ADABI NASIL OLMALI?

Helak yasasında zulüm ile ilgili geçmişteki yasanın nasıl işlediğini anlattık. Kısaca özetlersek: Eğer mazlumlar aciz ve zayıfsa, onların hiçbir koruyanı yoksa, Allah (cc) o zulmedenleri helak etmiş. Koruyabilecek güçleri varsa, koruma ve zalimleri durdurma görevini, onlara vermiş.

Günümüz, dünyasında sadece Müslümanlar için konuşursak, 2 milyara yakın Müslümanın hem kendilerine hem de başkalarına yapılan zulümleri durdurma potansiyelleri var.

Bu potansiyel varken,

İkinci duanın, dua adabına daha uygun olduğunu söyleyebiliriz.174

(1-15) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Bu sûrede 8. âyette geçen nefsi, kendi nefsin olarak okursan, bu okuma sana tarafını seç der: Bütün zamanlarda önünde iki taraf vardır:

Hz. Salih ve deve örneğinde olduğu gibi fayda vermeyi tercih eden taraf, Zarar vermeyi tercih eden taraf.

Sen fayda verenlerden ol.

27/85. BURÛC SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-11 ARASI ÂYETLERİNTEFSİRİ

(1-3) ŞAHİTLERİN İŞKENCECİLERE VERDİĞİ MESAJ

Sûrenin girişinde yaptığımız açıklamalarda Ashabı Uhdud’un günümüzde kime karşılık geldiğini anlattık.

1. âyet bütün zamanlarda Ashabı Uhdud’un sıfatlarını üzerlerinde taşıyan zalimlere şunu diyor: Burçlarla, yıldızlarla, galaksilerle dolu olan gökyüzünü yaratan Allah (cc) zalimlerin hesap vereceği âhiret gününü de yaratacaktır. Bundan hiç şüpheniz olmasın.

2. âyet bütün zamanların zalimlerine şunu diyor: Zannetmeyin mazlumları öldürünce iş bitti. Siz ve o mazlumların hepsi kıyâmet sonrası dirilecek ve onların tamamı yaptığınız zulmün şahidi olacaklar.

(1-11) YARATAN RABBİN ADIYLA OKUYANLARIN VE OKUMAYANLARIN KIYASLAMASI

Kur’an Alak sûresinin 6. âyetinde “Yaratan Rabbin adıyla okumayan insan ne yapar?” sorusuna “azar” demiş, azma örneğini de orada Ebu Cehil üzerinden vermişti.

Bu âyetlerde azma örneği; azgınlıkta zirveye çıkarken, vahşette sınır tanımayarak insanlıktan da çıkan Ashab-ı Uhdud üzerinden veriliyor.

Yaratan Rabbin adıyla okuyanların örneği de bu bilinçli okumanın sonucunda dünyada yanma pahasına inandıkları dinden dönmeyenler üzerinden veriliyor.

(8-9) AZÎZ, HAMÎD VE ŞEHÎD İSİMLERİNİN EVRENSEL MESAJLARI

İşkencelerin en ağırını yaşadıkları halde inandıkları dinden dönmeyen bu insanların anlatıldığı âyetlerde, Azîz, Hamîd ve Şehîd esmâsı öne çıkıyor. Bu isimler zalimlerin karşısında duruşlarını değiştirmeyen müminleri manen alkışlıyor.

Burada soru şu: O kadar esmâ varken, burada neden bu isimler öne çıkıyor?

Bunun birçok hikmeti olabilir onlardan bazılarını Allahü a’lem kaydı düşerek ifade etmeye çalışalım.

Bu anlamları ile bu üç isim Ashab-ı Uhdud’un zulmüne maruz kalan kadın-erkek bütün müminlere şu mesajı verdi.

O asra bu mesajı veren bu üç isim bütün zamanlara da şu mesajı veriyor: Benzer zorluklar karşısında duruşunu değiştirmeyenler bu isimlerin tecellisine mazhar olacaklar.

(9) ALLAH ŞEHÎD’DİR, PEYGAMBER ŞEHİD’DİR, ŞEHİD OLMAK HER MÜSLÜMAN İÇİN HEDEFTİR

Günümüzde en çok yanlış anlaşılan ve suiistimal edilen kelimelerden biri de şehit kelimesidir. Kur’an şehit kelimesini, Allah’ın ismi Peygamberimizin sıfatı olarak kullanır.

Bu şekilde bir şehitlik “ben Müslümanım” diyen her insanın hedefidir. Adına sünnet-i seniyye denilen yol, bu şehitliğe talip olanların yürüyeceği yolun adıdır.

Savaşta ölenlerin şehitliğine gelince, Kur’an bu şehitlik için Allah yolunda olma şartı koyar.175

Allah yolunda olmanın ölçüsü; yaşarken şâhit olarak yaşamaktır. İslam dininde şehitlik payesi, inandığı değerlerin varlığına ve güzelliğine şâhit olarak yaşarken ölenlere verilen bir payedir.

(1) BURÇ VE ASTROLOJİ KONUSU BİLİMSEL MİDİR? İNANMAK GEREKİR Mİ?

Direk konumuzla bağlantısı yok ama halk arasında yıldız falı/yıldıznâme olarak bilinen astrolojiye kısaca değinmek istiyoruz.176

Sûre burçlarla dolu gökyüzünün şahitliği ile başlıyor. Bu başlangıç akla başlıktaki soruyu getiriyor.

Bugün bilim insanlarının ortak kanaati astrolojinin bir bilim olmadığı şeklindedir.

Eğer konusu yıldızlar olan ve onların pozisyonlarından, insan hayatının geleceğine dair birtakım sonuçlar çıkaran astroloji bir bilim olsaydı, bu astronomi bilimin altında yer alırdı.

Verileri zayıf tahmin ve zandan öte gitmeyen astrolojinin bir bilim olarak değerlendirilmesi ve kelime benzerliği nedeniyle astronomi gibi bir bilimle eşitlenmesi en çok astronomi bilginlerini rahatsız ediyor.

Bu rahatsızlığı “Türk Astronom Derneği”nin web sayfasına giren herkesin görmesi mümkün. Dileyenler uzmanların dilinden, astrolojinin neden bir bilim olamayacağını oradan okuyabilir.177

Özetlersek, Astroloji ile uğraşanların bize verdikleri bilgiler bir veridir. Ama bunların tamamı içinde zan ve tahmin olan verilerdir. Bu veriler böyle bilinir ve böyle anlatılırsa, dileyen bunları dinler. Ama bunlar süslü ifadeler içinde bilimsel temelleri olan kesin bir bilgiler olarak sunulursa bu şekilde bir sunum doğru olmaz.

12-22 ARASI ÂYETLERİNTEFSİRİ

(12-22) ARASI ÂYETLERİN BİR BÜTÜNLÜK İÇİNDE KISA MESAJLARI

Âyetlerin mesajlarına kısa cümlelerle değinmek istiyoruz.

12. âyet önceki âyetlerde anlatılan Ashab-ı Uhdud üzerinden gelecek bütün zalimlere şu mesajı veriyor: Yaptıklarınız yanınıza kalmayacak. Dünyada olmazsa âhirette mutlaka zalim olmanın sonuçlarını yaşayacaksınız.

13. âyet bağlamı dikkate aldığımızda, 10, 11 ve 12. âyetler; bu âyetleri okuyanların “Allah (cc) acaba âhireti de yaratabilir mi, mazlumlara cennet ödülü, zalimlere cehennem cezası verebilir mi?” şeklinde akıllarına gelecek soruya şu cevabı veriyor: Kâinatı yoktan yaratan Allah’ın, âhireti de yaratacağına yaratılan her şey şahittir.

14. âyet Ashab-ı Uhdud’un zulmünü yaşayan müminler üzerinden hem bu âyetin ilk muhatabı olan Müslümanlara hem sonraki gelecek bizlere şu mesajı veriyor: Allah (cc), O’nun yolunda yürüyenlerin ne yaşayacaklarını biliyor. Yolunda yürümenin zor olduğunu da biliyor. Zorluklar karşısında ufak tefek hatalar yapacağınızı, aklınızdan olumsuz şeyler geçirebileceğini de biliyor. Bildiği için de bu âyet üzerinden şu mesajı veriyor: Ey iman edenler! Bu noktada şunu bilin. Allah (cc) bağışlaması çok olan Gafûr’dur. Bunun sebebi O’nun size karşı Vedûd olmasıdır.

15. âyet ve sonrası “Allah (cc) acaba vaad ettiklerini yapabilir mi?” şeklinde akla gelebilecek sorulara cevap verecek bir içerikle geliyor.

Arş konusunda değindik178 burada arş ifadesi üzerinden Allah’ın mutlak hakimiyetine dikkat çekiliyor.

16. âyette “O hakimiyetin dileyip de yapamayacağı hiçbir şey yoktur.” dendikten sonra,

17. ve 18. âyetlerde “Dileyip de yaptıklarına dair bir örnek var mı?” noktasında içten geçebilecek bir sorunun cevabı geliyor.

Sorunun cevabı, sonu “gelmedi mi?” ile biten soru cümlesi üzerinden geliyor. Daha önce işaret ettik, Allah’ın sorması öğrenmek için değil, öğretmek içindir. Bu tür sorular aklı harekete geçirir. Mesaj şudur: Aklınızı kullanın, geçmişe dönük hafızanızda var olan bilgilere bakın. Onların üzerinde bir düşünün. Düşündüğünüzde şunu anlayacaksınız: Dünkü zalimlerin yaptıklarını yanına bırakmayan Allah bugünkülerin de yaptıklarını yanına bırakmayacak. Dünyada olmazsa âhirette onları mutlaka cezalandıracaktır.

19. âyet insan doğasına dikkat çekiyor. Tasdik edenler yanında gerçekleri görmelerine rağmen bazılarının yalanlayacağına işaret ediliyor.

20. âyette Muhit ismi üzerinden şu mesaj veriliyor: Yalanlamaları bir şeyi değiştirmeyecek. Allah evrene koyduğu yasalarla insanı her yönden kuşatmıştır. İnsanın doğma, büyüme ve ölme gibi yasaların dışına çıkması mümkün değildir. Yalanlasa bile yalanladığı gerçekle yüzleşecektir.

21. 22. âyetler 19. âyette yalanlamaya konu olan Kur’an’ın kaynağına; Levh-i Mahfuza179 dikkat çekiyor. Bu yalanlamaların onun değerine asla gölge düşüremeyeceğini işaret ediliyor.

(1-22) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Allah yolu dört mevsimin yaşandığı bir yola benzer. O yolda hep kış olmadığı gibi hep yaz da olmaz. Bazen güneş açar, bazen şimşek çakar. Bazen ferahlatan meltem eser bazen de seni bulunduğun yerden gerilere savuracak fırtına kasırga…

Sen hep yaz yaşamak isteyen mevsimlik kullarından olma. Sen her mevsimde kul olmayı ve her mevsimde Allah’ın razı olduğu duruşu korumayı hedefle.

28/95. TÎN SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-8 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(1-3) HOLLYWOOD, SOSYAL MEDYA, SREBRENİTSA VE TÜRKİYE ŞAHİT OLSUN

Her insanın ömrü, dünyanın farklı yerlerinde geçer. O ömrün geçtiği yerlerden birine Adana dersek, o şehrin (Adana kebap gibi) meşhur olan bir özelliği o şehri hatırlatan bir sembol olur.

Bu sûrenin ilk âyetlerinde Sina dağı ve emin belde olan Mekke üzerinden böyle bir sembolik anlatım örneği görüyoruz. Bu anlatımın mesajına evrensel pencereden baktığımızda şunu anlıyoruz: Her insanın yaşadığı yer, o yerde yaptığı işler; orada yaşananlara lehte veya aleyhte şahitlik edecekler.

Bu âyetlerin mesajını evrensele taşımak için başlıktaki örnekler üzerinden gidersek,

Hollywood dendiğinde Amerika’nın Kaliforniya şehrinde, dünya genelinde çokça izlenen sinema filmlerinin yapıldığı; içinde dev film platoları bulunan mekan akla gelir. Bu bilgiden sonra “Hollywood şahit olsun” dediğimizde bu ifadenin mesajı şu olur: Hollywood’da yaşanan her şey; orada üretilen bütün filmler, içeriğine göre o filmleri izleyenlerin lehinde veya aleyhinde şahitlik yapacaktır.

Bu örnekten sonra başlıktaki diğer şahitlerin tanıklığına da kısaca bakalım,

Cevap: Nasıl şahitlik etsin istiyorsan öyle yaşa. Mesela şöyle bir şahitlik ister misin: “Falan kendini madden ve manen güzel yetiştirdi. Örnek bir Müslüman oldu. Çevresinde binlerce insana faydası dokundu. Yurt dışında onu tanıyan her insanın, onun yaşadığı ülkeye ve dine olan sempatisi arttı.”

Ne güzel bir şahitlik değil mi?

(4) BİYOLOJİ VE BOTANİK İLİMLERİ ŞAHİT OLSUN Kİ…

Zeytin ve İncir günümüzde hangi ilimlerin alanına giriyor dediğimizde, üst başlık olarak Biyoloji ve Botanik ilmini sayarken, alt başlık olarak gıda ile ilgili ilgili tüm ilimleri sayabiliriz.

Bütün bitkiler adına bu iki nimetin şahitliği dinlenildiğinde şu anlaşılacak: Bizi yaratan biri var. Bizi yaratacak birinin sahip olması gereken özellikler var. O özelliklere Allah’tan başkası sahip olamaz.

(4) DUVARDAKİ TAKVİMİN “AHSENİ TAKVİM”DE YARATILAN İNSANA MESAJI NEDİR?

Takvim ve kıvam kelimeleri aynı kökten gelir. Takvimi takvim yapan kıvamda olmasıdır. Yani duvarda Mayıs ayının 31 gününün tamamını gösteren bir takvim varsa, o takvimin mânası şudur: Mayıs ayı kıvamdadır. Ona bir gün ilave edilemeyeceği gibi ondan bir gün de çıkarılamaz.

Takvimi böyle anlarsak,

Bütün bitkileri temsilen bu iki bitki, bu takvime göre kendini gerçekleştiriyor ve varlık gayesine giden yolda olması gereken gibi olduklarında olgun meyve unvanını alıyorlar.

Takvim hakkında bu açıklamadan sonra insanın takvimine bakarsak,

İnsanın maddi-manevi, beden-ruh şeklinde; işleyişi ve gelişimi farklı olan iki takvimi var.

Özetlersek, Allah (cc) insanın “halk”ının yani maddi bedeninin ahsen-i takvim yolunda gelişimini ve şekillenmesini kendi üzerine alırken, manevi gelişim ve şekillenmesini insanın kendi iradesine bırakıyor.

Bu başlık altında insanın ahsen-i takvimde yaratılmasını maddi ve manevi açıdan değerlendirdik.

Bu değerlendirmeleri aşağıdaki başlık altında biraz daha genişletelim,

(4) HER İNSANIN AHSENİ TAKVİM OLAN 3+1 EVİ VARDIR

Takvimi yukarıda anlatıldığı gibi anlarsak, insanın içinde yaşadığı, davet edildiği ve ebedî yaşayacağı evleri de ahseni takvimde (en güzel ölçülerle, tam kıvamında) inşa edilmiştir.

Dördüncü eve biraz yoğunlaşırsak,

Adı cennet olan bu evin insana mesajı şudur: İradenle ahsen-i takvim olursan, ödülün ebedî cennet olur.

(5-6) ALLAH’IN TAKVİMİNİ KULLANAN YUKARI ÇIKAR, KENDİ TAKVİMİNİ KULLANAN AŞAĞI İNER

4. âyetin devamına da takvim noktasından bakmaya devam edersek, imtihan dünyasında her insanın imtihanı ikidir:

5. ve 6. âyetler bu tercihlerin sonucunu gösteriyor.

Kendi takvimine göre yaşayanlar, manen aşağıya inerken, yaratıcının takvimine göre yaşayanlar manen yukarı çıkıyor.

(7) DİNİ YALANLAMAK MÜMKÜN MÜ?

İnsanın beden ve dünya evinde en önemli nimeti olan akıl, dini yalanlamaya onay vermez. Çünkü akıl der ki: Adına din dediğimiz İslâm evinin yasaları, beden ve dünya evimizi yaratan ve onların yasalarını koyan Allah tarafından konmuştur.

O yüzden,

Biz Tefsir Usulü kitabımızda (2) Aklın İşleyiş Yasasında akıl açısından bu ispatların imkansız olduğunu göstermeye çalıştık. Detay için ilgili yerlere bakılabilir.

(8) TAKVİMDE ÖNE ÇIKAN İSİM EL-HAKÎM

Âyette el-Hakîm ismi doğrudan geçmiyor. Ama “Hüküm verenlerin en üstünü kimdir?” sorusunun cevabı el-Hakim olan Allah olunca âyette Hakîm isim dolaylı olarak geçmiş oluyor.

Bu durumda soru şu: Ahsen-i takvim ile El-Hakîm ismi arasında bağlantı nedir?

El-Hakîm ismi, hikmet kelimesiyle aynı kökten gelir. Allah için El-Hakîm demek, yarattığı her şeyi yerli yerince, kararında ve kıvamında yaratmaktır. Yaratmasında ne bir eksik ne bir fazla vardır.

Mesela dil, bedendeki yeri itibarıyla yerli yerindedir. Varsayalım mümkün oldu, şu ana kadar estetik ameliyatla dilin yerine değiştirmek isteyen bir insana rastlanmadı.

Dilden devam edersek, diğer organlar için de benzer tespitler yapabiliriz.

Dil örneği, kendisi gibi Allah tarafından yaratılan her şey adına dile gelip bize şunu diyor: Allah (cc) ne yaratmışsa, onu imtihan dekoruna göre hikmetli yaratmıştır.

Bu durumda El-Hakim isminin mesajı şu oluyor: Allah’ın bu ismi insanda ahsen-i takvim olarak tecelli eder. Takvim kıvamında, olgun ve kâmil bir insan olmak istiyorsanız, kendinizi gerçekleştirme işini vahyin rehberliğinde, peygamberin örnekliğinde yapmak hedefiniz olsun.

(8) ALLAH’TAN BAŞKA HÂKİM VAR MIDIR? EVET, VARDIR…

Bu âyeti okuyanların aklına genelde şu soru geliyor. Allah’tan başka Hâkim (hükmeden) var mı?

Allah’ın diğer isimlerinden yola çıkarak bu soruyu şöyle çoğaltabiliriz.

Allah (cc) tarafından yaratılan bir insan olarak, kendi görme, duyma ve bilmemizden yola çıkarak bu üç soruyu da “var” cevabı veriyoruz.

Bu cevaplar, Allah’ın isimleri konusuna uzak olan insanlara garip gelebilir ama, sanatkarın özelliklerinin eserinde olması, işin tabiatı gereğidir.

Allah (cc) es-Sânî’ ismiyle bizi yaratan sanatkardır. Biz de O’nun yarattığı sanat eserleri içinde, O’nun sanatına en güzel ayna olan eserleriz.

Bu yönüyle Allah’ta sınırsız ve bâki olan özellikler ve güzelliklerin bir kısmı insanda sınırlı ve fâni olarak tecelli ediyor.

Bu tecelliye vahid-i kıyasi diyoruz. Yani bizde sınırlı olan özelliklerden yola çıkarak Allah’taki sınırsız özellikleri tanıyoruz. Bu tanımanın sonucunda bizdekinin damla, O’ndakinin sınırsız bir derya olduğunu anlıyoruz.

Bu anlamının sonucunda şöyle diyoruz: Allah dışında görenler var ama, her görene görme nimetini O verdiği için, hiçbir görenin görmesi O’nun görmesi gibi olmayacağı için, “Allah Basir olanların en üstünü değil midir?” sorusuna da “Evet, en üstünüdür.” cevabını veriyoruz.

Bu cevabı Basîr isminin yerine insanda tecelli eden her isim için uyguladığımızda, aynı sonuçlar karşımıza çıkacaktır.

8. âyet bu şekilde gelmekle, bize Allah’ın isimlerini kendi üzerimizde ve kâinatta okuma eğitimi veriyor.

Bu eğitimi alanlar, Allah’ın güzel isimlerine en güzel şekilde ayna olmayı, böylece ahsen-i takvim kıvamına gelmeyi kendilerine en büyük hedeflerden biri yapıyorlar.

Özetlersek, İnsana görme, duyma ve bilme özelliğini veren Allah olduğu gibi, hikmetle hükmedebilme özelliğini veren de Allah’tır. O’nun el-Hakîm olması sınırsızdır, bizim Hâkim olmamız, el-Hakîm isminin bizdeki tecellisidir ve sınırlıdır. Bu bakış açısıyla başlıktaki “Allah’tan başka Hâkim var mıdır?” sorusuna “Evet vardır.” diyoruz.

(1-8) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Allah senin ve senin dışındaki bütün varlıkların maddi bedenini ahsen-i takvim kıvamında olacak şekilde yarattı. Fakat manev-i bedeninin ahsen-i takvim kıvamına getirilmesini sana bıraktı.

Bunun farkında mısın? … Ahsen-i takvim olma yolculuğunda neredesin?

29/106. KUREYŞ SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-4 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

O GÜN İÇİN KÂBE’NİN VARLIĞININ, KUREYŞ’TEKİ KARŞILIĞI NE İDİ?

Fil sûresinin konusu olan fil vakasından önce de Kâbe; varlığı ile Mekke’de yaşayan Kureyş kavmine bir saygınlık kazandırmıştı. Ama fil vakasından sonra bu saygınlık katlanarak arttı.

Günümüz medya diliyle söylersek, Arap yarımadasındaki algı şuydu: “Kâbe’de yaşayanların mânevî bir saygınlığı var. O yüzden Kâbe’ye ve onlara dokunan yanar.”

O gün için, Mekke çevresinde yaşayan hemen her kabilenin hac ve ticaret vesilesiyle yılda birkaç defa Kâbe’ye yolu düşüyordu. O yüzden, civardaki kabilelerin hiçbiri Kureyş’le arasını bozmak istemiyordu.

Bu duruma bir avantaj dersek, bu avantaj, Kureyş kavmine bölgesel bir saygınlık ve dokunulmazlık kazandıran diplomatik bir pasaport gibiydi.

Kısaca ifade edersek, o gün için Kâbe’nin Kureyş’teki karşılığı emniyet ve huzur nimeti idi. Bu tespitten sonra soralım,

KUREYŞ’İN GÜNÜMÜZDEKİ KARŞILIĞI KİMDİR? EVRENSEL MESAJ NEDİR?

“Günümüzde, Kureyş kimdir?” sorusunun cevabı için, bu dünyada insanlara emniyet ve huzur veren şeyler nelerdir onlara bakmamız gerekiyor.

Baktığımızda şunu görüyoruz:

Birincisi doğrudan emniyet ve huzur veren nimetler: Güneş, atmosfer, yerçekimi ve fotosentez gibi… Bunların ve benzerlerinin var olan görevlerini yapma işini her gün yavaş yavaş azalttığı bir dünya düşünelim, böyle bir dünyada huzuru kaçmayan bir insan olabilir mi?

İkincisi, bugün dünyanın neresinde olursa olsun, “Evimde, ülkemde emniyet ve huzur var.” diyen her insan, bu emniyet ve huzura Allah’ın verdiği nimetler sayesinde ulaşmıştır.

Bu durumda Kureyş, Allah’ın verdiği nimetlerle emniyet ve huzur bulan her insandır. Her insan topluluğudur. Bu insanların yaşadığı her millet, devlet ve ülkedir.

Bu durumda bu sûrenin evrensel mesajı şudur: Ey Allah’ın verdiği nimetlerle emniyet ve huzur bulan insanlar! Sizin ilahınız, sizin Rabbiniz o nimeti getiren vasıtalar değil, O vasıtaları yaratan Allah’tır. Bu durumda öncelikli olarak teşekküre layık olan vasıtalar değil, onları sizin hizmetinize sunan Rahmân’dır.

(1-4) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Kureyş’in günümüzdeki karşılığını öğrendikten sonra bu âyetlerin şöyle de anlaşabileceğini anlatabilirsin,

Liilafi Robert, Mary, Wang, Zhang, Sergey, Olga, Yusuf, Elif… İlafihim…

Allah’ın, -bütün insanları temsilen dünyada en çok verilen isimler arasında sayılan bu isimlerin sahiplerine- verdiği güneş, hava, su nimeti hakkı için, bu insanlar nimeti getiren vasıtalara değil, o nimeti gönderen Allah’a kulluk etsinler.

Nimeti getiren vasıtalara 1 teşekkür ederken, asıl o nimetleri yaratıp gönderen Allah’a binlerce kere teşekkür etsinler.

Bu sûreyi bir de şöyle okuyabilirsin,

Liilafi Norveç… İlafihim…

Allah’ın Norveç’e herkese göre biraz fazla verdiği doğal gaz nimeti hakkı için, o nimetlerle elde ettiği faydaların hakkı için… Norveç’tekiler o nimeti getiren vasıtalara değil, o nimeti gönderen Allah’a kulluk etsinler.

Burada Norveç’in yerine bazı ülkelere göre altın rezervi fazla olan Almanya’yı, bazı ülkelere göre petrol rezervi fazla olan Kanada’yı koyup okuyabilirsin.

30/101. KÂRİ’A SÛRESİ

1-11 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(1-11) ANSIZIN GELECEK OLAN AMA 1400 YILDIR HÂLÂ GELMEYEN KIYÂMETİN MESAJI

Kur’an’da bu sûrenin ilk âyetinde ve benzer âyetlerde kıyâmetin ansızın geleceği haber veriliyor. Burada soru şu: Kur’an’ın ilk haber verdiği günden bugüne kadar, 1400 yıldır hâlâ gerçekleşmeyen bir olayın, Kur’an tarafından sanki yarın gerçekleşecekmiş algısı meydana getiren bir dille anlatmasının hikmeti nedir?180

TEKRAR EDİLEN KIYÂMET AYNI, FAKAT TEKRAR SEBEBİ AYRI

Kur’an’da en çok tekrar eden konulardan biri de kıyâmet ve sonrasındaki âhirettir. Bu konuda her tekrar aynı gibi görünse de tekrar edilen âyetlerin öncesindeki ve sonrasındaki konuların farklı olduğunu görüyoruz.181

Bu sûrede tekrara dikkatli baktığımızda, farklı olan konunun terazi olduğunu görüyoruz.

Bakalım tartı bize ne diyor?

(6-8) İKİ KEFELİ TERAZİNİN EVRENSEL MESAJI

Bu şekilde bir anlatım, (Allahü a’lem) gayb âleminde olan bir şeyi, görünen âlemde ona en yakın örnek üzerinden anlatma yönteminin bir yansıması olabilir.182 Bu yöntem gereği, âhirette karşımıza fiziki olarak iki kefesi olan bir terazi çıkmasa bile, şunu biliyoruz; insanın iyilik ve kötülük adına, sevap ve günah adına yaptığı her şey ortaya konacak ve kimseye zerre kadar haksızlık yapılmayacak.

İçeriği ne olursa olsun, bu anlatım üzerinden her insana hissettirilmek istenen sembolik mesaj şudur: Ey insan, âhirette önüne çıkacak olan kefeler, dünyadan götürdüğün kefeler olacak. Günahların bir kefede, sevapların bir kefede olacak. Ama şunu hiç unutma; Allah o kefenin iyilik tarafında niceliğe, kemmiyete, sayısal çokluğa değil, niteliğe, keyfiyete, kaliteye ve ihlasa bakacak.

O yüzden hayırlı işlerde hedefin çokluk olmasın; “Az da olsa devamlı olan hayırlıdır.”183 hadisinden yola çıkarak, çok olup kalitesiz olmasındansa az olsun, kaliteli olsun.

Ölçü bu olunca, her günün sonunda, mânevî teraziye çıkıp kendini tartabilirsin.

Terazinin günah kefesinde ne varsa, onlar için bir defa daha tekrar etmeme sözünü vererek Allah’a tevbe edebilirsin.

Terazinin sevap kefesinde ne varsa onların da kalite kontrolünü yapar, kalitesizlere yine tevbe eder, kalitelilere de istikrarla devam edersin.

(1-11) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Kur’an’ın kıyameti çokça tekrar etmesini şöyle düşünebilirsin.

Trafikte giderken karşına sık sık etrafı kırmızı zemini beyaz olan üçgen levha işareti çıkar.

Bu bir uyarı levhasıdır. Bazen bu levhanın içinde sadece ünlem işareti olur; bu işaret uyarının genel olduğuna işaret eder. Bazen de uyarının niçin yapıldığını anlatan sembolik işaretler vardır; sağa keskin viraj, sola keskin viraj, kaygan yol, açılan köprü, heyelan ihtimali gibi

Ünlem işareti gibi kıyamet de genel bir uyarıdır ve hep aynıdır ama o aynı içinde mutlaka -uyarı levhasındaki sembollerde olduğu gibi- bir ayrı vardır. Âyetleri dikkatli okuduğunda kıyamet ile ilgili âyetlerin her seferinde farklı bir uyarı yapmak için geldiğini görürsün.

Bunu gördüğünde, Kur’an’a yüzeysel ve ön yargılı bakanların “Kur’an sürekli kendini tekrar eden bir kitaptır.” eleştirisinin doğru olmadığını anlar ve anlatırsın.

31/75. KIYÂMET SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-15 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(1-2) KIYAMET KOPTUKTAN SONRA İLK YAŞANACAK DUYGULAR NELERDİR?

İlk yaşanacak duygu şaşkınlık ve paniğin arkasından gelen korkudur. İkinci yaşanacak duygu pişmanlıktır.

İkinci âyette bu pişmanlığı görüyoruz.

Bu konuya aşağıda devam edeceğiz,

(1-15) KUR’AN BURADA KIYAMETİ NEDEN ANLATIYOR?

Kur’an hiçbir âyetinde kıyameti, kıyameti anlatmak için anlatmaz. Onu anlatırken, ayrıntılar arasında şimdi şu an yaşayan bizlere mesajı verir.

Yukarıda Kâri’a sûresinin altında şöyle bir başlığımız vardı: “Tekrar Edilen Kıyâmet Aynı, Fakat Tekrar Sebebi Ayrı

Kur’an o sûrede mesajını terazi üzerinden verdi. Burada farklı konular üzerinden veriyor. Şimdi o konulara, âyet sırasıyla bakalım.

1. 2. âyet: Kıyamet üzerinden işaret edilen konulardan biri pişmanlık,

Mesaj: Bir önceki başlıktan devam edersek, Kur’an bize diyor ki, o gün geldiğinde, pişman olmadık insan kalmayacak. Sizin pişmanlığınız üçüncü gruptaki insanların pişmanlığı gibi olsun.

4. âyet: Kıyamet üzerinden işaret edilen konulardan biri en ufak ayrıntı, detay.

Mesaj: Parmak uçlarındaki ayrıntıları bilen Allah’ın dünyada yaptıklarınızı bilmemesi ve onları hesap günü ortaya çıkarmaması mümkün değildir. Bu gerçeği bilerek yaşayın.

5. âyet: Kıyamet üzerinden işaret edilen bir diğer konu da kıyamet gerçeğini yalanlayanlar.

Mesaj: Sizin yalanlamanız 8 milyar insanın öğle vakti gözlerini yumup dünya karanlık demesine benzer. Değil 8 milyar 80 milyar da bunu söylese gerçek değişmez. Dünyada yaratılan her şeyin ölümlü olması, dünyanın da ölümlü olduğu gerçeğini değiştiremez.

10. âyet: Bu âyette işaret edilen konu sığınak.

Mesaj: Son dakikada aradığınız sığınakların hiçbirinden beklediğiniz faydayı göremeyeceksiniz. Dünyada kıyamet depremi olduğunda maddi olup da yıkılmayacak hiçbir sığınak yoktur. Yapmanız gereken kıyamet kopmadan; ölüm gelmeden önce Allah’ın sizleri davet ettiği İslam evine sığınmaktır. O sığınak bir değil binler kıyamet kopsa da sizi koruyacaktır.

10. âyet: Kıyamet üzerinden bu âyette işaret edilen konu şahitlik. Bu işaret çok ama çok önemli.

Bu işaretin mesajı şu: Ey insan! Mahkeme-i Kübrada senin davan görülürken, senin dosyaların ortaya saçılırken, mahkemede çok sayıda şahit hazır bulunacak. Ama şunu unutma! En önemli şahit sen olacaksın. Sen kendi kendine şahit olacaksın. Senin dışındaki şahitler gördüklerine şahitlik yaparken senin şahitliğin kimsenin görmediği yerlerde yaptığın işleri de kapsayacak. Şimdi kendine soracağın soru şu: Ben bu şahitliğe hazır mıyım? Bu şahitliğin provasını dünyada yapsam, yüz akıyla çıkar mıyım, yoksa yüzüm kızarır mı?

Özetlersek, yüzeysel bakanlar Kur’an’ın kıyameti anlattığı her yerde tekrar yaptığını zanneder, detaylara bakanlar o tekrarların her seferinde birbirinden ayrı olduğunu görürler.

(1-15) “DÜNYA SİTESİ”NDE YIKILAN 100 DAİRE VE PARMAK UÇLARI ARASINDAKİ BAĞLANTI

Varsayalım dünyanın bir yerinde adı “dünya sitesi” olan bir site var. Bu sitede toplam 100 apartman var. Her birinin renk tonu ayrı, modeli ayrı, iç tasarımı ayrı. Bir gün bu sitede var olan 100 apartmanın tamamı, adına kıyâmet denilen deprem nedeniyle yıkılıyor. Müteahhit orada ikamet edenlere diyor ki: Hiç endişe etmeyin. Biz bu binaların tamamını tekrar ve daha güzel bir şekilde yapacağız. Yaparken de renk tonlarındaki farka varana dek, aralarındaki ayırt edici bütün özellikleri de muhafaza edeceğiz.

Bu örnek üzerinden, 4. âyete bakarsak. Âyette işaret edilen parmak uçlarındaki çizgiler, bir yönüyle ülkemizde yaşayan her insanın ayırt edici özelliği gibi olan TC kimlik numarasına benziyor.

Kısaca özetlersek, 4. âyetin evrensel mesajı şu oluyor. Allah (cc) sadece sizleri değil, dünyaya gelmiş, gelecek ve şu an yaşayan bütün insanları tekrar diriltecek, diriltirken de onları diğer bütün insanlardan ayırt edici özellikleri ile birlikte diriltecektir.

(4) PARMAK UÇLARI DİYOR Kİ, ALLAH DEİSTLERİN ZANNETTİĞİ GİBİ BİR İLAH OLAMAZ

Kendilerini deist olarak tanımlayan insanların şöyle bir iddiası var; “Tanrı kâinatı yarattı, tabiata kanunlar koydu. Yaşananları uzaktan seyrediyor ve hiçbir şeye karışmıyor.”

Bu konuyu anlatmak için iki farklı matbaa örneği verelim,

Bu örnekler üzerinden dünyamıza bakarsak, dünya denen matbaanın çalışma sistemi ikinci matbaaya benziyor. Burada öne çıkardığımız 219 bin rakamı, dünyada yaklaşık olarak her gün doğan bebekleri temsil ediliyor.

Eğer her doğan bebek, bir öncekinin aynı olsaydı, dünyamız birinci matbaaya benziyor diyebilirdik. Fakat her doğan bebek parmak izi, avuç izi, göz, dil, kulak, ses, kan, DNA ve huy yönüyle birbirinden farklı olarak dünyaya geliyor.

Bu fark nedeniyle diyoruz ki, bir matbaaya benzeyen bu dünyada, Allah yaratılışı uzaktan seyretmiyor, her yaratılanla yaratılışa her an müdahale ettiğini bizlere gösteriyor.

(1-15) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

T. C kimlik numaran var. Seni bu ülkedeki her vatandaştan ayırıyor. Bir de Dünya Vatandaşı olarak (D. V) kimlik numaran var. O da seni Dünyadaki her Vatandaştan ayırıyor.

Sen hangi ülkede doğarsan doğ o ülke vatandaşı olmanın yanında aynı zamanda Dünya Vatandaşısın. Nasıl Türkiye’de doğanların T.C. kimlik numarası varsa, dünyada doğanların da D. V. kimlik numaraları vardır; parmak izinden, dil izine, dil izinden göz izine kadar birçok ayırt edici özelliğin de senin kimliğin oluyor.

Ülke kimliğin sana o ülkenin vatandaşı olduğunu hatırlattığı gibi, Dünya Vatandaşı kimliğin de sana şu iki şeyi hatırlatıyor:

16-19 ARASI ÂYETLERİNTEFSİRİ

(16-19) VAHYİN YÜKLEDİĞİ SORUMLUĞUNUN AĞIRLIĞINI HİSSETMEK SÜNNET Mİ?

Bu âyetleri anlamaya çalışırken, Peygamberimizle empati kurmak gerekiyor. Kâğıda kaleme bugün ki gibi kolay ulaşılamadığı, kayıt cihazların olmadığı bir asırda, kendisine çok ama çok önemli bilgiler veriliyor.

Böyle bir insan ne yapar?

İlk olarak çok ciddi bir şekilde unutma endişesi yaşar ve o bilgileri bir an önce ezberlemek ister. A’lâ sûresinde de bu endişenin yaşandığını görmüştük. Böyle bir ortamda vahye ilk kez muhatap olan bir insan için bu durum gâyet normaldir.

Bu durumu günümüze taşırken, bunu görev sorumluluk bilinci olarak taşıyabiliriz. O zaman soru şu olur: Her Müslümanın Kur’an’ın kendine yüklediği, görev sorumluluk bilincini üzerinde bir vazife olarak görmesi sünnet midir?

Üzerinde düşünelim…

(16-19) ÖĞRETMEN MATEMATİK DERSİ ANLATIRKEN, KONU DIŞINA ÇIKABİLİR Mİ?

Bazı meallerde 16-19 âyetlere farklı meal verildiğini görüyoruz. Gerekçe olarak denen şu: “Bizim burada yaptığımız gibi bir meallendirmenin bağlama uymadığı, yani bir konu devam ederken, keskin bir kırılmayla başka konuya geçilmesi akışa uygun değil.”

Kur’an’da yüzlerce sûrede bu gerekçeye onay vermeyecek âyet örnekleri var. Kur’an masa başında yazılmış, baştan sona konu bütünlüğü olan bir kitap değil. Kur’an bir hitap. Kur’an’ın muhatabı, hayatın içinde olan, hayatın içinde her gün farklı farklı şeyler yaşayan insan. Muhatabın durumu değişken olunca, hitabın akışı da ona göre değişebiliyor.184

Bu konuda bir örnek verelim. Varsayalım siz matematik öğretmenisiniz. Sınıfta ders anlatırken bakıyorsunuz ki, bazı öğrenciler içlerinden “Bunlar sınavda çıkar, o yüzden bunları unutmayalım ve hemen yazıya geçirelim.” diyorlar. Bazıları anlatılanları tam olarak yazamayınca endişe yaşıyorlar.

Siz bir öğretmen olarak ne yapıyorsunuz; Akışa bir noktalı virgül koyuyor ve diyorsunuz ki çocuklar: Bir dakika, önce anlatılanları bir dinleyin. Sonra yazıya geçirirsiniz. Hiç endişeniz olmasın, anlamadığınız yerleri ben tekrar anlatırım.

Burada duralım.

Bu örneğin konumuza tam uymadığını biliyoruz ama bir fikir verme adına bu örnek bize diyor ki: Hayatın içinde bir şey olurken, az sonra farklı bir şey de olabilir ve sizin o farklı bir şey için, farklı bir şeyler söylemeniz de gerekebilir. Normalde konu bütünlüğü yok gibi görünse bile, hayatın akışında konuların dizilişi değişkendir.

Hayata ait dekordaki bu değişkenliği dikkate aldığımızda, bizim burada verdiğimiz meale, “referansı hayatın doğal akışı olan meal” diyoruz.

20-24 ARASI ÂYETLERİNTEFSİRİ

(20) ÇOCUKLAR PEŞİN OLANI, BÜYÜKLER VAADELİ OLANI TERCİH EDERLER

Çocukların büyüyüp büyümediklerini test etmek için şöyle bir soru sorarız: Şimdi peşin vereceğimiz 10 lirayı mı istersen, yarın vermeyi vaad ettiğimiz 100 lirayı mı?

Bu örnek, içinde imtihan olduğumuz dünyayı en güzel anlatan örneklerden biridir.

İnsanı bir ürüne benzetirsek, üründe peşini vadeliye tercih etme baskın bir özelliktir.

Kur’an bize peşinin getirisini “bir” vadelinin getirisini “bin” olarak sunuyor.

Devam eden âyetlerde de peşini veya vadeliyi tercih edenler, tercihlerinin sonuçları ile yüzleştiklerinde, yüzlerinin185 alacağı hal tasvir ediliyor.

(20-24) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Yaşını nüfus kağıdın değil, tercihlerin gösterir. Yaşı büyük ama tercih yapma özelliği çocuk kalmış insanlar; peşini tercih ederken hem yaşı büyüyen hem de tercih yapma özelliği gelişen insanlar sonra verilecek bini, peşin verilecek bire tercih ederler.

25-35 ARASI ÂYETLERİNTEFSİRİ

(25-35) ARASI ÂYETLERİN KISA MESAJLARI

Bu âyetlerde bir betimleme var. 32. âyetten anlıyoruz ki, bu betimlemeye konu olan kişi kendisine tebliğ edilen dini yalanlıyor; yani Rabbin huzuruna çıkacağına inanmıyor. En büyük özelliği ölümü ve âhireti unutarak yaşaması. İşte burada âyetler, “Ölümü ve âhireti gündemden çıkaran bir insan kendisine ölüm geldiğinde hangi duyguları yaşar?” sorusuna cevap veriyor.

25, 26. âyetler bir vesileyle ölümün kendisini hatırlatmasından bahsediyor.

27. âyet: Bu hatırlatmada, kişi gitmeyle kalma arasında kendini gitmeye daha yakın hissediyor. Ama gitmek istemiyor. “Yok mu beni kurtaran!” diyerek, dünyada biraz daha kalmak için son bir hamle yapıyor. Bu hamle üzerinden âyetler bize şu gerçeği gösteriyor: Ölüm karşısında bütün sebepler tamamen ölü gibi davranıyorlar. Hiçbirinin elinden bir şey gelmiyor.

28, 29. âyetlerde çaresizliğin ve buna bağlı olarak panik halinin zirveye çıkışını görüyoruz.

30 âyet diyor ki: Bu kişilerin imkansız zannettikleri öldükten sonra dirilme gerçekleşecek. Bütün bir hayatın hesabını vermek üzere Allah’ın huzuruna gidecekler. Dünyada hiçbir şey bu gidişin önüne geçemeyecek. Hastalıklar karşısında gelişen teknolojinin sunduğu imkanlar ömrü biraz daha uzatsa bile, ölümü öldüremeyecek. Kabrin kapısına kilit vuramayacak.

31, 32. âyet diyor ki: Böyle bir sondan habersiz değildi. Böyle bir sonun geleceği kendisine haber verildiğinde yalanlamış ve yüz çevirmişti.

33. âyetten bu tavrı sergileyenlerin öncesinde uyarıldığını ama uyarıları dikkate almadığını, büyüklendiğini, sanki övülecek bir iş yapmış gibi küstahça tavırlar sergilediğini bunları yaparken de arkasındaki yakınlarından ve akrabalarından güç aldığını anlıyoruz.

34. ve 35. Âyetler bu kişi üzerinden, uyarılan ama uyarılara kulak vermeyen, Allah’ın âyetlerini yalanlayan, onları “eskilerin masalları” diyerek küçümseyen bütün insanlara şu mesajı veriyor: Âhirette karşınıza çıkacak sonucu hak ettiniz. Dünyanın en doğru ve makul sözlerine “yalan” dediniz. Zatını tanımanız için Allah’ın size verdiği aklı onu inkar etmekte kullandınız. Siz bu sonu kendi ellerinle hazırladınız.

Hak ettiğinizi yaşayın…

36-40 ARASI ÂYETLERİNTEFSİRİ

(36) ÇOCUĞUNA HARÇLIK VERİP, ARKASINDAN “NEREYE HARCARSAN HARCA” DİYEN ANNE VAR MIDIR?

Belki vardır ama annelerin geneli böyle yapmaz. Anneliğini hakkıyla yapmaya özen gösteren anneler, harcanacak parayı verirken, aynı zamanda harcama bilinci de verirler. Harcama bilinci vermeden çocuğa para vermek, nasıl kullanılacağını öğretmeden eline meyve bıçağı vermek gibi şeydir.

Harcama bilincinde şu vardır:

Bilinçli anne-babalar hayat tecrübesiyle bu sonuçları baştan bildikleri için, çocuklarına para verip onları başı boş bırakmazlar. Onlara tüketim ahlakı öğretirler. Bu ahlaka göre harcamada öncelikler olacak; harcanan para ihtiyacı karşılayacak. Alınan şey harcanan paranın denginden aşağı olmayacak.

Her insana, elindeki (akıl, göz, kulak, dil, dudak, nefes gibi) mânevî harçlığı nasıl harcaması gerektiği konusunda vahyi rehber, Peygamberi örnek olarak göndermiştir.

(36) BİR AN İÇİN KENDİNİZİ BAŞI BOŞ BIRAKILMIŞ BİR İNSAN OLARAK HAYAL EDİN. NE OLURDU?

Allah (cc) imtihan dekorunu yaratırken, insan tabiatının bunu mâkul göreceği ve modelleyeceği şekilde yaratmış.

Bunun örneklerini okul ve iş hayatında görmek mümkün.

Bu yokların insan aklına sorduğu soru şu oluyor: Ey insan! Kâinatın, dünyanın yaratılmasıyla kıyaslandığında her biri minik işler olan bu işler de bile insanlar başı boş bırakılmıyorsa, Allah’ın insanı başı boş bırakması mümkün mü?

Dünya ve beden evinde yarattığı her şeyde sayısız hikmet gözeten Allah’ın, insanı yaratırken hiçbir hikmet gözetmemesi düşünülebilir mi?

(37) KUR’AN İNSAN SÖZÜ OLAMAZ

Bu âyetin benzeri Necm sûresinde geçti. Orada 46. âyet ile ilgili yaptığımız değerlendirmelere bakabilirsiniz.

(40) SON KULLANMA TARİHİ GELDİĞİ İÇİN DÜNYA APARTMANINI YIKAN MÜTEAHHİD, YENİSİNİ YAPAMAZ MI?

Geçmişte yüzlerce apartman yapan bir müteahhit, hizmet ömrünü tamamlayan binaları yıktığında, ona hiç kimse “yenisini yapamaz” diyebilir mi? …

Geçmişte yaptıkları gelecekte yapacağının şahididir.

Kur’an, bizim kışın arkasından gelen her bahara, ölümün yanında gerçekleşen her doğuma bir bina gibi bakmamızı istiyor. Yıkıldığında, milyonlarca kez o binaları aynıyla yeninden yaratan Allah (cc), bu yaratmalarını yeniden yaratılışın şahidi yapıyor.

(1-40) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Bu sûrenin girişinde de ifade ettik. Kur’an’daki bütün kıyamet âyetleri insana sonuç eğitimi verir.

Konusu kıyamet olan bu sûre baştan sona sonuç eğitimi verdi.

Kendine soracağın sorulardan biri de şu: Ben bu sonuç eğitiminden almam gereken dersleri alıyor muyum?

Bu sorunun cevabını hayatın içinde bulabilirsin?

Çocuklar ateşin yakıcı olduğunu nasıl anlarlar?

Cevap: Bilerek veya bilmeyerek birkaç defa değdikten sonra anlarlar. Peki anladıktan sonra ne yaparlar? Hep ondan uzak dururlar.

Dünyada adı günah olan her şeye temas etmenin âhiretteki karşılığı ateş gibi acı verecek bir şeydir.

“Ben dünyadaki tercihlerimin sonucunda âhirette karşıma çıkacak olan cehennemin varlığına inanıyorum.” demek, bu imanı sözden öze indirmek, adı günah olan her şeyden ateşten sakınır gibi sakınmayı gerektirir.

Bu değerlendirmeden sonra “Ben sonuç eğitiminden almam gereken dersleri alıyor muyum?” sorusuna, adı günah ve haram olan şeylerle arana koyduğun mesafe üzerinden cevap verebilirsin.

Mekke’de Vahyin Rehberliğinde 4. YIL

32/104. HÜMEZE SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-9 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(1-9) SÛREDE SEBEP-SONUÇ İLİŞKİSİ

Bu sûrede 2. ve 3. âyetlere sebep dersek, bu sebebini dünyaya bakan sonucunu 1. âyette, âhirete bakan sonucunu da 4-9 arası âyetlerde görüyoruz.

Servete emanet olarak bakılmadığında servet insanın kimyasını bozuyor. Onu şımartıyor. Şımaran kişi kendini zirvelerde görürken, fakiri fukarayı aşağılarda görüyor. Onlarla alay ediyor.

Peki dünyada böyle yapmanın âhiretteki sonuçları ne oluyor?

Bu sorunun cevabını da 4-9 arası âyetler veriyor.

Dünyada kendini zirvede görenlerin yeri âhirette ateş çukurları olacak.

(1-3) EMANETE “BENİM” DİYENLERİN VAY HALİNE

Bu çalışmada çokça vurgu yaptığımız emanet ahlakı, âhiret üzerinden verilen sonuç eğitimi ile bu sûrenin ana konusu oluyor.

Burada 1-3 âyetlerde Allah’ın verdiği hayat nimetine, o nimetle elde edilen servet nimetine “benim” diyen ve “benim olanı dilediğim gibi harcarım” diyen bir insanın betimlemesi yapılıyor.

Kur’an bunların vay haline derken, arkadan gelen âyetlerde onları bekleyen sonucun da betimlemesini yapıyor.

(1-9) EMANET AHLAKI, SONUÇ EĞİTİMİ VE GEREKÇELİ KARAR BİRLİKTE

Sûrede âyetlerin dizilimi şu sorunun cevabını veriyor; “Bir insanın cehenneme girmesinde gerekçeli karar nedir? Bu kararın başında ne var?”

Cevap: Emanete “benim” demek var. Emanete “benim” demeye sebep olarak ilk sebep dersek, işlenen bütün günahlar bu sebebin sonuçları olur.

Çünkü iman eden bir insan için “el”e hem “emanet” demek hem de o emanetle Allah’ın razı olmayacağı işleri yapmak, “dil”e emanet demek, o dille gıybet etmek, bir şeye beyaz derken, aynı zamanda onun siyah da olduğunu söylemek gibi büyük bir çelişkidir.

Emanet bilinci ne kadar güçlü olursa, bu çelişkinin yaşanması da o oranda azalır.

(1-9) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Dikkat ettiysen Kur’an değişik vesilelerle şu üç ahlaka baştan beri sürekli vurgu yapıyor.

“Sana, bana ve bütün insanlara verilen mesaj nedir?” dersen, mesaj şu: Bu üç ahlak sizin de hayatınızda en fazla öne çıkan ahlaki özellik ve güzelliklerinizden olsun.

33/77. MÜRSELÂT SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-7 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(1-7) GÖNDERİLEN ŞAHİTLERİN KİMLİĞİ NEDEN AÇIK DEĞİL?

Bu şekilde sıfatı öne çıkarıp, mevsufu, yani sıfatın vasfettiğini öne çıkarmamak, Kur’an’ın kullandığı edebi sanatlardan biridir.

Kur’an, bu tür âyetlerde; âyetler dini bir hüküm ifade etmediği için anlamın ucunu açık bırakıyor. Bu tür anlatımlarda faili öne çıkarmayarak, o konuda -bağlama uygun olarak- akla gelebilecek her şeyin fail olarak düşünülmesini istiyor.

1-5 âyetlerde, Kur’an rüzgarı, fırtınayı, bulutu, muhtelif tabiat olaylarını, Cebrail’i, Mikail’i, vahyi, kitabı, peygamberleri ve peygamberlerin getirmiş olduğu vahyi insanlara taşıyan tüm irşat ve tebliğcileri fail olarak düşünebileceğimiz bir dil kullanıyor.

Bu dil, âyetlerin anlamına ve mesajına zenginlik olarak yansıyor. Âyetler birer çekirdek oluyor, farklı asırlarda üzerine dökülen tefekkür suyu arttıkça, anlam denen meyvelerde de artış oluyor.

O yüzden bu tür âyetlerde “anlam şudur” demek yerine, “Bu âyetlerde öne çıkan anlamlardan biri de şudur” demek ilim ahlakı adını güzel bir davranış oluyor.

(7) VAAD GERÇEKLEŞMEZSE NE OLUR?

Varsayalım, biri bize çok sayıda kişiyi şahit göstererek bir şey vaad etti. Sonra da vaadini yerine getirmedi.

Soru şu: Bu kişi neden vaadini yerine getirmemiş olabilir? İhtimalleri sıralayalım.

Evet, bir yerde yerine getirilmeyen vaad varsa, mutlaka bunlardan biri vardır.

Burada soru şu: Allah’ın vaadini yerine getiremeyeceği düşünülebilir mi?

Cevap: Yarattıklarına ve yaptıklarına bakıldığında Allah için bunları düşünmek imkansızdır. Ne gibi, Japonya’da 604 km. hıza ulaşabilen bir trenin 14 km. hıza ulaşamayacağını düşünmek gibi.

Bu tren için, bunu düşünmek nasıl imkansız ise, Allah için “imkansız”ı düşünmek sonsuz kere imkansızdır.

(1-7) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Günlük hayatımızda referanslar çok önemlidir. Referanslara önceki yapılanlar dersek, referans sonraki yapılacakların veya yapılamayacakların şahidi olur.

Bir müteahhit düşünelim, bu kişi geçmişte 10 farklı yerde inşaata başlamış ve bitirmeden bırakmışsa, önceki 10 inşaat sonraki 11. inşaat için güven vermeyecektir.

Bu pencereden bakarsak, dünyanın, insanın ve kâinatın yaratılması Allah’ın önceki inşaatlarıdır. Allah’ın bunları mükemmel186 olarak yaratması, bunların mükemmel ötesi hali olan ebedi hayatı da yaratacağının en büyük şahididir.

8-19 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(8-19) SONUÇ EĞİTİMİ ÜZERİNDEN HÜKÜM GÜNÜNÜN EVRENSEL MESAJI

Bizim bu âyetlerde “hüküm” olarak meal verdiğimiz kelimenin aslı bölümlere ayırmak, ara vermek anlamına gelen fasl kelimesi. Bu kelimeye ayırma, ayırt etme günü de diyebilirdik. Biz, mealimizde bu ayırt etmede ki amacı öne çıkarmak istedik. Çünkü bu ayırt etmedeki amaç, hüküm vermek.

Kur’an âhirette karşımıza çıkacak hüküm gününü sonuç eğitimi dekorunda veriyor.

Yukarıdaki 8-15 arası âyetlerde Kur’an geleceği önümüze koyuyor. 16. ve 17. âyetlerde geçmişi arkamıza koyuyor ve bize şu evrensel mesajı veriyor: Ey insanlar! Dünyadaki tercihleriniz âhirette hakkınızda verilecek hükmün gerekçesi olacak. Geçmişten ve gelecekten ders alın, şimdiki zamanda yaptığınız bütün tercihleri ona göre yapın.

HÜKÜM GÜNÜNÜ İSPATTA İZLENEN YÖNTEM

Bu âyetler ve bundan sonrasında hüküm günü 3 aşamalı ispatlanıyor.

Bu üç aşamanın ortak mesajı şu oluyor: Yaratılanlar yaratılacağı vaad edilenlerin, yapılanlar yapılacağı vaad edilenlerin şahididir.

20-24 ARASI ÂYETLERİNTEFSİRİ

(20-24) HÜKÜM GÜNÜ HAKKINDA ŞÜPHEN VARSA, KENDİ YARATILIŞINA BAK

Bu âyetler bizim şu sorumuza cevap veriyor: Eğer biri hüküm gününü yalanlarsa, ona ne anlatalım?

16-18 arası âyetler bu sorumuza, önce geçmişin şahitliğini anlatın, sonra geçmişteki lokal kıyametlere dikkat çekin cevabını verdi.

Buradaki âyetler de insanın kendi yaradılışındaki şahitliğe dikkat çekin diyor.

Yaratılışın şahitliğine kulak verdiğimizde,

Yaptığı her şey, yapacağı her şeyin şahididir.

(20-23) HÜKÜM GÜNÜ İÇİN ŞAHİTLERDEN BİRİ DE KADERDİR

23. âyet çok ama çok önemli bir gerçeğe dikkat çekiyor.

Kâinata “bütün”, onun içindeki her şeye “parça” dersek, bütünün de parçanın da kaderi Allah tarafından ezelde takdir edilmiştir.

Evrenin tamamı için geçerli olan bu takdir yasası, bu âyette insanın menisi, annenin rahmi üzerinden anlatılıyor.

Burada mesaj şu: Allah’ın kâinatın içindeki her parça için geçerli olan takdir yasası nasıl işliyorsa, bütün için geçerli olan takdir yasası da öyle işliyor.

Doğan büyüyen gelişen parçalar nasıl bir gün ölümle süresini tamamlıyorsa, bu kâinat da bir gün kıyamet denen ölümle süresini tamamlayacaktır.

(20-21) RAHMANIN ÜÇ MİSAFİRHANESİ: ANA RAHMİ, DÜNYA RAHMİ, AHİRET RAHMİ

İnsan bir yolcu; insan bu yolculuğa bir damla olarak başlıyor. Yolculuk boyunca üç misafirhaneye uğruyor.

Bu iki Rahim insana şu mesajı veriyor: Ey insan! Bu iki misafirhane de geçici. Buradan sonra ebedi kalacağın bir yer daha var. Orada Rahmân’ın ebedi cennetinde, O’nun misafiri olmak dünyada yapacağın tercihlere bağlı.

Karar senin…

(20-21) GELİŞEN TIP, SAĞLAM YERE “SAĞLAM DEĞİL” RAPORU VERSEYDİ NE OLURDU?

Bundan 14 asır öncenin tıp bilgisi ile ana rahmine “sağlam yer” demek için bugünkü bilgilerin %99’u yoktu.

Eğer Kur’an bir insan sözü olsaydı, o insan %1’lik bir bilgiyle, görmediği bilmediği bir alan için sağlam demiş olacaktı.

Varsayalım, ondan sonra gelişen tıp, yaptığı incelemeler sonucunda şöyle bir rapor verdi: “1400 yıl önce elinde hiçbir bilimsel veri olmadan, ana rahmi için ‘sağlam bir yer’ diyen Peygamberin (haşa) yanıldığı ortaya çıktı. Ana rahmi hiç de sağlam yer değilmiş.”

Bugün, karşımızda bu varsayımın tam tersi var.

Gelişen tıp “Ana rahminin sese ve ışığa karşı izole edildiğini, rahim boşluğunun kalın ve güçlü kemiklerle çevrelendiğini, bunun yanında rahmin dış duvarının hamilelik sonuna kadar rahmi taşıyacak güçlü kaslarla desteklendiğini, iç duvarının da endometrium adı verilen bir tabaka ile kaplandığını” söylüyor.

Bu bilgi, Kur’an’ın bize verdiği bilgiyi doğruluyor.

Bu doğrulama şu gerçeğin de ilanı oluyor: Bundan 1400 yıl önceki tıp bilgisi ile ana rahmi hakkında bu kadar kesin konuşmak, insanın bilgi seviyesini aşan bir durumdur. Bunu ancak Alîm ismiyle her şeyi bilen Allah (cc) söyleyebilir.

25-28 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(25-28) TIPTAN SONRA, JEOLOJİ İLMİ DE ŞAHİT

Kur’an 20-22 âyetler üzerinden tıp ilminin şahitliğe dikkat çekti. Bu âyetlerde jeoloji ilminin şahitliği nazara veriliyor.

Yüzeysel bir okumada, “7. asırda dağlar ve tatlı sular, her insanın bildiği şeylerdi. Bunları söylemek için jeoloji bilgisine gerek yoktu.” denilebilir.

Doğru, o gün dağları ve tatlı suları herkes biliyordu, ama Kur’an bu tür âyetlerle dikkatlerimizi bir noktaya çekiyor.

Allah’ın yaratma modelinde yok’tan var’a gelme, alt sınırdan üst sınıra gitme, çekirdekten ağaca, cansızdan canlıya dönüşme süreci var.

İlk hali bir gaz bulutu gibi olan kâinatın kendisi dahil bu sûrecin istisnası olan tek varlık yok.

İşte Kur’an özelde dağlardan ve sulardan genelde tüm kâinatta yaratılan âyetlerden bahsederken şu mesajı verir:

Ey insan! Dağ ve nehir manzaralı resim yapan bir ressamın yaptığı resmi “muhteşem bir eser, eşi benzeri yok” gibi sözlerle takdir ediyorsun, o resmin faili olarak yaratılış hiyerarşisinde akıl yönüyle insandan geri olan varlıkların bu resmi yapamayacağını biliyor ve ilan ediyorsun,

Şu karşındaki dağlar, o dağların arasındaki vadiler, o vadilerin arasından akan nehirler, bu manzarada gördüğün balığından kuşa, sincabından tavşana kadar binlerce canlı varlık, o cansız resimden sonsuz kere muhteşem bir eser değil mi?

Bu eseri yaratanı da Sübhanallah, Maşallah, Allahüekber gibi hayranlık ifadeleri ile anman gerekmez mi?

(20-28) DAHA VERİMLİ VE DETAYLI BİR KUR’AN OKUMA İÇİN TAVSİYEMİZ

Bir şehri tanımakla insanların Kur’an okuması (böylece onu tanımaları) arasında benzerlik vardır.

Biz şu anda bu çalışmayla naçizane Kur’an’ın tefsirini yapmaya çalışıyoruz. Ama itiraf edelim, bu kadar açıklama yapmamıza rağmen yine de “Kur’an şehrini olması gereken şekilde geziyor ve detaylı bir okuma yapıyoruz.” diyemiyoruz.

Detaylı bir okuma yapmak isteyenler olursa onlara şöyle bir okuma tekniği önerecek ve yer yer onun örneklerini vermeye çalışacağız.

Bu okumaya aşağıdaki soruyla başlıyoruz.

“KİM YAPABİLİR?” SORUSUNU SORARAK KUR’AN OKUMAK

20-28 arasında âyetlerden bazılarını soru şekline getirip soracağız: Bunu kim yapabilir? Bunu yapabilecek olanın hangi özelliklere sahip olması gerekir?

Başlayalım?

(20. âyet) İnsanı Bir Damla Sudan Kim Yaratabilir?

Bu soruyu sorduktan sonra, ikinci sorumuz şu olacak bu sorunun cevabını bize en iyi kim verebilir?

Mevcut bilimlere baktığımız zaman bu sorumuza şu bilimlerin cevap verebileceğini öğreniyoruz.

Genetik, Üroloji, Jinekoloji, Embriyoloji, Fertilite, Fetoloji, Perinatoloji, Histoloji, Biyokimya…187

Burada bir kurgu yapalım, bu bilim dallarında alanında uzman olan insanları bir üniversiteye davet ediyor ve soruyoruz?

Bu sorular karşısında bilim insanlarının önüne aşağıdaki şıkları koysak hangisini seçerler?

  1. Bir şey bilmesine gerek yok. Orta yere biraz su koysun, o su kendi kendine olur.

  2. Bir şey bilmesine gerek yok. Bir bataklığın kenarında beklesin, o ortamda tesadüfen olur.

  3. En az bizim bildiğimiz kadar bilmesi gerekir.

  4. Bizim bildiğimizin çok ama çok daha fazlasını bilmesi gerekir? Bizim bildiğimizden daha fazlasını bilemeyen biri bir damla sudan insan yaratamaz.

Bu okuma şekli çok önemli. Görüldüğü gibi bu okuma şeklinde akıl aktif. Akıl mevcut bilimlerin rehberliğinde yaratıcıyı arıyor.

Dikkat edilirse bu okuma şeklinde “yaratıcının kim olduğunu” söylemedik. Kim olabileceğini söylüyoruz. Hangi özelliklere sahip olması gerektiğini tespit ediyoruz ve şunu diyoruz: “Bu özelliklere sahip olamayan biri ben insanı yarattım.” diyemez.

Şimdi bu okuma şekli için iddialı birtakım tespitler yapalım.

Bu okuma şekli evrenseldir.

Dünyadaki bütün bilim insanlarının önüne bu dört şıkkı koysak, akıl dördüncü şıkkı seçer.

Aklın önüne “3 + 3 = kaç olur?” sorusunu koyduğumuzda nasıl aklın işleyiş yasaları bize oraya “6 koymak zorundasın.” diyorsa aynen bunun gibi değil, bundan daha güçlü gerekçelerle “Akıl bize yukarıdaki A, B, C, D şıklarından D şıkkını seçmek zorundasın.” diyor.

Söz buraya geldikten sonra haddimizi aşarak dünyada Allah’ın varlığını kabul etmeyen bütün insanlara şu tavsiyeyi yapıyoruz.

Tamam birtakım gerekçelerle Allah’ı kabul etmeyebilirsiniz. Ama önünüze konan şıklardan D şıkkı dışında bir şıkkı da kabul edemezsiniz.

Eğer akıl ve mantık sizin referansınızsa makul olan şunu demenizdir: “Biz insanı yaratabilecek olan birinin hangi özelliklere sahip olması gerektiğini biliyoruz ama onun kim olduğunu bilemiyoruz. Şu anda arayışımız sürüyor.”

İşte bu noktada bilinçli bir şekilde iman eden her mümin bu insanlara şöyle der: Biz de aklı ve mantığı kullanarak sizin geldiğiniz noktaya geldik. O noktadan sonra arayışımızı dinler üzerinden devam ettirdik. İslam dinini inceledik. O dinin kitabı olan Kur’an’ı okuduk ve şunu anladık: Mevcut bilimlerin tarif ettiği özelliklere uyan bir tek yaratıcı var o da Allah’tır. Biz ona iman ettik.

Özetlersek, verdiğimiz bu sıra dışı okuma örneğini, Kur’an’da yüzlerce âyet üzerinden verdikten sonra şunu deriz. “Biz iman ettik.” derken aklımızı cebimize koyup mantığımızı kullanmadan iman etmedik. Biz aklın ve mantığın bütün imkanlarını sonuna kadar kullandık. Onların bizi getirdiği noktada en makul seçeneğin Allah’a iman etmek olduğunu gördüğümüz için iman ettik.

(21. âyet) Ana Rahmine Cenini Kim Yerleştirebilir?

20. âyet için dediklerimiz burası için de tekrar ediyoruz.

(25, 27 âyet) İnsanlar İçin Bir Toplanma Yeri Olan Yeryüzünü, Yeryüzünde Dağları, Ovaları, Havayı, Suyu Kim Yaratabilir?

Bu soruyu sorduktan sonra, ikinci sorumuz yukarıda sorduğumuz aynı soru oluyor: Bu sorunun cevabını bize en iyi kim verebilir?

Yine mevcut bilimlere baktığımız zaman bu sorumuza şu bilimlerin cevap verebileceğini öğreniyoruz.

Jeoloji, Jeofizik, Jeoteknik, Hidroloji, Pedoloji, jeomorfoloji, Coğrafya, Jeodezi, Meteoroloji, Oşinografi, Limnoloji, Glasiyoloji, Biyoloji…188

Yukarıda yaptığımız gibi bu bilimlerden de alanında en iyi olan insanları bir üniversiteye çağıyor, bunlarla da aynı işleri yaptıktan sonra, aynı noktaya geliyoruz ve bu konuyu şöyle özetliyoruz.

Bizim Tefsir Usulümüzde (1) İnsan, (2) Aklın İşleyiş ve (21) İlim/Bilim Yasalarında ortaya koyduğumuz gibi, yeryüzünde bilinen ve bilinecek ne kadar bilim dalı varsa, onların tamamı aklı bu noktaya getirir ve akla şu tavsiyeyi yapar: “Ben bu kâinatı ve içindeki her şeyi yarattım.” diyebilecek birinin şu, şu özelliklere sahip olması gerekir. Eğer bir yaratıcıya iman edeceksen, bu özelliklere sahip olmayan biri yaratıcı olamaz.

Özetlersek, bizim imanımızın arkasında böyle bir süreç var. Biz bu sürecin sonunda iman ettik. Ama şunu da ifade edelim. Bu süreç yaratıcıyı bulma noktasında tamamlanan ama yaratıcıyı tanıma noktasında devam eden bir süreç.

Neden? Çünkü kâinata Allah’ı tanıtan bir kitap dersek, Allah’ın ilminde sınır olmadığı için bu tanımada da sınır yok. Bu tanıma; tanıdıkça sevme, sevdikçe tanıma isteğinin artması şeklinde devam eden bir süreçtir.

29-35 ARASI ÂYETLERİNTEFSİRİ

(29-33) CEHENNEMİN DEKORU ÜZERİNDEN VERİLEN MESAJ: YOL YAKINKEN DÖNÜN

29-33 âyetlerde cehennemin dekorunu, 41-44 âyetlerde de cennetin dekorunu görüyoruz.

Kur’an’ın bu ve benzeri âyetlerde cehennemi anlatmadaki amacı, (haşa) Allah’ın acımasızlığını, merhametsizliğini göstermek değil, tam tersi merhametini göstermektir. O merhamet kula tercihlerinin sonucunu gösterir ve “yol yakınken dön” mesajı verir.

Biz insanlar için dünya bilinen, cehennem bilinmeyendir. Kur’an ise bilinmeyeni bilinen örnekler üzerinden anlatır.

Özellikle, bu âyetlerin indiği Arap yarımadası, ekvator çizgisine yakın olduğu için genelde sıcak ve çöl iklimi yaşanan bir coğrafya idi. Bu coğrafyada yaşayan insanların en çok hissettikleri şeyin adı sıcak, en çok aradıkları şeyin adı da gölgelikti.

Kur’an burada cehennemi bu dekor üzerinden anlatırken şu mesajı veriyor: Bu sıcağın kat kat fazlasını hayal edin. Cehennemin o hayal ettiğiniz şeyin çok ötesinde bir yer olduğunu bilin ve o acı sonucu yaşamamak için yol yakınken dönün.

36-45 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(36) HAYAT FİLMİNİ SIK SIK GERİYE SARDIR VE ÖZÜR DİLEMENİ GEREKTİRECEK SAHNELERİ TEVBE İLE SİL

Hüküm günü, mahşer meydanı kurulduğunda, insanların çoğu derin bir pişmanlık yaşayacak. Tevbe etme, özür dileme, dünyaya tekrar dönme fırsatı verilmesini isteyenler olacak. Ama bunların hiçbirine izin verilmeyecek.

İzin verilmeyeceğini söyleyen âyetler üzerinden dünyaya şu mesaj veriliyor: Orada hayat filmin baştan sona sana izletilecek. Yaptığın her şey ortaya dökülecek.

Yol yakınken aklını başına al. Her gece, her hafta, her ay, her yıl, hayat filmini geriye sardırarak seyret. Seni mahcup edecek ne varsa onlara, bir daha yapmama sözü vererek tevbe et.

(41-45) CENNETİN DEKORU ÜZERİNDEN VERİLEN MESAJ: BAKİ NİMETLERİ FANİLERİNE DEĞİŞMEYİN

Yukarıda cehennemin mesajına dikkat çektik. Burada da cennetin mesajı geldi.

Kur’an’da anlatılan dekor üzerinden cennet bize şunu diyor: Ey insanlar! Dünyadaki bütün güzellikler cennetin “demo”sudur. Yani sınırlıdır, kısıtlıdır, tadımlıktır, doyumluk değildir. Fânidir bâki değildir. Gaye olmak için verilmemiştir, asıl gayeye teşvik için verilmiştir.

Asıl gaye Allah’ın rızasıdır. Onu kazanırsanız, cenneti de kazanırsınız. Onu kaybederseniz, hayal edemeyeceğiniz kadar derin acılar ve pişmanlıklar yaşarsınız.

46-50 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

ÂYETLERİN KISA MESAJLARI

46. âyetin mesajı: Yemenize içmenize izin veriliyor. Zannetmeyin ki, emanet olarak verilen hayata “benim” demenin, “benim olan hayatla istediğim gibi yaşarım” demenin faturası önünüze gelmeyecek. Bu yanlıştan vazgeçmediğiniz müddetçe suçlusunuz. Suçlu olarak ölmek ve dirilmek istemiyorsanız yol yakınken dönün.

48. âyetin mesajı: “Allah’ın huzurunda rukû ve secdeyle eğilin”, dendiğinde eğilmemek şeytandan insana bulaşmış manevi bir hastalıktır. Bu hastalığın adı kibirdir. Kibir haddini aşmaktır. Kibir Allah’ın emirlerini yok saymaktır. Hüküm gününde derin bir pişmanlık yaşamak istemiyorsanız, gelin yol yakınken dönün.

50. âyetin mesajı: Dünyada bundan daha doğru bir söz bulamazsınız. Dünyada bu doğru sözlerin zarfı olan Kur’an gibi bir kitap bulamazsınız. Gelin bu kitaba muhatap olmanın hakkını verin. Gelin yol yakınken dönün.

(1-50) 50 ÂYETTE 12 DEFA TEKRAR EDEN HÜKÜM GÜNÜ BANA NE DİYOR?

Hüküm günü “Ey insan! Hüküm Allah’ındır.” diyor.

Tefsir Usulümüzün 1. yasası olan İnsan Yasasını hatırlayalım ve soralım:

Ey insan!

Bu soruların detayına girelim;

Ey insan! Bu soruları binlerce soruyla çoğalttığında şunu göreceksin. Senin dışında binlerce sana sorulmadan verilen hükümler var.

Bu hükümler sana şu gerçeği ilan ediyor: Allah sadece “Hüküm günü” hükmeden bir ilah değildir. Allah her an, her saniye hüküm veriyor. “Hüküm günü” denilen hesap gününü yalanlayabilmen için, onun öncesinde dünyada binlerce hükümle, var olan ve varlığı devam eden kâinatı, dünyayı ve onlarının içindekilerinin tamamını inkar etmen lazım.

Bunların inkarı imkansız olunca, hüküm gününün de yalanlanması imkansızdır.

Bu noktada hüküm gününe iman eden bir insan olarak kendine soracağın soru şu: Hüküm gününün varlığına iman ettiğini söylerken, bu imana şahit olacak bir hayatın var mı?

34/50. KÂF SÛRESİ

1-5 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(1) MECÎD ALLAH, ŞEREFLİ KUR’AN, ŞEREFLİ OLMAYA DAVET EDİLEN İNSAN

1. âyette Kur’an’ın sıfatı olan şeref kelimesinin aslı Mecid’tir. Mecid kelimesi aynı zamanda, Allah’ın sonsuz şeref ve ikram sahibi olduğunu anlatan güzel isimlerinden biridir.

Şeref kelimesi bizim için çok tanıdık kelimelerden biri.

Bazen “Falan kişi camimize teşrif etti.” dediğimizde bu kelimeyi yanlış kullanırız. Çünkü cami manevi yönüyle Kabe’nin bulunduğu yerdeki temsilcisidir. Bu yönüyle oraya gelen şeref katmaz, kendisi şereflenir. Burada doğru ifade “Falan kişi camimize teşerrüf etti” ifadesidir.

Şeref kelimesi hakkında verdiğimiz bu bilgilerden sonra 1. âyetin mesajını şöyle ifade edebiliriz: Ey insan! Bu Kur’an Mecid olan Allah’ın katından, insanı şereflendirmek için inmiştir. Onun davetine icabet edip onu okuduğunda, anladığında, anladıklarını yaşadığında, yaşadığın güzellikleri insanlara taşıdığında, sen de Kur’an’la tanışmaktan teşerrüf eden insanlar arasına katılacaksın.

(2-5) TEŞHİS İÇİN ÖNCE TOPLUMUN RONTGENİ ÇEKİLECEK, SONRA TEDAVİ…

Kur’an âyetlerine ilk muhatap olan Mekke müşrik toplumu, yaklaşık 10 bin kişilik nüfusuyla hem geçmişte yaşanmışların hem de gelecekte yaşanacakların özeti olan bir toplum.

Kur’an bu toplumu, gelecek bütün insanların önüne bir örnek olarak koyuyor ve bu örnek üzerinden biz Müslümanlara şu mesajı veriyor: “Eğer, gelenekleri olan, kendi batıl inançları olan ve bunlara körü körüne bağlı olan bir topluma hidâyet mesajı götürecekseniz, onların gösterecekleri tepkilerinin çoğunun örneğini Mekke müşriklerinde görebilirsiniz. Bu tepkiler karşısında, Kur’an’ın izlediği yöntemi izleyebilirsiniz.”

Bu anlattıklarımızı bir kurgu içinde şöyle ifade edebiliriz.

İslam’ın, Kur’an’ın mesajından uzak gaflet içinde kendi doğruları ile beraber yaşayan toplumları manevi hastaya benzetirsek, Kur’an o toplumların manevi röntgenini çeken, onları tepeden tırnağa muayene eden, sonra teşhis koyan sonra da tedavide izlenecek yöntemi ortaya koyan bir kitaptır.

Bu kurgu bize şunu diyor: Muhatabınız ister birey, ister toplum olsun fark etmez. Vahyin mesajını vermeden önce, manevi hastayı muayene edecek, tedavide kullanılacak bütün ilaçların dozunu kişiye özel hale getireceksiniz.

Böyle olursa ne olur? İlk başlangıç noktasında gelebilecek tepkiyi minimalize edersiniz.

Peki, tepki gelir mi? Onu da aşağıda anlatalım,

(2-5) DİNİN DAVETİNİ TUHAF BULANLARA KARŞI İZLENECEK YÖNTEM?

Biz şu an yeryüzünde sayıları 2 milyara yaklaşan Müslümanlarız. Büyük çoğunluğumuz itibarıyla İslam’ı doğduğumuzda önümüzde hazır bulduk. İslam’ın ne kadar temel mesajı varsa, onların çoğunu duya duya büyüdük. O yüzden bizlerde bilinçli Müslümanlığın temelleri atılmadan önce, kültürel ve geleneksel Müslümanlığın temelleri atılıyor.

Böyle bir temel üzerinde dini hayatımız devam ettiği için de bizlerde yadırgama, tuhaf bulma olmuyor, tam aksine öyle yapanlar yadırganıyor.

Yukarıda verdiğimiz Mekke toplumu örneğini hatırlar, 1-5 âyetlere bire kere daha bakarsak, vahyin mesajını ilk duyan toplumlarda şaşırma, tuhaf bulma, anlatılanları akıldan uzak görme, yalanlama, davet karşısında kararsız kalma… gibi birçok farklı durum karşımıza çıkabilir.

Bu durumu yağmurun yağması, havanın soğuması gibi normal görmemiz gerekiyor.

Normal görürsek, önce onları dinleriz. Sonra gerçekten samimi olarak şöyle deriz: “Ben de şu an bildiklerimi bilmeseydim, ben de sizin yerinizde olsaydım böyle düşünebilirdim… Sizi dinledim müsaade ederseniz, bu konudaki düşüncelerimi sizinle paylaşmak istiyorum...”

Bu şekilde bir davranışın referansı da Kur’an’dan şu âyetler oluyor.

Yöntemini bu ve benzeri âyetler belirlediğinde, davetçi olarak sen davet ederken “yap, yapma” şeklinde bir emir dili kullanmıyorsun. Âyette anlatılan dillerle, Allah’ın emirlerinin ne kadar makul ve faydalı olduğunu anlatan bir dil üzerinden bilgi veriyorsun. Bu bilgilerle arkadan gelecek Allah’ın (yap, yapma) emirlerine zemin hazırlıyorsun.

Böyle yapmakla, Fıtrat dinini anlatırken fıtratın yolunu izliyorsun.

6-11 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(6-11) TEMELİ GÜÇLENDİREN ÂYETLER

“Bu âyetlerin konusu nedir?” diye bir soru sorulsa öne çıkan anlatımlardan farklı şeyler denilebilir ama Kur’an’da genelde bu tür âyetlerin arkasında iki temel konu var: Tevhid ve âhiret.

Bu ve benzeri âyetlerde olduğu gibi Kur’an’ın ilimlerin, bilimlerin zarfı olan -atomdan güneşe kadar her şeyi içine alan- yaratılan âyetleri öne çıkarmasının arkasındaki en önemli amaç bu iki temeli beslemek ve güçlendirmek.

Bu temelin altını çizdikten sonra buradaki âyetleri bir kurgu içinde şöyle ifade edebiliriz. Dünya okulunda Kur’an bütün asırların öğretmeni oluyor. O asırlara tevhid ve âhiret dersleri veriyor; dersleri verirken de her asırda gelen öğrencilere kâinat kitabını okuma, anlama ve anladıkları üzerinden temeli besleme ve güçlendirme ödevi veriyor.

Bu kurgudan devam edelim,

(6) ÖĞRETMEN SORUYOR: GÖĞE BAKTINIZ MI?

ÖN BİLGİ: Bu konunun başında şu ön bilgiyi vermemiz gerekiyor.

Bu ve benzeri âyetlerdeki bakma işi, Kur’an’ın ilk emri olan “oku” emrinin devamıdır. “Oku” emrini açıkladığımız Alak sûresinin ilk âyetlerinde şunu demiştik: Bakma, dinleme, tatma gibi anlama sonucu veren bütün eylemler aslında okumaktır. O nedenle 6. âyeti “göğü okumuyorlar mı?” şeklinde anlamak gerekiyor.

Bu ön bilgiden sonra devam edelim,

6. âyetin konusu astronomi biliminin sahasına girdiği için Kur’an bütün asırların öğretmeni olarak dünya sınıfındaki öğrencilere şöyle diyor: Geçen ders gökyüzünüze bakma, onu okuma, izleme ve elde ettiğiniz bilgiler üzerinde düşünme ödevi vermiştim?

Öğrenciler cevap veriyor “Baktık/okuduk öğretmenim…”

İşte bu bakma ilk insandan bu âyetlerin indiği 7. asra, o asırdan bu asra devam ettiği gibi kıyamete kadar da devam edecek.

Burada soru şu: Asırlar değişince “bakma” işi nasıl olacak?

Bakma işi bir iki defa başını göğe çevirip bakınca tamamlanacak “Ben baktım, öğrenilecek ne varsa onları öğrendim. Kitapta okunacak şeyler bitti…” denilecek bir bakma değil.

Burada Kur’an göğü ilk sayfası belli olan, sonraki sayfaları her asırda ilimlerin gelişmesiyle artan bir kitap olarak önümüze koyuyor.

Bu bakma eyleminde değişmeyenler ve değişenler var.

Özetlersek, Kur’an sadece gökyüzüne değil, yaratılan her şeye bakmamızı istiyor. Bunu üzerinden de şu mesajı veriyor. Bakma işi bir kere yapınca tamamlanan bir eylem değildir. Bakma bir ömür devam eden bir iştir.

(7-10) DERSİMİZ: JEOLOJİ, BİYOLOJİ, FİZİK, METEOROLİJİ

Yukarıdaki okul öğretmen kurgusu üzerinden devam edelim,

7. âyette Kur’an Jeoloji öğretmeni olarak derse giriyor.

9. ve 10. âyetlerde Meteoroloji öğretmeni olarak derse giriyor. Yağmurun oluşması ve yağması üzerinde düşünülmesini istiyor. Bunu yaparken fizik yasalarının öğrenilmesi konusunda ödevler veriyor.

Bu dersin ardından Kur’an Biyoloji öğretmeni olarak derse giriyor ve indiği yörenin en çok öne çıkan meyvesi hurma üzerinden bitkiler konusunda ev ödevi veriyor.

EV ÖDEVİNİ YAPTIN MI?

Bu ev ödevi konusu gerçekten önemli.

Bazı yaşlı insanların eğitim seviyesi dikkate alındığında onların Kur’an’ı anlamadan yüzünden okuması anlaşılabilir durum.

Kur’an’ın bu âyetleri, hangi asırda olursa olsun muhatap olan Müslümanlara ev ödevi veriyor.

Bu noktada Kur’an’ın muhatapları ikiye ayrılıyor;

Günümüzde bir dede torununa Allah’ı tanımak için “Bu gökyüzünü, yer yüzünü, yağmuru ve hurmayı Allah yarattı.” der. Bunları söyledikten sonra, “Ben torunuma Allah’ı tanıttım.” diyebilir.

Günümüzde bir başka dede torununa Allah’ı tanıtmak için “Bu hurmayı yaratanın, bu yaratma işini yapabilmesi için neleri bilmesi gerekiyor, nelere hükmetmesi gerekiyor?” sorusu sorar.

Bir başka zaman bu soruyu hurmanın yerine gökyüzünü, yeryüzünü, yağmuru, tavşanı, arıyı…. koyarak sorar.

Günümüzde anne, baba, öğretmen ve hocaların örnekteki ikinci dede olabilmelerinin önünde hiçbir engel yok.

Özetlersek burada yapılması gereken, bu âyetleri hızlıca okuyup geçmek değil. Yapılması gereken, evimizi bir okul haline getirip bu âyetleri birer ev ödevi gibi kabul etmek. Bu âyetleri çocuklarımıza okuyup içimize indirmek, içimize sindirmek ve davranışlarımızda güzel ahlak olarak göstermektir.

(8, 11) KUR’AN BÜTÜN BUNLARI NİÇİN ANLATIYOR?

Soru şu: Özelde bu âyetleri genelde bütün âyetleri bize anlatırken Kur’an’ın öncelikli amaçlarından biri nedir?

Bu sorunun cevabını 8. ve 11. âyetlerde görüyoruz.

8. âyet diyor ki: Kur’an’ın öncelikli amacı iman eden ve içtenlikle Allah’a yönelen her kula bir basiret/bilinç kazandırmak ve öğüt vermektir.

Kavram olarak öğüt konusuna daha önce geniş olarak değindik.191

Burada iniş sırasından yapılan bir okumada önümüze ilk kez çıkan ve bizim bilinç manası verdiğimiz basiret kelimesi üzerinde durmak istiyoruz.

BASİRET: Âyette “tebsiraten” şeklinde geçen ifade görme anlamına gelen “bsr” kökünden türetilen bir kelime.

Bu kavramın anlamına şu sorular üzerinden gidelim:

İşte basiret dediğimiz şey, parçada bütünü görmektir.

Varsayalım önümüzde bir hurma ağacı var.

Basireti bütünü, bütün yönleriyle görme gayreti olarak tanımlarken, gayret ifadesini özellikle kullanıyoruz çünkü basiret insanın akıl yaşının büyümesine, bilgisinin tecrübesinin artmasına göre, özellikle de ilimler üzerinde yapacağı tefekküre göre sınırları sürekli genişlemeye açık olan bir yetenektir.

Basireti alan daraltarak “Gelecekte olabilecekleri önceden görebilme yeteneği olarak tarif etmek.” Eksik bir tarif olur.

Ağaç örneğinden gidersek basiret insanın pergel gibi olması; bir ayağını ağacın olduğu yere basıp diğer ayağı ile ağacın etrafında alta üste, öne arkaya her yöne ağacın bağlantılarını akıl gözüyle görme çabasıdır.

Bu çaba “Yaratan Rabbin Adıyla oku” emrinin gereğini yerine getirmek olacaktır.

Özetlersek, basiret sahibi sebeplerden sonuçlara giden, görünenin görünmeyen taraflarını gören, hadiselere bütüncül bakan bir insan olur. Bunu vahyin rehberliğinde yaparsa, bunların yanında yaratılan her şeyle, yaratan arasındaki bağlantıyı görür. Kur’an’ın kalp gözü ile kastettiği manalardan biri de budur.192

11. âyet diyor ki: Kur’an’ın öncelikli amaçlarından biri de tevhid ve âhirettir.

Bunlar Kur’an’ın temel konularıdır. 6-11 âyetlerde örnekleri görüldüğü üzere tevhid Allah’ın varlığına birliğine ait delilleri ortaya koyar. Tevhide Allah’a iman dersek, Allah’a imanın olduğu yerde âhirete iman da olur. Âhiret yoksa, Allah’a imanın ve dinin bir anlamı olmaz; Allah ile ilgili her konuyu anlamlı yapan âhirettir.

O yüzden 11. âyette örneği görüldüğü gibi tevhid delillerinden bahsedildiği hemen her âyetten sonra söz bir şekilde âhirete gelir.

(11) KUR’AN’IN ÖLÜ DEDİĞİ TOPRAĞA YAKINDAN BAKARSAK NE GÖRÜRÜZ?

Biz 6. âyetteki “Üzerlerindeki göğe bakmıyorlar mı?” sorusunu çoğaltıp göğün yerine toprağı koyarak soralım, “Ayaklarının altındaki toprağa bakmıyorlar mı?”

Bakalım.

Varsayalım evimizin salonundaki masanın üzerinde bir kilo ağırlığında toprak var.

Soru şu: Bu toprağın içinde neler var?

Bilim insanlarının tahmini olarak verdikleri rakamlar şöyle.

Peki bunlar bir ölü gibi toprağa giren tohumun ve çekirdeklerin ne işine yarıyor? Onlara hangi faydayı veriyor?

Nasıl annenin göğsünden gelen süt ile bebeğin vücudu arasında tam bir uyum varsa, toprakla da tohum ve çekirdekler arasında muhteşem bir uyum var.

Benzetme yaparsak, toprak ana oluyor, tohum ve çekirdekler onun yavrusu oluyor, toprakta ne varsa o yavrunun beslenmesi için yardımcı oluyor.

Biz maksadımızı yani bu kitabın sınırlarını aşacağı için bu minerallerin ve mikro organizmaların detaylarına girmiyoruz.

Ama şu kadarını ifade edelim. Bunların tamamı Allah’ın yaratılan âyetleridir. Bunlar Allah’ı tanıttıkları için, bilinçli bir Müslüman açısından Kur’an okumak gibi önemlidir.

(11) ÖLÜ TOPRAK DİRİLİRSE İNSAN NİYE DİRİLMESİN?

Kur’an bu âyet üzerinden bu sorunun cevabını düşünmemizi istiyor.

Burada mesajın özü şu: Ey insan! Allah’tan gelen su ile nasıl ölü toprak diriliyorsa, yine Allah’tan gelen emirle, ölüp toprağa giren insanlar da dirilecektir.

Mesajın özü bu. Bu mesajın ayrıntıları var. Mesajın ayrıntılarında şunları görüyoruz.

Yeryüzündeki bütün bitkilerin çekirdek ve tohumları etraflarını bir kefen ve tabut gibi kuşatan kabuklarıyla toprağa giriyorlar ve ölü olarak girdikleri topraktan diri olarak çıkıyorlar.

Kıştan sonra her baharda tekrar eden sayısız diriliş örnekleri; bu ve benzeri âyetlerin altına imza atıyor.

12-15 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(12-15) MÜSLÜMANLAR İÇİN TARİH İLMİ NİÇİN ÖNEMLİ?

Evet, Kur’an bir tarih kitabı değil ama insanları davet ederken, kıssalar üzerinden şahitliğine başvurduğu ilimlerin başında tarih geliyor.

Bunun bütün zamanlardaki Müslümanlara mesajı şu oluyor: Tarih ilmi de sizin en iyi bildiğiniz, bu konuda dünyaya referans olduğunuz ilim dallarından biri olsun.

Tarih ilmi, içinde mitlerin (efsanelerin) menkıbelerin, masalların, hikayelerin olduğu bir ilim değildir.

Tarih ilmi,

Müslümanlara rehberlik yapacak bir ilimdir.

Bu ilimi atlamak demek, hafızayı devre dışı bırakıp öyle yaşamak demektir. Böyle yaşayan toplumların en büyük özellikleri balık hafızalı olup, her türlü kandırılmaya -özellikle de din konusunda- açık olmalarıdır.

(12-15) SÖZ DÖNÜYOR DOLAŞIYOR YİNE AHİRETE GELİYOR

Bir önceki âyet grubunda (6-11) konu 12. âyetle âhirete gelmişti. Burada da 15. âyetle konu yine âhirete geliyor.

6-11 âyetlerde Kur’an astronomi, jeoloji ve biyoloji gibi bilimler üzerinden bize bir pencere açtı. Bu âyet grubunda da tarih üzerinden bir pencere açıyor.

Bütün bunlar bize şunu gösteriyor: Kur’an’da genelde her şey temelin etrafında dönüyor. Allah’a ve âhirete iman temeli ne kadar güçlü olursa, o temel üzerindeki her şey sağlam oluyor.

(12-15) YALANLAYANLAR KİMLER VE NEYİ YALANLADILAR?

Kur’an “Yalanlayanlar kimler?” sorusuna kısa bir liste veriyor. O listenin devamını bizim tarih bilgimize ve bugün yaşananlara bırakıyor.

Geçmişte çok yalanlayan olduğu gibi bugün de yalanlayanlar var ve bunlar hep olacak.

Yalanlamaya sorun dersek, açıktan yalanlayanlar sorunun görünen tarafı olurken, sözleriyle inandığını söyleyen ama içindeki düşüncelerle ve yaşayışı ile fiili olarak yalanlayanlar sorunun net olarak görünmeyen ve bilinmeyen tarafı olacak.

Yalanlayanlar böyle, peki bunlar neyi yalanlıyor?

Bu konuda kısa bir liste yapabiliriz.

Yalanlayanların,

15. ÂYET SORUYOR: NİÇİN YALANLIYOR SUNUZ?

Âyetin sorusu ilginç. Âyet diyor ki: “Biz ilk yaratılışta (yani şu içinde yaşadığınız evrenin yaratılışında yorulduk, âciz kaldık veya) güçsüz mü düştük?”

Bir benzetme yapar, Allah’ı (cc) yaratıcı/üretici firma olarak, kâinatı ve dünyayı da ürün gibi düşünürsek, firma âhiretin varlığını yalanlayanlara soruyor:

Bu ve benzeri soruları çoğalttığımızda, yalanlayanların hiçbiri bu alana girmiyor.

Allah (cc) onların bu alana girmediklerini bildiği için soruyu buradan soruyor.

Âhiretin varlığını yalanlayan birinin, Allah’ın dünyayı yarattığı gerçeğini de yalanlaması gerekiyor. Çünkü dünya ve kâinat lisan-ı halle şunu diyor: Bizi yaratan, âhireti de yaratır.

O yüzden yalanlayanların yalanladıkları konuların hiçbirinin ciddi bir temel dayanağı yok.

İşin özüne baktığımızda, yalanlayanların bir kısmı Allah’ın verdiği nimetlere “emanet” demenin onlara yükleyeceği sorumlulukları biliyorlar ve o sorumluluklardan kaçma adına buldukları zayıf bahaneleri yalanlamanın gerekçesi yapıyorlar.

Günümüzde, İslam ve Müslümanlık adına güzel örnek olamayanların onlara verdikleri malzemeleri de yalanlamalarını haklı çıkarmak için kullanıyorlar.194

16-20 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(16) NEFİS, ŞEYTANDAN BAĞIMSIZ VESVESE VEREBİLİR Mİ?

Buradaki 16. âyeti Şems sûresindeki 7-10 âyetlerle birlikte okuduğumuzda bu soruya, “Evet nefis fücura yani haddi aşmaya meyleden tarafı ile bu işi yapabilir.” diyoruz.

16. âyette yok ama bir yan konu olarak akla şu soru gelebilir: Eğer şeytan Adem’e secde etseydi ve imtihan dünyasının dekorunda şeytan ismiyle vesvese veren bir varlık olmasaydı, dünyada imtihan yine olacak mıydı?

Bu soruya da Allahü â’lem diyerek “evet” diyoruz.

Bu konuda “Farklı Bir Açıdan İslam” kitabımızda (s. 353) gerekli açıklamaları yaptık. Gelecek âyetlerde de bu konuyla ilgili yan konular geldiğinde, yine değineceğiz.

(16) HER VESVESENİN ÇÖZÜMÜ VAR

Dünya imtihan dünyası olunca vesveseye nefis ve şeytandan gelen kafa karıştırıcı sorular diyebiliriz.

Burada insanı bir bilgisayara benzetirsek, üretici firma diyor ki: Bu ürünü biz yaptık, yaparken de piyasadaki bütün virüslere karşı korumalı yaptık.

Müşterinin yapacağı Kur’an isimli programı yüklemek. Onu yüklediğinde o programın içinde takva ve ihlas isimli iki alt program aktif oluyor…

Bu örneğin hakikatine gelirsek, insanı yaratan Allah, onu bütün vesveselere karşı çözüm üretebilecek bir donanımda yaratıyor.

O yüzden biz bu çalışmanın başından beri sık sık şunun altını çiziyoruz. Vesvese kimden gelirse gelsin, ne kadar zor olursa olsun, İslam dini Allah’ın dinidir, bu dinde cevabı olmayan soru, izahı olmayan konu yoktur.

(16-18) ALLAH’IN YAKINLIĞINI AKLA YAKLAŞTIRAN ÖRNEKLER

16. âyete iki bölüm dersek, birinci bölümde Allah (cc) “İnsanı biz yarattık, nefsinin ona verdiği vesveseleri biliriz?” dedi.

Âyetin ikinci bölümü içimizden geçecek olan “Nasıl bilir ki acaba?” sorusuna “Biz ona şahdamarından daha yakınız.” İfadesiyle cevap verdi.

Burada şu sorular akla geliyor:

SORULARA GENEL CEVAP

Bu ve benzeri sorular geldiğinde bir şeyi çok iyi biliyoruz. Bunların kesin ama kesin makul açıklamaları var.

Bu genel cevaptan sonra, yukarıdaki soruların cevaplarını akla yaklaştıracak örneklere geçebiliriz.

Ruh Örneği

“Ruh insanın neresindedir?” diye bir soru sorduğumuzda, “İnsanın vücuduna iğne batırdığımızda, ‘ah’ sesini duyduğumuz her yerdedir.” diyebiliriz. Çünkü insan bilinmeyen bir sebeple ölüp de ruh bedenden ayrıldığında, bedenin neresine iğne batırsak “ah” sesi gelmeyecek.

Bu durumda ruh için şöyle bir tarif yapabiliriz: Ruh insanın bedeninde fiziki olarak hiçbir yerdedir ama varlığını hissettirme yönüyle, bedenin her yerindedir.

Ruh bu yönüyle çayın içindeki şekere de benzer. Tatlı bir çayda şeker görünmez ama çayın her damlasında tadıyla kendini hissettirir.

Güneş Örneği

Ayna güneş ilişkisine baktığımızda, güneş fizikî olarak aynaya çok uzaktır ama ısısı ve ışığı ile adeta aynaya şah damarından daha yakındır.

Kök ve Yaprak Örneği

Varsayalım bir incir ağacı var. O ağacın tahminen 2000 yaprağı, 100 meyvesi ve her meyve içinde 500 çekirdeği var.

Bunların hepsi ağacın kökünden uzak ama ağacın kökü onların su ve mineral ihtiyaçlarını bilme noktasında onların her birine çok yakın. Bunların her biri insan olsaydı, o kökün onların su ve mineral gibi ihtiyaçlarını bilip, o ihtiyaçları onların ayağına kadar göndermesiyle onlara şah damarından daha yakın olduğunu bilecekti.

Yazar ve Kitap Örneği

“Bir yazar, yazdığı kitaba şah damarından daha yakındır” dediğimizde, iki türlü anlaşılır. Evet, yazar fiziki olarak kitabın içinde değildir ama yazar ilmiyle kitabın her yerindedir. Kitabı okuyanlar yazara çok uzak olsalar bile, yazar ilmiyle onlara çok yakındır.

Bilme, Öğrenme, Tanıma Örneği

Varsayalım bir öğretmenin kafasında yazıya döküldüğünde 1000 sayfa olacak kadar bir bilgi var. Bu öğretmenin karşısında ise üç talebesi var. Bu talebelerden biri onun kafasındaki bilginin 600 sayfasını öğrenmiş, diğer öğrenci 400, diğeri de 200 sayfa.

Soru şu öğretmeni en iyi bilme ve tanıma noktasında öğretmene en yakın olan öğrenci kimdir? Elbette en çok bilendir.

Bu örnek burada dursun bunu aşağıdaki örneğe bağlayalım.

Sevgi Örneği

Varsayalım Oğuz Amerika’da, onun ailesi Kars’ta; bunlar birbirine çok uzak. Amerika’dan Oğuz’un Tarık isminde bir arkadaşı Oğuz’un ailesini arıyor. Telefona annesi bakıyor. Evde o anda, Oğuz’un annesi, kardeşi, yengesi, annesinin komşusu ve eve gelen bir musluk tamircisi var.

Tarık telefonda Oğuz’un annesine acı bir haber veriyor. Oğuz’un ailesinin evinde olan herkes bu haberi duyuyor. Burada soru şu: Oğuz’un acı haberini duyduğunda en fazla üzülen kim olur?

Cevap: En çok seven, yani sevgi yönüyle Oğuz’a en yakın olan. En az kim üzülür? Musluk tamircisi.

Tanıma ve sevme örneğini birleştirirsek;

Allah’a yakınlık da aynen değil ama anlama noktasında buna benzer. Allah’ı en çok seven en çok tanıyandır. En çok tanıyan ve seven O’nu kendine çok yakın hissedendir.

Teknoloji Örneği

Konusu 2035 yılında geçen bir bilim kurgu filmi izliyoruz. Filmin konusu 100 milyonluk bir ülkede yaşayan her insanın devleti kendine şah damarından daha yakın hissetmesi.

Bu ülke dünyada şöyle tanınıyor “X ülkesi vatandaşlarına şah damarından daha yakın.”

Bu örnekten sonra bir değerlendirme yapalım. “Teknoloji o noktaya gelir mi?” sorusuna bugüne kadar gördüklerimizden sonra “gelmez” diyemediğiniz gibi “geçebilir” bile diyecek noktaya geldik.

Burada asıl dikkat çekeceğimiz konu şu: 16. âyet “İnsanı Biz yarattık” ifadesiyle başladı.

İnsanı yaratan Allah, kıyamete kadar insanın -bilimsel ve teknolojik olarak- yapabileceği her şeyi biliyor. Çünkü insana o şeyleri yapabilme imkanını da O verdi.

Bu durumda insanın ürettiği teknoloji ile devletler vatandaşlarına “Biz vatandaşımıza şah damarından daha yakınız” mesajı verebiliyorlarsa insana o teknolojileri üretebilecek donanımı veren Allah’ın, insana şah damarından daha yakın olduğuna iman etmek gâyet makuldür.

Kuantum Örneği

Gelişen bilim önümüze sürekli yeni ufuklar ve yeni hedefler koyuyor. Geçmişte ulaşılmaz gibi düşünülen hedeflerin birçoğunun geçildiğini görüyoruz.

Kuantum da yeni ufuklardan biri.

Biz bu çalışmada bilimsel konuların detaylarına girmiyoruz sadece işaretle yetiniyoruz.

Ama bu konuları genel kültür seviyesinde anlayabilecek her Müslümana fizikçilerin kuantum konusunda kat ettikleri aşamaları takip etmelerini özellikle tavsiye ederiz.

Belki bugünden konuşmak erken ama yarınlarda kuantum üzerinden Allah’ın hem uzak hem yakın olması ve temassız müdahale etmesi gibi konuları anlayacağız.

Bilim sürekli geliştiği için, bu konuda ihtiyatlı konuşuyoruz.

Kuantum konusunda yeni başlayacaklar için çok kısa bilgiler verelim.

Kuantum fizikte kullanılan bir terimdir. Kuantum mekaniği evrenin en küçük parçalarını inceleyen bilim dalıdır.

Ayrıca kuantum mekaniğinde gözlemlenen parçalar gözlemlendiğini fark edebilme özelliğine sahiptir.

Özetlersek, Kuantum mekaniğinin bugün geldiği nokta hakkında verdiğimiz bu yüzeysel bilgi bize şunu diyor: Yarattığı maddeye bu özellikleri veren Allah’ın yapamayacağı hiçbir şey yoktur.

(19-20) KÜÇÜK VE BÜYÜK KIYAMET ÜZERİNDEN YİNE BİR KERE DAHA SONUÇ EĞİTİMİ

16-18 âyetler insana şu mesajı veriyor: Sizi yaratan Allah bu dünyada yaptığınız her şeyi biliyor ve her şeyi kaydediyor. Bir yerde kayıt varsa, mutlaka o kayıtların seyredileceği bir yer de olacak. O yerin adı âhirettir. İşte bu noktada 19. âyet, adına ölüm dediğimiz insanın kıyametine getiriyor sözü,

20. âyet sûr’a üfleme üzerinden sözü büyük kıyamete getiriyor.

Daha önce ifade ettik, bu iki sonun ortak bir özelliği: Ne zaman olacaklarının tam olarak bilinmeyişi.

Bu bilinmezlik üzerinden verilen mesaj şu: Ey insan! Bu dünyada şunu hiç unutma her ânın son ânın olabilir. Dünyada ne yaparsan yap âhirette önüne çıkacağını bilerek yap. Orada ebedi hayatını cehennemde değil, cennette geçirmek istiyorsan, burada yapacakların belli.

21-38 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(21-35) SOYUT ÂLEMİ SOMUTLAŞTIRAN SİNEMA TEKNİĞİ

Daha önce ifade ettik, Kur’an’daki kıyamet ve sonrasına dair bütün gelecekle ilgili anlatımlar dünyaya yönelik. Yani bizim şimdi, burada şu anımıza yönelik.

Bu anlatımların tamamı bize dünyadaki tercihlerimiz üzerinden sonuç eğitimi veriyor. Amaç yanlış yolda olanların dönmesi, doğru yolda olanların o yolda ölüm gelene dek devam etmesi...

Şimdi bu âyetlere bir sinema kurgusu içinde bakalım.

Dünya denen dev sinema salonundayız. Kur’an bize genelde üç ayrı ekrandan film izletiyor.

Bu açıklamalardan sonra, aşağıdaki başlıklar üzerinden üçüncü ekrana bakalım.

(21-38) SİNEMADAYIZ FİLMİN KONUSU “BİZİ BEKLEYEN GELECEK”

Filmde bir mahkeme dekoru görüyoruz. Bu dekorda adı “nefis” olan kişi, dünyadaki bütün insanları temsil ediyor. Yapımcıların amacı filmi izleyen her insanın kendini nefsin yerine koyarak filmin verdiği mesajı iliklerine kadar hissetmeleri.

Nefis isimli sanık mahkeme salonuna getiriliyor. Bu dekor da sevk edici ve şahit bize dünyada gördüğümüz mübaşirleri ve tanıkları hatırlatıyor.

Mahkeme başlar ve iddia makamından sanığa şöyle denilir: Âhirette karşına çıkacak olan cennet ve cehennem sana anlatıldı. Ama senin gözünde gaflet perdesi vardı. O perdeyi aralamak şöyle dursun, tercihlerinle o perdeyi sürekli kalınlaştırdın. Hakikatleri göremez oldun. Şimdi biz burada perdeyi kaldırdık ve her şeyi görüyorsun. Dileğimiz, bu filmi seyredenlerin senin yaşadığın sondan ibret almaları. Geç kalmadan gaflet perdesini dünyada kaldırmaları.

Mahkemede bütün deliller ortaya konmuş, bütün şahitler dinlenmiş ve artık karar verme aşamasına gelinmiş. Mahkeme hâkimi gerekçeli kararı açıklıyor. Gerekçeli kararda hükmün şu suçlar üzerine kurulduğunu görüyoruz.

Gerekçeli Karar: “Adı nefis olan kişi, Allah’ın verdiği nimetlerin emanet olduğunu unutarak bencillik hastalığına yakalanmış. Bu hastalık nedeniyle hiç kimseye iyilik yapmadığı gibi, yapılmasını da engellemiş. Hak hukuk tanımamış. Kendine haksızlık yapılırken bağırmış çağırmış ama kendisi başkasına haksızlık yaparken bunu hakkı gibi görmüş. İnançla ilgili şüphelerini giderecek sayısız delil varken, onlar üzerinde düşünmek yerine şüphelerinin esiri olmuş. Allah’ın yanında başta hevâsı olmak üzere para, mal, mülk, makam gibi modern zamanların putlarını kendine ilah edinmiş.”

Mahkeme bitiyor ama nefis isimli sanık kendini kurtarmak için son bir hamle yaparak tanıklar arasındaki arkadaşına işaret ederek diyor ki: “Ben bu işleri yalnız yapmadım. Bunları yaparken beni teşvik eden, benden nemalananlar da vardı.”

Suçlanan tanık: Bunların gerçekle alakası yok. Onun teşvike ihtiyacı yoktu. O kendisi zaten derin bir sapıklık içindeydi...

Mahkeme başkanı: Bu tartışmaları, konuşmaları dünyada yapacaktınız. Burada verilen kararlar değişmez. Çünkü burada zerre kadar haksızlık yapılmaz.

Filmde kameralar aynı mahkeme binasında başka bir salondan görüntü veriyorlar. Oradakilerin yargılanmaları bitmiş ve haklarında cennetlik hükmü verilmiş.

Gerekçeli karara baktığımızda ilk gözümüze çarpan şu: Bunlar muttaki. Yani bunlar yan salondaki şahsın sakınmadığı her şeyden sakınmışlar, ellerinden geldiği kadarı ile her türlü kötülükten uzak durmuşlar. Dünyada Allah’ı severek O’na yönelmişler, O’nun sevgisini kaybetme korkusu ile razı olmadığı her şeyden uzak durmayı tercih etmişler.

Bunlara cennetin giriş kapısında ön bilgi veriliyor: “Bugün sizin için bütün sıkıntıların zahmetlerin, çilelerin geride kaldığı; sonsuz mutluluk ve saadetin başladığı gündür. Burada dilediğiniz her şey var. Zannetmeyin burada anlatılanlar 7. asırda Mekke’de Medine’de yaşayan insanların özlem, hasret ve beklentilerine hitap eden şeylerle sınırlı. 21. asırda yaşayanın 31. asırda yaşayacak onların da istedikleri her şey burada var.”

Dünya sinemasında “Bizi bekleyen gelecek” adlı filmi izleyenler arasında, herkes aynı düşünmüyor.

Sabıkası kabarık olanların; filmdeki nefsin işlediği suçların benzerini işleyenlerin içinden şunlar geçiyor: “Acaba bizi bekleyen bu sonuçtan kurtulma çaresi var mı? Kıyamet kopacak dünyada her şey helak olacak deniyor ama bunun geçmişte örnekleri var mı?”

İşte tam bunlar akıldan geçerken kameralar bizim önümüze ikinci ekranı getiriyor ve bize oradan tarihi; geçmişi seyrettiriyorlar. Geçmişte yaşanan lokal kıyamet örneklerini gösteriyorlar.

Filmin son bölümüne gelindiğinde, bütün seyircilere şu deniliyor: Yaşadığınız dünyada tercih özgürlüğü var. Allah size tercihlerinizin sonuçlarını bu sinema salonunda gösteriyor. Ama hiçbirinizi iyilik veya kötülük yapmaya mecbur etmiyor. Size sadece öğüt veriyor.

Son olarak 38. âyet diyor ki: Burada başkalarının zannettiği gibi zannetmeyin: Allah’ı zor işleri yaparken yorulan insanlara da benzetmeyin. O’nun için “zor” diye bir şey yoktur. Sizin için en zor, O’nun için kolaydır. “Ol” der oluverir.

39-45 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(31, 40) “KUR’AN’DA BEŞ VAKİT NAMAZ VAR MI?”

Bu sorunun cevabına iki türlü bakabiliriz.

Sürecin içinden baktığımızda, Kur’an’ın genelde emir ve yasaklarda izlediği tedricilik yöntemini namazda da izlediğini görüyoruz.

Namazı ağaca benzetirsek, 23 yıllık süreçte namazı önce tohum, sonra filiz ve fidan sonra sabah-akşam iki dalı olan, sonrasında beş dalı ile tamamlanmış bir ağaç olarak görüyoruz.

Buradaki 39, 40 âyetler bu tekâmül yolculunda iki daldan beş dala geçiş sürecine denk geliyor.

Burada şunu ifade edelim. Genelde İslam âlimleri arasında 23 yıllık sürecin sonundan namaza bakıldığında İslam dininde beş vakit namazın farz olduğu konusunda kesin olan bir ittifak vardır.

Farklı görüşlerin olduğu alan, namazın süreç içinde 2 vakitten 5 vakte ne zaman çıktığı noktasında yoğunlaşıyor.

Bu noktada genelde 4. 6. ve 11. yıllar öne çıkıyor. Bu yıllarda tartışma olsa bile, süreç içinde olan bu tartışmalar sürecin sonundaki gerçeği değiştirmiyor.

(39-45) MEKKE’DE ŞARTLAR ZORLAŞIYOR

Mekke döneminin dördüncü yılında inen bu âyetlerde, Mekke’nin sosyal hava durumunun her geçen gün zorlaştığını görüyoruz.

Hem 39. âyette hem de 45. âyette Mekkeli müşriklerin söyledikleri sözlere işaret ediliyor. Hakaretin dozu her geçen gün artıyor.

Buna rağmen 13 yıllık Mekke dönümünde Kur’an Müslümanlara “Onların size yaptığı her hakarete aynıyla veya misliyle cevap verin.” demedi.

Kur’an bu noktada birinci yılda inen “Secde et ve yaklaş. Sizin dininiz size benim ki bana” âyetleriyle belirlenen rotayı değiştirmedi.

Buna “Mekke stratejisi” diyoruz. Bu strateji benzer durumlar için bütün zamanlara ders veren bir strateji. Bu stratejinin detaylarını Tefsir Usulümüzde (25) Cihad Yasasında açıkladık. Oraya bakılabilir.

(39) ÖNEMLİ KAVRAMLARDAN BİRİ: SABIR

Sabır bundan önceki sûrelerde geçti. Kur’an’da 103 defa geçen bir kavram olduğu için, bundan sonraki sûrelerde de karşımıza sık sık çıkacak.

Bu kavramın tahlilini Mekke döneminde şartların yavaş yavaş ağırlaştığı ve sabır tavsiyesinin özellikle namazla birlikte yapıldığı bu sûreye bıraktık.

Önce “Sabır nedir?” sorusu üzerinde duralım, sonra sabır ile namaz arasındaki bağlantıya bakalım.

Sabır sözlükte engellemek, hapsetmek ve direnmek gibi anlamlarla geliyor.

Bu anlama pratiğin içinden baktığımızda sabır, hayat yolunda her durumda kendini Allah’ın razı olduğu çizgide tutmak olarak karşımıza çıkıyor.

Sabrı sadece Mekke’nin bu yıllarında olduğu gibi zorluklar, dıştan gelen hakaret ve baskı gibi durumlar için düşünmemek gerekir. Sabır hayatın her günü her durumda lazım olan bir özelliktir.

Sabrı arabanın fren sistemi gibi düşünebiliriz. Arabada fren ileri, geri, sağ, sol her durumda lazım olacak bir sistemdir.

Arabada frenin yokluğu ne ise, insanda sabrın azlığı ve yokluğu âhirete bakan sonuçları itibarıyla ondan daha kötü bir şeydir.

Öncelikle sabır nefsimizin her türlü isteğine karşı kendimizi ideal çizgide tutmaktır.

39. âyette sabır “İnandığın davada yaşadığın zorluklara karşı sabret, zorluklar seni değiştirmesin, şartların ağırlaşması seni çıktığın yolda geri döndürmesin, her durumda kendini Allah’ın razı olduğu çizgide tut.” mesajı ile geldi.

Başka âyetler de farklı mesajlarla gelecek, onlara da yerinde işaret edeceğiz.

Burada arka arkaya geldiği için sabır namaz ilişkisine kısaca değinelim.

(39-40) SABIR İMANDAN, İMAN DA NAMAZDAN BESLENİR

Sabırla iman arasında doğrudan bir ilişki vardır. Sabra güç, kuvvet dersek, bu gücün beslendiği kaynağın adı imandır, imanın beslendiği en önemli kaynağın adı bütün ibadetlerin özü ve özeti olan namazdır.

Bu ilişkiyi ağaç benzetmesiyle anlatırsak, iman ağaçtır, ibadetler o ağacın suyudur, sabır ve benzeri bütün ahlaki özellik ve güzellikler o ağacın meyvesidir.

İman ağacının günde beş vakit kılınan bilinçli bir namazla beslenmesi, imanın gücü adına çok önemlidir. Bu güç doğrudan sabra yansır.

Burada namazı biraz açalım.

Beş vakit namazın emredilmesinde birçok hikmetler var. Onların en önemlilerinden biri de kişinin beş vakitte Allah’ın huzurunda olma bilincini, her vakte taşıması ve her vakitte her yaptığı işi bu bilinçle yapmasıdır.

Beş vakit namazda “Allah beni görüyor, her yaptığımı biliyor” şuurunun her vakte taşındığı bir hayat düşünün, bu hayatın içine Allah’ın razı olmadığı şeylerin girişi zorlaşır. Böyle bir hayat hem imanı besleyecek hem de sabır konusunda kişiyi güçlendirecektir.

(41-44) SONUÇ EĞİTİMİ: TESELLİ

Bu âyetlerde sonuç eğitimi yine âhiret üzerinden veriliyor. Bağlamı dikkate aldığımızda muhatap Müslümanlar oluyor.

Âhiret üzerinden verilen mesaj şu: Burası imtihan dünyası. Allah yaşadıklarınızı görüyor, biliyor. Bunları yaşayan ilk siz değilsiniz, son da siz olmayacaksınız.

Yapmanız gereken sabır ve namazla vahyin size çizdiği rotayı takip etmek. Dünya hayatı gaye olmak için değil, vasıta olmak için verildi. Bu vasıta istisnasız herkesi âhirete getirecek. Siz gelirken doğru yolda gelin, her şeye rağmen doğru yoldan ayrılmadan gelin.

(45) “GÖREVİN ÖĞÜT VERMEK. SEN DE ZORLAYICI DEĞİLSİN”

Bu âyette Kur’an Peygamberimizi muhatap alıyor. Kur’an’ı bilinçli okuyanlar bilir ki, bu tür âyetlerin tamamında muhatap, peygamberimize ümmet olan herkestir.

Bu âyet şu evrensel mesajı veriyor: Dinde zorlama yoktur. Velev ki olsaydı, bu yetki Peygamberde olurdu. Ona bile bu yetkiyi vermeyen Allah, onun dışında hiç kimseye de vermemiştir.

Zorlama ile öğütün aynı âyet içinde gelmesi de şu mesajı veriyor: Geçici etki istiyorsan, muhatabının sen varken yapan, sen yok yokken yapmayan, iki yüzlü biri olmasını istiyorsan zor kullan.

Kalıcı etki istiyorsan, öğüt ver.

Öğüdünün Kur’an’la verilmesinin özellikle altı çiziliyor. Bunun mesajı da şu: Verdiğin öğüdün referansı Kur’an olsun. Kur’an ve sünnetin ölçülerine uygun olsun.

Burada ölçüleri özetleyen şu iki âyeti öne çıkaralım.

Öğüt konusunda ayrıca Müddessir sûresinin 54-56 âyetlerinin tefsirine bakınız.

(1-45) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Bu sûre sana bana herkese çok şey dedi. Onlara yukarıda satır aralarında işaret ettik. Denilenlerden bir şeyi öne çıkarman gerekirse “Biz insana şah damarından daha yakınız.” diyen 16. âyeti öne çıkarıp kendine şu soruyu sorabilirsin: Bu yakınlığı anlamanın ve iman etmenin sonucu nedir?

Cevap: Allah’ın razı olmadığı her şeyin uzağında durma niyet ve gayretini ortaya koymaktır.

35/90. BELED SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-10 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

ÖNCE KISA ÖZET

Sûre bizim şahitlik anlamını verdiğimiz yeminle başlıyor.

Bu kısa özette ayrıca iniş sırasından buraya kadar olan sûreler de özetleniyor;

Baştan beri Allah’ın razı olmadığı sıfatlar üzerinden yapılan betimlemelerde dikkat çekici bir nokta var. Bütün betimlemeler Alak sûresinin 6. âyetini tefsir ediyor. Orada “(Yaratan Rabbin adıyla okumayan) İnsan azar(haddini aşar).” denmişti.

Sonraki sûre ve âyetlerde de azmanın örnekleri gösterildi.

Yine dikkat çekici bir nokta var.

Alak sûresinin 14. âyetinde oradaki olumsuz örnek üzerinden şu sorulmuştu: “O, Allah’ın (her şeyi) gördüğünü bilmiyor mu?”

Burada da 7. âyette benzer bir soru geliyor: “Kendisini hiç kimsenin görmediğinimi sanıyor?”

Bu iki âyetin ortak mesajı şu oluyor: Bütün manevi bozulmaların temelinde Allah’ı yok sayma vardır. O’nun yok sayıldığı yerde, âhiret gününü yok sayan hesap verme şuurundan uzak yaşayan insanlar vardır.

Özetlersek, Kur’an baştan sona “Yaratan Rabbin adıyla okuyanları ve okumayanları” anlatıyor.

Bu özetten sonra ilk dört âyetin mesajını aşağıdaki başlıklarla açalım,

YERELDEN EVRENSELE MESAJ

Bu sûrenin ilk dört âyetinde dört şey öne çıkıyor:

Bu dört şeyi bir araya getirdiğimizde yerele inen bu âyetlerin evrensele mesajı şu oluyor: Dünya imtihan dünyası; imtihan dünyasında şehirleri değerli yapan taşı toprağı değildir. Orada verilen mücadelelerdir.

Bilin ki, orası Mekke’dir. Bilin ki orası İbrahim’den İsmail’e, İsmail’den Son Elçiye kadar bütün Peygamberlerin tevhid ve teslimiyet mesajının seslendirildiği beldedir.

(4) İNSANIN ZORLUK (KEBED) İÇİNDE YARATILMASI NE DEMEK?

Öncelikle şunu ifade edelim, yerele inen ilk dört âyetin mesajını evrensel olarak anlamamızın sebeplerinden biri de bu âyettir.

Âyet “Biz geçmişten bugüne Mekke’deki insanları zorluk ve sıkıntı içinde yarattık.” demiyor.

Âyet imtihan dünyasının tamamını kuşatan bir dil kullanıyor.

Peki burada kastedilen zorluk nedir? Bu zorluğu iki şekilde anlayabiliriz.

Birincisi insan olmak zordur:

Bu dünyaya gelen her insan doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Buna süreç dersek, bu süreç içinde her insan acıkır, çalışır, yorulur, sevinir, üzülür, kazanır, kaybeder, kavuşur, ayrılır…

Bunlar standart zorluklardır. Bunları inanan inanmayan her insan az-çok yaşar.

İkincisi Allah’ın razı olduğu insan olmak zordur.

Bağlam ile birlikte okuduğumuzda 4. âyette öne çıkan zorluk bu ikinci zorluk oluyor.

Bu zorluk doğduğun beldede sana varlık gayeni öğreten Peygamberin mesajını duymanla başlar.

Tefsir Usulümüzde (11) Peygamber Yasasında Peygamberleri niyet, hedef ve süreç öğretmeni olarak tanımlamıştık. Peygamberin (sav) Peygamberliğine iman eden her insan bu dünyaya geliş amacının “Allah’ın rızasını kazanmak olduğunu” öğrenir.

Günümüzde 2 milyara yakın Müslümanın olduğu bir dünyada “Ben Müslümanım” diyen her insan farkında olarak veya olmayarak bu niyeti ve hedefi ilan eder.

Bu iki milyar insan içinde niyetin ve hedefin farkında olan insanlar bu niyetle yaşamanın zorluğunu hissederler.

Mesela bir Müslüman dese ki,

Burada duralım ve sadece bir ömür boyunca bu sözün arkasında durmanın zorluğunu düşünelim.

Günümüzde bu sözün arkasında değil bir ömür, bir ay, bir hafta bile duramayanların varlığını görünce bu işin zorluğunu anlıyoruz.

Müslüman olmak yani Allah’ın yasalarına teslim olmak ve bir ömür teslimiyet bilinciyle yaşamak zordur.

Peki, bu zorluğu hafifleten nedir? Bu zorluğu katlanabilir hale getiren nedir?

İmandır; terakki etmek, tekâmül etmek, kendini gerçekleştirmek bunların sonucunda iyi insan olma gibi değeri kazanmaktır. Bunu kazanınca Allah’ın rızasını kazanmaktır. Onu kazanınca, bu kazancı, adına cennet denilen ödülle taçlandırmaktır.

Özetlersek, Allah’ın rızasını kazanmak bu dünyadaki en yüksek ve en kalıcı değerdir. Bu değerin bedelini ödemek zordur. Ödenecek bedeller listesinde olmazsa olmaz iki bedel vardır. Biri etrafına güven veren dürüst bir Müslüman olmak, diğeri de “infak”. Dürüst olmaya yukarıda işaret ettik. İnfaka da aşağıda 12. âyette geçen “sarp yokuş/akabe” nedir? sorusunun cevabında değineceğiz.

(5-7) İNSAN AZAR

Kur’an’ın kendi kendini açıklama/tefsir etme özelliği var. Bu özelliğin çok sayıdaki örneklerinden birini bu âyetlerde görüyoruz. 5-7 arası âyetler Alak sûresindeki (6) “(Yaratan Rabbin adıyla okumayan) İnsan azar(haddini aşar).” âyeti açıklıyor.

Orada azma sebebi olarak insanın kendini kendine yeter görmesi öne çıkarken, burada “Hiç kimsenin kendisine asla güç yetiremeyeceğini” zannetme gibi bir aldanmışlık öne çıkıyor.

“Aldanmışlık” diyoruz, çünkü ölüm denilen gerçek karşısında, şu ana kadar herkes mağlubiyet yaşarken, ölümü yenmiş edasıyla konuşmak ve yaşamak tam bir aldanmışlıktır.

6. âyetteki “Yığınla mal harcadım” ifadesi de bu aldanmışlığın arkasındaki sebebi gösteriyor. Bu sebep: Allah’ın verdiği nimetlerin emanet olduğunu unutma, hayat benim dilediğim gibi yaşarım, mal benim dilediği gibi harcarım anlayışı ile yaşamak.

Özetlersek, genelde bütün azma ve sapmaların arkasında tevhid bilincinden uzaklaşma, nimetin emanet olduğunu unutma gibi nedenler var.

(8-9) DONANIMA İŞARET

Burada yine Kur’an’ın kendi kendini açıklayan bir kitap olma özelliğine örnek verelim.

Alak sûresinde “iki oku emri” vardı;

Orada Allah’ın insana kalem ile yazmayı öğretmesinden ve bilmediği şeyleri öğretmesinden bahsedildi.

Burada iki gözden bahsediliyor. Burada iki göz; insanın duyma, tatma, koklama ve deri ile hissetme gibi aklın dış âlemdeki verileri almasında aracı olan tüm duygulara işaret ediyor.

Burada bir dil iki dudak ise, insanın aldığı verileri işledikten sonra onları hayatın içinde bilgi olarak kullanmasına işaret ediyor.

Bu iki işaret de şu gerçeğe işaret ediyor: Allah akıl sahibi her insana imtihan dünyasında başarılı olabilmek için gereken donanımı vermiştir.

Özetlersek, doğru yoldan sapmanın haklı hiçbir mazereti yoktur.

(10) İKİ YOLU ANLATMAK İÇİN SEÇİLEN KELİME: “NCD”

“Ve Biz Ona (biri doğru, diğeri yanlış) iki yol göstermedik mi?”

Arapçada yol manasına gelen (sırat, tarik, sebil.. gibi) kelimeler varken, burada neden “necdeyn” ifadesi seçildi.

“Ncd” kökünden gelen kelimelere yakından baktığımızda bu kelimede dağın tepesi gibi yüksek, belirgin olma, uzaktan fark edilebilir olma gibi anlamları görüyoruz. Bu anlamlardan şunu anlıyoruz: Burada anlatılan yol belirgin bir yol. Çok derin bilgi sahibi olmadan bile yola bakılsa yolun üzerindeki alametlerden yolun iyi mi kötü mü, doğru mu yanlış mı olduğu kolayca anlaşılabiliyor.

Yani burada gösterilen yol; siyah beyaz gibi net fark edilen iki yol.

(7-8) “GÖRME” ÜZERİNDEN VERİLEN İNCE MESAJ

İnce mesajı 7. ve 8. âyetlerde görüyoruz.

Bu iki âyet de soru cümlesi olarak aklı muhatap alıyor. Görme organına vurgu yaparak, bu konu üzerinden insana “bir düşün” mesajı veriyor.

İnsan düşündüğünde şunu anlıyor:

Özetle, bu âyetler şu mesajı veriyor: Gözü veren Allah senin her yaptığını görendir. Kulağı veren Allah her duyduğunu bilendir. Madem öyle bu gerçekleri bilerek yaşa.

11-20 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(11-16) “SARP YOKUŞ NEDİR?” … İNFAKTIR, VERMEKTİR

Sarp yokuşun ne olduğuna âyetin mealindeki parantez içi açıklamalarda değindik. Şimdi onları genişletelim.

Âyeti yüzeysel okuyan herkes burada sarp yokuştan kastedilenin fiziki bir yokuş olmadığını anlıyor. Burada Kur’an bir kere daha âyetlerini âyetleriyle açıklama yöntemini kullanıyor.

Bu âyetler 4. âyeti (Biz insanı kebed/zorluk içinde yarattık) açıklıyor. Bu açıklamayı dikkate aldığımızda 4. âyeti “Biz insanı sarp yokuşları aşması için yarattık” şeklinde de anlayabiliriz.

Bu âyetleri daha önce İnşirah sûresinde geçen “Her zorluk ile birlikte bir kolaylık vardır.” âyetiyle birlikte anlamak da mümkündür.

Burada sarp yokuş “zorluk” olurken, “kolaylık” bu yokuşu aşmanın ardından gelen iyi insan olma ve cennet gibi ödüllere işaret ediyor.

11-16 arası âyetlerin konusu infak/vermek.

Kur’an 11-16 âyetlerde bazı iyilik örnekleri üzerinden insanların muhtaç insanlara yardım etmesinden bahsediyor.

Ama bunu yaparken, yapılanların imanla bağlantısını kurup, Allah yolunda verme/infak etme başlığı altında saymıyor. Onu 17. âyette yapıyor.

Bu âyetlerde ifadeyi özellikle genel tutuyor. Buradan şunu anlıyoruz: Kur’an dolaylı olarak diyor ki, sürekli kendini düşünen bencillerden olmayın. İyilik yapmak insan olmanın gereğidir.

Kur’an bu dolaylı anlatımıyla, bu sûrenin 6. âyetinde sürekli çıkar amaçlı, sürekli menfaatini gözeterek “Yığınla mal harcadım” diyen bencil insana bir gönderme yapıyor.

Âyete daha geniş bir açıdan bakarsak, bu dünyanın dekorunda fayda vermek var. Yani yaratılan her şey fayda vermek için yaratılmış; güneş ışığını, inek sütünü, arı balını veriyor... Etrafımıza baktığımızda ekosistemde ne varsa ya doğrudan ya da dolaylı olarak insana fayda veriyor.

Bu fayda üzerinden insana verilen mesaj şu: Ey insan! Bu dünyada hiçbir şey bencillik yapmıyor. Senin dışında her şeye sana fayda veriyor. Sen de bencillik yapma. Başkalarına fayda ver. Bil ki, başkalarına fayda verdiğinde, kendine de en büyük faydayı vermiş olacaksın.

Burada fayda başlığı altında sayılanların tamamı örnek bir anlatım. İçinde yaşadığımız toplumda, insanların öncelikli ihtiyaçları neler ise onlar öne çıkabilir.

Burada anlatılan iyilik çeşitlerine, aşağıda güncel bir bakış açısı ile değineceğiz.

(13) KÖLELİK SORUNUNA İSLAM’IN BAKIŞI NEDİR?

İniş sırasında bu âyet kölelik konusunun önümüze çıktığı ilk yer. Köle ifadesi genelde erkek köleler için kullanılırken, cariye ifadesi de kadın köleler için kullanılıyor.

Kölelik konusunda öncelikle bilmemiz gereken şeylerden biri de İslam dininin bu sorunun/problemin kaynağı olmadığı, bu sorunu 7. asırda Arap toplumunda önünde hazır bulunduğu gerçeğidir.

Bu sorun, o gün sadece Arap toplumda yoktu; savaşların, işgallerin, kervan basmaların, insan kaçırmaların çok yaygın olduğu bir dünyada her ülkede görülen sorunlardan biriydi. Esirler için üç seçenek vardı; ya ölecek, ya esir takasında kullanılacak, ya da köle pazarında satılıp, onu satın alan efendiye hizmet edecekti.

O gün için önemli bir ticaret merkezi olan Mekke’de yaygın olan ticaret türlerinden biri de köle pazarlarında köle ticaretiydi. Mekke’deki kölelerin büyük çoğunluğu bu şekilde sahiplenilen insanlardı.

Bu tespitten sonra başlıktaki sorunun cevabını gelirsek, İslam iniş sırasında bu konuya öncelik vermekle şu mesajı veriyor: “Kölelik benim sorunlar listemde en başta gördüğüm sorunlardan biridir. Eğer iyi bir insan olma yolunda sarp yokuşu aşmak istiyorsanız, insanlıkla bağdaşmayan bu sorunun çözümü için adım atın.”

Özetlersek, Peygamber Efendimizin (sav) bu âyetin inişinden son âyetin indiği güne kadar, kölelik konusunda attığı bütün adımlar bu sorunu sıfırlamaya yönelikti. Ama sorun büyüktü. Konuya tedrici olarak yaklaşmak gerekiyordu. 23 yılda sıfırlanamadı ama bu konuda vahyin rehberliğinde hareket eden Peygamber Efendimiz (sav) İslam’ın bu konudaki niyetini ve hedefini ortaya koydu. Bu konudaki uygulamaları ile “İslam’ın inşa ettiği dünyada kula kulluğa yer yoktur.” mesajını verdi

İslam’ın bu konuda niyet ve hedefi çok net olmasına rağmen, Peygamber Efendimizden sonraki tarihi gelişmeler bu işin sıfırlanması yönündeki adımları yavaşlattı.

(14-16) ZEKATIN GÜNCELLENMESİ

Bu âyetler burada farz olan zekat başlığı altında verilmiyor. Ama daha önce de ifade ettik, Mekke’deki bütün verme teşvikleri Medine döneminde farz olacak zekata hazırlık amaçlı yapılıyor.

O yüzden bu âyetleri zekat başlığı altında değerlendirmek de mümkün. Biz zekat konusunu hem Tefsir Usulümüzde (27) İnfak Yasası altında hem de Farklı Bir Açıdan İslam kitabımızda (sayfa 259) zekat başlığı altında geniş olarak açıkladık. İslam kitabımızda zekatın özünün günümüze uyarlanması hakkında geniş değerlendirmeler yaptık.

(18-19) KUR’AN’DA SAĞCILIK SOLCULUK VAR MIDIR?

Günümüzde dünyanın birçok ülkesinde siyasi partiler için temsil ettikleri görüşler nedeniyle sağcı ve solcu nitelemesi yapılıyor veya onlar kendilerini bu şekilde tanımlayabiliyor.

Bu tanımaların tarihi geçmişine bakılabilir, o geçmişten iz sürerek Kur’an’daki sağ sol ifadeleri ile bağlantılar araştırılabilir ama burada şunu net bir şekilde ifade etmemiz gerekiyor: Kur’an’ın indiği zaman dilimi itibarıyla günümüz anlamında bir sağcı solcu ayrımı dünyanın hiçbir yerinde yoktu.

O gün de ondan önce de dünyanın birçok ülkesinde sağın soldan üste görülmesi, sağın aziz, solun zelil olarak değerlendirilmesi gibi geleneksel uygulamalar vardı.

Mesela zengin olan veya yönetici konumunda olan insanlar değer verdikleri kişiler için “o benim sağ kolum” derken, değer vermedikleri kişiler için de “o benim sol kolum” ifadesini kullanıyorlardı.

Kur’an bu âyetlerde geleneğin ve kültürün dilini tercih etti.

Tamamen konjonktürel olan bir durumu, tarihi arka planından bağımsız olarak günümüze getirmek ve Kur’an’ın sağ-sol ifadeleri üzerinden günümüz partilerini ve o partilere taraf olan insanları değerlendirmek Kur’an’dan onay almaz.

Özetlersek, Kur’an için niyetler ve o niyetlerin şahidi olan ameller önemlidir.

ARA BİLGİ: Kur’an’da kitapları sağdan ve soldan verilecek insanlardan bahsedilirken, bu konunun en fazla öne çıktığı sûre Vakıa sûresidir. Biz 17. ve 18. âyetlerde geçen Ashabu’l-meymeneh ve Ashabu’l-meşemeh ifadeleri ilgili açıklamaları o sûrede geniş olarak yapacağız.

(18-20) SARP YOKUŞLA BİRLİKTE SONUÇ EĞİTİMİ

Sonuç eğitimi sûrenin sonunda bir kere daha karşımıza çıkıyor. Daha önce ifade ettik, bu dünyada başımızı sağa sola çevirmeye, bir şeye bakmaya ve bakmamaya tercih dersek, tercih yapmadığımız an neredeyse yok gibidir.

Kur’an’da geçmiş ve gelecek üzerinden verilen sonuç eğitimi “Neden bu kadar çok karşımıza çıkıyor?” sorusunun öncelikli cevabı yaptığımız tercih sıklığıdır.

Kur’an hayat kitabı; hayatın rehber kitabı olduğu için tercihlerimizi, sonuçlarını düşünerek yapmamızı istiyor.

Bu âyetlerde tercih yapan her insana verilen mesaj şu: Âhirette kitabını hangi taraftan almak istiyorsan, tercihlerini ona göre yap. Allah’ın razı olmadığı tercihleri yaparsan kitabını soldan alacak ve kendini cehennemde bulacaksın. Bu sonucu yaşamak veya yaşamamak şu an ki tercihlerine bağlı.

(1-20) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Bu sûreyi baştan sona kendine hitap ediyor gibi okuyabilirsin. Böyle okuduğunda şöyle anlayabilirsin;

Bütün bunların şahit olacağını anlamak büyük bir farkındalıktır. Bu farkındalığın sağlaması, önündeki akabeyi aşma yolunda onların aleyhte şahitlik yapacağı her şeyden sakınmaktır.

36/86. TÂRIK SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-17 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(1-17) SEN AZ ÖNCE TÂRIK SÛRESİNDE NE OKUDUN?

Başlık ilginç. Bir gerçeğin farkına vardırma adına sizin de bu sûreyi okuyan birine başlıktaki soruyu sormanızı tavsiye ediyoruz.

Özelde bu sûreyi genelde bütün Kur’an’ı okuyanlardan bazıları zannediyor ki, bu kitabı gönderen “bu kitap okunsun” diye gönderdi ve bu zannın sonucu olarak sadece bu kitabı okuyorlar ve yine zannediyorlar ki, sadece bu kitabı okumanın sevabı var.

Bu ifadelerimizi bu sûrenin âyetleri üzerinden açalım.

Soru şuydu “Sen az önce Târık sûresinden ne okudun?”

Cevap: “Ben az önce gökyüzünden, yıldızdan, insanın yaratılışından, dönüşlü gökyüzünden (güneşten, buharlaşmadan, buluttan, yağmurdan), yeryüzünden (tohumdan, bitkiden) bahseden bir sûre okudum.”

Soruyu bir kere daha soralım “Sen az önce ne okudun?”

Şimdi soralım: Kur’an’dan Tarık sûresini okuyan birine “Sen ne okudun sorusunu?” sorsak ve bu cevapları alsak, bu cevaplar doğru mudur?

Bu cevaplara “Eksiği var şunları da ilave edelim.” denilebilir ama kimse bu cevaplara “yanlış” diyemez.

Bu durumda Kur’an okumak,

Bu durumda Kur’an okumak ne kadar önemli ve gerekliyse onu açıklayan, onun mesajının doğruluğuna şahitlik yapan yaratılan âyetleri okumak da en az onun kadar önemlidir ve gereklidir.

Özetlersek, dileriz bir gün dünyanın her yerinde her Müslüman “Sen az önce ne okudun?” sorusuna eksiklerini tamamlayarak bu ve benzeri cevapları verir…

1-4 ÂYETLERİN TEFSİRİNİ BİRAZ FARKLI YAPACAĞIZ

Kur’an âyetlerinde genelde şöyle bir özellik var: Cenab-ı Hak bazı âyetlerde anlam aralığını daraltıyor ve dolaylı olarak diyor ki: Bu âyetlerden bunları anlamanızı istiyorum.

Bazı âyetlerde ise anlam aralığını çok geniş bırakıyor. “Bu âyetlere çok geniş anlamlar yükledim, bu âyetleri paket yaptım, her asra ayrı bir mana hediyesi gönderdim.” diyor.

Tarık sûresi de genelde Mekke’de inen diğer bütün kısa sûreler gibi anlam zenginliği ve mesaj yoğunluğu çok fazla olan sûrelerden biri. Bu zenginliğe dikkat çekmek için 1-4 âyetler için farklı bir değerlendirme yapacağız.

Önce Şahitle, Şahitlik Edilen Konu Arasındaki İlişkiye Bakalım

1-3 âyetlerde üzerine yemin edilen; şahit gösterilen sema ve yıldız var. 4. âyette de şahitlerin şahitlik ettiği bir konu var.

Normal şartlarda bu şekilde gelen bütün âyetler için genel değerlendirmemiz şu oluyor: Allah (cc) Gökyüzü, güneş, ay, yıldız gibi yaratılan âyetleri, indirilen âyetlerde geçen konuların şahidi yapıyor ve bunun üzerinden şu mesajı veriyor: “Kâinatı yaratan kim ise, bu kitabı gönderen de O’dur. İndirilen âyetlerin doğruluğu yaratılan âyetlerin doğruluğuna şahittir.”

Bu tespitimiz Kur’an’da şahitlik yapan bütün kasem/yemin âyetleri için geçerlidir. Buna genel değerlendirme dersek, bir de özel değerlendirme var. O da şu: şahitlik edenle edilen konu arasındaki bağlantı.

Bu bağlantıyı bulmak için soralım,

Yıldızla, koruyucu arasında bağlantı var mı?

Yani 1-3 âyetlerde bahsedilen Tarık yıldızı ile 4. âyette bahsedilen “Her insan üzerindeki koruyucu” arasında bir bağlantı olabilir mi?

Önce şunu ifade edelim. İlk tefsirlerden günümüze kadar bu koruyucunun kim olabileceği konusunda çok farklı yorumlar yapılmış. Biz de mealimizde benzer yorumlar yaptık.

Biz şuna inanıyoruz: Bu tür yorum genişliğine izin veren âyetlerde bu yorumların hepsinin az-çok doğru olma ihtimali vardır.

Burada âyetin ruhuna en uygun yorum hangisi olabilir ona bakacağız.

Bu yorumu bulmak için soralım, genelde yıldız, özelde Tarık yıldızı 7. asırda yaşayan Arap toplumu için ne ifade ediyordu?

Cevap: Yıldızlar özellikle de Târık gibi gece çok parlak bir şekilde gökyüzünde kendini fark ettiren yıldızlar Araplar için çok önemliydi.

Malum Mekke’nin etrafı kayalık ve çöldü. Uzun yolculuğa çıkan kervanlar için gökteki yıldızlar pusula görevi görüyordu. Karanlık gecede yıldız demek, bir sürü yanlış yol içinde doğru yolu ve yönü gösteren rehberdi.

Yani yıldız demek (doğruyu yanlıştan ayırmada yardımcı olan) Faruk demekti.

7. asırda Târık yıldızının bir Mekkeli için ne anlama geldiğini tespit ettikten sonra, 4. âyete bakalım ve soralım insanı koruyan nedir?

Cevap: İnsanda var olan bütün donanım sökülen takılan bir donanım olsaydı, neyi alsaydık, insan doğruyu yanlıştan ayıramaz hale gelir ve kendini bir yanlışa karşı koruyamazdı?

Bu sorunun cevabı akıldır. Başında akıl olmayan insan, zifiri karanlıkta pusulası olmayan gemi gibidir.

Bu açıklamadan sonra 1-4 âyetleri şöyle okuyabiliriz: Yaratılan âyetlerden gökyüzü şahit olsun, gökyüzündeki pusulalar, rehberler şahit olsun ki, biz her insana -vahyin rehberliğinde kullandığında- onu yanlışa düşmekten, yanlış yollara gitmekten koruyacak akıl nimeti verdik.

Âyetin böyle anlamaya da müsait olduğunu düşünüyoruz.

Şimdi bu anlamı merkeze alarak, diğer âyetlere bakalım.

(5-14) İNSAN VAHYİN REHBERLİĞİNDE HAREKET EDEN AKLIYLA BAKSIN

Kur’an’da “İnsan neden yaratıldığına bir baksın.” Şeklinde gelen tüm âyetleri arka planıyla birlikte değerlendirdiğimizde şöyledir.

(Yaratan Rabbin Adıyla Kur’an Okuyan) İnsan (vahyin rehberliğinde hareket eden aklıyla) neden ve nasıl yaratıldığına baksın.

Böyle bakmazsa ne olur?

Cevap: Aklın koruyucu özelliği aktif olmaz. “Yaratılan her şeyle, yaratıcı arasında bağlantı kursun” diye verilen akıl, adına “bilimsellik” der ve gider tabiatla, tesadüfle bağlantı kurar.

Akıl vahyin rehberliğinde hareket etmediğinde, ebedi hayatı kaybetme gibi büyük bir yanlışın sebebi olur.

Aklı bu şekilde anladıktan sonra diğer âyetlere kısaca bakalım.

(5-7) ATEİSTLERİN “BİLİMSEL DEĞİL” DEDİKLERİ ÂYETLER

Bazı ateistlerin iddiası şu: “Kur’an Allah’ın kelamı değildir. Muhammed bin Abdullah’ın 7. asrın bilgi seviyesinden yazdığı basit ve içinde bilimsel konularda tutarsızlıklar olan bir kitaptır.”

Bu iddia için delil gösterilen âyetlerden biri de buradaki âyetler.

Bu sûreye gelene kadar bu iddiaya doğrudan ve dolaylı cevaplar verdik. Özellikle Alak sûresinin ilk âyetleri için yazdıklarımıza bakılabilir.

Burada şu gerçeğin altını çizelim: Bu iddiayı seslendiren ateistler hayatın gerçeklerini görmüyorlar. Psikoloji, pedagoji ve sosyoloji gibi bilimlerden habersizmiş gibi davranıyorlar. Bilgiyi verirken en temel bilgi olan muhatabın seviyesinin dikkate alınması gerçeğini unutuyorlar.

Bunu unuttukları için de getirdikleri eleştiri şuna benziyor.

Bir gün bir uçak mühendisi ilkokul çocuklarına uçağı gezdiriyor. Çocuklar Uçak mühendisine soruyorlar: Bu uçak nasıl çalışır? Bu soru karşısında Mühendis -karşısındakilerin çocuk olduğunu unutup- başlıyor anlatmaya: “Boing 737 model uçağımızda eksenel beslemeli, çoklu yakıt enjeksiyonlu 4 turbo şarjlı motorumuzun gücüyle pervaneler döndürülüyor. FADEC sistemiyle yakıt/hava karışım oranını ayarlayıp, EPR değerlerini ölçerek EGT'yi kontrol ediyoruz. Fuelcut-off ile motor durdurulabiliyor. Hidrolik sistemler sayesinde kanat eğimleri ve dümenler yönlendiriliyor. INS ve IRS sistemleri ile uçuş planlaması yapılıyor. Fly-by-wire ile uçağın tüm sistemleri dijital olarak senkronize ediliyor…”

Ne anladık? … Böyle bir anlatım eğitimin doğasına uygun mudur?

Allah (cc) dileseydi Kur’an’da bilimlere işaret eden her konuyu uçak mühendisinin anlattığı seviyenin çok üstünde anlatabilirdi,

İnsanı yaratan kudretin bunu yapamayacağını düşünmek, matematik profesörünün 2 + 2’nin cevabını bilemeyeceğini düşünmek gibi bir şey olurdu.

Ateistler Kur’an’ın bilimsel bir kitap olmadığını onun bir hidâyet kitabı olduğunu unutuyorlar.

Kur’an bir hidâyet kitabı olduğu için bilimsel konulara o asrın insanın bilgisi üzerinden işaret ediyor. Bazen o seviyenin bir iki tık üzerine çıktığı da oluyor.198

O asırda doğum konusunda genel halk bilgisi nasıldı?

İnsanlar genelde iki şeyi çok iyi biliyorlardı.

7. asrın bilgi seviyesinden ve Kur’an’ın önceliklerinden baktığımızda “Kur’an neden aradaki bütün ayrıntıyı atladı?” demenin hiçbir makul ve mantıklı tarafı yok.

(9, 10) SONUÇ EĞİTİMİ: SIRLAR ORTAYA ÇIKACAK

Aklı muhatap alan vahiy, aklın önüne delilleri koyduktan sonra dolaylı olarak şunu diyor: Ey akıl sahibi insan! Şimdi bir düşün. Yaratılışı bir tek hücreden başlayan, sonrasında 37 trilyon hücresi olan insanı yaratan Allah’ın, ikinci kez yaratmada aciz kalacağı düşünülebilir mi? Âhiretin olmayacağı, orada dünyada ki bütün sırların ortaya çıkacağı inkar edilebilir mi?

Bunları düşündüren âyetler şu mesajı veriyor: Adına sır dediğiniz hiçbir şey Allah’tan gizli kalmaz. Ortaya çıktığında sizi mahcup edecek ne kadar sırrınız varsa, onları dünyadayken önünüze koyun. Onların önce tevbesini yapın, sonra da bir daha tekrar etmemenin sözünü verin. Çünkü en güzel tevbe, aynı günahı tekrar etmeyerek yapılan tevbedir.

(9) 4. ÂYETİ SIRLARLA BİRLİKTE DÜŞÜNÜRSEK

Dördüncü âyetin yorumunda bir anlam genişliğinden bahsetmiştik. O anlamlara mealimizde; bu sûrenin girişinde ve parantez aralarında değinmiştik.

Bunu dikkate aldığımızda 4. âyeti şöyle de anlayabiliriz. Allah her insanı kayıt cihazıyla birlikte yaratmıştır. Bu kayıt cihazlarında onun yaptıkları kaydedilir. Onlar kıyamet gününe kadar muhafaza edilir ve oradaki bütün kayıtlar mahşerde ortaya çıkar.199

Bu kayıt cihazları nedir?

Bunlara dört kayıt cihazı dersek, bunların yanına Allah’ın Alîm ismiyle her şeyi bilmesini de ilave edersek. Her insanın her yaptığı, bu 5 beş farklı kayıt cihazıyla kaydediliyor.

Bu kadar kayıtın varlığı insana şu mesajı veriyor: Ey insan! Kayıt varsa, kesinlikle bu kayıtların seyredileceği bir âlem de olacak. Hayattayken bu kayıtlar üzerinde tevbe isimli programla montaj yapabilirsin. Bu montajı yapmazsan bütün sırların açığa çıktığı gün büyük pişmanlıklar yaşayabilirsin.

(15-16) SÜNNETİ SENİYYE = TUZAKLARI BOZMANIN YOLU

“Tuzak” konusuna daha önce değinmiştik. Burada orada anlattıklarımız üzerinden devam edelim.

Burada şu soruyu soralım: Mekke’de kurulan tuzak neydi?

Mekke’de kurulan tuzak, yere çukur kazıp, sonra üstünü örtme şeklinde veya bir duvarın arkasına pusu kurup saldırma şeklinde tuzaklar değildi.

Mekke’deki tuzak, bir bahane bulup Müslümanlara saldırma tuzağıydı. Bu tuzağı aktif hale getirme adına önce az sayıda Müslümanın kendilerine saldırmaları için onlara her türlü baskı ve işkenceyi yaptılar. Eğer Müslümanlar bu tuzağa düşüp onlara saldırsaydı, bu saldırı müşriklerin Müslümanları ezmesi için gerekçe olacaktı.

İşte, Müslümanlar bu tuzağa düşmesin diye, vahiy Kur’an’ın ilk âyetinden son âyetine kadar rehberlik yaptı.

İlk inen emir, “saldırana saldır” emri değildi. İlk inen emir “oku” emriydi. Oku emri üzerinden verilen mesaj şuydu: Siz bilgi toplumu olacaksınız. Duygusal, tepkisel hareket etmeyeceksiniz. Bugünden yarınları düşüneceksiniz.

Gelen âyetler bilgi toplumuna rehberlik yapacak, onları şiddetten uzak tutacak bir dille geldi.

Bu âyetler 13 yıllık Mekke döneminin stratejisini belirledi. Peygamber Efendimiz duygusal ve tepkisel hareket etmedi. Güçler dengesini dikkate aldı. Düşmanları onu sürekli boks maçı için ringe davet ederken, o sürekli güçlü olanın değil, doğru hamleler yapan ve akıllı olanın kazanacağı satrancı tercih etti.

Özetlersek, adına sünnet-i seniyye dediğimiz yol, bütün zamanlarda Müslümanların kendilerine kurulan tuzakları boşa çıkarmada izleyecekleri yoldur.

(17) KAFİRLERE VERİLEN SÜRENİN GÜNÜMÜZE MESAJI

Buradaki 17. âyetin benzerini Kalem sûresinin 48. âyetinde şöyle görmüştük.

“(Çünkü burası imtihan dünyası, koyduğum yasalar gereğince) Ben onlara süre tanıyorum. (Onların kurdukları tuzaklar, yaptıkları planlar karşısında) Benim planım (onların bütün tuzaklarını boşa çıkaracak kadar) sağlamdır.”

Orada yazdıklarımıza şunları ilave edelim.

Allah’ın kafirlere süre vermesi “Ben onları yakında helak edeceğim, onlara süre verin.” anlamında bir süre değildi. Böyle olmadığını Kur’an’ın 23 yıllık iniş sürecinden biliyoruz.

Burada verilen süre şuydu: Peygamberimiz (sav) davet ettiği insanların hidâyetini çok istiyordu. Bir an önce küfrün bataklığından kurtulsunlar, ecel gelmeden önce iman etsinler istiyordu. Bu isteğin ne kadar güçlü bir istek olduğunu daha sonra inen âyetlerde şöyle gördük:

“(Resûlüm! İnsanları o kadar çok seviyor, onların ebedi hayatlarını öylesine dert ediniyorsun ki)Onlar(bu kitabın âyetlerine) iman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın!”202

Kur’an, “süre verin” derken Peygamberimiz üzerinden bütün zamanlara şu mesajı verdi. “Psikolojik ve sosyolojik olarak bireylerin ve toplumların alışkanlıklarının değişmesi zamana bağlıdır. Bir insanın bir inançtan veya alışkanlıktan vazgeçmesini istiyorsanız, bunun birden olmayacağını bilin. Zamanla kazanılan bütün alışkanların terki için yine zamanın geçmesi gerekir. İnanç noktasında, sizdeki alt yapıya sahip olmayan insanlardan, sizin inandığınız şeylere hemen inanmasını beklemeyin. Onlara süre verin.

Siz bilgi toplumu olun. Güzel örnek olma görevini yerine getirin. Sonucu Allah’a bırakın. Çünkü hidâyeti verecek olan Allah’tır.”

(1-17) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

“Bu sûrenin âyetleri bana ne diyor?” diye sorduğunda ilk aklına gelecek ayetlerden biri 4. âyet olsun. Senin üzerindeki en önemli koruyuculardan biri de vahyin rehberliğinde hareket eden akıldır.

Böyle bir akıl için Allah’ın dininde her şey makuldür. Her şeyin makul bir açıklaması vardır.

Aklın bu kıvama geldiğinde -Allah’ın izniyle- seni her türlü kayma ve sapmalardan korur.

37/54. KAMER SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

PEYGAMBER KISSALARI HAKKINDA GENEL BİR DEĞERLENDİRME

Öncelikle şunu ifade edelim: Neden bu sûrenin başında böyle genel bir değerlendirme yapıyoruz?

Çünkü bu sûrede öncekilerde olmayan bir şey var; bu sûrede ilk kez tarih bilimi üzerinden geçmiş peygamberlerin kıssalarına detaylı bir giriş yapılıyor. Bu girişe müfredat mantığı üzerinden bakarsak, önceki derslerde Kur’an tarih dersine iniş sırasında birkaç sûrede sadece isimlerini ve bazı özelliklerini verdiği Ad, Semud ve Firavun” kavimleri ile başlamıştı.203

Bu sûrede bu isimlerin yanına Hz. Nuh ve Lut da (as) ilave edildi. Bu beş kavme ait kıssa ilk kez bu sûrede arka arkaya ve geniş olarak karşımıza çıktı.

Bu kıssaların bazı ortak özellikleri var.

  1. Tarih ilmi üzerinden Hz. Muhammed’in Peygamberliğine şahitlik yapmak.

  2. Tarih ilmi üzerinden sonuç eğitimi vermek.

  3. Tarih ilmi üzerinden öğüt, uyarı ve helak yasasının nasıl işlediğini göstermek.

  4. Tarih anlatırken, senaryo ve sinema teknikleri kullanarak mesajın etkisini artırmak.

  5. Tarihi, zamandan bağımsız “an”da anlatmak

Kıssalarla ilgili bu 5 ortak özelliği aşağıdaki başlıklar altında ele alacağız.

1) TARİH İLMİNİN HZ. MUHAMMED’İN (SAV) PEYGAMBERLİĞİNE ŞAHİTLİK ETMESİ

Bu ve benzeri soruları sorduğumuzda, en başa koyacağımız cevaplardan biri şu: Kur’an tarihi yani geçmiş peygamber kıssalarını Peygamber Efendimizin (sav) Peygamberliğine şahit yapıyor. Bu şahitliğin önemine aşağıda değineceğiz.

Ondan önce, bu konu için önemli olan şu sorumuzun cevabına bakalım.

7. Asırda Mekke Toplumunun ve Hz. Muhammed’in Tarih Bilgisi ne kadardı?

Bazıları “Kur’an’da anlatılan kıssalar Mekkeliler tarafından biliniyordu.” diyorlar. Bazı ateistler bu bilgiden yola çıkarak “Muhammed tarih biliyordu. Bu kıssaları yazmak onun için zor olmadı.” iddiasını ileri sürüyorlar.

Bakalım bu iddialar doğru mu?

Bu konuda ilgili bütün kaynaklara baktığımızda şunu görüyoruz: Mekke’de yaşayan Arapların bu sûrede geçen ve geçmeyen Peygamberler hakkında bilgisi vardı.

Bunu dedikten sonra şu soruların cevabını vermek gerekiyor;

Bu konuda günümüzün bilgi ölçme seviyelerinden yola çıkarak bilgi sahibi olabiliriz.

Şu soruyu soralım: Varsayalım Ankara’da yaşıyorsunuz, Kızılay Güven parkta konusu tarih olan bir sokak röportajı yapıyor ve şu soruyu her yaştan ve her eğitim seviyesinden 100 insana soruyorsunuz: Bundan 500 yıl önce Ankara çevresinde yapılan bir savaştan ve o savaşa ait üç önemli ayrıntıdan bahseder misiniz?

Şimdi şu soruları soralım: Ankara halkı tarih biliyor mu? Evet.

Günümüzde teknolojinin bu kadar geliştiği, tarih hakkında binlerce yazılı ve görsel bilgiye ulaşmanın çok kolay olduğu bir zamanda ortaya çıkan bu tarih bilgisinden yola çıkalım ve aynı sokak röportajını, bundan 1400 yıl öncenin Mekke’sinde Kabe’nin yanında yapalım.

Yaparken de bu şehirde 10 bin kişi yaşadığını bunlar içinde okuma yazma bilenin de 17 (on yedi kişi) civarında olduğunu dikkate alalım.

Sorularımız şunlar:

Bu soruya alacağımız cevaplar Mekke toplumunun tarih seviyesini gösterecek.

Seviye ölçmek için kullandığımızda bu örnekten yola çıkarsak, 7. asırda Mekke müşriklerinin o bölgeye 1000-2000 km uzaklıkta bir mesafede olan ve o güne göre yaklaşık 2000-5000 yıl önce yaşanmış olay hakkında bilgi seviyesi için şu değerlendirmeleri yapabiliriz.

Peki peygamber olmadan önce Hz. Muhammed’in tarih bilgisinin seviyesi ne idi?

Cevap: Bahsettiğimiz şekilde toplumun genel ortalaması kadardı.

Kur’an’ın indiği ortamın tarih bilgi seviyesini ölçtükten sonra aşağıdaki soruyla devam edelim?

Kur’an’ın Geçmiş Kavimlere Ait Kıssaları Anlatmasının En Önemli Sebebi Nedir?

Evet soru bu. Çok şey sayılabilir ama en önemlisi nedir? Neden Kur’an yaklaşık 2000 âyetiyle bu konuya büyük yer veriyor?

Bu sorunun cevabı üzerinde düşünen hemen herkesin geleceği noktanın “güven vermek” olduğunu düşünüyoruz.

Hayalen 14 asır önceye gidelim. Bir sabah uyanıyorsunuz, Mekke sokaklarında dolaşırken isminin Muhammed olduğunu öğrendiğiniz birinin Peygamber olduğunu ve bu kişinin geçmişe ve geleceğe dair birtakım haberler verdiğini duyuyorsunuz.

Burada soru şu: Size çok önemli bir haberi veren kişinde en fazla hangi özelliği ararsınız?

Cevap: Güven/doğruluk/dürüstlük…

Bundan sonra şu aşamaya geçersiniz.

Sorgulama Araştırma Aşaması

Çevrede onu tanıyan insanlara sorduğunuzda, Hz. Muhammed’in Mekke şehrinin en güvenilir insanı olduğunu öğrenirsiniz. Bununla da yetinmez yakından tanıyan; onun davet ettiği dine inanan ve inanmayan insanlara şunları sorarsınız.

Bu ve benzeri soruları ne kadar çoğaltırsanız çoğaltın aldığınız cevap “hayır” oluyor.

İşte bu “hayır” cevabı ona güveni arttırıyor; Onun kendi bildiğini veya uydurduğunu değil, kendisine geleni anlattığına şahit oluyor.

Burada bir noktaya daha işaret edelim,

Eğer, haşa bu bilgileri Peygamberimiz kendi uyduruyor olsaydı, daha inandırıcı olma adına şöyle bir yöntem izleyebilirdi.

23 yılda bu kavimler hakkında zamana serperek anlatacağı şeyleri zamana yaymak yerine baştan anlatabilirdi. Ama “anlatmadı” değil “anlatamadı.” Çünkü o kavimler hakkında detaylı bilgisi yoktu. O da vahiy geldikçe detayları öğreniyor, öğrendiklerini de üzerine bir şey ilave etmeden olduğu gibi anlatıyordu.

Özetlersek, geçmiş Peygamberlerin ve kavimlerin kıssası birçok mesajı vermenin yanında en başa “güven verme” işini koyuyor ve şu mesajı veriyor: Kur’an insan sözü olamaz. Hz. Muhammed’den duyduğunuz her şeye Allah’tan duymuş gibi iman edebilirsiniz. Bu konuda zerre şüpheniz olmasın.

2) TARİH EĞİTİMİ ÜZERİNDEN SONUÇ EĞİTİMİ

Bu konuda Tefsir Usulümüzde (26) Sonuç Eğitimi Yasasında ve önceki sûrelerin tefsirinde çok sayıda örnek verdik.

Bu sûrede sonuç eğitimi tarih üzerinden veriliyor. Kur’an dünyayı büyük bir sinema salonu yapıyor ve bu sinema salonunda beş kavmin yaptıkları tercihleri ve yaşadıkları sonuçları bize izletiyor.

Burada mesaj şu: Bu dünyayı yaratan ve yasaları koyan Allah’tır. Bu yasalara uymayanlar dünyada ve âhirette bunun sonuçlarını yaşarlar. Benzer sonuçları yaşamak istemiyorsanız, geçmişten ders alın, gelecekteki tercihlerinizi ona göre yapın.

3) ÖĞÜT, UYARI VE HELAK YASASININ İŞLEYİŞİ

Öğüt vermek

Aşağıdaki 5 kıssada en fazla öne çıkan ifadelerden biri öğüt. Biz öğüt konusuna Müddessir sûresinin 52. âyetinde değindik. Açıklamaları oraya havale ediyoruz.

Burada bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz.

Bu sûrede şu âyet aşağıdaki beş kıssanın dördünün sonunda dört defa geçiyor: “Doğrusu Biz (bu) Kur’an’ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. Yok mu öğüt alan?”204

Bu âyetlerin kıssaların sonunda yer almasından şunu anlıyoruz: Öğüt vermek önemli ama ondan daha önemlisi öğüt verirken bir yöntem izlemek. Burada öğüdün bir kıssa/hikaye içinde verilmesi, soyut olan anlatımın yaşanmış olaylar üzerinden hayalde somut hale gelmesi, mesajın anlaşılmasını kolaylaştırdığı gibi etkisini de arttırıyor.

Bu konuya aşağıda “Senaryo ve Sinema Teknikleri ile Kıssa Okuma” başlığı altında devam edeceğiz.

12 defa tekrar edilen önemli bir kavram: İnzar

Uyarma anlamına gelen inzar kelimesinin verdiği mesaj hakkında Açıklamalı mealimizde iniş sırasında ilk geçtiği sûre olan Müddessir sûresinin girişinde bir açıklama yapmıştık. Burada bu kelime hakkında ilginç bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz. Kur’an’da türevleriyle birlikte 130 defa geçen inzar kelimesinin en çok tekrar edildiği sûre hangisi diye sorduğumuzda 12 tekrarla Kamer sûresini en başta görüyoruz. Sûrenin tefsirine geçmeden bu sûrenin bu özelliğine dikkat çekmek istedik.

Helak Yasası

Bu sûrede beş kavmin kıssası anlatılıyor. Bu kıssalara kısa metrajlı film dersek, filmlerin hepsinde ortak konu, kavimlerin helaki.

Biz Tefsir Usulümüzde (14) Helak Yasasında kavimlerin helakinde öne çıkan gerekçeli karara dikkat çektik. Bu konuda “Geçmiş Kavimlerin Helakinin Gerekçeli Kararı Neydi?” başlığı altında açıklamalar yaptık.

Geçmişteki var olan helak yasasının günümüzde değiştiğini anlattık. “Helak Yasası Niçin Değişti?” başlığı altında bu değişikliğin sebeplerini saydık.

Anlatılanları iki noktada kısaca özetlersek, şunları diyebiliriz.

Birinci nokta: Geçmişte helak edilen kavimlerin tamamı işledikleri günahlar nedeniyle helak edildi. Fakat bu günahların hiçbiri bireysel günah değildi. Bu günahların tamamı başkalarına haksızlık yapma anlamında zalim olma, insanlara zulmetme günahıydı.

İkinci nokta: Geçmişte bu zalimleri durduracak güç yoktu. Allah (cc) kendi ordusunda vazifeli olan yağmur, sel, fırtına, kasırga, deprem gibi askerleri üzerinden bu zalimleri durdurdu. Son Peygamberden sonra helak yasasını değiştirdi ve zalimleri durdurma görevini, genelde bütün insanlara, özelde iman eden Müslümanlara bıraktı. Allahü a’lem.

4) SENARYO VE SİNEMA TEKNİKLERİ İLE KISSA OKUMA

Bu konuya Meal Okuma Rehberinin baş tarafında “Radyo, Televizyon Farkı” başlığı altında ve Kalem Sûresinin tefsirinde de “Kur’an’ı Bir Senaryo Gibi Okumak, Kendine Rol Vermek, Empati Yapmak” başlığı altında değinmiştik.

Burada da yukarıda öğüt alma konusunda dikkat çektiğimiz “Doğrusu Biz (bu) Kur’an’ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. Yok mu öğüt alan?”205âyetinin devamı olarak bazı açıklamalar yapacağız.

Aşağıdaki sorularla konuyu açalım.

Sinema Tekniği Açısından Gerçekte Kur’an Dinlemek Nedir?

Sinema tekniği açısından 21. asırda Kur’an okumak Asr-ı Saadet isimli bir filmi ses var görüntü yok şeklinde dinlemektir.

Varsayalım, bir rehber eşliğinde Mekke ve Medine’yi 23 gün gezdiniz. Sonra eve geldiniz ve dediniz ki, orada çektiğim videoları televizyondan izleyeyim. Bir da baktınız ki, ses var görüntü yok.

İşte bugün 21. asırda mealden -anlayarak- Kur’an okuyan her Müslüman böyle bir videonun seslerinin yazıya dökülmüş halini okuyor.

Şimdi burada asıl soru şu: Anlama, kavrama ve hissetme noktasında fire ne kadar?

Film benzetmesinden gidersek, Asr-ı Saadet isimli filmin çevrildiği alanı hiç görmeyenler, oradaki tarihi arka planı bizim hayalimizde canlandıran siyer hakkında bilgisi olmayanlar için fire büyük.

Peki bu fireyi azaltma için ne yapmak gerekir?

Bu noktada İslam ülkelerinin özel sektör ve devlet imkanları ile Hollywood’un 10 katı daha büyük bir alanda, onların harcadığı bütçenin 100 katını harcayarak bu konuda yatırım yapmalarıdır.

Başkaları ne yapmışa bakarsak, tahmini rakamlara göre bugüne kadar sadece Vietnam, II. Dünya savaşı, Antik Yunan ve Roma hakkında binlerce film çevrilmiş...

Şimdi şöyle bir şey hayal edelim, Asr-ı Saadet ve geçmiş peygamberler hakkında yüzlerce film çevrilmiş, bu filmler sinema ve televizyonlarda onlarca yıl izlenmiş/izleniyor; son 30 yılda yetişen nesil İslam tarihini çok iyi biliyor…

Kur’an böyle bilgi ve kültür ortamında okunuyor. Ne olur?

Cevap: Kur’an böyle bir ortamda okuduğunda fire en aza iner.

Makro/büyük ölçekte kurduğumuz bu hayal şimdilik bize uzak olabilir.

Ama biz bireysel olarak bu konuda çok şey yapabiliriz.

Bunlardan birisi bizim açıklamalı mealde yaptığımız gibi, siyah yazılı âyet meallerini, kırmızı yazılı açıklamalarla desteklemek. Buna betimleme deniliyor. Yani sözle resim yapma, yapılan resimle Asr-ı Saadeti okuyucunun hayalinde canlandırma.

Mealde uyguladığımız bu yöntemi tefsir çalışmasında birazda geniş olarak uygulayacağız.

Bu uygulamada,

Kıssalar Senaryo Olacak, Okuyucu Yapımcı ve Yönetmen

Her kıssada bunu yapmayacağız, ama yer yer bu yöntemi öne çıkaracak ve Kur’an okuyan herkese şu mesajı vermeye çalışacağız: “Kur’an’ı bir senaryo gibi okuyabilirsiniz. Hiçbir masraf yapmadan hayal dünyanızda bu senaryoyu filme dönüştürebilirsiniz.

Sadece yapmanız gereken, burada okuduğunuz âyetleri, peygamberlerin hayatlarına ait bilgilerle zenginleştirmek. Bu zenginliği senaryoya yansıtmak, sonra da hayal dünyanızda bu senaryoyu filme dönüştüren bir yönetmen olmak…”

Bu mümkün mü? Evinde çocuğu ile oyun oynayabilen her anne-baba için amatör seviyede mümkün diyebiliriz.

Nasıl olacağını anlatmaya devam edelim,

Metni Zenginleştiren Kıssa Okuma Teknikleri

Kur’an’daki bütün kıssaları üç farklı şekilde altı farklı bakış açısı ile okuyabiliriz. Bu okumaların nasıl olacağını bu sûredeki ilk kıssa olan Hz. Nuh (as) kıssası üzerinden örneklendirelim.

Birinci Okuma: Bu okumada hayalen Hz. Nuh’un yaşadığı asra gidiyor ve o asırda bu kıssaya hem iman edenlerin hem de inkar edenlerin penceresinden bakmaya gayret ediyoruz. Bu gayretle çok yoğun bir empati yaparak her iki tarafı da anlamaya çalışıyoruz.

İkinci Okuma: Bu okumada bu sefer hayalen Hz. Nuh’un yaşadığı asırdan çıkıp, bu âyetlerin indiği 7. asra geliyoruz. O asırda da bu âyetlere hem iman eden müminlerin hem de inkar eden müşriklerin penceresinden bakıyor her iki tarafı anlamaya çalışıyoruz.

Üçüncü Okuma: Bu okumada iki okumanın sonuçlarını alıyor ve günümüze getiriyor ve şu soruları soruyoruz:

Özetlersek, Peygamber kıssalarına ve siyere dair yazılan her kitabın bu ve benzeri okuma teknikleri üzerinden yazılmasında büyük fayda var. Bir benzetme yaparsak, bu okuma teknikleri bir tarladan alınan verime benziyor. Bunları uygulamayan çiftçi bahçesinden bire on verim alırken, uygulayan çiftçi bire 70, 80, 100 verim alabiliyor.

Biz böyle bir okuma tekniğini elimizden geldiği kadar ilgili kitaplarımıza yansıtmaya çalıştık ve çalışıyoruz.206

Böyle bir okuma tekniği izlendiğinde bu kıssada dört defa geçen “…Biz Kur’an’ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık…”207âyeti şu şekilde okunuyor: “…Biz (bu) Kur’an’ı öğüt alınsın diye (alınan öğütler kolay anlaşılsın ve zihinde daha uzun süreli kalsın diye çok ama çok) kolaylaştırdık…”

ARA BİLGİ: Burada şunu bir kere daha ifade edelim. Kur’an’daki her kıssa burada dikkat çektiğimiz üç okuma tekniği ile okunabilir. Ama biz Kur’an’ın “balık vermeyip, balık tutma” yöntemi öğretmesine benzeyen “öğrenmeyi öğretme yöntemini” dikkate alıp, bazı kıssalarda örnek verdikten sonra işin geri kalanını okuyucularımıza havale edeceğiz.

5) KISSALARDA ZAMAN-MEKAN VE İSİM KONUSU: “AN”DA KALARAK KUR’AN OKUMAK

Bu ifadelerimizi açalım.

Allah (cc) el-Evvel ve el-Ahir olduğu için ezeli ve ebedidir. Zamandan mekandan münezzehtir. Bu nedenle Allah için dün, bugün ve yarın yoktur. O’nun nazarında bütün zamanlar bir “an”dır.

Bu gerçek dikkate alındığında, Kur’an dünü, bugünü ve yarını aynı anda bilen Allah’ın ilminden gelen bir kitaptır.

Kur’an, anlatımlarında bu özelliği öne çıkarmak için zaman, mekan ve şahıs isimlerini çok fazla öne çıkarmaz. “Kur’an’da Peygamberlerin isimleri dışında şahıs ismi yoktur.” desek bir iki istisna dışında doğru söylemiş oluruz.208

Peki, Kur’an neden böyle bir yöntem izler?

Kur’an bu yöntemle zaman içinde hep “an”da kalmak, “an”da okunmak ister.

Kur’an bu yöntem üzerinden okuyucuya şu mesajı verir:

Kur’an’ın bu özelliğini bilen bir insan onu az önce posta kutusuna gelmiş gibi taze bir mesaj olarak okur.

Bizim bu tefsir çalışmasını yapmamızın en önemli sebeplerden biri de Kur’an’ın bütün zamanlara ve mekanlara hitap eden evrensel bir kitap olma özelliğini öne çıkarmak.

Bunu yaparken, Açıklamalı Mealimizde bu konuda ilgili âyetler soyut kalmasın diye âyetlerin indiği zaman, mekan ve peygamberlerin yaşadığı yerler hakkında parantez içi açıklamalarda kısa bilgiler vermiştik. Tefsir çalışmamızda da Peygamber Kıssalarının geniş olarak ilk anlatıldığı âyet gruplarının başında o kıssanın Kur’an’da geçtiği yerler hakkında bilgi vereceğiz.

Özetlersek, bu sûre iniş sırasında 5 Peygamber kıssasının arka arkaya ve geniş olarak anlatıldığı ilk sûre. Bu nedenle bu süreninin başında, bu sûrede geçen kıssaların zaman üstü evrensel okunuşu hakkında genel bir değerlendirme yaptık. Bu değerlendirmeden sonra sûrenin âyetlerine geçebiliriz.

1-8 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(1-8) SONUÇ EĞİTİMİ: KIYAMET

Bu sûrenin “Kıyamet yaklaştı” ifadesiyle başlaması bir kere daha sonuç eğitimini karşımıza çıkarıyor.

Kur’an bir sonuç eğitimi olarak kıyameti karşımıza çıkarırken, üç farklı kıyamet üzerinden bize bu eğitimi veriyor.

Kur’an bu sûrede lokal kıyameti öne çıkararak şu mesajı veriyor: Lokal kıyametler genel kıyametlerin provasıdır. Allah’ın (cc) yerine getirdiği lokal kıyamet vaadleri, yerine getireceği genel kıyamet vaadinin en güçlü şahitleridir.

(3) YALANLAMANIN GÜNÜMÜZDEKİ KARŞILIĞI

Yalanlanan şey kıyamet. Kıyameti yalanlamak, ondan haber veren Peygamberi yalanlamak oluyor. Peygamberi yalanlamak da ona gelen vahyi yalanlamak oluyor.

O gün için müşrikler bu yalanlama işini hem sözlü hem de fiili olarak yapıyorlardı.

Peki bugün yalanlama işi nasıl yapılıyor? Bugün yalanlama iki türlü yapılıyor.

Bu noktada soru şu: Hangi tür yalanlama İslam’a daha çok zarar veriyor?

Yalanlamanın ikinci türünün birinci tür yalanmaların da sebepleri arasında yer aldığını düşündüğümüzde, ikinci tür yalanlamanın İslam’a daha büyük zarar verdiğini söylemek yanlış olmaz.

Bu noktada bir nefis muhasebesi adına kendimize soracağımız soru şu olmalı: Ben zarar vermenin içinde miyim, dışında mıyım? Sözlerimle fiillerim arasında bir uyum var mı?

(3) YALANLAMA İLE HEVÂ VE HEVES ARASINDAKİ İLİŞKİ

3. âyette yalanlama ile hevâ ve heves arasında bir bağlantı kuruluyor. Bu konuya Tefsir Usulümüzde (10/1) Hevâ Yasasında değinmiştik. Ona ilaveten burada şunları söyleyebiliriz:

Yine Tefsir Usulümüzde (2) Aklın İşleyiş Yasasında ifade etmiştik: Akıl inkarı zorlaştırıyor; Allah’a imanı tek ve en makul seçenek olarak insanların önüne koyuyor demiştik.

Bu durumda Allah’ın varlığını ve O’nun varlığından haber verdiği âhireti ve Peygamberleri yalanlamak aklın onay verdiği bir karar olmuyor.

Aklın onay vermediği, makul görmediği bir eylemin arkasında arzu, istek ve heveslerin olduğu hevâ vardır.

Bir örnek verelim: Örneğimiz önce doğrulama konusunda olsun.

Soruyoruz şu “el” resmini aklı, ilmi, iradesi olan bir ressamın yaptığını söylersek bizi doğrular mısınız?

Cevap evet.

Peki, resimdeki cansız ele göre canlı ve hareketli olan şu eli (ilmi, iradesi ve kudreti sonsuz olan) Allah’ın yarattığını söylesek doğrular mısınız?

İkinci doğrulama birinciye göre binlerce kere makul olan bir doğrulama olurken, bu makul işi yapmamak akılla, mantıkla izah edilemeyeceği için bu kararın duygusal bir karar olduğunu, bu kararın arkasında hevâ ve hevesin olduğunu söylüyoruz.

Buraya önemli bir not düşelim, günümüzde yalanlama işini yapan insanlar içinde isminin önünde bilimsel birtakım unvanlar olan insanların da olması “Bu insanlar makul olmayan bir şeyi yapmazlar.” gibi düşünme sebebi olabilir.

Bu noktada tereddüt yaşayanların tefsirimizde Mürselat sûresinin 20. âyeti için yaptığımız değerlendirmelere bakmasını önemle tavsiye ediyoruz.209

(3-5) GEÇMİŞ GELECEĞİN ŞAHİDİ OLUYOR

3. âyet “Her işin gerçekleşeceği bir zaman vardır.” cümlesiyle biterken, 4. âyet gelecekte olacağı vaad edilen genel kıyamete, geçmişte olan lokal kıyametleri şahit gösteriyor ve zımnen şöyle diyor: Her biri yaşanmış birer gerçek olan bu haberlere kulak verseler; bu haberler sıradan haberler değil. Bu haberler üzerinde düşünenleri caydırma ve vazgeçirme potansiyeli olan haberlerdir.

5. âyet bu haberleri hikmet noktasında zirvede olan haberler olarak niteliyor. O zaman soralım hikmet nedir?

(5) ÖNEMLİ BİR KAVRAM: HİKMET

Hikmet kelimesi, iniş sırasından yapılan bir okumada “hikmet” formunda ilke kez bu sûrede karşımıza çıkıyor. Bu kelime, Kur’an’da türevleriyle birlikte 210 defa geçen; hüküm, hakem, hâkim, hekim, muhkem, mahkeme gibi kelimelerle aynı kökten gelen bir kelime.

Bu kelime “hikmet” şeklinde Kur’an’da 20 yerde geçiyor. Geçtiği yerlerden birinde de önemi şöyle ifade ediliyor.

“Allah (vahyin maksadını anlama, onu hayatın pratiğine aktarma anlayış ve yeteneği olan) hikmeti (herkese değil) dileyene210 verir. (Hikmet verdiği kimselerin en önemli özellikleri; Kur’an’ı okumak, anlamak, yaşamak, ondaki hakikatleri muhtaçlara taşımak ve âyetleri üzerinde tefekkür denen emeği harcamaktır. Bu bedele karşılık) Kime hikmet verilmişse, ona pek çok (dünyalıktan daha büyük bir) hayır (ve manevî servet) verilmiş demektir. (Gelip geçici dünyalıkla, hikmet gibi bir servet arasındaki bu farkı) Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.”211

Hikmetin pek çok tanımı yapılmış. Biz mealimizde parantez arası yaptığımız açıklamalarla bu tanımlardan en kuşatıcı olanı öne çıkardık ve hikmeti, Allah’ın indirilen ve yaratılan âyetleri üzerinde tefekkür etme, onların mesajını anlayıp hayata uygulama yeteneği olarak tanımladık.

Bu manayı dikkate aldığımızda 5. âyette “hikmetin bâligatün” ifadesinden şunu anlıyoruz: Ey insanlar! Bu kıssalar üzerinden size manevi bir hazine sunuluyor. Vahyin rehberliğinde hareket eden bir akılla bu hazine üzerinde tefekkür ederseniz, doğru ve ikna yönü güçlü bilgilere ulaşma noktasında bu hazineden istifade edersiniz.

(6) İRŞAT VE TEBLİĞDE İLGİLENMEYE ARA VERMEK DE BİR YÖNTEMDİR

Bu âyetlerin indiği zaman diliminde Mekke’de 10 bin civarında insan var. Hidâyete vesile olma noktasında Peygamber Efendimizin hedefinde bu insanların tamamı var. Bu insanlar tarafından Peygamberimizin hidâyet davetine farklı tepkiler veriliyor.

Bu tepkiler karşısında Kur’an kimi yerde “onlara süre ver”212 diyor. Kimi yerde onlardan “güzel bir şekilde ayrıl”213 diyor, burada da “onlarla ilgilenmeyi bırak” diyor.

Bu üç farklı yöntem bütün zamanlara şunu diyor: İrşat ve tebliğ manevi bir tedaviye benzer. Tedavide yöntem bütün asırların değişmezi değildir. Hastanın durumuna göre, yöntem değişebilir.

Burada değişmeyen sadece irşat ve tebliğ yapma niyeti ve gayretidir.

(7) ÇEKİRGE AYRINTISI

Çekirge kelimesini Kur’an’da biri burada, diğeri de A’râf sûresinin 133. âyetinde olmak üzere iki defa görüyoruz. Kur’an âhirette gerçekleşecek olan kabirden çıkışı Mekkeli müşriklerin en iyi bildikleri örnek üzerinden veriyor.

Çekirgeler Mekke’de çok iyi bilinen, hatta bazıları tarafından yenilen bir hayvan olmanın yanında, belli zamanlarda şehri istila ettikleri için hayatı olumsuz yönde etkileyen varlıklardı.

Burada çekirgeler üzerinden verilen kısa ve net mesaj şu: Milyarlarca çekirgeyi toprağın altından çıkaran Allah, İsrafil isimli çağırıcının çağırdığı gün, toprağın altına girmiş olan insanları da bir gün mutlaka çıkaracaktır.

9-17 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

HZ. NUH’UN KISSASI

İniş sırasından yaptığımız bir okumada, Hz. Nuh’un kıssası geniş214 olarak ilk kez burada karşımıza çıkıyor. Bu kıssayı gelecek sûrelerde, numarasını verdiğimiz âyetler arasında göreceğiz.

Kamer Sûresi 4. yıl. 9-16

Sâd Sûresi 4. yıl. 12

A’râf Sûresi 5. yıl. 59-64

Şu’arâ Sûresi 6. yıl. 105-122

Yûnus Sûresi 8. yıl. 71-73

Hûd Sûresi 8. yıl. 25-49

Saffât Sûresi 9. yıl. 75-83

Nûh Sûresi 11. yıl. 1-28

Enbiyâ Sûresi 11. yıl. 76-77

Mü’minûn Sûresi 12. yıl. 23-31

Ankebût Sûresi 13. yıl. 14-15

ÖN BİLGİ: Kamer sûresinin tefsirine başlarken, başta bir değerlendirme yapmıştık. O değerlendirmede “Metni Zenginleştiren Kıssa Okuma Teknikleri” başlığı altında üç farklı okuma şeklinden bahsetmiştik. O üç farklı okuma şeklinden “birinci okuma” şeklini bu kıssaya uygulayacağız. Diğer iki okumaya da bu okuma içinde işaret edeceğiz.

Burada şunu bir kere daha ifade edelim. Kur’an’daki her kıssa burada dikkat çektiğimiz üç okuma tekniği ile okunabilir. Ama biz Kur’an’ın “balık vermeyip, balık tutma” yöntemini öğretmesine benzeyen “öğrenmeyi öğretme yöntemini” dikkate alıp, ilgili âyetlerde beş-on örnek verdikten sonra işin geri kalanını okuyucularımıza havale edeceğiz.

BİRİNCİ OKUMA YÖNTEMİ: HZ. NUH’UN YAŞADIĞI ASIRDAYIZ

Senaryoda Birinci Sahne: Peygamberlik Öncesi

Hz. Nuh’un peygamber olmadan önceki hayatına bakıyor ve her peygamberde gördüğümüz “Yaşadığı toplumda “güzel ahlak sahibi olma, doğruluğu ve dürüstlüğü ile tanınma” gibi özellikleri görüyoruz. Bundan şunu anlıyoruz, demek ki, dine ait izlerin silindiği bir toplumda insanlar, ortada vahiy ve peygamber olmadan da güzel ahlak sahibi olabiliyormuş. Bunun tersini düşünemiyoruz. Düşündüğümüzde “Allah’ın manevi yönden bozuk bir toplumda, kötü ahlak sahibi insanları seçip, önce bunu düzelteyim sonra bunu insanlara örnek göstereyim.” gibi yöntem izlediğini kabul etmemiz gerekecek ki, böyle bir şeyin olmadığına hem vahiy tarihi hem de insanlık tarihi şahittir.215

Senaryoda İkinci Sahne: Davet ve İzlenen Yöntem

Hz. Nuh’a Allah tarafından Peygamberlik görevi verildiğinde Hz. Nuh insanları teslimiyet dini olan İslam’a davet ediyor. Bu daveti kabul edenler, mümin ve Müslüman sıfatını alırken,216 bu daveti duydukları halde iman etmeyenler müşrik ve kafir sıfatını alıyorlar.

Bu sahne Kur’an’da bazı âyetlerde doğrudan “Şüphesiz, Nûh’u kendi kavmine peygamber olarak gönderdik. “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin.217 şeklinde başlıyor.

Bazıları zannediyor ki, Peygamberler insanları davet ederken işe böyle başladılar. Oysaki bu ifadeler süreçte bir aşama. Bir benzetmeyle bu aşamaya yemek yemeye davet aşaması dersek, bunun öncesinde yemeğin tanıtımı; yemeğin insana verdiği faydayı anlatma, o faydanın güzelliklerini kendi hayatı üzerinde gösterme gibi ön hazırlık aşamaları var.218

Nuh sûresinde Hz. Nuh’un hayatında bu aşamaya ait örnekleri de görmek mümkün;

13. (Ey kavmim!) Size ne oluyor ki (hâlâ) Allah’ın büyüklüğünü (azametini) kabul etmiyorsunuz?

14. Oysa (kâinat kitabını okusanız, O’nun büyüklüğünü gösteren âyetleri göreceksiniz. Mesela ilk olarak kendinize bakın) sizi (tâ ana rahminden başlayarak) türlü (türlü) merhalelerden geçirerek O yaratmıştır.

15. (Azametini görmek için bakmaya devam edin!) Görmez misiniz ki Allah yedi kat göğü tam birbiri ile uyum içinde nasıl yarattı?

16. Onların içinde ayı (güneşten aldığı ışığı yansıtan) bir nur kılmış, güneşi de (ışığıyla etrafı aydınlatan) bir lamba yapmıştır.

17. (Göktekiler böyle, yere gelince;) Allah, sizi topraktan bir bitki gibi (tedrici olarak) yetiştirmiştir.

18. Sonra sizi (bir vesile ile öldürüp) tekrar oraya döndürecek ve (günü geldiğinde) sizi (hesaba çekmek için yeniden diriltip huzuruna) çıkaracaktır.

19. “Allah (azamet, kudret ve rahmetine şahitlik yapsın, öldükten sonra dirilmeye ait sayısız deliller sergilensin diye) yeryüzünü sizin için bir sergi (salonu gibi) yapmıştır.”

20. (Böylece) Orada (dağlarda vadiler arasında açılan) geniş geniş yollarda yürüyesiniz (ve O’nun eserlerini müşahede edesiniz.)”

Bu âyetlere günümüz penceresinden bakarsak,

Özetlersek, davet sahnesinde, her peygamberin Allah’a iman ve kulluk daveti öncesinde tanıtma ve sevdirme gibi aşamalardan geçtiğini görüyoruz.

Senaryoda Üçüncü Sahne: Hakaretler ve Sabır Aşaması

Bu sahne hemen her peygamberin hayatında var. Kiminde bu sahne sözlü şiddet seviyesinde kalırken kiminde işkence ve öldürülme aşamasına kadar uzanabiliyor.

9. âyette bu aşamanın Hz. Nuh’un hayatında sözlü şiddet seviyesinde kaldığını anlıyoruz. Sözlü şiddette “mecnun” ifadesinin bir psikolojik harp tekniği olarak özenle ve bilinçli bir tercih olduğunu daha önce ifade etmiştik.219

Senaryoda Dördüncü Sahne: Allah Skora Bakmaz (Her Yenilgi Başarısızlık Değildir.)

“Yenilgiye uğradım” ifadesini sadece Hz. Nuh’tan (as) duyuyoruz. Uzun süre peygamberlik yaptığını dikkate aldığımızda220 buna da normal diyoruz. Bu uzun süre içinde 40 ile 80 arasında bir insanın hidâyetine vesile olduğunu görüyoruz. Biraz empati yaptığımızda bu tebliğ çalışmasının hemen her gününün zorlu ve sıkıntılı geçtiğini anlıyoruz. Bu süreç içinde Hz. Nuh da her peygamber gibi hedefini büyük tutuyor. Kavminden her insanın hidâyetini hedefliyor. “Yenildim” derken de bu büyük hedefe göre, elde ettiği sonucu küçük gördüğü için “yenildim” diyor. (Allahü a’lem)

Bu bir yenilgi değil ama varsayalım yenilgi olsun, günümüzde bir iki insandan duyduğu olumsuz sözlerle insanları Allah’a davet işinden vazgeçen, bırakın olumsuz söz duymayı, “el âlem ne der?” endişesiyle davet işini hiç yapmayan insanları dikkate aldığımızda, Hz. Nuh’un onlarla kıyaslanmayacak kadar büyük bir galibiyet kazandığını da söyleyebiliriz.

Peki, Hz. Nuh Yenildi mi? “Yenildim” sözü Allah’ın “sen yenildin” demesiyle söylenmiş bir söz değil. Sorumluluk sahibi ve mütevazi bir kul olarak böyle diyor.

Böyle demesine rağmen Allah (cc) onun büyük Peygamberlerden (ululazm) biri olduğuna işaret ediyor.221

Ameller ihlaslı olduğunda, niyet ve gayret birbirine şahit olduğunda Allah için skorun bir olmasıyla bin olması arasında fark yok.

Senaryoda Beşinci Sahne: Suyun Olmadığı Yerde Geminin İnşası ve Günümüze Verilen Mesaj

Geminin inşası başlı başına bir imtihan konusu. Hz. Nuh (as) Fırat ve Dicle arasında Mezopotamya denilen bölgede yaşıyordu. Bu bölgeye en yakın denizler (bölgeye yaklaşık 1000 km. uzakta olan Akdeniz ve (Basra körfezi üzerinden 700 km uzakta olan) Hint Okyanusu idi.

Allah (cc) “gemi inşa etme” emri vermişti222 ama ortada geminin yüzebileceği bir su ve yapılan gemiyi en yakın su kaynağına götürebilecek bir imkan yoktu.

O yüzden kavminden ileri gelenler yanına geldiklerinde her seferinde alay ediyorlardı.

Bu durumda gemi yapmanın ne manaya geldiğini Açıklamalı Mealimizde Nuh sûresinin girişinde izah etmeye çalıştık.

Bu noktada yaptığımız empatiyi biraz daha yoğunlaştıralım ve böyle bir ortamda Hz. Nuh’a iman edenlerin safında olmanın zorluğuna bir kere daha bakalım.

İman ettiğiniz peygamber görünmeyen Allah’tan görünmeyen melek vasıtasıyla vahiy aldığını söylüyor ve suyun olmadığı bir yerde, suda yüzecek bir gemi inşa etmeye başlıyor ve siz de bu peygambere iman ediyorsunuz.

“Bu neyi gösteriyor?” İnanmanın gücünü gösteriyor. İnanmanın gücü hangi mesajı veriyor? Ey iman edenler! Siz Allah’a bu kadar güçlü iman ederseniz, onun emirlerini yerine getirmede her şeye rağmen kararlı bir duruş sergilerseniz, Allah (cc) imkansız gibi görüneni mümkün kılar ve (su ve deniz gibi) ihtiyacınız olan sebebi ayağınıza getirir.

Özetlersek, Kamer sûresi 9-14 arası Hz. Nuh’un (as) hayatından bir bölümü bir film setinde bir senaryo ve film mantığı içinde değerlendirmeye çalıştık.

Örnek çalışmada görüldüğü gibi karşımızda zengin bir hazine var. Buradan onlarca senaryo üretilebilir. Ayrıntılar üzerinden yüzlerce mesaj verilebilir.

Kur’an’ın amacı bu kıssaların tamamını anlatmak değil. Asıl amacı olan hidâyet konusunda bu kıssalara işaret etmek ve onlar üzerinden mesajlar vermek.

Sadece Kur’an’da yazıldığı kadarı ile kıssalara bakanlar, kıssaları basit bir anlatım olarak değerlendirebilir. Ama hayalen kıssaların yaşandığı ortama gidenler, bire bin verim alır ve kıssalar üzerinden verilen çok sayıda mesajı günümüze taşıyabilir.

Bu konuda gelecek âyetlerde çok sayıda örnek vereceğimiz için senaryo ve sinema tekniği yönüyle bu konuya burada nokta koyuyoruz.

Burada yukarıda bahsettiğimiz üç okuma tekniğinden birini anlattık. İkinci ve üçüncüye biraz işaret ettik. Bu işaretleri balık tutma bilgisi olarak değerlendirip, geride kalan balıkları tutmayı okuyucularımıza bıraktık.

(9-17) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Tamamı gerçek olan yaşanmış bir kıssa okudun. Hayalen o zaman git. Karşında denizin olmadığı yerde gemi yapan bir insan var. “Ben peygamberim, bana vahiy geldi” diyor ama bunu kendisinden başka duyan gören yok.

Böyle bir ortamda iman etmenin iman edince de o imanın gereğini yapmanın ne kadar zor olduğunu bir düşün.

18-22 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

AD KAVMİ VE HZ. HUD’UN KISSASI

İniş sırasından yaptığımız bir okumada, Hz. Hud kıssası ilk kez burada karşımıza çıkıyor. Bu kıssayı gelecek sûrelerde, aşağıda numarasını verdiğimiz âyetler arasında göreceğiz.

Ama iki sûrenin Ad kavmiyle özel bir bağlantısı var; bir Ad kavmine gönderilen Peygamberin ismiyle anılan Hûd sûresi, diğeri Ad kavminin yaşadığı zemin hakkında fikir veren Ahkaf Sûresi. Burada yazacaklarımızdan önce, Açıklamalı Mealimizden bu iki sûrenin de girişinin okunmasını tavsiye ediyoruz.

Kamer Sûresi 4. yıl 18-22

A’râf Sûresi 5. yıl 65-72

Şuarâ Sûresi 6. yıl 123-140

Hûd Sûresi 8. yıl 50-60

Fussilet Sûresi 10. yıl 15-18

Ahkaf Sûresi 10. yıl 21-26

Hakka Sûresi 12. yıl 4-8

ARA BİLGİ: Ad kavmi hakkında bu sûrede verilen detay oldukça az olduğu için, açıklamalarımızı verilen bilgilerle sınırlı tuttuk.

(18-22) 7. ASIRDA MEKKE’DEYİZ

Varsayalım siz Kur’an’ın tamamını anlamıyla birlikte ezbere biliyorsunuz. O bilgiyle 7. asırda Bu âyetlerin indiği günlerde Mekke’desiniz. Mekke’de kısa bir araştırma yapıyor ve o araştırmada o günkü müşriklere ve o güne kadar Müslüman olmuş kişilere 18-22 arası âyetleri kastederek şunu soruyorsunuz. Hz. Muhammed’den bu âyetlerde geçen ifadeleri daha önce duymuş muydunuz?

Kur’an’ı bildiğiniz için bu sorudan sonra iniş sırasında Kamer sûresinden sonra A’râf, Şu’arâ, Hûd, Ahkaf gibi sûrelerde anlatılan konuları da soruyorsunuz.

İman eden etmeyen herkes “Daha önce bunları duyduk.” demiyor.

Hz. Muhammed’i dinliyorsunuz, kendisine gelen vahiy kadar bilgi veriyor, daha başka veremiyor.

Bütün bu sorulardan sonra bizim bu sûrenin tefsirine başlarken yaptığımız şu değerlendirmeyi hatırlıyorsunuz: Bütün bu kıssaların öncelikli iniş sebebe Hz. Muhammed’in peygamberliğine şahitlik etmek. Ona duyulan güveni artırmak.

(19-20) NİMETİN DOZU ARTINCA HELAK OLUYOR

Kamer sûresini bir belgesel gibi düşünürsek, bu belgesel için seçilen kıssalarda, kavimlerin sonları öne çıkartılıyor.

Bu kıssada öncesiyle ilgili fazla detay verilmeden hemen kavmin helakinden bahsediliyor. Kur’an bu sahneden bahsederken, dekorda üç şeyi öne çıkarıyor.

Birincisi kasırga: Tefsir Usulümüzde (14) Helak Yasasında bahsettik; helak işinde görev alan hemen her şey, Allah’ın insanlara hizmet eden ordularında nimetleri getirmekten sorumlu memurlar gibi.

Nuh tufanında bu memurlardan yağmurun dozu artınca sonucun ne olduğunu gördük. Burada da rüzgar isimli nimetin dozu artınca ne olduğunu kasırga üzerinden görüyoruz.

İmtihan dünyasında helak olayının bu şekilde gelmesi, iman edenlerin baktığı yerden mucize olarak görülürken, bu hadiseden ders almayıp inkar edenlerin bazıları tarafından normal bir tabiat hadisesi olarak değerlendiriliyor.

İkincisi hurma ağaçları: Bu ağaçlar 7. asırda Mekke’de yaşayan hemen her insanın bildiği ağaçlardı. O gün için bir Mekkeliye sorulsaydı, “Bir fırtına da en son yıkılacak nedir?” Akla ilke gelen şeylerden biri de kökleri derinlere uzandığı için, topraktan sökülmesi en zor olan ağaçlardan biri olan hurma ağacı olacaktı.

Kur’an Mekkelilerin en iyi bildiği örnek üzerinden rüzgarın gücüne işaret ediyor.

Bu örneği bugüne getirirsek, bugün dünyada en fazla insanın ölümüne sebep olan kasırgalardan biri 1970 yılında Doğu Pakistan ve Bangladeş’te gerçekleşen ve hızı saatte 240 km’ye ulaşan Bhola kasırgasıdır.

Bu kasırga 3,5 milyon insanın hayatını olumsuz etkilerken, 300 binden fazla insanın da ölümüne sebep olmuştur.

Üçüncüsü: 18-22 arası âyetlerde dekorda üçüncü unsur söylenmiyor ama bu âyetleri duyan, hurma ağaçlarını kökünden sökebilecek bir kasırgayı hayal eden her Mekkelinin aklına çöldeki kum fırtınaları geliyor. Bu âyetler söylenenler üzerinden şu mesajı veriyor: Bu fırtınaya çölü geçmeye çalışan bir kervan içinde yakalandığınızı hayal edin. Hurma ağaçlarını bu hale getiren bir kasırga çölü ne hale getirir…

Özetlersek, rüzgar Allah’ın ordularındaki neferlerden biridir. Allah’ın dilemesiyle insanlara birçok fayda veren nimet olurken, yine Allah’ın dilemesiyle infaz memuru olabilir.

Kıyamet günü, sura üflenmesini de kasırga üzerinden düşünmek mümkün. Saatte 240 km hızla esen rüzgarı bu hıza ulaştıran Allah (cc), dilerse aynı rüzgarı 2400 km, 24.000 km, 240.000 km. hıza da ulaştırır…

Bu lokal kıyamet örneklerinin anlatılmasının bir hikmeti de bunları genel kıyametin şahidi yapmak. Bunu yapan kudret, dilerse onu da yapabilir mesajını sürekli canlı tutmak.

23-32 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

ÖN BİLGİ: Semud kavmiyle alakalı bilgilerin bir kısmını Açıklamalı Mealimizde Hicr sûresinde anlattık.

Ayrıca tefsirimizde iniş sırasında 3. yılda 26. sırada gelen Şems sûresinde bu kavim hakkında açıklamalar yaptık ve özellik bu kıssada öne çıkan devenin sembolik anlamı üzerinde durduk.

Burada yapacağımız açıklamalar o bilgilerin devamı niteliğinde olacak.

SEMUD KAVMİ VE HZ. SALİH’İN KISSASI

İniş sırasından yaptığımız bir okumada, Hz. Salih’in kıssası ikinci kez burada karşımıza çıkıyor. Bu kıssayı gelecek sûrelerde, aşağıda numarasını verdiğimiz âyetler arasında göreceğiz.

Kamer Sûresi 4. yıl 23-32

A’râf Sûresi 5. yıl 73-79

Şuarâ Sûresi 6. yıl 141-159

Neml Sûresi 7. yıl 45-53

Hûd Sûresi 8. yıl 61-68

Hicr Sûresi 8. yıl 80-86

Zâriyât Sûresi 10. yıl 41-47

Hakka Sûresi 12. yıl 4-5

KUR’AN KISSALARI YAŞAYAN HİKAYELERDİR

Tefsir Usulümüzde (20) Evrensellik Yasasında ifade ettik. İnsanın, kullandığı bütün aletler ilk insandan günümüze kadar gelişerek değişirken insan hiç ama hiç değişmedi. Yine doğuyor büyüyor, yaşlanıyor ve ölüyor. Yine seviniyor, üzülüyor, yoruluyor, küsüyor, küstürüyor, darılıyor, kırılıyor, işine gelmeyince işine geldiği gibi davranmaya devam ediyor...

Kısaca Kur’an’ın muhatabı olan insan hiç değişmedi ve değişmiyor.

Değişmediği için de Son Peygamberin davetine gelmeyen müşriklerle, önceki peygamberlerin davetine gelmeyenler özü itibarıyla benzer davranışlar sergiliyorlar.

Bu davranışların örneklerini Semud kavminde de göreceğiz. Gördüğümüzde şunu fark edeceğiz: Kur’an kıssaları bir yerde ve zamanda yaşayan insanlara değil, her yerde ve her zaman yaşayan insanlara hitap ediyor. Bu özellik onların yaşayan canlı, taze hikayeler olmasına sebep oluyor.

(24, 25) (KİBİR) ÜSTÜNLÜK HASTALIĞI

Değişmeyen insan için, bütün zamanlardaki bencillik gibi, cimrilik gibi kibir gibi değişmeyen manevi hastalıklar da var.

Bu kıssada adına üstünlük hastalığı da dediğimiz kibrin öne çıktığını görüyoruz.

Semud kavmindeki müşriklerin 25. âyette “…vahiy ona mı geldi?” ifadesini Mekke’nin müşrikleri şöyle ifade ediyorlardı.

94. (Geçmişte de şimdi de) İnsanlara hidâyet geldiği zaman, onları doğru yoldan alıkoyan şey, sadece (“O kadar melek varken) Allah (bula bula) bir insanı mı peygamber olarak gönderdi?” demeleridir.

95. De ki: Eğer yeryüzünde yerleşip dolaşanlar (insanlar değil de) melekler olsaydı, elbette onlara gökten peygamber olarak bir melek gönderirdik.”

Melek peygamber beklentisi her asrın hastalığı idi. Benzeri bir şey Ad ve Semud kavminden önce yaşayan Nuh kavminde de seslendirilmişti.

24. Bunun üzerine, kavminin inkârcı ileri gelenleri (halka seslenerek) şöyle dediler: “Bu (adam) sizin gibi (ölümlü) bir insandan başka bir şey değildir. Tek yapmak istediği size karşı üstünlük sağlamak. Eğer Allah (peygamber göndermek) isteseydi (bir elçi veya kitap değil) melekleri gönderirdi. (Kaldı ki) Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey duymadık. (Nûh atalarımızdan daha mı iyi biliyor?”)

25. Bu adam (cinnet geçirmiş) bir deliden başka bir şey değildir. Bir süre için onu gözetim altında tutunuz (bakarsınız iyileşir.)223

Bu âyetlerden şunu anlıyoruz: Söyleyen şahısların isimleri, yaşadıkları zaman ve mekanlar değişse bile iman etmeyenlerin söylemindeki öz değişmiyor.

İşin özünde “Sen kimsin, senin benden farkın ne, sen bana muhatap olamazsın, bana muhatap olacak birinin benden üstün olması, olağanüstü özelliklere sahip olması gerekiyor.” gibi ifadeler var.

Buna, insanın yaşadığı her yerde ve her zaman görülebilen kibir veya üstünlük hastalığı diyoruz.

(25, 26) GERÇEKLERE KÖR OLACAK KADAR TARAF OLMAK

Bu konunun başında “Peygamber, Peygamber olmadan önce kavmi tarafından nasıl biliniyordu?” diye bir soru sorsak cevap şu olurdu: İyi; doğru, dürüst, yalan söylemeyen bir insan olarak bilinirdi.

Neden bu kadar net konuşuyoruz: Çünkü Allah’ın böyle olmayan bir insana peygamberlik görevi vermeyeceğini biliyoruz.

Şöyle bir peygamber örneği yok: Bu kişi kötü bir kişi, bunu vahiyle terbiye edelim, sonra da ona peygamberlik görevi verelim.

Tefsir Usulümüzde (11) Peygamberlik Yasasında bu tespitimizi geniş olarak açıkladık.

Yukarıdaki soruyu Hz. Salih için sorduğumuzda kavminin Peygamber olmadan önce Hz. Salih’i şöyle bildiğini öğreniyoruz.

“Ey Sâlih! Bundan önce sen, aramızda (kendisine) ümit bağlanan biriydin. (Bu yüzden seni gelecekte kavmimizin başına geçebilecek çapta bir kişi olarak görüyorduk. Fakat şimdi büyük bir hayal kırıklığı yaşıyoruz.) Demek sen bizi atalarımızın (geçmişten beri) taptığı şeylere tapmaktan alıkoyacaksın öyle mi? (Doğrusu) Senin bizi (kendisine) çağırdığın bu inanç hakkında ciddi şüphe ve endişelerimiz var.

224

Bu âyette aslında şu deniyor: “Senin doğruluğuna dürüstlüğüne sözümüz yok. Bu dürüstlüğünle, bu toplumda gelecekte çok saygın bir insan olacağını da biliyoruz ama…”

Bu âyeti günümüz diliyle anlatırsak, bu şu demek, “İyi insan olmanın ölçüsü: ‘İyi insan olmak değildir.’ Ölçü: Benim tarafımda yandaş olmaktır. Karşı tarafta olursan, ne kadar iyi bir insan olsan da sana iyi demem...”

Hz. Salih’in davetine kulaklarını tıkayan kavmi, taraf olmanın manevi körlüğünü yaşıyordu. Dün ak dedikleri insan için bugün karalama kampanyası başlatmışlardı.

25 ve 26. âyetlerdeki “yalancı ve şımarık” sözlerinin arkasında bu körlük vardı.

Peki başka ne vardı? Ona da aşıdaki başlıkta değinelim.

Özetlersek, insan değişmiyor. Kıblesi menfaati olduğu için, ak dediğine kara diyen, kara dediğine ak diyen insanlar her devirde görülebiliyor.

(27-29) DİŞİ DEVE MUCİZE MİDİR?

Bu sorunun cevabı için önce şunu ifade edelim; Allah tarafından yoktan yaratılan ve insanların aynıyla benzerini yaratmada aciz kaldığı her şeyin ortak adı hem yaratılan âyettir hem de mucizedir.

Bu konunun başında Tefsir Usulümüzde (13) Mucize Yasasının hatırlanmasında fayda görüyoruz.

Orada mucizeleri; akli, hissi ve gaybi mucizeler diye üçe ayırmıştık.

Bu açıdan baktığımızda yaratılan her şey gibi buradaki dişi deve de bir mucizedir.225 Ama insanların bu tür mucizeleri asırlardır önlerinde görmeleri bunları sıradan hadiseler gibi görmesine sebep oluyor. Bu nedenle Allah (cc) bütün peygamberlerini farklı mucizelerle destekliyor.

(27-29) DEVENİN MUCİZE OLDUĞUNU NEREDEN ANLIYORUZ?

Dipnotta verdiğimiz âyetlerin yanında “sahada” müşriklerin gösterdiği tepkiden anlıyoruz.

Eğer deve, o ortamda bulunan develer gibi sıradan bir deve olsaydı müşriklerin hiç ilgisini çekmezdi.

Semud kıssasının geneline baktığımızda, daha önce ortalarda hiç görülmeyen, benzerlerinden çok farklı olan, nerede doğduğu ve kime ait olduğu bilinmeyen devenin varlığı Hz. Salih’in peygamberliğine delil oluyor.

Bu delil iman edenlerin imanlarını güçlendirirken, yeni iman edeceklerin hidâyetine vesile olurken, müşriklerin de öfke ve baskılarını da artırıyordu.

Müşrikler bu deveyi kurdukları sömürü düzeninin devamı için en büyük tehlike görüyorlardı.

Bunun nasıl olduğunu, aşağıdaki başlık altında bir kurgu içinde günümüz diliyle anlatalım.

(27-29) DEVENİN GÜNÜMÜZDEKİ KARŞILIĞI NEDİR?

Devenin sembolik anlamına Şems sûresinde değindik. Burada oradaki anlamın devamı olarak bir başka anlama daha dikkat çekeceğiz.

Bu anlama göre deve tarih boyunca haksızlıklara, adaletsizliklere karşı verilen onurlu mücadelenin ve hak arayışının sembolü olarak karşımıza çıkmaktadır.

Neden böyle anlıyoruz?

Eğer peygamberlerin verdiği mücadele şöyle olsaydı: Her peygamber geldiği topluma “Ben suya sabuna dokunmayacağım. Ben sizin yaptığınız adaletsizliğe, haksızlığa ve zulme sessiz kalacağım. Benim amacım: Bir mescit veya cami açmak insanları oraya davet etmek, orada namaz kılmak, zikir çekmek, dua etmek.” deseydi, yaşadıkları sorunların çoğu yaşanmaz. Bizzat sömürü düzeni tarafından bir şekilde desteklenirdi ve “Bak biz insanların inanç özgürlüğüne saygılıyız” şeklinde işleyen düzeni sempatik göstermek için, rejim tarafından kullanılırdı.

Her peygamberin görev listesinde haksızlık yapmamak ne kadar önemli bir yer tutuyorsa, haksızlıklara seyirci kalmamak da o kadar önemli bir yer tutar.

Kur’an, hakkı ve adaleti ayakta tutma mücadelesine maruf derken, haksızlıkla mücadeleyi münkere karşı verilen mücadele olarak tanımlar.226 Kur’an âyetlerinde yapılan bu tanımlar Peygamberimizin hadislerinde şöyle karşılık bulur:

“Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şâyet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki, bu imanın en zayıf derecesidir.”227 

Özetlersek, dipnotta kaynaklarını gösterdiğimiz âyet ve hadislerle devenin, bütün zamanlarda haksız ve adaletsiz kaynak dağılımına ve kullanılmasına karşı verilen hakça mücadelenin sembolü olmasının, naslardaki referansını gösterdik.

DEVE ŞİDDETE BAŞVURMADAN VERİLEN MEDENİ MÜCADELENİN SEMBOLÜDÜR

Kur’an’da hayatları geniş olarak anlatılan Peygamberler hakkında verilen bilgiden yola çıkarsak bütün peygamberler için şöyle bir genelleme yapabiliriz.

13 yıllık Mekke döneminde, hayatları anlatılın Peygamberlerin hiçbirinin hayatında, savaş gibi bir yöntemin sorun çözmede kullanıldığına dair bir örnek yoktur.229

Hz. Salih de şiddete başvurmadı. Ama haksızlıklara da seyirci de kalmadı. Bu noktada deve haksızlığa karşı verilen mücadelenin sembolü oldu.

33-40 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

ÖN BİLGİ: Hz. Lut’un ismi Kur’an’da 27 defa geçer. Kıssasını da geniş olarak 8 sûrede anlatılır. Biz bu bölümde kıssaya önce Kur’an bütünlüğünde genel bir bakış yapacak, sonrasında ayrıntıları diğer sûrelerde gelecek ilgili âyetlere bırakacağız.

HZ. LUT’UN KISSASI

İniş sırasından yaptığımız bir okumada, Hz. Lût’un kıssası geniş230 olarak ilk kez burada karşımıza çıkıyor. Bu kıssayı bundan sonraki okumalarımızda aşağıdaki sûrelerde, numarasını verdiğimiz âyetler arasında göreceğiz.

Kamer Sûresi 4. yıl 33-40

A’râf Sûresi 5. yıl 80-84

Şuarâ Sûresi 6. yıl 160-175

Neml Sûresi 7. yıl 54-59

Hûd Sûresi 8. yıl 76-83

Saffât Sûresi 9. yıl 133-138

Ankebut Sûresi 13. yıl 28-35

LUT KAVMİNİN HELAK SEBEBİ NEYDİ?

Genelde halk arasında Lut kavminin helak sebebi eşcinsellik/homeseksuellik olarak bilinir.

Bakalım öyle mi?

Kur’an iniş sırasında bu kavmi ilk kez bu sûrede anlatıyor. Ele alırken sadece bu kavmi değil, bunun gibi 4 kavmi daha anlatıyor ve bu anlatımların tamamında helak sebebini; peygamberleri yalanlama ve sadece yalanlamakla kalmayıp onlara ve onlara iman edenlere zulmetmek şeklinde açıklıyor.

Burada şu soru akla gelebilir:

Lut kavminde eşcinsellerin olmasının helak edilmelerinde bir rolü var mıydı?

Bu sorunun cevabını bir mahkeme kurgusu içinde verelim: Lut kavmi sanık olarak son celsede, karar duruşmasında mahkemedeki yerini aldı. Diğer kavimlerin işledikleri suçlara benzer suçlar işledikleri için haklarında helak kararı verildi.

Artı (+)

O güne kadar dünyada eşine benzerine az rastlanır bir azgınlık ve sapkınlık örneği olarak eşcinsellik suçu işledikleri için haklarındaki helak kararı ağırlaştırılmış helak kararı olarak infaz edildi.

Ağırlaştırıldığını nereden biliyoruz? Buradaki ve diğer âyetlerdeki helak örneklerine baktığımızda, en ağır cezanın bu kavme verildiğini görüyoruz.

Lut kavminin helak sebebi böyle açıkladıktan sonra şu genel sorularla devam edelim.

EŞCİNSELLİĞİN OLMADIĞI MEKKE’DE BU ÂYETLEİN İNME SEBEBİ NEDİR?

Polisiye bir dille anlatırsak, Mekke’de bu âyetlerin indiği güne kadar eşcinsellik suçuna dair bir polis kaydı yok.

Çok zayıf rivâyetlerden yola çıkarak bir iki vaka söyleniyor. Onları doğru kabul etsek bile Mekke’nin 10 bin kişinin yaşadığı bir şehir olduğunu düşündüğümüzde, “Bu konuda kayda değer bir olay yok.” diyebiliriz.

Peki bu âyetler neden indi?

Öncelikle şunu bir kere daha ifade edelim. Bu kıssa bu sûrede 5 kavmin yalanlama nedeniyle helakini anlatan âyetler içinde indi.

Burada soru şu: Eşcinsellikle ilgili bu âyetler neden indi? Ve neden bir defa bu sûrede inmedi de Hz. Lut’tan geniş olarak bahsedilen her âyet grubu içinde indi?

Bu sorunun cevabı çok önemli.

Eğer, bu ayetlerin indiği gün Kur’an “İnsan denilen varlık çok şerefli bir varlık olmanın yanında, çok da kötü olabilen, kötülükte aşağıların aşağısına inebilen bir varlık deseydi.” bu ifade soyut kalırdı.

Kur’an Lut kavmi üzerinden insan denilen varlığın bozulmada, aşağıların aşağısına inmede hangi noktaya gelebileceğini gösterdi.

Bu cümleyi aşağıdaki başlıkta açalım.

EŞCİNSELLİĞİN SEVİYELERİ VE LUT KAVMİNDEKİ DİP SEVİYE

Dünya tarihinde eşcinsellik Lut kavminden önce de vardı. Bunun için tarihi belge aramaya gerek yok. Çünkü insan varsa, insanın olduğu yerlerde az-çok bu tür eğilimler olur.

Bu eğilimlerin seviyeleri vardır. Aşağıda yapacağımız değerlendirmelerde lazım olacağı için burada farklı seviyelere dikkat çekmek istiyoruz.

Burada araya girelim ve şu tespiti yapalım. Bu üç seviyede olan eşcinselliğin her türlüsü İslam dininde günahtır.

Ama bir de dördüncü seviye var ki, o seviye insanlık tarihine ait kayıtlarda ilk kez Lut kavminde görüldü. O seviye dünyada eşcinsellere en fazla özgürlük veren ülkelerin bile suç sayacağı ve en ağır cezayı vereceği seviye idi.

Bu ara bilgiden sonra dördüncü seviyeye ayrı başlık altında girelim.

DÖRDÜNCÜ SEVİYEDE EŞCİNSELLİK: İNSANLIKTAN ÇIKMA NOKTASI

Bu seviyeyi bir senaryo kurgusu içinde anlatacağız.

Birinci sahne: Lut kavminde eşcinsellik çok yaygın bir hale gelmişti. Bu yaşam tarzını tercih eden insanlar bu işi rızaya dayalı yapmanın yanında, zorla yapmaya başlamışlardı. Eş, dost, akraba gibi çevreleri olmayan; zayıf gördükleri erkekleri gözlerine kestiriyor, tenhada fırsat bulduklarında zorla tecavüz ediyorlardı.

İkinci sahne: Hz. Lut ahlaksızlıkta bu noktaya gelmiş bir kavmin içinde peygamberlik görevi yapıyordu. Her fırsatta, insanları Allah’ın razı olduğu bir hayata davet ediyordu. Kavminin işi tecavüze kadar vardıran sapkınca davranışlarını şiddete başvurmadan eleştiriyordu.

Üçüncü sahne: Lut kavmindeki sapıklar tecavüz işinde daha da ileri gitmişler, ticaret yollarındaki kervanları basıyor, oradan erkekleri kaçırıyor ve onlara da tecavüz ediyorlardı.

Dördüncü sahne: Hz. Lut elinden geldiği kadar bu çirkinliği durdurmaya çalışıyordu ama etkisi çok sınırlı oluyordu. Böyle bir ortamda çok az sayıda insanın hidâyetine vesile olmuştu.

Beşinci sahne: Bir gün Hz. Lut’un evine iki genç erkek misafir olmuştu. Kavmindeki sapıklar bunu duyduğunda evin etrafını kuşattılar (Hicr 67) aralarında şöyle bir konuşma geçti.

Şimdi filmi burada durduralım ve dünyada eşcinsellere karşı en hoşgörülü insanı hayalen bu sahneye davet edelim.

İşte Lut kavmindeki bu sapık insanlar, insanlık tarihinde benzeri görülmeyen bir suça imza attılar.

İşte bu nedenle insanlık tarihinde örneği az görülen bir cezaya çarptırıldılar.

Özetlersek, bu âyetlerin indiği Mekke’de kayda değer bir eşcinsellik hadisesi yoktu ama Kur’an eşcinsellik üzerinden insanlığın inebileceği en dip noktaları gösterdi.

Gösterilen bu nokta üzerinden hayatın bir emanet olduğu gerçeğinin bilinerek yaşanmasının önemine dikkat çekti.

41-45 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

İSRAİLOĞULLARI, HZ. MUSA VE FİRAVUN KISSASI

İniş sırasından yaptığımız bir okumada, Hz. Musa ve Firavun kıssası, öncesinde işaret edilen âyetlere nispeten biraz geniş olarak ilk kez burada karşımıza çıkıyor. Bu kıssayı Kur’an bütünlüğünde okuduğumuzda aşağıdaki sûrelerde, numarasını verdiğimiz âyetler arasında görüyoruz.

Müzzemmil Sûresi 1. yıl 15-16

Â’lâ Sûresi 1. yıl 18-19

Fecr Sûresi 1. yıl 10-12

Necm Sûresi 3. yıl 36

Kamer Sûresi 4. yıl 41-42

A’râf Sûresi 5. yıl 103-171

Tâhâ Sûresi 6. yıl 9-98

Şuarâ Sûresi 6. yıl 10-67

Neml Sûresi 7. yıl 7-14

Yunus Sûresi 8. yıl 75-93

Hûd Sûresi 8. yıl 96-98

Saffat Sûresi 9. yıl 114-122

Mümin Sûresi 9. yıl 23-55

Zuhruf Sûresi 10. yıl 46-56

Duhan Sûresi 10. yıl 17-32

Kehf Sûresi 11. yıl 60-82

İbrahim Sûresi 11. yıl 5-8

Mü’minûn Sûresi 12. yıl 45-50

İsrâ Sûresi 12. yıl 2-7 100-104

Nâziat Sûresi 13. yıl 15-26

Kasas Sûresi 13. yıl 2-48 76-81

Ankebut Sûresi 13. yıl 15-16

Bakara Sûresi 14. yıl 40-113

Saf Sûresi 17. yıl 5-6

Nisâ Sûresi 17. yıl 153-165

Ahzab Sûresi 18. yıl 69-70

Mâide Sûresi 20. yıl 13-32 44-50

ÖN BİLGİ: Bu kıssa Kur’an’da en geniş anlatılan kıssaların başında geliyor. Kur’an bu kıssaya birçok sûre ve âyette kısa-uzun değiniyor. Biz bu kıssa ile ilgili geniş açıklamalarımızı iniş sırasında bu kıssanın en fazla öne çıktığı (Araf, Taha, Kasas ve Bakara gibi) sûrelere bırakacağız.

Burada yapacağımız açıklamalar diğer kıssaları takip eden helak bağlamında olacak.

HZ. MUSA’NIN KARŞISINDAKİ FİRAVUNU NASIL BİLİRSİNİZ?

Soruyu Hz. Musa’nın karşısındaki Firavun şeklinde sormamızın sebebi daha önce ifade ettiğimiz gibi231 Firavunun bir şahıs değil bir kurumsal kimlik olmasından kaynaklanıyor.

Mesela Hz. Yusuf’un karşısındaki Firavunu günümüz diliyle söylersek, inanç özgürlüğüne saygılı bir insan olarak görürken Hz. Musa’nın karşısındaki Firavunu tam tersi bir çizgide şöyle görüyoruz;

Hz. Musa’nın karşısındaki Firavun bu ve benzeri daha fazla olumsuz özellikle tarif edilebilecek bir kişiydi.

Bu kişiyle alakalı, 7. asrın Mekke’sinde en çok bilinen tarafı “Çağında en güçlü kişilerden biri olmasıydı.

Kur’an önceki âyetlerde (Fecr 10) onun için “kazıklar” ifadesi üzerinden gücüne ve ordusuna atıfta bulunarak “kazıklar sahibi firavun” demişti.

İşte Kur’an böyle “gücün zirvesinde” bilinen bir kişiyi helak edilen kavimler sıralamasında 5. sıraya koyuyor ve buradaki âyetler üzerinden şu mesajları veriyor:

41, 42. âyet: Firavun kavmi, Kur’an’da anlatılan kavimler içinde, en fazla ve en büyük mucizeleri görmesine rağmen yalanlama işinde öncekilerden geri kalmadı. O da yalanladı ve yalanlayanların hak ettikleri sonuçları yaşamaktan kurtulamadı.

43, 44. âyet: Bu beş kıssa üzerinden geçmişe tanık oldunuz. Bu beşi içinde en güçlü olan Firavunun bile helak olduğunu duydunuz. Artık onların gücüyle kendi gücünüzü kıyaslayın, onların sonunu getiren gücün size neler yapabileceğini bir düşünün. Bize bir şey olmaz, biz yalnız değiliz, Arap yarım adasındaki diğer kavimlerle birleşirsek bize kimse bir şey yapamaz, demeyin.

45. ÂYETİN ÖZEL MESAJI: HELAK YASASI DEĞİŞTİ, SİZİN SONUNUNUZ FARKLI OALCAK

Hem buradaki bağlamda hem de Kur’an âyetleri içinde 45. âyetin çok ayrı ve özel bir yeri var.

Önce bağlam içindeki yerine işaret edelim.

45. Diyor ki: Kur’an İnsan Sözü Olamaz

Tefsirimizde daha önce Kur’an’ın insan sözü olamayacağına değindiğimiz yerler oldu.232 Onlardan bazılarında şunu öne çıkarmıştık;7. asrın Mekke’sinde. Kur’an âyetlerinin indiği ilk yıllarda, bütün şartlar Müslümanların aleyhine görünürken “Gelecek günler güzel olacak” anlamında cümleler kurmak ve bu cümlelerde inandırıcı olmak zordu.

Şartların önceki yıllara göre daha da zorlaştığı 4. yılda 45. âyet üzerinden şu manada bir müjde veriliyor: “Karşımızdaki müşrikler, bütün Arap yarımadasıyla birleşse bile, yakında bize karşı mağlup olacaklar. Çok ciddi bir hezimet yaşayacaklar.”

Bu cümleyi söylemek 2 kişiyle 11 kişiye karşı maç yapan takım kaptanın karşı takımı 11-2 yeneceğiz demesi gibi inanması zor ve sonuçları ağır olan bir cümleydi.

Zorluk şartlardan kaynaklanıyordu. Sonuçların ağırlığına gelince, “Bu sözü söyledikten sonra zaman sizi haklı çıkarmazsa, bu söz şu manalardan birine gelecekti:

Görüldüğü gibi nereden bakılsa sonuçları ağır olacak bir cümle.

İşte o yüzden diyoruz ki, bu sözü Allah’tan başkası söyleyemez. Bu söz tek başına Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğuna şahittir.

45. âyet aynı zamanda 44. âyette geçen “Biz yardımlaşan bir topluluğuz.” cümlesine de cevap oluyor.

Bu cümlenin Arapçasında “topluluk” kelimesi “cem” şeklinde geçerken, 45. âyette de aynı kelime kullanılıyor.

Daha ilginci de şu: Kamer sûresinden sonra inen Sad sûresi 11. âyette 45. âyetteki müjde tekrarlanıyor. Bu tekrar “Hiç şüpheniz olmasın, Allah diyorsa olacaktır” manasında bir mesaj veriyor.

Sad sûresinin ilgili âyeti şöyle: “Onlar (yakında) şurada (şu Mekke civarında) bozguna uğratılacak gruplardan oluşmuş (derme çatma) bir ordudur.”

Bu âyette gruplar, hizipler anlamında Arapça “Ahzab” olarak geçen kelime dolaylı olarak yine Müşriklerin 44. âyetteki ifadelerine cevap oluyor.

Müşrikler Bedir ve Uhud savaşlarından sonra Hendek savaşında Müslümanların karşılarına çıkmışlardı. Ahzab sûresi de ismini bu savaştan alan bir sûredir. Bu savaşta 44. âyette ifade edildiği gibi Mekke müşrikleri Arap yarımadasında yaşayan diğer grup/hiziplerle (ahzab) birlik olup Müslümanların üzerine yürümüşlerdi. O nedenle bu savaşa Ahzab savaşı da denmiştir.

Özetlersek, 45. âyet Mekke’deki bütün şartlar Müslümanların aleyhine olduğu halde Bedir ve Hendek savaşlarında elde edilecek zaferlere işaret etmekle çok önemli bir müjde vermenin yanında bütün Kur’an âyetleri içinde, Kur’an’ın insan sözü olamayacağı gerçeğine işaret noktasında en çok öne çıkan âyeterden biri oluyor.

45. ÂYET DİYOR Kİ: MEKKELİ MÜŞRİKLERİN HELAKİ FARKLI OLACAK

Biz Tefsir Usulümüzde -geçmişte var olan ve Kamer sûresindeki 5 kavim üzerinde örneklerini gördüğümüz- helak yasasının değiştiğini söylerken en güçlü referanslarımızdan biri de bu ve benzeri âyetler oldu.

Daha önce geçen Kalem sûresindeki bahçe sahipleri kıssasında bu âyetin verdiği mesaja benzer bir mesajın verildiğine “Mekke Müşriklerinin ve Bahçe Sahiplerinin Benzer Sonları” başlığı altında dikkatleri çekmiştik.

Bu âyet çok net bir şekilde indiği zaman üzerinden, bu âyete muhatap olan ve olacak herkese şunu diyor: Bugün Mekke Müşriklerinin Müslümanlara yaptıklarına benzer zulümleri yapanlar geçmişte helak oldular. Bu müşrikler de helak olacak. Ama bunların helaki öncekilerden farklı olacak. Bunlar güçlerini kaybetmenin, iktidarlarını kaybetmenin helakini yaşayacaklar.

O yüzden, o gün ve bugün, o asırda ve bu asırda bu ve benzeri âyetlerin mesajlarını alan Müslümanlar,

13 yıllık Mekke dönemine, 10 yıllık Medine dönemine bakıyorlar ve Hz. Muhammed gibi bir Peygamber için değişmeyen şartların, bütün zamanlarda bütün Müslümanlar için de değişmeyeceğini anlıyorlar ve sebepleri yerine getirme noktasında kendilerine düşen görevleri yerine getirmek için âzimle gayret ediyorlar.

46-55 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(46-55) SONUÇ EĞİTİMİ İLE BAŞLAYAN SÛRE, SONUÇ EĞİTİMİ İLE BİTİYOR

Kamer sûresi “Kıyamet yaklaştı” âyetiyle başladı ve sonunda kıyamete, mahşer gününe (46. âyet), amel defterlerine (52) cehenneme (48. âyet) ve cennete (54. âyet) işaret eden âyetlerle bitti.

Kur’an geleceğe yönelik verdiği bu sonuç eğitimini, geçmişten beş kavmin kıssasıyla destekledi ve hem geçmiş hem de gelecek üzerinden bütün zamanlara ve mekanlara şu evrensel mesajı verdi:

“Dünyanın neresinde yaşarsanız yaşayan, ne kadar güçlü olursanız olun bu sûrenin tefsirine başlarken ifade ettiğimiz -bireysel, lokal ve genel kıyametlerle- üç farklı kıyametle bir gün mutlaka karşı karşıya kalacaksınız. Yani bir şekilde kesin olarak bir son yaşayacaksınız. O zaman Kur’an’ın sizi geçmiş ve gelecek arasına alıp şimdiki zamanda verdiği sonuç eğitiminden almanız gereken dersi alın ve bütün tercihlerinizde Allah’ın rızasını kazanmayı gaye yapın. Bilin ki ömür denilen şey tercihlerin toplamıdır. Bilin ki, âhirette karşınıza çıkacak olan sonuç tercihlerinizin toplamına göre olacaktır.

Özetlersek, Kur’an, ebedi pişmanlık yaşamamak için baştan sona bir doğru tercih rehberi olarak okunacak kitaptır.

49. ÂYET: UNUTMAYIN BU DÜNYADA BİR YASA KOYUCU VARDIR. KIRMIZI IŞIKTA DURMAYAN DURDURULUR

Kur’an’da birbirini takip eden birçok âyette bağlamda ilgiyi kurmak zordur. Yani sonra gelen konu öncekinden çok farklı bir konu olabilir. Bu konu üzerinde Tefsir Usulümüzde (18) Nüzul Sırası Yasasında geniş olarak durduk.

Bizim Açıklamalı mealimizi hazırlamamızın bir sebebi de parantez arası açıklamalarla bağlamdaki ilişkiyi göstermek ve mealin bütünlük içinde akıcı ve anlaşılır bir şekilde okunmasını sağlamaktı.

49. âyete bu açıdan bakarsak, bu âyet bağlam ilişkisi en zor anlaşılan âyetlerden birisi.

Bu âyetten önce 9-45 arası 5 kavmin helakinden, 46-48 âyetlerde kıyamet ve cehennemden bahsedildi, 50-52 tekrar kıyamet sahnesine geçildi ve sonrasında (54, 55) cennetle nokta konuldu.

Bu sıralama üzerinden soru şu: Konusu kader olan 49. âyetin burada olmasının hikmeti nedir?

Birçok hikmetten birkaçına bakalım; Allah (cc) kâinatta yaratılan her şeyi ama her şeyi bir ölçüye/kadere234 göre yaratır. O ölçünün gereği olarak sınırlar çizer, yasaklar koyar.

Burada ölçü ifadesinin anlaşılması için bardak benzetmesi yaparsak, adeta her kavme denilir ki, insansınız, hata yaparsınız, günah işlersiniz ama işlediğiniz günahlar bardadaki şu ölçüyü geçmesin, yani bardağı taşırmayın.

Bu noktada 49. âyet diyor ki: Bu ve bunlar gibi helak edilen kavimler bütün uyarılara rağmen, konulan ölçüleri aşarak, sınır ihlalleri yaparak ilahi sabrın sınırlarını zorladılar ve bardağı taşırdılar. Bu azgınlık ve taşkınlık cezasız kalmadı.

Trafik kuralları üzerinden başka bir benzetme yaparsak 49. âyet diyor ki: İnsan bu dünyada başı boş yaratılmamıştır. Hayatın her alanında ölçüler ve o ölçülere bağlı yasalar vardır. Kim bu kırmızı ışığa benzeyen yasalara uymazsa, durulması gereken sınırlarda durmazsa, o durdurulur.

Bu durdurma işi bazen sele dönüşen yağmurla, kasırgaya dönüşen rüzgarla olabildiği gibi, gökten taş yağması şeklinde ağır cezalarla da olabilir.

Bu noktada 50. âyet devreye giriyor ve şunu diyor: Allah (cc) emir verdiğinde bu emrin önüne hiçbir şey geçemez. O “ol” dediğinde, “ol” dediği her şey bir göz kırpma çabukluğunda oluverir.

Allah’ın “ol” demesi ile olan bu beş lokal kıyamet, yine “ol” demesi ile anında olacak olan genel kıyametin şahididir.

(55) SENARYODA SON BÖLÜM, SON ÂYETİN MESAJI

Kamer sûresinin son âyetini dünya hayatının başlaması ile vizyona giren bir filmin son bölümü olarak okursak karşımıza üç önemli ifade çıkıyor: Muktedir, Melik ve doğruluk makamı.

Muktedir ve Melik Allah’a ait iki isim. Bu isimler sûrenin sonunda şu mesajı veriyorlar: Bu sûrede okuduğunuz bütün helak hadisleri, gerçekleşmeden önce Allah’ın vaadi olarak Allah’ın elçileri tarafından o kavimlere duyuruldu.

O vaatlerin gerçekleşmesi Allah’ın her şeyi yapmaya Muktedir olduğunun, mülkün maliki/sahibi olduğunun, her şeye hükmünün geçtiğinin şahididir. Onları gerçekleştiren Allah (cc) kıyamet ve sonrasına dair tüm vaadlerini gerçekleştirecek gücün de sahibidir.

Doğruluk Makamı ifadesine gelince,

Bu filmin sonunda kazananlar iyiler olacak. Allah’ın vaadine iman edenler, O’na güvenenler, inandıkları değerlere sadakatle bağlı kalanlar, doğruluk ve dürüstlük gibi bir değeri hayatlarında en başa koyanlar…. Evet bunlar kazananlar olacak.

AY MANASINA GELEN KAMERİN BİZ DÜNYALILARA MESAJI

Sûrenin sonunda, ay anlamına gelen kamer kelimesi üzerinde biraz tefekkür edelim.

Açıklamalı Mealimizde sûrenin girişinde bu sûredeki çok önemli bir mucizeye dikkat çekmiş ve sûredeki 55 âyetin son harflerinin “hilale” benzeyen “re” harfiyle bittiğini söylemiştik.

Bu mucize bize sûrenin her âyetinin sonunun sûrenin ismiyle bağlantısını gösterdi.

Bu bağlantının yanında sûrenin ismiyle sûrenin içeriği arasında da çok kuvvetli bir bağlantıya şahit oluyoruz.

Kamere/aya baktığımızda, onun her ayın başında bir kum saati gibi dolmaya başladığını görüyoruz. Adeta karanlık olan kum saatinin içi, güneşten gelen ışıkla dolmaya başlıyor. Bu dolma arttıkça ay; içinde bulunduğu evreye göre "Yeni ay, hilal, ilk dördün, şişkin ay, dolunay ve son dördün” gibi isimler alıyor.

Ayın bu görüntüsü biz dünyalılara şu mesajı veriyor. Bu dünya fânidir. Bu dünyada başlayan biter, gelen gider. Bakın her başlayan günün bitmesi, her başlayan ayın bitmesi, her başlayan yılın bitmesi, her doğanın ölmesi bu gerçeğin şahididir.

Bu haliyle ay ona bakan dünyalıya şu mesajı veriyor: Ey insan sana verilen süre başladı ve bu sûre bir gün mutlaka bitecek. Bu süre 70 yıl sonra da bitebilir 7 dakika sonra da bitebilir. Bu gerçeği unutmadan yaşa. Tercihlerini bu gerçeğe göre yap. Çünkü süre bittiğinde, ebedi hayatının nerede geçeceği tercihlerinin toplamına göre belirlenecek.

(1-45) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Bu sûre “Kıyamet yaklaştı.” ayeti ile başlıyor. Beş kıssa anlatıyor ve bu beş kıssada geçen lokal kıyamet örneğini yaklaşan genel kıyametin şahidi yapıyor. “Bütün bunlar bana ne diyor?” dersen, sana bana bütün insanlara denilen şu: Sonlu bir hayat yaşıyorsunuz. Her ânınız son ânınız olabilir. Her tercihiniz de son tercihiniz olabilir.

Bunun adı değişmez gerçektir. Bu gerçeği bilmek önemlidir. Bundan daha önemlisi her ânı bu gerçeği bilerek yaşamaktır.

38/38. SÂD SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-10 ARASI ÂYETLERİNTEFSİRİ

(1-10) ÂYETLERİN KISA TEFSİRİ

1. Âyet: Kur’an Şahit

1. âyet bizim şahitlik adını verdiğimiz yeminle başlıyor. Âyeti bir benzetmeyle anlatırsak, Öğüt veren Kur’an ifadesini; “Âyetleriyle baştan sona insanlığın bütün manevi dertlerine deva içeren Kur’an şahit olsun!” şeklinde anlayabiliriz.

2. Âyet: Kıymetini Bilemediler

1. âyeti böyle anladığımızda, 2. âyeti şöyle anlıyoruz: “Kendilerine sunulan manevi ilaçların kıymetini bilemediler. Bu ilaçları kendilerine getiren manevi doktordan istifade edemediler. Bununla da kalmadılar, o doktoru ve o doktordan istifade eden insanları küçük gördüler. Aşağıladılar.”

Bu âyette iki kelimeye dikkat çekmek istiyoruz.

Bizim meal ve tefsir yöntemimizde teknik detaylara fazla girmemek gibi tercih var. Burada olduğu gibi, o tercihimizde bazen istisnalar olacak.

Birinci Kelime İzzet:

İzzet kelimesi bu sûrenin 9. âyetinde Allah’ın ismi olarak geçen Azîz ismiyle aynı kökten geliyor.

Azîz ismini, Allah’ın bütün özellik ve güzelliği ile ortaya çıkan mutlak üstünlük ve güç olarak tarif ediyoruz.

Bu tarifi dikkate aldığımızda Azîz ismi insanda izzet olarak tecelli ediyor. Bu tecelli Kur’an’da Fatır sûresi 10. âyette şöyle ifade ediliyor: “Kim izzet ve şeref istiyorsa (bunu Allah’tan istesin; çünkü) izzet ve şerefin tamamı Allah’ın elindedir.”

Bu durumda sahip olduğu her nimeti Allah’tan bilen bir insan, Allah’ın verdikleri olmayınca, hiçbir şeye sahip olamayacağını bildiği için kendisine üstünlük ve güç kazandıran bütün imkan ve meziyetlerini de Allah’tan bilir.

Böyle bir bilmede izzet, insana Azîz olan Allah’ın katında değer kazandıran bir özellik ve güzellik olur. Böyle bilinmezse, kendisine üstünlük ve güç kazandıran her şeyi kendinden bilme olur.

Zenginliği ile meşhur olan Karun’un şu sözü bu insanları anlatır: “Bu serveti sahip olduğum bilgi (beceri ve tecrübe) sayesinde ben elde ettim (o yüzden de nasıl harcayacağıma da ben karar veririm”) diye karşılık verdi.”235

Bu sûrenin 2. âyetinde geçen “izzet” Allah’ın verdiği imkanlarla ortaya çıkan gücü ve üstünlüğü kendinden bilmeyi ifade eden bir gururu (aldanmışlığı) ifade ediyor. O yüzden birçok mealde bu kelimeye gurur ve aldanma manası da veriliyor.

İkinci Kelime Şikâk:

Bu da sıradan bir kelime değil, üzerinde tefekkür ettiğimizde, 10 bin nüfuslu Mekke şehrinde insanların tek blok, tek görüş halinde hareket etmediğini anlıyoruz.

Mekke’de müşriklere göre sıradan bir insana vahiy gelmesi, yaklaşık altı asırdır hiç duyulmayan bir şeyin duyulması sıra dışı, olağanüstü bir haber.

Bu haberi duyan hiçbir insan, bu haberi “Bugün de akşam oldu.” haberi gibi sıradan bir haber olarak değerlendirmiyor.

Bu konuda 6 asır236 pas tutmuş zihinler düşünmeye başlıyor.

Bu noktada herkes Mekke’de müşriklerin ileri gelenleri gibi düşünmüyor. Kafalarda bir sürü soru işaretleri ortaya çıkıyor.

İşte “Şikak” kelimesi ile böyle bir arka plan anlatılıyor. Allahü a’lem.

3. Âyet: Geçmiş Kavimler

Bu âyette bir kere daha sonuç eğitimi geliyor. En son Kamer sûresinde anlatılan beş kavmin kıssalarına dikkat çekiliyor ve şu mesaj veriliyor: Sizden daha üstün olanlar bile helak oldu. “Bizi hiçbir güç yıkamaz, karşımızda hiçbir güç duramaz.” demeyin. Kamer sûresindeki 45. âyeti ve bu sûrede gelecek olan 11. âyeti dikkatli okuyun.

4-8. Arası Âyetler: Kara Propaganda

Bu âyetleri anlatırken, konuya çok farklı bir pencereden bakacak, 7. asrın Mekke’sindeki siyasi ve toplumsal havayı, aşağıdaki kısa başlıklar altında 21. asrın siyaset mühendisliği üzerinden anlamaya ve anlatmaya çalışacağız.

(6) MELE’: KAVMİN İLERİ GELENLERİ

Bu âyetlerde iniş sırasından yaptığımız Kur’an okumasında ilk defa karşımıza çıkan kelimelerden biri de “Mele’” kelimesi.

Bu kelimeyi 6. âyette “ileri gelenler” manasında görüyoruz. Kur’an’da stratejik önemi olan bir kelime olduğu için bu kelime üzerinde biraz durmak istiyoruz.

Mele’ kelimesi “dolu olan, dolan” demektir.

Bu kelimeyi ilk olarak Kaf sûresi 30. âyette, kök anlamına uygun olarak Cehenneme sorulan “Doldun mu?” sorusunda duymuştuk.

Mele’ kelimesini Kur’an’da 30 yerde kavmin ileri gelenleri manasında okuruz. Bu kelime bir toplum içinde bilgi, beceri, tecrübe yönüyle “dolu” olan insanlar için kullanılır.

Bu kelimenin Kur’an’daki kullanımlarına baktığımızda, bir güç ve zenginlik etrafında; menfaat ortak paydasında birleşen, o gücü ve zenginliği korumak için gayret eden insanların mele’ kelimesiyle anlatıldığını görüyoruz.

Bu konuda en çok öne çıkan örneklerden biri de Firavundur. Mele’ kelimesi 12 âyette Firavunun etrafındaki ileri gelenleri anlatmak için kullanılır.

Daha güncel bir dil kullanırsak, mele’ günümüzde medya, siyaset, ordu, hukuk, ekonomi noktasında gücü elinde tutan insanların bir araya gelerek oluşturdukları oligarşik düzenin adıdır.

Geçmişte oligarşik düzen çok belliydi; zengin ve güçlü insanlar Firavunun yanında saf tutuyor, Bizans’ta senatoda yer alıyor, Mekke’de Daru’n-nedve denilen mecliste öne çıkıyordu.

Günümüz oligarkları bu işi maskeler arkasında yapıyorlar. Büyük şirketler, lobi, düşünce kuruluşları, medya, vakıflar ve dernekler bu işin maskeleri oluyor.

Bunlar birçok ülkede gizli-açık siyasi partilere büyük parasal destek sağlayan ve bununla ülkede kimin iktidarda olacağını belirleyen ve sonrasında verdikleri desteklerin bir şekilde meyvesini toplayan insanlar oluyorlar.

Bu noktayı öne çıkarmakla şunu göstermek istedik: Tefsir usulümüzde (20) Evrensellik Yasasında, “Allah (cc) Kur’an’ı indirmek için Neden Mekke ve Medine’yi seçti?” diye bir soru sormuştuk.

O sorunun cevabında ifade ettiğimiz gibi bu iki şehir dünya tarihinde hem geçmişte yaşanan bir şeyin hem de gelecekte yaşanacak birçok şeyin mikro ölçekte özetinin yaşandığı bir şehirdir.

“Kavmin ileri gelenleri” yani Mele’ olgusu; iyi veya kötü şekilleriyle bütün zamanlarda ve mekanlarda karşımıza çıkacak bir gerçektir.

Hayatına iyi ve güzel şeyleri doldurarak mele’ olan insanlar iyilik lobileri kurarken, bunun tersini yapanlar kötü niyetleri anlaşılmasın diye maskeler takarak kendi çıkarlarına hizmet eden lobiler kuracaklar.

(6) KAVMİN İLERİ GELENLERİNİN MEKKE’DEKİ ETKİSİ

Yine Mekke’yi anlatırken, bütün zamanları kuşatan bir dil kullanacağız. Çünkü mele’ konusunda geçmiş ile bugün arasında çok fark yok.

Genelde halk denilen yığınlar bütün zamanlarda mele’ şeklinde tanımlanan; güç ve zenginlik sahibi olan bu insanlara muhtaçtır.

Hayalen 7. asra Mekke’ye gidelim. Oradan bütün dünyaya bakalım. Ne görüyoruz? Hiçbir sosyal güvencesi olmayan, birikimi olmayan, yarına yiyeceği yemeği olmayan birçok insan görüyoruz…

Empati yapalım, böyle bir insanın elindeki en ufak maddi şey onun geleceği için çok değerlidir.

Böyle bir ortamda insanlar az veya çok maddi birikimlerine gelecekleri olarak bakarlar; tarlalarında, develerinde, koyunlarında, ticaretlerinde geleceklerini görürler.

Böyle bir toplum yapısında, o toplumda yaşayan hemen her insan gücü elinde bulunduranlara bir şekilde bağlıdır. Bu bağlılık ondan gelecek menfaatle olabileceği gibi, onun isteklerine “hayır” dediğinde olabileceklerin korkusu ile de olabilir.

Günümüz diliyle söylersek, mele’ onun işverendir, patronudur. Ona minnet borcu vardır, kredi kartı borcu vardır, ev araba taksiti vardır, çocuklarının okul ödemeleri vardır… ve bütün bunlarla bir şekilde ona bağlıdır.

Mele’ konusuna bu bağlantılar noktasından baktığımızda 10 bin nüfuslu Mekke’de insanların çoğu kavmin ileri gelenlerine bir şekilde muhtaçtı. Bu insanlar içinde 7-8 tanesi şehrin en zenginiydi. Bugünkü dille söylersek, şehrin en büyük tefecileriydi. Çok yüksek faiz karşılığında birçok insanlara borç veriyor, borcunu ödemeyenleri köle olarak alma, satma ve kullanma hakkını kendilerinde görüyorlardı.

(6) MELE’ VE TOPLUM MÜHENDİSLİĞİ

Mekke’de kavmin ileri gelenleri, Peygamber Efendimizin (sav) tek tek de olsa, uzun zaman da sürse insanları etkilemesinden, onların hidâyetine vesile olmasından ve putperestlikten vazgeçirmesinden endişe ediyorlardı.

Bu konuya daha önce geçen Kalem sûresi 9. âyetin tefsirinde işaret etmiştik. Mekke’de kavmin ileri gelenleri, “Bugün “Muhammed’i durduramazlarsa gelecekte olacakları düşünüyor”, ona göre strateji belirliyordu.

Bir senaryo akışı içinde anlatırsak,

Birinci sahne (4. âyet): Önceki propagandanın dozu artarak devam ediyor. Yalancı ve sihirbaz karalamasında ısrar ediliyor. Şunu biliyorlar, bir yalan ne kadar çok insan tarafından ne kadar çok tekrar edilirse, o kadar çok insan tarafından inanılır. Bu etkiyi bildikleri için bu plan devam ediyor.

İkinci sahne (5. âyet): Bu sahnede bütün zamanlarda hak-batıl bütün din mensupları üzerinden etkili olan yöntemi devreye sokuyorlar ve “din elden gidiyor.” diyorlar. Onlara göre tek bir ilaha inanılması,237 puta tapanların her geçen gün azalması dinin elden gitmesiydi.

Üçüncü sahne (6. âyet): Mele’in o gün toplumdaki yerini hatırlarsak “Gidin ilahlarınıza sahip çıkın” talimatı, patronun işçilerine talimatı gibiydi. Bir şekilde kendilerine bağladıkları insanları sokağa sürmeleri, slogan attırmaları gibi bir şeydi.

Burada halktan doğal bir tepki gelmeyince, her devirde var olan toplum mühendisliğinin devreye girdiğini; kötü niyetliler tarafından çok açık bir şekilde kötülüğün organize edildiğini görüyoruz.

Dördüncü sahne (7. âyet): Bu sahnede “din elden” gidiyor denilerek halk sokağa sürülürken onları motive etme adına kavmin ileri gelenleri içinden sözde “din adamları” da boş durmuyor. Onları motive etme adına, “Biz bu işin uzmanları olarak “son dinde” bunu işitmedik. Geçmişe doğru yaptığımız araştırmalarda atalarımızın dininde ilahların birleştirilmesi ve tek ilah yapılması gibi bir uygulama görmedik. Biz atalarımızın dinine bağlıyız ve geçmişte olduğu gibi bugün de ilahlarımızın arkasındayız.

Beşinci sahne (8. âyet): Bu sahnede kavmin ileri gelenleri eskimeyen bir taktiği devreye sokuyorlar. Söylenen sözün etkisini kırmak için o sözü söyleyenin kimliği ile uğraşıyorlar ve bu âyette “Kur’an içimizden ona mı indirildi?” derken başka bir âyette “Bu Kur’an (gele gele Abdulmuttalip’in yetimine mi geldi. Taif ve Mekke gibi) iki şehirden (Velid bin Muğire gibi veya o çapta) büyük bir adama gönderilmesi gerekmez miydi?”238 gibi sözler söylüyorlar.

9. ve 10. Âyet: Düşündüren Sorular

Bu iki âyet öncelikle şu mesajı veriyor:

9. ve 10. âyetler bu sorular üzerinden bütün zamanların müstekbirlerine (kibirlenenlere, büyüklük taslayanlara) “Haddiniz bilin!” mesajı veriyor.

(6) ÖNEMLİ BİR KAVRAM: MİLLET

İniş sırasında ilk defa bu sûrenin 6. âyetinde gördüğümüz kavramlardan biri de millet kavramı.

Bu kavram âyette “Biz bunu son dinde işitmedik.” cümlesinde “din” manasında geçiyor.

Millet kelimesi Kur’an din ve şeriat kelimeleriyle birlikte 15 defa din manasında kullanılan bir kelime.

Dinleri hak ve batıl olarak ayırırsak, millet kelimesi her iki din için de kullanılan bir kavram.

Dini, din, şeriat (uygulama) ve gelenek olarak üç ayrı parça halinde incelersek,

Bu parçalardan,

Bu değerlendirmeden yola çıkarak 6. âyete bakarsak. Mekkeli müşriklerin kastettikleri din; örf, adet, gelenek ve batıl inançlarla tanınmaz hale gelmiş bir din.

Onların millet anlamında kullandıkları dinde, dinin temeli olan tevhid (Allah inancı) tahrif edilmiş. Putlar Allah’ın ortağı olmuş. Gelenek görenek din zannedilmiş…

6. âyette Mekke müşriklerinin “son din” dedikleri, böyle bir din.

Bu açıklamalardan günümüze gelirsek, millet kelimesi tevhid inancının domine ettiği bir inanç birlikteliğini başa koyan dini bir tanım olarak kullanılmıyor.

Farklı inançlarla birlikte aynı vatan, aynı dil, aynı tarih, aynı anayasa aynı bayrak etrafından birleşen toplulukları tarif için kullanılıyor.

Günümüzde kullandığımız milliyetçilik kelimesi de millet kelimesiyle aynı kökten gelir.

Bu konuyu Allah katında üstünlüğün takva olarak öne çıkarıldığı Hucurât sûresinin 13. âyetinin tefsirinde “İslam’da ırkçılık ve milliyetçilik var mıdır?” başlığı altında ele alacağız.

Onun yanında bu sûrenin 76. âyetinde de kısaca değineceğiz.

(1-10) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Mele’ hayatın bir gerçeğidir. İyisi de kötüsü de her asırda olabilir. Kötülerin baskın olmasının en önemli sebeplerinden biri de iyilerin -sayıları çok olsa bile- etkisiz, pasif ve organize olamayışlarıdır.

Bu durumu dikkate aldığımızda, senin tek başına iyi olman güzeldir ama yeterli değildir. Köyünde, şehrinde, ülkende hatta dünyada ne kadar iyi varsa onlarla bir şekilde bir araya gelip, lokal ve evrensel bütün iyilik hareketlerine bir şekilde destek vermek niyetin, hedefin ve gayretin olabilir.

11-16 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(11-16) ÂYETLERİN KISA TEFSİRİ

11. Âyet: Kur’an İnsan Sözü Olamaz

11. âyet gelecekten haber veriyor. Bu habere, bu haberin çok daha açık bir şekilde verildiği Kamer sûresi 45. âyette geniş olarak değindik. Bu konu için oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

12-14 Âyetler: Sonuç Eğitimi

Bu âyetlerde önceden ismi geçen 6 kavim üzerinden bir hatırlatma yapılıyor.

11. âyeti Kamer sûresi 45 ile birlikte okuduğumuzda bu hatırlatmada Mekkeli müşriklere şu mesaj veriliyor. Sizin helakiniz onlarınki gibi olmayacak ama gelecekte çok büyük bir bozgun yaşayacağınız kesin.

Çünkü, bugün küçük gördüğünüz şu Müslümanların arkasında, bu sayılan kavimleri ve daha fazlasını helak eden gücün sahibi Allah (cc) var.

Şunu çok iyi bilin, arkasında Allah olanın önünde hiç kimse duramaz.

15, 16 Âyetler: Durup Bir Düşünmüyorlar

Müşriklerin 15. âyeti duyduktan sonra bu sûrenin 11 âyetini, Kamer sûresinin 45. âyetini hatırlayıp şöyle demeleri beklenirdi: “Bu Muhammed neyine güveniyor da bu sözleri söylüyor. Bunlar normal bir insanın söyleyeceği sözler değil. Bunlar üzerinde durup bir düşünelim.”

Böyle demek yerine 16. âyetteki sözleri dile getirdiler. Bu sözler şu anlama geliyor: “Sen ne dersen de biz sana inanmıyoruz. Hadi şu bahsettiğin azaptan bizim hissemize düşen neyse bir an önce getir görelim.”

Daha önceki âyetlerde ifade etmiştik, Allah (cc) bunlara süre vermişti. Müşrikler farkında olmasa da o süre işliyordu.239

17-29 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

HZ. DAVUD KISSASI

İniş sırasından yaptığımız bir okumada, Hz. Davud’un (as) kıssası ilk kez burada karşımıza çıkıyor. Bu kıssayı bundan sonraki okumalarımızda aşağıdaki sûrelerde, numarasını verdiğimiz âyetler arasında göreceğiz.

Sâd Sûresi 4. yıl 17-29

Sebe’ Sûresi 9. yıl 10-11

Enbiyâ Sûresi 11. yıl 78

Bakara Sûresi 14. yıl 246-252

HZ. DAVUD VE HZ. SÜLEYMAN KISSASININ ÖNCELİKLİ MESAJI

Şu soruyu soralım, Kur’an buraya kadar, geçmişe dönük kısa-uzun hangi kıssaları anlattı?

Başlıklarını hatırlayalım. Yunus, Bahçe sahipleri, Nuh, Ad, Semud, Lut, Firavun kavimleri ve Eyke, Tubba, Ress halkı.

Bunların hiçbiri, Müslümanlara gelecekte kurulacak bir medeniyet için model değildi. Doğrudan veya dolaylı olarak Müslümanlara mesajlar vardı ama bir medeniyet modeli yoktu.

Bu kıssanın geldiği yere bakalım.

Bu kıssa beş büyük kavmin helakini anlatan Kamer sûresinin ve o sûrenin 45. âyetinde verilen ve bu sûrenin de 11. âyetinde tekrar edilen büyük müjdeden sonra geliyor.

O müjdeden sonra bu âyetlerde Kur’an’da ismi geçen peygamberler içinde zenginliği, gücü, devlet yönetmesi ve medeniyet inşa etmesiyle öne çıkmış iki peygamberin kıssası anlatılıyor.

Burada soru şu: 7. asrın Mekke’sinde, risaletin 4. yılının sonlarında Kur’an’ın bu iki kıssa üzerinden vermek istediği mesaj nedir?

Cevap: Ey iman edenler! Çıktığınız yolda, Hz. Yunus’tan ders alır, yol ve yön değiştirmezseniz, şu an karşınızda büyük görünen Mekke müşrik sistemi yıkılacak ve Allah (cc) onun yerine Hz. Davud’un ve Süleyman’ın hükümranlığına hâkimiyetine benzer bir medeniyetin temellerini atmayı size nasip edecek.

Özetlersek, Hz. Davud ve Hz. Süleyman’ın çok hikmetli kıssalarının burada gelmesinin mesajına işaret ettikten sonra, bu kıssadaki diğer hikmetlere işaret edebiliriz.

BİRİNCİ HİKMET: Yaratan Rabbin Adıyla Okumak ve Emanet Ahlakı

İniş sırasından yaptığımız Kur’an okumasında gördük, Kur’an’da baştan sona iki kıyaslama var.

Biri Yaratan Rabbin adıyla okuyanlar, diğeri okumayanlar. Okuyanlar verilen her nimete “emanet” diyor. Okumayanlar verilen nimetlere “benim” diyor.

Bu sûrede 1-16 âyetlerde okumayanlara; emanete “benim” diyenlere işaret edildi. Bu âyet grubunun hemen arkasından üç kıssa geliyor. Bu kıssalarda da Hz. Davud, Hz. Süleyman ve Hz. Eyyûb üzerinden Yaratan Rabbin adıyla okuyanlara ve “emanet” diyenlere işaret ediliyor.

Bu işaret üzerinden Mekke müşriklerine şu mesaj veriliyor:

Servet/varlık sizi şımartıyor, yokluk ve zorluk sizi isyan ettiriyor. İşte size varlıkta şımarmayan, yoklukta isyan etmeyen örnek insanlar.

Özellikle de Hz. Davud ve Süleyman’a iyi bakın. Kendi servet ve iktidarınızla onlarınkini kıyaslayın, sonra da sizinkiyle kıyaslanmayacak kadar büyük bir servetin ve iktidarın sahibi olan bu iki insanın, bu nimetlere emanet demelerinden ders alın.

Bu işaret üzerinden Mekke’deki ilk Müslümanlara şu mesaj veriliyor:

Hz. Davud ve Hz. Süleyman’a iyi bakın.

İKİNCİ HİKMET: Dünya Markası Olacaksınız

İslam’a bir ürün dersek, kendi çağlarında o ürünün ilk kullanıcıları olan ilk Müslümanlara şu mesaj veriliyor: Allah sizi İslam’la tanıştırdı. Allah size hidâyet nasip etti. Bakmayın bugün Mekke müşriklerinin bu ürünün kıymetini bilemeyişlerine. Bu ürüne dünyadaki bütün insanların ekmek su gibi ihtiyacı var. Bu ürün gelecekte dünya markası olacak. Bu ürünle tanışma ve tanıştırma şeref olarak size yeter.

Bu yolda varlık ve yokluk imtihanları yaşayacaksınız. İşte bu noktada Hz. Davud, Süleyman ve Eyyûb (as) sizlerin örneğiniz olsun.

ÜÇÜNCÜ HİKMET: Dersin Adı Uluslararası İlişkiler ve Diplomasi

Bu âyetler Mekke’nin ilk Müslümanlarını geleceğe hazırlıyor ve dolaylı olarak şu mesajları veriyor: Bütün zamanlarda sizin karşınızda dinden, diyanetten, Tevrat’tan, İncil’den haberi olmayan cahil ve putperest Mekke müşrikleri olmayacak. Yakın bir gelecekte başka milletlerle tanışacaksınız. Kitap ehli; Yahudi ve Hristiyanlar da sizin muhatabınız olacak.

Onların karşısına çıktığınızda, İslam’ı temsil edeceksiniz. Bu temsilde devlet tecrübesi olan Hz. Davud ve Süleyman gibi peygamberler sizin örneğiniz olsun.

Bu temsilde onlardan ders alan değil, onlara ders veren konumda olun; özellikle dinler tarihini onlardan değil kendi kaynaklarınızdan öğrenin. Özellikle geçmiş peygamberleri onların anlattığı gibi değil, Kur’an’ın tanıttığı gibi tanıyın ve tanıtın.

HZ. DAVUD KISSASI ÖNEMLİ BİR MESAJLA BAŞLIYOR

Bu sûrede Hz. Davud’un (as) kıssası 17. âyetle başlıyor. Ama âyet ilginç bir şekilde başlıyor.

Âyet “Bizim güç sahibi (olan) kulumuz Davud’u hatırla çünkü o yönelen biriydi.” şeklinde doğrudan kıssaya giriş yapabilirdi.

Ama âyet “(Ey Resûlüm!) Sen onların söylediklerine sabret” cümlesini başlangıç cümlesi yapmakla bize şöyle bir mesaj veriyor: Bu konunun öncekiyle bağlantısı olmadığını zannetmeyin. Siz de Davud gibi Rabbe yönelirseniz, o yönelmenin sonunda Allah Hz. Davud’a yaşattığı zaferleri size de yaşatır, ona verdiği nimetlerin; imkanların benzerini size de verir. Hz. Eyyûb gibi sabredin ve her şeye rağmen yola devam edin.

LİDERLİK EĞİTİMİ AÇISINDAN HZ. DAVUD KISSASINDA ÖNE ÇIKAN NOKTALAR

Bir sonraki başlıkta bu kıssanın evrensel okumasını yapacağız. Bu okumayı yapabilmek için kıssada öne çıkan noktaları görmemiz gerekiyor.

Bu kıssada sonunda âyet numarasını verdiğimiz şu noktaların öne çıktığını görüyoruz.

Özetlersek, biz liderlik denildiğinde, onu sadece devlet yönetmek olarak anlamıyoruz. İnsanın kendini yönetmesi liderliğin başladığı yerdir. Aile bu liderliğin sınandığı test edildiği yerdir. Burada başarılı lider olamayanların, diğer alanlarda başarılı olmaları temelleri sağlam olmayan zayıf bir liderlik olacaktır.

Bu açıdan bakarsak bu kıssa tam bir liderlik eğitimi veriyor. Bu eğitim üzerinden sadece ilk muhatabı olan Mekkeli Müslümanları değil, çocuktan gence, gençten anne-babaya, onlardan yöneticilere bütün Müslümanları hem dünya hem de âhiret geleceğine hazırlıyor.

HZ. DAVUD KISSASININ EVRENSEL OKUNUŞU

Bu kıssada öne çıkan noktaları başlıklar halinde vermiştik. Şimdi bunların günümüze verdiği mesajlara bakalım.

Bu iki özellik aynı âyette arka arkaya geliyor.

Lider ve güç denildiğinde, Kur’an’ın öne çıkardığı kas gücü değil.240 Bilgiyi güç olarak kullanan bir lider. Gelecek âyetlerde göreceğiz241 Hz. Davud (as) yönetim ahlakı ve adil bir lider olarak güçlü olmanın yanında çağında madenleri savunma sanayisinde kullanmada da bilgili bir liderdi.

Gücü, “Allah’a yönelen bir lider” ifadesiyle birlikte düşünürsek, bu gücün nefse hükmeden bir güç olduğunu da düşünebiliriz. Son derece zengin ve güçlü bir liderin, çağında birçok günaha çok kolay yönelebilecekken Allah’a yönelmesi güçlü bir iradeyi gerektiriyor.

Bu açıklamadan sonra mesaja gelirsek: Kur’an ölçülerinde lider, gücün ve zenginliğin kendisini Allah’a yönelmekten alıkoyamadığı liderdir.

* Kâinat kitabını; yaratılan âyetleri okuyan bir lider (18, 19),

18. âyette iki önemli kelime geçiyor: Bu kelimeler mealde “hizmetine verdik” manasını verdiğimiz “sahharna” ve “tesbih” kelimeleri; önemine binaen bunlar üzerinde aşağıda ayrıca duracağız. Burada şu kadarını ifade edelim.

Hz. Davud, yaratılan âyetleri okuma noktasında çağının ilimlerinden bilimlerinden en üst seviyede yararlanan bir peygamberdi. Bu yönüyle günümüzde “klasik din adamı” profilinin çok dışına çıkan, aydın, entelektüel bir âlimin donanımına sahip bir liderdi.

Bu yönüyle bütün zamanlara “din adamı tanımınızı yeniden gözden geçirin” mesajı veriyor diyebiliriz.

Bu âyette Hz. Davud’un yönetme kabiliyeti yanında, kendini ifade etme yeteneğine de dikkat çekiliyor.

Günümüz dünyasında ticaretle uğraşan hemen herkesin ortak kabulü şudur: Üretmek kadar, üretileni sunmak yani satış pazarlama da çok önemlidir. Bu önemde hikmetli bilgiye “ürün” dersek, hitabet yani kendini iyi ifade etmek, sunmaya karşılık gelir.

Kendini iyi ifadenin çok ufak bir kısmı doğuştan gelen yetenek olurken, büyük bir kısmı sonradan kazanılmaya açıktır. Çok kitap okuma, kelime dağarcığını geniş tutma, kelimeleri düzgün telaffuz etme ve iyi bir eğitim alma bu işin temelinde olmazsa olmazlardır.

Burada soru şu: Hitabet bir Müslüman için ne kadar önemli?

Cevap: Çok önemli; İnsanlara İslam’ı anlatmaya, onların hidâyetine vesile olmaya ürün dersek, hitabet onların sunum şekli olur.

Peki mesaj nedir? Buradan her Müslümana verilen mesaj nettir: Elinden geldiği kadar bu özelliğini geliştir.

Devlet demek bir kurallar manzumesi (düzeni) demektir. Bürokrasi bu düzen içinde kuralların işleyişinden sorumlu olan üst düzey görevlilerin oluşturduğu yapıdır. Bu kıssada devlet görevlisi olarak Hz. Davud’a bürokrat dersek, Hz. Davut isteseydi, güvenliği çağırır ve gelenleri kapı dışarı edebilirdi. Ama öyle yapmak yerine, “Vatandaşın işi görülsün” diyor ve kurallarını esnetiyor.

Bunun üzerinden bütün zamanlara şu mesajı veriyor: “Bugün git yarın gel” mantığı ile çalışan bir bürokrat olmayın. Çözüm odaklı çalışın.

Günümüz diliyle konuşursak Hz. Davud’un karşısında iki kişi var. Bunlardan biri 99 zincir marketi olan büyük bir şirket sahibi, diğeri sadece bir iş yeri olan sıradan vatandaş.

Sıradan vatandaş adalet talebiyle geliyor. Burada Hz. Davud üstünlerin hukukunu uygulamak yerine, hukukun üstünlüğünü tercih ediyor.

Böyle yapmakla da bütün zamanlara şu mesajı veriyor: İnsan hakları, adalet ve hukukun üstünlüğü gibi ilkeler kırmızı çizginiz olsun. Onlardan taviz vermeyin.

Bu kıssaya bir senaryo dersek, bu senaryoda halkın lidere ulaşmasının kolay olmadığını, önünde bir takım kalın duvarlar olduğunu görüyoruz. Bu zorluk üzerinden bütün zamanlarda liderlere şu mesaj veriliyor:

Bir lider halkın gözünde ulaşılmaz görülüyorsa, bu lider İslamî ölçülerden uzaklaşıyor demektir. O yüzden burada liderlere verilen mesaj şu: Gerekli tedbirleri alarak siz ve yönetim kadronuz ulaşılabilir olsun. Halk size ve ekibinize ulaşmanın zorluğunu değil, kolaylığını ve mutluluğunu yaşasın.

26. âyette de göreceğiz bu kıssada adalete özellikle vurgu yapılıyor. Adalet bu kıssanın merkezinde, kalbinde yer alıyor. Bunun üzerinden gelecekte Medine’de devlet kuracak olan Müslümanlara “adalet devletin olmazsa olmazı” mesajı veriliyor.

O mesajı günümüze getirirsek bütün Müslüman yöneticilere şu deniyor: Adalet bir milyonun önündeki 1 gibidir. Bir ülkede o yoksa gerisi sıfırdır.

Bu kıssada adaletin öne çıkmasındaki en büyük sebeplerden biri de 99 koyuna karşı bir koyun örneği üzerinden büyük sermayenin küçük sermayeyi “yeme” gayretidir.

Büyük balığın küçük balığı yutması hayvanlar âleminin normalidir. Ama insanlar âleminde bunun adı vahşi kapitalizmdir. Devletin bir şekilde büyük ile küçük arasında dengeyi sağlaması gerekir.

Mesaj: Ne olursa olsun, büyük sermaye karşısında, küçük sermaye sahiplerini ezdirmeyin. Hayatın her alanında tekelleşmenin önüne geçecek tedbirleri alın.

Bu âyette ortaklıktan bahsediliyor. Bu ortaklık dar anlamda düşünmeye müsait olduğu gibi, geniş ölçekte toplumsal ortaklık olarak da düşünülebilir. Bir köy, kasaba ve şehirde yaşayan insanların imkanlara ortak olması, bu ortaklıkta güçlünün zayıfın hakkını gözetmemesi gibi.

Böyle baktığımızda, kıssada Hz. Davud (as) ticari ilişkilerdeki arızaya değinirken, yanında çözümünü de söylüyor.

Buradan şu mesajı alıyoruz. Hakkın küçüğü büyüğü yoktur. Haklar konusunda her insan duyarlı olmalı ama Allah’a ve âhirete iman edenlerin daha fazla duyarlı olması gerekir.

Burada yapılan bağışlanma talebinden, ortada bir hata olduğu anlaşılıyor ama hatanın ne olduğu doğrudan söylenmiyor.

Buradan şu mesajı alıyoruz: Peygamber bile olsa insan insandır ve hata yapabilir. İnsandan istenen sıfır hatasız bir hayat değil, hata yaptığında, hatada ısrar edilmeyen, bağışlanma dilenen bir hayattır.

İniş sırasından yaptığımız okumada bu sûrede karşımıza çıkan kavramlardan biri de Halife kavramı. Buna aşağıda değineceğiz ve değinirken de şunu ifade edeceğiz; yönetimin adı ne olursa olsun, yöneticinin sıfatı ne olursa olsun Allah’ın yönetimde aradığı temel şart adalettir. Adaletin olduğu yerde insanları birleştirmek, birlikte huzur içinde yaşamalarına vesile olmak kolaydır. Ama adalet yoksa, orada huzur yoktur.

Bunun mesajını günümüzde yaşayarak görüyoruz. Bir ülkeyi adil, huzurlu ve güvenli bir ülke yapmada isminin İslam ülkesi ve halkının çoğunluğunun Müslüman olması yetmiyor. Yetmediği için de bu ülkeler dünyada tercih edilen değil, terk edilen, mülteci üreten ülkeler haline gelebiliyor.

Mesaj: Sıfatınızın Müslüman olması yetmez, onun içini de doldurmanız gerekir.

Burada hevâ ve hevese vurgu yapılması çok ama çok önemli. Devlet yöneten, yönetimde elinde güç olan, yetki olan insanlar için en yakın tehlike bu gücü kendilerinden bilmeleri ve haksızlık yapmalarıdır.

Oysa ki bu güç kişiye veya topluma verilen bir emanettir. Her türlü haksız kullanımda o emanetin hesabı verilecektir.

Mesaj: Ortada kanunlar ve kurallar varken, adaletten ayrılarak hevâ ve hevesinize (kendi istek ve arzularınıza) uymayın.

Özetlersek, Kur’an’daki kıssaların hiçbiri laf olsun, torba dolsun cinsinden basit hikayeler değildir. Her biri hayatın içinde -ne ile ilgili ise o alanda- zamandan mekandan bağımsız evrensel mesajlar içeren eğitici, öğretici derslerdir.

ÖNEMLİ İKİ KELİME, “SAHHARNA” VE TESBİH

SAHHARNA: Hizmetine Verdik, Boyun Eğdirdik

Bu kelimenin Kur’an’daki kullanımına genel olarak baktığımızda şu sonucu çıkarıyoruz. Kâinatta yaratılan her şey doğrudan veya dolaylı olarak insanın hizmetine verilmiştir. Bu hizmeti verme işi boyun eğme ifadesiyle de anlatılıyor.

Bu ifadelerin üzerinde biraz tefekkür edelim.

Boyun eğme işinde iki boyut var.

Birinci boyut, Allah’ın boyun eğdirmesi,

Bu boyutta Allah (cc) atomdan güneşe bütün varlıklara bir varlık gayesi veriyor ve onları gayeyi yerine getirebilecek şekilde yaratıyor.

İşte bu yaratmaya “sahhara/boyun eğdirme” diyoruz. Bu iş insanın aciz kalacağı bir iş olduğu için mucizedir.242

Bundan sonrasını bir kurgu içinde anlatalım,

Bu yaratmanın ardından bütün varlıklar lisan-ı halleriyle insana şöyle diyor: Ey insan! Allah (cc) bizi sana boyun eğdirdi. Bize sana hizmet etme görevi verdi. Yalnız bizim hizmetimizden yararlanmak istiyorsan, ilimleri/bilimleri öğrenmen gerekiyor.

İkinci boyut insanların boyun eğen varlıklardan istifade etmesi

İkinci boyutta insanın boyun eğen ve hizmetine verilen varlıklardan istifade etmesi, yukarıda örneklerini verdiğimiz ilimlerin öğrenilmesine bağlı.

Bu konuya günümüzden bakarsak, boyun eğdirilen şeylerden en fazla istifade edenler, ilimde teknolojide en fazla gelişmiş olanlar oluyor.

Özetlersek, Allah (cc) insanın yapamayacağı boyun eğdirme işini kendi üzerine alırken, boyun eğen varlıklardan istifade işini insanın ilimde ve teknolojide gelişmesine bırakıyor.

TESBİH: VARLIĞIN DİLİNİ BİLMEK

Yaratılan her şeyin varlık gayesine uygun yaratılması ve bu gayeye uygun hareket etmesi anlamına gelen tesbih Kur’an’da yaratılan her şeyi içine alacak şekilde şöyle ifade edilir:

“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar (varlık gayesine uygun hareket etmek sûretiyle) Allah’ı tesbih ederler…”243

Bu anlamı dikkate alıp, tesbih kelimesini yukarıdaki boyun eğme ile birlikte değerlendirirsek, “Tesbih eden her varlık boyun eğmiştir, boyun eğen her varlık tesbih eder.” diyebiliriz.

Bunu dedikten sonra, yine bir kurgu içinde tesbih için de yukarıdaki açıklamalarımıza benzer bir açıklama yapacağız.

Yaratılan her varlık lisan-ı haliyle insana şunu diyor: Ey insan! Senin de benim de bir varlık gayem var. Sen, senin varlık gayeni Peygamberlerden öğrenebilirsin, benim varlık gayemi ise gözlem yaparak ilimler/bilimler üzerinden öğrenebilirsin.

Tesbihe bu açıdan bakarsak, günümüzde ilimde, bilimde, teknolojide en fazla gelişenlerin varlıkların varlık gayesini daha iyi anladığını ve daha fazla istifade ettiğini görüyoruz.

Bunları böyle gördükten sonra gelelim Hz. Davud’a.

HZ. DAVUD MUCİZE GÖSTERDİ Mİ?

Önce Tefsir Usulümüzde (13) Mucize Yasasını hatırlayarak şunu ifade edelim; Allah’tan vahiy almak bir mucizedir. O yüzden her peygamber gibi Hz. Davud da bu manasıyla mucize göstermiştir.

Bu tespiti başa koyduktan sonra başlıktaki soruyu şöyle soralım: “Hz. Davud (as) dağlar ve kuşlar üzerinden mucize göstermiş midir?”

Yukarıdaki “sahhara” ve “tesbih” kelimesi için yaptığımız açıklamalar dikkate alındığında “Dağları onun hizmetine verdik.” ifadesi ve kuşların tesbihi şöyle anlaşılabilir.

Hz. Davud, yaşadığı çağda (araştırmaya, öğrenmeye, çabaya, gayrete bağlı) kesbi ilmin hakkını verdiği için, dağlardan ve kuşlardan yararlanmayı öğrendi. Buna bağlı olarak dağlardan demir madenini çıkardı, ondan kılıç ve zırh üretti, kuşların özelliklerini öğrendi, onları avcılıkta ve habercilikte kullandı.

Bunlar bizim âyetlerden ve rivâyetlerden çıkardığımız sonuçlar.

Hz. Davud’a yetişmiş kadrosu ile çağının bütün imkanlarını ülke yönetmede kullanan bir lider olarak baktığımızda, bu liderin hayatın bir alanında ilerlerken, diğer alanlarında geri kalmasını düşünmek doğru olmaz.

Kur’an, onun yönettiği ülkede bir iki alanın fotoğrafını verirken, dolaylı olarak şöyle diyor: “Varın diğer alanları siz düşünün.”

Düşündüğümüzde, bu kıssada göremediğimiz bölümleri, bu kıssanın tamamlayıcı parçası olan Hz. Süleyman (as) döneminde görüyoruz.

O çağ için, “kalkınma” denildiğinde akla gelebilecek her alanda en ileri seviyede olduklarını fark ediyoruz.

Hz. Süleyman kıssası ile bu şekilde bağlantı kurduktan sonra, gelecek âyetlerde onun kıssasına geçebiliriz.

(17-29) KISA ÖZET BANA NE DİYOR

Kur’an’da bu kıssa ne zaman karşına çıksa, yoğunlaşacağın yerler var. Onlardan bazılarına burada temas ettik ve gelecek sûrelerde de edeceğiz.

Burada “sahhara” ve “tesbih” kavramlarına yoğunlaşabilirsin.

Şu nokta çok önemli;

Bu noktada önüne iki hedef koyabilirsin.

Bunları yaparsan, bu kıssayı anlamada ve günümüze taşımda önemli bir adım atmış olursun.

30-40 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

HZ. SÜLEYMAN KISSASI

İniş sırasından yaptığımız bir okumada, Hz. Süleyman’ın (as) kıssası ilk kez burada karşımıza çıkıyor. Bu kıssayı bundan sonraki okumalarımızda aşağıdaki sûrelerde, numarasını verdiğimiz âyetler arasında göreceğiz.

Sâd Sûresi 4. yıl 30-40

Neml Sûresi 7. yıl 15-44

Sebe’ Sûresi 9. yıl 12-19

Enbiyâ Sûresi 11. yıl 78-82

Bakara Sûresi 14. yıl 102-103

HAKKINDA EN FAZLA YANLIŞ BİLGİ VERİLEN PEYGAMBER KİMDİR?

Böyle bir soru sorduğumuzda, en başa koyacağımız isimler arasında şunlar yer alabilir, Hz. Süleyman, Hz. Eyyûb, Hz. Davud.

Sad sûresinde gelen ve 4. yılda inen bu kıssaları Kur’an ilk Müslümanlara “Neden anlatıyor?” sorusuna değinmiştik. Onun devamı olarak şunu ilave edelim.

Kur’an dolaylı olarak Müslümanlara diyor ki: Gelecekte muhatap olacağınız Yahudiler tarafından haklarında en fazla iftira duyacağınız, en fazla yanlış bilgilerle karşılaşacağınız peygamberlerin içinde bu üç peygamberi de göreceksiniz. Onları, Yahudilerin tanıttıkları gibi tanımayın. Kur’an nasıl tanıtıyorsa öyle tanıyın ve tanıtın.

Bu açıklamadan sonra, şu sorunun cevabı da belli oldu: Kur’an neden Hz. Süleyman için “ne güzel kuldu” övgüsüyle başlıyor?

Kur’an bu sûrede böyle bir başlangıç yaparak, bütün zamanlara şunu diyor: Hz. Süleyman’ı Kur’an’ın tanıttığı gibi tanıyın ve tanıtın.

ÂYET ÂYET KISSANIN TEFSİRİ

(30) VEHHÂB İSMİNİN TECELLİSİNE EN FAZLA MAZHAR OLAN İNSAN KİM?

Evet böyle bir soru sorsak, bu soruya verilecek cevaplar listesi içinde yer alacak isimlerden biri de Hz. Süleyman oluyor.

Bunu nereden biliyoruz? Bunu Kur’an’dan biliyoruz.

Kur’an’da Allah’ın karşılıksız nimet vermesini, verirken de sıra dışı; üst sınırdan nimet vermesini anlatan Vehhâb ismi 3 defa geçiyor. Bu isimlerden ikisi Sad sûresinde yani bu sûrede yer alıyor.

Vehhâb ismini ilk olarak bu sûrenin 9. âyetinde gördük. İkincisini de bu kıssanın 35. âyetinde görüyoruz.

Bunun yanında, bu konuyla alakalı şu bilgiyi vermemiz de gerekiyor.

Kur’an’da Allah’ın kuluna nimet vermesi anlatılırken genelde eta, a’ta, ename ve vhb şeklinde dört kelime kullanılır.

Bu dört kelimeden Vehhâb ismiyle aynı kökten gelen vhb kelimesinin Kur’an’da özel bir yeri olduğunu görüyoruz. Kur’an’da 25 defa geçen bu kelimenin -bir iki istisna ile birlikte- geçtiği bütün âyetlerde, sıra dışı nimet vermelerde kullanıldığını görüyoruz.244

Bunun yanında Hz. Süleyman kıssasının devamının anlatıldığı Neml sûresinin 40. âyetinde Allah’ın Ganî ve Kerîm esmasını da görüyoruz.

Bütün bunları dikkate aldığımızda 30. âyette “Biz Dâvûd’a Süleyman’ı (vehebnâ) ihsan ettik.” âyetinde yapılan ihsanın sıra dışı olacağı, çok büyük bir maddi güce hükmedeceği de anlaşılıyor.

(31-33) 21. ASIRDA HZ. SÜLEYMAN’IN YÖNETTİĞİ ÜLKENİN TANITIM FİLMİ

Elimizdeki bilgilere göre Hz. Süleyman (as) tahmini olarak MÖ. 965-928 yılları arasında bugünkü İsrail’de İsrailoğullarına yöneticilik yapmış bir kral.

Şöyle bir soru soralım, o zamanda yaşamış bir kral ülkesini bütün dünyada tanıtmak için bir kısa tanıtım film çekseydi, neleri öne çıkarırdı?

31-33 âyetlerde bu sorunun cevabını görüyoruz. Atların öne çıkması, ordunun, ordunun öne çıkması gücün öne çıkması gibi anlamlara geliyordu. Bir peygamberin yönettiği ülkede gücün öne çıkması da; o gücün her zaman hakkın ve haklının yanında olduğu, zalimlere korku verdiği, mazlumlara umut olduğu gibi anlamlara geliyordu.

Benzer bir tanıtım filmini bugün çekseydik, Hz. Süleyman’ın o gün yönettiği ülkenin bugünkü tanıtım filmi nasıl olurdu?

Şöyle olabilirdi;

Ve bütün bunların arkasında adaletin hakim olduğu, gelirin hakça paylaşıldığı, refahın, huzurun, güvenin öne çıktığı bir ülke görüntüsü…

Bu açıdan baktığımızda, 31-33 âyetlerdeki dekor sıradan bir dekor değil, ufuk açan, hedef veren bir dekordur.

(32) HZ. SÜLEYMAN’IN SERVETE BAKIŞI

Daha önce ifade ettiklerimiz hatırlanırsa, bütün peygamberler Yaratan Rabbin adıyla Kur’an okumada ve emanete bakışta örneğimiz olan insanlar.

7 yy. Mekke’sinde az da olsa tarih bilgisi olanlar için Hz. Süleyman denildiğinde ilk akla gelen onun zenginliği idi.

Kur’an, bu sûrede onu tanıtan ilk âyetlerde; zenginliğin hemen yanına, ona ait olan “Gerçekten ben mal sevgisini, Rabbimi anmak (verdiği her nimeti O’nun yolunda vermek) için istedim.” sözünü koyuyor.

Bunun üzerinden bütün zamanlarda gelecek insanlara “iki bakış” dersi veriyor.

Birinci Bakış: Hz. Süleyman’a bakış. Burada mesaj şu: Ne zaman onu hatırlasanız, onu zenginliğe hükmetmenin yanında, nefsine hükmetmeyle de hatırlayın.

İkinci Bakış: Bu dersin verdiği mesaja göre servet bir nimettir. Bu nimet de her nimet gibi vereni sevdirmek için verilmiştir. Verene olan sevgiyi artıran, verenin yolunda verilen nimet sevilmeyi hak eden nimettir. Tersi oluyorsa; yani servet nimeti veren Allah’ı unutturuyorsa insanın nankör olmasına sebep olduğu için nikmettir.245

Özetlersek bu âyet bu derslerin yanında “Bir Müslüman servete, zenginliğe sahip olmayı istemeli mi?” sorusuna da dolaylı olarak “evet” cevabı verirken hemen yanı başında ölçüyü de veriyor: “Verenin yolunda daha fazla verme niyetiyle, zenginliği isteyebilirsin.”

(34) TEFSİR İLMİNDE LAFZÎ ANLAMIN, FARKLI BİR ANLAMA YÖNLENDİRMESİNE ÖRNEK

Kur’an’da bazı âyetleri okuduğumuzda âyet bize şunu der:

“Kur’an edebi bir metindir. O yüzden Kur’an’da mecaz, teşbih gibi edebi sanatlar görebilirsin. Bu âyette mecaz, teşbih veya sembolik bir anlam var. O yüzden beni burada yazdığı şekliyle anlama.”

34. âyette de böyle bir örnek görüyoruz.

Bu örnekte akıl, mantık ve imtihan dünyasının dekoru âyeti orada yazdığı gibi anlamamızın önünde engel oluyor.

Bu engeli gördüğümüzde, şunu anlıyoruz: Kur’an bu yazılanı bir sembol, bir mesaj ve kinaye olarak kullanıyor onun üzerinden bize farklı bir şey anlatıyor.

Bunu çok net olarak gördüğümüz âyetler: Allah’ın kudreti için yapılan arş, kursi, el ve yüz benzetmeleri. Âyetin metni böyle yazıyor ama Kur’an’ın genelinde bize tanıtılan Allah yazılanları yazıldığı gibi anlamaya izin vermiyor.

Neden izin vermiyor? Çünkü, öyle anlaşıldığında arkadan şunlar da gelecek: Eli varsa kolu, kolu varsa gövdesi, gövdesi varsa ayakları… Yüzü varsa gözü, gözü varsa kaşı, burnu, alnı, çenesi, ağzı…246

Bu açıklamadan sonra 34. âyette geçen “bir ceset bıraktık” ifadesini bir sembol olarak anlıyoruz. Bu sembol güçlü bir iktidar sahibinin, bir ceset gibi zayıf ve etkisiz hale gelmesini anlatıyor.

Âyeti böyle anladığımızda mesaj şu oluyor: “Bu dünya fânidir. Başlayan her şey biter. Gelen her şey gider. Sahibi göründüğün her şey alınmak için verilmiştir. Bir gün ölümün gelip bedenini ceset yapacağını aklından çıkarma.”

Bu ve benzeri mesajları veren 34. âyet, imtihan dünyasının dekorunu da gösteriyor. Hz. Süleyman ile bu dekorda zenginliğin, gücün ve iktidarın hem zirvesini hem de dibini görüyoruz.

Bunu gördüğümüzde bütün okuyucularımıza Açıklamalı Mealimizde iniş sırasında sondan bir önceki sûre olan Tevbe sûresinin girişinde “Hangisi Daha Zor, Başarılı Olmak mı, Başarılı Kalmak mı?” başlığı altında yaptığımız açıklamaları okumalarını önemle tavsiye ediyoruz.

Özetlersek, 34. âyet çok önemli bir noktada geldi ve Kur’an’ın kullandığı edebi dili anlamada bize yardımcı oldu.

(35) HZ. SÜLEYMAN HANGİ HATA İÇİN, ALLAH’TAN BAĞIŞLANMA DİLEDİ?

Arka arkaya gelen bu iki kıssada her iki peygamber de Allah’tan bağışlanma dilenecek bir “şey” yapıyorlar ve o “şey” bize söylenmiyor. Bizim tahminlerimize bırakılıyor.

Burada soru şu: Kur’an neden böyle bir yöntem izliyor?

Daha önce Kalem sûresinde 48. âyetin tefsirinde “Balık sahibi (Yûnus) gibi olma!” âyetinin tefsirini yaparken açıklamıştık. Kur’an Peygamberlerin hatalarından bizi haberdar eder.

Bununla ilk verdiği mesaj şudur: Allah’tan başka ilah yoktur.” demek şu anlamı da içine alır: “Allah’tan başka hatasız kimse yoktur. Hata yapandan ilah olmaz.” O yüzden kim olursa olsun insanları putlaştırmayın.

Bu yöntemin birinci mesajına işaret ettik.

İkinci mesaja gelince,

Şunu anlıyoruz: Bu hatalar büyük hatalar ve tekrar edilen hatalar olamaz.

Nereden biliyoruz? Peygamberlik için konulmuş ölçüler var. Oradan biliyoruz. Bu ölçülerden üç noktayı öne çıkaralım;

Birinci nokta: Bu insanlar vahye açık. Allah onların hata yapmasına müdahale etmiyor ama hataları ile devam etmelerine izin vermiyor. Çünkü, onlar örnek insanlar. Örnek insan hata yapabilir ama bile bile hatada ısrar etmesi örneklik vasfına uygun düşmez.

İkinci nokta: Bu insanların peygamber olmadan önceki hayatları güzel ahlak üzere. Yani geçmişlerinde hiçbir sabıka kaydı yok. O yüzden bu insanlar büyük yanlışlar yapmaz. Yaptıkları genelde insan olmanın gereği sehven yapılan küçük yanlışlardır.

Üçüncü nokta: Takva standartları değiştikçe büyük-küçük günah tanımı değişir. Peygamberler takva standartları en yüksek insanların başında gelir. O standartlarda küçük günahlar bile büyük gibi görülüyor. Bu standartlarda bırakın haksızlık yapmayı, bir şeyin hakkını verememe bile Allah’tan af dileme sebebi olabilir.

İşte peygamberler hayata bu üçüncü noktadan bakar o noktanın ölçülerine göre yaşarlar.

Özetlersek, bu ölçüleri dikkate aldığımızda, “Hz. Davud ve Süleyman (as) bu takva ölçüler içinde hata olarak gördükleri bir “şey” nedeniyle Allah’tan bağışlanma dilemiş olabilirler.” diyoruz. Allahü a’lem.

(35) HATANIN ARKASINDAN YAPILAN DUA NE ANLAMA GELİYOR?

Bu dua şöyle olsaydı: “Allah’ım bir servetim, bir iktidarım, bir gücüm vardı başıma bela oldu. Bundan sonra olmaz olsun…”

Yaşanılan imtihandan sonra bunun tam tersi bir dua var. Hz. Süleyman (as) yönetici olduğu zaman içinde iktidarla, güçle, zenginlikle bir gün değil her gün sınandı.

Peygamber ölçülerine göre onun hayatına bakarsak, hiçbir zaman “Bal tutan parmağını yalar” demedi. Yakınlarını zengin etme yoluna gitmedi. Sahip olduğu her şeyi emanet bildi ve emanetleri veriliş amacına uygun kullanmada titiz davrandı.

Bunda hiç şüphemiz yok. Çünkü bu kıssa başlarken “Ne güzel kuldu” ifadesiyle başladı 40. âyet de benzer güzel ifadelerle bitiyor.

Bu ifadeler bizi Hz. Süleyman hakkında hüsnü zanna yönlendiriyor.

O yönden baktığımızda burada ki dua, yapılan hatalardan ders almanın arkasından gelen bir dua. Bağlam ile birlikte düşünürsek dua da şunlar da var. “Rabbim ben hatalarımdan ders aldım. Onları bir daha tekrar etmemek için elimden geleni yapacağım. Senden ricam, ne olur devletimi milletimi eskisinden daha güçlü eyle. Ne olur! O gücü senin yolunda kullanmayı nasip eyle…”

Bu minval üzere dua etmiş olabilir. Allahü a’lem.

Özetlersek bu duaya “Hatalardan ders almanın sonucunda, Allah yolunda yapmış olduğu hizmetlerine kaldığı yerden devam etme duası” da diyebiliriz.

(30-40) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Hz. Davud ve Süleyman (as) kıssasını “Allah (cc) bana neden anlattı?” diye bir soru sorduğunda cevap olarak söylenecek çok şey var. Onlardan bazılarını yukarıda öne çıkardık.

“Ben hangisini öne çıkarayım?” dersen, sana tavsiyemiz şu: Müslümanlar için fakirliğin kader olmadığını öne çıkar. Vereni yani Allah’ı unutturmayan bir servetin, verenin yolunda daha çok verme imkanı veren, hayatın her alanında kalkınmaya vesile olan bir zenginliğin teşvik edilmesini öne çıkar.

41-44 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

HZ. EYYÛB KISSASI

İniş sırasından yaptığımız bir okumada, Hz. Eyyûb’un (as) kıssası ilk kez burada karşımıza çıkıyor. Bu kıssayı bundan sonraki okumalarımızda aşağıdaki sûrelerde, numarasını verdiğimiz âyetler arasında göreceğiz.

Sâd Sûresi 4. yıl 41-44

Enbiyâ Sûresi 11. yıl 83-84

ÜÇ PEYGAMBERİN ARKA ARKAYA ANLATILMASINDAKİ HİKMETLER

Bu konuda çok sayıda hikmet sayılabilir.

Biz iniş sırasına “bağlam” der ve onu dikkate alırsak -yukarıda değindiğimiz- gibi bu üç kıssa, Mekke’deki ilk Müslümanları geleceğe hazırlıyor.

Tefsir Usulümüzde bahsettiğimi gibi bu kıssalarda (8/1) Tercihe Göre Takdir Yasası üzerinden, hangi tercihlerin hangi sonuçların takdirine vesile olduğu gösteriliyor.

Bunun yanında Allah’ın İnfak (Zekat) Yasası öğretiliyor. Bu yasaya göre: İmtihan dünyasında -zengin-fakir ayırt etmeden- ilk önce hayat/ömür/mal/mülk gibi nimetler veriliyor, bir süre sonra ölüm vesilesiyle her şey geri alınıyor.

Burada mesaj şu: Hz. Davud ve Süleyman gibi zengin de olsanız, Hz. Eyyûb gibi varlığı ve yokluğu birlikte yaşasanız, verilen her nimetten bir gün mutlaka ayrılacaksınız. Bu gerçeği dikkate aldığınızda, hayattayken Allah yolunda verdiğiniz her şey; sizin hem Allah’ın rızasını kazanmanıza hem de ebedi cennet nimetleri kazanmanıza vesile olacak. Vermezseniz, bunun hesabını vereceksiniz âhirette büyük üzüntü ve mahrumiyetler yaşayacaksınız.

Özetlersek, Allah kulunu her şekilde imtihan eder. Verir, alır, tekrar verir. Siz verildiğinde şımarmayan, hamd eden, alındığında şikâyet etmeyen sabredenler olun.

Bu kısa girişten sonra kıssanın âyetlerine geçebiliriz.

(41) HATIRLATILAN KADAR, HATIRLIYOR

Biz bugün 21. asırda yaşayan Müslümanlar bu âyetleri Kur’an bütünlüğü içinde okuyoruz. Öyle okuduğumuz için de 4. yılda inen bu âyetlerle (41-44) birlikte, yine Hz. Eyyüp (as) hakkında 11. yılda inen âyetleri247 aynı anda biliyoruz.

Ama Peygamber Efendimiz hem bu kıssada hem de diğerlerinde sadece bildirildiği kadar biliyordu.

“Etrafındakiler bunun detayları nedir?” deseler, cevap için gelecek vahyi bekliyordu.

Bugün iniş sırasının sonundan baktığımızda bütünlük arz eden bütün konular, parçaların arka arkaya gelmesiyle ortaya çıkıyordu ve Peygamberimiz ilk parçayı söylediğinde, arkadan gelecek parçayı bilmiyordu.

Film benzetmesi yaparsak, Peygamber Efendimiz (sav) tamamı 23 yıl süren bir filmin tamamını izlemiş bir dil değil de izlediği kadarını anlatan bir dil kullanıyordu.

Kıssaların böyle dil üzerinden anlatılması, kıssaların öncelikli amaçlarından biri olan Peygambere güveni artırma amacına doğrudan hizmet ediyordu.

Bu gerçeği fark edenler şunu diyorlar: Peygamber Efendimiz (sav) Allah’ın duyurduğu kadarını duyuyor. Gerisini bilmiyordu. O yüzden bu sözler insan sözü olamaz. Bu sözler Allah kelamıdır.

(41) DİKKAT ÇEKİCİ BAŞLANGIÇ: KULUMUZ

Buraya kadar anlatılan üç kıssanın başlangıcında “kul” kelimesine özel bir vurgu var. Hz. Davut ve Eyyûb için “kulumuz”, Hz. Süleyman için “O ne güzel kuldu” ifadeleri geçiyor.

Bunlar üzerinden verilen mesajlardan biri şu: Bunlar büyük ve değerli insanlar ama bu değerlerini maldan, mülkten, mevkiden makamdan değil Allah’a kulluktan alıyorlar. Bu dünyada en büyük rütbe Allah’a kul olmaktır. Daha büyük mazhariyet yoktur.

Bir başka mesaj da şu: Bu insanlar ne kadar büyük olursa olsun. Bunları ilahlaştırmayın. Bunlar önce kul, sonra Peygamber…

(41) ÂYETİ KAPALI BIRAKIP ANLAMI ÇOĞALTMA YÖNTEMİ

Önceki kıssalarda Hz. Davud’un ve Hz. Süleyman’ın (as) Allah’tan bağışlanmalarına konu olan “şey” net olarak ifade edilmemişti. Burada da şeytanın verdiği acı ve sıkıntının sebebi söylenmiyor.

Bu şekilde anlatmak Kur’an’ın izlediği yöntemlerden biri. Burada zımnen şu deniliyor, peygamber melek değildir. O da sizin gibi insandır. O da sizin gibi acı ve sıkıntılar yaşar.

Bu âyete Enbiya sûresi 83 ve 84. âyetlerle birlikte baktığımızda, Hz. Eyyûb’un malını, mülkünü ve ailesinden bazı kişileri kaybettiğini anlıyoruz.

Bu ve benzeri hadiselerden yola çıkarak onu üzen; şeytanın vesvese vermesine sebep olan şeyleri tahmin edebiliriz.

Bu tahminlerimizin sınırlarını çizen birtakım ölçülerimiz var. Hz. Eyyûb sıradan biri değil, Allah’tan vahiy alan bir peygamber. Onun için isyan ve şikâyet gibi şeyler düşünemeyiz. Düşüneceğimiz şeyler yaşadığı şeylerin hikmetleri, çözümleri ve o çözüm sürecindeki sabrı olabilir.

Bu ölçülere çerçeve dersek, Kur’an sıkıntının sebebini kapalı bırakmakla bütün zamanlara şu mesajı veriyor: bu ölçülerin dışına çıkmadan birtakım tahminler yapabilirsiniz.

(42) KAVLİ DUANIN CEVABI, “BEKLE AYAĞINA GELECEK” DEĞİL

Bu âyette kavli duaya ait önemli bir ilke öğretiliyor. Âyet “Sen dua ettin ve etmekle sana düşeni yaptın. Bekle derdin devası ayağına gelecek.” demiyor.

Âyet: “Ayağını yere vur!” derken, “Sen devayı bulmak için gayret et!” diyor.

Bu âyet iki türlü anlamaya müsait bir âyet.

Birincisinde ayak yere vuruluyor yerden su çıkıyor. İkincisinde derdin devası için yola düşülüyor.

42. âyette “Ayağını yere vur” anlamı için kullanılan “rkd” fili Kur’an’da 3 defa geçiyor. Diğer iki âyette süratle koşmak, bir şeyin yanından koşarak uzaklaşmak anlamında kullanılıyor.248

Her iki durumda da kelimenin özünde bir hareket var. Bu harekete bağlı bir çaba ve gayret var.

Özetlersek, âyet bütün zamanlara şu mesajı veriyor. Derdiniz için dua edebilirsiniz ama o duanın kabulü için de çaba ve gayret de sarf etmelisiniz.

(42) ÂYET BİR MUCİZEDEN BAHSEDİYOR MU?

Buradaki 42. âyete benzer bir âyeti Bakara 60. âyette de görüyoruz.

“Musa’ya asanı/bastonunu kayaya vur!” demiştik. (Vurunca) Derhal (kayadan) on iki pınar fışkırdı...”

Bu âyette vurmanın ardından suyun çıkması âyette açık bir şekilde ifade edilirken, burada 42. âyette vurmanın veya hareketin ardından, suyun çıkmasından bahsedilmiyor. Doğrudan yıkanılacak, içilecek soğuk suya işaret ediliyor.

Bu nedenle âyet iki şekilde anlaşılmış.

Biz birinci anlamı mealimizde verdik. İkinci anlama da tefsirimizde işaret edeceğiz.

Eğer âyette “Ayağını yere vur.” emrini, bu kelimenin anlam sahasında bulunan “Haydi yola düş, hayda derdin devasının peşinden koş, devayı bulmak için gayret et.” şeklinde anlarsak, işaret edilen suyu, Hz. Eyyûb’un fiili duasının kabulü gibi de anlayabiliriz.

Günümüzde yeraltından çıkan ve bazı rahatsızlıklara iyi gelen termal sular var. Hz. Eyyûb’un böyle bir suyu bulunca aradığı şifayı bulması akıldan uzak değil.

Bu açıklamalarda şunu gördük: Âyet iki türlü anlamaya da müsait görünüyor.

“Peki hangi anlamı öne çıkarmak Kur’an’a göre daha uygun?” denilirse, şöyle deriz: Âyetin öncelikli konusu derdin devasına çözüm arama yani tedavi.

Bütün zamanlarda, biz insanlar için hastalıkların tedavisinde kullanılan yöntem, sebeplere riâyet şeklinde. Yani derdin devasına vesile olacak tedaviyi ve ilaçları aramak şeklinde.

Peygamberimizin (sav) hadislerinde de bunun teşvik edildiğini görüyoruz.

Özetlersek, tedavi konusunda mucize gösteren bir peygamberin, ona tabi olan insanlar tarafından örnek alınması imkansız olduğu için, bu âyeti sebeplere müracaat ederek derde deva arama gayreti olarak anlamak daha makul bir seçenek gibi görünüyor.

(44) YÖNTEM BİLGİSİ: ÂYETE FARKLI ANLAM VERMEYE İTEN SEBEPLER

Eğer âyetin lafzı kapalı olursa, o kapalılık bizi farklı anlam arayışına itebilir. Nitekim bunun örneğini 41. âyette gösterdik. 44. âyette de bir kapalılık var.

Âyette “vur” deniliyor kime vurulacağı söylenmiyor. Âyette yeminden bahsediliyor ama ne üzerine yemin edildiği de söylenmiyor. Bunlar kapalı kalınca, müfessirler âyetteki lafızların ikinci, üçüncü manalarına müracaat ediyorlar.

Peygamberlerin ismet sıfatını (hata yapmamalarını) aldıkları vahyi olduğu gibi insanlara aktarma ile sınırladığımızda, peygamberlerin adına zelle251 dediğimiz ufak tefek hataları yaptığını ve bu hataların Kur’an’da bahsedildiğini -anlayarak Kur’an okuyan- herkes bilir.

Bu durumda Hz. Eyyûb bir insandır ve o da hata yapabilir. Onu ve bütün peygamberleri diğer insanlardan ayıran hatadan sonra Allah tarafından uyarılmaları ve aynı hatayı bir kere daha tekrar etmemeleridir.252

Bu tespitten sonra şu soruları soralım,

Bunları kabul ettiğimizde, âyeti mealini verdiğimiz şekilde anlamanın önünde bir engel yok.

Bunların hepsinin modern hukukta karşılığı var.

Modern hukukta alt mahkemenin verdiği kararı üst mahkeme bozabilir. Bu bozmadan sonra alt mahkeme üst mahkemenin bozma gerekçelerini dikkate alarak yeniden karar verebilir.

Bu mahkeme düzeneğinin insan vicdanında da bir karşılığı vardır. Her insan kızabilir, kızdığında ağzından maksadı aşan sözler çıkabilir. Sonradan bu sözleri maksada uygun hale getirebilir.

Bunun adı hukukta hile yapmak anlamında hile-i şeriyye değildir. Bunun adı hatayı fark edip, yanlıştan dönmektir.

Peygamberlerin melek değil insan olduğu gerçeğini dikkate aldığımızda, bunlar gâyet insanidir.

Her insanın ağzından önce maksadı aşan sözler çıkabilir. Sonra, o sözlerin farkına varıp, o sözleri maksada uygun hale getirebilir.

Özetlersek, bir hukuk devletinde hatanın anlaşılmasından sonra, kararın düzeltilmesi hile-i şeriye değildir. Olması gerekendir. Hukukun üstünlüğüne inanan her insan böyle yapar. Hz. Eyyûb (as) de -Allahü a’lem- böyle yapmıştır.

(41-44) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Sana bana bütün insanlara denilen gayet net: “Ayağını yere vur!”

İçeriden dışarıdan kimden gelirse gelsin bir dert ve sıkıntı geldiğinde, bir sorun yaşadığında “Ayağını yere vur!”

Yani, asla ümitsizliğe kapılma. O derdin bir devası olduğunu, o sorunun bir çözümü olduğunu unutma.

“Ayağını yere vur!” Kavli duanın yanında çabanı, gayretini, araştırmanı fiili duan yap.

45-48 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(45-48) BURADA BEŞ PEYGAMBERİN İSMİNİN SAYILMASI NE ANLAMA GELİYOR?

İniş sırasında Kamer sûresinin ayrı bir yeri var demiş ve buna işaret etmiştik. Bu sûreye kadar geçen sûrelerde geçmiş peygamberlerin kıssalarına sadece isimden bahsetme ve bir iki ayrıntı verme şeklinde bir değinme vardı, ilk kez Kamer sûresinde Hz. Nuh, Ad (Hz. Hud), Semud (Hz. Salih), Lut ve Firavun (Hz. Musa) üzerinden nispeten geniş açıklamalar yapıldı. Kamer sûresinin ardından gelen bu sûrede üç peygamberin (Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz Eyyûb) hayatı hakkında açıklama yapıldı ve sonrasında bu âyetler geldi.

Bu âyetleri nasıl anlayacağız?

Kur’an’da bazı peygamberlerin kıssaları anlatıldıktan sonra, o kıssaların arkasından sadece isimleri sayılan peygamberler var. Onlardan birinin örneğini bu âyetlerde (45-48) görüyoruz.253

Bu âyetleri şöyle anlayabiliriz. Bir konuda, birbirine benzeyen 25 örnek varsa, 5’i sayılır diğer örnekler için “v. B.” (ve benzerleri) şeklinde bir kısaltma kullanılır.

Buradaki Peygamber isimlerini de böyle anlayabiliriz. Allahü a’lem.

Kur’an iki sûrede toplamda 8 peygamber kıssası hakkında bilgi veriyor, sonra bu âyetlerde 5 peygamberin sadece isimlerinden bahsediyor ve bunun üzerinden şu mesajı veriyor: Burada size anlatılan peygamberlerden yola çıkarak, anlatılmayan peygamberleri de anlayabilirsiniz.

Zorluk ve sıkıntı çekmeyen, kavmi tarafından yalanlanmayan, hakarete uğramayan, servetle, evlatla, malla, mülkle sınanmayan peygamber yok gibidir.254

49-54 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(49-54) GEÇMİŞ VE GELECEK ÜZERİNDEN SONUÇ EĞİTİMİ: GELECEĞİN TARİHİ

Hem (27. baskıdan sonra) Açıklamalı Mealimizin başında Meal Okuma Rehberinde hem de Tefsir Usulümüzde (33) Geleceği Yönetme Yasasında şu gerçeğe dikkat çektik: Kur’an’da geçmişi okumak, geleceğin tarihini okumaktır.

Kamer ve Sad sûrelerinde geçmişe dönük 8 peygamber kıssası okuduk. Şimdi burada geleceğe dönük cennet (49-54) -cehennem (55-64) hakkındaki âyetleri okuyoruz.

Burada kısa mesaj şu: Gelecekte nereye gideceğinizi, geçmişte Peygamberlerin davetleri karşısındaki duruşunuz belirleyecek. Allah’ın razı olduğu tercihleri yapanların gelecekte karşılarına cennet çıkarken, tersini yapanları bekleyen gelecek cehennem olacak. “Hangi son beni bekliyor?” sorusunun cevabı yaşanan geçmiş üzerinden tahmin edilebilir.

(49-54) “CENNETE KİMLER GİDECEK?” SORUSUNUN CEVABINDAKİ AYRINTI

Kur’an’da cennet kelimesi 147 defa geçiyor. Bunların 115 tanesinde âhirette ödül olarak insana verilecek olan ebedi cennet olarak geçiyor.

Bu 115 âyete tek tek baktığımızda karşımıza çok ilginç bir şey çıkıyor. “Cennete kimler girecek?” sorusunun cevabında iman edip salih amel (15 defa) işleyenler ve muttakiler (14 defa) ifadesi özellikle geçiyor.

Bundan farklı mesajlar almak mümkün; onlardan biri şu: Müslümanlar cennete girecek ama onların içinde iman eden, imanlarını salih amel meyvesiyle güçlendirenler ve Allah’ın razı olmadığı şeylerden uzak durma konusunda elinden geleni yapan muttakiler öncelikli olacak.

(50) ADN CENNETİ: BÜTÜN GÜZELLİKLERİN KAYNAĞI

İniş sırasından yaptığımız bir okumada “adn cennetleri” ifadesi burada ilk kez karşımıza çıkıyor. Bir şeyin kökünün, temelinin, kaynağının bulunduğu yer anlamına gelen adn kelimesi maden kelimesi ile aynı kökten geliyor. Bu manayı dikkate aldığımızda, Adn cennetlerini ebedi olan tüm güzelliklerin madeni/kaynağı olarak düşünebiliriz.

(49-54) CENNETİN DEKORU: HAYALLERİN ÖTESİ

Tefsir Usulümüzde (24) Cennet-Cehennem Yasasında “Cennet-Cehennem Anlatıldığı Gibi mi? Yoksa…” başlığı altında cennetin dekoruna değindik ve orada şunu dedik: Aklınıza ne geliyorsa onun ötesini düşünün.

Bu âyetlerdeki cennet tasvirini şöyle düşünebiliriz: 7. yy. Arap yarımadasında bir insana sorsaydık, “Cennette nelerin olsun istersin?” cevaplardan biri de şu olacaktı: Sadece bana ait olan bir sarayım olsun, sarayımda halı ve koltuklarla döşenmiş serin odalarım olsun. Sarayın çevresinde bir bahçe olsun. Bahçemde türlü türlü meyvelerim olsun. Bunların yanında yanımda en güzel haliyle eşim de olsun…

Buna hayal dersek, Kur’an’daki bütün cennet tasvirleri bu hayalin gerçekleşeceği yer olarak anlatılıyor.

7. asırdan günümüze gelip “Cennette nelerin olsun istersin?” sorusunu iman eden bütün insanlara sorsak, alacağımız cevap genelde o asırlarda insanların özlem, beklenti ve hayal ettikleri şeyler üzerinden olacak.

Kısaca oraya giren herkese şu denilecek: Dilediğin her şeyi burada bulacaksın.255

(52) İNİŞ SIRASINDA CENNET VE CENNETTE EŞLERE YAPILAN VURGU

İniş sırasında bu sûreye kadar cennete ve cehenneme yapılan kısa vurguları gördük. Bu sûrede bu vurgu biraz daha artıyor ve burada cennet ve cehennemin dekoruna biraz daha detaylı giriliyor.

“Bunun hikmeti ne olabilir?” diye bir soru akla gelirse, cevaplardan biri şu olabilir: Yine iniş sırasında Hz. Davud ve Süleyman (as) kıssaları ilk olarak burada anlatıldı. O anlatım üzerinden onların zenginliğine dikkat çekildi. Bu zenginliğin anlatılması akla şunu getirebilir “Bu insanlar cenneti dünyada kurmuşlar. Cennet gibi bir ortamda yaşamışlar.”

Akla bunların gelebileceği bir noktada, 49-54 âyetlerde cennet öne çıkıyor ve intak diliyle dolaylı olarak şöyle diyor: “Dünyada gördüğünüz bütün zenginlik ve güzellikler, benden oraya damlayan damlalardır. Onlar fânidir, tadımlıktır, tanıtım ve teşvik için verilmiştir. Burada bende onların kaynağı ve kalıcı olanları vardır.”

Eşlere yapılan vurguya gelince,

Cennette eşe yapılan vurguyu da ilke olarak bu sûrede bu âyetlerde görüyoruz.

Bazıları Kur’an’ın cennette yaptığı eş, kadın ve huri anlatımlarını eleştiri konusu yapabiliyor. Bu kişiler hayatın gerçeğini görmeden, kadın-erkek tabiatını/doğasını, duygularını, arzu, istek ve beklentilerini dikkate almadan bu eleştiriyi yapıyorlar.

Bu konuda iki noktaya dikkat çekelim.

Birinci Nokta: Kur’an’ın Cennet Tasvirlerinde Ahlaki Ölçüler

Dünya imtihan dünyası. Kur’an bu imtihanda hemen her şeyi içine alacak ölçüler/sınırlar koyuyor.

Bu sınırlar üzerinden şu mesaj veriliyor: Nimetler sana verildi ama senin değil. Sende emanet. O yüzden sınırsız kullanım hakkı yok. Sınırlara riâyet edeceksin.

Bu mesajı dikkate aldığımızda, insan malına malım, parasına param diyemiyor. Bunların tamamı için konulan sınırlara riâyet etmesi gerekiyor.

Bu sınırları dikkate aldığımızda, cennet dünyada bu sınırlara riâyet eden müminler için, sınırların genişletildiği bir yer oluyor.

Dünyada her şey için olan sınırlar cinsellik için de var. Kur’an bu dünyada o sınırlara riâyet edenlere verilecek ödülden de bahsediyor.

Bahsederken de ahlaki sınırlar içinde kalıyor ve ayrıntılara girmiyor. Dolaylı olarak şunu diyor: Bu konuların detayları her yetişkin insan tarafından biliniyor. O yüzden anlatılanlar üzerinden anlatılmayanları siz anlayın…

İkinci Nokta: Cinselliğin Hayatın İçindeki Yeri

Kadın-erkek arasında cinselliğin yeri için çok şey denilebilir ama biz sadece şu örneği verelim.

Varsayalım, dünyada şimdiye kadar evlenen bütün insanlara evlenmeden önce şu denildi: Evlenin ama tek şartla; Asla cinsel ilişkiye girmeyeceksiniz.

Soru şu: Bu şarta uymak şartıyla kaç insan evliliğe “evet” derdi. Veya şöyle soralım, “evet” mi, “hayır” mı daha fazla olurdu?

Etrafımıza baktığımızda, moda, kozmetik, film ve dizi sektöründe cinsellik temasının nasıl abartılarak öne çıkartıldığını gördüğümüzde, çoğunluğun bu şartla yapılacak bir evliliğe “hayır” diyeceğini tahmin etmek çok da zor değil.

Bu örneği aklımızda tutarak konuya bir başka açıdan bakalım.

Bir ülkedeki trafik suçlarının ve bu suçların hangi alanlarda olduğunun dökümünü önümüze koyduğumuz gibi, günahların, günaha doğru meyletmenin, günah olan şeyleri istemenin ve hayal etmenin de dökümünü görseydik, o dökümde cinsellikle ilgili konular sıralamada kaçıncı olurdu…?

İşte buna hayatın gerçeği ve bu gerçek içinde cinselliğin yeri diyoruz.

Kur’an bu gerçeği dikkate alıyor ve imtihan dünyasında sınırlara riâyet etmenin en zor olduğu alanlardan biri olan bu konuda ödülden bahsediyor. Bahsederken, ihtiyaç kadar detaya giriyor, sonrasında da “Zaten bu konu sizin bildiğiniz bir konu, varın gerisini siz düşünün.” mesajı veriyor.

Özetlersek, cinselliğin hayatın içindeki yeri ve önemine baktığımızda, cennet tasvirlerinde bu öneme denk bir anlatım olduğunu görüyoruz. Bu anlatımda da konu her yetişkin tarafından bilinen bir konu olduğu için, detaylara girilmiyor. Ahlaki ölçülere riâyet ediliyor.

CENNET-CEHENNEM FİZİKİ OLARAK VAR MI?

Başlıktaki soru genelde bu tür bölümler okunduğunda akla gelen bir soru. Bu sorunun cevabını Tefsir Usulümüzde (16) Kader ve (17) Vahiy Yasalarında vermenin yanında iniş sırasında ikinci sûre olan Kalem Sûresinin 42. ve 43. âyetleri ile ilgili “Kur’an’da Yaşanmamış Zamanın Yaşanmış Gibi Anlatılması Üzerinden Verilen Mesaj” başlığı altında da vermeye çalıştık. Oralara bakılmasını tavsiye ediyoruz.

55-64 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(55) “AZGINLIK” ÜZERİNDEN ALAK SÛRESİNE YAPILAN GÖNDERME

55. âyet cehennemin azgınlar için çok kötü bir yer olduğunu öne çıkararak başlıyor. Kur’an’da azma anlamına gelen “taga” kelimesi iniş sırasında ilk olarak Alak sûresinin 6. âyetinde geçti. Geçtiği yerde ilk beş âyet yaratan Rabbin adıyla okumadan bahsederken, 6. âyet “Böyle okumayanlar ne olur?” sorusuna cevap olarak geldi.

Orada geçen taga kelimesi, iniş sırasından Kur’an okuyan herkese şu mesajı veriyor: Bundan sonra Kur’an’da Allah’ın çizdiği sınırların dışına çıkma, haddi aşma, azma, doğru yoldan çıkma ve sapma anlamına gelen taga kelimesini gördüğünüz her yerde “Yaratan Rabbin Adıyla Okumayanlar” ne yapar? ve “Onları âhirette bekleyen son nedir?” sorusunun cevabını okuyabilirsiniz.

Burada da Yaratan Rabbin adıyla okumayan ve yaşamayanları âhirette bekleyen sonu görüyoruz.

ALLAH CEHENNEMİ NEDEN ANLATIR? İNANÇ DEKORUNDA CEHENNEMİN GÖREVİ NEDİR?

Tefsir Usulümüzde (24) Cennet-Cehennem Yasasında “Kur’an’ın Cenneti ve Cehennemi Anlatmasının Sebebi” başlığı altında bu konuya değindik. Burada, orada söylediklerimizin devamı olarak şunu ifade edelim.

Bir hukuk devletinde nasıl ki, polisin, mahkemelerin ve cezaevlerinin varlık sebebi, suçlara karşı caydırıcılıksa, inanç dekorunda da cehennemin öncelikli görevi caydırıcılık ve buna bağlı olarak kötü işleri yapanların sayısını azaltmak, iyi ve güzel işler yapanların sayısını çoğaltmaktır.

Bunu bir ön kabul olarak önümüze koyduğumuzda, Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın muradı günah işleyenlere ceza vermek değildir. Öncelikli amaç cennete gireceklerin sayısını çoğaltmak, cehenneme gireceklerin sayısını azaltmaktır.

Özetlersek, buna bakış açısı diyoruz. Bütün cehennem âyetlerine bu açıdan bakıldığında, o âyetlerin arkasında -caydırıcılık noktasında- Rahmân ve Rahîm isimlerinin tecellileri görülecektir.

(59-64) CENNETTE VE CEHENNEMDE GEÇEN KONUŞMALARIN MESAJI NEDİR?

Bu bölümü bir önceki âyet grubunda (49-54) yer alan “Cennet-Cehennem Fiziki Olarak Var mı?” başlığı altında yazdıklarımızın devamı olarak okuyabilirsiniz.

Bu konuşmalar Kur’an’da cennet-cehennem üzerinden verilen geleceğe dönük sonuç eğitiminin önemli bir parçası.

İmtihan dünyasındaki hayatımıza bir film dersek, bu âyetlerde filmin sardırıldığını ve izleyicilere son sahnenin izletildiğini görüyoruz.

Bu sardırma üzerinden şu mesaj veriliyor, bugün yaptığınız yanlış tercihlerin sonu, âhirette böyle karşınıza çıkacak. Bu konuşmaları yapanlardan biri olmak istemiyorsanız, yol yakınken dönün.

Konuşmalarda öne çıkan nokta

Kur’an’da özellikle cehennemliklerin, orada yaptıkları konuşmalarda öne çıkan bir nokta var. O noktayı en iyi anlatan âyetlerin başında Bakara sûresindeki şu âyetleri görüyoruz;

166. (Bu zalimler içinde) Kendilerine uyulanlar, (dünyadayken insanların arkalarından gelmesinin gurur ve kibrini yaşayanlar, onların çokluğu ile övünenler) o gün azabı görünce (kendilerine tâbi olan insanları kandırmak için söyledikleri yalanlar, çevirdikleri dolaplar bir bir ortaya çıktığında) kendilerine uyanlardan (hızla) uzaklaşacaklar, aralarındaki bütün bağlar kopacaktır.

167. (Kötülere) Uyanlar şöyle derler: “Keşke dünyaya bir (kere daha) dönüşümüz (mümkün) olsaydı da onların şimdi bizden uzaklaştıkları gibi, biz de onlardan uzaklaşsaydık.” Böylece Allah, onlara bütün yaptıklarını, en şiddetli pişmanlıklar halinde gösterecektir. Onlar ateşten çıkacak da değillerdir.”

Bu tür âyetlerin geneline baktığımızda iki grup insan var: Uyulanlar ve uyanlar, liderler ve onların arkasından gidenler.

Bu manzara tam bir sürü psikolojisi. Bu sürüde liderler aldatan, kandıran çobanlar olurken, onların arkasından gidenlerde verilen bir tutam ot (menfaat) için neden ve niçin sorgulaması yapmayan, körü körüne tabi olan sürüye benziyor.

Özetlersek, bu tür âyetlerde öne çıkan mesajlardan biri de şu oluyor: Kimin arkasından gittiğinize iyi bakın. İnanç, dava ve lider adıyla önünüze konan şeyleri sorgulayın. Körü körüne tabi olmayın.

65-68 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(65-68) KUR’AN’DA KONULAR ARASI GEÇİŞLER NASIL OLUR?

Kur’an’da -istisnaları çok olmakla birlikte- bir konudan bir konuya geçerken, genelde konunun sonu esmâ-i hüsna ile bağlanır.

Bunu hükümet bakanlık benzetmesiyle anlatıyoruz. Âyetlerde anlatılan konuyu hükümetin icraatına benzetirsek, konunun sonu, o konuyla ilgili bakanlıkların ismiyle bitirilir. Bundan anlatılan konunun hangi isimlerin tecellisi olduğunu anlarız.

Burada dört isim görüyoruz. Şimdi bu isimlerin mesajına bakalım,

DÖRT ESMANIN (VÂHİD, KAHHAR, AZİZ, GAFFAR) MESAJI NEDİR?

Bu isimlerin mesajına çok geniş açıdan bakmak mümkün ama biz bir alan daraltması yapacak ve isimlerin mesajlarına arkasından geldikleri cennet-cehennem konuları üzerinden bakacağız.

Vâhid İsmi: Bu âyetleri indiği zaman itibarıyla düşünürsek, genelde dünyada, özelde 7. asrın Mekke’sinde zihinlerin şirk inancıyla kirlendiğini, Allah ile insan arasında kalın kalıp perdeler olduğunu görürüz. İniş sırasında ilk olarak buradan gelen Vâhid ismi karanlığın içinden çıkan güneş gibi bütün bu perdeleri sıyırıyor ve şu mesajı veriyor: Allah birdir. Eşi ve ortağı yoktur. Kur’an’da anlatılan her şeyi yaratma noktasında herhangi bir yardımcıya da ihtiyacı yoktur. O yüzden O’ndan başka ilah yoktur ve olamaz. Vâhid isminin tevhid kelimesiyle aynı kökten geldiğini dikkate alırsak, Vâhid ismi geçtiği her yerde tevhidin ilanıdır.

Kahhâr İsmi: Bu isim, mutlak galip gelen; kahredici bir gücün sahibi olan ve bu nedenle kudreti karşısında her şeyi aciz bırakıp boyun eğdiren anlamına gelir. Bu isim Kur’an’da 6 defa gelir256 ve hepsinde de -burada olduğu gibi- Vâhid ismiyle birlikte gelir.

Bu birlikteliğin genel mesajı şudur: Vâhid isminin tecellisi olan tevhidi inkar, Allah’ın varlığını, birliğini inkardır. Bu inkarın sonuçları ağırdır. Bu inkarda ısrar edenin varacağı yer Allah’ın Kahhâr isminin tecellisi olan cehennemdir.

Vâhid ve Kahhâr isimlerinin burada cehennemi anlatan ayetlerin arkasından geldiğini dikkate aldığımızda, genel mesajı burası için de düşünebiliriz.

Aziz İsmi: Bu isim, Allah’ın bütün özelliklerinin toplamından ortaya çıkan üstünlüğü, büyüklüğü ve mutlak gücü anlatan bir isimdir. Burada Kahhâr isminin mesajını daha da güçlü hale getiriyor ve şu mesajı veriyor: Her türlü izzetin, azametin ve üstünlüğün sahibi olmasıyla Azîz olan Allah (cc), zalimlerin zulmüne seyirci kalmaz. Cehennemi yaratmakla hak edene hak ettiği cezayı verir.

Gaffar İsmi: Allah’ı çokça bağışlayan olarak tanıtan bu isim buradaki varlığı ile insana umut veriyor.

Vâhid, Kahhâr ve Azîz isimleri tek olan Allah’ın gücünü, azametini ve üstünlüğünü öne çıkarınca, bu büyüklük karşısında insan aczini ve zaafını hissediyor. Bu noktada Gaffâr ismi şu mesajı veriyor: Vâhid, Kahhâr ve Azîz isimleriyle size kendini tanıtan Allah, anında ceza veren, hata yapanı affetmeyen merhametsiz bir ilah değildir. O Gaffâr’dır. Yeter ki, siz hata da ısrar etmeyin. Yeter ki, siz ölüm gelmeden önce tevbe ile O’nun kapısına gelin.

Özetlersek, bu isimler deryalar büyüklüğünde mana ve mesaj zenginliğine sahip olan isimlerdir. Biz burada, bağlamı da dikkate alarak deryadan bir damla sunmaya çalıştık.

(67) DÜNYANIN EN BÜYÜK HABERİ NEDİR?

Bu sorunun cevabı şudur: Dünyanın en büyük haberi, dünyadaki doğmuş ve doğacak olan her insanı ilgilendiren ve “Hiç kimsenin benim gündemimde böyle bir şey yok.” diyemeyeceği bir haberdir.

Bu haber ölümdür; ölüm sonrası ebedi dirilişin haberidir.

Şu soruyla devam edelim, Peygamberimizin uyarıcı olduğu dinde biz neyiz?

BEN, SEN, O, BİZ, SİZ, ONLAR HEPİMİZ UYARICIYIZ

Tefsir Usulümüzde (11) Peygamberlik Yasasında ve Açıklamalı Mealimizde Enbiya Sûresinin girişinde bu konuya geniş olarak değindik.

Tefsirimizde de Müddessir sûresinin 2. âyetinin tefsirinde “Kalkıp uyarmak ve uyarmamak ne anlama gelir?” başlığı altında açıklamalar yaptık.

Bütün bu açıklamaların mesajı şu oldu: Uyarmak sadece Peygamberin işi değildir, Peygambere tabi olmanın/uymanın ne anlama geldiğini bilen her Müslümanın öncelikli görevidir.

Bu uyarma işinde en önemli nokta: Uyarıyı yapan kişinin yaşadığı hayatla örnek olması; İslam’ın güzelliklerini yaşadığı hayatın içinde sergilemesidir. Bu olmadan uyarma işi olmaz. Uyarma işinde amaç insanların hidâyetidir. Bu amaca giden yolda güzel örnek olmanın dışında daha etkili başka hiçbir araç yoktur. Zor kullanmanın her türlüsü bu amaca tersinden hizmet eder.

69-85 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Hz. ADEM-İBLİS/ŞEYTAN KISSASI

İniş sırasından yaptığımız bir okumada, Hz. Adem’in (as) İblis/Şeytan ile kıssası ilk kez burada karşımıza çıkıyor. Bu kıssayı bundan sonraki okumalarımızda aşağıdaki sûrelerde, numarasını verdiğimiz âyetler arasında göreceğiz.

Sâd Sûresi 4. yıl. 69-85

Araf Sûresi 5. yıl. 11-25

TâhâSûresi 6. yıl. 115-123

Hicr sûresi 8. yıl. 28-43

KehfSûresi 11. yıl 50-51

İsra Sûresi 12. yıl. 60-65

Bakara Sûresi 14. yıl. 30-39

Maide Sûresi 20. yıl. 27-31

ÖN BİLGİ: Yukarıdaki âyetlerde görüldüğü gibi bu kıssa Kur’an’ın çeşitli sûrelerinde geçiyor. Biz bu kıssa ile ilgili geniş açıklamalarımızı hem kıssanın geçtiği diğer sûrelere göre daha uzun olan ve hem de daha detaylı bilgiler veren A’râf ve Bakara sûresine bırakacağız.

Burada sadece bu sûrede öne çıkan birkaç noktaya değineceğiz.

(69) YÜCE MECLİS NEDİR?

Önce mecaz, teşbih ve sembol olmayan tamamen gerçek olan hakikatleri önümüze koyalım.

Allah’ın mekandan münezzeh olduğu, Samed ve Subhân olduğu, hiçbir eksiği olmadığı, her şeyi bildiği, hiç kimseye hiçbir şeyi danışma, sorma mecburiyeti ve ihtiyacı olmadığı kesin olan hakikatlerdir.

Bu hakikatleri önümüzde koyduğumuzda, Kur’an’da Allah’a yönelik yapılan bazı nitelemelerde; Allah’ın ele, yüze, arşa, kürsiye, meclise ve orduya ihtiyacı olmadığı, bunların mecaz, teşbih ve semboller olduğu, zamanın mekanın ve sınırların olmadığı bir âlemde olan şeylerin bizim sınırlı dünyamıza, bizim anlayabileceğimiz örnekler üzerinden anlatıldığı anlaşılacaktır.

Tefsir Usulümüzde (19) Mecaz/Teşbih Yasasında bunların ne anlama geldiği üzerinde geniş olarak durduğumuz için oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

Burada orada ele almadığımız Mele-i A’lâ (yüce meclis) kavramına yoğunlaşacağız.

Film dili kullanırsak, bu yüce mecliste olanların tamamı gerçek olaylara dayanıyor ama sinema tekniği olarak bu gerçek bize bir kurgu içinde veriliyor.

Kurgu denildiğinde akla şu soru geliyor? Neden böyle bir kurguya ihtiyaç duyuluyor?

Cevap:

Allah (cc) Bedî, Barî’, Hâlık, Kâdir, Melîk, Vâli, Velî, Kayyûm, Hakîm, Muktedir, Rab gibi isimlerinin tecellileri ile her şeyi yaratıyor ve yönetiyor.

Böyle bir yönetim modeli, dünyada bu modeli anlamaya en yakın örnek üzerinden anlatılıyor.

Kur’an’ın indiği zaman dilimi içinde tüm dünyada olduğu gibi 7. asrın Mekke’sinde en yakın örnek devletti; devletlerin makam, görev, rütbe ve sorumluluk yönüyle öne çıkanlarının toplandığı bir meclis olurdu. Bu meclisin o gün Mekke’deki karşılığı, müşriklerinin ileri gelenlerinin toplandığı ve o gün için bir yönetim binası ve meclis işlevi gören daru’n-nedve idi.

Bu açıklamalardan sonra “Yüce meclis nedir?” sorusunun cevabı Allahü a’lem şudur: Yüce meclis ifadesi bayrak kelimesi gibi semboldür. Nasıl bayrak dediğimizde, onun sembol olduğunu bilenler, bayrağın kumaşına, kumaşın enine boyuna rengine, şekline yoğunlaşmak yerine, onun işaret ettiği ülkeye, devlete bakarlar.

Burada yüce meclis ifadesi de bir semboldür ve bu sembol her sembol gibi “bana bakın” demez, “mesajı, manayı bende arayın” da demez. “Benim işaret ettiğim yere bakın.” der.

Sembolün “bak” dediği yere, aşağıdaki soru üzerinden bakalım,

Yüce Meclis Bize Ne Diyor?

Kur’an bütünlüğü içinde yüce meclise bakarsak, yüce mecliste öne çıkan konulardan birinin şu olduğunu anlıyoruz.

“(Yeryüzünün insanın yaşayışına hazır hale getirilmesinden sonra) Hani, Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde (yarattığım hiçbir varlığa vermediğim nimetleri vereceğim ve bu nimetlerin yönetiminden kendisini sorumlu tutacağım) bir halife tayin edeceğim” demişti. Onlar da (ilahî icraattaki hikmetleri anlama adına) dediler ki “Orada (cinlerin daha önce yaptığı gibi) bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi halife yapacaksın? Oysa biz sana hamd ederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz. (Bu sözler üzerine) Allah, “Ben (bütünü görüyorum sizler parçayı, o yüzden Ben) sizin bilmediğinizi bilirim” dedi.”257

Bu âyeti dikkate aldığımızda, yüce meclisin konusu insan.

Bu tanıtımda bize şunlar deniliyor: Ey insan!

Bu tespitleri burada ve gelecek ilgili sûre ve âyetlerde açıklamaya çalışacağız.

(71) KUR’AN NEDEN İNSANIN ÇAMURDAN YARATILIŞINA DİKKAT ÇEKİYOR?

Bu sorunun öncelikli cevabı şu: Allah’ın/Vahyin/Kur’an’ın muhatabı insan olduğu için.

Olmaz ama varsayalım oldu, vahyin muhatabı bitkiler, hayvanlar olsaydı, bu âyeti şöyle de okuyabildik “Ben Çamurdan bir ağaç/bir fil yaratacağım.”

71. âyette insanın biyolojik yanının yaratılışından bahsediyor. İnsana bu açıdan baktığımız da onun gibi temel taşı atom ve hücre olan bütün varlıklar da insan gibi su,258 toprak,259 yapışkan çamur,260 çamurdan süzülen öz,261 kuru çamur262 gibi aşamalardan geçerek yaratılmıştır.

Kur’an’ın insanın çamurdan yaratılmasıyla ilgili konuya girmesindeki amaç; sözü, insanı diğer varlıklardan ayıran noktaya getirmek. O da ruh üflenmesi.

(72) “RUH ÜFLEMEK” NE DEMEK?

Ruh üflemek “yüce meclis” gibi sembolik bir anlatım. Bu anlatıma Açıklamalı mealimizde Meal Okuma Rehberinde (Sayfa 62) değindik. Burada ona ilaveten şunları söyleyelim.

Ruh üfleme konusu da çamurdan yaratma gibi insana özgü değil. Varlık sahasında, Allah’ın tecellisine mazhar olan her varlık için geçerlidir.

Bir örnek üzerinden anlatalım.

Bir ressam var, onun karşısında boş bir tuval var. Ressamın o tuvale yaptığı her resim, o ressamdaki özelliklerin tuvale (tecellisi) yansımasıdır.

Ruh üflemeyi böyle düşünürsek, Allah (cc) kendisinde sınırsız olan özellik ve güzellikleri, sınırlı âlemde, sınırlı şekillerde varlıklarda tecelli ettiriyor.

Bu tecellide, en alt seviyeden tecellinin muhatabı taş, toprak gibi cansız varlıklar olurken, onun bir üst seviyesinde bitkiler, onun üstünde hayvanlar en üst seviyede de insanlar yer alıyor.

Bunu bir de hardware (donanım) ve software (yazılım) örneği ile anlatırsak, varlıkların maddi (beden/vücud) yanı onlarına donanım tarafı olurken, manevi tarafı (ruh) onların yazılımı oluyor.

Ruh üflemeyi yazılım yükleme olarak düşünürsek, bu yazılım cansız varlıklarda fıtrat (varlık gayesi), bitkilerde can olarak kendini gösteriyor. Hayvanlar da ve insanlar da ise can + ruh olarak kendini gösteriyor.

Hayvanların ruhunu günümüzde “akıllı” denilen ve özellikleri gelişmeye kapalı olan telefonlara benzetebiliriz. Bu telefonlar sınırlı özelliklerle üretiliyor ve o özellikleri yükseltilemiyor. Satın aldığımızda donanımı nasılsa, sonrasında da öyle kalıyor.

İnsanın ruhuna gelince, içinde nefis adlı program olan bu ruh, dışarıdan yüklemelere ve gelişmelere açık olarak geliyor. Bu nedenle kötü olmada dibin dibine inebildiği gibi, iyi olmanın zirvesine çıkabilen bir özellikte geliyor.

Özetlersek, burada “ruh üflemeyi” şöyle anlayabiliriz: Allah (cc) bütün varlık üzerinden insana şu mesajı veriyor: “Her şeyi ben yarattım, yaratılan her şeye sahip olduğu özellikleri ben verdim. Bu verme işinde en yüksek özellikleri sana verdim. Bu özelliklerle birlikte sana halife unvanı da verdim.

(75) “KENDİ ELLERİMLE YARATTIĞIM” NE DEMEK?

Bu ifade de Kur’an’ın sembolik ifadelerinden biri; “Bana bak demiyor, benim işaret ettiğim manaya bak.” diyor.

Baktığımızda şunu görüyoruz: Her varlığı yaratan Allah’tır. Ama Allah (cc) insana verdiği değeri bu ifade üzerinden anlatıyor. Bu yönüyle bu ifade bizim Türkçede kullandığımızda “özene bezene yaptım” deyimine de benziyor.

Bunların bir deyim olduğunu unutmamak lazım, çünkü Allah’ın bir şeyi yaratmak için ne ele ihtiyacı var ne de özenmeye, “ol” der, “ol” dediği şey, nasıl olmasını dilemişse o şekilde oluverir.

Bu olmalar genelde dünyada bir süreç içinde olurken, âhirette anında olur.

(76) IRKÇILIK HASTALIĞI: ATEŞ Mİ ÜSTÜN, ÇAMUR MU?

Burada iblis doğuştan gelen özelliğini bir üstünlük göstergesi olarak sunuyor. Oysa doğuştan gelen hiçbir özellikte insanın dahli (tercihi, emeği, gayreti, çabası) yoktur.

O yüzden Allah’ın evrensel ölçülerine göre, hiçbir insan doğduğu yer, ülke, şehir, milliyet, kavim, kabile, anne-baba, renk ve ırk yönüyle Allah katında bir değer kazanamaz.

Değer kazanmanın ölçüsü (Allah’ın emirlerine değer verme, razı olduğu her şeyi yapma, razı olmadığı her şeyden de uzak durma gayretini içine alan) takvadır.

Hucurat sûresi 13. âyette geçen bu ölçü Peygamberimizin Veda Hutbesinde geçen şu hadisle de açıklanır: “Allah indinde en şerefliniz takvâca en ileri olanınızdır. Arabın Arap olmayan (acem) üzerine bir üstünlüğü yoktur. Arap olmayanın da Arap üzerine bir üstünlüğü yoktur. Beyaz derili olanın siyah derili üzerine bir üstünlüğü yoktur, siyah derili olanın da beyaz derili üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takvâ iledir.”263

(78) LANETLEME NASIL OLUYOR?

Kelime olarak “kovmak, uzaklaştırmak anlamına gelen lanet sözcüğü, kavram olarak Allah’ın bağış, merhamet ve rahmetinden mahrum bırakılmayı ifade ediyor.

Biz bu konuyu Tefsir Usulümüzde (12) Kıssa (Hikaye) Yasasında “Lanet Yasası Nasıl İşler?” başlığı altına ele aldık. Oraya bakılmasını tavsiye ediyoruz.

(83) “İHLASLI KULLAR” ÜZERİNDEN VERİLEN MESAJ NEDİR?

İniş sırasından bir Kur’an okuması yaptığımızda, İhlas kelimesi “muhlasîn” formunda ilk kez burada karşımıza çıkıyor.

Akla gelebilir, yukarıda iniş sırasında 3. yılda 22. sûre olarak ihlas sûresi geçti. Doğru, geçti ama o sûrenin içinde ihlas kelimesi geçmiyordu. Geçmediği için de şu sorunun cevabına dikkat çekmiştik. “Genelde bu sûre ile ilgili şu soru çok sorulur: İçinde bir kere bile İhlas kelimesi geçmeyen bu sûrenin ismi neden ihlas oldu?”

İhlas kelimesi hakkında ön bilgi için İhlas sûresinin mealinin giriş bölümünde ve tefsirinde yaptığımız açıklamaya bakılabilir.

Biz burada İblisin sözü üzerinde durmak istiyoruz.

Burada akla bazı sorular gelebilir? İblis ihlasın bu kadar etkili olduğunu biliyordu da kendisi neden ihlaslı olmadı?

Bu sorunun yanına bir soru daha koyalım:

İblis Allah’ın emrine itaat etmemenin günah ve haram olduğunu bildiği halde neden bile bile bunları yaptı?

İblisin içinde yaşadığı cinler âlemi, biz insanların içinde yaşadığı bu âlemin ikizi gibi. İkisinde de dekor baştan sona imtihan ortamına göre ayarlanmıştır. O yüzden İblis biz insanları ikiz kardeşini tanır gibi tanıyor. Tanıdığı için de nefis ve şeytandan gelecek vesveselere karşı ihlasın etkisini çok iyi biliyor.

Peki, bu durumda neden kendisi ihlaslı olmadı?

Bunun cevabını biz irade sahibi varlıklar iyi biliyoruz. Bugün “Alkolün, sigaranın ve obez olmanın zararlarını en iyi kim bilir?” diye bir soru sorsak. Cevabın içinde doktorlar öne çıkacak.

Alkol ve sigara gibi alışkanlıkları olan ve bir de üstüne obez olan doktorların varlığını dikkate aldığımızda bu cevap bize şunu diyor: İradeli varlıklar (insan-cin) bir şeyin yanlış olduğunu, kötü olduğunu, zararlı olduğunu bildiği halde, o şeyi bile bile yapabilecek bir özelliğe sahiptir.

Aynı şeyi adına günah ve haram dediğimiz şeyler için de düşünebiliriz; çevresinde dini iyi bildiği söylenen nice insan var ki, dünyadaki günahların ve haramların karşılığının âhirette ateş/cehennem olduğunu bildiği halde bile bile günaha giriyor.

İradeli varlıkların, bir şeyin zararını ve günah olduğunu bildiği halde, onu bile bile hatta seve seve yapma özelliğini bildiğimizde İblisin yaptığı anlaşılır oluyor.

Şu an dünyada yaptığının yanlış olduğunu bildiği halde yapmaya devam eden insanlar, İradeli bir varlık olan İblisi/şeytanı anlamada bize yardımcı oluyor.

ARA BİLGİ: Bu Bölümde Anlatmadıklarımız

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Adem-İblis kıssası Kur’an’da anlatıldığı yerler içinde en geniş haliyle A’râf sûresinde yer alıyor. O nedenle aşağıdaki konuları orada ele aldık.

Bu konuları A’râf sûresinin (11-25) âyetleri arasında okuyabilirsiniz.

(69-85) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Adem-İblis/Şeytan kıssası aslında insanın hikayesidir. Yani senin hikayendir. Bu hikayede Adem ve İblis üzerinden içindeki nefse ayna tutulur.

Nefis üzerinden sana denilen şudur: Kime benzemek istiyorsan, tercihlerini ona göre yap. Tercihlerin dünya ve âhiret geleceğini belirleyecek.

86-88 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

86. ÂYETİN ÖNCESİYLE BAĞLANTISI NEDİR?

Düz bir okumada, 85. âyette devam eden bir konu bitiyor, 86. âyette alakasız bir konu başlıyor gibi görünüyor.

Görünene dikkatli baktığımızda âyetler arasında çok kuvvetli bir bağlantı görüyoruz.

Peygamberimizin Kur’an’da geçmişe ve geleceğe ait verdiği bütün haberler onun için (görünmeyen, bilinmeyen) gaybdı.

Özellikle geçmişe ait anlattığı her kıssa onun peygamberliğine şahitlik ediyor. Bu açıdan baktığımızda 87. âyet şöyle bir cümlenin devamı oluyor; “Ben ilk Peygamber olan Hz. Adem’le başlayan, Nuh ile, İbrahim ile, Musa ve İsa ile devam eden bir çizginin sonunda gelen Son Peygamberim. Benim vazifem de öncekiler gibi irşat ve tebliğdir. Nasıl onlar yaptıkları görev için bir ücret almadılarsa ben de almıyorum.

86. âyetin önceki âyetlerle bağlantısı böyle. Bu âyette dikkat çeken bir kelime var. O kelime için şu soruyu soralım,

Mütekellif Ne Demek?

86. âyette geçen “mütekellif” kelimesi bizim Türkçede kullandığımız külfet ve mükellef kelimeleriyle aynı kökten geliyor. Bu kelime Arapçada fiil çekimlerinde kullanılan “tefaül” babından türetilmiştir. Bu bab kelimeye “işi zorlanarak yapma” gibi bir anlam katar.

Bu anlamı dikkate aldığımızda kelimede iki anlam öne çıkar.

Bu iki anlamı 87. âyetle birleştirirsek âyette Peygamber Efendimiz (sav) şunu diyor:

Ben Peygamber olmadığı halde, öyleymiş gibi görüntü veren, bu işi insanlardan karşılık bekleyerek yapan biri olmadığım gibi, insanlara bir şeylerin yapılmasını teklif ederken de onları zorlamıyorum. Bu Kur’an bir öğüttür. Dileyen bu öğüde kulak verir, dileyen vermez. Bana düşen sadece ve sadece güzel örnek olarak bu işin temsilini ve tebliğini yapmaktır.

Bu sözlere mesaj dersek, bu sözler bize “Sizde bu işi böyle yapın.” mesajını veriyor.

88. ÂYET: BİR İNSANI AŞAN BÜYÜK BİR İDDİA

Bu âyeti dar ve geniş anlamda iki türlü okuyabiliriz.

Dar anlamda okursak, âyetin muhatapları 7. asırdaki ilk Müslümanlar ve müşrikler olur. Âyet müşriklere bu sûrenin 11. âyetindeki ve Kamer sûresinin 46. âyetindekigaybî mucizeyi hatırlatarak şunu der: Bugün güçlüsünüz, o yüzden de Kur’an’ın gelecekte ağır bir mağlubiyet yaşayacağınıza dair verdiği haberlere inanmıyorsunuz ama yakın bir gelecekte bu haberlerin doğru çıktığını yaşayarak göreceksiniz.

Geniş anlamda okursak, bu okumayı şu âyetin ışığında yaparız;

“Biz onlara (gelişen ilimlerin ışığında hem) iç (dünyalarında, hem dekâinat kitabı diye isimlendirilen) dış âlemdeki âyetlerimizi göstereceğiz tâ ki, o Kur’an’ın gerçek olduğu (ilimlerin şahitliğinde) onlara iyice belli olsun. (Bu konuda) Rabbinin (her an her şeyi gören ve bilen bir)Şehîd olması (bütün yaratılanların O’nun varlığına şahit olması, kâinat büyüklüğünde bir delil olarak size) yetmez mi?”264

Evet, öyle günler gelecek ki, Kur’an’ın Allah’ın şahitliğinde geçmişe ve geleceğe dönük dediği her şeye ilimler de şahitlik edecek.

88. âyete bu değerlendirmeler ışığında bakarsak, 7. asırda Kur’an’ın iniş sürecinde 4. yılda Mekke’de bu sözü söylemek bir insanın boyunu aşıyordu. Bu âyetlerden yaklaşık 16-17 yıl sonra Mekke’nin fethiyle müşriklerin yarım adadaki hakimiyetinin sonlanması, Kur’an’ın bilimsel konulardaki bütün işaretlerinin, modern bilimlerin geldiği noktayla mutabık olması, Kur’an’ın insan sözü olamayacağına şahitlik ediyor.

Bunlara geçmişe ve günümüze yönelik gerçekleşen haberler dersek, bunların gerçekleşmesi, Kur’an’ın -kıyamet, âhiret, cennet-cehennem gibi- geleceğe dönük verdiği haberler/vaadler için de en güçlü şahit oluyor.

Bütün bu şahitler birleştiğinde ortak mesaj şu oluyor: Kur’an insan sözü olamaz.

Mekke’de Vahyin Rehberliğinde 5. Yıl

GEÇEN DÖRT YILIN ÖZETİ,

BEŞİNCİ YILA BAŞLANGIÇ

GEÇEN 4 YILIN ÖZETİ: İKİ GRUP

İniş sırasından 1. yıldan 4. yılın sonuna kadar olan sûre ve âyetleri aşağıdaki şu ifadelerle özetleyebiliriz.

Bir tarafta Yaratan Rabbin Adıyla Okuyanlar;

Diğer tarafta Yaratan Rabbin Adıyla Okumayanlar;

Bu özette buraya kadar anlatılan (ve bundan sonra anlatılacak olan) tüm peygamber kıssalarında;

Bu özet okunduğunda akla şu soru geliyor?

İnsanlar neden böyle davranıyorlar?

Kur’an’da yedi defa tekrar edilen Âdem-İblis kıssası bu sorunun cevabını veriyor. Kur’an bu kıssa üzerinden, yaratılışın en başından insana, nefsini yani kendini tanıtıyor.

İniş sırası üzerinden yaptığımız okumada bu kıssayı ilk olarak dördüncü yılın son sûresi olan Sad sûresinin 69-85 arası âyetlerınde gördük.

Hemen onun ardından beşinci yılın ilk sûresi olan Ârafsûresinin başında da (10-28 arası âyetlerde biraz daha ayrıntılı olarak) görüyoruz.

Biz Sad sûresinde bu konuyu ele alırken, bu konuyu geniş olarak A’râf sûresinde işleyeceğimizi söylemiştik.

Bu açıklamalarla geçmiş dört yılın özetine nokta koyarken, 5. yılın ve A’râf sûresinin önsözü sayılabilecek olan açıklamalarımıza geçebiliriz.

ÂDEM-İBLİS

KISSASI İÇİN

ÖNSÖZ

Bu kıssa hakkında öncelikli tavsiyemiz; bizim Tefsir Usulümüzde yazdığımız (22) İhtilaf (12) Kıssa (19) Teşbih/Mecaz (8) İmtihan, (30) Cin, (31) Şeytan, (23) Yaratma ve (20) Evrensellik Yasalarının okunmasıdır.

Âdem-İblis kıssasının bütün yönleriyle anlaşabilmesi için bu yasaların ve aşağıda yapacağımız açıklamaların okunmasını önemle tavsiye ediyoruz.

Buradaki ilave açıklamalarımız yasalardaki açıklamalarımızın devamı niteliğinde olacaktır.

Bu kıssanın doğru anlaşılabilmesi için “Gayb, Zaman, Melek, Cin, İblis/Şeytan ve Secde” gibi konular hakkında birtakım açıklamalar yapacak, ardından A’râf sûresinin tefsirine başlayacağız.

GAYB: İNSANIN BİLMESİ SINIRLIDIR

Geniş anlamı ile “gaybkelimesini”, insanın bilme sahasının dışında kalan her şey olarak tanımlayabiliriz. Mevcut ezberlerimizi güncellemek için gayb konusuna bir kurgu ile başlayalım.

Bu satırları okuyan biri olarak kendinizi bir an için ilk Peygamberin (Hz. Âdem’in) etrafındaki insanlardan biri olarak hayal edin. Varsayalım, peygamberin davetini duydunuz ama henüz iman etmediniz.

Bu noktada soru şu: Sizin için gayb nedir?

Cevap olarak şu dört şeyi sayabiliriz;

  1. Yaratıcı hakkında bilgi,

  2. Ölüm/kıyamet ve sonrası,

  3. İnsanın, dünyanın ve kâinatın geçmişi,

  4. İlk insanlardan kıyamet gününe kadar insan neslinin (ilim bilim adına) öğreneceği her şey.

Bunlar o gün için sizin bilmedikleriniz yani sizin için gayb olan şeylerdi. Bu bilinmeyenler içinde, 1 ve 2, 3 ve 4 arasında bir fark var.

Bu dört gayba ait kısa tespitlerden sonra zaman konusuna geçelim.

KUR’AN’DA ZAMANIN DİLİMLERİ

Kur’an’ın içeriğinden yola çıkarak zamanı dilimlere ayırırsak, karşımıza üç ana zaman çıkıyor;

İlk Peygamberden sonraki zaman: Kur’an’da okuduğumuz bütün peygamber kıssalarını içine alan zaman dilimi.

İlk Peygamberden önceki zaman: Kur’an, geçmiş zaman içinde kâinatın yaratılışı, insanın yaratılışı ve Âdem-İblis kıssası ile önümüze bir zaman dilimi daha koyuyor. Kur’an bu zaman dilimine altı gün diyor; bilimlerin bugün geldiği noktadan bu altı güne bakarsak, bu altı günle yaklaşık 14 milyar yıllık uzun bir zaman dilimi kastediliyor.

Gayb ve zaman konusunda yaptığımız bu açıklamalardan sonra şu soruyu soralım,

Kur’an Bütün Bu Zamanları Bize Niçin Anlatır?

Bu sorunun cevabını Tefsir Usulümüzde (26) Sonuç Eğitimi Yasasında geniş olarak anlattık ve şu noktanın altını çizdik: Kur’an’da geçmişin ve geleceğin anlatılmasındaki en önemli sebeplerden biri, bizim şimdiki zamanda yani “an”da yapacağımız tercihlerin yönünü belirlemektir.

Aşağıdaki soru ile konuyu biraz daha açalım,

Kur’an, İlk Peygamberden Önceki Zaman Dilimini Nasıl Anlatır?

Bu sorunun cevabını verebilmemiz için şu tespiti yapmamız gerekiyor: Kur’an bütün konularını ana konu ve tali konu ayrımı yaparak anlatır.

Bu tespit önemli olduğu için bu tespiti aşağıdaki başlık altında anlatalım.

KUR’AN’DA ANA KONULAR VE TALİ KONULAR

Kur’an’da ana konu; bu dünyanın insan için imtihan dünyası olduğu gerçeğidir. Bu gerçeğe bağlı olarak Allah, ahiret, melek gibi iman esasları yanında, Allah-insan, insan toplum ilişkisindeki görevlerdir.

Bu ilişkilerde,

Kur’an’da ana konular bu ve benzeri konulardır.

Diğer her şey bu ana konulara hizmet eden tali (alt) konulardır.

Mesela meleklerin, cinlerin (iblis/şeytan) ve kâinatın Allah (cc) tarafından yaratılmasına iman ana konuların içine girer ama bunların detaylarına gelince;

Evet bu ve benzeri konuların hiçbiri imtihan dünyasında bize “doğru cevap vermeniz şart” şeklinde sorulan sorular arasında yok.

Neden yok? Çünkü bunlar tali konular.

Burada soru şu: Âdem-İblis kıssası ana konu mudur? Tali konu mudur?

Cevap: Bu konu;

Allah (cc) dileseydi “tali” dediğimiz bu konuları Allah-insan, insan toplum ilişkisini anlattığı gibi detaylı anlatabilirdi. Bunları anlatmayarak bize dolaylı olarak şunu dedi: İmtihan dünyasında göreviniz bu tali konulara iman etmek. Bu tali konularda ucu açık bırakılan ve anlatılmayan hususlardan sorumlu değilsiniz.

Burada bir soru daha soralım,

Kur’an’ın tali konuları detaylı anlatmaması sorun oldu mu?

Dini bilgilere ürün dersek, bu bilgileri ilmihal seviyesinden tüketenler için ve Kur’an’ı anlamadan yüzünden okuyanlar için bu konu sorun olmadı. Hatta o kişilere bu konuları anlatmanın -onların anlamasındaki zorluk nedeniyle- sorun olduğuna dair şahsi gözlemlerimiz oldu. Şu ve benzeri sözleri söyleyenlere şahit olduk: “Allah bu konuları böyle anlatmışsa, bizim de böyle iman etmemiz gerekir. İhtiyaç olsaydı Allah daha açık anlatırdı.”

Bu açıklamanın yanında “Neden sorun olmadığını” şöyle bir örnekle anlatabiliriz. Bir okulda imtihan var. Öğretmen öğrencileri ana konulardan imtihan ediyor. Öğrencilerin görevi, imtihan öncesinde kendilerine detaylı bilgiler verilen ana konularda sorulan soruları cevaplamak.

Öğrencinin birisi sorular arasında olmadığı halde, öğretmene diyor ki, “Öğretmenim, bizim şu anda imtihan olduğumuz okul ne zaman yapıldı, kaç yılında yapıldı? Buranın yapılmasında toplam kaç ton demir, kaç adet tuğla ve kiremit kullanıldı? …

Eğer, bu sorular imtihandaki ana konuların arasında olsaydı, öğretmen bunlar hakkında önceden detaylı bilgi verir ve imtihanda öğrencileri bu konulardan sorumlu tutardı.

Özetlersek, bu örnekten de anlaşılacağı gibi Kur’an ana konuları geniş olarak anlatmış, tali konularda ihtiyaç kadar bilgi vermiştir. Bu (haşa) Kur’an adına bir eksiklik değildir, imtihan dünyasının dekorunda öncelik planlamasına göre olması gerekendir.

Tali Konuları Merak Edenlere Karşı Nasıl Davranmalı?

Bunlar da ikiye ayrılabilir;

Özetlersek, ciddi merak eden ve öğrenmek için gerekli olan gayreti gösteren insanlara bu konu anlatılabilir.

O zaman soru şu:

Tali Konuları Anlamaya Nereden Başlamalı?

“Üç ev” gerçeğini başa koyarak başlayabiliriz.

Tefsir usulümüzde (ve bu çalışmada Müddessir sûresinin 30. ve 31. âyetlerinin tefsirinde) üç eve çok sık vurgu yaptık ve özetle şöyle dedik: İnsanın beden, dünya ve İslam ismiyle üç evi vardır;

Bu üç evin yasaları da Allah tarafından konulmuştur.

Beden ve dünya evinin yasalarının mükemmel oluşu, bu mükemmelliğin bilim insanları tarafından kabul edilişi şu gerçeğin şahididir:

Biz buna ön kabul diyoruz.

Biz Tefsir Usulümüzde (2) Aklın İşleyiş Yasasını anlatırken aklın ve mantığın bu gerçeğin şahidi olduğunu gösterdik. İslam dinini tanıma/anlama niyeti ile işe başlayan her insan, bu üç ev örneğini bir ön kabul olarak kabul ederse, anlamadığı, anlamakta zorlandığı her konunun üzerine gidebilir. Böyle bir gidiş, kişinin ayaklarını yere sağlam bastırır ve kişiye güven verir.

Bu anlama yolculuğunda kişinin önüne, anlamakta zorlandığı bir konu çıktığında, üç ev örneğinden yola çıkarak şunu der: “Allah’ın dini mükemmelidir. Önüme çıkan bu konunun da mutlaka makul bir açıklaması vardır. Bu konuyu anlamamam, bana ait bir eksikliktir. Bu eksikliği giderdiğimde bu konu bugün olmasa bile yarın -inşallah- anlaşılır.

Özetlersek, bu bakış açısını işin başına koyan her insan tali konuları anlamada ilk şartı yerine getirmiş olur.

Tali Konuları Anlama Yolculuğunu Nasıl Devam Etmeli?

Yolcuğun başına bu ön kabulü koyduktan sonra, yukarıda işaret ettiğimiz gibi anlama yolcuğuna şu başlıklar altında devam edebiliriz.

MELEK: ÇİFT KUTUPLULUK YASASININ GEREĞİ

Tefsir Usulümüzde (29) Melek Yasasında bu konu için oldukça geniş açıklamalar yaptık. Burada bu konuya özet olarak değineceğiz.

Bu kâinatta atomdan güneşe, güneşten en büyük galaksilere kadar yaratılan her şeyi yöneten (müdebbir) ve varlık gayelerine uygun hareke etmelerini sağlayan (müekkel) melekler vardır.

Bu varlıklar Allah’ın emrine amadedir; o yüzden tamamen Allah’ın verdiği görevi yapmaya programlanmışlardır. Bu programın dışına çıkamazlar.

Melekler iradeleri olmadığı için, imtihan edilmeyen, imtihan edilmedikleri için de kendilerine ödül ve ceza verilmeyen varlıklardır.

CİN: KULLUKTA İNSANIN İKİZİ

Biz bu tefsir çalışmamızda, mevcut ezberlerimiz üzerinde en fazla güncellemeyi cinler konusunda yapıyoruz.

Kur’an’ı önümüze koyduğumuzda cin konusunda kesin olarak bildiklerimiz var; bu bilgiler, -insanla ilgili âyetlerle kıyaslandığında- âyet sayısı olarak az gibi görünse bile, cinlerle alakalı birçok şeyi anlamada bize ipucu olabilecek âyetlerdir.

Bu âyetlerden;

Kur’an bu bilgileri bize verdikten sonra adeta dolaylı olarak bize şunu diyor: Cinleri insan neslinin ikizi olarak, onların yaşadığı âlemi de sizin yaşadığınız dünyanın ikizi olarak düşünebilirsiniz.

Böyle düşündüğümüzde,

“Kesin böyledir.” demeden, diyeceğimiz her şeyin başına Allahü a’lem ifadesini koyarak cinler hakkında çok şey söyleyebiliriz.

Başlayalım,

Bunlara ana hatlar dersek, ayrıntılar için şunları diyebiliriz,

Cinler hakkında yaptığımız bütün tahminlerin merkezinde yer alan kelimenin adı “imtihan” kelimesidir.

Onların dünyasında da imtihan olduğunu kabul ettiğimizde bunları ve daha fazlasını tahmin etmenin önünde bir engel olmuyor.

İmtihan örneği üzerinden konuyu daha da netleştirme adına şöyle bir örnek verelim.

Siz bir okuldasınız ve imtihan oluyorsunuz. Size hiç görmediğiniz bir okuldan bahsediliyor ve deniyor ki, o görmediğin okul hakkında tahminde bulun.

Sizin için şunları demek zor olmayacaktır; “O okulda da sınıf, ders kitapları, öğretmenler, imtihan soruları, sınıfta kalma ve geçme vardır...”

Aynen bunun gibi bizim için de cinler âleminde bizim imtihan dekorumuzda olan birçok şeyin varlığını tahmin etmek zor değildir.

Özetlersek cinlerin dünyası bizim dünyamızın ikizidir.

Bundan sonrasına şu sorunun cevabı ile devam edelim,

Âdem’e Secde Emrinden Önce Cinler Âlemi Nasıldı?

Cinler âleminin de bizim dünyamız gibi bir imtihan dünyası olduğunu kabul ettiğimizde, bu kabulün bazı gerekleri var. Onlara aşağıda işaret edelim;

Cinler Âleminde İmanın ve İslam’ın Şartları

Cinlerin bizim gibi imtihan edildiğini kabul ettiğimizde, onların da iman etme veya inkar etmede özgür olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. İman edenlerin de iman ederken bizdeki gibi imanın şartlarına inanmaları ve İslam’ın şartlarını yerine getirmeleri gerekiyor.

Cinler Âleminde Melek ve Peygamber

Cinlerin bizim gibi imtihan edildiğini kabul ettiğimizde, imtihan dekorunun olmazsa olmazları var. Bu dekorda cinler Allah’ı göremiyor. Göremedikleri için de Allah onlara da melek vasıtasıyla peygamber gönderiyor.

Bu durumda cinlerin Allah ile bütün bağlantıları biz de olduğu gibi melek, vahiy ve peygamber üzerinden oluyor.

Cinler Âleminde Nefis

Cinlerin bizim gibi imtihan edildiğini kabul ettiğimizde, cinlerin de Şems sûresi 8. âyettte anlatılan şekliyle hayra ve şerre meyledebilen; iyi ve kötü olabilen bir nefis sahibi olmaları gerekiyor.

Bu nefsin de Kaf sûresi 16. âyette anlatıldığı gibi onlara vesvese verdiğini, bu vesvese sonucunda onların bu vesveseye uyduğunu veya uymadığını da kabul etmemiz gerekiyor.

Cinler Âleminde İblis/Şeytan

Bu bölümünün dikkatli okunması gerekiyor.

Malum cinler biz insanlardan önce yaratıldı. Bu yaratılışı bir kurgu içinde anlatalım.

Varsayalım cinler insanlar yaratılmadan 10 milyon yıl önce yaratıldı.

Bu yaratılışta bizde olduğu gibi cinlerin de bir ilk atası ve ilk peygamberi olması gerekiyor.

Burada tam emin olamadığımız üç nokta var.

Birinci Nokta: Bizde olduğu gibi Allah (cc) cinler için de halife ifadesini kullandı mı? Onlara da esmâ talimi yaptı mı?271

Cinler de insanlar gibi yeryüzünde kulluk eksenli bir misyona sahip oldukları için biz bu sorulara “Aynıyla olmasa bile benzer bir şekilde olmuş olabilir.” cevabı vermenin mümkün olduğunu düşünüyoruz.

İkinci Nokta: Cinlerin ilk atasına da meleklerin secde etmesi oldu mu?

Biz bunun aynıyla olmasa bile benzer bir şekilde olduğunu düşünüyoruz. Aşağıda ilgili âyetler geldiğinde (Araf 11-25) anlatacağız. Bu secde bir ibadet secdesi değil bir hizmet secdesiydi. Cinler âleminin işleyişinde de meleklerin görev aldığını düşünürsek, bu secdenin olduğunu kabul etmek mümkün olabilir.

Üçüncü Nokta: Yukarıdaki varsayım ve düşüncelerin devamı olarak bizden 10 milyon yıl önce imtihanları başlayan cinlerin sınavında, yaratılışın başında melekler secde ederken, secde etmeyen ve cinlere düşmanlık yapacağını söyleyen bir varlık var mıydı? Bunu tam bilmiyoruz. Ama şunu biliyoruz. Böyle bir varlık olmasa da “imtihan dünyası” dediğimiz dünyada sınavların olmasına engel bir durum yoktu. Çünkü iblis/şeytan isimli varlığını yaptığı işin benzerini yapmaya meyyal bir nefis vardı. Nefsin kötülüğü emreden tarafının varlığını kabul ettiğimizde, cinler âleminde ayrıca bir iblis/şeytan benzeri varlık olmadan da imtihan olabileceğini kabul etmek mümkün olabilir272.

Özetlersek (Bu Özet Çok Önemli)

Yukarıdaki okul örneğini hatırlarsak, onların âleminin bizim âlemimizin ikizi olduğunu düşünmenin ve yukarıda bahsettiğimiz hususları kabul etmenin önünde inanç açısından bir engel görünmüyor.

Bizim burada yaptığımız şey, bizim görünen okulumuzla onların görünmeyen okulunu kıyaslamak oldu.

Dileyen cinler âlemini içinde imtihan olan bir okul gibi düşünür ve bizim çıkardığımız sonuçlar üzerinden o âleme bakar. Dileyen sadece Kur’an’ın anlattıkları ile yetinir, öyle bakar.

Burada şunu ifade edelim. Cinler âlemine, bizim imtihan dünyamızın ikizi olarak bakılmadığında Kur’an’daki anlatımları makul bir zemine oturtmak zorlaşıyor.

Özeti özetlersek, bizim burada cinler âlemi için anlattıklarımıza “mutlak ve tek doğru” demiyoruz. “Kur’an’daki ilgili âyetlerden yola çıkılarak böyle de anlaşılabilir” diyoruz.

Şimdi böyle anladığımızda ortaya çıkan görüntüyü aşağıdaki başlık altına anlatalım,

ÂDEM’E SECDEDEN ÖNCE VAR OLAN ÜÇ ÂLEM

Kur’an’da Âdem-İblis kıssasını okuduğumuzda karşımızda üç türlü varlık çıkıyor.

Melek, cin ve insan.

Yukarıda anlattıklarımız dikkate alındığında bu üç türlü varlık, birbirinden ayrı âlemlerde bulunuyor.

Bulundukları âlemde Allah’ın onlara verdiği özelliklerin sonucunda,

Melek âleminde bulunan melekler hem cinler âleminde hem de insanlar âleminde var olan imtihanda Allah’ın kendilerine verdiği görevleri yapıyorlar. Bu görevleri yaparken onlar insanları ve cinleri görüyorlar fakat imtihan ortamının gereği olarak cinler ve insanlar onları görmüyorlar.

Cinler âleminde bulunan cinler, imtihan dekorunun gereği olarak Allah’ı ve melekleri görmüyorlar ama insanların yaşadığı âlemi/dünyayı görüyorlar.273

İnsanlar âleminde bulunan bizler imtihan dekorunun gereği olarak Allah’ı ve melekleri göremediğimiz gibi cinleri de göremiyoruz.

Bu üç âleme, Âdem-İblis kıssası gerçekleşmeden önceki haliyle bakarsak,

Bu âlemde kâinat yaratılmış, bu yaratılıştan tahminen 14 milyar yıl sonra dünya insanın yaşamasına uygun hale gelmiş ve bunun üzerine Allah (cc) meleklere “Ben yeryüzünde bir halife tayin edeceğim.” demiş. Böyle dedikten sonra, bunu takip eden gelişmeleri Bakara sûresi 30-39 âyetler arasında okuyoruz.

KUR’AN GAYB ÂLEMİNDE GERÇEKLEŞEN ÂDEM-İBLİS KISSASINI BİZE NASIL ANLATIYOR?

Gayb âlemi biz insanlar için görünmeyen ve bilinmeyen bir âlem. Kur’an daha önce Tefsir Usulümüzde (19) Mecaz/Teşbih Yasasında bahsettiğimiz gibi, görünmeyen âlemde gerçekleşen olayları bizim görünen âlemde anlayabileceğimiz bir dekor içinde anlatıyor.

Bunun mantığını ve örneklerini Mecaz/Teşbih Yasasında anlattık.

Bazı ilaveler yaparak o yasayı tekrar hatırlayalım.

Hemen hemen hiçbir müfessir Kur’an’ın bu anlatımlarına “hakikatin kendisi böyledir” demiyor. Genelde denen şu: Allah (cc) sınırsız bir âlemde olan ve insanın idrakini aşan olayları, onun idrak seviyesinden, onun içinde yaşadığı âlemin dekoru içinde anlatıyor. Bu anlatımları önümüze koyduğumuzda Allahü a’lem diyerek şu tespiti yapıyoruz: Allah (cc) Adam-İblis kıssasını, bizim idrak seviyemizi dikkate alarak, bizim yaşadığımız âlemin dekoruna uygun olarak anlatmıştır.

Yukarıda “Kur’an’ın tali konuları detaylı anlatmaması sorun oldu mu?” başlığı altında ifade ettiğimiz gibi bu anlatım, dini konuları ilmihal seviyesinden anlayan insanlar için sorun olmamıştır.

“Peki kimler için sorun olmuştur?” Bu sorunun cevabı için okumaya devam,

ÂDEM-İBLİS KISSASINI ANLATILDIĞI GİBİ ANLARSAK NE OLUR?

İlk olacak şeylerden biri şu olur:

“İblis cin mi, melek mi?” sorusuna cevap vermekte zorlanırız. Onlarca tefsirde bu zorlanmanın örneklerini görmek mümkün.

Bu zorluklar nedeniyle şöyle diyenler oluyor;277

“Bu zorlukları aşmak mümkün mü?”

Eğer, Allah’ın (cc) gayb âlemini bize -yukarıda örneğini verdiğimiz konular gibi- bizim idrakimizi dikkate alarak, bizim yaşadığımız dekor içinden, bize bakan yönüyle anlattığını kabul edersek bu zorluklar aşılabilir.

Bu zorlukları bu yöntemle aşarsak ne olur?

Şu tespiti yaparız: Aklı yaratan da vahyi onun önüne koyan da Allah’tır. Allah’ın aklın önüne koyduğu vahye ait her konunun makul bir açıklaması vardır.

Bu noktada aşağıdaki soru ile bu konuyu bağlamaya çalışalım.

ÂDEM-İBLİS KISSASINI NASIL ANLAYACAĞIZ?

Yukarı anlattığımız bilgiler dikkate alındığında (Allahü a’lem) şöyle anlayabiliriz.

Meleklerin ve İblisin “secde emrine muhatap olmaları” ayrı ortamlarda oldu. Bunu nereden anlıyoruz? Üç noktadan anlıyoruz;

Birinci nokta: Yukarıda ifade ettiğimiz gibi melek ve cin ayrı varlık. Cinler imtihan oluyor, melekler imtihan olmuyor.

İkinci nokta: Kur’an’ı yüzeysel okuyanlar zannediyor ki, Allah (cc) sadece meleklere secdeyi emretti. A’râf sûresinin 12. âyetinde “Ben sana emretmişken seni (Âdem’e) secde etmekten alıkoyan nedir?” şeklinde sorulan sorudan iblise de ayrıca emredildiğini anlıyoruz.

Üçüncü nokta: İkinci noktanın devamı olarak, iblis bu kıssaların geçtiği hiçbir âyette “Secde emri meleklere verildi, bana verilmedi.” demiyor.

Bu üç noktadan yola çıkarak emirlerin ayrı ortamlarda verildiğini anlamanın önünde bir engel olmadığını düşünüyoruz.

O zaman soru şu:

Secde Emrinin Aslı Nedir? Bu Emirler Nasıl Verildi?

Bu sorunun cevabına giderken önce secde emrinin hakikatine bakalım.

Secde Emrinin Hakikati

Bizim Kur’an’da Âdem’e yapılan secde ile ilgili bilgilerimizi güncellememiz gerekiyor. Bu secdenin bizim namazda Allah’a karşı yaptığımız secde ile hiçbir alakası yok. Bunun nedenlerini iki noktada anlatalım,

Birinci Nokta: Bizim yaptığımız ve adına ibadet secdesi dediğimiz secde sadece Allah için yapılır. Böyle bir secdenin Âdem’e yapılması mümkün değil.

İkinci Nokta: Kur’an’da secde kelimesinin Allah’a ibadet maksadı ile yapılan secdeden ayrı olarak, emre amade olma, itaat, selamlama ve saygı anlamında kullanıldığını görüyoruz.278

Bu iki noktayı dikkate aldığımızda Âdem’e yapılan secdenin bir ibadet secdesi olmadığını, Allah’ın emrine itaatin göstergesi olan bir secde olduğunu anlıyoruz.

Secdenin hakikatini tespitten sonra, bu emrin ayrı mekan/ortam/alemlerde nasıl verildiğine bakalım.

Meleklerin secdesi

Secdenin “itaat manasına” geldiğini kabul ettiğimizde, melekler için “Onlar zaten bütün zamanlarda secde halindeler.” diyebiliriz.

Bu durumu dikkate aldığımızda, Allah (cc) önce Bakara 30. âyette, ilminde olan bilgiyi “Yeryüzünde bir halife tayin edeceğim” ifadesiyle meleklere duyuruyor. Âyetin devamında bu varlığın özelliklerini anlatıyor. Sonrasında meleklere “Âdem’e secde edin.” diyor.

Bu secdeyi şöyle anlayabiliriz: “Size bundan sonra yeni bir görev daha veriyorum. Bundan böyle hizmet sahanızda Âdem ve nesli de olacak. Ona ve nesline verdiğim değerin göstergesi olarak sizlerin sembolik ona secde etmenizi istiyorum.”

Özetlersek, meleklerin secdesi böyle de anlaşılabilir. Allahüâ’lem.

İblisin Secde etmemesi,

İblisin, Allah’ın emrine isyan etmeden önce cinler âleminde, imtihan dekoru içinde imtihan şartlarına göre yaşayan bir cin olduğunu kabul ettiğimizde, bundan sonrasını o kabul üzerine inşa ediyoruz.

O kabule göre Allah (cc) cinler âlemine gönderdiği peygamberi üzerinden Bakara sûresinin 30. âyetinde meleklere duyurduğu âyetleri duyurmuş ve onun ardından, cinlerin tamamına Âdem’in üstünlüğünü kabul etmelerini emretmiştir.

Bu emre itaatin adı secde olmuştur. Bu emre itaat eden bütün cinler secde ederken, etmeyenleri temsilen iblisin secde etmemesi öne çıkarılmıştır.

Sonucu Özetlersek

Kur’an’ın melekler ve cinler hakkında bize verdiği verilerden yola çıkarak geldiğimiz noktada yine Allahü a’lem diyerek şunu ifade edebiliriz:

Biz insanların göremeyeceği gayb âleminde -yukarı anlattığımız şekilde- gerçekleştiğini düşündüğümüz olaylar Âdem-İblis kıssasında bize çok özet bir şekilde anlatılmıştır.

Kur’an, bu kıssayı uzun uzun anlatmak yerine, Melekler âleminde secde ile cinler âlemindeki secdeyi aynı cümle içinde özetlemiş ve “Melekler secde etti, ancak (cinler âleminde bulunan) iblis etmedi.” demiştir.279

“Neden böyle demiştir?" sorusunun cevabı yukarıda değinmiştik, bir kere daha tekrar edersek, Kur’an’ın önceliği bizim için tali konular arasında sayılan gayb âleminin detaylarını bize anlatmak değildir.

Kur’an’ın önceliği gayb âleminde gerçekleşen olayın biz insanlara bakan tarafını, bizim idrakimizin seviyesinde, bizim içinde yaşadığımız imtihan dekorunun işleyişi içinde anlatmaktır.

Özetin özetini yaparsak, hakikatinin yukarıda anlattığımız gibi olduğunu düşündüğümüz olayı Kur’an bizim dünyamıza, bize yönelik mesajların öne çıkacağı şekilde anlatmıştır. Allahü a’lem.

ARA BİLGİ: Arka Plan

Biz Âdem-İblis kıssasında buraya kadar verdiğimiz bilgilerde, kıssa ile ilgili âyetlerin arka planını ve oturduğu zemini anlatmaya çalıştık. Kıssanın doğru bir şekilde anlaşılmasında bu arka planın dikkate alınması çok büyük bir önem arz ediyor.

Burada şunu da ifade edelim. Bu anlattıklarımızı okurken mutlaka akla bazı sorular gelecek. Onlara âyetlerin tefsirinde işaret edeceğiz. Orada cevap vermediğimiz sorular olursa, onlar bize her zaman için sorulabilir.

Şimdi Âdem-İblis kıssası için “önsöz” olarak ifade ettiğimiz bu bilgilerden sonra, A’râf sûresinin tefsirine geçebiliriz.

39/7. A’RÂF SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-5 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(1) HURÛF-I MUKATTA HARFLERİ İÇİN GENEL DEĞERLENDİRME

Kesik harfler anlamına gelen “hurûf-ı mukatta” ifadesi Kur’an’da 29 sûrenin başında yer alan, “Elif, lâm, mîm”, “Yâsîn” ve “Tâhâ” gibi ifadeler için kullanılan bir kavram.

İniş sırasından yaptığımız okumada bu kavramlar Kalem, Kaf ve Sad sûresinin başlarında “Nun, Kaf ve Sad” şeklinde geçti.

O sûrelerde tek harf olarak geçen mukattaharfelerini bu sûrenin başında “Elif, Lâm, Mîm, Sâd” şeklinde 4 harf olarak görüyoruz.

Bu vesileyle bu harfler üzerinde genel bir değerlendirme yapmak istiyoruz.

Bu değerlendirme öncesinde iniş sırasına göre bu harfleri geçtiği âyetlerle birlikte verelim.

1. Yıl. Kalem1. Nun, Kalem ve yazılan satırlar şahittir;

4. Yıl. Kaf 1. Kâf, Şerefli Kur’an şahittir.

4. Yıl. Sad 1. Sâd, Öğüt veren Kur’an şahittir;

5. Yıl. A’râf1. Elif, Lâm, Mîm, Sâd2. Bu kendisi ile insanları uyarasın ve mü’minlere öğüt veresin diye sana indirilen bir kitaptır. Artık bu hususta içinde bir sıkıntı olmasın.

5. Yıl. Yâsîn 1. YâSîn2. Hikmetli Kur’an şahittir;

6. Yıl. Meryem 1. Kâf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd2. Rabbinin, Zekeriya kuluna (olan) rahmetini hatırlatmasıdır.

6. Yıl. Taha 1. Tâ. Hâ. 2. Biz sana bu Kur’an’ı güçlük çekmen için indirmedik,

6. Yıl. Şu’arâ1. Tâ, Sîn, Mîm2. Bunlar apaçık Kitab’ın âyetleridir.

7. Yıl. Neml 1. Tâ. Sîn. Bunlar Kur’an’ın, açıklayan kitabın âyetleridir.

7. Yıl. Rum1. Elif. Lâm. Mîm2. Rumlar yenildi.

8. Yıl. Yûnus1. Elif. Lâm. Râ. Bunlar hikmet dolu Kitâb’ın âyetleridir.

8. Yıl. Hûd 1. Elif. Lâm. RâHakîmHabîr tarafından âyetleri ortaya konulmuş, sonra da açıklanmış bir kitaptır.

8. Yıl. Yusuf 1. Elif. Lâm. Râ, bunlar apaçık Kitab’ın âyetleridir.

8. Yıl. Hicr 1. Elif. Lâm. Râ. Bunlar Kitab’ın ve apaçık olan Kur’an’ın âyetleridir.

9. Yıl. Lokman 1. Elif. Lâm. Mîm2. İşte bu âyetler, hikmetli Kitab’ın âyetleridir.

9. Yıl. Mü’min 1. Hâ. Mîm2. Bu Kitabın indirilmesi, AzîzAlîm olan Allah’tandır.

10. Yıl. Fussilet1. Hâ. Mîm. 2. Rahmân, Rahîm olan Allah katından indirilmiştir.

10. Yıl. Şûrâ 1. Hâ. Mîm2. Ayn. Sîn. Kâf3. Azîz Hakîm olan Allah sana da, senden önceki resûllere de vahyeder.

10. Yıl. Zuhruf 1. Hâ. Mîm. 2. Apaçık Kitap şahit olsun ki, 3. Biz onu, düşünüp anlamanız için Arapça (okunan) bir kitap olarak indirdik. 4. Bu Kitap, katımızda bulunan Ana Kitap’tandır. AliyHakîm olan bir kitaptır.

10. Yıl. Duhân1. Hâ. Mîm. 2. Apaçık olan Kitap şahit olsun ki,

10. Yıl. Câsiye1. Hâ. Mîm. 2. Kitap Azîz Hakîm olan Allah tarafından indirilmiştir.

10. Yıl. Ahkâf 1. Ha. Mim 2. Kitap Azîz Hakîm olan Allah tarafından indirilmiştir.

11. Yıl. İbrâhim 1. Elif Lâm Râ. Bu Rablerinin izniyle insanlarıkaranlıklardan aydınlığa çıkarman ve AzîzHamîd olan Allah’ın yoluna iletmen için sana indirdiğimiz bir kitaptır.

12. Yıl. Secde 1. Elif. Lâm. Mîm2. Bu Kitab’ın, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiş olduğunda asla şüphe yoktur.

13. Yıl. Kasas 1. Tâ. Sîn. Mîm2. Bunlar apaçık Kitab’ın âyetleridir.

13. Yıl. Ankebut 1. Elif. Lâm. Mîm2. İnsanlar imtihan edilmeden, sadece “İman ettik” demekle kendi hallerine bırakılacaklarını mı sanıyorlar?

14. Yıl. Bakara 1. Elif. Lâm. Mîm. 2. Bu kendisinde şüphe olmayan bir kitaptır. Muttakiler için bir hidâyet kaynağıdır.

16. Yıl. Âl-i İmrân 1. Elif. Lâm. Mîm.2. Hay, Kayyûm Allah’tan başka ilah yoktur. 3. O, sana Kitabı hak ve kendinden öncekileri doğrulayıcı olarak indirdi. O, Tevrat'ı ve İncil'i de indirmişti.

17. Yıl. Ra’d 1. Elif. Lâm. Mîm. Râ. Bunlar Kitab’ın âyetleridir. Sana Rabbin tarafından indirilen haktır, fakat insanların çoğu yine de inanmazlar.

Genel Değerlendirmede Öne Çıkan Noktalar

Huruf-ı mukatta harfleri üzerinde genel bir okuma yaptığımızda bu harfler, bu harflerin mesajını anlamak isteyen herkese dolaylı olarak şunu diyor: “Bizim verdiğimiz mesajı anlamak istiyorsanız, verdiğimiz ipuçlarına; öne çıkardığımız noktalara bakın.”

Bu konuda detaylara geçmeden önce ipucu sayılacak bazı kelime ve isimleri -kaç defa geçtiklerini gösteren rakamlar ile birlikte- verelim;

Bu harfleri takip eden cümlelerin tamamında.

Bu rakamları dikkate alarak bu harflere bakarsak, üç noktanın öne çıktığını görüyoruz.

Birinci Nokta: Beş Kur’an kelimesiyle birlikte âyetlerde geçen 23 kitap kelimesinin tamamının Kur’an yerine kullanıldığını dikkate alırsak, bu harflerin geçtiği sûrelerin 3’ü hariç (Meryem, Rum, Ankebut) tamamının Kur’an’a işaret ettiğini söyleyebiliriz.

Bu harflerinin her birinin, Kur’an’dan bir âyet olduğunu, âyet kelimesinin de işaret manasına geldiğini dikkate alırsak, bu kelimelerin tamamının bize verdiği en önemli mesajlardan birini intak diliyle şöyle ifade edebiliriz:

“Biz indirilen kitap olan Kur’an’ın en ufak parçası olan 322.564281 harfi temsil etmenin yanında, yaratılan âyetlerin en ufak parçası olan milyarlarca atomu da temsil ediyoruz. O yüzden bize değil, bizim işaret ettiğimiz bu iki kitaba bakın. Bizim öncelikli görevimiz, bu iki kitabın da Allah’ın kitabı olduğuna şahitlik etmek, bu iki kitabın da benzerini yazmada ve yaratmada bütün insanların aciz kalacağını ilan etmektir.”

Biz bu harflerin verdiği mesajlar içinde en önemlisinin bu olduğunu düşündüğümüz için, bu sûrede olduğu gibi, bu harflerin geçtiği bütün sûrelerin başında şu ortak açıklamayı öne çıkardık:

"(Yaratılan âyet olan atomu, maddenin en küçük parçası yapan Allah, harfleri de Kur’an’ın en ufak parçası yapmıştır. Nasıl yaratılan âyetleri yaratmada tüm insanlık âciz kalmışsa, indirilen âyetleri içinde toplayan Kur’an’ın benzerini ortaya koymada da tüm insanlık âciz kalmıştır. İşte) Elif, Lâm, Mîm, Sâd(gibi Kur’an’ı oluşturan tüm harfler bu hakikate şahittir.)"

İkinci Nokta: “Bu harflerin olduğu âyetlerin arkasından Hakîm ve Azîzesmâsının çokça öne çıkması üzerinden bize verilen mesaj nedir?” diye sorarsak, mesajlardan biri şu: “Bu kitap hikmetin ve izzetin kaynağıdır.”

El-Hakîm İsmi: Hikmetin Kaynağı

Bu isim bize diyor ki, bu kitapta ne varsa,

Bunu nereden biliyoruz, neden bu konuda “mutlaka” diyoruz?

Bunu Tefsir Usulü çalışmamızda ve bu çalışmada sık sık işaret ettiğimiz “üç ev” örneğinden biliyoruz.

Özetlersek, mukatta harfleri bize diyor ki; Kur’an hikmetli bir kitaptır. Bu kitapta makul ve mantıklı bir açıklaması olmayan hiçbir âyet olamaz.

El-Aziz İsmi: İzzetin Kaynağı

Sınırsız özelliği ve güzelliği olan Allah’ın sayısız isimleri ve sıfatları vardır. İslami terminolojide bu isim ve sıfatlar esmâ’ül-hüsna olarak ifade edilir.

Bu noktada El-Azîz ismi, Allah’ın bütün özellik ve güzelliği ile ortaya çıkan mutlak üstünlük ve gücü anlatmak için kullanılan bir isimdir.

Bu anlamı dikkate aldığımızda Azîz ismi insanda izzet olarak tecelli ediyor. Bu tecelli Kur’an’da Fatır sûresi 10. âyette şöyle ifade ediliyor: “Kim izzetve şeref istiyorsa (bunu Allah’tan istesin; çünkü) izzet ve şerefin tamamı Allah’ın elindedir.”

Özetlersek, mukatta harfleri bütün insanlara diyor ki, bu dünyada izzet ve şeref sahibi olmak istiyorsanız, rehberiniz Kur’an olsun.

Üçüncü Nokta: Mukatta harfleri Kur’an’ın apaçık bir kitap olduğuna da şahitlik ederler.282

Apaçık olmaya farklı açılardan bakılabilir. Biz iki açıdan bakacağız;

Birinci Açı: İnsanlığın temel ihtiyacını karşılama noktasında apaçık olmak. Bu noktada soru şu: Bu dünyada insanın en temel ihtiyacı nedir?

Bu sorunun cevabı insanın hayata nereden ve nasıl baktığı ile alakalıdır.

En temel ihtiyaç, “İnsanın nereden geldim, neden buradayım ve nereye gidiyorum?” sorularının cevaplarını bulmasıdır. Yani varlık gayesini; amacını, hedefini öğrenmesidir.

Buna temel ihtiyaç dersek, bu ihtiyaç Kur’an’da herkesin anlayabileceği şekilde, apaçık anlatılır. Kur’an, bu ihtiyacı en doğru şekilde karşılamada eşi, benzeri olmayan tek kitaptır.

İkinci Açı: Bu açıdan baktığımızda soru şu: Kur’an her seviyeden insan için apaçık bir kitap mıdır?

Bu soruya bir örnek üzerinden veriyoruz.

İlkokul 1. sınıftan üniversite son sınıfa kadar, her sınıftaki matematik dersleri ile ilgili bilgileri içine alan matematik kitabı düşünelim.

Burada soru şu:

Bu kitap apaçık bir kitap mıdır?

Cevap: Baktığınız yere bağlı.

Bu örneği Kur’an’a uyarlarsak,

Özetlersek, Kur’an’a öğrenci olan, onu anlamak için, ön şartları yerine getiren insanlar için apaçık bir kitaptır.

HURÛF MUKKATTA BANA NE DİYOR?

İlk olarak burada yazdıklarımızı söylüyor. Sonrasında, işaret ettikleri indirilen âyetleri ve yaratılan âyetleri okumanı, anlamanı, anladıklarını yaşamanı ve onları bütün insanlara duyurmanı istiyor.

(2) “SENİN İÇİNDE DE BİR SIKINTI OLMASIN”

Kur’an 2. âyet üzerinden Peygamber Efendimize (sav) “İçinde bir sıkıntı olmasın” diyor. Yaşadığımız asırda kendimizi bu âyete muhatap yaptığımızda bu âyet bize de “Senin içinde de bir sıkıntı olmasın.” diyor.

Burada soru şu: Peygamberimizin içindeki sıkıntının sebebi neydi?

Peygamberimizin de bir insan olduğunu dikkate aldığımızda, 5. yılın Mekke’sinde ortamdan kaynaklanan birtakım sıkıntılar olabilir.

O sıkıntıların birine mealimizde parantez içi açıklamalarda yer verdik.

Tefsirimizde bir başka sıkıntıya daha dikkat çekelim.

Bu sıkıntı o gün de bugün de Kur’an okuyan her insanın yaşayabileceği bir sıkıntı. Sıkıntı şu:

Bağlamı yani 1. âyeti dikkate aldığımızda, birinci âyettekihurûf-ı mukatta bize şunu diyor: Yaratılan âyetleri temsilen kâinat kitabının harfleri mesabesindeki bütün atomlar, indirilen âyetleri temsilen Kur’an’daki bütün harfler şahittir ki: “Bu kitap Allah’ın kelamıdır. Bu kitapta makul ve mantıklı bir açıklaması olmayan hiçbir konu ve soru olamaz. Bunu bil. Buna yürekten iman et. Araştırmalarınla bu imana şahit olduğunda içinde sıkıntının “s”si bile kalmayacak.”

(2) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

“İnsanlar iman etmiyor” diye veya “İnsanları inandığım değerlere davette kendime düşenleri yeterince yapamıyorum” diye içinde bir sıkıntı yaşaman güzeldir, fazilettir ve senin kemaline işarettir. Ama Kur’an’ın Allah kelamı olması noktasında içinde zerre kadar sıkıntı olmasın.

(3) ÂYETTE KASTEDİLEN EVLİYA KİM?

Âyetlerin tarihi arka planını dikkate aldığımızda Kur’an 5 yıldır Mekke’de insanlara öğüt veriyor. Ama bu öğütlere rağmen hâlâ putlardan vazgeçmeyen, hâlâ canlı-cansız varlıklara bir ilah gibi tapan, onları dost edinen binlerce insan var.

Kur’an, bu âyette “Allah’ın yanı sıra (O’nun razı olmadığı) başka dostlara (evliya) uymayın.” derken “evliya” kelimesini kullanıyor.

Evliya kelimesi ile ilgili Açıklamalı Mealimizde bilgi vermiştik.283 O bilgilerin devamı olarak şunu ifade edelim;

Müslümanlar Allah’ı severler, bunun yanında mümin kardeşlerini de seveler; Kur’an ölçülerinde onları dostlar/evliya edinirler. Bunda mahsur yoktur. Bu türden bir dostluk bizzat Kur’an tarafından teşvik edilir.

Bu teşvik bağlamında Allah (cc) Kur’an’da müminleri birbirlerinin dostları/evliyası olarak tanımlar.284 Bu dostluk bağlarının gevşetilmesini istemez. Bu nedenle kafirlerin285 ve -onların içinden bazılarının- bir ilah gibi taptıkları canlı cansız varlıkların, onları Allah’a yaklaştıracak zannıyla dost edinilmesini yasaklar.286

Özetlersek, Kur’an’ın yasakladığı dostluk, Allah’ın razı olmadığı ve kişiyi O’ndan uzaklaştıran dostluklardır.

(4) UYKU VE İSTİRAHAT ÜZERİNDEN VERİLEN MESAJ

Kur’an bir detaydan bahsediyorsa orada da mutlaka bize vermek istediği bir mesaj vardır.

“Helak ettik” derken, helakin zamanlamasına dikkat çekiyor. Bu dikkat çekme üzerinden verilen mesajı anlamak için soruyoruz, “gece uyuma ve gündüz istirahat” ayrıntısı bize ne diyor?

Bunlar insanın kendini güvende hissetmesinin göstergeleridir. İstisnaları olsa bile insanların; özellikle de ev ve çevre güvenliğinin, yeteri kadar huzur vermediği zamanlarda uykuları kaçabilir ve istirahatleri kesintiye uğrayabilir.

Uyku ve istirahat kendini güvende hissetmeyle doğru orantılıdır.

Bu bilgiyi dikkate aldığımızda, Kur’an diyor ki, helak edilen kavimler;

(4) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Her helak, insanı dünyadan ahirete yani hesap verilecek âleme götürür. Günümüzde helak yasası değişse bile, ölüm yasası değişmedi. Yani götüren sebepler değişse bile, hesap âlemine gitme sonucu değişmedi. Gaflet uykusuna dalmamak için her “ân”ı son an bilerek yaşamak hedefin ve gayretin olsun.

(5) HÜKMÜN GEREKÇESİNİ ANLAYACAKLAR AMA GEÇ OLACAK

Kur’an’da geçen zalim kelimesi, hakkın ve doğrunun karşısındaki bütün haksızlıkları ve yanlış yapmaları içine alan geniş bir kavramdır. Bu kavram Kur’an’da kişinin bireysel günah işlemesinden, başkalarına işkence yapmasına kadar her türlü yanlışlığı ve haksızlığı içine alacak şekilde kullanılır.

Bu âyette de geçiyor. Burada mesajlardan biri şu: İş işten geçtiğinde her insan dünyadaki yanlış tercihlerinin sonuçlarını ölümden sonra görecek.

Gerekçeli kararı gördüğünde, Allah’ın mutlak adil olduğunu, zerre kadar haksızlık yapmadığını anlayacak ve bunu ilan makamında “Zalimlerden olmuştuk. Şimdi burada karşımıza çıkan bütün sonuçları hak ettik” diyecek.

Kur’an 5. âyet ve sonrasında sorgu, amel defterleri ve tartı üzerinden sonuç eğitiminin ahirete bakan tarafıyla mesajlarına devam ediyor.

6-9 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

BEŞİNCİ EĞİTİM YILININ BAŞINDA, SONUÇ EĞİTİMİ ÜZERİNDEN GEÇMİŞİN ÖZETLENMESİ

İniş sırasından yaptığımız okumada kendimizi bir öğrenci gibi düşünürsek, şu anda Kur’an’ın iniş sürecinde 5. yıldayız.

Kur’an, 5. yılın ilk dersinde bize bu sûrenin ilk dokuz âyetinde geçmiş yılların derslerini özetleyerek yeni yıla başlıyor. Biz de yeni eğitim yılına başlamadan önce, geçen beş yılın özetini veren âyetlere kısaca değinelim.

1. Âyet: Bu âyethurûf-ı mukatta üzerinden “Bu kitap Allah’ın kelamıdır. Aksi mümkün değildir” diyerek müminlere güven verdi.

2. ve 3. Âyet: Bu âyetler, Kur’an’ın öğüt veren bir kitap olduğuna vurgu yaparak şu iki mesajı öne çıkarıyor:

4-5. Âyet: Bu âyetler geçmiş zaman üzerinden sonuç eğitimi veriyor. “Nice memleketleri helak ettik” derken başta Kamer sûresi olmak üzere orada anlatılan bütün kıssaları hatırlamamızı istiyor.

6-9. Âyet: Bu âyetler gelecek üzerinden sonuç eğitimi veriyor.

Bu bağlamda âyetlerin mesajına tek tek bakalım,

Altıncı Âyet: Peygamberin bile hesaba çekileceği yerde, hesaba çekilmeyen insan olmayacak. Bu gerçeğe iman ettiğinde yapacağın şey, ölmeden önce, her gece uyku üzerinden ölüm provasını yapacak, ölmeden önce, geçmişte yaptığın tercihler üzerinden kendini hesaba çekeceksin.

Yedinci Âyet: Hesap günü geldiğinde, yaptığın her şeyin, çok sayıda manevî kamera tarafından kaydedilip önüne konduğunu göreceksin. Yaptığın hiçbir şeyi inkar etmen mümkün olmayacak.

Sekiz ve Dokuzuncu Âyet: Terazi dünyada ve ahirette adil yargının sembolüdür. Kimseye zerre kadar haksızlık yapılmayacak. Kimsenin zerre kadar iyiliği değerlendirme dışı kalmayacağı gibi, zerre kadar kötülüğü de değerlendirme dışı kalmayacak. Ölümün provasını yaparken, tartının provasını da yapın. Manevî terazinin kötülük kefesinde bulunan ne varsa, tevbe istiğfarla; bir daha tekrar etmeme sözü vererek o kefeyi boşaltmaya çalışın.

(1-9) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Geçmişin ve geleceğin arasında yani “an”da yaşamadığın bir tek “an”ın yok. Geçmişin geçen “an”ların toplamadır. Geleceğin yaşarsan gelecek “an”ların toplamıdır. Ömür ise bu iki “an”da yaptığın tercihlerinin toplamıdır.

Ahirette karşına çıkacak olan sonuç, yaşadığın ömrün toplamı olacak.

Soru şu: Bu gerçekle yüzleşmeye hazır mısın?

ÂDEM-İBLİS

KISSASINDA KRONOLOJİ

Bu kıssa için bu sûrenin, başında bir önsöz yazmıştık. Bu bölümdeki açıklamalarımız o önsözün devam olacak.

Kronolojiye geçmeden önce, bir noktaya dikkat çekeceğiz.

ÂDEM-İBLİS KISSASINDA BİLİNMESİ GEREKEN İLK ŞEYLERDEN BİRİ

Önsözde buna işaret ettik önemine binaen bir kere daha tekrar edelim.

Kur’an gayb âlemine yönelik hiçbir insanın şahit olmadığı geçmiş (insanın yaratılış) ve gelecek (kıyamet, cennet-cehennem gibi) zaman dilimini bize anlatırken, oraları anlatmak için anlatmaz. Oraların biz insanlara bakan mesajlarını öne çıkarmak için oralardan bahseder.

Bahsederken de ana konu ve tali konu ayrımı yapar.

O âlemlerin doğrudan insana yönelik mesajları ana konu içine girerken, o âlemlerin dekoru, o âlemlerdeki varlıkların özellikleri, mekanlar, zamanlar, süreçler tali konulardır.

Buna gerçek dersek, biz bu gerçeği dikkate aldık ve aşağıdaki Âdem-İblis kıssasında ana konuları öne çıkardık, tali konuları yukarıda yaptığımız açıklamalara havale ettik.287

Bu kıssanın detayları Kur’an için tali konu olması nedeniyle Kur’an bu kıssada bir kronoloji takip etmiyor. İniş sırasında tevhid, ahiret (yeniden diriliş) ve insana kendini (zaaflarını) tanıtma noktasında açıklama gerektiğinde konuya ihtiyaç kadar değiniyor.

Bu kıssa Sad sûresinin sonuna doğru (69-85) geçmişti. Orada bu konuyu daha detaylı olarak geleceği A’râf sûresinde geniş olarak ele alacağız demiştik.

Biz Kur’an’da bu kıssanın geniş olarak anlatıldığı bu sûreyi baz alarak burada bir kronoloji vereceğiz. Bu kronolojide, Kur’an’da (uzun-kısa) dokuz farklı sûrede yaklaşık 70 âyetle anlatılan bu kıssanın Kur’an bütünlüğü içinde genel fotoğrafını sunacağız.

Bu açıklamalardan sonra altı madde halinde sunacağımız kronolojiye geçebiliriz.

KRONOLOJİ

  1. Varlıkların Yaratılış Sıralaması:

Bu sıralamada önce kâinatın; kâinat içinde dünyanın; dünya içinde taşın, toprağın, suyun, havanın, bitkilerin ve hayvanların insanlardan önce yaratıldığını görüyoruz. Bu sıralamanın detaylarına ilgili âyetler geldikçe değineceğiz.

  1. İnsanın Elementer Yaratılışı:

Bu aşama insanın topraktan yaratılma sürecini içine alan aşamadır. Bu aşamada insanın henüz canı yoktur.

Bu aşamanın etapları Kur’an’da şu ifadelerle anlatılır: Toprak (turab),288 yapışkan çamur (Tîn-i Lâzib),289 çamurdan süzülen öz (Sülâle minTîn),290 değişime uğramış kara çamur (Hame-i Mesnûn),291Salsal (kuru çamur).292 Bu etaplara ilgili âyetler geldikçe değineceğiz.

  1. İnsanın Halife Olacağının İlanı

Bu ilanı Kur’an’da sadece Bakara sûresinin 30. âyetinde görüyoruz. Bu ilanın insanın topraktan yaratılma aşamasının sonuna doğru yapıldığını düşünüyoruz.

  1. Ruh Üflenmesi ve Esmâ Talimi

Allah (cc) halife sıfatı ile insanın yaratılışını duyurduktan sonra, bu duyuru ile insanın, onu diğer varlıklardan üstün yapan manevî donanımını anlatma ve gösterme aşamasına geçiyor. Bu aşama Kur’an’da ruh üfleme293 ve esmâ talimi ile anlatılıyor.294

  1. Meleklerin Âdem’e Secdesi, İblisin Etmemesi

Bu secdenin mahiyetine ve bize verdiği mesajlara bu sûrenin 11. âyeti ve devam eden âyetlerin tefsirinde değineceğiz.

6. Âdem ve Eşinin Yasak Ağaç ile İmtihanı

Bu konuya da bu sûrenin 19. Âyetinde değineceğiz.

Bu kronolojiyi daha da detaylandırmak mümkün ama Kur’an’da bu konu tali konu olduğu için, biz okuyucuya bütünü görebileceği bir fotoğraf verme adına bu sıralamayı yaptık.

Bu girişten sonra aşağıdaki âyetler üzerinden Âdem-İblis kıssasının gelişme bölümüne geçebiliriz.

10-18 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(10) KUR’AN’IN KULLANDIĞI FİLM TEKNİĞİ: FLASHBACK

Biz Hakka sûresinin girişinde bu tekniğe değinmiştik.295 Bu teknikte, izlenen film belli bir zaman diliminde başlar. Bir noktadan sonra, film o zaman diliminden geçmişe doğru gider ve oyuncuların çocukluğundan veya gençliğinden bahsedilir. Buna sinema tekniğinde flashback denilir.

Bu teknik çok sık görülen bir tekniktir. Çünkü, bir şeyin öncesini bilmeden şimdi, şu an olan tarafını anlamak zordur.

Bu tekniğin yanında Kur’an’da bir de flashforward tekniği kullanılır. Bu teknik dizi veya filmlerde sık kullanılmasa bile, Kur’an’da gelecek üzerinden; kıyamet, cennet-cehennem anlatımları ile çokça kullanılan bir tekniktir.

Bu bilgiyi hatırladıktan sonra 10. âyeti aşağıdaki başlık altında bir kere daha okuyalım.

10. ÂYET: İMTİHAN DÜNYASININ ÖZETİ

Bu âyette imtihan dünyasında yaşadığımız hayat çok kısa iki cümleyle özetleniyor. Allah’ın verdiği sayısız nimete işaret edildikten sonra şu soru soruluyor “Ne kadar az şükrediyorsunuz?”

Kur’an 10. âyet üzerinden bir flashback yapıyor ve bize dolaylı olarak şunu diyor: “İnsan hakkında bu ve benzeri birçok soru aklınıza gelebilir. Onların tamamının cevabını bulmak için insanı tanımanız lazım. Onu tanımak için de Kur’an’ın açtığı pencereden insanlık tarihine, yani geçmişe doğru bir yolculuk yapmanız gerekiyor.”

Bu yolculukta Kur’an Âdem-İblis kıssası üzerinden bize ayna tutuyor, bize bizi tanıtıyor. Aynaya baktığımızda İKİZimizi görüyoruz.

Bu son cümleyi şu soru ile açalım,

ÂDEM ve İBLİS BİZİM NEYİMİZ OLUR? CEVAP: İKİZİMİZ…

Bu sûrenin tefsirine başlarken “Âdem-İblisi Kıssasının Önsözü” başlığı altında “cinler âlemi biz insanlar âleminin ikizidir” demiştik ve o tespiti orada geniş olarak açıklamıştık.

Burada o açıklamalarımıza devam edelim.

Âdem-İblis kıssasında üç varlık var; Âdem, İblis, Melek.

Bunlardan Âdem ve (cinlerden olan) İblis imtihan dekoruna uygun olarak yaratıldıkları için ikisi de nefis sahibi.

Melek bizim gibi nefis sahibi değil ama sadece emredileni yapan yönüyle nefsimizin hayra bakan tarafına benziyor.

Bu durumda Âdem-İblis kıssasının konusu nefis ve nefsin Allah’ın emirlerine itaati ve isyanıdır.

Bu tespitimizi aşağıdaki sorular üzerinden daha açık hale getirelim.

Âdem Kimdir?

Yukarıda Âdem-İblis kıssası için bir kronoloji vermiş o kronolojinin 4. aşamasında ruh üflenmesinden bahsetmiştik. Ruh üflenmesine insanın manevî tarafına ait paket program dersek, bu programın içinde hayra-şerre, yanlışa-doğruya, itaate-isyana meyleden nefis de var.

Bu nefsin aktif hale gelişini bu sûrenin 19. âyetinde Âdem ve eşinin yasak ağaçla sınanmalarında görüyoruz. Orada nefis taşıyan iki insan olarak Âdem ve eşi önce yanlışa meylediyor, sonra tevbe ederek yanlıştan dönüyorlar.

Bu yönüyle Âdem ve Havva’nın nefsi bizim nefsimizin ikizi oluyor.

İblis/Şeytan Kimdir?

Yukarıda cinler âlemini anlatmış ve onların irade ve nefis taşıyan varlıklar olarak bizim ikizimiz olduğunu söylemiştik.

11. âyette nefis yönüyle ikizimiz olan iblisin önüne konulan itaat ve isyan seçeneklerinden isyanı tercih ettiğini görüyoruz. Bu âyeti takip eden âyetlerde de bu yanlışta ısrar ettiklerine şahit oluyoruz. Bu ısrarın sonucunda onu hevasını ilah edinen bir varlık olarak görüyoruz.

Kur’an bu kıssa üzerinden bize sonuç eğitimi veriyor ve şöyle diyor: Nefis taşıyan varlıklar olarak, şeytana uyar ve onun adımlarını296 takip ederseniz, bu uymada da ısrar ederseniz sizin nefsiniz de şeytanın hevâ-i nefsiyle ikiz olur.

Melek Kimdir?

Meleklerin bizim gibi nefis taşımadığını, tamamıyla Allah’ın emirlerine itaate programlandıklarını biliyoruz.

Bu açıdan bakarsak, melekler Âdem ve İblis gibi itaat ve isyan noktasında bize ikiz olmuyorlar, sadece itaat noktasında ikiz oluyorlar diyebiliriz.

KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Bu kıssada yaşananlar bundan kaç bin yıl önce yaşanmış olursa olsun, kıssada anlatılan nefistir. Bu gerçeğe bilerek bu kıssayı okuduğunda bu kıssada kendini göreceksin. Kendini gördüğünde Kur’an’ın geçen zamanla hiç ihtiyarlamayan, sürekli taze kalma özelliği olan bir kitap olduğunu da fark edeceksin.

Dileriz sen, ben, hepimiz Kur’an’ı bu farkındalıkla okuruz.

(11) BU DÜNYADA İMTİHANIN KONUSU TARAFINI SEÇMEK (İTAAT-İSYAN)

Biz Kur’an’da yedi sûrede yaklaşık 70 âyetle anlatılan bu konunun mesajını tek bir cümlede özetliyoruz.

“Ey insan! Tarafını seç.”297

Bu mesajı açalım.

11. âyette Allah’ın “secde edin” emrini duyuyoruz. Bu emrin özüne bakarsak, şunu görüyoruz: Ortada Allah’ın bir emri var; bu emir karşısında itaat ve isyan şeklinde iki taraf ve tercihleriyle tarafını seçenler var.

Evet, bu kıssanın özü budur. Bu özden baktığımızda bu kıssa her an, her saat, her gün yaşanan bir kıssadır.

İnsanın bu dünyada nefes alma işinden sonra en çok yaptığı şeylerden biri de tercih yaparak tarafını seçmektir.

Kısaca, O’nun bizde emanet olan nimetlerini kullanırken, razı olduğu şekilde kullanarak veya kullanmayarak; her tercihimizle önümüzdeki iki taraftan birini seçeriz.

Âdem-İblis kıssasını bu şekilde özetlediğimizde, bu özet Alak sûresinin ilk âyetlerinin tefsirine başlarken “Biri Size Kur’an’ı Bana Özetle Derse, O Özet Ne Olurdu?” başlığı altında yaptığımız özetin benzeri oluyor.

Bu özet, Kur’an’ın özeti olunca, Kur’an’daki her kıssasının da özeti oluyor.

Bu sûrede 59. âyetten sonra altı peygamberin; Nuh, Hud, Salih, Lut, Şuayb ve Musa (as) kıssalarını göreceğiz.

O kıssaların tamamın da şunu şahit olacağız: Kur’an’da anlatılan bütün kıssalar özü itibarıyla Âdem-İblis kıssasının o peygamberlerin ve onlara tabi olan ve olmayan insanların yaşadığı çağdaki tekrarı oluyor.

(11) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Varsayalım 40 yaşındasın. Şimdiye kadar yaptığın her tercihle tarafını seçtin. Senin, benim ve bütün insanların dünyada seçtiği taraf ahirette gideceği tarafı belirleyecek…

(11) MELEKLERİN (HER GÜN DEVAM EDEN) SECDESİ

Bu konunun başında “Âdem-İblisi Kıssasının Önsözü” başlığı altında yaptığımız açıklamalara bir kere daha atıfta bulunacağız.

Burada yazacaklarımızı orada “Secde Emrinin Hakikati” başlığı altında yazdıklarımızın devam olarak okuyabilirsiniz.

Buradaki secdenin bildiğimiz namaz/ibadet secdesi olmadığını bilerek bu konuya başlamamız gerekiyor.

Buradaki secdenin konusu itaattir. Bu konunun Kur’an’da farklı sahnelerde, farklı ifadelerle anlatıldığını görüyoruz.

Birinci sahne, yerin ve göğün itaati:

Bu sahne bize Fussilet sûresinin 11. âyetinde anlatılıyor:

“Sonra (ilim, irade ve kudretiyle) bir gaz halinde olan göğe yöneldi (ardından, kudretinin bütün bir kâinat üzerinde hâkim olduğunu temsilî olarak göstermek için) ona ve yerküreye: (“Benim kâinata koyduğum yasalara) ister isteyerek, ister istemeyerek boyun eğin” buyurdu. (Her) İkisi de (fıtratlarında var olan yaratılış gayelerini seslendirip) “İsteyerek boyun eğdik” dediler.”

Bu âyette “boyun eğdik” manası verdiğimiz kelimenin aslı itaat kelimesi.

Bu âyeti şöyle anlayabiliriz: Allah (cc) sembolik bir dille göğe ve yere şöyle diyor: “Ben dünyada adı insan; unvanı halife olan bir varlık yaratacağım ve size de ona hizmet göreve vereceğim. Bu emrime itaat edin.”

İkinci sahne her şeyin boyun eğmesi (sahhara):

Bu sahneyi, Kur’an’da sahhara kelimesinin kullanıldığı bütün âyetlerde görüyoruz. Bu kelimeye Hz. Davud’un kıssasında geniş olarak işaret ettik.298

Oraya ve bu konuda ilgili âyetlere baktığımızda şunu görüyoruz, Allah (cc) yarattığı her şeye insana hizmet noktasında boyun eğme ve itaat etme görevi veriyor.

Üçüncü sahne her şeyin tesbih etmesi:

Bu sahneye de Hz. Davud kıssasında “Tesbih: Varlığın Dilini Bilmek” başlığı altında işaret ettik. Her varlık varlık gayesine uygun hareket etmekle, kendisine verilen tesbih görevini yapıyor.

Dördüncü sahne her şeyin secde etmesi:

Bu sahneyi Rad ve Hac299sûresinde görüyoruz. Kur’an bu âyetlerde “Göklerde ve yerde olan (güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar gibi) her şey Allah’a secde eder” diyor.

Bu Dört Sahnenin Ortak Mesajı: “Ey insan! Kur’an’ın farklı ifadelerle anlattığı bu sahnelerin tek kelimelik özeti, insana hizmet anlamında “secde”dir. Bu secdenin arkasında atomdan güneşe kadar yaratılan her şeye müdebbir ve müekkil sıfatları ile nezaret eden melekler vardır.300 Âdem insanın türünün ilk örneğidir. Ona yapılan secde dünyanın dönmesiyle, güneşin doğmasıyla her an, her gün devam eden bir secdedir.

(11) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Âdem’e yapılan secdenin sen dahil bütün insanlara mesajı şudur: Ey insan! Yaratılan her şeyin sana secde etmesi Allah’ın sana verdiği değerin göstergesidir. Göstergeye bakıp mesajı aldığında yapman gereken Allah’ın emirlerine değer vermendir. Bu değerin göstergesi itaat etmek; isyan sayılacak her türlü eylem ve söylemden takva bilinciyle sakınmaktır.

(12) EY İNSAN! SENİ İTAAT ETMEKTEN ALI KOYAN NEDİR?

11. âyetteki secdeyi itaat ederek tarafını seçmek olarak tanımladığımızda, iblis itaat etmeyerek tarafını göstermiş oldu.

Bu kıssaya itaat üzerinden baktığımızda, bu dünyadaki bütün insanlar Allah’ın emirleri karşısında sergiledikleri duruşla her an, her saat taraflarını seçerler. Bu seçiminin sonucunda dünyadaki bütün insanlar itaat edenler ve isyan edenler şeklinde ikiye ayrılır. Bu durumda iki tarafa sorulacak ortak soru şudur: Sizin bu işi yapma gerekçeniz nedir?

Kur’an ölçülerinde Allah’ın emirlerine itaat etmemek nefsimizin ikizi olan İblise/şeytana tabi olmak olduğu için, Kur’an 12. âyet üzerinden iblise sorduğu soruyu bütün zamanlarda ona tabi olan insanlara da sormuş oluyor.

Bu açıklamalardan sonra soruyu bir kere daha soralım,

Ey İnsan! Allah Sana İtaati Emretmişken, O’nun Emirlerine İsyan Etmenin Gerekçesi Nedir?

Bu dünyada bu sorunun iki muhatabı var.

Biz Tefsir Usulümüzde birinci gruptaki insanların gerekçelerine (10) İnkar/Küfür Yasası altında değindik.

Bu grubu oraya havale ederek, asıl gelmemiz gereken yere yani kendimize geliyoruz. Kendimize geldiğimizde nefsimize şu soruyu soruyoruz: “Kendimi Müslüman olarak tanımlayan bir insan olarak Ben Allah’ın emirlerine neden itaat etmiyorum?”

Mesela,

Kısaca Allah (cc), adı günah ve haram olan her şeyi yapma dediği halde, benim, senin ve “ben iman ettim” diyen bütün Müslümanların Allah’ın emrine itaat etmeyip, bunları yapma gerekçesi nedir?

İşte, Âdem-İblis kıssasının Kur’an’da anlatılmasının en önemli sebeplerinden biri: Bu kıssayı yaşadığımız asra taşımamız ve bu ve benzeri sorular üzerinden bir nefis muhasebesi yapmamızdır.

(12) İBLİS NEDEN SECDE ETMEDİ? HAKLI BİR GEREKÇE YOK.

İblisin 12. âyette kendisine sorulan “Neden secde etmedin?” sorusuna verdiği cevap şu: “Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni (tabiatı itibariyle daha asil olan) ateşten yarattın, onu (ise değersiz bir) çamurdan yarattın.”

Bu cevap Sad sûresinin 76. âyetinde de geçti. Biz bu cevap üzerinde orada geniş ve önemli açıklamalar yaptık. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

Burada oradan farklı olarak aşağıdaki soru üzerinden bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz.

İblisin Haklı Bir Gerekçesi Olabilir mi?

Bu soruya şu soruları da ilave edelim,

Bu konuda bir insanın haklı bir gerekçe araması, dolaylı olarak Allah’a (haşa) “Sen yanıldın, şu anda haksız bir istekte bulunuyorsun.” anlamına gelir.

Âyetlerin devamında iblisin bu noktaya geldiğini görüyoruz.

12-18 arası âyetlerde İblis dolaylı olarak Allah’a şunu diyor: “Sen daha kimin hayırlı olduğunu, kimin üstün olduğunu bilmiyorsun. Ben bu konuda senin yanıldığını göstermek istiyorum. Bunu göstermem için bana süre ver. Süre verdiğinde benden üstün tuttuğun insanların ne kadar nankör olduğunu sana göstereceğim.”

Bu açıklamalar şunu gösteriyor: İblis haklı gerekçe aramakla yanlış bir yola giriyor. O yolda mesafe aldıkça, bataklığa doğru giden bir insan misali, battıkça batıyor.

İblisin sözlerine ayrıca değineceğimiz için burada duruyor ve şu tespiti yapıyoruz.

Allah’ın emirleri karşısında, yeryüzünde hiçbir insanın “Allah’ın emrini yapmıyorum, çünkü…” diyerek başlayıp haklı bir gerekçe bulması mümkün değildir.

Neden bu kadar kesin konuşuyoruz?

Bunun cevabını Tefsir Usulümüzde Aklın İşleyiş Yasasında verdik.

Özetlersek, aklı yaratan Allah’ın o aklın sahibine makul ve mantıklı bir açıklaması olmayan bir emir verme ihtimali sıfırdır.

Bu ihtimal sıfır olunca, Allah’ın emrini yerine getirmemek için haklı bir gerekçe bulma ihtimali de sıfırdır.

Özetlersek, Kur’an bu ihtimalin sıfır olduğunu, ikizimiz olan şeytan üzerinden gösteriyor ve dolaylı olarak şu uyarıyı yapıyor: Haklı bir gerekçe arama yoluna gitmeyin, o yol bataklıkta yürümeye benzer…

(13) SADECE İBLİSİN DEĞİL, HİÇBİR İNSANIN BÜYÜKLÜK TASLAMA HAKKI YOKTUR

12. âyette İblisin emre itaatsizliği, ona ait olan “Ben ondan daha üstünüm” ifadesiyle anlatıldı. 13. âyette de bu söze atıfla “Büyüklük taslamak senin haddin olmadığı gibi buna hakkın da yok.” deniliyor.

Sadece iblisin değil, hiçbir insanın hem Allah’a hem de diğer insanlara karşı büyüklük taslama hakkı yoktur.

Neden? Çünkü, “Ben büyüğüm” demek için, insanın kendine ait bir şeyi olması gerekir.

Tefsir Usulümüzde bahsettiğimiz (4) Mülkiyet Yasasını hatırlarsak, bu dünyada insanın sahibi göründüğü her şeyin ortak adı emanettir. Neden? Eğer Allah’ın verdiği akıl ve beden nimetine ilk sermaye dersek, insanın kazandığı her şey bu sermaye ile kazanılmış olacağı için, ilk sermaye olmadığında ikinci de olamayacağı için, insan sahibi göründüğü hiçbir şeye “benim” diyemez. “Bende emanet” demesi gerekir.

Buna bilinç ve yüksek farkındalık dersek, 13. âyet iblisin şahsında büyüklük taslayan bütün insanlara şunu diyor: Allah sizi yaratmasaydı, şimdi yoktunuz. Yokluktan varlığa gelmeniz O’nun lütfudur. Onun verdiği nimetlerle sizi başkasından üstün yapan özelliklere kavuşmanız da O’nun lütfudur. Bu durumda size yakışan tevazudur. Size yakışan, size verilen nimetleri veriliş amacına uygun kullanarak şükretmektir.

(13) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Şeytandan sana vesvese geldiğinde, nefsine de ki: Emanet olan nimetlerle büyüklük taslayamazsın. İlla büyüklük taslamak istiyorsan, Allah’ın sana verdiklerini, O’nun verdikleri ile elde ettiklerini, bir kenara bırak. Senin olanla istediğini yap…

(13) İBLİS NEREDEN İNDİ, NEREDEN ÇIKTI?

Bu âyet için yapacağım açıklamalarımıza temel teşkil edeceği için bu sûrenin başında “Âdem-İblis Kıssasının Önsözü” başlığı altında yazdıklarımıza bir kere daha atıfta bulunacağız.

Kur’an, gayb âleminde olan bir olayı, bize vereceği mesajların bizim tarafımızdan anlaşılabilmesi için, bizim idrak seviyemizi dikkate alarak, semboller üzerinden anlatıyor.

Bu gerçeği dikkate aldığımızda, melekler, cinler ve insanlar âleminin birbirinden ayrı olduğunu, cinlerin yaşadığı ortamın bizim imtihan dünyamızın ikizi olduğunu anlıyoruz.

Bunu anladığımızda şunu diyoruz: İblis cinler âleminde, imtihan dekoru içinde yaşayan bir varlık. Âdem-İblis kıssası gerçekleşmeden önce, cinler içinde mümin ve Müslüman sıfatını üzerinde taşıyan bir bireydi.

Bunu dikkate aldığımızda inme ve çıkma ifadelerini şöyle anlıyoruz:

Cin veya insan fark etmez, ben iman ettim dediğinde, mümin ve Müslüman sıfatlarını alır. Bu sıfatları birer rütbe gibi düşündüğümüzde, bu rütbeyi üzerinde taşıyanların, bu rütbeyi taşımanın gereğini yerine getirmeleri gerekir. Getiremediklerinde, onlardan o rütbe alınır. Bunun adı tenzil-i rütbedir; yani hakkını veremediği makamdan aşağı inmedir.301

İnmeyi böyle anlarsak, çıkma; bu inmenin sonucu olarak iman edenlerin arasından çıkmak şeklinde anlaşılabilir. Allahü a’lem.

ARA BİLGİ: Bu başlık altında yaptığımız açıklamalar “Aşağılanmış ve kovulmuş olarak çık oradan” ifadesinin geçtiği 18. âyet için de geçerli

(13) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Sana ve senin gibi mümin sıfatını üzerinde taşıyan bütün Müslümanlara denilen gâyet açık ve net: Şeytana uyar ve taşıdığınız sıfatların hakkını vermezseniz, benzer bir sonucu siz de yaşayabilirsiniz.

(14, 15) SADECE İBLİSE DEĞİL, HER İNSANA İZİN VERİLİYOR

Bu konuda “Allah kullarını sever, onların iyiliğini ister.” dediğimizde genelde arkadan şu ve benzeri sorular geliyor: “O zaman şeytanı neden yarattı? Neden onun kötülük yapmasına izin verdi?”

Önce şunu ifade edelim, “Allah hiçbir şeyi kötülük yapsın” diye yaratmaz. Bu bir yasadır.

Biz insanların ve cinlerin yaşadığı dünya imtihan dünyası olduğu için, bu dekorun gereği olarak, Allah (cc) kötü olmayı, kötülük yapmayı tercih edenlere müdahale etmez.302 Aynen okulda imtihan olan öğrenciye, yanlış şıkları işaretlerken öğretmenin müdahale etmediği gibi. Ettiğini varsayalım; o zaman okulun, eğitimin, sınıf geçmenin ve kalmanın hiçbir anlamı kalmaz.

Bu konuya aşağıdaki ara başlıklarla devam edelim,

Kendisine İzin Verilen İblisin Yapabilecekleri Sadece Vesvese ile Sınırlıdır

Tefsir Usulümüzde (30) Cin Yasasında geniş olarak açıkladık, bir cin olan iblisin insanlara yönelik zarar verme girişimlerinde kullanabileceği bir tek silah var; o da vesvesedir.

Vesvesenin insan üzerindeki etkisi sadece teşvikle sınırlıdır. Kur’an’da bu sınır, “Şeytanın insanı tercihe zorlama gücü yoktur.”303 şeklinde anlatılır.

Şeytanın insan üzerindeki etkisini televizyondaki reklamların etkisine benzetebiliriz. Malum reklamlarda amaç, insanları o ürünü almaya teşvik etmektir. Amaç bu olduğu için hiçbir reklamda ürünün eksi (-) tarafı söylenmez sürekli artıları (+) nazara verilir. Hiçbir reklam kişiyi ürünü almaya mecbur etmez.

Şeytanın vesveselerini bu örnekten yola çıkarak anlamaya çalışabiliriz.

(16) İBLİSİN ALLAH’A İFTİRASI VE KADERCİLİK

İblis 16. âyette yoldan çıkmasından Allah’ı sorumlu tutuyor. Bu öyle ağır bir iftira ki, dolaylı olarak “Ben bugün sana göre kötüysem, bunun sorumlusu sensin” diyor.

İrade sahibi bir varlığın, kendi hür iradesiyle yaptığı yanlış tercihlerin sonucunu Allah’a fatura etmesinin örneğini sadece ibliste görmüyoruz. Onun aldattığı ve kandırdığı insanlarda da görüyoruz.

Bu konuda şu âyete bakalım: “Müşriklerdiyecekler ki: (“Eğer) Allah dileseydi ne biz ortak koşardık ne de atalarımız…”304

Günümüzde de bazı insanlardan benzer sözler duyuyoruz. Bunların tamamı bilerek veya bilmeyerek Allah’a iftiradır.

Allah (cc) insanın özgür iradesine bakan tarafta, bütün takdirlerini onun tercihine göre yapar. Buna “tercihe göre takdir yasası” diyoruz.

Özetlersek, iblis sapmayı tercih edince, Allah (cc) o tercihin sonuçlarını takdir etmiştir. O gün geçerli olan yasa bugün de her insan için geçerlidir.

(10-18) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Yukarıda Âdem-İblis kıssası için ana konu, tali konu ayrımı yaptık. Ana konular “Kur’an’ın öncelikli olarak bakmanı istiyorum” dediği konulardır, tali konular da “istersen bakabilirsin” dediği konulardır.

İstersen onlara da bakabilirsin. Ama onlara bakmanın bir usulü var. O usulü “Âdem-İblis Kıssası İçin Önsöz” başlığı altında anlattık. Oraya bakmanı tavsiye ediyoruz.

19-25 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

TEFSİR USULÜNE DAİR ÖNEMLİ BİR NOT: İHTİLAFI RAHMETE DÖNÜŞTÜRMEK

İhtilaf hayatın bir gerçeği. Bu nedenle Tefsir Usulümüzde (22) İhtilaf Yasası başlığı altında bu konuya geniş yer verdik ve dedi ki: İhtilafları sorun olarak görüp daha büyük sorunlara dönüştürmek de onları yorum olarak görüp, onlardan alternatif çözümler üretmek de insanın kendi elinde. Bunun için de usul/yöntem bilmek gerekir.

Geçmişten bugüne, İslam âlimlerinin ihtilaf ettikleri konulara baktığımızda şunu görüyoruz.

Bu hayatın bir gerçeğidir. Hayata baktığımızda,

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.

Özetlersek, hayatın her alanında ihtilaflar olduğu gibi tefsir ilminde de ihtilafalar vardır.

Aşağıda bu ihtilafların en fazla öne çıktığı âyetlerden örnekler vereceğiz.

İlk örneğe aşağıdaki başlık altında değinelim,

(19) İNSANIN ÜÇ CENNETİ

Kur’an Âdem-İblis kıssasını anlatırken, bizim için gaybi bir konu olan bu konuyu semboller üzerinden sembolik bir dille anlatıyor. Bu anlatımdan, bu konuda farklı anlamalara kapı açıldığını görüyoruz. Bu kapıdan baktığımızda, üç cennet görüyoruz.

Birinci Cennet: Meal seviyesinde yüzeysel bir Kur’an okuması yaptığımızda Âdem-İblis kıssasının, öldükten sonra bize vaad edilen ebedi cennette geçtiği anlaşılıyor. Biz Açıklamalı mealimizde, bazı parantez arası açıklamalarda bu anlamı öne çıkardık.

İkinci Cennet: Cennet kelimesi içinde sık ağaçların olduğu bahçe anlamına geliyor ve Kur’an bu kelimeyi dünyadaki bahçeler için de kullanıyor.306 Meal okuma seviyesinden, tefsir okuma seviyesine çıkıp dikkatli bir okuma yaptığımızda, Âdem-İblis kıssasının dünyada bir bahçede geçtiği ihtimali de öne çıkıyor.

Biz Tefsir Usulümüzde (23) Yaratma Yasasında “İlk insan nerede yaratıldı?” başlığı altında bu ihtimali gerekçeleri ile anlattık.

Üçüncü Cennet: Bu cennet yukarıdaki iki cenneti kabul etmenin yanında sembolik olarak öne çıkan bir cennet.

Bu cennet, insanın bebeklik ve çocukluk dönemindeki saflığına ve temizliğine işaret ediyor. Her insan doğduğunda bu cennete doğuyor ve yine her insan ilk günahına bu cennetteyken giriyor. Bu cennet insana şu mesajı veriyor: “Eğer girdiğin günahların tevbesini yaparsan hayat boyu cennette yaşar ve öldükten sonra da bu cennete girebilirsin, yapmazsan giremezsin.”

KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Eğer Allah dileseydi, bu âyetleri muhkem yapar ve herkesi aynı şeyi anlayacağı bir dil kullanabilirdi. Ama birçok müteşabih âyette gördüğümüz gibi burada da farklı anlamlara kapı açan bir dil kullanılıyor. Sen dilersen bunlardan birini seçebilirsin, dilersen birini öne çıkararak diğerlerini anlamak da mümkün diyebilirsin.

(19) SENARYODA 5. SAHNEDEN 6. SAHNEYE GEÇİŞ: SOYUTUN SOMUT ÖRNEK ÜZERİNDEN ANLATILMASI

Yukarıda (10-18 âyetlerin tefsirine başlarken) Âdem-İblis kıssasının akışı ile ilgili bir kronoloji vermiştik. O kronolojiyi bir film gibi düşünürsek, bu filmde meleklerin Âdeme secde etmesi, İblisin etmemesi 5. sahneye denk geliyor.

Bu sahnede Allah (cc) bize, bizim ebedi düşmanımız olacak şeytanı tanıtıyor. Bu sahne soyut kalıyor. Bu sahnenin arkasından gelen 6. sahne bu soyut sahneyi somut örnek üzerinden anlatıyor ve şu soruların cevabını veriyor:

Evet, 6. sahnede Âdem ve Havva’nın yasak ağaç ile sınanmasını anlatan âyetler, soyut olan düşmanımızı bize somut; uygulamalı bir örnek üzerinden anlatıyor.307

  1. Sahne İlk Bölüm: Şeytan İnsanı Kandırmak İçin En Fazla Hangi Yolu Kullanır?

17. âyette şeytan insanı doğru yoldan saptırmak için önden-arkadan, sağdan-soldan geleceğine söylemişti. Biz bu ifadelerin ne anlama geldiğine mealimizde parantez içi açıklamalarla işaret etmiştik.

20. ve 21. âyetlerde başlıktaki sorumuzun cevabını buluyoruz.

21. âyette şeytanın “İnanın ben size öğüt verenlerdenim” demesinden ve bir de üzerine yemin etmesinden onun insana en çok sağdan geldiğini anlıyoruz.

Şimdi aşağıdaki başlık altında bu geliş yolunu nasıl kullandığına bakalım.

Makul ve Mantıklı Açıklamaların Olmadığı Konular, Şeytanın En Çok Kullandığı Yollardan Biri Olabilir mi?

Bu sorunun cevabını 20. âyette buluyoruz: 19. âyette “Şu ağaca yaklaşmayın” dendi ama neden ve niçin yaklaşmayacakları Allah tarafından söylenmedi.

İşte burası çok önemli. Yasak olan ama gerekçesi söylenmeyen bu tür emirler için en çok duyduğumuz ifadeler şunlardır;

Biz bu konuda Tefsir Usulümüzde (32) Tevbe-Af Yasasında “Günahta, Sevapta, Haramda, Helalde Mantık Aranır mı?” ve “Mantığı Anlaşılmayan Yasakların Mantığı Nedir?” başlıkları altında gerekli açıklamaları yaptık. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

Bu konu için şu tespiti yapabiliriz: Bu konu dünyada bütün zamanlarda insanların en fazla günaha girdiği alandır.

O yüzden birine “din anlatan” ve anlatırken “şu yasak bu yasak” diyen insanların o yasağın gerekçesini anlatmaları çok büyük bir önem arz ediyor.

Bu tespiti yaptığımızda şöyle diyenlerin olacağını biliyoruz: “İslamiyet teslimiyet dinidir. Her yasağın bir açıklaması olması gerekmez.”

Biz hem Tefsir Usulümüzde hem de bu tefsir çalışmamızda bunun böyle olmadığını göstermek için şöyle dedik: “İslâm dini Allah’ın dinidir. Bu dinde, mâkul bir cevabı olmayan hiçbir soru ve mâkul bir izahı olmayan hiçbir konu yoktur.”

Tefsir Usulümüzde (1) İnsan, (2) Aklın İşleyiş, (20) Evrensellik, (21) İlim/Bilim Yasalarına bakıldığında bu ifadelerimizin gerekçelerine dair çok sayıda örneği görmek mümkün olacaktır.

KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Şeytan tarafından kandırılan insan evine hırsız giren insana benzer. Hırsızın birinci seferde girmesi anlaşılabilir ama şeytan defalarca o eve giriyorsa, bu durum, önlem alınmadığına işarettir. Manevî evine bak. Şeytanın en fazla girdiği yerleri tespit et. Bu tespit sana zaaflarını gösterecek. Bu tespiti yaptığında kendinle yüzleşeceksin.

Sonra gereken önlemleri al. Evet, şeytanın girişini sıfırlamak mümkün olmayabilir ama verdiği zararı en aza indirmek her zaman mümkündür.

(19) YASAK AĞAÇ NEYİN SEMBOLÜDÜR?

Biz hem Açıklamalı mealimizde ilgili âyetlerde hem de Tefsir Usulümüzde (12) Kıssa (Hikaye) Yasasında yasak ağacı özetle iki şekilde değerlendirdik;

Kur’an bu zaafları manevî elbise metaforu (mecaz) üzerinden anlatıyor. 26. Âyette öne çıkan takva elbisesi bu zaafları örten elbise olarak tanıtılırken, ağaca yaklaşmak, bu elbiseden arınma; maddi çıplaklığı da içine alacak şekilde manevî soyunma olarak anlatılıyor.

Bu konuyu burada şu soruyla açalım; insanın zaafları içinde en fazla öne çıkan hangileridir?

Bu konuda zaaflar her insana göre değişiklik gösterse bile, 20. âyete baktığımızda bazı zaaflarımızın öne çıktığını görüyoruz.

(20-22) ÂYETTE ÖNE ÇIKAN ZAAFLARIMIZ

Bu âyet de Kur’an’ın “Ben bir şey anlatıyorum ama anlattığım şeylerden birden fazla şey anlamanızı istiyorum.” dediği âyetlerden biri.

Bu âyete iki bölüm halinde bakalım ve önce birinci bölümü okuyalım.

Birinci Bölüm: “Şeytan birbirine kapalı ayıp yerlerini meydana çıkarmak amacı ile onlara vesvese verdi…”

Bu bölümü okuduğumuzda, gelecek vesvesede fiziki soyunma ile alakalı bir zaafımızın öne çıkacağını tahmin ediyoruz.

20. âyeti 22. âyetle birlikte okuduğumda “Ağaçtan tattıklarında kendilerine mahrem yerleri göründü. (Hemen utandılar ve) Derhal üzerlerini cennet yapraklarıyla örtmeye başladılar” 22. âyette geçen bu ifade tahminimizi güçlendiriyor.

Bu şekilde okumanın sonunda “İnsanın en büyük zaaflarından biri fiziki özellik ve güzelliklerini göstermek için soyunma anlamında cinsel çekiciliktir.” tespitini yapacakken âyet 20. âyetin ikinci bölümü “Durun acele etmeyin, onun yanında başka şeyler de var.” diyor.

İkinci bölümde onları görüyoruz.

İkinci Bölüm: 20. âyetin birinci bölümünden sonra ikinci bölümde şu cümle geliyor: “Rabbiniz size bu ağacı sırf (güçlü, kuvvetli birer) melek olursunuz veya ebedî (ölümsüz) kalanlardanolursunuz diye yasakladı.”

20. âyetin ikinci bölümü bu haliyle bize diyor ki, âyetin birinci bölümünü bir kere daha okuyun ve orada “sevâte” kelimesine daha geniş anlamda bakın diyor.

Bizim 20. âyette “ayıp yerler” anlamını verdiğimiz “sevâte” kelimesine geniş anlamı ile baktığımızda,308 bu kelime insan nefsinde takva elbisesi ile anlatılan hayır/iyilik gibi bütün olumlu duyguların karşısında yer alan; fücur/şer/kötülük gibi insanın günaha meyletmesine sebep olan bütün özellikleri içine alıyor.

20. âyeti böyle anladığımızda ve âyeti Kur’an’daki ilgili âyetlerle birlikte okuduğumuzda, âyet hem bütün zaaflarımıza hem de o zaaf içinde en fazla öne çıkan üç zaafımıza dikkat çekiyor.

Onlara aşağıda değinelim:

  1. Zaaf Cinsellik:

İslam ahlakına sahip olan Müslümanlar arasında cinsellik sınırları ve yasakları olan bir olgu olarak kabul edilir ve ulu orta her yerde konuşulmaz. Konuşulmaması onun değersiz ve önemsiz olduğu göstermez. Konuşulmaması bu konuda ahlaki duyarlılığı gösterir.

Bu girişten sonra cinsellikle alakalı şu genel tespitleri yapabiliriz.

Her nimet gibi amacı istikametinde kullanılırsa, cinsellik de bir nimettir. Öyle bir nimettir ki, aile içinde eşler arasında sevgi ve bağlanma duygusunun güçlenmesinde çok önemli bir yeri vardır.

Cinselliğin aile içinde helal dairede var olan bu önemi yanında, bir de zaaf olan ve insanı harama meylettiren tarafı da var.

O tarafın etkileri insanın yaşadığı her çağda görüldüğü gibi içinde yaşadığımız asırda daha fazla görünür hale geldi; filmlere, dizilere, sosyal medya platformlarına moda ve kozmetik sektörüne baktığımızda, bu görünürlüğün ne kadar ileri seviyede olduğu anlaşılacaktır.

Özetlersek, Kur’an 20. âyetle bu zaafımıza dolaylı olarak dikkat çekiyor ve şeytanın bizim manevî evimize girmek için kullandığı yollardan birini bize yasak ağaç örneği üzerinden anlatıyor.

  1. Zaaf Melek Olma Arzusu:

İnsan melek olamayacağını bilir. O yüzden bu âyeti, bu âyette geçen “melek” kelimesini açıklayan Taha 120. âyetle birlikte okumak gerekir. O âyetle birlikte okuduğumuzda, melek kelimesinin anlam sahasında bulunan güç, hakimiyet ve saltanat gibi anlamların öne çıktığını görüyoruz.

Bu anlamı dikkate aldığımızda insanın en büyük zaaflarında biri de sonu gelmez bir gücün ve servetin sahibi olma isteği oluyor.

Bu zaafın insan hayatı üzerindeki etkilerini günümüzde yaşanan çok sayıda örnek üzerinden görmek mümkün.

  1. Zaaf Ebedi Yaşama Arzusu:

İnsan fani olma özelliği olan ama bu özelliğini unutma özelliğine de sahip olan bir varlık. Bunun nedeni insanın iki boyutlu bir varlık olmasından kaynaklanıyor. İnsan sınırlının içinde, sınırsızın olduğu bir varlıktır. İnsanın bedeni sınırlıdır/ölümlüdür. Ruhu ölümsüzdür. O yüzden insanın bedenini temsil imkanları sınırlı, ruhunu temsil eden istekleri sınırsızdır.

İnsandaki bu iki özellikten biri olan ruh insana şunu der: Sen buralı değilsin. Burada hiçbir şey sana gaye olmamalı. Buradaki her şey senin için sana ahireti; ebedi hayatı kazandıracak vasıtadır.

Bu sese kulak verenler,

Bu sese kulak vermeyenler, ruhun ebedi yaşama isteğini dünyada ararlar. Teknolojinin gelişmesi bu arayıştaki ümidi artırsa bile, her gün her yaşta insana değişik vesilelerle gelen ölüm, dünyanın ve içindekilerin fani olduğu, baki olamayacağı gerçeğini sürekli hatırlatır.

(20-22) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Bu üç zaafın insandaki birçok zaafı tetikleme gibi bir özelliği var. O yüzden Kur’an bunları öne çıkarıyor.

“Peki bu zaaflar sana bana ne diyor?” dedikleri şu: “Ey insan! Bize mahkum olmak da bize hakim olmakta senin elinde. Takva elbisesini giyip, şeytanın vesveselerine uymazsan, iradeni Allah’ın razı olduğu istikamette kullanırsan bize hakim olur, bizi hayra yönlendirebilsin.

(23) AĞACA YAKLAŞAN ZALİM OLUR, PEKİ “PEYGAMBER ZALİM OLUR MU?”

Âyette “kendimize yazık ettik” şeklinde meal verdiğimiz ifade âyette “zalemnâenfusenâ” (nefsimize zulmettik) şeklinde geçiyor.

Bu ifadeyi Kur’an’ın zalim ve zulüm kelimelerine nasıl kullandığına dikkat çekmek için öne çıkarıyoruz.309

Bu konuda dipnotta işaret ettiğimiz bilgiler okunduğunda başlıktaki sorunun cevabı şu olacak. Bir insan başkasına karşı zulmeden bir zalim olabileceği gibi, kendi nefsine karşı da zulmeden bir zalim olabilir.

26-30 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(26) TAKVA VE TAKVA ELBİSESİ NEDİR?

Takva kelimesi türevleriyle birlikte Kur’an’da 258 defa geçen bir kelime. Bu kelime hakkında Açıklamalı Mealimizde (Sayfa 54) temel bilgi seviyesinde açıklamalar yaptık.

O açıklamaların özetinde şunu demiştik: “Takva, Allah’ı tanımanın ve sevmenin sonucunda, O’nun rızasını ve sevgisini kaybetme korkusu ile razı olmadığı her şeyden sakınma, uzak durma ve korunma bilincidir.”

Burada o anlamı biraz daha genişletelim.

Takva kavramını düşünürken, Şems sûresinin 8. âyetini mutlaka dikkate alarak bakmak gerekiyor. Baktığımızda şunu görüyoruz: Allah (cc) Nefsi yaratıyor ve nefse içinde bulunduğu imtihan dünyasının dekoruna uygun olarak adına fücur ve takva dediğimiz iki özellik veriyor.

Bu özelliklerden biri olan

Hatırlama ve özetleme mahiyetindeki bu kısa girişten sonra aşağıdaki başlıkla devam edelim,

(26) KUR’AN İKİ ELBİSE VE İKİ ANLAMDA ISRAR EDİYOR

20. âyet ve sonrasındaki akışa baktığımızda Kur’an bize şunu diyor: Ben “sevâte” kelimesini iki anlamda kullanıyorum.

Birinci Anlam: İnsan bedeninde mahrem olan edep yerlerinin örtülmesi,

İkinci Anlam: Mecazi olarak insanda ne kadar, onu fücura meylettirecek özellikler varsa onların önünü alma anlamında,

Kur’an bu iki anlamı öne çıkardıktan sonra, 26. âyette önümüze iki elbise koyuyor.

Kur’an bu iki elbiseyi önümüze koyduktan sonra bize şunu diyor: Takva elbisesi sizin için daha hayırlıdır.

Bu konuyu şu soruyla açalım,

26. ÂYETTE ELBİSE İÇİN NEDEN ENZELNÂ/İNDİRDİK İFADESİ KULLANILIYOR?

Kur’an inme, indirme anlamına gelen enzele kelimesini hakiki ve mecazi anlamıyla kullanıyor.

Kur’an her ne kadar, avamın anlayışını dikkate alarak kitap ile gökten inme arasında bağlantı kuran mecazi bir dil kullansa bile,310 Allah (cc) mekandan münezzeh olduğu için işin hakikatinde fiziki olarak yukarıdan aşağıya inme yoktur. İşin hakikatinde olan manevî bir iniştir.311

İnzal ile ilgili bu tespiti yaptıktan sonra başlıktaki sorunun cevabına geçelim.

Evet, elbise gökten inmemiştir ama özelde giyinmenin ölçüsünü belirleyen âyetler, genelde Allah’ın verdiği tüm nimetlerin kullanılması ile ilgili bütün ölçüler mecazi anlamda gökten inen vahiyle/Kur’an ile inmiştir.

Kur’an 26. âyeti bu şekilde anlamamız için bizim “bahşettik” anlamı verdiğimiz “enzalna/indirdik” kelimesini öne çıkararak şu mesajı veriyor:

Bu ölçüler yeme, içme, giyinme dahil hayatın içinde ne varsa onları kuşatır, hayatın her alanında Allah’ın razı olduğu tercihlerde rehberlik yapar.

TAKVA ELBİSESİ HAYATIN İÇİNDE NE VARSA ONU KUŞATAN BİR ELBİSEDİR

Kur’an hayatı dini ve dünyevi alan diye ikiye ayırmaz. Hayatın içinde Allah’ın verdiği nimetlerin kullanılmadığı hiçbir alan olmadığı için, Kur’an hayatın her alanı için ölçüler koyar.

İnsanın bedenine “küçük beden” hayata “büyük beden” dersek, takva elbisesi Allah’ın her iki beden üzerinde görmek istediği bir elbisedir.

Konuya böyle bakınca, takva hayatın içinde ne varsa onu kuşatan bir değer olarak karşımıza çıkar.

(26) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Bu âyet sana bana bütün insanlara şunu diyor: Allah yerden gökten size sayısız nimet verirken, her verdiği nimete “emanet” diyor; emanetlerin nasıl kullanılacağına dair ölçüler koyuyor.

Takva elbisesi bu ölçülerin sembolik adı oluyor.

Bu noktada kendine soracağın soru şu: Ben bu ölçülere uygun yaşıyor muyum? Allah’ın ölçüleri varken, onların karşısına kendi ölçülerimi koyuyor muyum?

Evet, nefse ağır gelse de soru bu.

27. ÂYETTE ÖNE ÇIKAN KONULAR

Âyette birbirini tamamlayan farklı konular var. Bu konuları alt başlıklar halinde ele alalım,

Ahiret Cennetine Girmek İstiyorsanız, Dünya Cennetinden Çıkmayacaksınız

Yukarıda 19. âyetin tefsirinde insanın üç cennetinden bahsetmiştik. Burada orada verdiğimiz bilgileri referans yapacağız.

Sembolik anlatımla ifade edersek, her insan bu dünyada adına saflık ve temizlik dediğimiz cennete doğar. Bu cennette ergenlik yaşına kadar yaklaşık 15 yıl kalır.

Bu cennetin insana mesajı şudur: “Hayatın boyunca bu cennetten çıkmadan yaşarsan, ahirette bu fani cennetin bakisi ile ödüllendirileceksin.”

Bu noktada Kur’an’da anlatılan Âdem ve Havva kıssasının en önemli mesajlarından biri şudur: Dünyada saflık ve temizlik cennetinden çıkmamak imkansız denilecek kadar zordur. Çünkü insan melek değildir. Her insan az-çok saflık ve temizlik cennetin sınırlarında olan yasak ağacın meyvesinden tadar ve kısa veya uzun süre sınır ihlalleri yapar. Burada önemli olan Âdem ve eşinin yaşadığı pişmanlığı yaşayarak tevbe etmektir.”

Bu mesajdaki sembolik dilden devam edersek; ahiretteki ebedi cennet ve cehennemin izdüşümü; fani cennet ve cehennem olarak dünyada vardır.

Âdem ve Havva kıssasındaki yasak ağaç fani cennet ile cehennem arasındaki sınırdır. Her insandan istenen içine doğduğu fani cennette yaşaması değildir. Bu gayreti göstermesidir.

Bu gayreti gösteren ve göstermeyen bütün insanlara 26. âyet şunu diyor: Şeytan saflık ve temizlik cennetinden atanız Âdem ve Havva’yı çıkardığı gibi sizi de çıkarmasın. Onun yaşadıklarından ders alın aynı hatayı yapmayın, yapmışsanız da yine onu örnek alarak hatada ısrar etmeyin tevbe edin.

Âyet, Mesajını “Sevâte” Kelimesi Üzerinden Veriyor

Bu âyette de önceki üç (20, 22, 26) âyette olduğu gibi “sevâte” kelimesi geçiyor.

Bu bilgiyi dikkate aldığımızda mesaj şu oluyor: Ey insanlar! Dünyadaki saflık ve temizlik cennetinden çıkmamak için, nefsin fücura meyleden tarafını kontrol etmeniz gerekiyor, bunun yolu da takva elbisesini giymekten o elbiseyi bir kişilik, karakter ve ahlak elbisesine dönüştürmekten geçiyor.

Şeytan İnsanları Görür mü?

27. âyet bu sorumuza “evet” cevabı veriyor ama bu görmenin sınırları hakkında bilgi vermiyor.

Bilgi verilmeyen alanlar;

Bu sorulara genel cevap verirsek, şunları diyebiliriz: Kur’an doğrudan bu görmenin sınırları hakkında bilgi vermese de dolaylı olarak veriyor. O bilgi şu: Yaratılan her varlığın sınırları vardır: başta ömrü olmak üzere görme, duyma, anlama gibi bütün özellikleri sınırlıdır.

Bu gerçeği kabul ettiğimizde bilgi verilmeyen alandaki sorulara cevap olarak şu tespitleri yapabiliriz.

(27) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Üzerinde takva elbisesi varken, şeytanın görmesinden korkma. Asıl korkman gereken şey: Bu elbiseyi çıkarıp ona dost olmak. Ona dost olmak istemiyorsan, okumaya devam.

(28) ŞEYTANA DOST OLMANIN ALAMETLERİ

Hani bir deyim var, “Körle yatan şaşı kalkar.” Şeytana dost olan da düşüncede, söylemde ve eylemde ona benzer.

28. âyet, Âdem-İblis kıssasının akışı içinde, ona benzemenin ilk örneklerini Mekkeli müşrikler üzerinden veriyor.

Şeytana benzemede öne çıkarılan noktalar şunlar:

Ona dost olan Mekke müşrikleri,

Devam ederken de dolaylı olarak şu gerekçeyi gösteriyorlar.

Böyle diyerek hatada ısrar ve hatayı Allah’a fatura etme noktasında şeytana benziyorlar.

Günümüze gelirsek soru şu: Şeytana dost olmanın alametleri nelerdir?

Cevap: Takva elbisesini üzerinden çıkarmak, onu sevindirecek şeyleri yapmak, yaparken de kendini kandırmak ve vicdanı susturmak için gerekçeler üretmek…

(28) ÂYETTE GEÇEN FAHŞA (FAHİŞE) KELİMESİNİN MESAJI

Âyette geçen fahşa kelimesi Türkçede kullandığımız fahiş fiyat ve fahişe kelimeleriyle aynı kökten geliyor. Kelimenin kök anlamında her türlü kötüde, yanlışta, çirkinlikte, günahta aşırı gitme anlamı var.

Bu âyetlerin indiği tarihi arka plana baktığımızda Kur’an’ın fahşa kelimesiyle anlattığı olay, Kâbe’nin müşrikler tarafından “Biz atalarımızdan böyle gördük.” diyerek, Kâbe’yi çıplak tavaf etmeleriydi. Bu konuya mealimizde 31. âyetin öncesinde değindik.

Kur’an, fahşa olarak ifade ettiği bu çirkin olayı öne çıkarak bütün zamanlara şunu diyor:

Özetlersek, bu âyetler takva elbisesinin önemine vurgu yapıyor.

29. ÂYETTE ÖNE ÇIKAN KONULAR

Bu âyette adalet, secde, ihlas, ibadet, dua, yaratılış ve ahiret kelimelerinin öne çıktığını görüyoruz.

Şimdi bu öne çıkan bu kelimelerin mesajlarına bakalım,

Adalet

Âyette geçen “Rabbim adaleti emretti.” cümlesini biraz açarak “Rabbim haksızlık yapmamayı, insan olmanın, Allah’a kul olmanın hakkını vermeyi emretti" şeklinde anlamak da mümkün.

Böyle anlarsak, bu âyetin bir öncesi ve bir sonrasıyla bağlantısı şöyle olur:

Bir öncesi: Yaptığınız çirkin davranışları Allah’ın emrettiğini söylemek, çok büyük bir yalandır, iftiradır ve haksızlıktır. Haddinizi bilin, kendinize gelin, Allah’a karşı haksızlık yapmayın.

Bir sonrası: Secde etmek Allah’ın emri karşısında itaat ederek tarafını seçmektir. İblis emre itaat etmeyerek tarafını seçti. Siz secde ederek tarafınızı seçin. Yaptığınız ibadetlerle Allah’ın sizin üzerinizdeki hakkını ödeme niyet ve gayretinizi ortaya koyun.312

Secde, ibadet, dua

Verdiği nimetlerin sayısız ve sınırsız olduğunu, ömrümüzün sınırlı olduğu düşündüğümüzde, Allah’ın bizim üzerimizdeki hakkı da sınırsızdır. Sınırlı bir ömürde bu hakkı ödemek imkansızdır.

Rabbimiz bunu bildiği hakkının ödenmesini değil, hakkının ödenme niyet ve gayretinin ortaya konmasını istemiştir.

İsterken de ibadetlerin insana vereceği 6 büyük faydanın ortaya çıkması, bu faydaların insanın kendini gerçekleştirmesine vesile olması için istemiştir.313

İhlas

Âyette bizim “has kılarak” anlamı verdiğimiz kelime âyetin Arapça metninde ihlas kelimesiyle aynı kökten gelen “muhlisîn” şeklinde geçiyor.

Aynı kelime bundan önceki sûre olan Sad sûresinde “ihlaslı kulların hariç diğerlerini saptıracağım”314âyeti içinde geçti.

29. âyetin içinde hem secde hem de muhlisin kelimesinin geçmesi şu mesajı veriyor: “Bu âyette verilen mesajlarının tamamını öncelikle Âdem-İblis kıssası ile birlikte değerlendirin.”

Öyle değerlendirdiğimizde “tarafınızı seçin”315 mesajı daha fazla öne çıkıyor.

Bu mesajla birlikte şu mesaj da öne çıkıyor: Tarafını seçmek yetmiyor, bulunduğun tarafta yaptığın her ibadeti saf, duru, riya ve şirkten arınmış tek niyetle yani ihlasla yapman gerekir. Çünkü, ihlas şeytandan gelecek vesveseler karşı jammer (sinyal kesici) görevi görür.

Yaratılış ve Ahiret

Âyetin son cümlesi hayatın başına ve sonuna dikkat çekere şu mesajı veriyor:

Hayatın başına bakın, yaratılışını ve yaratılış hikayenizdeki Âdem-İblis kıssası üzerinde düşünün ve tarafınızı seçin. Çünkü ahirtte sizi bekleyen son, dünyada seçtiğiniz tarafının sonucu olacak.

30. ÂYET KONUYU ÖZETLİYOR

Kur’an aşağıda gelecek 31. âyetle Âdem-İblis kıssasında yeni bir bölüm geçecek. 30. âyet o geçişten önce yukarıda anlatılanları özetliyor.

Âyette Öne Çıkan Noktalar

Birinci Nokta: Hidâyet lütuftur, dalalet hak ediştir

Âyet şöyle değil: “Bir kısmı doğru yolu hak etti, bir kısmı da sapıklığı hak etti.”

Neden çünkü hidâyet hak ediş değildir. Hidâyet insanın niyetine şahitlik eden gayretini ibadetlerle/salih amellerle ortaya koymasının sonucunda Allah’ın lütfudur.316

İkinci Nokta: Sapma Şeytanı Dost Edinmenin Sonucudur

Bu sûrenin 16. Âyetinde şeytan insanları saptıracağına dair yemin etmişti. Allah (cc) 27. âyette şeytanın ancak iman etmeyerek onu dost edinenleri saptırabileceğine işaret etti.

Bu âyette de şu mesaj veriliyor: “Şeytanı dost edinme bir sebeptir, sapma bu sebebin sonucudur. Bütün zamanlarda benzer tercihleri yapanlar benzer sonuçları yaşarlar.”

Üçüncü Nokta: Şeytanı Dost Edinmenin Alametlerinden Biri

Âyetin son cümlesinde “Kendilerinin doğru yolda olduklarını sanıyorlardı.” ifadesiyle şeytanı dost edinmenin alametlerinden birine dikkat çekiliyor.

Doğru yolda sanma iki şekilde oluyor.

Birinci şekle yukarıda 28. âyette “Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk (üstelik) Allah da bize bunu emretti.” cümlesiyle işaret edildi.

Bir şeyi Allah’ın emrettiğini düşünen insanın kendini doğru yolda zannetmesi gâyet normal.

İkinci şekle gelince bu konuya da bu sûrenin 19. Âyetinin tefsirinde “Makul ve Mantıklı Açıklamaların Olmadığı Konular, Şeytanın En Çok Kullandığı Yollardan Biri Olabilir mi?” başlığı altında açıklamaya çalıştık.

İnsanlar yaptıklarının yanlış olduğuna dair makul bir gerekçe bulamayınca, kendilerinin doğru bir iş yaptıklarını zannedebiliyorlar.

(26-30) KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Bu âyetleri okumanın anlamanın ve yaşamanın göstergesi takva elbisesini bir kişilik, karakter ve ahlak elbisesine dönüştürmektir.

Burada kendine soracağın soru şu: Bu noktada ben hangi aşamadayım?

31-35 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(31) KUR’AN’IN KİMLİK İNŞA ETMEDE KULLANDIĞI SIFATLAR: ÂDEMOĞULLARI…

İnsanlar “Sen kimsin?” sorusuna iki şekilde cevap verirler; isimleri ve sıfatları ile. İsimler Ali, Veli, Abraham, Maria olabilir. Sıfatlar doktor, avukat, öğretmen olabilir.

Daha önce ifade etmiştik,317 Kur’an şahıslardan daha çok sıfatları öne çıkaran, sıfatlar üzerinden de kimlik ve kişilik inşa eden bir kitaptır.

Bu inşada öne çıkan sıfatlar,

Bütün bu hitaplarda temel mesaj şudur: “Kim olduğunu yani kimliğini unutma.”

Bu genel ifadelerden sonra kimlik inşa eden bu sıfatların mesajlarına geçelim.

Âdemoğulları

Kur’an bu sıfatı 4’ü bu sûrede olmak üzere 6 defa kullanıyor. Onların 5’inde bu sıfatı bu kıssa bağlamında kullanıyor.

Bu kullanım üzerinden verilen mesajlara bakalım,

Birinci Mesaj: Ey insan! Yaratılışını hatırla. Seni yaratanı hatırla. Seni yaratanın meleklerin secdesi üzerinden sana verdiği değeri hatırla.

İkinci Mesaj: Ey insan! İblisi hatırla. Allah’ın emri karşısında, onun yaptığı tercihin sonuçlarını hatırla. Tercihleriyle onu dost edinenleri hatırla.

Üçüncü Mesaj: Ey insan! Yasak ağacı hatırla. Zaaflarını hatırla. O ağaç üzerinden verilen “tarafını seç” mesajını hatırla.

Dördüncü Mesaj: Ey insan! Aynı atadan gelmekle, insanlıkta bütün insanlarla kardeş olduğunu ve kardeş olmanın yüklediği sorumlulukları hatırla.

Yukarıdaki açıklamalarımız üzerinden bu mesajlar çoğaltılabilir.

Ey İnsanlar!

Bu sıfat Kur’an’da 23 âyette318 geçiyor geçiyor. İlkini bu sûrenin 158. âyetinde göreceğiz.

Bu sıfatı Âdemoğulları sıfatında anlatılanları da içine alacak şekilde çok geniş anlamlı düşünebiliriz.

Genel anlamda düşündüğümüzde, Kur’an bu sıfat üzerinden İslam’ın, Kur’an’ın ve son peygamberin mesajlarının evrensel olduğunu hatırlatarak şu mesajları öne çıkarıyor:

İlgili âyetler geldikçe bu mesajları detaylandıracağız.

Ey İman Edenler!

Bu hitap “Ya eyyuhe-llezineâmenû” şeklinde Kur’an’da 90 defa geçiyor. Bu hitabın muhatabı insanlar içinde iman edenler.

Bilinçli bir şekilde iman eden bir insanın, bu imanını ilan etmesi şu anlama gelir: “Ben Allah ile insan arasında bir sözleşme olan Kur’an’ı okudum, anladım ve iman ettim. Bu imanın bana yüklediği sorumlulukları biliyor, o sorumluluklarımı yerine getirmenin sözünü veriyorum.”

Bu anlamı dikkate aldığımızda Kur’an’da geçen, bütün “iman edin” hitapları “kim olduğunu hatırla, verdiğin sözü hatırla, neye iman ettiğini, o imanın gereği olarak neler yapman gerektiğini hatırla!” mesajıyla gelir.

Burada çok önemli bir noktaya dikkat çekeceğiz.

Kur’an’da “Ya eyyuhe-llezineâmenû” şeklinde geçen bu hitabının hemen hemen tamamı hicret sonrası Medine’de inen âyetlerde geçer.

Peki bunun mesajı nedir? Bunun mesajını ilk geçtiği yerlerden biri olan Hac sûresinin 77. Âyetinde vereceğiz.

KISA ÖZET BANA NE DİYOR?

Bu benzeri bütün sıfatların sana yüklediği sorumluluğu hatırla ve hatırlat.

31. ÂYETTE ÖNE ÇIKAN KONULAR

Allah’ın (cc) bir şeyi binlerce şeye vesile yapma özelliği var. Bu özelliği hem yaratılan hem de indirilen âyetlerde görüyoruz.

Yaratılan âyetlerde bir tohumun binler meyveye vesile olması şeklinde karşımıza çıkan bu özellik, indirilen âyetlerde, bir âyetin birçok manaya meyve olması şeklinde karşımıza çıkıyor.

Birçok âyette göreceğimiz bu özellik, 31. âyette de bütün zenginliği ile karşımıza çıkıyor. Bu zenginlik bize şunu diyor: Bu kitap insan idrakini aşan evrensel ve zaman üstü bir hitaptır.

Âyetteki zenginliğe işaret eden bu kısa girişten sonra âyette öne çıkan konulara geçelim.

Âyetin Yerele ve Evrensele Bakan Tarafı

Açıklamalı mealimizde âyetin yerele bakan tarafına işaret ettik.

Bu işaret vesilesiyle şunu bir kere daha ifade edelim, Kur’an’da her âyet yerele inmiştir. Yani 7. asırda dünyadan bir parça olan Mekke’ye inmiştir. Ama hiçbir âyet yerel değildir. Her âyetin genele yani evrensele bakan yanı vardır.

Bunları çoğaltabiliriz.

Çoğalttığımızda karşımıza şu gerçek çıkacak: Kur’an’da yerele inip, yerelle sınırlı kalan hiçbir âyet yoktur. Her âyet genele bakan yanı ile hem evrenseldir hem de zaman üstüdür.

Burada kapalı gibi görünen ifadeleri aşağıda açacağız.

Âdemoğulları

Âyetin başındaki “Yâ Benî Âdem/Ey Âdemoğulları” hitabı şu mesajı veriyor: Yereldeki ve evrenseldeki bütün insanlar Âdemoğullarıdır. O yüzden bir yerdekilere konuşurken, onların şahsında dünyanın her yerindeki Âdemoğullarına hitap ediliyor.

Mescit Neresi?

Secde edilen yer anlamına gelen mescit kelimesi secde kelimesiyle aynı kökten geliyor. Bu bilgiyi dikkate aldığımızda, Kur’an’ın secde kelimesine verdiği özel önemi de dikkate alamız gerekiyor. Bunu da dikkate aldığımızda iniş sırasında ilk sûre olan Alak sûresinin son âyetini ve Meleklerin Âdem’e secdesini hatırlayabiliriz.

Bunları hatırladığımızda

Böyle olduğunda insanın yaşadığı her yer mescit olur.

Bu ifadeleri açmaya devam edelim,

Ziynet Nedir?

Ziynet süs anlamına gelen bir kelime. Bu manasıyla bir şeyi güzelleştiren her şey o şeyin ziynetidir.

Ziynet maddi ve manevî olarak ikiye ayrılır.

Bir Müslüman için içerideki ziynet asıl olandır. Bu ziynetin başında iman vardır. İman eden kişi için sahibi göründüğü her türlü ziynetin ortak adı emanettir. O yüzden ziynet sahibi her Müslüman, ziynetlerini göstermede emanetin sahibi olan Allah’ın koyduğu ölçülere uyar.

Bu ölçülere uyan bir insan,

Kısaca kendine güzellik ve değer kazandıran maddi-manevî her ziyneti emanet bilir, emanet sahibinin koyduğu ölçülere riâyet eder.

Secde ile Birlikte Öne Çıkan Ziynet

31. âyette Âdemoğlu (insan) mescit/secde ve ziynet kelimeleri aynı cümlede geçiyor. Bu durumda ziynet için yukarıda yaptığımız genel tanımın içinden, özel bir tanımın öne çıkması gerekiyor. O tanımın adı ihsan şuurudur.

İhsan şuuru ibadetler üzerinden; özellikle de 5 vakit, içinde 80 secde olan namaz üzerinden kazanılan bir şuurdur. Namazın inanç dekorundaki var olma sebeplerinden biri de beş vakitte yaşanan Allah’ın huzurunda durma bilincini her vakte taşımaktır. Beş vakitte “Allah beni görüyor, yaptığım her şeyi biliyor” inancının her vakte taşınmasının adı ihsan şuurdur.

Allah’ın ölçülerinde bir Müslüman için bu şuur en güzel ziynettir. Bu ziynet diğer bütün ziynetlerde Allah’ın razı olduğu ölçüleri aktif hale getiren dinamik bir ziynettir.

İnanç dekorunda var olan iman, ibadet/namaz, secde, mescit gibi her şey bu şuuru/ziyneti kazandırmak için vardır.

İsraf Nedir?

İsraf, sınırı taşırma, haddi aşma ve boşa harcama gibi anlamlara geliyor. Bu anlam halk arasında genelde paranın, elektriğin ve suyun ihtiyaçtan fazla harcanması şeklinde anlaşıldığı için, eksik anlaşılıyor.

Bir Müslüman için israf hayatı kuşatan bir kavramdır. Hayatın içinde adı nimet olan ne varsa emanettir. Emanet olan her nimeti kullanmanın ölçüleri vardır. Bu ölçülerin dışına çıkmanın bu ölçüleri aşmanın adı israftır.

İsrafın zıddı dengedir. Dengenin diğer adı adalettir.

Bu tespiti yaptığımızda bu âyeti, bu sûrenin 29. âyetinde geçen “Allah adaleti emretti.” İfadesiyle birlikte okumak gerekir.

Öyle okuduğumuzda âyet şöyle anlaşılır: Yeme, içme dahil nefesten konuşmaya, yetenekten paraya kadar her nimeti kullanırken dengeli olun, ölçüyü/haddi aşmayın, israf yapmayın.

İsrafın Arkasındaki Sebep

Yukarıda ifade ettik önemine binaen bir kere daha ifade edelim. İsrafın arkasındaki en büyük sebep bizim bu tefsir çalışmasında baştan beri çokça vurgu yaptığımız emanet bilincinin olmayış. Bu bilinç olmadığında veya zayıf olduğunda, kişi “hayat benim” diyor, “benim” dediği hayatı dilediği gibi yaşamayı hakkı olarak görüyor.

Bu bilince sahip olan bir insan da sahibi göründüğü bütün nimetleri, komşudan alınan emanet gibi görüyor, emanet sahibinin koyduğu ölçülere riâyet ediyor.

Âyetin İç Bağlamındaki Uyum: Mescit, Ziynet, Yeme-İçme, İsraf

Yüzeysel bakınca, âyetin iç bağlamında uyum görünmüyor. Birbiriyle bağlantısı uzak konular yan yana gelmiş gibi zannediliyor.

Ama yukarıdaki açıklamalarla birlikte bakarsak karşımıza muhteşem bir uyum çıkıyor.

O uyumu şöyle ifade edebiliriz:

Allah’ın Sevmesi Önemli mi?

Bu soruya “önemli” demek söylemdir, önemini Allah’ sevmediği ve razı olmadığı şeylerden uzak durarak fiili olarak göstermek eylemdir.

Söylemine eylemini şahit yapanlar için Allah’ı sevmenin çok güçlü bir gerekçesi ve mantığı vardır. O mantığı şöyle açıklayabiliriz;

Bu gerekçelerle Allah’ı seven insanlar için, dünyada korkulacak en büyük şey Allah’ın sevgisini kaybetmektir.

26. âyette öne çıkan “takva elbisesi” bu sevgiyi kaybetmek istemeyenlerin bir ömür boyu çıkarmama niyeti ile giydikleri manevî elbisenin adıdır.

Pijama ile Allah’ın Huzuruna Çıkılır mı?

Bu başlık alakasız gibi dursa da genelde halk arasında şöyle diyenlere rastlanabiliyor: “Müdürün, amirin, bakanın, başbakanın karşısına en temiz elbiseyle çıkıyorsan, Allah (cc) onların tamamının üstünde bir Amir’dir (emredendir). O zaman O’nun karşısına yatak kıyafetleriyle çıkmak doğru değildir.”

Dileyen amirin karşısına çıktığı elbiseyle Allah’ın huzuruna çıkabilir ama bunu bütün Müslümanlar için bağlayıcı bir standart olarak sunamaz. Çünkü Allah’ın ölçülerinde elbise için iki standart vardır. Biri avret yerlerinin örtülmesi, diğeri örten giysilerin temiz olması.

Onun dışında bir standart yoktur. Onun dışında bir standart koymak hayatın içinde ibadet yapmayı zorlaştırabilir.

Bu konuda şunların dikkate alınmasında fayda var.

Bunları dikkate aldığımızda, hayatın evde geçen kısmına ev dışındaki prosedürü ve protokolü uygulamak, dinin kolaylaştırma ilkesiyle uyumlu olmaz.

O yüzden pijama dediğimiz tişört eşofman gibi giysiler, ev ortamının normalidir. Bu giysiler temiz olduktan sonra, onlarla ibadet yapmanın önünde bir engel yoktur.

(32) ÂYETTE GEÇEN İSTİFHAM-I İNKARİ ÜZERİNDEN VERİLEN MESAJ

İstifham Arapça anlamak manasına gelen fhm kökünden, inkar ise kabul etmeme reddetme ve hoş görmeme anlamına gelen nkr kökünden geliyor.

Bu ifade, istenmeyen, hoş görülmeyen, onay verilmeyen bir şey hakkında düşündüren, öyle olmasının doğru olmadığını anlatmak için kullanılan bir yöntem oluyor. Bu yöntemde, soru, öğrenmek için değil, öğrenilmesi önemli olan bir noktaya dikkat çekmek için soruluyor.

32. âyette gördüğümüz bu yöntem, Kur’an’da sıkça kullanılan bir yöntem.319

Peki, burada hoş görülmeyen, reddedilen ve üzerinde düşünülmesi istenilen şeyin ne olduğuna aşağıdaki başlıkla devam edelim.

HARAM KILMA YETKİSİ SADECE ALLAH’A AİTTİR

Bu ve benzeri âyetler insanlarda tevhid inancını inşa sürecinin devamı olarak geliyor ve bir şeye haram veya helal deme yetkisinin kime ait olduğunu gösteriyor.

Mealimizde bu sûrenin 31. âyetinin açıklamalarında müşriklerin Kâbe’yi tavaf ederken yaptıkları yanlış uygulamalara dikkat çekmiştik. Kâbe’yi çıplak tavaf ediyor ve o esnada yemek yemiyor, su içmiyorlardı. Bunun gerekçesini de 28. âyette geçtiği şekliyle “Allah haram kıldı” diyerek açıklıyorlardı.

32. âyet bu ve benzeri yanlış uygulamalara dikkat çekmek için şu anlama gelecek bir soru soruyor; “Kimmiş o kendisini ilah yerine koyarak ‘bu haram şu helal’ diyen. 320 Çıksın ortaya!”

Kur’an bu yaklaşımla, içine birçok hurafenin, batıl inancın karıştığı geçmişi bir elekten geçiriyor. İlahi olan ile beşeri olanı ayırıyor. İlahi emir ve yasaklar üzerinden (ilk peygamberden son peygambere kadar devam eden) tevhid dinini yeniden inşa ediyor.

Biz bu tespiti yaptığımızda karşımıza şu çıkıyor:

İnsanlar Bir Şeye “Haram” Diyemez mi?

Biz bu konuya Tefsir Usulümüzde (32) Tevbe-Af Yasasında “İnsanların Koydukları Yasaklara da “Haram” Denir mi?” başlığı altında değindik ve denmemesi gerektiğine, denmesinin ortaya çıkardığı sorunlara işaret ettik. İlla bir şey denilecekse “haram” demek yerine “yasak” demenin uygun olduğunu ifade ettik. Gerekçeler için oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

32. ÂYETTE KULLANILAN DİL ÜZERİDEN VERİLEN MESAJ

32. âyettte Allah (cc) şöyle diyor: “…Bunlar (yani temiz rızıklar) dünya hayatında mü’minler içindir…”

Parantez içi açıklamaları dikkate almazsak âyet böyle diyor ama dünyada şu an sekiz milyara yakın insanın yaşadığını düşünür ve günümüz için konuşursak şu an altı milyardan fazla insan Kur’an ve sünnet ölçülerinde mümin olmadıkları halde Allah’ın yarattığı nimetlerden istifade ediyorlar.

Rakamlardan anlaşıldığı gibi fiili durum farklı. Bunu nasıl açıklayacağız?

Bir benzetme yaparsak şöyle bir örnek üzerinden anlayabiliriz,

Bir büyük alışveriş merkezi (AVM) var. Bu AVM’nin sahibi diyor ki, bu AVM’deki ürünler, bunların bedelini ödeyenler içindir, ödemeden alanlar sorumlu olacaklar.

Dünyayı da bu AVM gibi düşünebiliriz. Allah (cc) şöyle diyor: “Bu dünyadaki nimetler, bu nimetlerin manevî ücretini ödeyenler içindir…”

Gerisini üç nokta (…) koyarak anlamayı bize bırakıyor.

Âyete Kur’an bütünlüğünde baktığımızda şunu görüyoruz: Dünya imtihan dünyası olduğu için Allah (cc) Rahmân isminin gereği olarak nimetlerinden mümin-kafir herkesi yararlandırıyor.321 Nimetlerin manevî ücretini ödeyenleri cennet ile ödüllendirirken, ödemeyenleri cehennemle cezalandırıyor.

(33) HAZIRLIK AŞAMASINDAN SONRA SIRA HARAMLARA GELİYOR

Araf sûresi 5. yılda inen sûrelerden biri. Kur’an’da “hrm” kökünden türetilen 83 kelimenin 39’u “harrame” haram kıldı “hurrime” haram kılındı şeklinde geliyor. Bu şekilde gelen kelimelerden ilkini 32. âyette görmüştük. Orada özne için “kim olabilir?” sorusu sorulmuştu.

33. âyette dolaylı olarak 32. âyetteki “kim” sorusuna, öznesi Allah olan harreme kelimesiyle dolaylı bir cevap veriliyor: “Eğer bir şeye haram denilecekse bu konuda yetki Allah’ındır. Allah’ın haram kıldığı şeyleri öğrenmek istiyorsanız, işte onlardan bazıları…”

Bu noktaya bir aşama dersek, Kur’an bu aşamaya kadar toplumu tevhid, ahiret ve ahlaki değerler noktasında gelecek âyetlere hazırladı.

Haram kılma böyle bir sürecin arkasından geliyor ve bunun üzerinden şu mesaj veriliyor: “‘Yap’ veya ‘yapma’ demeden önce, bireyi ve toplumu gelecek emirlere hazırlanmanız gerekir. ‘Yap’ veya ‘yapma’ emrini, bu konuda gerekli bilinci verdikten sonra verin.”

Bu Açıklamadan Sonra 33. Âyetteki Haram Kılınan Konulara Bakalım,

Fahşa: Bu kelime, Kur’an’da insan haysiyet ve onuruna yakışmayan, çok çirkin; yüz kızartıcı günahlar için kullanılıyor. Günah ve fahşa kelimelerinin aynı âyette geçmesini, günah içinde yüz kızartıcı olanların ayrıca ifade edilmesi şeklinde düşünebiliriz.

İsm: “Geri bırakmak, geride kalmak” anlamına gelen bu kelime Kur’an’da 35 defa geçiyor. Bu kelimeyi Kur’an, bilerek işlenen günahlar için kullanılıyor. Bu günaha “ism” denmesi, günahların insanların manevî olarak geri kalmalarına sebep olması nedeniyledir.

Bağy: İsyan, başkaldırma, saldırma, haddi aşma, zulmetme, Allah’a karşı gelme” gibi anlamlara gelen bu kelimeyi azmak, azgınlık anlamına gelen “tagâ” ve zulüm kelimesinin benzeri olarak düşünebiliriz.

Kur’an ölçülerinde Allah’a karşı “bağy” olarak isimlendirilen tüm söz ve davranışlar her durumda haram ama insanlara olan da bir istisna var. Kur’an o istisnayı “bigayr’il-hak/haksız yere” ifadesiyle öne çıkarıyor.

Bundan şunu anlıyoruz, haklı durumlarda, hak aramak için “bağy/başkaldırma” olabilir.

“Olabilir” derken çok ihtiyatlı davranıyoruz. Çünkü hem insanlık tarihinde hem de Müslümanların tarihinde bu kavramın çok ciddi suiistimallere sebep olduğunu gösteren çok sayıda örnek var.

O yüzden günümüz diliyle konuşursak, bağy kelimesinin günümüzde modern hukuktaki karşılığı “suç duyurusunda bulunmaktır, itirazdır, temyize gitmektir.”

Yani haksızlığa karşı hak ararken, haksızlık yapmamaktır. Hakkını haklı yollardan aramaktır.

Bu konuda aşağıdaki âyetlere ve o âyetlerde parantez arasında yaptığımız açıklamalara bakılabilir.

Delilsiz Konuşmak: Âyetin metninde delil manasına da gelen “sultan” kelimesi geçiyor ve âyetin ilgili bölümü zımnen şöyle diyor: Birini veya bir şeyi Allah’a ortak koşmanız için,

Allah’ın,

Var mı bu ve benzeri konularda deliliniz? Bu konularda Allah hiç kimseye delil vermemiştir. Onun adına konuşma yetkisini -kendinden gelen vahyi duyurma şeklinde- sadece Peygamberlerine vermiştir. O yetki de Son Peygamberle sona ermiştir.

Allah Adına Konuşmak: Âyetin bu bölümü iki türlü anlamaya müsait.

Birinci anlamı mealimizde verdik. O anlamı biraz açalım.

Allah (cc) Kur’an’da kendi adına konuşmuş. Kur’an’daki her âyet Allah’ın kelamıdır. Allah’ın kelamını aynen olduğu gibi insanlara duyurmak, Allah adına konuşmak değildir.

Fakat. Burada çok önemli bir fakat var. Allah’ın âyetleri yanında, o âyetleri anlamaya çalışırken tefsircilerin, mealcilerin, âlimlerin, hocaların yorumları da var. Bu noktada yapılması gereken şudur: Önce Allah’ın âyetini vereceğiz, “Bu Allah’ın âyetidir” diyeceğiz. Sonra bir yorum yapılacaksa, onun beşeri bir yorum olduğunun altını çizeceğiz.

Biz yukarıda “Haram Kılma Yetkisi Sadece Allah’a Aittir” derken, bu noktaya dikkat çektik.

O yüzden Allah’ın “yapma” dediklerine “haram” demek, insanların “yapma” dediklerine de “yasak” demek gerekir dedik.

Bu hassasiyet gösterilmediğinde,

İnsanların yasaklarını ifade edenler, “Allah adına konuşuyor” gibi anlaşılıyor, bunlara yapılan itiraz da Allah’a yapılan itirazmış gibi değerlendirilebiliyor. Bu konuda geçmişte ve günümüzde çok sayıda yanlış anlaşılma örnekleri ve buna bağlı birini kafir ilan etme anlamında “tekfir” örnekleri görmek mümkün.

Allah Hakkında Bilmediği Şeyleri Konuşmak: Bu anlam âyetinmotamot çevirisinden çıkan anlam.

Eğer herhangi biri “Allah şöyledir, böyledir, bunları demiştir, şunları dememiştir” diyorsa, bunları da araştırıp, öğrenmeden, eksik ve yanlış bilgilere dayanarak söylüyorsa” o kişi hem Allah hakkında bilmediği şeyleri söylemiş olur hem de Allah adına konuşmuş olur.

Bu nokta cehaletin dip yaptığı bir noktadır. Bu cehalet söylemdiklerini söyledi demek sûretiyele iftirayı da içine alan çok büyük bir günahtır.

O yüzden böylesi durumlardan kaçınmak için azami hassasiyet göstermek gerekir.

Biz meal çalışmamızda âyetlerin Arapça metnini ve bizim o metin üzerinden yaptığımız yorumları ayrı ayrı vererek bu hassasiyeti göstermeye çalıştık.

Tefsir çalışmamızda da benzer bir hassasiyeti göstermeye devam ediyoruz.

(33) AHLAK VE HUKUK MERKEZLİ BİR MEDENİYETİN TEMELLERİ ATILIYOR

Bu başlık “İniş sırasında 33. âyet ve benzeri âyetlerin fonksiyonu/görevi nedir?” şeklinde bir sorunun cevabı oluyor.

Bu âyetlerin merkezinde ahlak, hukuk ve doğru bilgi var. O nedenle bu âyete üç noktadan bakacağız.

Birinci Nokta Ahlak: Burada öne çıkardığımız ahlakın adı, tefsir çalışmasının başından beri çokça tekrar ettiğimiz emanet ahlakı.

Bu âyetlere bu ahlak penceresinden bakarsak şunu görüyoruz. Bütün nimetlerin sahibi olan; onları insanlara emanet olarak veren Allah (cc) 33. âyet üzerinden şunu diyor: Verdiğim hiçbir nimet sizin değil. O yüzden onları dilediğiniz gibi (fahşa, ism, bağy) günaha girmede kullanamazsınız. Kullanırsanız, bundan sorumlu olursunuz.

Burayı özetlersek, İslam dininde bütün yasakların arkasında “Senin olmayanı dilediğin gibi kullanamazsın, onlar için konulan ölçülere uyman gerekir.” mesajı vardır.

İkinci Nokta Hukuk: Âyette geçen fahşa, ism ve bağy kelimeleri bireye ve topluma şu iki mesajı veriyor: Ey insan! Hukukun üstünlüğünü kabul etmen ve buna bağlı olarak Allah’ın koyduğu ölçülere uyman gerekiyor. Onun verdiği nimetlerle O’nun yasakladığı işleri yapman doğru değil. O yüzden içinde yaşadığın toplumda insan haklarına uymak öncelikli görevlerin arasında yer alıyor.

Üçüncü Nokta Doğru Bilgi: Allah (cc) kendi zatı hakkında delilsiz, belgesiz konuşulmasını yasaklıyor ve zımnen şunu diyor: “Benim hakkımda bilgi verecekseniz, bu bilgi benim kitabımdan, benim âyetlerimden olacak. Hiçbir insan kendi görüşünü, yorumunu, düşüncesini bana aitmiş gibi sunamaz.”

Kur’an Allah’tan gelen bilginin paylaşılmasında delil, kanıt şartı koyarken, insanlar arasındaki bilgilerin/haberlerin paylaşılmasında da birtakım ölçüler koyuyor.325

(34) ÂYETTE ÖNE ÇIKAN ÜÇ KAVRAM: ÜMMET, ECEL, SAAT

Ümmet:İniş sırasından yaptığımız bir okumada ümmet kelimesi burada ilk kez karşımıza çıkıyor.

Sözlük anlamı, yönelmek, kastetmek, önde olmak gibi anlamlara gelen bu kelime Kur’an’da genelde az-veya çok insan topluluklarını anlatmak için kullanıyor. Bunun yanında Kur’an bu ifadeyi hayvan topluluklarını anlatmak326 için de kullanıyor.

Ümmet kelimesi bu âyette en geniş manasıyla karşımıza çıkıyor. Bu âyeti dikkate aldığımızda yaratılan her şeyin bir ömür süresi/eceli var. Bu durumda eceli olan her varlık grubu/türü/cinsi ümmet oluyor.

Ecel: Her varlık türü için Allah’ın takdir ettiği ömür süresidir. Her varlığın eceline genel olarak baktığımızda onlara takdir edilen süreyi biliriz ama özel olarak bilemeyiz.

Mesela,

Saat: Kur’an bu kelimeyi genelde eceli olan her varlığın, ecelinin geleceği “ân”ı anlatmak için kullanılır. Kur’an’da 48 yerde geçen bu ifadenin 40 tanesi kıyamet “ân”ını anlatmak için kullanılır.327

Bu bilgileri dikkate aldığımızda genel olarak Kur’an’da saat kavramı takdir edilen ecelin/ömrün bitiş “ân”ını anlatmak için kullanılıyor diyebiliriz.

(34, 35) ÜÇ KAVRAM ÜZERİNDEN SONUÇ EĞİTİMİNE GEÇİŞ.

36-58 arası âyetlerde ahiret; cennet-cehennem üzerinden sonuç eğitimi verilecek. 34. ve 35. âyetler bu noktada köprü vazifesi yapıyor.

34. âyet üzerinden insanlara şu mesaj veriliyor: Ey insanlar! Eceli olan her ümmet gibi sizin de eceliniz var. Sizin de yaşayacağınız bir son var. Bu sonun arkasından bir hesap günü gelecek.

O hesap gününde korku ve üzüntü yaşamak istemiyorsanız, Peygamberlerin örnekliğinde kendinizi ıslah etmek ve Allah’ın razı olmadığı her şeyden sakınma gayretini ortaya koymanız gerekiyor.

36-45 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

GEÇMİŞ VE GELECEK ARASINDA VERİLEN SONUÇ EĞİTİMİ

Tefsir Usulümüzde (26) Sonuç Eğitimi Yasası için Kur’an’ın hemen hemen her sayfasında karşımıza çıkan bir yasa demiştik.

Araf sûresi, âyet sayısı olarak Kur’an’ın en uzun 3. sûresi. Bu sûrenin geneline baktığımızda sûre baştan sona geçmiş ve gelecek üzerinden sonuç eğitimi veriyor.

Buraya kadar olan bölümü özetlersek,

Sonuç Eğitimi Yasasında da dikkat çektiğimiz gibi, 21. asırda Kur’an okuyan her insanın, Kur’an okurken, onu bugün, şimdi, şuan kendine hitap eden bir kitap olduğunu bilmesi, o bilinçle okuması gerekir.328

Öyle okunduğunda Kur’an’daki geçmiş ve gelecek zaman, onu şimdiki zamanda okuyan insanı bir pres içine alır ve şu mesajı verir: Bugün tercih yaparken, geçmişten ders al, o tercihin gelecekteki sonuçlarını düşün ve tercihini öyle yap.

Özetlersek, insanın yaşadığı her an şimdiki zamandır. Bu bilinçle Kur’an okuyanlar şimdiki zamanda, geçmişten ders alarak geleceği inşa ederler.

Geleceğimizi Allah’ın razı olacağı şekilde inşa etme niyeti ile bu bölümdeki âyetlerin tefsirine başlayalım.

36-45 ARASI ÂYETLERDE ÖNE ÇIKAN NOKTALAR

36. âyetten başlayan, ahirete yönelik sonuç eğitimi 49. âyette kadar çok yoğun bir şekilde devam ediyor.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Kur’an hem geçmişe hem de geleceğe dönük anlattığı her şeyi, onu okuyan muhataba mesaj vermek için anlatır. Öncelik bu olduğu için, anlatılan yerin/zamanın detaylarından daha çok, muhatap olan insana verilen mesajları öne çıkarır.

Bu âyetlerde de çok yoğun bir şekilde bunu göreceğiz. Önceki açıklamalarımızı hatırlatan bu kısa hatırlatmadan sonra âyetlerde öne çıkan noktalara geçebiliriz.

(36) CEHENNEME GİRME GEREKÇESİ

Bu âyette cehenneme girmenin iki gerekçesi öne çıkıyor. Yalanlama ve büyüklenme,

Bu âyeti, bugün okuyan bir Müslüman olarak iki türlü okuyabiliriz

Birinci okuma bizden uzak bir okuma:

Bu âyette kastedilen müşrikler. Onlar Peygamber Efendimize (haşa) “Kendine ait olan sözleri Allah’ın sözleriymiş gibi anlattığı için yalancı” diyerek yalanlıyorlardı. Bu yalanlamanın arkasında kibir/büyüklenme vardı. Bunun sonucu olarak kendileri yukarıda, bu âyetlere iman eden müminleri aşağıda basit ayak takımı olarak görüyorlardı.

İkinci okuma bize yakın, bize dokunan bir okuma:

Böyle “yok”lar dolaylı bir şekilde âyetleri ciddiye almamayı, onlara önem vermemeyi gösteriyor.

Bu iki okumadan birincinin mesajı şu: Birinciler cehennemin halkı olacaklar. İkincilerin de şu âyetlere kulak vermeleri gerekir:

Ara Bilgi: “Bu Âyetler Kafirlere Hitap Ediyor” Der Geçebilirdik

Bizim şöyle bir iddiamız var: “Kur’an’daki bütün âyetler, onu okuyan Müslüman nerede ve ne zaman yaşarsa yaşasın ona hitap ediyor gibi okunabilir.”

Zaman zaman bu iddiamızı âyetler üzerinden örneklendiriyoruz. 36. Âyette de bu örneklemelerden birini yaptık.

Sonuç: Gerekli olan temel eğitimler alındıktan sonra, insan Kur’an’daki her âyeti nefsine hitap ediyor gibi okuyabilir.331

(37) DAHA ZALİM OLANLAR KİM?

Kur’an bu âyet üzerinden

Kur’an müşriklerin bu yaptıklarına “iftira” diyor. 37. âyette bu iftirayı sıradan bir zulüm olarak tanımlayor; çok büyük daha büyük bir zulüm olarak tanımlıyor.

Bu âyette geçen zalim ve zulüm kelimelerinin hakkın, hukukun ve doğrunun karşısında yapılan her türlü yanlışı içine aldığını bir kere hatırlayalım. Bunu hatırladığımızda, Allah’ın makamı en yüce, en büyük makam olunca ona karşı yapılan iftira en büyük zulüm olarak adlandırılıyor.

Peki, bütün bunlar bize ne diyor? “Allah’ın dini, O’nun kitabı hakkında konuşurken, mutlaka ilahi olan ve beşeri olan ayrımı yapın. Beşeri yorumlara güç kazandırmak için onları Allah böyle diyor, bunlar Allah’ın emri şeklinde sunmayın.”

(37) ÖLÜM MELEKLERİ ÜZERİNDEN VERİLEN MESAJ

Bu âyeti 34. âyette ecele yapılan vurgu ile birlikte okumak gerekir. Ecel üzerinden Allah’ın takdir ettiği süre bittiğinde ölüm melekleri gelecek ve emaneti alacaklar.

Kur’an’da, ölüm meleklerinin gelişinden bahsedilir.332

O bahislerin, ilkini bu âyette görüyoruz. 37. âyet bundan sonraki âyetlerde geçen cehennem konuşmalarına zemin hazırlıyor.

Verilen mesaj şu: Dünyada Allah ile insan arasına giren, kendisine tapılan, kendisine inanılan, insanı Allah yolundan saptıran hiçbir şeyin ahirette faydası olmayacak. Ölüm meleği gelmeden, vahyin mesajına kulak verin.

(38) CİNLER AYRINTISI ÜZERİNDEN AKLA GELEN SORU: ATEŞ, ATEŞİ YAKAR MI?

Bu sûresinin tefsirine başlarken, sûrenin başında “Âdem-İblis Kıssası İçin Önsöz” başlığı altında cinler âlemi için insanlar âleminin ikizi olduğunu, benzer bir ortamda imtihan edildiğini söylemiştik.

Bu âyette imtihan salonlarımız ayrı olsa bile, ceza çekenlerin aynı yerde ceza çekeceğini anlıyoruz. Bunu anladığımızda akla şöyle bir soru geliyor: Ateşten yaratılan cinleri ateş yakar mı?

Bu konuda ilk bileceğimiz şeylerden biri şu: Allah (cc) “İnsanı topraktan yarattım.” diyor. Ama hiçbirimiz toprak gibi bir bedene sahip değiliz. Bedenimiz kemik, kas, et, yağ ve sıvılardan oluşuyor. Biri yüzümüze hızlı bir şekilde toprak attığında, topraktan yaratılmamıza rağmen atılan toprağın verdiği acıyı bedenimizde hissediyoruz.

Cinlerin ateşten yaratılmasını benzer bir şekilde düşünebiliriz. Öyle düşündüğümüzde, “kesin böyledir” demedikten sonra şöyle bir tespit yapabiliriz:

“Evet, onlar ateşten yaratılmıştır ama sonrasında Allah onlara acıyı hissedebilecek bir beden yapısı vermiştir.”

(38) ÂYETTEKİ KARDEŞ AYRINTISI

38. âyette bizim yoldaş manası verdiğimiz kelimenin aslı kardeş anlamında “uhteha”

Kur’an bu kelimeyi mecazi manada kullanıyor. Kelimenin hakiki manasında kardeş demek, “aynısı çok ayrısı az” demek. Yani aynı anneden doğmadan başlayarak birçok aynı ile bir birine bağlanan insanlara kardeş diyoruz.

Kur’an bu kelimemin mecazi anlamını öne çıkararak şu mesajı veriyor: “Dünyada aynı yoldan gitmekle, aynı düşünceye sahip olmakla, aynı yanlışları yapmakla kardeş gibi yakın olduğunuz insanlarla aynı yerde buluşacaksınız. O yüzden bugün kimlerle beraberseniz, yarın ahirette onlarla beraber olma ihtimaliniz yüksek.”

(38, 39) ÂYETLERİN UYANLAR VE UYULANLAR ÜZERİNDEN VERDİĞİ MESAJ

Biz, âyetin Arapça metnine bağlı kalarak sonrakiler ve öncekiler olarak çevirdiğimiz ifadeye Kur’an bütünlüğünde baktığımızda333 benzer âyetlerde,

Bu âyetleri birlikte düşündüğümüzde verilen mesajlardan biri şu: Dünyada kendinize kardeş gibi yakın görüp arkasından gittiğiniz kişiler ahirette lanet edeceğiniz kişiler olabilir. O yüzden dünyada, sınıf arkadaşınızdan hayat arkadaşınızdan, dava arkadaşınızdan başlayarak bütün arkadaş, önder, lider seçimlerinde dikkatli olun. Şahıslara bağlanmayın, bağlılıklarınızı duygusal temellere oturtmayın, bütün bağlanmalarınızda Kur’an’ı ve sünneti ölçü yapın.

(40, 41) CEHENNEMİN DEKORUNDA DÖŞEK VE ÖRTÜ ÜZERİNDEN VERİLEN MESAJ

40. âyetin açıklamasını mealin üzerinde yaptık. Kur’an o günkü Mekke insanın kullandığı mecaz ve deyimler üzerinden mesaj veriyor.

40. âyette göğün kapıları mecazi bir anlatım oluyor. Bu mecaz üzerinden şu mesaj veriliyor: Cehenneme girdiğinizde ilk arayacağınız şey Allah’ın rahmeti olacak. Dünyada Allah’ın rahmetine sevmekle, itaatle, kullukla karşılık vermeyenler, o rahmeti orada bulamayacaklar. Bulmanın imkansız olduğu da deve ve iğne deliği benzetmesi üzerinden anlatılıyor.

41. âyette cehennemin dekoru anlatılıyor. Bu dekorda yatak, döşek, örtü kelimeleri kullanılıyor. Benzer âyetlerle334 birlikte düşündüğümüzde yatak, dünyada rahatım bozulur, huzurum kaçar endişesiyle kişiyi Allah yolundan alıkoyan her şeyin sembolü oluyor.

Bu sembol üzerinden Allah’ın Kur’an ve ezan üzerinden yaptığı davete, sırf rahatları bozulmasın diye icabet etmeyenlere şu mesaj veriliyor: Dünyada size Allah’ı unutturan dekorun karşılığı, cehennemde size acı çektiren bir dekor olacak.

Bu mesajı alanlar sabah namazında yatakla ezan arasında kaldıklarında, dünyada yatmayı tercih etmenin ahiretteki sonuçlarını tahmin edebiliyorlar.

(42) İSLAM’IN DAVETİNE GELMEMENİN HİÇBİR HAKLI GEREKÇESİ YOK

Bu âyet üzerinden yapacağımız değerlendirmeler bu sûrenin 12. âyetinin tefsirinde “İblis Neden Secde Etmedi? Haklı Bir Gerekçe Yok.” başlığı altında yaptığımız değerlendirmelerin devamı olacak.

İniş sırasından yaptığımız okumada Kur’an’da bu âyetle birlikte altı âyette335 benzer kelimelerle geçen şu ifadeler karşımıza çıkıyor: “Biz hiç kimseye gücünün yeteceğinden fazla (bir) yük (bir sorumluluk) yüklemeyiz.”

Bu âyet İslam dinin temel ilkelerinden birini ortaya koyuyor.

Bu ilke şu mesajı veriyor: Allah’ın insanları davet ettiği dine gelmemede ve bu dinin gereklerini yerine getirme konusunda hiçbir insanın hiçbir haklı mazereti olamaz. Neden? Çükü insanları yaratan da yarattığı insanları İslam dinine davet eden de Allah’tır.

Basit bir misal verirsek, Allah insanı 80 kilo ağırlıkta yaratıp da ona 580 kilo kaldırmak zorundasın diyen bir ilah değildir. Ona teklif edilen ağırlık, gücüyle, kapasitesiyle, imkanları ile doğru orantılıdır.

Âyette adına “yük” denilen görevlere bakarsak, karşımıza iki ayrı pratik/uygulama çıkıyor.

Bunlardan birincisi Allah’a karşı olan görevler; bunlara ibadet diyoruz. Bunlardan her gün yapılması gereken namaz insanın günde bir saatini alıyor. Bunlardan ikincisi halka karşı olan görevler, bunlara hukuk ve ahlak diyoruz.

Birinci görev ikinci görevin kalitesini ve ölçülerini belirliyor. Birinci görevin en sık uygulanan pratiği olan namaz müminlere ikinci görev için şu talimatı veriyor: Günde beş vakit ibadette yaşadığınız Allah’ın huzurda olma bilincini, her vakte taşımanız, hayatın içinde her hadise karşısında bu bilinçle durmanız hedefiniz olsun.

Âyetteki yük, bu hedef oluyor: Bu yük insanı geliştiren, ona kendini gerçekleştirme imkanı sunan, Allah’ın rızasını ve o rızayı kazananlara verilen cennet ödülünü kazandıran bir yüktür.

Bu yükü dünyadaki yüklerle kıyaslarsak, günde 8 saat çalışıp ayda 8 bin dolar kazanmayı çok çok makul gören bir insan için,

Allah’ın rızasını ve cenneti kazanma yolunda günde bir saat ibadetle meşgul olmak, sonrasında ibadetin kazandırdığı emanet, doğruluk, dürüstlük ve adalet ahlakı ile yaşamak hem makuldür hem de çok zor bir görev değildir.

(43) KİN VE KISKANÇLIK ÜZERİNDEN VERİLEN MESAJ

Bu konuya birkaç noktadan yaklaşabiliriz.

Birinci Nokta: Önce kinin tarifini yapalım. Kin: Birinin birine karşı içinde nefret, düşmanlık ve intikam duygularına sahip olması olarak tarif edilir.

Kin duygusu, insandaki birçok duygu gibi, kullanıldığı duruma göre olumlu veya olumsuz olarak değişir.

Âyette kin manasını verdiğimiz kelimenin Arapçası “gill.” Bu kelime türevleriyle birlikte Kur’an’da 16 defa geçer. Kelimenin kök anlamında bağlama, bağlanma ve bağlandığı şeyi bir demir halka gibi boynuna336 geçirme gibi anlamlar var.

Bu anlamları dikkate aldığımızda kin, insanın elini kolunu bağlayan, onu esir alan, onu intikam almaya iten duygunun adı oluyor.

Bu âyeti bağlam ile (16. âyet ile) birlikte okursak, burada bahsedilen kin olumsuz anlamda, şeytanın Âdem’in şahsında insan nesline karşı beslediği intikam ve düşmanlık duygusunun adı oluyor.

Kin’in olumlu şekline de kısaca değinirsek, bir insanın hak arama mücadelesinde, kendisine karşı haksızlık yapan insanlara karşı öfke, nefret ve düşmanlık beslemesi insan olmanın gereğidir. Bu noktada kişi intikam almada yasal yolları kullanıyorsa, yargı ve hukuk üzerinden intikam alıyorsa, intikam alırken haddi (yasal sınırları) aşmıyorsa içindeki kin duygusunu doğru yerde, doğru şekilde kullanmış olur.

İkinci Nokta: Âyet bize cennetin dekoru hakkında hem bilgi veriyor hem de o bilgi üzerinden mesaj veriyor.

Bilgi şu: Nefis taşıyan her insan artı (takva) eksi (fücur) iki kutuplu bir varlık. Cennete girerken eksi tarafındaki bütün duygular sıfırlanacak. Başta kin olmak üzere onun benzeri ne kadar kötü duygu varsa onların hepsi dışarıda kalacak.

Mesaj şu: Sizden istenen nefsin fücura/eksiye bakan taraflarını dünya sıfırlamanız ve melek olmanız değildir. Sizden istenen bunları kontrol etmeniz, bunların mahkumu değil hakimi olmanız, bunları doğru yerde ve doğru zamanda kullanmanızdır.

(43) “BİZ CENNETİ HAK ETMEDİK, O BİR LÜTUFTUR”

Âyet dolaylı olarak, -bilinçli bir secdenin hayata ahlak olarak yansımış hali olan- tevazu ahlakını öne çıkarırken, cennete girenlerde bu ahlakın baskın olacağına da işaret etmiş oluyor.

Bu ahlaka sahip olan müminler cennete girdiklerinde, “Yaptığımız ibadetlerin sonucunda burayı hak ettik. Allah’ta hakkımızı verdi.” demiyorlar.

Denen şu: “Biz niyet ettik, gayretimizi niyetimize şahit yaptık, Allah da bize hidâyet denilen hediyeyi lütfetti. O’nun vahyin rehberliğinde, Peygamberlerin örnekliğinde doğru yolu göstermesi olmasaydı, biz doğru yolu asla bulamazdık.”

(43) KENDİ MİRASINA VARİS OLMAK

Normalde dünya hayatında miras varis işleri şöyle olur. Miras bırakan kişiye muris denir, onun bıraktığı mirası paylaşan kişilere de varis denir.

Kur’an burada çok ilginç bir dil kullanarak insana şu mesajı veriyor: Ey insan! Dünyada bıraktığın maddi manevî her şey senin mirasın olacak, ahirette o mirasın varisi sen olacaksın. Dünyada cennete girmene vesile olacak bir hayat yaşadıysan sen cennetin varisi olacaksın, tersi olmuşsa, tersine varis olacaksın. Neye varis olmak istiyorsan, öyle yaşa.337

(44, 45) CENNET VE CEHENNEMDEKİ KONUŞMALARIN DÜNYAYA MESAJI

44. ve 45. âyetler 43. âyetindevamI olarak geliyor. Kendilerine dünyada vaad edilen cenneti ahirette bulan müminler, cehennemliklere soruyorlar “Biz bize vaad edileni bulduk, siz de size vaad edilenleri buldunuz mu?”

Bu konuşmalar dünyadaki konuşmaların ahirete yansımasıdır. Cehenneme gidenler, dünyada kendilerine Allah’ın vaatlerini hatırlatanlara her seferinde “Eğer doğru söylüyorsanız, bu vaadler ne zaman gerçekleşecek?”338 diyorlardı.

Vaat konusuna bu bütünlük içinde bakarsak, âyetin mesajı şu oluyor:

46-53 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(46-49) “ARAF EHLİ” ÜZERİNDEN VERİLEN SONUÇ EĞİTİMİ: TARAFINIZI SEÇİN!

Dünya imtihan dünyasıdır. Bu dünyadaki imtihanın konusu tarafını seçmektir.

Her insanın önünde iki taraf vardır:

Tarafını seçmek imtihan dünyasının temel konusu olduğu gibi, Kur’an’ın da temel konusudur. Kur’an’da geçmişe yönelik bütün âyetlerde tarafını seçenlerin hikayesi anlatıldığı gibi, geleceğe yönelik bütün âyetlerde de doğru ve yanlış tarafı bekleyen son anlatılır.

İmtihan dünyasında tarafını seçenlerin yanında, bir de tarafını netleştiremeyenler vardır.

“Kur’an’ın bu kişilere yönelik mesajı var mıdır?” şeklinde gelebilecek bir sorunun cevabı “Araf ehli” üzerinden verilebilir.

Biz bu bölümde bu cevaba yoğunlaşacağız,

Araf Ehlinin Mesajı

Araf ehlinin mesajını anlamak için âyetleri iki şekilde okuyabiliriz.

46. âyet: Dünyada Kur’an’ın/İslam’ın davetini duymuş, duyduklarından yola çıkarak bir insanı cennete ve cehenneme götürecek alametleri öğrenmiş insanlar var. Bu insanlar içlerinde bir kararsızlık yaşıyorlar. Çok istemelerine rağmen bir türlü, bir insanı cennete götürecek alametleri üzerinde taşıyan insanların yanında yer alamıyorlar. Yolda gördüklerinde onlara selam veriyorlar ama bir türlü “biz de sizin yanınızdayız, yolunuzdayız” diyemiyorlar.

47. âyet: Yavaş yavaş bu kararsız ruh halinden çıkma yönünde adım atıyorlar. İlk adımları kavli dua oluyor. “Ey Rabbimiz! Bize şu zalimler topluluğundan uzak durmayı nasip eyle!”

48. 49. âyet: Bu duanın arkasında duruyorlar. Dünyadayken bir insanı cennete götürecek alametleri üzerinde taşıyan insanların yanında yer alıyorlar. Bu duruşlarındaki kararlılığı da bir insanı cehenneme götürecek alametleri üzerinde taşıyan insanlara yaptıkları açık ve net konuşma üzerinden gösteriyorlar. Dünyada ki bu kararlılık, “Haydi girin cennete!” hitabını duymaya vesile oluyor

Araf ehliyle ilgili âyetleri böyle okuduğumuzda, âyetlerin bize mesajı şu oluyor: Ahirette ortada kalmak istemiyorsanız, dünyada tarafınızı seçin.

Burada akla şöyle bir soru gelebilir:

Bu âyetleri neden böyle anladınız?

Bu âyetler, Kur’an’da çok farklı anlaşılan âyetler listesinde ilk sıralarda yer alıyorlar. Bu âyetler hakkında tefsirlerde, birbirine yakın 12 farklı rivâyet görmek mümkün.339

Biz tefsirimizde izlediğimiz yöntem gereği okuyucuyu teknik detaylar boğmuyoruz. Temel ve çerçeve bilgileri verdikten sonra okuyucunun âyetin ona verdiği mesajla karşı karşıya geleceği bir yöntem izliyoruz.

Burada da onu yaptık.

Bu âyetler hakkında yaptığımız bu yoruma kesin doğrudur demiyoruz. “Bu âyetleri böyle de anlamak mümkün” diyoruz.

(50-53) DÜNYADA TARAFINI SEÇMEYENLERİN, AHİRETTE CEHENNEME GİTME GEREKÇELERİ

50-53 arası âyetlerde cehenneme gidenlerin oraya gitme gerekçelerini görüyoruz. O gerekçeler üzerinden bir kere daha sonuç eğitimi veriliyor. Sonuç eğitiminde öne çıkan mesajlardan biri de şu oluyor: Mahşerde hesap gününde büyük mahkemede yargılanıp cehenneme gidenlerin haklarında verilen hükmün gerekçeli kararını okuyunuz. Sonra ölmeden önce kendi nefsinizi hesaba çekiniz. Benzer tercihleriniz varsa, benzer sonuçları yaşama ihtimaliniz yüksek olur.

Bu mesajın ayrıntılarını âyetler üzerinden ayrıntılı olarak gösterelim.

(50) Gerekçeleri uzakta arama

Bu âyette iki defa ashab kelimesi geçiyor. Arapça shb kökünden türetilen bu kelime türevleriyle birlikte Kur’an’da 97 defa geçiyor. Birkaçı hariç neredeyse tamamı ashab formunda geliyor.

Bu kelimenin kök anlamında “bir şeye, ondan ayrılmayacak kadar yakın olma” manası vardır. Arkadaş anlamına gelen ve tekili sahabi, çoğulu Ashab olan kelime de bu kökten gelir.

Kur’an bu kelimeyi bu âyette olduğu gibi ashabu’l-cennet ve ashabu’l-nar formunda kullanıyor. Hem bu âyette hem de diğer âyetlerde bu formda gelen bu kelimenin bütün insanlara verdiği öncelikli mesajlardan biri şu: Bu dünyada ayrılamam, vazgeçemem, bırakamam ve terk edemem dediğiniz şeyler ahirette sizin nereye gideceğinizi belirleyecek. Dünyada yakın olduğunuz her şeye karşı duruşunuz, ahirette karşınıza ya cennet nimeti ya da cehennem azabı olarak çıkacak.340

(50) “Kafirlere Haram” İfadesi Üzerinden Verilen Mesaj

Bu sûrenin 32. Âyetinde şöyle bir ifade geçmişti: “De ki: “Bunlar, dünya hayatında mü’minler içindir (fakat imtihan sırrı gereği mü’min-kâfir herkesin istifadesine sunulmuştur. Fakat)kıyâmet gününde ise yalnız mü’minlere tahsis edilecektir.”

Bu âyeti, o âyetin devam olarak okursak cehennemlik olanlara verilen mesaj şu olur: Dünyada Allah’ın “haramdır, günahtır” diyerek yasakladığı şeylerden uzak durmadığınız için, Allah’ın cennetliklere verdiği nimetler burada size ebediyen haramdır.

(51) Dinlerini Oyun Eğlence Haline Getirmişlerdi

Bu konuya geçmeden önce şu soruyu soralım, “Müşriklerin bir dini var mıydı?” Var olduğunu bu âyetten öğreniyoruz. Peki bu din nasıldı?

Mekke müşrikleri, Hz. İbrahim’i ataları olarak kabul ediyor, ona gelen dini tahrif olmuş şekliyle yaşıyorlardı. Bu dinde, aslından uzaklaşmış şekliyle Allah ve ahiret inancı vardı. Yine bu dinde aslından uzaklaşmış olarak namaz, oruç, hac ve umre ve kurban kesme gibi ibadetler de vardı. Ama bu din, din olmaktan çıkmıştı.

51. âyet dinin din olmaktan çıkmasını, dinin ciddiyetinin, insanlar üzerindeki ağırlığının kaybolmasını oyun ve eğlence kelimeleri anlatıyor. Âyetin devamında, din din olmaktan çıkarsa sonuçları ne olur sorusunun cevabı veriliyor.

Din din olmaktan çıkarsa,

Burada şu soru akla gelebilir?

Allah Unutur mu?

Tefsir Usulümüzde (19) Mecaz/Teşbih Yasasında bu tür âyetler hakkında genel bilgiler verdik. Burada onun devamı olarak şunları ifade edebiliriz.

Biz insanlar sınırlıyız ama bizi muhatap alan Allah (cc) sınırsız özelikleri olan, bizim için gözle görülmesi, akılla tam olarak idrak edilmesi imkansız olan bir ilah.

O yüzden Allah (cc) kendi zatına ait fiillerini (tavırlarını) bizim sınırlı dünyamızdan, bizim anlayabileceğimiz örnekler üzerinden anlatıyor.

Mecazi olarak kullanılan unutma kelimesinin hakiki manası üzerinden bize şu mesaj veriliyor: “Dünyada Allah’ı unutarak, yok sayarak yaşayanlar, cehenneme girdiklerinde yok sayılacaklar. Onların oradaki (bağışlanma, yardım gibi) hiçbir istekleri dikkate alınmayacak. Ne haliniz varsa görün denilecek.”

(52, 53) Âyetlerin Kısa Mesajları

Cehenneme girenlerin gerekçelerine işaret edildikten sonra bu âyetlerde müşriklerin vahiy karşısında sergiledikleri davranışlardan ve cehennem gibi bir sonla karşılaştıklarında verdikleri ilk tepkilerden bahsediliyor.

Bu konulara kısa kısa değinelim,

Gönderilen kitap üzerinden şu mesaj veriliyor:İnkar için hiçbir haklı gerekçeleri yoktu. Her şey onlara ayrıntılı bir şekilde açıklandı.

Yaptıkları hataları itiraf edecekler: Bu itirafın ardından bir şefaatçi arayacaklar ama bulamayacaklar.

Dünyaya dönmeyi isteyecekler: Aradıkları şefaatçiyi bulamayınca bu sefer dünyaya tekrar dönmeyi isteyecekler, bu istekleri de kabul edilemeyecek.

Bütün bunlar üzerinden verilen mesaj: Ey insan! Seni cehenneme götürecek ne varsa, iş işten geçmeden onları bırak. Onlar seni terk etmeden sen onları terk et. Allah’ın razı olduğu bir hayatla ahirete gitmek niyetin, hedefin ve gayretin olsun.

ARA BİLGİ: Tevil Kavramı

İniş sırasından yaptığımız bir okumada tevil kavramı ilk kez 53. âyette karşımıza çıkıyor. Bu kavram hakkında Açıklamalı Mealimizde (s. 46) gereken açıklamayı yaptık. Oraya bakılabilir.

54-58 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(54) BU TÜR ÂYETLERİN GENEL MESAJI

“Göklerin ve yerin yaratılmasından, onların terbiye edilmesinden bahseden âyetlere “yaratılan âyetler” diyoruz. Bu âyetler bağlam ile ilgili olarak öncesine ve sonrasına şu mesajı: “Yaratılan âyetler indirilen âyetlerin doğruluğuna şahididir.341 İndirilen âyetleri okurken, imkansız gibi görünen her şeyin gökleri ve yeri yaratan kudret için mümkün olduğunu bilin ve öyle iman edin.”

54. âyet hakkında bu genel girişten sonra, alt başlıklarla devam edelim

Bu Âyetler 21. Asırda İnseydi Bu Âyetlerin İçeriği Değişir miydi?

Eğer Kur’an bir hidâyet kitabı olmasa, bir bilim ve teknoloji kitabı olsaydı, ilk insandan kıyamete kadar bütün insanların bulacakları ve bilecekleri şeylerden bahsedebilirdi.

Aksini düşünmeye Aklın İşleyiş Yasaları izin vermiyor. Neden? Çünkü, insan aklı bir bütünü, bütün parçaları ile bilen, üreten ve ortaya koyan birinin (Allah’ın) ona ait her şeyi bildiğini de kabul eder.

Bu tespitten sonra başlıktaki sorunun cevabına gelirsek şunları diyebiliriz.

Kur’an bir hidâyet kitabıdır. Onun önceliği insanın aklıyla bulamayacağı Allah-insan ilişkisine ait (iman, ibadet, ahlak) gibi temel bilgileri vermektir.

Bu nedenle insan-tabiat/kâinat ilişkisine yönelik âyetler hakkında bilgileri bu âyette olduğu gibi genel verecek, ayrıntıları öğrenmeyi de dünya evinde yaşayan bilim insanlarına ev ödevi olarak verecekti.

O yüzden, Kur’an bu asırda inseydi bu ve benzeri âyetlerin içeriklerinin çok fazla değişmeyeceğini düşünüyoruz. Tabi en doğrusunu Allah bilir.

Terbiye Yasasının İşleyişi Üzerinden Bilim İnsanlarına Verilen Ev Ödevi

Allah’ın Rab ismi hem âyetin başında hem de sonunda geçiyor. Âyet bu haliyle şu mesajı veriyor: Yaratılan her şeyden ilk başından en sonuna kadar; alt sınırdan üst sınırına terbiye edilir. Bu kâinatta yaratılan ama terbiye, tekamül ve tedricilik yasası dışında kalan hiçbir şey yoktur.

Âyet bu genel mesajı verdikten sonra ayrıntılara geçiyor.

İlk olarak bilim insanlarının yaklaşık 14 milyar yıl olarak tahmin ettikleri yaratılış sürecini 6 evre olarak ifade ediyor. Bu altı evrenin detaylarını öğrenmeyi bilim insanlarına ev ödevi olarak veriyor.

Ardından “musahharat”342 kelimesiyle güneşin ayın ve yıldızların terbiyesinden bahsediyor. Bununla da kalmıyor terbiyenin bir örneğini gece gündüz üzerinden anlatıyor. Bu terbiyenin detayları öğrenmeyi de yine bilim insanlarına ev ödevi olarak veriyor.

Altı Çizilen Kelimeler: Yaratma ve Emretme

Âyetin akışında sona doğru şu cümle geliyor: “Dikkat edin! Yaratma ve emretme yalnızca O’na mahsustur.”

Bu âyetin verdiği mesajlardan ikisi şu:

Birinci Mesaj: Yaratılan her şeyi yoktan yaratmada bütün insanların aciz kalması şahittir ki, Allah’tan başka ilah yoktur.

İkinci Mesaj: Bu mesaj âyettekiemir kelimesi üzerinden veriliyor. Sembolik dille söylersek, Allah (cc) yarattığı her varlığa, “Varlık âleminde niçin yaratıldıysan o görevini yerine getirmeni emrediyorum.” diyor. Bu emir, her varlığın fıtratının gereğini yapmasıyla aktif hale geliyor.

Bu kelimeler üzerinden bilim insanlarına şu ödev veriliyor: Yaratılan varlıkların fıtratını; varlık gayesini ne kadar iyi bilirseniz onlardan istifadeniz o nispette çok olur.

Terbiye ve Bereket Arasındaki İlişki

Âyetin son cümlesinde bereket kelimesiyle aynı kökten gelen tebâreke kelimesi geçiyor. Terbiye edilen her şey Allah’ın yüceler yücesi olmasına şahitlik ettiği için mealimizde bu manayı verdik.

Bu cümleyi biraz açalım.

Bereketi, azın çok olması, “bir”in “bin” olması olarak tanımlarsak. Allah (cc) bu kâinatta her “bir”e “bin” olma potansiyeli vermiştir.

Mesela,

Bu örnekler, Allah’ın yaratılan her şeyi bereketlendirmesi ile yüceler yücesi olduğuna şahitlik ediyor.

Âyetin Son Cümlesi Üzerinden Verilen Mesaj

Âyetin son cümlesi şöyle: Âlemlerin Rabbi olan (yaratılan her şeyi varlık gayesine uygun olarak terbiye eden) Allah yücelerin yücesidir.

Bu cümle şu mesajı veriyor: Ey insan! Allah’ın yüceliğinde sınır yoktur. Yüceliğinde sınır olmayan Allah (cc) sınırları olan dünyanda sana da yücelme kapılar açmıştır. Eğer sana emanet olarak verilen nefsini terbiye edersen, Kur’an rehberliğinde, Peygamber Efendimizin (sav) örnekliğinde varlık gayene uygun olarak yaşama niyet ve gayretini ortaya koyabilirsen, örnek bir Müslüman olarak çevrendekilere maddi-manevî faydalar verebilirsen, sen de yücelebilir sen de hayatını bereketlendirebilirsin.

(55) DUANIN ADABI

Yukarıda 51. âyette müşriklerin dinlerinden bahsetmiştik. Bu dinde aslından uzaklaşmış şekilde bir Allah inancı vardı. Bu nedenle o gün Mekke Arap toplumunda dua konusu bilinen bir şeydi. Bilinmeyen ise onun Kur’an ve sünnet ölçülerindeki adabıydı.

Bu tarihi arka planı dikkate aldığımızda bu ve benzeri âyetler duanın adabını öğreten âyetlerden oluyor.

Bu âyeti 54. âyeti dikkate alarak okursak karşımıza şöyle bir mesaj çıkıyor,

Dua Ederken Allah’ın Yasalarını Dikkate Alın

54. âyette Allah’ın Yaratma, Terbiye ve Tekamül Yasaları öne çıktı. Kâinatta olan her faaliyet bu yasalara göre oluyor. Bu durumda yapılan duaların bu yasalar dikkate alınarak yapılması, duanın kabulünde önemli bir vesile oluyor.

Tefsir Usulümüzde (28) Dua Yasasında bu konuyu geniş olarak anlattığımız için bu konuyu oraya havale ediyoruz.

(56) DÜZELENİN BOZULMAMA GARANTİSİ YOK

İmtihan dünyasında hayat yolu dediğimiz yol dümdüz bir yol değil. Bu yolun inişleri çıkışları, virajları, çukurları ve tümsekleri var. İyi olan bir şeyin yarın da iyi olacağının garantisi olmadığı gibi, kötü olan bir şeyin hep öyle kalacağının da garantisi yok.

Buna Allah’ın evrene koyduğu yasa dersek, bu yasanın işleyişini şu âyette görüyoruz.

“Eğer siz (Uhud’da acı ve elem veren) bir yara aldıysanız, şüphesiz o (müşrik) topluluk da (Bedir’de) benzeri bir yara almıştı. İşte (Biz) bu (zafer ve yenilgi, hüzün ve sevinç içeren) günleri insanlar arasında (böyle) döndürür dururuz. (Kimi zaman yukarıdakiler aşağıya iner, kimi zaman da aşağıdakiler yukarıya çıkar.) Allah, sizden iman edenleri (münafıklardan, niyeti şehadet olanla, ganimet olanı birbirinden) ayırt etmek (bir de) aranızdan (tevhid davası uğruna canını ortaya koyan) örnek şahsiyetler çıkarmak için böyle yapar. Allah (küfrü imana tercih eden) zalimleri sevmez.”343

Bütün bu bilgileri dikkate aldığımızda A’râf sûresinin 56. Âyetini, bir uyarı mesajı olarak okumak mümkün.

Bu uyarıyı fert ve toplum planında şöyle okuyabiliriz: Bugün manevî yönüyle bozuk bir toplumda yaşıyorsunuz. Bugün bozuk olan toplum yarın düzelebilir. Ama düzelenin bozulmama garantisi yok. Düzelmek için yaptığınız şeyleri yapmaya devam etmezseniz, bozulmanın tekrar başladığını görebilirsiniz. O yüzden dikkatli olun. O yüzden duaya devam edin.

Dua üzerinden Verilen Mesaj

Duada korku ve ümit öne çıkıyor. Bu durumu yukarıdaki yasanın “havf ve reca” şeklinde ifade edilmesi şeklinde okuyabiliriz.

Öyle okuduğumuzda havf/korku üzerinden verilen mesajı şöyle anlayabiliriz: Düzelmeye, işlerin iyiye gitmesine “başarı” derseniz, bunların olması için gösterdiğiniz gayreti göstermediğinizde bunları kaybetmekten korkun. Bu korkuyu hissederek dua edin. Bu korkuyu hissetmeniz, sizleri daha büyük korkulardan koruyacak.

Ümit üzerinden verilen mesaj: En zor durumda, en kötü şartlarda bile ümitsiz olmayın. Allah’tan ümit kesilmeyeceği gerçeğini unutmayın. Ufak da olsa, zor da olsa kötünün iyiye gitmesi için gayret etmeye devam edin. Dualarınız sizi manen besleyen ümit kaynaklarınız olsun.

Allah’ın Rahmeti (Her Canlıya Yakındır) Muhsinlere Daha Yakındır

Âyetin sonunda böyle mesaj veriliyor. Bu mesajı açalım,

Rahmân isminin tecellisi olan rahmet, en ufağından en büyüğüne kadar, müminden kafire kadar her insanı kuşatmıştır. Bu rahmetin izlerini en vahşi hayvanın yavrusuna gösterdiği şefkatte, en günahkar insanların bile Allah’ın verdiği nimetlerden istifade etmesinde görmek mümkün.

Bu gerçeği dikkate alır, rahmeti 1’den 100’e kadar derecelendirirsek, Muhsinlere gösterilen rahmeti en yüksek seviyede rahmet olarak ifade edebiliriz.

Burada soru şu: Muhsinlere en yüksek seviyeden rahmetin gösterilmesinin sebebi nedir? Bu sebebin dua ile bağlantısı nedir?

Bu soruların cevabına Tefsir Usulümüzde (28) Dua Yasasında ve önceki âyetlerin tefsirinde değindik. Burada bu konunun, âyetin iç bağlamı ile ilgili tarafına yönelik kısa açıklamalar yapalım.

Her an Allah’ın huzurunda olma bilinciyle yaşama gayreti olan İnsan şuuru bir müminin en kamil, en güzel, en iyi halidir. Bu hal, âyette ifade edildiği şekliyle bir ferdin ve toplumun ıslah olduktan sonraki en düzgün halidir. Âyet bu hali kazandıktan sonra, bunu kaybettirecek her şeyden uzak durun diyor.

Uzak durma noktasında dua ibadetine dikkat çekiyor. Neden? Çünkü, dua; ihsan şuuru olarak tarif ettiğimiz; kişinin kendini duyan, gören ve istediklerini vermeye gücü yeten bir Zat’ın huzurunda olduğunun farkında olma halidir.

Özetlersek, bozulmadan sonra bu halin kazanılması ıslahtır, bu hali kazanan “muhsin”ler Allah’ın rahmetine en yakın olanlardır.

(57) RÜZGAR, BULUT, YAĞMUR: KUR’AN İNSAN SÖZÜ OLAMAZ

Kur’an’da meteoroloji ve iklim bilimi ile ilgili âyetlerin bir görevi de Kur’an’ın insan sözü olamayacağı gerçeğine işaret etmektir. İlgili âyetler geldikçe, âyetlerin bu gerçeğe nasıl işaret ettiklerini anlatacağız.

57. âyete bu açıdan bakarsak şunu görüyoruz.

O gün için (7. asır) insanlar genelde rüzgar yağmur ilişkisini, rüzgardan sonra yağmurun yağması şeklinde biliyordu ama,

Bunun yanında günümüzde bazı bulutların taşıdıkları su kapasitesiyle 300 bin ton ağırlığa ulaşabildikleri biliniyor. 7. Asrın meteoroloji bilgisine göre gökteki bulutların çok büyük ağırlıklara sahip oldukları da bilinmiyordu. Bu durum ilk olarak 17. yy. da yapılan araştırmalarda anlaşılmaya başladı.

Bunların bilenmeyişi şu gerçeğin ilanı oluyor: Bunları Allah’tan başkası bilemez, o yüzden Kur’an insan sözü olamaz.

Kur’an Bilimsel Konulara Neden İşaret ediyor?

Baştan beri şu cümlenin altını çizdik. “Kur’an bir bilim ve teknoloji kitabı değildir. Kur’an bir hidâyet kitabıdır. O yüzden bilimsel konular Kur’an için tali konulardır. Kur’an bu tali konular ana/temel konularına delil yapmak için anlatır.”

Bu âyette bunun çok önemli örneklerinden birini görüyoruz. Kur’an önce yaratılan âyetlerden bir örnek veriyor sonra o örneği indirilen âyetlerde vaad edilen öldükten sonra dirilme konusuna delil yaparak şu mesajı veriyor: Birer cansız beden gibi toprağa giren tohum ve çekirdekleri canlı, renkli, kokulu besleyici meyveler şeklinde dirilten Allah (cc), öldükten sonra toprağa giren insanları da ahirette diriltecektir. Bunu yapması, onu da yapacağına en güçlü şahittir.

(58) SEBEP-SONUÇ İLİŞKİSİ

Bu âyet teşbih, mecaz ve istiare gibi edebi sanatlara uygun bir dil kullanıyor. Biz bu dil üzerinden yaptığımız benzetmeleri mealimizde âyetin parantez içi açıklamalarında anlatmaya çalıştık. Burada bu benzetmenin yanında birkaç noktaya daha dikkat çekmek istiyoruz.

Bu âyette bir sebep-sonuç ilişkisine dikkat çekilerek şu mesaj veriliyor:

Eğer vahyi, Kur’an’ı, imanı, İslam’ı ilk sebep olarak başa koyarsanız, güzel sonuçlar elde edersiniz.

Geçiş Noktasında Gelen Bir Âyet

Bu âyete “sınır çizgisi” dersek, bu âyetten sonra bu sûrenin en temel konusu olan Peygamber kıssalarına geçiliyor. İşte âyet tam da böyle bir noktada geliyor. Bu noktadan baktığımızda âyet bizi peygamber kıssalarına hazırlıyor.

Bir benzetme yaparsak, kıssalarda vahiy yağmur oluyor, peygamberler o yağmur suyu ile toprağı suluyor, o toprağın güzel olan tarafından, başkalarına fayda veren güzel bitkiler çıkarken, o toprağın kötü olan tarafından hem kendisine hem de başkalarına fayda vermeyen kötü bitkiler çıkıyor.

Geçiş noktasına dikkat çektikten, sınırdan geçebiliriz. Sınırın diğer tarafında karşımıza altı peygamber kıssası çıkacak ve o kıssaların tamamın da şu ifadenin açılımını göreceğiz, “Allah’ın çizdiği sınırların içinde kalanlar ve sınır ihlali yapanlar.”

59-64 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

PEYGAMBER KISSALARI HAKKINDA GENEL DEĞERLENDİRME

Çok sayıda Peygamber hayatının anlatıldığı Kamer Sûresinin tefsirine başlarken de böyle bir değerlendirme yapmıştık.

Burada da yapacağız. Bunlar birbirinin tekrarı olmayacak. Çünkü her peygamber kıssası, geldiği sûre ve âyet içerisinde bağlama göre farklı mesajlar verebiliyor. O yüzden yeni değerlendirmeler gerekiyor. O değerlendirmeleri aşağıda başlıklar halinde sunacağız.

Her Kıssa Bir Kıssasının Açılımıdır. Her Kıssanın Ortak Mesajı Birdir

Her kıssa Âdem-İblis kıssasının açılımıdır. O kıssa bütün zamanlara “Tarafını seç!” mesajını verir. Bu mesajı dikkate aldığımızda her peygamber kıssası tarafını seçenlerin hikayesidir.

Evet, her kıssa farklı zaman ve mekanda yaşansa da her kıssadaki insanların isimleri farklı olsa da her kıssanın özü, ana konusu budur. Ana konu bu olunca her kıssanın, sana bana kısaca bütün insanlara ortak mesajı şu olur: Ey insanlar! Bu dünyada önünüzde iki taraf var; Allah’ın razı olduğu ve olmadığı taraf. Haydi tarafınızı seçin. Dünyada seçtiğiniz taraf, ahiretteki gideceğiniz tarafı belirleyecek.

Her Kıssa Kur’an İnsan Sözü Olamaz Mesajını Verir

Bu konuya Kamer sûresinin tefsirine başlarken geniş olarak değindik. Burada onun devamı olarak şunu ifade edelim.

Bütün bunlar neye şahitlik ediyor?

Bütün bunlar, Kur’an’ın insan sözü olamayacağına, Hz. Muhammed’in (sav) Allah’ın son ve evrensel peygamberi olduğuna şahitlik ediyor.

Her Kıssa Bir Kurulu Düzen İçinde Hak Arayışının Hikayesidir

Genelde bütün Peygamber kıssaları M. Ö. 5000 ile M. S. 700 yılları arasında geçer. Bu zaman diliminde dünyadaki bütün yönetim modellerinde ortak noktalar şudur:

Bu ortak noktalar daha da detaylandırılabilir ama bizim öne çıkaracağımız nokta için bu iki hususun bilinmesi yeterli.

Kur’an’da öne çıkarılan çoğu peygamberin gönderildikleri toplumdaki düzen genelde böyleydi. Böyle bir topluma muhatap olan her peygamberin tevhid mücadelesinin diğer adı böyle bir düzen içinde hak aramaktı. Aranan hakkın adı da inanç ve ifade özgürlüğü idi.

Bu açıdan bakarsak, Kur’an’daki her kıssanın içinde temel konu insan haklarıdır. Kıssaların içindeki bütün peygamberler bu hakların savunucusudur.

ARA BİLGİ: Bu konuyu burada öne çıkarmamızın sebebi, bu sûrede gelecek olan son kıssa Musa-Firavun kıssası; o kıssada Kur’an diğer kıssaların hiçbirinde olmadığı kadar, Hz. Musa’nın tevhid mücadelesi verdiği toplumda önemli bir siyasi figür olan Firavun yönetimini öne çıkarıyor.

Biz de Kur’an’ın öne çıkardığı bir konuya girizgah olsun diye, bu konuya değindik. Bu konunun ayrıntılarına yer geldikçe yine değineceğiz.

Her Kıssa Hikaye Olsun Diye Anlatılmıyor

Kur’an bu kıssaları, bu kıssaları anlatmak için anlatmıyor. Her kıssayı ilk muhataplardan başlayarak bütün zamanlara vereceği mesajları öne çıkaracak şekilde anlatıyor.

O yüzden Kur’an’da hiçbir peygamberin doğuşundan ölümüne, biyografik anlamda hayatı anlatılmaz. Kıssaların bu yönünü bilenler, her kıssada kendi hikayesinden bir parça görebilir.

Her kıssa, tarafına seçen Müslümana, tarafını seçtikten sonra yol durumu hakkında; o yolda yürüyenlerin neler yaşadığını, yaşadıkları zorlukları aşmada hangi yöntemleri izledikleri hakkında pratiğin içinden bilgiler verir.

Özetlersek, her kıssa, onu bilinçli okuyanlara tercihlerinin dünyadaki ve ahiretteki sonuçlarını yaşanmış örnekler üzerinden gösterir.

O yüzden her kıssa dün inmiş gibi tazedir. Bu gerçeklerden yola çıkacak ve her kıssayı dün inmiş tazeliğinde sunmaya çalışacağız.

HZ. NUH’UN KISSASINDA ÖNE ÇIKAN KONULAR

Bu kıssanın Kur’an’a bakan yönüyle kronolojisini (Kur’an’da hangi sûrede hangi âyetler arasında geçtiğini) Kamer sûresinde (9-17 arası âyetler) Hz. Nuh ile ilgili âyetlerin tefsirinde verdik. Buradaki açıklamalarımız oradaki açıklamalarımızın devamı mahiyetinde olacak.

(59) “ALLAH’A KULLUK EDİN.” İFADESİ BİR SONUÇ CÜMLESİDİR

Bu konuya mealimizde sûrenin giriş bölümünde ““Allah’a Kulluk Edin” Diye Tebliğe Başlamak Doğru mu?” başlığı altında değindik.

Önemine binaen oradaki açıklamalara üzerinden devam etmek istiyoruz.

Kıssa kelimesiyle makas kelimesiyle aynı kökten gelir. Bu ilişkiden yola çıkarsak, Kur'an kıssaların tamamını anlatmaz, kıssaları kumaşa benzetirsek, o kumaşın bütünü içinden mesaj vermek istediği konu ile ilgili bir parçayı makasla keser ve önümüze koyar. Parçada bütünü görmeyi okuyucuya bırakır.

Parçayı görenler, zanneder ki, Peygamber geldi ve hiçbir şey söylemeden doğrudan muhatap olduğu insanlara “Allah’a kulluk edin.” dedi. Parçaya Kur’an bütünlüğü içinde bakanlar bunun böyle olmadığını anlarlar. Nasıl anladıklarını bir örnek üzerinden anlatalım.

Bir pazarlamacı düşünelim. Bu pazarlamacı ürünü hakkında konuşurken,

Doğrudan “ürünü alın kullanın” mı der, yoksa önce ürünün özelliklerini tanıtıp, muhataplarında alma isteğini mi uyandırır?

Makul ve mantıklı olan ikincidir.

Her peygamber böyle yapmıştır. Önce Allah’ı tanıtma, sevdirme konusunda anlatılacak her şeyi anlatmış; ortaya bir din, bir iman koymuş sonra bunun faydasını görmek isteyenler kulluk etsinler demiştir.

Bu tür âyetlerde “iman edin” yerine “kulluk edin” denmesi dolaylı olarak şu mesajı verir: “Ey insanlar! İmanın faydası teori üzerinden görülmez, onun faydası pratiğin/uygulamanın içinde görülür.”

Özetlersek, “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin.” İfadesi bir sonuç cümlesidir. Bu cümleden önce olması gereken sebepler ne kadar iyi yerine getirilirse, istenen sonucun alınması o derece kolay olur.”

(60-64) DAVETİN ARDINDAN YAŞANAN GELİŞMELER

“Allah kulluk edin” denmesi devam eden sürecin içinde bir etaptan diğer etaba geçerken bir sonuç cümlesiydi. Gelen âyetlerde diğer etaplarda yaşananları görüyoruz. Onlara aşağıdaki başlıklar altında değinelim.

(60) “Çamur At, Tutmasa da İzi Kalır.” Mantığı ile Atılan İftiralar

Bu kıssa bundan önce Kamer sûresinde de (9. Âyet) geçmişti. Orada Hz. Nuh’a mecnun/deli denmişti. Burada da “Biz seni açıkça bir sapıklık içinde görüyoruz.” diyorlar.

Böyle demenin psikolojik harp tekniklerinden biri olduğunu Kalem sûresinin 2. âyetinin tefsirinde “Mekke’nin “Oligark”ları Neden “Mecnun” Dediler?” başlığı altında anlatmıştık.

Genelde Kur’an peygamber kıssalarına başlarken burada da olduğu gibi “Nûh’u kendi kavmine peygamber olarak gönderdik.” der.

Böyle denmesinin bir sebeplerinden biri şu: Allah (cc) bir toplum/kavim içinden Peygamber seçerken, “Bozuk birini seçsem de olur, zaman içinde düzelir.” diyerek seçmiyor. O toplumda doğruluğu, dürüstlüğü ile öne çıkan bir insanı seçiyor.

“Kendi kavmine” derken bize şu mesajı veriyor: Peygambere muhatap olan topluluk o peygamberi yeni tanımıyor. Onun bütün geçmişini biliyor. Onun ne kadar dürüst bir insan olduğuna şahit oluyor.”

O yüzden peygamberlere atılan iftiraların hiçbiri onların üzerine yapışmadı. Atılan iftiraların tamamını “çamur at, yapışmasa da izi kalır” mantığı ile atıldı.

(60, 63) Atılan İftira Karşısında Seviyenin Korunması

Hz. Nuh her peygamber gibi vahyin rehberliğinde kendine çizilen rotayı takip ediyor. İnsan olarak kendisine atılan iftiralar, yapılan hakaretler karşısında üzülüyor ama hiçbir zaman karşı tarafın seviyesine inmiyor. Onların tercih ettiği yöntemi tercih etmiyor.

Bu davranışıyla dolaylı olarak şu mesajı veriyor: “Ben vahiy terbiyesi alan bir insanım, aldığım terbiye, sizin seviyenize inmeme müsaade etmiyor. Bana benim seviyemden muhatap olun.”

Eğer Hz. Nuh onların “mecnun ve sapık” demesine sizsiniz mecnun ve sapıp diyerek cevap verseydi şunların olma ihtimali vardı,

Hz. Nuh bu sonuçların olacağını öngördüğü için, onlara onların kendine davrandığı gibi davranmadı. Seviyesinin gereğini yaparak onlara karşı, irşat ve tebliğ yolunda sürekli olarak vereceği nasihat ve öğütlerin önünü açık tutacak bir yöntem izledi. Bu yöntemin detaylarına Tefsir Usulümüzde (25) Cihat Yasasında değinmenin yanında, bundan önceki âyetlerin tefsirinde değindik.345 Detaylar için dipnottaki referanslara bakılabilir.

65-72 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

HZ. HUD’UN KISSASINDA ÖNE ÇIKAN KONULAR

Bu kıssanın Kur’an’a bakan yönüyle kronolojisini (Kur’an’da hangi sûrede hangi âyetler arasında geçtiğini) Kamer sûresinde (18-22 arası âyetler) Hz. Hud ile ilgili âyetlerin tefsirinde verdik. Buradaki açıklamalarımız oradaki açıklamalarımızın devamı mahiyetinde olacak.

65. Âyet: “Kardeşleri Hud” İfadesi

Kur’an burada biyolojik kardeşliği kastetmiyor. Bir kavmin içinde doğma, büyüme ortak tarihe, dile ve kültüre sahip bir millet olmadan kaynaklanan yakınlığı kardeşlik kelimesiyle anlatıyor. Bunun örneklerini gelecek kıssaların başlangıçlarında da göreceğiz.

Bu kıssanın başlangıcında da “Allah’a kulluk edin.” İfadesinin öne çıktığını görüyoruz. Bu konuda yukarıda Hz. Nuh kıssasında 59. âyetin tefsirinde yaptığımız değerlendirmeleri burası için de geçerli.

66-68. Âyet: Hakaretler Karşısında Örnek Duruş

Hz. Nuh’un kıssasında olduğu gibi (60. Âyet) bu kıssada da Hz. Hud’a çok ağır bir hakaret yapıldığını görüyoruz. Burada şunu bir kere daha ifade etmek gerekiyor. Kur’an bir peygamber hayatını anlatırken, onun yaşadıklarından bir kısmını anlatıyor. Bundan yola çıkarak şunu düşünebiliriz; “Hz. Hud bu hakareti bir kere yaşamıyor birçok defa yaşıyor. Belki onun hakkında daha ağır hakaretler yapılıyor, Kur’an onları sansürleyerek en hafifini öne çıkarıyor.”

Hz. Hud da yukarıda Hz. Nuh kıssasında anlattığımız gerekçelerle bu hakaretlere karşı kendine yakışan karşısındakilere insanlık dersi veren bir duruş sergiliyor. Tabii sade bu duruşla kalmıyor öğüt vermeye de devam ediyor.

Bu âyetlerde öğüde yapılan vurgudan şunu anlıyoruz: Dinde zorlama yok. Peygamberin görevi sadece temsil ve tebliğdir. Yani güzel örnek olarak davet etmektir. İnsanlar bu davete gelip gelmemekte özgürdür.

69. Âyet: Şaşırmanın Sebebi Nedir?

Bu şaşırmanın sebebine Kur’an bütünlüğünde baktığımızda, kendilerini uyaracak birinin melek gibi olağanüstü yeteneklere sahip biri olmasını bekliyorlardı.

Yine âyette anlatılanlar üzerinden anlatılmayanları da anlıyoruz.

Hz. Hud (as) geçmişi hatırlatıyor ve dolaylı olarak şu mesajı veriyor: Ben peygamberlerin ilki değilim. İnsanlara, insan peygamber gönderme geleneği benimle başlamadı. Benden önce de insanlar vardı. En yakın örnek bizden önce buralarda yaşamış olan Hz. Nuh ve onun kavmi. Şaşırmanızın sebebi geçmişinizi unutmanız.

69. Âyet: Halifelik ve Yaratılışta Üstün Kılma Gibi Nimetler

Peygamberlerin gönderildiği hemen her toplumun ortak özelliği nimetlerin kimden geldiğini unutmuş olmaları ve araya tanrı/ilah/put gibi aracılar koymalarıydı. Bu âyette hatırlatma noktasında iki nimet öne çıkıyor.

Bunlardan biri halifelik. Halifelik konusunda şunu ifade edelim. Kur’an bu kelimeyi iki anlamda kullanıyor.

Birinci Anlam: Halife kelimesi öncekinden sonra gelen; onun yerine geçen demektir. Öncekine selef sonrakin halef denir. Bu âyette bu mana öne çıktığı için mealimize bu anlamı yansıttık.

İkinci Anlam: Bu anlam insana sorumluluğunu hatırlatıyor. Sen halifesin demek, sen sana verilen nimetlerin yönteminden sorumlusun demektir. Burada bu anlamı da düşünebiliriz.

Burada hatırlatma anlamında zikir kelimesinin (zikrün şeklinde) biri Kur’an’ın sıfatı olarak üç defa geçmesini de bu sorumluluğun hatırlatılmasına yönelik bir işaret olarak değerlendirebiliriz.

Üstün Kılma Nimeti Nedir?

Kur’an bu ifadeyi kapalı bırakıyor. Bu kapalılık nedeniyle, bu konuda yapılan yorumlar ikiye ayrılıyor.

Birincisi fizik beden boy pos olarak üstünlük. Biz bu anlamı mealimize parantez arası açıklama olarak yansıttık.

İkincisi, başka yerlerde az bulunan nimetlerin yaşadıkları coğrafyada nispeten daha fazla bulunması şeklinde anlaşılabilir. (Allahü a’lem)

70. Âyet: Atalar Ayrıntısından Ne Anlıyoruz?

Geçmişe baktığımızda, genelde peygamberlerin gelmesi, onlardan önceki peygamberlere gelen tevhid inancının bozulmasından sonra olmuştur. Burada da onu görüyoruz. Hz. Nuh’tan sonra “atalar” denilecek kadar birkaç nesil geçmiş, tevhid inancı bozulmuş. O yüzden yeniden tevhid inancıyla karşılaştıklarında, yanlış olan inançlarına atalarını referans göstererek doğruymuş gibi sahip çıkıyorlar.

Bundan şunu anlıyoruz: Her toplumda geleneğin etkisi vardır. Cehalet arttıkça bu etki daha da artıyor.

İmtihan Dünyasının Dekoru Bilinmeyince…

İman etmeyenler veya iman etmenin ne anlama geldiğini bilmeyen insanların en çok yaptığı hatalardan biri de imtihan dünyasının dekorunu bilmemek.

Hz. Hud’un daveti karşısında iman etmeyen insanlar da “bize vaad ettiğin azabı getir” demek sûretiyle bu konudaki bilgisizliklerini ilan etmiş oluyorlar.

Bu istek bir okulda öğrencilerden bazılarının imtihan devam ederken soruların cevabını tahtada yazılı olarak görmek istemelerine benziyor.

O gösterilse imtihanın bir anlamı kalmayacak imtihan bitmiş olacak.

71. 72. Âyet: Âyetlerde Öne Çıkan Noktalar

Bu âyetlerde yanlış tarafını seçenlerin yanlışta ısrarların sonuçlarını göreceğiz.

Birinci Nokta: Azabın Kesinleşmesinden Sonra…

71. âyetten Allah’ın vereceği cezanın kesinleştiğini öğreniyoruz. 72. âyette de bunun hemen olmadığını bir bekleme süresinin olduğunu okuyoruz.

Bu âyetlerin yaşandığı ortamı daha iyi anlama adına, hayalen âyetlerin indiği zamana gidip; tercihleriyle tarafını seçen insanlara daha yakından bakabiliriz.

Önce Hz. Hud’a Bakalım: Eğer Hz. Hud Allah’tan vahiy almasa ve peygamber olmasa bu sözleri söyleyebilir miydi? Bu sözleri söylediğinde ya aksi olsaydı, vaad edilen ceza gelmeseydi… Bunları dikkate aldığımızda şunu görüyoruz: Bu sözleri söylemek, iman ettiği Allah’a müthiş bir güveni gösteriyor.

Hz. Hud’a İman Edenlere Bakalım: İman ettiğiniz, arkasında durduğunuz peygamberinizin ağzından bir söz çıkıyor. İman etmeyenler peygamberinize “haydi vaad ettiğin azabı getir.” diyerek baskı yapıyor. Bu baskıların şeytanın vesveselerine kapı açıyor, insan olduğunuz için aklınıza “ya bu vaad doğru çıkmazsa ya biz şimdiye kadar aldatılmış ve kandırılmışsak” gibi düşünceler geliyor.

İşte bunları yenmek, bunlara rağmen iman ettiği Allah’a ve onun peygamberine güvenmek müthiş bir özgüveni göstermenin yanında iman edenlerin imanlarının taklidi olmadığını, bilinçli bir iman olduğunu da gösteriyor.

Hz. Hud’a İman Etmeyenlere Bakalım: Buraya baktığımızda insanın olduğu her yerde olabilecek durumların yaşandığını tahmin etmek mümkün.

Bunlar tahmin ama o insanların yerine kendimizi koyduğumuzda insanın olduğu yerde bunların olması gâyet normal.

İkinci Nokta: Tartışmada Delilin Öne Çıkarılması

Âyette delil diye çevirdiğimiz kelimesinin aslı “Sultan.” Kur’an’da 39 defa geçen bu kelime geçtiği yerlerde genelde güç ve delil manasıyla öne çıkıyor. Bu manayı dikkate aldığımızda Hz. Hud dolaylı olarak şunu diyor: Tamam benim davetime gelmiyorsunuz. Tamam putlara imanda ısrar ediyorsunuz. Peki bu konuda “Atalarımızı bunlara tapar bulduk” demenin dışında güçlü bir deliliniz var mı?

Kur’an bu âyetler üzerinden bütün zamanlara şu mesajı veriyor: İnancın temelinde zan olmaz. Zan üzerine iman evi kurulmaz. Neye inanıyorsanız inanın, inancınızın temelinde sağlam ve güçlü deliller olsun.

Üçüncü Nokta: Kur’an Sünnet Ölçülerinde “Beklemenin” Anlamı

Bu konuya ilgili âyetin dipnotunda işaret ettiğimiz yerde değindik. Ona ilaveten burada şunları ifade edebiliriz.

“Nzr” kökünden türetilen beklemek kelimesini Kur’an “bir yerde bir şey yapmadan öylece beklemek gibi sadece yalın haliyle kullanmıyor. Kur’an bu kelimeyi bakma ve baktığı şeyler üzerinde düşünme anlamında da kullanıyor.346 Bu anlamı dikkate aldığımızda bekleme konusuna iki türlü bakabiliriz.

Birinci Bekleme: Bu bekleme geçmiş kavimlere helak öncesi verilen süre olarak karşımıza çıkıyor.

İkinci bekleme: Ecel öncesi dünyada her yerde, her zaman ve her insan için geçerli olan bekleme olarak karşımıza çıkıyor.

İki beklemede de saat verilmiyor. İki beklemede de sürenin ucu insan ömrünün sınırları içinde açık bırakılıyor.

Bu açık bırakma üzerinden şu mesaj veriliyor: Bu bekleme bugün de bitebilir, yarın da bitebilir, 70 yaşında da bitebilir. Beklerken bu gerçeği bilerek bekleyin. Beklerken bir kere daha düşünün.

Dördüncü Nokta: Helak Hükmünün Gerekçeleri

Kur’an genelde geçmiş kavimlerin kıssalarını anlatırken, onların helakinden önceki süreci anlatıyor. Bu yöntem üzerinden sonuç eğitimi veriyor. Bu eğitim içinde, onların hangi tercihleriyle bu sonucu hak ettiklerini gösterirken, günümüze de şu mesajı veriyor: “Benzer tercihleri yaparsanız, dünyada olmasa bile ahirette benzer sonuçları yaşarsınız. İşlediğiniz günahların sonucunda başınıza bir şey gelmemesi sizi şımartmasın. Bu durum Allah’ın imtihan dünyasında insanlara mühlet vermesinin bir sonucudur. Gelin yol yakınken yanlıştan dönün.”

73-79 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

HZ. SALİH VE SEMUD KAVMİ KISSASINDA ÖNE ÇIKAN KONULAR

Bu kıssanın Kur’an’a bakan yönüyle kronolojisini (Kur’an’da hangi sûrede hangi âyetler arasında geçtiğini) Kamer sûresinde (23-32 arası âyetler) bu konu ile ilgili âyetlerin tefsirinde verdik. Buradaki açıklamalarımız oradaki açıklamalarımızın devamı mahiyetinde olacak.

73. Âyet: Deve Üzerinden Verilen Mesaj: Yasak Ağaç Bir Devirde Değil Her Devirde Karşınıza Çıkar

Bu çalışmada hem Tefsir Usulümüzde hem Açıklamalı Mealimizde hem de buraya kadar tefsirini yaptığımız âyetlerde yasak ağaç konusuna değindik.347 Yasak ağaç Kur’an’ın sembolleri içinde çok önemli bir yer tutuyor. O yüzden burada ve gelecek âyetlerde farklı açılardan bu ağaca değinmeye devam edeceğiz.

Deve konusuna gelince, devenin de bir sembol olduğuna önceki âyetlerde işaret ettik.348 Burada deve ile yasak ağaç arasındaki bağlantıyı öne çıkaracağız.

Yasak ağaca yaklaşma emri verildiğinde ortada Allah’ın “yaklaşma” emrinden başka gerekçe yoktu. Yani ortada başkasına zarar verecek kötü bir şey yoktu. Hatta ebedi yaşama ve melek olma gibi faydaları verebilecek bir ağaç vardı.

Devede de benzer bir şeyi görüyoruz. Deve asırlardır ulaşım hizmetinde fayda vermenin yanında etinden, sütünden, derisinden yararlanılan bir hayvandı. Yani ortada adam öldürme gibi kötü olduğu ve başkasına zarar verilmesi gibi bir durum yoktu.

“Deveyi kesmeyin, ona zarar verecek hiçbir adımı atmayın” emri, İslam dininde mantığı açıklanamayan birçok yasağı anlamada bize yardımcı oluyor.

Bu tür yasakların tamında yasağa uymak şu anlama geliyor: Allah verendir, dünyadaki bütün nimetler verilendir. Ben vereni, verilen her şeyden çok seviyor, veren istedikten sonra yasakladığı şey ne olursa olsun ondan seve seve vazgeçiyor.349

Yasak ağaca bu açıdan bakıldığında, insanın yaşadığı asırda hikmetini anlamadığı her yasak, onun yasak ağacıdır. Bu tür hikmeti anlaşılamayan bütün yasaklarda temel gerekçe (illet) burada ve dipnotta ifade ettiğimiz gerekçelerdir. Bu gerekçeler okunup anlaşıldığında ortaya çıkan gerçek şu oluyor: İslam dini Allah’ın dinidir. Bu din de makul bir açıklaması olmayan hiçbir şey yoktur.

ARA BİLGİ: Âyette öne çıkan başka konular da var. Onlara, bu sûreden önce geçen kıssalarda (Hz. Nuh ve Hud (as)) değindik. Oraya bakılabilir.

74. Âyet: Yerleşmediniz, “Yerleştirildiniz” İfadesi Üzerinden Verilen Mesaj

Kur’an’da bu tür âyetler var. Bu âyetlerde dışarıdan bakıldığında fiilin faili insan görünüyor ama Kur’an orada failin Allah olduğunu söylüyor.350

Burada âyet şöyle de gelebilirdi “Siz Ad kavminin ardından geldiniz ve bu bölgeye yerleştiniz.” Âyet böyle gelse yanlış olmazdı çünkü Kur’an’da fiilin faili olarak insanın öne çıktığı çok sayıda âyet var. Fail insan olduğu halde, Allah’ın fail olarak öne çıkarıldığı âyetlerde şöyle bir özellik var.

Ortada gerçekten güzel bir iş var. Semud kavmi örneğinde olduğu insanlar gelmişler, öncesinde hiç insan eli değmemiş ovalarda medeniyet kurmuşlar. Dağları yontup oraları güvenli evlere dönüştürecek teknolojileri geliştirmişler.

İşte bu tür olaylara işaret eden âyetlerin tamamı şu mesajı veriyor: “Güzel dediğiniz bütün o işleri Allah’ın size emanet olarak verdiği nimetlerle yaptınız. Onun verdiği nimetler olmasaydı; eliniz, ayağınız, gözünüz, kulağınız ve aklınız olamayacağı için gelip buralara yerleşemeyecek ve hiçbir şey yapamayacaktınız. O yüzden bu nimetlerin Allah’tan olduğu gerçeğini bilin ve bu nimetleri kendinizden veya putlardan bilmek sûretiyle nankörlük etmeyin.”

Özetlersek bu açıklamalar bize şunu diyor: Kur’an baştan sona mesaj yüklü bir kitaptır. Âyetlerde geçen her bir kelime, çok önemli mesajlara vesile olabilir.

75, 76. Âyet: Ezilen Sınıfı Amaca Alet Etme Girişimi

İnsanlık tarihinde 17.18. asra kadar bütün dünya genelinde tek adam rejimi diyeceğimiz; krallar, hanlar, hakanlar tarafından yönetilen ülke ve devlet modelleri vardı. Bu modeller içinde genelde insanlar iki sınıfa ayrılıyordu, üstekiler ve alttakiler, zenginler ve fakirler, ezenler ve ezilenler, sömürenler ve sömürülenler.

Mutlaka bunun istisnaları vardı ama insanlık tarihinin genel görüntüsü buydu.

Kur’an bu âyetlerde, Semud kavmi üzerinden bu görüntüye ait bir fotoğrafı önümüz koyuyor ve o fotoğrafta ezilen insanlar için küçük görülüp ezilenler anlamında “mustaz’af” sıfatını kullanıyor.

Geçmişten günümüze insanlık tarifinde bir devleti, bir ülkeyi, bir topluluğu bir davayı bölmek parçalamak isteyenler genelde öncelikli olarak bu insanlara yaklaşmışlar. Onların yaşadıkları şartlardan memnun olmayacaklarını düşünerek, onları emellerine alet etmek istemişlerdir.

Bu âyette de aynen olmasa bile benzer bir şekilde bunun örneğini görüyoruz.

Hz. Salih’in davetine gelmeyen Semud kavminin ileri gelenleri, onun başlattığı hareketin önüne geçmek için en zayıf halk gördükleri insanların yanına gidiyorlar. Soruları ile onların kafalarını karıştırmak istiyorlar ama onlardaki şuuru görünce istedikleri sonucu alamıyorlar.

77. Âyet: Deveyi Kesmek, Meydan Okumaktı

Hz. Salih kavmine söylediği hiçbir şeyi kendi kafasından uydurup söylemedi. O bir elçiydi. Kendine vahyedileni bildirdi. Bu noktada ona isyan, onu gönderen Allah’a isyandı.

Bu isyan aynı zamanda şu anlama gelen bir meydan okumaydı. “Biz sana inanmıyoruz. Hiçbir şeyden de korkmuyoruz. İşte deveyi öldürdük. Haydi gelsin şimdi vaad ettiğin azap.”

Bu meydan okumadan sonra onlar şunu bekliyordu: “Bize hiçbir şey olmayacak, bizim doğru yolda Salih’in de yanlış yolda olduğu anlaşılacak.”

Bir sonraki âyette sonucun öyle olmadığını görüyoruz.

Okumaya devam.

78, 79. Âyet: Acı Son

Her Peygamber gönderildiği insanları en az evladı kadar sever. O yüzden her peygamber kavminin dünya ve ahiret saadetini sağlamak için gönderilmiştir. Davet ettiği insanlardan davetine gelmeyenlerin helak oluşuna da en çok üzülen yine onlardır.

80-84 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

HZ. LUT KISSASINDA ÖNE ÇIKAN KONULAR

Bu kıssanın Kur’an’a bakan yönüyle kronolojisini (Kur’an’da hangi sûrede hangi âyetler arasında geçtiğini) Kamer sûresinde (33-40 arası âyetler) bu konu ile ilgili âyetlerin tefsirinde verdik. Buradaki açıklamalarımız oradaki açıklamalarımızın devamı mahiyetinde olacak.

80. Âyet: Giriş Bölümü Atlanıp Gelişmeye Geçilen Kıssa

Hz. Lut’un kıssasının Kur’an’da hangi âyetlerde geçtiğini Kamer sûresinin tefsirinde açıklamıştık. Dikkat edilirse buradaki kıssalar içinde dört peygamber kıssasında (Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih, Hz. Şuayb) kıssaları genelde “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin” cümlesiyle başlıyordu.

Kıssalara kompozisyon olarak bakarsak, bu şekilde başlamaya giriş bölümü diyebiliriz. İlginçtir, Hz. Lut kıssasının anlatıldığı sûrelerin tamamında giriş bölümüne hiç değinilmez. Doğrudan gelişme bölümüyle başlanır. Bu durum Kur’an’ın kıssa anlatmada izlediği yöntemin bir sonucudur.

Biz bu sonuca Tefsir Usulümüzde (11) Peygamberlik Yasasında “Bir Peygamber Üzerinden Binlerce Peygamberi Tanımak Mümkün müdür?” başlığı altında değindik. Oraya atıfla şunu ilave edelim.

Kur’an’da ismi geçen ve geçmeyen bütün peygamberlerin görev tanımları bellidir. Varsayalım Peygamberlerin yapmaları gereken 25 görev olsun. Kur’an bir peygamber hakkında bu görevlerin tamamını anlatıyorsa, başka peygamberlerde bu görevler içinde 15, 10 ve 5 gibi farklı sayılar veriyorsa. Bunun okuyucuya mesajı şudur: “Haklarındaki bilgiler az olsa bile siz bütün peygamberleri 25 görev tanımını yerine getiren kişiler olarak değerlendirebilirsiniz.”

Bu değerlendirmeyi yaptığımızda, burada ve başka sûrelerde geçen bütün Hz. Lut kıssalarında şu ifadenin kıssaların baş tarafında yer aldığını düşünebiliriz; “Sodom halkına da Lut’u gönderdik. Lut onlara dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka hiçbir ilah yoktur…”

Özetlersek, her peygamber kıssası Kur’an bütünlüğünde okunmalıdır. Öyle bir okumada hakkında az bilgi verilen peygamberlerin, çok bilgi verilen peygamberlerle benzer özelliklere sahip olduğu anlaşılacaktır.

80. Âyet: Eşcinsellik Daha Önce Hiç Görülmedi mi?

Bazıları âyette geçen “Daha önce hiç kimsenin yapmadığı (eşcinsellik gibi) bir hayâsızlığı mı yapıyorsunuz?” cümlesinden yola çıkarak eşcinselliğin ilk kez Lut kavminde ortaya çıktığını zannediyor.

Eşcinselliği rızaya dayalı olan ve zorla (tecavüz) olan diye ikiye ayırsak, rızaya dayalı olan yani iki erkek veya iki kadın arasında başkalarından gizli olan şekliyle Lut kavminden önce de görüldüğünü söyleyebiliriz. Roma ve Yunan tarihlerinde bu konuda çok sayıda örnek görmek mümkün.

O yüzden burada kastedilen eşcinsellik, rızaya dayalı olmayan, o nedenle zulme dönüşen bir eşcinsellik. 80. âyetten bu tür bir eşcinselliğin ilk kez Hz. Lut kavmi zamanında görüldüğünü düşünebiliriz.

81, 82. Âyet: Eğrilerin Doğruları Eğri Görmesi

Bu âyetlerde Hz. Lut’un yaptığı uyarılara karşı alaycı bir dille verilen cevabı görüyoruz. Cevapta dolaylı olarak şu deniliyor: “Siz madem çok temizsiniz, o zaman aramızda daha fazla durup da kirlenmeyin. Bir an önce buradan gidin.”

Bu sözlerin arkasında şu soruların cevabını görüyoruz: Bir yerde emanet ahlakı olmazsa, ölçüler değişirse, insanlar “hayat benim” der ve dilediği gibi yaşarsa ne olur? Yani Allah’ın koyduğu ölçülerin/doğruların yerine beşeri olan ölçüler gelirse ne olur?

Cevap: Burada anlatılana benzer durumlar. Yani Allah’ın koyduğu ölçülere göre eğri olanlar, doğru olanları eğri görür. Eğri görenler çoğaldığında, kirlenme çoğalır, kirlenme çoğaldığında temiz olanlar problem olur.

Bu âyette temizlere şöyle bir mesaj var: Kirlenmeyi normal görürseniz, kirlenmeye karşı pasif kalırsanız, kirlenenlerin çoğunlukta olduğu bir toplumda şu ifadeleri siz de duyabilirsiniz: “Madem o kadar temizsin git başka bir yerde yaşa…”

Özetlersek, bütün bu ve benzeri sorunların arkasında emanet ahlakından mahrum olmak var.

83. Âyet: Hz. Lut’un İman Etmeyen Karısı Üzerinden Verilen Mesaj

Peygambere çok yakın olduğu halde iman etmeyen insan örneğini birden fazla Peygamberin hayatında görüyoruz.351

Bu ve benzeri âyetler bize şunu diyor: İman ve hidâyet noktasında bu dünyada hiçbir insanın garantisi yoktur. Peygamberin yakını olsanız dahi, ayağınızın kayma ihtimali her zaman vardır. O yüzden dikkatli olun. O yüzden adı günah ve haram olan her şeyden uzak durma gayreti ile yaşayın.

84. Âyet: Benzeri Görülmeyen Helak

Kur’an’da başka kavimlerin helakinden de bahsedilir. Bunun örneklerini yukarıda gördük. Ama hiçbir helak Lut kavminin helaki gibi acı bir sonla bitmemiştir. Bunun sebebi 80. âyette geçen şu cümledir: “Daha önce hiç kimsenin yapmadığı (eşcinsellik gibi) bir hayâsızlığı mı yapıyorsunuz?”

Bu hayasızlığı yapanlar, daha önce yeryüzünde hiç kimsenin yaşamadığı bir helaki yaşadılar.

85-90 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

HZ. ŞUAYB’IN KISSASI

İniş sırasından yaptığımız bir okumada, Hz. Şuayb’ın kıssası ilk kez burada karşımıza çıkıyor. Bu kıssayı gelecek sûrelerde, aşağıda numarasını verdiğimiz âyetler arasında göreceğiz.

A’râf Sûresi 5. yıl 85-93

Şuarâ Sûresi 6. yıl 176-191

Hûd Sûresi 8. yıl 84-95

KISSADA ÖNE ÇIKAN KONULAR

85. Âyet: Aynı İçinde Öne Çıkan Ayrı

Yukarıda her peygamberin görev tanımının birbirine benzediğini, birini tanıyınca diğerini da -ana hatlarıyla- tanımanın mümkün olabileceğini söyledik.

Bu özelliğe “aynı” dersek, bir de bu “aynı”dan “ayrı”lan özellikler var. Kur’an’da kıssaları uzun olan ve hakkında detay verilen peygamberlerde genelde ayrı bir husus öne çıkar; Hz. Âdem’de yasak ağaç, Hz. Nuh’ta gemi, Hz. Salih’te deve, Hz. Lut’ta eşcinsellik Hz. Musa’da asâ (baston) Hz. Şuayb’ta da terazi… Detaylara girdikçe bu “ayrı”lara yenilerinin eklendiğini de görebiliriz.

Bu “ayrı”ların her biri hayatın içinden birçok konuya karşılık geliyor. Bu konulara “sorun” dersek, peygamber kıssalar bu sorunlar karşısında çözümde bize örnek olan, örnek duruş sergileyen insanların hikayesi olur.

Bu tespitten sonra alttaki başlıklar üzerinden 85. âyete bakmaya devam edelim.

Terazi Üzerinden Verilen Mesaj

Burada terazi, doğruluk, dürüstlük, güven ve hak gibi bütün değerleri içine alan adaletin sembolüdür. Burada terazi ölçünün, dengenin ve her türlü aşırılıktan kaçınmanın sembolüdür.

Teraziye bu açıdan bakarsak, nasıl vücuttan alınan kan örneği, bütün vücut hakkında fikir veriyorsa terazi de öyledir. Terazilerin yanlış tarttığı, insanların da buna seyirci kaldığı bir toplumda,

Daha birçok şey sayılabilir…

Şöyle özetleyelim, terazinin eksik tarttığı bir toplumda insanı, kamil insan yapan, bir toplumu medeni yapan birçok şey eksik demektir.

Bu eksikler gelecek âyette örneklendiriliyor

86. Âyet: Terazi Bozuksa, Çok Şey Bozulmuş Demektir. Örnek…

86. âyet özelinden Hz. Şuayb’in kavmine bakarsak, terazinin bozuk olması, o toplumda başka şeylerin de bozuk olduğunun göstergesidir. İşte onlardan bazıları,

Bu tür âyetleri de şöyle anlayabiliriz; âyet bize öne çıkan birkaç örnek veriyor, sonra gerisini siz düşünün diyor.

Özetlersek, terazi bir şeydir ama ondaki bozukluk binlerce şeyin bozulduğunu gösteren bir göstergedir.

87. Âyet: Hüküm Verenlerin En Hayırlısı

Mahkemeler hakimlerin hüküm/karar verdikleri yerlerdir. Bu yerlerin sembolü de terazidir.

Ölçüden, tartıdan ve teraziden bahseden âyetten sonra “Allah hüküm verenlerin en hayırlısıdır.” denmesi birçok mesajı içinde barındıran bir cümledir.352

Âyetin verdiği mesajlardan biri şu olur: “Evet, Allah size hüküm verme özgürlüğü vermiştir ama bilin ki verdiğiniz her hükümden sorumlu olacaksınız. Verdiğiniz hükümlerin doğruluğuna veya yanlışlığına göre hakkınızda hüküm verilecek. Bunu dikkate alarak hüküm verin.”

Bu âyeti, teraziyle bağlantısına bakarak böyle anlayabiliriz. Fakat bu âyetin bir de iman edenlerin içinde bulundukları durumla da bağlantısı var.

Âyet baskılar karşısında “sabredin” diyor. Buradaki “sabredin” ifadesini Hz. Hud’un (as) kıssasında geçen “O haldebekleyin bakalım, ben de sizinle birlikte bekliyorum. (71)” ifadesi gibi anlayabiliriz.

“Öyle anlarsak ne olur?” sorusun cevabı için de o kıssada 71. 72. Âyetlerin tefsirinde “Üçüncü Nokta: Kur’an Sünnet Ölçülerinde “Beklemenin” Anlamı” başlığı altında yaptığımız açıklamalara bakılabilir.353

88-90. Âyet: Tehdit Karşısında Kararlı Duruş

Tehdit şu: “Ya bizim dinimize354 dönecek bizim gibi inanacaksınız ya da burayı terk edeceksiniz.” Bu tehdit karşısında “Terk etmezsek ne yaparsınız?” sorusunun cevabı belliydi…

Bu tehdit karşısında Hz. Şuayb âyette ifade edildiği şekliyle muhteşem bir duruş sergiliyor. Burada müşriklerin “din” dediği şeye Allah’ın razı olmadığı her türlü inanç, düşünce, hayat tarzı olarak bakabiliriz. Böyle bakarak bu duruşu bütün zamanlara taşırsak, bu duruşun anlamı şu olur. “Bizim inandığımız dini bırakıp Allah’ın razı olmadığı bir yaşam tarzını benimsememiz mümkün değildir.”

Bu noktada “Ben Müslümanım” diyen her insan bir nefis muhasebesi yaparak kendine şu soruyu sorabilir: “Allah’ın razı olmadığı hayat tarzına ait söz ve davranışlar (tercihler, beğeniler, sevmeler, uygulamalar) benim hayatımda var mı?”

Bu sorunun cevabını kendimiz dahil okuyucularımıza bırakıyoruz…

Tefsirimize şu alt başlıkla devam edelim

“Kimin Mülkünden Kimi Kovuyorsun”

Hz. Şuayb’ın karşısındaki müşrikler, 88. âyette iman edenleri “Ya bizim dinimize dönecek bizim gibi inanacaksınız ya da burayı terk edeceksiniz.” Diyerek tehdit etmişlerdi.

Allah (cc) bu tehdite helak ile cevap veriyor. Burada iman etmeyenlerin helaki şu anlama geliyor: “Mülk Allah’ındır. Kimin mülkünden kimi kovuyorsunuz. Burayı onlar değil siz terk edeceksiniz.”

91-93. Âyet: Helakin Rahmet Olan Tarafı Ceza Olan Tarafından Daha Büyüktür

Genelde sonu helak ile biten her kıssada kıssanın öncesinde yaşananlar, helak hükmünün gerekçesi oluyor.

Tefsir Usulümüzde (14) Helak Yasasında anlattık eğer Hz. Şuayb’a iman etmeyenler “Sizin inançlarınıza saygı duyuyoruz. Sizin dininiz size bizimkisi bize, herkes dilediği gibi inansın.” deselerdi, inanmamalarının cezaları ahirete kalacaktı. Ama tam tersi bir davranış gösterince zalim oldular ve yaptıkları zulmün tadımlık olan kısmını dünyada tattılar. Gerisi ahirete kaldı.

Yine Helak Yasasını hatırlatarak tadımlık ifadesini açalım. Ahiretteki ceza ile kıyaslandığında dünyadaki hiçbir helak zalimlerin hak ettikleri ceza değildir. Büyük cezadan bir parçadır. Bu cezanın rahmet olan tarafı ceza olan tarafından daha büyüktür. Her zalimin olduğu yerde mazlum vardır. Zalimlerin zulmünden kurtulmak mazlumlar için rahmettir.

Her insanın zalim olmasa bile içinde zalim olma potansiyeli vardır. Zalimlere verilen ceza, arkadan gelecek zulümlere karşı caydırıcı bir rol oynaması yönüyle de rahmettir.

94-102 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

BURAYA KADAR OLAN DEĞERLENDİRMELERİN KISA ÖZETİ

Kur’an’da önce soyutu anlatma sonra o soyutu somut örneklerle açıklama çok sık karşımıza çıkan bir yöntem. A’râf sûresinin baş tarafında, (11-30 âyetler arasında) diğer kıssalara nispeten oldukça uzun ve detaylı olarak Âdem-İblis kıssası anlatıldı. Bu kıssanın yaşandığı yer bizim için soyut bir âlemdi. Soyut âlemde geçen bu kıssanın somut âleme mesajını “Tarafını seç!” ifadesiyle özetledik.

11-30 arası âyetlerde soyut olarak anlatılan tarafını seçme olayı, 59-93 arası âyetlerde somut örnekler üzerinden anlatıldı. Beş peygamber kıssasında (Hz. Nuh, Hud, Salih, Lut, Şuayb (as)) Allah’ın razı olduğu tarafı seçenlerin ve seçmeyenlerin hikayesini okuduk.

Şimdi (94-102 arası) tekrar soyut anlatımların öne çıktığı âyetleri göreceğiz. Bu soyut anlatımları, tekrar somut anlatımlar takip edecek.

103-171 arası âyetlerde Kur’an’da hakkında en fazla detay olan Hz. Musa’nın (as) kıssasına başlayacağız.

Bu kısa özetten sonra 94-102 arası âyetlerin tefsirine geçebiliriz.

(94) MUSİBETLER RAHMETTİR

Tefsir Usulümüzde (8) İmtihan Yasasının altında Bela Musibet Yasasından bahsettik. O bahsin ve Kalem sûresi 33. âyetin tefsirinde yaptığımız açıklamaların devamı olarak burada şunları ifade edelim.

Bu dünyada Allah (cc), adına “nimet” dediğimiz her şeyi doğumla birlikte bize verir, sonra ya ölümle birlikte tamamen alır ya da ölümden önce (hastalık, kaza, bela ve ihtiyarlık gibi sebepler üzerinden) yavaş yavaş alır.

Bu bir yasadır ve bu yasadan muaf insan yoktur. 94. âyette bu yasanın arkasında Allah’ın Rahmân ve Rahîm ismini görüyoruz.

Bu âyette şu noktalar öne çıkıyor.

Bu noktada insana verilen mesaj şudur:

Ey insan!

Vahyin mesajına kulak verip musibetlere bu açıdan bakarsak, onların rahmet olduğunu görürüz. Bu gerçeği gördüğümüzde şikâyet etmek yerine sabır ve hamd ile musibetten payımıza düşen dersi almaya çalışırız.

(95) YOKLUKTAN SONRA VARLIKLA İMTİHAN

Allah hem almak sûretiyle yoklukla hem de bol bol vermek sûretiyle varlıkla imtihan eder. 94. âyette yoklukla ve sıkıntı ile imtihanı gördük. 95. âyette varlıkla imtihanı görüyoruz.

Her iki imtihan da imtihan dünyasının dekorunu gösterir. Geceyi gündüzün takip etmesi gibi yokluğu varlık, varlığı yokluk, zorluğu kolaylık, kolaylığı zorluk, üzüntüyü mutluluk, mutluğu üzüntü takip eder.355

Bu durum Kur’an’da şöyle ifade edilir: “(Biz, imtihanın zorluk ve kolaylık gibi zıtlar üzerinden yapıldığı) bu günleri insanlar arasında (böyle) döndürür dururuz.”356

Burada Soru: Şu Her İnsan Bunun İmtihan Olduğunu Anlar mı?

Âyette yaptığımız parantez arası açıklamalar bunun her insan tarafından anlaşılmayacağını gösteriyor.

Bu dünyada her nimetin alınması ve verilmesi aradaki sebepler üzerinden olduğu için, bazı insanlar şöyle düşünür: “Bu yokluk ve varlık, zorluk ve kolaylık dediğiniz şeyler bu dünyanın tabiatında var. Bakın geçmişte atalarımızın hayatına, benzer hadislerin sürekli tekrar ettiğini göreceksiniz. O yüzden her konuyu dinle, imanla, imtihanla açıklamaya gerek yok…”

Özetlersek, vahyin mesajını anlamak herkese nasip olmuyor…

(96) İMAN EDERSEM DÜNYADA İŞLERİM İYİ GİDER Mİ?

Bu âyet Kur’an bütünlüğünde okunmadığında, zannediliyor ki, iman edersek, Allah bize göğün yerin bereket kapılarını açacak. Bu zannı günlük hayatta “Bak kardeşim abdestini al, namazın kıl, zekatını ver, bak işlerin nasıl düzelecek.” şeklinde de duyabiliriz.

Bu âyeti anlamak için birkaç noktaya yoğunlaşmamız gerekiyor:

Birinci Nokta: Bereket İkiye Ayrılır

Maddi bereket, manevî bereket. Maddi bereket dünyaya bakar. Manevî bereket ahirete bakar.

Berekete böyle baktığımızda, bu âyette kastedilen bereketin maddi bereket olduğunu anlıyoruz. Bunu Allah (cc) geçmişte peygamber gönderdiği bazı kavimlere vaad etmiş. Bu vaatleri günümüzde devletlerin -ihmal edilen işler ve bölgeler için- yaptığı teşvik kredilerine benzetebiliriz.

Bu açıklamadan sonra ikinci noktaya geçebiliriz

İkinci Nokta: İmtihan Dünyasının Dekoru

İmtihan dünyasında Allah’ın kullarını teşvik etmek için maddi anlamda bolluk bereket vermesi kalıcı bir vaad değildir. İmtihan dünyasının gereği, yukarıda ifade ettiğimiz gibi verilen her nimet alınmak üzere verilir. Alma işi ölümle birden olabileceği gibi, ölmeden önce eksilterek de olabilir.

Bu noktada şu âyete kulak verelim:

155. Andolsun ki (Biz) sizi (imtihan dünyasının bir gereği olarak, “Her değerin elde edilmesinin bir bedele bağlanması” kuralı gereğince) biraz korku ve açlık (yaşatmakla, bir gün elinizden çıkması mukadder olan) mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma ile deneriz. (Verildiğinde şükredenlerin, alındığında ne yaptığına bakarız. Ey Peygamber! Sen alındığında isyan etmeyip) Sabredenleri müjdele!

Özetlersek, maddi bereket kalıcı değildir. Olursa hamd edilir, olmazsa şikâyet edilmez. Meşru yollardan o bereketi elde etmek için gereken sebeplerini yerine getirme gayreti gösterilir.

Manevî bereket kalıcı berekettir. Önceliği bu bereket olanlar, imtihan dünyasının dekorunu bilirler ve bildikleri için de varlıkta şımarmazlar, yoklukta isyan etmezler. Her iki durumda da Allah’ın razı olduğu duruşu sergileme gayreti gösterirler.

(97-99) DÜNYANDA İMAN YOKSA, KORKU VARDIR

Tefsir Usulümüzde (1) İnsan Yasasında “Dünya, Mevcut Dekoru İle Her İnsanı Korkutur” ve “Korkunun İlacı İmandır” başlıkları altında bu âyetlerde öne çıkan konuya değindik. Burada yapacağımız açıklamalar, o başlıklar altında yazdıklarımızın devamı olacak. Bu âyetleri anlamak için cevabını arayacağımız sorulardan ilki şu olacak.

Azap Nedir?

Azabı genel anlamda insana maddi-manevî acı veren her şey olarak tarif edebiliriz. Azabı 1’den 100’e kadar derecelendirirsek, Cehennem azabına100 birimlik azap diyebiliriz.

Onun altında yokluğa, hiçliğe gitme, sevdiği her şeyden ebediyen ayrılma ve mahrum olma, malını, mülkünü kaybetme gibi birçok şeyi sayabiliriz.

Acının olduğu yerde korku olur. Korkunun olduğu yerde en çok aranan güvendir. Bu üç âyette geçen “emin” kelimesi, güven manasını da içine alan iman kelimesiyle aynı kökten gelir.

Dünyanın dekoruna ait bu ontolojik tespitten sonra âyetlerin tefsirine gelirsek, üç âyette geçen üç soru karşısında bu dünyadaki hiçbir insan “Ben kendimi mutlak manada emniyette ve güvende hissediyorum.” diyemez.

Neden diyemez? Çünkü bu dünyanın dekoru, şu cümleleri kurmaya izin vermiyor?

Bu cümleleri kurmaya izin vermeyen dünya insana korku verir. Bu dünyada korkunun ilacı imandır.

Bu makamda iman şu anlama gelir: “Ben, beni dünyaya gönderen Allah’a iman ediyorum. Bu iman bana güven veriyor.”

Bu güveni bulan insan bu dünyada huzur bulur. Bu huzur, bu dünyada olan her şeyin imtihan dünyasının bir gereği olduğunu bilmenin, olan her şeyin arkasında Allah’ın olduğunu bilmenin, bu dünyada kaybedilen her şeyin ahirette ebedi olarak verileceğini bilmenin arkasından gelen bir huzurdur.

(100-102) ÂYETLERİN KISA AÇIKLAMALARI

100. Âyet: Acıyı Hissetmemek Acı Bir Şey Olabilir mi?

Önceki âyetlerde dedik ki, bu dünyanın dekoru insana acı ve korku verir. Biri çıksa dese ki, ben bu acıyı hissetmiyorum.

İşte bu acıyı hissetmeme Kur’an’da “kalplerin mühürlenmesi” olarak anlatılıyor. Biz buna manevî felç diyoruz.

Maddi felci biliyoruz; varsayalım birinin belden aşağısı felç oldu. Biz bu kişinin ayaklarına acı verecek hangi işlemi yapsak, bu kişi diyor ki, ben acı hissetmiyorum. Bu hissetmeme iyi güzel bir şey değildir. Bunun normali hissetmektir.

Aynen bunun gibi iman olmadan bu dünyada hissedilecek şeyin adı korkudur. Aranacak şeyin adı da bu korkuyu giderecek olan güven yani imandır. Normal olan budur.

Bu korku hissedilmiyorsa, bunun sebebi kalplerin mühürlenmesidir.

Peki, Kalplerin Mühürlenmesi Ne Demek?

Tefsir Usulümüzde (8) İmtihan Yasasının altında Takdire Göre Tercih Yasasında anlattık. Burada 100. âyette geçen “Kalplerin mühürlenmesi” kişinin tercihlerin sonucunda Allah’ın takdirdir.

Basit bir örnekle anlatalım. Varsayalım bir lokanta var. Bu lokanta müşterilerine ve yasa koyucu olan devlete karşı kendini sorumlu hissetmiyor. Bu his kaybı sebebiyle lokanta temiz değil, çalışanların davranışları düzgün değil, yemeklerin içinden kıl, böcek gibi şeyler çıkıyor. Belediye bu lokantayı defalarca uyarıyor. Lokanta sahibi bu uyarıları dikkate almayıp, yanlışlarda ısrar edince, zabıta ekipleri gelip lokantayı mühürlüyor.

Aynen böyle olmasa da kalplerin mühürlenmesi de buna benziyor. Bu noktada kalbin mühürlenmesi takdir oluyor, işlenen günahlar bu takdirin sebebi oluyor.

Burada bir soru daha soralım,

Biz Bir İnsana “Senin Kalbin Mühürlenmiş” Diyebilir miyiz?

Müslüman olmayı ciddiye alan, ağzından çıkan her sözün ahirette hesabını vereceğini bilen bir mümin böyle bir şey diyemez.

Bir insanın kalbinin mühürlendiğini bilmek biz insanlar için gaybi bir konudur. Gaybı sadece Allah bilir. Allah’ın bildiği sahada söz söylemek, Sadece O’nun bildiği bir bilgiye ortak olmak anlamına geleceği için şirke sebep olabilir.

O yüzden bu konularda başkaları için hüküm cümleleri kurmaktan kaçınmalı. Kendimiz için de nefis muhasebesi yaparken şöyle düşünebiliriz: Günaha girdiğimde hiçbir üzüntü hissetmiyorum acaba kalbi mühürlenenlere mi benziyorum?”

Bu düşüncede de daha ileri gidip “Kalbim mühürlenmiş” dememeli. Bunu demek de insanı ümitsizliğe sevk edebilir.

Bütün bunları dikkate aldığımızda, birine “kalbin mühürlenmiş” demek bize düşen bir vazife değil. Bunu sadece Allah (cc) diyebilir. “O’nun demesinin hikmeti nedir?” denirse, hikmetlerinden biri bize şu mesajı vermektir: Dikkat edin! Kendilerine apaçık deliller geldiği halde Allah’ın razı olmadığı tercihleri yapmakta ısrar eden toplumlara benzerseniz, (kalplerin mühürlenmesi gibi) onların yaşadıkları sonuçları yaşayabilirsiniz. Bu sonucu yaşamak istemiyorsanız, bu sonuca götürecek yanlışlardan uzak durun.”

Özetlersek, 100. âyetten şunu anlıyoruz. Müşriklerin Allah’ın azabından emin olmaları, tercihlerinin onlara büyük acılar yaşatacak sonuçlarını anlayamamaları, kalplerinin mühürlenmesinin bir sonucudur. Bu sonucun kendisi de ahirette verilecek büyük cezadan önce dünyada verilen cezalardan biridir.

101. Âyet: Bu İlk Değil Son da Olmayacak

Bu âyet Peygamberimizin şahsında geleceğe dönük olarak bizi ve bütün insanları uyarıyor. Bize denilen şu: Hata da ısrar etmek İblis/şeytanla başlayan ve kıyamete kadar devam edecek bir yanlıştır. İnsan olduğunuz için hata yapma yanlışından kurtulamazsınız ama atanız Âdem’den ders alıp hatada ısrar etme yanlışından kurtulabilirsiniz.

Bu yanlıştan kurtulamayanları bekleyen son, manevî ölüme eş değer olan kalplerin mühürlenmesidir. Yaşarken ölmek istemiyorsanız, hatalarında ısrar edenlerden değil, onlardan ders alıp tevbe edenlerden olun.

102. Âyet: İnsan Doğasının Fotoğrafı

Bu âyete yukarıda anlattıklarımızın devam olarak bakarsak. Bu âyet insan denilen varlığın iç dünyasını gösteren bir fotoğraf olarak önümüze çıkıyor.

Bu fotoğrafı bir kurgu içinde anlatalım.

Dünyadaki bütün insanları bir salona toplamak mümkün olsaydı ve onlara şu soruyu sorsaydık, “Yaptığınız hatalardan sonra, doğru yoldan çıkmama, bir daha hata yapmama sözü verir misiniz?”

Bu soruyu insanlar “Evet” cevabı verseydi ne olurdu?

İşte 102. âyet bu sorunun cevabını veriyor. “Sözlerinde durmazlar, bir süre sonra doğru yoldan çıkarlardı.”

Bu âyet bu noktada bizi bir sonraki kıssaya bağlıyor. O bağlantıyı şu soru üzerinden kuruyoruz, “İnsanlık tarifinde Allah’a en fazla söz veren ve verdikleri sözden en fazla dönen kavim kimdir?”

İşte gelecek kıssa bu sorumuza “İsrâiloğullarıdır” cevabını veriyor.

Bu cevap Kur’an’da çok zaman birbirinden bağımsız inen âyetler arasındaki muhteşem uyumu da gösteriyor.

103-137 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

İSRAİLOĞULLARI,

HZ. MUSA VE FİRAVUN

KISSASI

Bu kıssa, Kur’an’da kıssalar içinde en uzun ve en detaylı olan kıssaların başında geliyor. Yaklaşık rakamlarla ifade edersek, bu kıssadan bahseden âyet sayısı 750; bu rakam Kur’an’ın bütün âyetleri içinde yaklaşık %12’lik bir dilime karşılık geliyor.

İniş sırası üzerinden yaptığımız okumada Kur’an, önceki sûre ve âyetlerde bu kıssadan çok kısa bir şekilde bahsetti; Kamer sûresindeki 41-45 arası âyetleri saymazsak, kıssa iniş sırasında en uzun şekliyle burada karşımıza çıkıyor.

Bu bölüme kıssanın “giriş bölümü” diyoruz. O nedenle, bu kıssa hakkında bilinmesinde fayda olduğunu düşündüğümüz birtakım kavramları ve temel bilgileri bu bölümün başında vermek istiyoruz.

İBRANİ,

Bu kavram Hz. İbrahim’den onun (oğlu İshak’tan) torunu olan Hz. Yakub’a kadar olan dönemdeki Yahudileri tanımlamak için kullanılan bir terimdir. Bu terim üzerinden Yahudiler kendilerini Hz. İbrahim’e nispet eder ve ona atamız derler.

İSRAİLOĞULLARI

Hz. İbrahim’in İsmail ve İshak isminde iki oğlu vardı. Onun nesli bu iki oğul üzerinden devam etti. Hz. Yakub Hz. İshak’ın oğluydu. İsrail kelimesi Hz. Yakub’un unvanıydı. Onun neslinden devam edenlere bu unvan nedeniyle İsrâiloğulları denildi.357

Bu kelime terminolojide Hz. Yakub’tan Babil sürgününe (MÖ 700- 587) kadar geçen zaman diliminde yaşayan Yahudileri tanımlamak için kullanılır.

İsraioğullarının ilk yurdu/yerleşim yeri Kenan diyarı olarak adlandırılan Filistindir. Bu kavim orada çıkan kıtlık nedeniyle Hz. Yusuf zamanında Mısır’a gelip yerleşmiştir. Bu kavim, Hz. Yusuf’un zamanından sonra gelen Firavunlar tarafından ikinci sınıf vatandaş görülmüş ve kendilerine köle muamelesi yapılmaya başlanmıştır. Bu muamele nedeniyle Mısır İsrailoğularının esir ve köle oldukları bir açık hava hapishanesine dönüşmüştür.

Hz. Musa’nın mücadelesi bu noktandan sonra başlamış, onları esaretten kurtarmak için büyük mücadele vermiştir. Kur’an’da Hz. Musa ile ilgili tüm kıssaların birinci bölümü buradan başlar. İkinci bölümde; hicretle buradaki esaretten kurtulmanın ardından yaşanan gelişmeler anlatılır.

YAHUDİ

Bu isim Babil sürgününden günümüze kadar kullanılan bir isimdir. Bu isim Babil’deki yerel halk tarafından verilmiştir. O dönemden sonra İsrâiloğulları Yahudi olarak anılmıştır. Kur’an’da bu kelime Hâdû ve Yehûd358 şeklinde geçer.

MUSEVÎ

Bu kelime “Hz. Musa (as) benim peygamberim, ben onun tebliğ ettiği dine mensubunum” anlamına gelen bir ifadedir.

HZ. MUSA (as)

Hz. Musa (as) İsrâiloğulları peygamberleri içinde en fazla öne çıkan peygamberlerden biridir. Kendisine Tevrat verilmiştir. Yahudiler tarafından tarihte Yahudilik dininin temellerini atan ilk peygamber olarak bilinir.

TEVRAT

Kelime olarak töre, kanun, yasa anlamına gelen Tevrat kelimesi Hz. Musa’ya indirilen kitabın ismidir. Yahudilerin yazılı metinlerde Tevrat Tanah ismi verilen kutsal metinlerin içindeki üç bölümden biridir.

Tanah 24 bölümden oluşur.

Özetlersek günümüzde Yahudilerde Tanah bütün kutsal yazılı metinlerin ortak adıdır, Tevrat ise Tanah’ın içindeki üç bölümden birincisidir.

TAHRİF

Bir şeyin manasını bozarak değiştirmek anlamına gelen tahrif kelimesi Kur’an’da Tevrat ve İncil359 için kullanılır.

Kur’an’ın Hz. Musa ve Hz. İsa ile ilgili kıssaları anlatmasının en büyük sebeplerinden birisi bu tahrif konusudur.

Bu konuya ilgili âyetlerde değineceğiz.

ARZ-I MEVÛD

Arz-ı Mevûd, Vaad Edilmiş topraklar anlamına gelen bir ifadedir. Bu ifadeye göre Allah (cc) İsrâiloğullarına bugün orta doğu dediğimiz coğrafyada Nil’den Fırat’a kadar bölgeyi onlara vaad etmiş.

Tevrat’a göre360 bu vaad/söz Hz. İbrahim’e, Hz. İshak’a, Hz. Yakub’a, Hz. Musa’ya ve onun arkasından gelenlere verilmiştir. Bu vaadin referanslarını Kur’an’da da görmek mümkün.361

Allah (cc) bu vaadi Hz. Davud ve Hz. Süleyman’ın yönetici olduğu zamanlarda fazlasıyla gerçekleşmiştir.

Günümüzde bazı Yahudiler bu vaadin hâlâ geçerli olduğuna inandıkları için, vaad edilen toprakların hâlâ sahibi olduklarını iddia ediyorlar.

Bu konuda Allah’ın ölçüleri bellidir. O ölçülere göre Allah (cc) katında üstünlük insanın doğduğu ülke ve yaşadığı topraklarla ilgili değildir. Kâbe’ye en yakın evde doğsanız da o doğumun size bize getirdiği hiçbir avantaj yoktur. Aksine yüklediği sorumluluklar olabilir.

Bu konuya ilgili âyetler geldiğinde değineceğiz.

Şimdi aşağıdaki başlıklarla “giriş bölümü”ne devam edelim.

BU KISSAYI SEMBOLLER ÜZERİNDEN OKUMAZSAK NE OLUR?

Eğer Kur’an’a sadece bir asra hitap eden bir kitap diyorsak, bu kıssayı üzerinden hiçbir yorum yapmadan Arapçasından sevap kazanmak için okur geçeriz. Böyle bir okumada kıssanın her asra verdiği engin ve zengin manayı yaşandığı zamana hapsederiz. Bunun sonucunda Kur’an, düne bugüne ve yarınlara hiçbir şey demeyen bir hikaye kitabına dönüşür.

Kısaca bu ve benzeri kıssaları semboller üzerinden okumazsak bunlar ve daha fazlası olur.

O yüzden kıssaları semboller üzerinden okumak çok ama çok önemlidir.

Tefsir Usulümüzde (22) Kıssa (Hikaye) Yasasında bahsettiğimiz gibi böyle bir okumada en çok dikkat edilecek husus, yapılan yorumlara “mutlak doğru budur.” dememektir. Bütün yorumları Biz böyle değerlendirdik ama en doğrusunu Allah bilir (Allahü a’lem)”, ifadesiyle bitirmek gerekir.

Biz de burada ve bütün kıssalarda altını çizdiğimiz noktaya dikkat ederek yorumlar yapacağız.

BU KISSADA ÖNE ÇIKAN SEMBOLLER

Burada öne çıkaracağımız semboller, bu kıssanın geçtiği gelecek sûre ve âyetlerde sürekli referansımız olacak.

İSRAİLOĞULLARI

İsrâiloğulları konusunu iki noktada ele alacağız.

Birinci Nokta: Genel anlamda İsrâiloğulları merkezinde insan olan bir toplumdur. Bütün zamanlarda bireyi ve toplumu temsil eder.

Bir de özel anlam var. Buna dar anlam da diyebiliriz.

Bu anlamıyla İsrâiloğulları eksiden artıya, aşağıdan yukarıya, kötüden iyiye, pasiften aktife, vagondan lokomotife dönüşmesi istenilen her bireyi ve toplumu temsil eder.

İkinci Nokta: İsrâiloğulları Hz. Musa’ya iman etmiş mümin ve Müslüman bir topluluktur.

Bu yönüyle, bu sembol üzerinden Kur’an’ın indiği asırdaki ilk muhataplardan,

Peygamberimize verilen mesajlardan biri şudur: Ey Muhammed! Yürüyeceğin yol geçmiş peygamberlerin yürüdükleri uzun bir yol. Bu yolda “Neler yaşarım, başıma neler gelir?” diyorsan, bunu insanlık tarihinde en iyi gösteren örneklerin başında İsrâiloğullarını görürsün. Onlara baktığında gelecekte yaşayacağın sorunları görebilirsin. Onlara iyi baktığında, onlardan ders aldığında, gelecekte yaşayacağın birçok sorunu daha yaşamadan yoluna devam edersin.

Sahabilere verilen mesajlardan biri şudur: “Bir Peygamberin arkasından yola çıkarsak, yolda neler yaşarız” diyorsanız, bunu geçmişte en kapsamlı gösteren örneklerden biri İsrâiloğullarıdır.

Onlar içinde dönenler de oldu, “ölsem de dönmem” diyenler de oldu, onlar içinde peygamberine yük olanlar da oldu, peygamberinin yükünü hafifletenler de oldu. Bu kıssada kendinizi görün. Yük olanlardan değil, yük alanlardan olun.

Bu kıssayı günümüze getirip bakarsak, Müslümanların önünde bir şekilde lider pozisyonunda olan her mümin Peygamber Efendimize verilen mesajlara kulak verir. Bir liderin arkasında olan her mümin de Sahabilere verilen mesajlara kulak verir.

HZ. MUSA (as)

Hz. Musa (as) birçok şeyin sembolüdür. Onun günümüze sembol olarak verdiği mesajlara ilgili âyetler geldikçe değineceğiz. Burada İsrâiloğullarının dönüştürülmesi (geliştirmesi, terakki ve tekamül yolculuğunda onlara rehberlik etmesi) açısından bakarsak, Hz. Musa (as) kölelik (zillet, esaret, tembellik, karamsarlık, gayesizlik, putperestlik) damarlarına işlemiş bir toplumu dönüştürme iradesini ortaya koyan ve bunun zorluklarını yaşayan, bu zorlukları aşmanın yolunu ve yöntemini ortaya koyan bir liderdir.

Onun bu yönü, evinde çocuklarının karşısında, ülkesinde halkının karşısında lider konumunda olan her yöneticiye çok önemli dersler verir.

Biz bu derslere de ilgili âyetler geldikçe değineceğiz.

FİRAVUN VE KAVMİN İLERİ GELENLERİ

Bunlar da bir semboldür. Bu semboller bütün zamanlarda inanç ve ibadet özgürlüğüne izin vermeyen, insan hakları ihlalinde en önde gelen bütün zorba, baskıcı, otoriter dikta rejimlerini temsil ederler.

Firavun ve çevresinin sembolik anlamı çok geniştir. Buna da ilgili âyetler geldikçe değineceğiz ama burada şunu da ilave edelim.

Firavun ve onun başında olduğu sistem, bütün zamanlara şu iki sorunun cevabını en iyi şekilde veren örnektir: Tağut kimdir? Tağuti düzen nedir?362

SİHİRBAZLAR

Sihirbazlar bütün zamanlarda yukarıda tarifini yaptığımız firavun düzenini ayakta tutan bütün “yandaş”ları temsil eder; gelecek bir menfaat uğruna, sistemin emrine giren, sistemin gösterdiği hedeflerin üzerine yürüyen, bütün yeteneklerini o hedefi ortadan kaldırmak için kullanan satılmış insanları temsil eder.

Sihirbazın bilinen tanımının363 yanına bir tanım daha koyarsak, sihirbazın en büyük özelliği gerçekte olmayan bir şeyi olmuş gibi göstermesidir. Daha basit ifadeyle ustaca kandırma, aldatma sanatıdır. Bu özelliği öne çıkardığımızda sihirbazın günümüzdeki karşılığı -amacı dışında- halkı kandırmak için kullanılan medya olur.

Bunun o kadar çok örneği var ki, mesela bakıyorsunuz birtakım güçlü ülkeler, bazı zayıf ülkelerin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına “çökmek” için medya ile önceden zemin hazırlıyor, sonrasında yaptığını meşru/hukuki olarak göstermede medyayı kendine alet ediyor.

MUCİZE

Kur’an’daki bütün mucizelerin, bütün zamanlara ortak mesajı şudur: “Mucizeden çok şey beklemeyin. Mucize görmekle, çok iyi dindarlık arasında doğrusal bir orantı olsaydı, insanlık tarihinde en dindar insanları birçok mucizeye şahit olan İsrâiloğulları olması gerekirdi.”

Biz bu mesajı çok önemsiyoruz. Zannedildiği gibi mucizelerin çok öne çıkması bir dini veya o dinin peygamberini yüceltmez, güçlendirmez. Aksine şöyle bir algıya neden olur; “Demek ki, dini konuların makul bir izahı yok. İkna edici deliller üzerinden makul bir izah yapmak yerine, sürekli mucizeleri öne çıkarmışlar.”

Ayrıca Tefsir Usulümüzde (13) Mucize Yasasında anlattığımız gibi Peygamberlerle birlikte mucize yasası değişmiştir. Artık mucize yok. Bu gerçeği kabullenemeyen bazı insanlar, mucizeyi dinin olmazsa olmazı zannetmenin bir sonucu olarak, kerameti öne çıkarmak istemişler.

Peygamber Efendimizden sonrası için konuşursak şunu çok net bir şekilde ifade edebiliriz. İslam dininin tanıtılmasında, anlatılmasında hiçbir mucizeye ve keramete ihtiyaç yoktur.

Yaratılan âyetlerin (kâinat) ve indirilen âyetlerin (Kur’an) varlığı onun hak olduğuna en büyük şahittir. Mucize konusunda Tefsir Usulümüzdeki yasanın okunmasını önemle tavsiye ediyoruz.

ASA-I MUSA

Hz. Musa’nın mucizeleri içinde en fazla dikkat çeken mucize baston anlamına gelen asâ ve yedi beyza olarak ifade edilen beyaz eldir.

Aşağıda Yedi Beyzanın sembolik anlamına Hz. Âdem’le bağlantısı kurarak değineceğiz.

Burada asâ-ı Musa üzerine konuşursak şunu diyebiliriz. Bu asâ elde az ve zayıf gibi görülen bütün imkanların sembolüdür. Bu sembolün bütün zamanlara mesajı şudur:

Karşınızdaki düşman (sorun/problem, zorluk/engel) firavun kadar büyük olabilir. Elinizdeki imkanlar da bir asâ kadar basit ve zayıf olabilir. Böylesi durumlarda şunu hiç unutmayın, arkasında Allah olanın önünde hiç kimse duramaz. Bir başka mesaj: Allah’ın size verdiği imkanları ufak görmeyin, onların hakkını verdiğinizde, onlar daha büyük imkanların mukaddimesi olur. Bu yönüyle, Asâ-ı Musa bütün zamanlarda ümidin ve eldeki en zayıf imkanların sembolü olur.

MISIR’DAN HİCRET

Mısar’a Firavunun kurduğu sistem üzerinden bakarsak, gücün ve hakimiyetin sembolüdür.

İsrâiloğulları tarafından bakarsak güç karşısında esaretinin mahkumiyetin sembolüdür.

Mısır’dan hicret ise bedeli ödendiğinde kölelikten özgürlüğe ve mahkumiyetten hakimiyete geçmenin mümkün olduğunun sembolüdür.

Konuya bireysel bakar ve bir enfusi (içimize, nefsimize dönük) okuma yaparsak, Mısır, manevî hicretle mahkumu olduğumuz nefsin heva (fücur, emmare) tarafından kurtulup, takva (levvame, mülhime, mutmainne, mardiye, radiye, safiye, kamile) tarafına geçişin sembolüdür.

ARZI MEVÛD

Vaad edilmiş topraklar anlamına gelen arz-ı mevûdun teknik tarafına yukarıda değindik. Burada sembolik tarafına bakarsak; arz-ı mevûd İsrâiloğulları gibi kendini bitmiş, tükenmiş, ümitsiz ve çaresiz gören birey ve toplumlara hedef vermenin, hedef vererek dönüştürmenin sembolüdür. Tersinden bakarsak, gayesi, hedefi, amacı olmayan toplumlar dönüşemez demektir.

Hedef aynı zamanda bir değerdir. Hedef vermek demek, etikette yazan değer için bedel ödemeniz gerekiyor demektir. Allah (cc) Hz. Musa (as) üzerinden İsrâiloğullarına hedef göstermiştir. Onların Mısır’dan hicreti bu hedefe giden yolda bedel ödeme hicretidir.

İsrâiloğulları bu bedeli ödemekte tembel davranmışlardır. O yüzden değere ulaşmaları biraz gecikmiştir. Hz. Davud ve Süleyman zamanda bedelin ödenmesi tamamlandığında, vaad edilen değer, bir medeniyet olarak verilmiştir.

Bu açıdan baktığımızda arz-ı mevûd vaad edilen değerlerdir. Bu değer, yüksek ahlaki vasıflara sahip örnek bir toplum olmaktır. Bu değerin belli bir yeri ve zamanı yoktur. Allah’ın yasalarındaki işleyişe göre -Allah’ın dilemesine bağlı olarak- bedelini ödeyen herkese her yerde ve her zaman verilir.

Bu tespitin altını çiziyoruz. Çünkü bazıları bu vaadi sadece İsrâiloğulları ve onlara vaad edilen topraklar üzerinden değerlendiriyor. Allah’ın yasalarındaki işleyiş, bize bu konuya daha geniş açıdan bakma imkanı sunuyor.

SİNA ÇÖLÜ/SÜREÇ

Sina çölü hedefe giden yolda terakki ve tekamül sürecini gösteren etapların sembolü. Bu sembolde soğan, sarımsak isteyenler maddeye/bedene takılanları temsil ederken, vahyin rehberliğinde hedefe yürüyenler, maddeyi aşma, mananın zirvelerine çıkma yolculuğunda bedel ödeme niyetini ortaya koyanları temsil ediyor.

TAHRİF

Kur’an’da İsrâiloğullarının neden anlatıldığı ile ilgili birçok şey yazabiliriz ama en başa konması gereken şeylerden biri de tahrif konusudur.

İsrâiloğullarının tarihi

Evet İsrailoğularının tarihi bu ve benzeri birçok sorunun cevabı ile doludur.

Hristiyanların tarihi için de benzer şeyler söylemek. O konuya -burada olduğu gibi- geniş olarak Meryem sûresinde gireceğiz.

Özetlersek, tahrif konusu çok ama çok önemli bir konudur. Öncelikli olarak Kur’an bu iki dine mensup insanların tarihini bize; “Dininizi onların dinine benzetmeyin, kendinizi onlara benzetmeyin, Yahudileşmeyin, Hristiyanlaşmayın” diye anlatılır.

İSRAİLOĞULLARI KISSASI İLE ÂDEM-İBLİS KISSASI ARASINDAKİ İLİŞKİ

Tefsir çalışmamızda Âdem-İblis kıssasının bütün zamanlara verdiği mesajlar içinde “Tarafınızı seçin” mesajını diğer mesajların önüne çıkardık.

Kur’an’daki her kıssa, bu kıssanın tefsiri gibidir. Ama bu kıssalar içinde Âdem-İblis kıssasının en açık tefsiri İsrâiloğulları üzerinden yapılıyor.

Bu kıssada iki ana bölüm var.

Ayrıca Kıssada, Firavun ve yandaşları gerçekleri gördüğü halde inkarda ısrar ediyor. Bu yönüyle hatasında ısrar eden İblise benziyorlar.

Hz. Musa istemeden işlediği bir cinâyetin yanlış olduğunu kabul ediyor hatasında ısrar etmiyor. Bu yönüyle, Yasak ağaca yaklaşan sonra hatasını anlayıp hatada ısrar etmeyen Hz. Âdem’e benziyor.

Ayrıca kıssada iman ettikleri söylenen sihirbazlar da gerçeği gördükten sonra hatalarında ısrar etmeyerek Hz. Âdem’e benziyorlar.

İSRAİLOĞULARI KISSASI İLE Â’RÂF EHLİ ARASINDAKİ İLİŞKİ

Bu sûre ismini 46-48 âyetlerde geçen A’râf ehlinden alıyor. Yukarıda ilgili âyetlerde A’râf ehlinden bahsettik ve onlardan bahseden âyetler üzerinden verilen mesaja dikkat çektik.

Orada anlattıklarımızı şu ifadelerle özetledik “Ahirette ortada kalmak istemiyorsanız, dünyada tarafınızı seçin.”

A’râf ehlinin mesajını böyle anladığımızda, “İnsanlık tarihinde tarafını seçmede ve seçtiği tarafta en fazla zorlanan kavim kimdir?” diye bir soru sorulsa, o soruya verilecek cevapların içinde İsrâiloğulları da olacaktı.

Bu cevap bize İniş sırası üzerinden yapılan bir okumada İsraioğulları kıssasının en geniş haliyle neden bu sûrede yer aldığı konusunda da bir fikir veriyor.

GİRİŞTEN SONRA İSRARİLOĞULLARI KISSASINA BAŞLIYORUZ

Önceki kıssaların anlatımında, geçmişte yaşanması nedeniyle mesajları bize biraz uzak gibi duran kıssaları bir kurgu içinde anlatarak mesajlarındaki tazeliği ve evrenselliği göstermeye çalıştık.

Bu kıssa mesaj yönüyle en zengin kıssaların başında geliyor. Bu nedenle, bu kıssada o kurguların dozunu biraz yükseltecek, kıssada geçen konularda dün yaşanmış, biz de onları bugün okuyoruz tazeliğini hissettiren bir dil kullanacağız.

Haydi başlayalım,

103. Âyet: Kompozisyonun Giriş Bölümü

Bu âyet, âyette geçen “bak” ifadesi üzerinden “Uzaktan bakma, gel seni hayalen bu kıssanın yaşandığı zamana götüreyim daha yakından bak.” diyor. Daha yakından baktığımızda şu noktaların öne çıktığını görüyoruz.

Birinci Nokta:103. âyeti okuduğumuzda bir kavmin sonunun anlatılacağını öğreniyoruz. Bu yönüyle bu âyet, o sonu görme yolculuğunda yolun başındaki ilk âyet oluyor. Bu yönüyle âyeti İsrâiloğullarına ait uzun bir kompozisyonun giriş bölümü gibi okuyoruz.

İkinci Nokta: “Onların ardından” ifadesiyle önceki peygamber kıssalarına atıf yapılıyor. Bu atıfların merkezinde bu sûrenin 56. âyetinde geçen şu cümle öne çıkıyor. “Yeryüzünde (ıslah için gelen peygamberlerin rehberliğinde, yanlış giden işler) düzeltildikten sonra orada bozgunculuk yapmayın…”

Bu âyet ve benzeri âyetler Allah’ın yeryüzünde kavimler/toplumlar için koyduğu yasanın işleyişini gösteriyor. Her gündüzden sonra bir gecenin her yazdan sonra bir kışın gelmesi gibi her düzelmeden sonra bir bozulmanın, her bozulmadan sonra bir düzelme olabilir.

Burada düzelmenin örneği bize gösteriliyor. Bu örnek gösterilirken düzeltme işinin ne kadar zor olduğu da uzun uzun anlatılıyor.

Üçüncü Nokta: Mealde mucizeler manası verdiğimiz kelimenin aslı “âyetler”. Kur’an âyet kelimesini üç farklı âyet anlamında kullanıyor.

Mucize kelimesinin anlamı “aciz bırakan” demektir. Kur’an’da mucize kelimesinin yerine âyet kelimesinin kullanılmasının en önemli sebeplerinden biri de insanların bu üç âyetin aynıyla benzerini ortaya koymada aciz kaldıklarını göstermek içindir.

Kur’an’da bağlama göre âyet kelimesi bu üç anlamdan biri için kullanılır.

Bu kıssada ilk başta üç anlam kastediliyor, sonrasında sihirbazlar karşısında âsâ’nın sihirbazların sihirlerini yutma mucizesi öne çıkarılıyor.

Dördüncü Nokta: Mucizeleri bu üç anlamı ile birlikte düşündüğümüzde, âyetin mesajı şu oluyor: Yer yüzünde bu mucizler karşısında ayakta kalacak hiçbir sistem yoktur. Bu gerçeği görmek için Firavunun kurduğu sisteminin sonuna bakın.

Bu noktada bir şeye daha dikkat çekmemiz gerekiyor. Bazıları bu kıssaları Kur’an bütünlüğünde okumadığında zannediyor ki, Hz. Musa geldi hemen “pat” diye hissi mucize gösterdi.

Öyle değil her peygamber, bir kavme geldiğinde ilk başladığı nokta atomdan güneşe kadar Allah’ın varlığına birliğine şahitlik eden aklı mucizeleri (yaratılan âyetleri) öne çıkarmaktır. Hissi mucizeler sonrasında gelir.

Beşinci Nokta: Bu noktada biraz daha detaya girmek istiyoruz. Bu âyette bizim mealde “gönderdik” manası verdiğimiz kelimenin aslı “baesnâ” bu kelime Kur’an’da gönderme anlamı yanında “diriltme” anlamında da kullanılıyor. Halk arasında Amentü duası şeklinde bilinen duanın içinde “ve'l-ba'süba'de'l mevt” ifadesindeki öldükten sonra dirilme ifadesinde geçen kelime budur. Bu kelime ayrıca 99 esmâ arasında “öldükten sonra dirilten” manasıyla el-Bais şeklinde geçer.

Bu anlamları dikkate aldığımızda, Kur’an ölçülerinde iki türlü ölü var; maddi ve manevî. 103. âyet bu manasıyla hayalimizde şöyle bir ortam canlandırıyor. Mısır manevî ölülerin olduğu bir mezarlık. Allah’ın peygamberleri ellerinde vahiyle o mezardaki manevî ölüleri diriltmek üzere gönderilmiş elçiler oluyor.

Altıncı Nokta: En Önemli Nokta. Hem Kur’an’dan daha fazla istifade etme adına hem de onu indiği asırdan günümüze getirme amacına uygun olarak, her kıssayı nüzul bağlamında okumak gerekiyor. Biz bu okumanın örneğini “Nüzul Bağlamında Peygamber Kıssaları Bana Ne Diyor?” isimli kitabımızda verdik.

Bu ve Kur’an’daki bütün kıssaları, nüzul bağlamı dediğimiz siyer ile birlikte okumak gerekir. Tefsir Usulümüzde (18) Nüzul Yasasında “İniş Sırası İle Siyer Arasında Bir Bağlantı Var mı?” başlığı alında bu okumanın nasıl olacağını anlattık. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

Altıncı nokta ile ilgili bu bilgileri dikkate aldığımızda 103. âyet nüzul bağlamında şöyle de okunabilir.

“Sonra önceki peygamberlerin ardından kulumuz Muhammed’i de son peygamber olarak, Kur’an gibi bir mucize ile bütün insanlara gönderdik. Ona ilk muhatap olan Mekke müşrikleri inkarcı bir tutum takındı…”

Kur’an ilimleri konusunda yapılacak bir ön çalışmadan sonra, bütün âyetleri böyle okumanın mümkün olduğuna inanıyoruz.

Zaten bu çalışmayı yapmamızın bir sebebi de bu tür okumaların hem Kur’an’ın ilk indiği asır için hem de günümüz için mümkün olduğunu göstermek.

104. Âyet: Sen Fravunsan Ben de…

Bu âyeti bir kurgu içinde anlatalım.

Firavun Mısır’da tanınan bilinen bilenen biri. Koskoca devletin yöneticisi. Kibirli duruşuyla adeta Hz. Musa’ya sen kimsin dercesine bakıyor.

Hz. Musa da bir makama referans mektubu verir gibi, 104. âyeti bir mektup olarak veriyor. Zarfın üzerinde şöyle yazıyor “Ben Âlemlerin Rabbiyim, bu mektubu benim adıma sana ileten de benim elçimdir.”

104. âyet üzerinden Hz. Musa Firavuna zımnen şu mesajı veriyor. “Sen Firavunsan ben de Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş elçisiyim.”

Bu cümle anlam olarak kâinat kadar büyük bir cümle. Bu cümle bu yönüyle Firavunun hayatı boyunca hiç kimseden duymadığı bir cümle.

Peki bu âyet günümüze sana bana hepimize ne diyor?

Evet hiçbir Müslüman “Ben Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilen bir elçiyim” diyemez. Ama her Müslüman “Ben Âlemlerin Rabbini tanımak ve tanıtmakla görevliyim.” diyebilir.

Müslüman olup da “böyle bir görevim yok” demek, “doktorum ama hastaya bakmayı, itfaiyeyim ama yangın söndürmeyi bilmem” demek gibi bir şeydir.

105. Âyet: Dolaylı Mesaj Bu Yolda Hicretle de Sınanabilirsiniz

103. âyetin altıncı noktasında kıssaları siyer bağlamı ile birlikte okumaktan bahsetmiştik. Bu sûrenin Nuzul sırasında 5. yılda indiğini dikkate alırsak, bu âyet için -dolaylı olarak- fiziki (bir yerden başka bir yere) anlamda hicrette ilk işaret eden âyetlerden biri diyebiliriz.

Biz Mealimizde Müddessir sûresinin girişinde hicreti,

İdeale doğru hicret,

İdeali yaşamak için hicret,

İdealini insanlığa taşımak için hicret,

Bu şekilde üçe ayırmıştık. İdeale doğru hicret, içte manevî, enfüsi olarak gerçekleşen bir hicretti. Bu hicret ilk inen âyetlerle başlamıştı.

Bu sûrenin indiği yıllarda ideali yaşamak için yapılan hicretlerin ilki gerçekleşti. 7. yılda da ikincisi gerçekleşti.

Bu hicretler Habeşistan’a yapılmıştı.

Allah (cc) İsrâiloğulları üzerinden ilk Müslümanları zihnen hicrete hazırlıyor.

Hazırlık aşamasında 105. âyet yolun kaderine ait önden bilgi veriyor. Mesaj şu: İstenmez ama bu yolda bunlar da yaşanabilir.

Bu mesaja Kur’an bütünlüğünde baktığımızda, Duha ve İnşirah sûreleri şu mesajı veriyor: Rabbiniz sizi hiç terk etmeyecek. Bu işin sonu sizin için başından daha hayırlı olacak. Her zorluktan sonra bir kolaylık olduğu, bedel ödenmeden değer elde edilemeyeceğini bilerek yola devam edin.

106. Âyet: Özgüvenin Yüksek Olmasının Getirdiği Dezavantaj ve Avantaj

Bu kıssada her iki tarafta da çok yüksek bir özgüven görüyoruz. Bu özgüvenlere iki başlık altında bakalım

Firavunun Özgüveni: Firavun ve yardımcılarında çok yüksek bir özgüven vardı. Onlar kendilerini fil gibi güçlü, Hz. Musa ve Harun’u da karınca gibi zayıf görüyorlardı.

Genelde bu tür diktatörlerin en zayıf noktaları kendilerini en güçlü gördüğü noktalar olur. Bu noktalarda “nasılsa ona yenerim”in verdiği yüksek bir özgüven vardır. Bu özgüven sahibini kör edebilir. Firavun ve adamları da bu körlüğü yaşadılar. Eğer daha işin başında, bu işin Kızıldeniz’de boğulma gibi bir sonla biteceğini bilselerdi asla bu kapıyı açmaz, iki kardeşi hemen oracıkta öldürebilirlerdi. Ama gücün verdiği körlük, onların sonunun başlangıcı oldu.

Hz. Musa’nın Özgüveni: A’râf sûresinde görmüyoruz ama Gelecek Sûrelerde (Taha, Şuara, Neml, Yunus, Hud, Saffat…) Hz. Musa’nın bir ön eğitim olarak ifade edebileceğimiz hazırlık sınıfında geleceğe hazırlandığını görüyoruz.

Hz. Şuayb (as) yanında kalması, sonrasında Mısar’a gelirken, yolda vahye muhatap olması, orada Firavuna göstereceği mucizlere bizzat kendinin şahit olması… Bunlar ve benzerleri üzerinden Hz. Musa 106. âyette anlatılan güne hazırlanmıştı. Bu hazırlığın verdiği yüksek bir özgüven vardı.

Bu âyet bize şunu diyor, “Evet özgüven önemli ve her insanda olmalı ama onun da sağlam temelleri olmalı. Sağlam temeli olmayan özgüven, sahibine sürpriz sonlar yaşatabilir.

107-109. Âyet: Asâ-ı Musa’nın ve Beyaz Elin Güncel Karşılığı

Önce Asâ-ı Musaya Bakalım: Firavun gücüne güveniyordu. O güç nedeniyle ve emrindeki sihirbazlarla Hz. Musa karşısında kendini rahat hissediyordu.

Bu âyetlerin ilk muhatabı olan Mekke müşriklerinde de benzer bir özgüven vardı. Bu özgüvenin sebebi, içlerinde olan ve kendileri ile övündükleri şairleriydi. Müşriklere göre “Muhammed insanları adına vahiy dediği sözleriyle aldatmaya, kandırmaya çalışan bir sihirbazdı.”

Onların içlerindeki şairlerin şiirleri, onun sihrini yutabilirdi. O yüzden Kur’an onların kendilerini en güçlü gördükleri noktadan onlara meydan okudu.364 Ama meydana çıkamadılar. Çıkanlar da boyunun ölçüsü aldı.

Kur’an onların bütün şiirlerini/sihirlerini yutan bir Asâ-ı Musa oldu.

Günümüze gelirsek, elimizde iki asâ-ı Musa var.

Yedi Beyza/Beyaz Ele Bakalım:

Allah (cc) Alîm ismiyle gönderdiği Peygamberlerin gittikleri toplumda ne ile karşılaşacağını bütün ayrıntıları ile biliyordu. O yüzden verdiği mucizeleri de ona uygun olarak veriyordu.

Allah (cc) Hz. Musa’nın geçmişte istemeden bir insanın ölümüne sebep olmasının, Firavun tarafından aleyhinde kullanılacağını biliyordu.

Allah (cc) bu bilgiler üzerinden bize evrensel yasasını gösterdi. O yasaya göre insanların geçmişte yaptıkları hatalar, onların gelecekte iyi birer insan olmalarına mani değildir. Hatada ısrar edilmedikçe, hatasının tevbesini yapıp pişmanlığını yaşayanlara Allah (cc) beyaz sayfalar açar.

Bu beyaz el, özelde bu âyetlerin ilk muhataplarına, genelde kıyamete kadar gelecek muhataplara şu mesajı verdi: “Geçmişinizde yaptığınız hata ve günahlar gelecekte beyaz sayfalar açmanıza mani değildir. Ben şunları şunları yaptım, Allah beni affetmez demeyin. Siz bir daha yapmama sözüyle onun kapısına gelirseniz, o affının ve merhametinin kapılarını sonuna kadar açar.”

Zümer sûresinin 53. âyeti bu yazdıklarımızın referansı oluyor.

“Ey Resûlüm! Hangi asırda olduğu fark etmez. Bilerek bilmeyerek, gırtlağına kadar günaha batmış kullarıma) De ki: “Ey (hayat nimetini israf etmek sûretiyle) kendilerine kötülük edip (günahta) aşırı giden kullarım (sakın ha!) Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin! (Siz samimi bir tevbe ile kapısına gelirseniz) Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O(tevbe eden kullarına karşı bağışlaması bol olan) Gafûr(merhameti bol olan) Rahîm’dir.”

Bu yorumlardan sonra bir kere daha ifade edelim, buradaki değerlendirmelerimiz bizim yorumlarımız. Bunlara mutlak doğru demiyoruz. Dediğimiz her şeyi Allah en doğrusunu bilir/Allahü a’lem kaydı ile ifade ediyoruz.

110. Âyet: Medyanın Manipülatif Haberleri

Manipülatif haber366 demek olanı olduğu gibi duyurmayan, olanı yani olguyu nasıl algılanmasını istiyorsa öyle duyuran haber demektir.

Aslında olgu yani olan neydi. Olan 105. âyette ifade edildiği gibi “Hz. Musa’nın İsrâiloğulları benimle birlikte Mısır’dan gönder.” talebiydi. Görüldüğü gibi olguda Mısırda kalmak yok tam tersi gitmek var.

Güncel dille ifade edersek Firavunun medyası bu olguyu olduğu gibi vermek yerine, istediği algıyı oluşturmak için “Bunlar bizi topraklarımızdan çıkarmak istiyor” diye duyurdu.

Genelde bu yöntem, bütün zamanlarda hakkın karşısında batılın tarafında duranların tercih ettikleri bir yöntemdir. Bu yöntemin örneklerini gelecek âyetlerde de göreceğiz.

Burada yaptığımız bu tespitinin altını çiziyor, okuyucularımızın bu tespit üzerine ayrıca düşünmelerini istiyoruz. Çünkü bu kıssada günümüze verilen mesajların en fazla yoğunlaştığı noktalardan biri de bu tespit etrafında dönüyor.

111-114. Âyet: Firavunun Kurduğu Sistemin Röntgen Sonuçları

Hayalen Firavunun yaşadığı asra gidersek, dışarıdan bakanlar büyük bir devlet, etrafında sadık adamları olan güçlü bir lider görürler. Tefsirini yaptığımız âyetler güçlü gibi görünen sistemin röntgen sonuçlarını yani dışarıdan bakanların doğrudan göremediği tarafın görüntülerini veriyor.

Farklı şehirlerde bulunan sihirbazlar Firavunun davetini aldıklarında “Bizim inandığımız bir “hak” bir dava, güvendiğimiz bir lider var. O çağırdığı zaman ucunda ölüm bile olsa gideriz” DEMİYORLAR.

Peki ya ne diyorlar? “Bize ne var?” diyorlar. Firavun da “yanımda makam mevki ve o makamlara uygun maaşlar ve imtiyazlar olacak” diyor.

Bu tespitlerimize bir sistemin görünmeyen tarafını gösteren röntgen sonuçları diyoruz. Bu sonuçları o asırdan alıp günümüze getirirsek, bağlı oldukları şeylere, gelecek menfaat, fayda üzerinden bağlanan bir sürü insan görmek mümkün.

Bunlar dışarıdan bakıldığında sayısı çok, güçlü dernek, vakıf, cemaat, tarikat, parti gibi görünseler de gerçekte menfaat dağıtan; insanları dağıttıkları menfaatlerle kendilerine bağlayan, o menfaat gittiğinde dağılıp gidecek kuru kalabalıklardır.

Nitekim, gelecek âyetlerde Hz. Musa karşısında daha ilk mağlubiyetlerde çözülmeleri göreceğiz.

115-119 Âyet: Önce Hz. Musa Atsa Ne Olurdu?

Hz. Musa “önce siz atın” diyor. Atıyorlar, atınca Hz. Musa karşısında mağlubiyeti yaşayarak tadıyorlar.

Eğer Hz. Musa önce atsaydı (Allahü a’lem) olayların akışı şöyle olacaktı. Hz. Musa attığında atılan asânın gerçek bir bir yılan olduğunu göreceklerdi. Bunu gördüklerinde, usta birer sihirbaz oldukları için bu Hz. Musa’nın sihir yapmadığını daha baştan fark edeceklerdi. Bunu fark ettiklerinde karşılarında sadece bir insan olmadığını, arkasında Allah olan bir insan olduğunu fark edeceklerdi. Bunu fark ettiklerinde de daha mindere çıkmadan mağlubiyeti kabul eden güreşçi gibi olacaklardı.

İlahi senaryo onları mağlubiyeti bu şekilde değil de iliklerine kadar hissederek yaşamalarını murat etmiş olmalı ki, önce sihirbazlar atıyorlar. Bu atma ile yaşanan duygu “Kendi sahasında dünyanın en zayıf takımı ile maç yapacak olan ve sonucu baştan belli olan bir maça çıkan” futbolcuların duygusuna benziyordu.

Ama sonuç tam tersi oldu. 12-0 yenmeyi beklerken, 22-0 yenilmek gibi büyük hezimet yaşadılar.

120-126. Âyet: Sihirbazların İmanı

Kur’an bize kıssaları anlatırken bazen çok uzun bölümleri çok kısa anlatıyor. Burada da onu görüyoruz. Düz bir okuma yaparsak, her şeyin birkaç saat içinde olduğunu düşünebiliriz.

Ama biraz düşünürsek şu soruları sorarız; hz. Musa ile görüşmeden önce gelecek menfaati düşünerek sisteme bağlılıklarını gösteren bu insanlar, nasıl birden böyle döndüler. Hem de 124. âyetteki şu tehdide rağmen.

124. Andolsun ki, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve (bir müddet bu acıyla yaşadıktan sonra da) hepinizi idam edeceğim.”

Kur’an buna “gerçeğin gücü” diyor. Gerçeğin ortaya çıkmasını “hakkın gelmesiyle batılın zail olması”367 şeklinde ifade ediyor. Biz bu ifadeyi güneş doğduğunda bütün ışıkların sönmesine benzetiyoruz.

Sihirbazlar gerçekten bilgili insanlardı, Hz. Musa’nın elinde olanın manevî güneş olduğu, kendi ellerindekilerin de mum ışığı kuvvetinde olduğunu fark etmişlerdi. Bu fark etme büyük bir farkındalığı beraberinde getirdi ve ucunda ölüm olduğunu bildikleri halde büyük bir menfaatlerle bağlandıkları batıl bir davadan ayrılma cesaretini gösterdiler.

120-126 arası âyetlerde değineceğimiz birkaç konu daha var. Onlarla devam edelim.

“Benim İznim Olmadan İman Edemezsiniz”

Bu âyetlerde geçmiyor ama Naziat sûresinin 24. âyetinden Firavunun Kendisini Mısır halkının ilahı/rabbi/tanrısı olarak gördüğünü kendi ifadelerinden öğreniyoruz. Kendisini böyle gördüğü için de kime iman edileceği konusunda da kendisini tek yetkili görüyor.

123. âyette geçen ifade bir insanın sapmada ve saptırmada ne kadar ileri gidebileceğinin örneği oluyor.

Taraf Değilsen, Hainsin

Hayalen bu âyetlerde bahsedilen olayların yaşandığı zaman dilimine gidelim ve günümüzün medya diliyle olaylara bakalım.

Bir diktatör var. Onun yandaş medyası var. Bu medya ona taraf olanları göklere çıkarırken, ona taraf olmayanlara hain muamelesi yapıyor. Bu muameleyi yaparken de haberlerde Firavunun şu sözlerini öne çıkarıyor:

“(Ey Sihirbazlar!) Bu (yaptığınız) kentin (yerli) halkını buradan çıkarmak için (daha önceden Mûsâ ile birlikte) şehirde (bana karşı) kurduğunuz bir tuzaktır. Ama (bu tuzak bana zarar vermeyecek. Siz) yakında (başınıza neler geleceğini) göreceksiniz!”

Bu tür haberleri günümüzde de görüyoruz. Gerçekliği önemli değil, çamur at izi kalsın mantığı ile hazırlanıyor. Yapılacak hukuksuzluklara önden zemin hazırlama adına üretiliyor.

Ellerin Ayakların Kesilmesi

Bu âyetler baskıcı rejimlerin psikolojilerini deşifre ediyor. Bu tür rejimlerde en büyük korku sistemin yıkılmasıdır. Bu korku, sistemin onay vermediği işlerde en ağır yaptırım olarak kendini gösteriyor.

Firavun sihirbazlara verdiği bu ceza üzerinden, arkadan gelecek çözülmelerin önünü almayı planlıyor.

Bu idamların mesajı şu: Benden izin almadan iman eder ve Musa’nın yanında olursanız, bu sonu yaşarsınız.

Sihirbazların Test Edilen İmanı

Bu âyetler bir filmden kısa bir bölüm olsaydı, izleyenlerin aklına şu gelebilirdi. "Yâ bu sihirbazlar sabahleyin firavunun yanındaydı, şimdi Musa’nın yanında. Acaba bunlar samimi mi? Acaba bunların imanı duygusal bir karar mı? Acaba ufak bir tehdit görseler yine dönerler mi?

125 ve 126. âyetler bu sorulara dolaylı olarak şu cevabı veriyor: “Yok yok hiç öyle düşündüğünüz gibi değil. Bu adamlar neye iman ettiklerinin, ne ile karşılaşacaklarının farkında. Ağızlarından çıkan sözler “ölürüz yine de bu iman sözünden dönmeyiz anlamına” geliyor.”

Bu cevap bütün zamanlarda iman edenlere, inandıkları değerlerin arkasında bilinçli ve kararlı bir şekilde durma dersi veriyor.

127. Âyet: Yandaşları Saran Korku ve İkinci Bir Soykırım Kararı

Ortada bir Firavun bir de onun sisteminden beslenen “mele” isimli kavmin ileri gelenleri vardı.

Sistemin yıkılması demek, onların sistemle birlikte elde ettikleri (makam, mansıp gibi) her şeyi kaybetmeleri anlamına geliyordu. Bu kişiler ihtimal Firavunun “Gönderelim bu insanları, bu beladan da kurtulalım” şeklinde düşündüğünü zannederek, Firavuna “Bunları gönderirsen, ‘biz de gideceğiz’ diyen insanların önünü alamazsın. İktidarını kaybedersin, gel atan 2. Ramses’in yaptığını yap. Bunları esir etmeye devam et. Arkadan gelecek nesillerinin de kökünü kurut.”

Âyette geçen “oğulları öldürme, kızları sağ bırakma” sözü böyle bir dolduruşun arkasından gelen sözler.

Görüldüğü gibi gelişmeler bize hiç de yabancı değil. Her şey iktidarı ve iktidar nimetlerini koruma adına yapılıyor. Onu korumak için soykırımı mubah görüyorlar.

128. Âyet: Bir Kere Daha Hicrete İşaret

Firavunun soykırım kararından sonra Mısır’da şartlar İsrâiloğulları için daha da ağırlaştı. Bu ağırlaşan şartlar üzerinden Hz. Musa’ya gelen vahiy yavaş yavaş İsrâiloğullarını hicrete hazırlayan bir dille geldi. “Şüphesiz yeryüzü (geniştir, her yer) Allah’ındır.” İfadesinde bu dil üzerinden hicrete işareti görüyoruz.

Bu âyetler, İsrailğullarını hicrete hazırlarken, bu âyetlere 7. asırda muhatap olan Mekke’nin Müslümanlarını da hicrete hazırlıyordu. Mesaj şuydu: Aynı yoldan gidenlerin benzer bir kader yaşaması muhtemeldir.

Yeryüzünün Tamamı “Arz-ı Mevûd”tur

Bu âyette geçen “Şüphesiz yeryüzü Allah’ındır. Ona, kullarından dilediğini mirasçı kılar.” İfadesinin yanına Enbiya sûresinin 105. âyetini de koyalım. “Andolsun (Mûsâ’ya verdiğimiz) Tevrat’tan sonra (Dâvûd’a verdiğimiz) Zebur’da da: “Yeryüzüne iyi kullarım vâris olacaktır.” diye yazmıştık.”

Görüldüğü gibi bu âyetlerde Allah (cc) kullarını yeryüzüne varis kılacağını söylerken bir alan daraltması yapmıyor. Bundan şunu anlıyoruz. Yeryüzünün bir yeri değil, her yeri vaad edilmiş topraklardır. Allah (cc) Hz. İbrahim üzerinden yaptığı vaadi, Hz. Davud ve Süleyman zamanında kurulan devletler üzerinden gerçekleştirmiştir ama zannedilmesin ki Allah’ın vaadi belli bir alan ve zamanla sınırlıdır. Allah’ın vaadi bütün zaman ve mekanları kapsar. Yaptıkları enfüsi ve afaki ıslah çalışmaları ile muttaki ve salih kullardan olma standardını yakalayan bütün Müslümanlar bu vaadin muhatabıdır.

Özetlersek bu ve benzeri âyetler -asr-ı saadetten günümüze- zihinleri yeniden inşa ediyor. Bu inşa üzerinden verilen mesaj şu: Hedefinizi büyük tutun. Dün küçüktünüz, çapınıza göre hedefiniz de küçüktü. Bugün büyüdünüz, artık tüm yeryüzü hedefiniz olsun. Tüm yeryüzüne varis olacak özelliklere sahip olmak önceliğiniz olsun.

129. Âyet: İşin Başında Zorluklar Yaşamak Normaldir

İsrâiloğulları Hz. Yusuf sonrası Firavunların döneminde köleleştirilmiş, özgürlük ve ideallerini kaybetmiş toplumdu. Hz. Musa’ya (as) bu toplumdan örnek bir toplum inşa etme görevi verilmişti. Bu âyette bunun zorluklarını görüyoruz. Aslında bu zorluklar bu âyetler üzerinden bütün zamanlara gösteriliyor.

Enfüsi okumalarımızda işaret etmiştik, günümüzde illa dışarıda Firavun aramaya gerek yok. Hevâ-ı nefsin esaretinde kalmış, manen köleleşmiş milyonlar var.

Tekrar İsraioğullarına dönersek, bu insanların Mısır’daki en büyük ideali o gün karınlarının doyması ve sırtlarına kırbaç yemeden akşam etme seviyesine inmişti. Bu seviyede olan bir toplumu yüksek ideallere doğru dönüştürmek, bedel ödeme azmi ve gayretini verebilmek zorun zoruydu. Mısır’da başlayan bu zorlukların, Mısır’dan hicretle birlikte uzun süre devam ettiğini gösteren âyetleri kıssanın gelecek bölümlerde okuyacağız.

Özetlersek, bu âyet şunları diyor: Vahiyle yeni tanışan her toplumda işin başında bu tür zorlukların yaşanması normaldir. Normal olmayan ümitsizlik ve karamsarlıktır.

İşin başında yoklukla, zorluklarla imtihan edilirsiniz, işin sonunda yeryüzüne mirasçı olduğunuzda imtihan bitmez, bu sefer de varlıkla, bollukla, rahatla imtihan edilirsiniz.

130. Âyet: Musibetlerin Rahmet Olduğuna Şahitlik Eden Âyet

Bu kıssaya başlamadan önce önümüze 94-102 arası âyetler çıktı. O âyetlerin tefsirine başlarken şöyle demiştik: “Bu âyetler Allah’ın kâinata koyduğu yasaları soyut olarak anlatıyor. Arkadan somut örnekler gelecek.”

Bu kıssada o örnekleri okuyoruz. Bu bağlamda 130. âyet yukarıdaki 94. âyetin ve devamının tefsiri oluyor: “Biz hangi ülkeye (rahmetimizin müjdecisi olarak) bir peygamber gönderdiysek, o (peygamberi yalanlayan, refahla şımaran, verilen nimetlere nankörlük eden) ülke halkını, yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır…”

Allah (cc) dileseydi Firavun ve onun yandaşlarını hemen helak edebilirdi ama burası imtihan dünyası olduğu için, Rahmetinin gereği olarak musibetler üzerinden mühlet verme yasasını işletiyor.

94. âyetin tefsiri olan bu âyeti anladığımızda günümüzde hem bireysel hem de toplumsa olarak yaşanan yokluk, darlık, kıtlık gibi hadiseleri anlamak kolay oluyor hem de bunları yapan zalimlerin neden helak edilmediğini anlamak mümkün oluyor.

Özetlersek, zaman değişse bile doğası/tabiatı itibarıyla insan değişmediği için Allah’ın yasaları her asırda benzer durumlar için benzer şekilde işlemeye devam ediyor.

131. Âyet: Batıl İnançlar ve Hurafeler Üzerinden Verilen Evrensel Mesaj

Kur’an’da Allah (cc) emir yasaklarını maddeler halinde sıralamak yerine onları somut olayların içinde gösteriyor.

Bu âyette öne çıkan konu bir şeyin uğursuz olması. Bu konu bütün zamanlarda batıl inançlar ve hurafeler olarak karşımıza çıkan bir konu. Kur’an belli bir zaman ve mekanda yaşanan hadise üzerinden bütün zamanlara şu sorunun cevabını veriyor: “Kur’an bir şeyin uğursuz veya uğurlu sayılması konusunda ne diyor?”

Bir şeye uğursuzluk veya uğur atfetme bu âyetlerin ilk muhataplarının yaşadığı 7. asırda çok yaygın bir şey olduğu gibi günümüz dünyasında da çok yaygın.

131. âyeti Kur’an bütünlüğünde okuduğumuzda âyet şunu diyor: Size gelen zarar/uğursuzluk da Allah’tandır, fayda/uğur da Allah’tandır.

Bu gerçek halk arasında bilinen şekliyle amentü duasında şöyle ifade edilir. “Hayrihi ve şerrihi min Allahi (uğur ve uğursuzluk gibi bütün hayır ve şer Allah’tandır.”

Bu gerçeğin anlaşılmasında yaşanan zorluk nedeniyle Peygamber Efendimizden sonraki İslam tarihinde bu konu farklı anlayışların ve mezheplerin doğmasına sebep olmuş. Bu gerçeği Kur’an ölçülerinde anlayamayanlar “hayır Allah’tan şer insandandır” demişler.

Biz bu konuda gerekli açıklamaları ilgili bölümlerde yaptık.368 Dipnotta işaret ettiğimiz o bölümlerin okunmasını önemle tavsiye ediyoruz.

O bölümler okunduğunda bu âyeti şöyle anlıyoruz, “İnsanların uğursuzluk olarak adlandırdıkları; işlerin ters gitmesi (kaza, bela, musibet..) gibi her şey insanların tercihlerinin bir sonucudur.

Allah’ın insan için takdir ettiği kaderde, her insan tercihlerinin sonuçlarını yaşar. Bu açıdan bakıldığında, uğursuzluk gibi görünen hadiselerin tercihi insandan, takdiri (yani o tercihinin sonuçlarının yaratılması) Allah’tandır.

Özetlersek Kur’an insanlık tarihi ile yaşıt olan bu uğur/uğursuzluk problemi karşısında, vahyin ölçülerine göre bir kader anlayışı inşa ediyor. Bu anlayışta “tercihe göre takdir yasası” öne çıkıyor.

132-135 Âyet: “Bir Kavim Helaki Nasıl Hak Eder?”

Bu âyetlerde başlıktaki sorunun cevabını öğrenebileceğimiz gelişmeleri görüyoruz.

“…Her ne getirirsen getir, biz sana inanacak değiliz.” cümlesi, helak düğmesine basmak için yeterli ama Allah (cc) mealde parantez içi açıklamalarda da ifade ettiğimiz gibi, bu sözlerin ardından Kahhâr ismini devreye sokmak yerine rahmetinin ve merhametinin tecellisi olan Halîm ismini bir kere daha devreye sokuyor. Tufan, çekirge, kurbağa ve kan gibi musibetler göndererek onlara tekrar doğru yol üzerinden hidâyetin kapılarını açıyor. Yaptıkları duaların ve verdikleri sözün ardından musibetler kalkıyor, tam açılan hidâyet kapısından içeri gireceklerini zannettiğimiz noktada, tekrar sözlerinden dönüyorlar. Dönünce de 136. âyette ifade edildiği gibi hak ettikleri sonucu yaşıyorlar.

Kur’an’da anlatılan bu ve benzeri dönmeler bize insan doğasının resmini gösteriyor. Dipnotta369 verdiğimiz âyetler üzerinden bu konuda çok sayıda örnek görmek mümkün.

O örneklerin tamamına baktığımızda gördüğümüz şu oluyor, insan dünyada ve ahirette sadece ve sadece tercihlerinin sonuçlarını yaşıyor.

136, 137. Âyet: Bir Sayfa Kapanıyor, Yeni Sayfa Açılıyor

Bu âyetlerde bir bitiş ve yeni bir başlangıç görüyoruz. Bu bitiş ve başlangıca zaman, mekan ve şahıslar noktasından bakarsak,

Bu bitiş ve başlangıca sıfatlar noktasından bakarsak, bu bitme ve başlangıçların her devirde olduğunu görürüz.

O yüzden şunu diyoruz: Firavunluk bir devirle sınırlı değil, onun ve kurduğu sistemin sıfatlarını üzerinde taşıyan insanların bulunduğu her zaman diliminde karşımıza çıkacaktır.

Artılar ve eksileri ile de İsrâiloğulları bir devirle sınırlı değildir. Onların olumlu-olumsuz bütün sıfatlarını üzerinde taşıyanlar bütün zamanlarda olacak ve benzeri sonuçları yaşayacaktır.

Bu açılardan bakarsak, Kur’an bize kendisini zaman ve mekan üstü okuma imkanı sunan bir kitap oluyor. Böyle bir okuma, bize onun her asırdaki tazeliğini görme imkanları sunuyor.

Böyle okumaya devam…

138-145 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

138-141. Âyet: Esaretten Bir Gecede Kurtulabilirsin ama Alışkanlıklardan

138. âyet İsrâiloğullarının Kızıldeniz’den geçmesini ve ardından yaşanan gelişmeleri anlatmaya başlıyor. Bu açıdan bakarsak, şunu diyebiliriz İsrâiloğulları bir gecede esaretten kurtuldu ama asırlardır Mısır’da putperest bir toplumun içinde köle olarak yaşamanın getirdiği alışkanlıklardan kurtulmakta çok ciddi bir şekilde zorlandı.

138. âyetin ortasında Hz. Musa’dan kendilerine bir ilah yapmasını talep ediyorlar. Bu talebe manevî vücuttan alınan kan örneği dersek, bu talep alışkanlık denilen kanserin vücudu nasıl sardığını gösteren bir gösterge olur. Bu gösterge böyle bir kavmin fiziki esaretten kurtulmasının kurtulma anlamına gelmediğini, bu alışkanlıkların mahkumu oldukları sürece gerçek anlamda kurtuluşa eremeyeceklerini gösteriyor.

Günümüz açısından baktığımızda adına kültür işgali ve ekonomik işgal dediğimiz işgaller insanları alışkanlıkları üzerinden esir alıyor. Bu esirlerin yaşadığı ülkelerde bakıyoruz çok sayıda cami var, ezanlar günde beş defa okunuyor ama insanlar Allah’ın razı olmadığı alışkanlıkların esiri oluyor.

Bu yönüyle 138. âyet hem bu âyete muhatap olan ilk Müslümanlara hem de bu âyetlere muhatap olacak bütün Müslümanlara şu mesajı veriyor: Fiziki anlamda esir olunca kurtulmanız mümkün ama manevî anlamda alışkanlıklarınızın esiri olursanız, bunlardan kurtulmanız çok zor.

Alışkanlıkların Esaretinden Kurtarmada İzlenecek Yöntem: Kimlik İnşası ve Tarih Bilinci

140. âyet üzerinden Hz. Musa kavmine “kim olduklarını” hatırlatıyor. Buna kimlik inşası diyoruz. 140. âyet şu evrensel mesajı veriyor: İnsanlara kimlik bilinci vermez, onlara kim olduklarını sık sık hatırlatmazsanız, kim olduklarını unuturlar. Bu hatırlatma Allah’ın verdiği ve vermeyi vaad ettiği nimetler üzerinden yapılır.

Burada şunu ifade edelim; Kur’an’a göre İsrâiloğulları seçilmiş bir millet değil, üstün kılınmış bir millet.

Bu tespiti yapınca karşımıza şu gerçek çıkıyor: Kur’an ölçülerinde üstünlük bir ırka, millete mahsus bir şey değil, Allah katında üstünlüğün takva ile olduğunu bilen mümin ve muttaki olmanın şartlarını yerine getiren her topluma açık bir nimettir.

Bu açıdan baktığımızda, İsrâiloğulları Mısır’da iman ettiklerinde üstünlük yolunda birinci seviyeye çıkmışlardı. Hicretle ikinci seviyeye geçtiler ama orada alışkanlıklarından kurtulamadıkları için zorlanmaya başladılar.

Bu âyet üzerinden bütün zamanlara şu mesaj veriliyor: Allah’ın verdiği üstünlük kalıcı değil, şarta bağlı bir üstünlüktür. Sizi üstün yapan değerlerin hakkını vermezseniz, o üstünlük sizden alınır, hakkını verenlere verilir. Bu noktada referansımız şu âyet:

54. Ey iman edenler! İçinizden her kim (herhangi bir sebeple) dininden dönerse (bilsin ki, din değil, kendisi kaybeder) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, (o topluluk herkese örnek olur. İşte onların öne çıkan bazı özellikleri;)

1)Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler (ve sevgilerini O’nun razı olduğu işleri yapmakla gösterirler.)

2)Onlar (Allah’ın büyüklüğünü bilmenin en büyük alametlerinden birinin tevazu olması hasebiyle) mü’minlere karşı alçak gönüllü,

3)Kâfirlere karşı (ise imanlarından gelen izzetle) güçlü (şahsiyetli) ve onurludurlar.

4)Allah yolunda (dinin evrensel mesajını insanlara ulaştırmak için canlarıyla mallarıyla) cihad ederler. (Bu yolda bütün dünya karşılarında olsa) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar.

İşte (bütün) bu (özelliklere sahip olmak) Allah’ın bir lütfudur. Onu (bu uğurda bedel ödeyenlerden) dilediğine verir. Allah(kullarına karşı lütuf ve ihsanı geniş olan) Vasi’ (her şeyi bilen) Alîm’dir.”

Kimlik inşası önemliydi. Bir de Tarih bilinci var. Onu da geçmişin hatırlatıldığı 141. âyette görüyoruz.

Âyet diyor ki, neredeydiniz, nereye geldiniz. Soykırım yaşadınız. Mısır’da kalsaydınız soyunuz kuruyacaktı. Bakın Allah size peygamber gönderdi, vahiy gönderdi. Bir medeniyetin temellerini atma fırsatı verdi. Gelin bu nimetlerin kıymetini bilin. O nimetlerin hakkını vermekle kıymetini bildiğinizi gösterin.

Bu sözlerin ardından, yolculuk devam etti.

(142) KENDİNİ GERÇEKLEŞTİRME YOLUNDA TEKAMÜL EĞİTİMİ

Âyetlerin harf sayısını görüyoruz ama bir de onların mana ve mesaj ağırlığını gösteren teraziler olsaydı, bu âyetin mana ve mesaj yönüyle ağır basanlar sıralamasında önde olduğunu görecektik.

Bu nedenle bu âyeti farklı açılardan biraz daha geniş olarak ele alacağız.

Hz. Musa’nın liderliğinde Mısır’dan çıkışa baktığımızda, bu çıkış;

142. âyet bu eğitimin nasıl verildiğini bir Peygamber örneği üzerinden bize anlatıyor. Bu anlatılan konu zamanla mekanla sınırlı olan bir konu değil ben Allah’ın razı olduğu şekilde kendimi gerçekleştirmek istiyorum diyen her insanı ilgilendiren ve ona mesaj veren bir konu. Konunun önemini vurguladıktan sonra aşağıdaki başlıklar altında konuyu açalım.

Dağda 30+10 Gece Sözleşmenin Özü Nedir?

İslam dininde namaz, oruç, zekat, hac gibi ibadetlerin bir şekli vardır bir de özü, ruhu, amacı vardır. İbadetler şekilde ayrılsalar bile genelde özde birleşirler.370

Hz. Musa’nın 30 gün için, kavminden uzaklaşıp Tur dağına çıkması şekil olarak benzemesi bile özü itibarıyla bizim oruç ibadetine benzer. Bu öz üzerinden bakarsak, bütün ibadetler bu dünyada insanı geçici olarak bir şeylerden uzaklaştırır, bir şeylere yaklaştırır. Sembolik dille konuşursak, uzaklaşılan şeyin adı dünya ve içindekilerdir, yaklaşılan şeyi adı Allah ve O’nun razı olduğu değer ve özelliklerdir. Bir tarafta dünya vardır adı verilendir, diğer tarafta Allah vardır adı bütün nimetleri verendir.

İbadetler üzerinden verilenden uzaklaşıp verene yaklaşmak şu anlama gelir: Ey veren! Seni verilen her şeyden daha fazla seviyorum, bu sevgimin şahidi olması için de sen istediğin zaman verilen her şeyden ayrılıp senin huzuruna geliyorum.

Sina diğer adıyla Tur dağına çıkmaya bu açıdan bakarsak bu yolculuk Allah ile insan arasındaki maddi perdeleri/sebepleri sıyırma; manayı maddeye, ruhu bedene baskın yapma yolculuğudur. Bu yolculuğun sonunda mananın maddeye, ruhun bedene baskın hale gelmesi kıvamdır/kemaldir. Kulun bu kıvama gelmesi, Allah’tan gelecek vahiyden en yüksek seviyede istifade etmenin ön şartını yerine getirmesidir.

Bu anlattıklarımıza “Tur’un özü” dersek, bu öz her ramazanda oruç ibadeti ile yaşanır. Bizim 30 günlük oruç ibadetimiz Tur’daki 30 güne karşılık gelirken, Ramazanın son 10 gününde itikafa girmemiz 30 güne eklenen 10 güne karşılık gelir. 10 günlük itikafla orucun temposu artar. Artan tempo ile oruç süre olarak olmasa bile 40 günden beklenen faydayı verecek noktaya gelir.

Özetlersek Tur dağındaki buluşmanın özü, oruç ibadetinde yaşadığımız “öz” ile benzer bir noktada buluşuyor.

Neden Belli Bir Yer ve Vakit? Allah (cc) Dağda Vereceğini Vadide Veremez miydi?

Tur dağında Hz. Musa’ya üzerinden Tevrat âyetleri yazan levhalar verildi. Levhaların üzerinde yazanların âyet olduğunu dikkate alırsak, başlıktaki soru akla gelebilir: Allah (cc) bu âyetleri Hz. Musa dağa çıkmadan da vahyedebilirdi neden dağ, neden belli bir yer ve vakit.

Allah’ın el-Hakîm olduğuna O’nun hikmetsiz bir iş yapmayacağına iman ettiğimiz için bu konuda da birçok hikmetler olacağına iman ediyoruz. Bir önceki başlık altında yazdıklarımızın devamı olarak onlardan anlayabildiğimiz birkaçını burada paylaşalım.

Peygamberler gönderildikleri kavimlere sadece Allah’tan gelen vahyi tebliğ etmez, o vahyi okumanın sonucunda, o vahye göre yaşamanın nasıl olacağını da uygulamalı olarak gösterirler. Her peygamberin öğretisi içinde iman esasları olduğu gibi namaz, oruç, zekat ve hac gibi ibadetler de vardır.

Bu ibadetlere gönderilen bütün peygamberlerin öğretileri arasında bulunan temel ibadetler dersek, bu ibadetlerde sembolik olarak uzaklaşma, yakınlaşma, bir şeylerden ayrılma, zaman, mekan, şekil ve öz/mana birlikteliği vardır.

Bunlar, ibadetler üzerinden verilen ilahi eğitimin birer parçasıdır. Allah (cc) dileseydi bu eğitimi, Hz. Musa’ya vadide kavmin içinde de verebilirdi.

Bu şekilde verilmesinden şunu anlıyoruz: Liderin (örnek olacak kişinin) eğitimi biraz ağır ve ayrı olmalı. Önce öğretmen eğitilmeli, sonra öğrencilerin eğitilme işi öğretmene verilmeli.

Özetlersek, başlıktaki soruya cevap olarak bu yazdıklarımıza mutlak doğru demiyoruz. Ama şunu diyoruz, bu konu gerçekten üzerinde düşünmeye değer. Bu konuda tefekkür dediğimiz emek harcandığında daha fazla hikmetlere ulaşmanın mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Bizim yazdıklarımız deryadan damla…

Rabbin Huzuruna Giderken Dünyayı Terk Etmiyor

Hz. Musa (as) Peygamberlik görevinde farklı aşamalardan geçiyor. Tur dağına davet edilme, orada Allah’tan bu şekilde vahiy alma ilk kez yaşayacağı bir deneyim. Rabbinin huzuruna giderken bu deneyimin verdiği heyecanı yaşıyor.

Ama işte burada çok önemli bir “ama” var. Hz. Harun’a verdiği talimatlar onun yaşadığı bu heyecana rağmen dünyaya yönelik vazifelerini unutmadığını gösteriyor.

Bunun üzerinden bütün zamanlara verilen mesajlardan biri şu oluyor: Allah’ın huzuruna giderken, o huzurda yaptığınız ibadetlerden aldığınız feyz size dünyadaki görevlerinizi unutturmasın. Dünya-ahiret arasındaki dengeyi bozmanıza sebep olmasın.

Bir başka mesaj da şu: Terbiye işi devamlılık ister, aksatıldığında geri başa dönme ihtimali vardır. Hele bir de terbiye edilenler İsrâiloğulları gibi alışkanlıklarının esaretinden bir türlü kurtulamıyorsa, terbiye işini hiçbir şekilde aksatmamak gerekir.

(143, 144) ALLAH NASIL KONUŞUR?

Bu konuyu Tefsir Usulümüzde (17) Vahiy Yasasında geniş olarak anlattık Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz. Burada oranın devamı olarak şunu ifade edelim.

Kur’an’da Allah’ın insanla diyalogunda merkeze konulacak bir âyet var.

“Allah (peygamber olarak seçtiği) bir insanla şu yollarla konuşur:

1)Ya (mesajını doğrudan onun kalbine ileterek, yani) vahyederek

2)Ya (Sina Dağı’nda Mûsâ örneğinde olduğu gibi manevî) bir perde arkasından (ona seslenerek)

3)Ya da dilediği şeyleri izniyle bildiren bir elçi göndererek.

O (beşerle konuşan ama beşerî noksanlardan münezzeh ve yüce olan) Aliy (konuşmada kullandığı farklı yöntemlerde birçok hikmetleri olan) Hakîm’dir.” 371

Bu âyet bize dolaylı olarak şu mesaj verir, Allah’ın insanla konuşmasında arada mutlaka sebepler vardır. Hiçbir insan/beşer Allah’ı karşısındaki ağacı, insanı gördüğü gibi göremez.

Bu mesajı dikkate aldığımızda Allah’ın Hz. Musa ile konuşmasını da doğrudan kendini göstererek yapmadığını anlarız. Zaten bu konuşmanın arkasından Hz. Musa’nın Allah’ı gözüyle görme talebinin de karşılık bulmaması bu tespitin referansı oluyor.

Dünyada Allah Hakkında En Fazla Sorulan Soruyu Hz. Musa Allah’a (cc) Soruyor…

“Dünyada Allah hakkında en fazla sorulan soru hangisidir?” şeklinde bir anket yapılsa, öne çıkacak sorulardan biri de “Allah’ı neden görmüyoruz?” sorusu olurdu. 143. âyette Hz. Musa bütün insanlık adına bu soruyu soruyor ve cevabını alıyor. Cevabı bu âyette ve şu âyette görüyoruz: “(Her özelliği ile sınırlı olan insana ait) Gözler (her özelliği ile sınırsız olan) O’nu (kuşatıp) idrak edemez, Halbuki O (bütün) gözleri (ve o gözlerin gördüklerini) çepeçevre kuşatır. O (her şeye nüfuz eden) Latîf(her şeyden haberdar olan) Habîr’dir.” 372

Bu ve benzeri âyetlerin özeti diyor ki: Sınırlı varlık sınırsızı göremez. Sınırlıdan bir parçayı görür. O parça da esmâsının (güzel isimlerinin) tecellileri ile ortaya çıkan eserleridir.

Allah İnsan Diyaloğunda, Allah’ın Diyaloga Kapı Açması

Hz. Musa’nın (as) 143. âyette geçen “Rabbim! Bana (kendini) göster, sana bakayım” talebine, Allah’ın cevabı “Sen koskoca peygambersin, sana böyle soru sormak yaraşır mı? Yoksa benim varlığıma dair içinde şüphe mi var?” şeklinde gelmiyor.

Cevabın, âyette geçen şekilde gelmesi, öğretme pozisyonunda olan Anne-babadan Profesöre kadar herkese şu mesajı veriyor: Soru sormanın önünü açın. Sorular karşısında onların önünü kesen bir tavır sergilemek insanın içindeki cevapsız soruların manevî kansere denk büyük sorunlara kapı açabilir.

O yüzden İslam hakkında insanlara bilgi verirken şu bilgiyi mutlaka verin: “İslâm dini Allah’ın dinidir. Bu dinde cevabı olmayan hiçbir soru olmadığı gibi, izahı olmayan hiçbir konu da yoktur.” Bu ve benzeri bilgiler üzerinden insanları soru sormaya teşvik edin.

Cevapları Soyut Değil Somut Örnekler Üzerinden Anlatma

Allah (cc) verdiği cevaba “Sen beni göremezsin” deyip nokta koymuyor. Cevabın devamı verdiği örnek üzerinden dolaylı olarak şunu diyor: “Neden göremeyeceğini merak ediyorsan, sana bunu uygulamalı olarak göstereyim.” diyor.

Örnek olarak dünyada insanın aklına gelebilecek en sert en sağlam şeyi seçiyor ve diyor ki: Dünyadaki en sağlam şey bile benim tecellim karşısında duramıyorsa, etten kemikten olan insan hiç duramaz mesajını veriyor.

Bu mesajı daha somut hale getirip insanı 100 watt’lık ampule dağı da 1000 watt’lık ampule benzetelim. Allah (cc) diyor ki, bendeki enerjinin milyarda biri 1000 wat’lık ampülü patlatıyorsa, 100 watt’lık ampulün o enerjiye arada perde/trafo olmadan muhatap olması imkansızdır.373

Hatanın Farkına Varma İnceliği

Allah (cc) Hz. Musa ile konuşmasının sonunda “bu yaptığın yanlıştı” demiyor. Ama Hz. Musa bir insan olarak haddi aştığını düşünüyor ve tevbe ediyor. Bu bir inceliktir. Bu inceliğin arkasından yapılan tevbe “Allah hakkında böyle sorular sormak günahtır, soran tevbe etsin” anlamına gelen bir tevbe değildir.

Bir kulun edebini gösteren bir hassasiyettir. Her insan peygamber hassasiyetinde olamayacağı için, bu soruyu soran her insandan tevbe beklememek gerekir. Bu türlü yaklaşımlar yukarıda ifade ettiğimiz gibi soruların önünü keser, içte kalan sorular, soruna dönüşerek, farklı manevî hastalıklar şeklinde ortaya çıkabilir.

Hz. Musa Ne Zaman Peygamber Seçildi?

Buradaki âyete bakarak bazıları, Hz. Musa’nın peygamberliğini bu âyetten başlatmışlar. Bu âyeti doğru anlamak için Hz. Musa’nın hayatına bütün olarak bakmamız gerekiyor. Böyle bir bakışta Kur’an’ın onun hayatını beş bölümde anlattığını görüyoruz.

144. âyeti öncesi ve sonrası ile birlikte okursak, âyetin beşinci bölüm içinde geçen bir olayı anlattığı net bir şekilde görülecektir. Bu durumda soru şu: “Allah (cc) neden seni insanlar arasından seçtim diyor?”

Bu sorunun cevabını aşağıdaki başlık altında verelim.

Elçiyi Onure Eden Bir Konuşma

Âyetlerin akışından anlıyoruz ki, Hz. Musa Allah huzurunda edebe uygun olmayan bir soru soruyor ve bunun mahcubiyetini yaşayarak tevbe ediyor. Allah (cc) bu durumda, onu peygamber olarak ilk seçtiği güne atıfta bulunarak dolaylı olarak şöyle diyor: “Sen bir insansın, olur böyle şeyler. Ben seni insanlar içinden seçtim, bugün yaptığım konuşma ile de sana verdiğim değeri gösterdim. Şimdi bunlara takılma sırası değil. Haydi görevinin başına dön ve verdiğim nimetlerin hakkını vererek bana şükret.”

Özetlersek bu âyeti beşinci bölümde inen bir âyet olarak değerlendirdiğimizde “seçtim” ifadesini böyle anlamak daha uygun görünüyor. (Allahü a’lem)

145. Âyet: 10 Emir Üzerinden Hayata Dair Ölçüler

Peygambere “Allah’tan vahiy geldi.” demek, Peygambere “Allah’ın razı olduğu ölçüler geldi.” demektir.

Bu tespitimizin gerekçelerini Bundan önce geçen Kadir Sûresinin Tefsirinde “Kadir Gecesinde Aslında Ne İndi? Ölçü/İlke/Ahlak” başlığı altında anlattık.

Burada da âyet bize “her konuya dair öğüt ve açıklama indi” derken (Allahü a’lem) bunu kastediyor.

Kur’an’da geçmiyor ama Tevrat metinlerinde Tur dağında Hz. Musa’ya inen âyetler 10 emir olarak ifade ediliyor.

Bu on emir şöyle sıralanıyor.374

1- Seni Mısır’dan, köle olduğun ülkeden çıkaran Tanrın RAB benim. Benden başka Tanrın olmayacak.

2- Kendine yukarıda gökyüzünde, aşağıda yeryüzünde ya da yer altındaki sularda yaşayan herhangi bir canlıya benzer put yapmayacaksın. Putların önünde eğilmeyecek, onlara tapmayacaksın.

3- Rabbin adını boş yere ağzına almayacaksın. Çünkü Rab, adını boş yere ağzına alanları cezasız bırakmayacaktır.

4- Şabat Günü’nü kutsal sayarak hatırla. Altı gün çalışacak, bütün işlerini yapacaksın. Ama yedinci gün bana, Şabat Günü olarak adanmıştır.

5- Annene babana saygı göster. Öyle ki, Rabbin sana vereceği ülkede ömrün uzun olsun.

6- Adam öldürmeyeceksin.

7- Zina etmeyeceksin.

8- Çalmayacaksın.

9- Komşuna karşı yalan yere tanıklık etmeyeceksin.

10- Komşunun evine, karısına, erkek ve kadın kölesine, öküzüne, eşeğine, hiçbir şeyine göz dikmeyeceksin.

Tevrat Bir Defada mı İndi?

Bazı kaynaklarda Tevrat’ın bir defada indiği görmek mümkün.375

Tevrat’ın bir defada indiği söylemeden önce Tevrat’ın içeriğine ve Kur’an âyetlerine bakmak gerekir.

Bu bölümün girişinde Tevrat’ın Tanah isimli kutsal metinler içinde üç bölümden biri olduğunu ve Tevrat’ın da kendi içinde (Tekvin, Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye gibi) 5 bölümden olduğunu söylemiştik.

Bugün elimize İsrail’de Kehot Publication Society tarafından yayınlanan orta boy bir Tanah çevirisi aldığımızda bunun toplam sayfa sayısının 2928 sayfa olduğunu görüyoruz.

Bu Tanah’ın içinde beş bölümden oluşan Tevrat’ın sayfa sayısı 1504.

Bu durumda “Tevrat Tur dağında bir defada indi.” demek, binlerce harf ve kelimeden oluşan yüzlerce sayfa bilginin bir anda indiği söylemektir.

Bunu söylemenin önündeki engelleri şöyle sıralayabiliriz.

Özetlersek bütün bunları birlikte değerlendirdiğimizde, 1504 sayfalık Tevrat’ın bir defada indiğini söylemek aklen ve naklen imkansız görünüyor. Makul olan, Kur’an gibi belli bir zaman içinde, yaşanan olaylara göre indiği kabul etmek olsa gerek.

146, 147. ÂYETLERİN

TEFSİRİ

(146, 147) Bağlam İçinde Âyetlerin Okunuşu

Bu iki âyeti iki türlü okumak mümkün.

Âyetlerin her iki tür okumaya da uygun olduğunu gördüğümüz için biz mealimizde parantez içi açıklamalarda ikinci okumayı tercih ettik.

Mealdeki açıklamaları yeterli gördüğümüz için bu âyetleri geçiyoruz.

148-156 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(

(148-156) KUR’AN SENARYODA BOŞLUKLARI DOLDURMA GÖREVİNİ BİZE VERİYOR

Kur’an’ı yüzünden değil, özünden okuyanlar bilir ki, Kur’an kendini okuyanlara ev ödevi verir.

Bu noktada derki, ben sana ana hatları belli olan içinde kalın ipuçları olan bir senaryo vereceğim, o senaryodaki boşlukları senin doldurmanı isteyeceğim.

Boşlukları biz doldursaydık, buradaki âyetler şöyle bir senaryonun içinde olacaktı,

Senaryoda Birinci Sahne: Hz. Musa Tur dağında Rabbiyle konuşma şerefine ermiş, ondan âyetler almış manevî olarak dolmuştu. Bir an önce kavmine dönmek, yaşadığı güzellikleri onlarla paylaşmak istiyordu.

Senaryoda İkinci Sahne: Hz. Musa’da kavmine döndüğünde korktuğunun başına geldiğini gördü. Mısırda geçirdiği yıllar içinde kavminin çoğu putperest olmuştu. İman edince bu inançtan hemen kurtulamadılar. Kızıldenizi geçtiklerinde putperest bir kavim gördüklerinde Hz. Musa’dan şu istekte bulunmuşlardı “Onların kendilerine ait ilahları olduğu gibi sen de bize ait (görebileceğimiz, dokunabileceğimiz) bir ilah yapsana.”

Bu istek çözülmesi gereken büyük bir sorunun habercisiydi. Hz. Musa sorunu bilerek Tur dağına çıkmış ve kardeşi Harun’u da bu konuda dikkatli olmasını tembihleyerek kendi yerine bırakmıştı.

Senaryoda Üçüncü Sahne: Hz. Musa 148. Âyette anlatılanları dinledi. Bunun ardından kavmine Tur dağında yaşadıklarını anlattı. Kendisine gelen âyetleri okudu. Kavmi bir kere daha şirkten tevhide davet etti.

Kavmi 149. Âyette anlatıldığı gibi tevbe etti.

Senaryoda Dördüncü Sahne: Bu dördüncü sahne önemli burada bir sinema tekniği olan flashback kullanılıyor. Üçüncü sahne yaşanmadan önce yaşanan gelişmelere gidiliyor.

Amaç seyircideki şu merakı gidermek “Acaba ne oldu oldu da Hz. Musa’nın yokluğunda buzağıyı ilah edinen İsrâiloğulları 149. âyette anlatılan tevbeyi yaptılar.

Merakı gideren cevap 150. Âyette okuyoruz.

Özetlersek, Kur’an bize kıssaları anlatırken bazen Salı, Çarşamba, Perşembe, Cuma dizilişinde anlatmıyor. Burada olduğu gibi Perşembeyi Çarşambadan önce anlatarak, kıssayı dinleyenlerde Çarşamba ne oldu ki Perşembede bu yaşandı merakını uyandırıyor.

Bu bir anlatım yöntemi. Bu yöntemi bir senaryo tekniği içinde göstermiş olduk.

Bu yönteme dikkat çekmenin ardından, aşağıda gelecek ara başlıklarla ilgili âyetlerde öne çıkan konulara değinelim.

Alışkanlıklardan Kurtulmanın Zorluğu

Bu âyetler ilk olarak indiği asır üzerinden bir toplumu dönüştürmek için gönderilmiş olan Peygamberimize işin zorluğunu anlatıyor.

Peygamber Efendimize dolaylı olarak verilen birinci mesaj şu “Bu âyetleri İsrâiloğullarının yerine Mekke müşriklerini koyarak oku. Okuduğunuz zaman kötüden iyiye, yanlıştan doğruya dönmenin zorluğunu göreceksin.

İkinci mesaj da şu: Yeni Müslüman olanların manevî terbiyesini ihmal etme. Çünkü şirkten tevhide dönmek, önden arkaya dönmek gibi hemen gerçekleşen fiziki bir olay değildir. Bir süreç ister. Bu süreçte manevî terbiyede kopma yaşanırsa, İsrâiloğullarında görülen sorunların benzeri görülebilir.

Davetinize Gelmeyen İnsana Empati Yapın

Bu âyetler Peygamberimiz üzerinden sahabileri de eğitiyor.

Onlara verilen mesajlardan biri de şu: Siz tevhidden şirke döndünüz ama her insanın dönmesi kolay olmuyor. O yüzden bugün sizin davetinize gelmeyen müşriklere süre verin. Onlara karşı örnek bir Müslüman olarak davet etme görevinize devam edin. Bugün olmazsa yarın olabilir inşallah.

Bir diğer mesaj da şu: Bu mesaj bu olay üzerinden bütün zamanlarda yaşayan Müslümanlara veriliyor.

Müslüman olmanın zorluğu olduğu gibi Müslüman kalmanın da zorluğu var. İsrâiloğulları Mısır’da Müslüman olmanın zorluğunu yaşadılar, Mısır’dan hicretten sonra da Müslüman kalmanın zorluğunu yaşıyorlar.

Bu mesaj üzerinde biraz düşünelim.

Gerçekten her Müslüman için, hayatın içinde her hadise karşısında Müslüman kalma zorluğu önemli bir zorluk.

Mesela dürüst oldunuz. Bir gün bir hafta dürüst kalmak kolay ama bir ömür… çok zor.

Mesela gıybet etmiyorsunuz. Bir gün bir hafta bunu yapmak kolay ama bir ömür… çok zor.

Bu “mesela”ların yerine onlarcasını koyduğumuzda bu zorluğun ne kadar zor olduğunu daha iyi anlayabiliriz.

Özetlersek, bu kıssa özü itibarıyla insanı anlatıyor. İnsanı anlattığı içinde bu âyetler dün inmiş gibi tazeliğini koruyor.

Senaryoda Hz. Musa’nın Öfkesi

Kur’an kıssalar üzerinden Peygamberlerin hayatlarını anlatırken eksi-artı, yanlış-doğru, hata-sevap bütün yönleriyle anlatıyor.

Bu anlatımlarda, montaj yapmıyor yani sevaplarını gösterelim ama hatalarını perdeleyelim demiyor.

Bunun üzerinden bize iki mesaj veriyor:

Birinci Mesaj: İnsandan ilah olmaz. İnsanlar maddi manevî yaptıkları işlerle ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, neticede insandır ve zaafları vardır.

İkinci Mesaj: Tarihinizi gelecek kuşaklara anlatırken, olduğu gibi anlatın. Örnek gösterdiğiniz insanların artılarını öne çıkarıp eksilerini gizlemeye çalışmayın.

Bunları yazma sebebimiz Hz. Musa burada öfkesini kontrol edememesine bağlı gelişen olaylar için, bundan önce de Mısır’da iken istemeden kazara bir adamı öldürdüğü378 için Allah’tan affını istiyor.

Allah (cc) dileseydi hem Tevrat’ta hem de Kur’an’da bu olaya hiç yer vermezdi.

Ama yer veriyor. Bunun üzerinden de yukarıdaki mesajların devamı olarak şu mesajı veriyor: Zannetmeyin ki, hata yapan insan batmıştır, bitmiştir, Allah onu silmiştir. Hayır! Hatasından ders alanları, hatasının pişmanlığını yaşayanları, hatalarından arınanları Allah dilerse içinde yaşadığı topluma önder, lider de yapar. O yüzden hatalarınızın esiri olmayın.

Buradan sonrasını bu sûrenin 107-109 âyetlerinde “Asayı Musa’nın ve Beyaz Elin Güncel Karşılığı” başlığı altında “Beyaz el” ile ilgili yazdıklarımıza havale edelim.

Dengeli Bir Şekilde Tavır Koymak da Liderliğin gereğidir

Hz. Musa 151. âyette Allah’tan bağışlanma diliyor. Buradaki olayda Allah (cc) ona “öfkelendiğin için veya levhaları yere attığın için bağışlanma dile” demiyor. Hz. Musa olması gerekenden fazla bir tepki verdiği için bağışlanma diliyor. (Allahü a’lem)

Neden böyle diyoruz? Anne-babadan, devlet yöneten insana kadar bir yönüyle her insan liderdir. Her liderin liderlik yaptığı alanda doğrularda örnek olma, takdir etme, teşvik etme görevi yanında yanlışlarda uyarma, tavır koyma, önleme gibi görevleri de vardır.

Yanlışlar karşısında sessiz kalmak bir lider için çok ciddi bir eksikliktir. Dikkat edilmesi gereken yanlışa karşı tavır koyarken, yeni yanlışlara sebep olmamak, dozu/ölçüyü iyi ayarlamaktır.

İlgili âyetlerde Hz. Musa’nın (as) kavminin, iman ettikten ve sonrasında birçok mucizeye şahit olduktan sonra buzağıya tapma karşısında verdiği tepki gâyet yerinde bir tepkidir.

Burada onun tarafından hata görülen şeyler, bu tepki verilirken levhaları yere atması ve kardeşine herkesin içinde aşırı öfkelenmesi olabilir. Allahü a’lem.

Durum Tespiti: İsrâiloğullarındaki En Büyük Problem Görünen İlah Arayışı

Bu problem sadece onların değil, imtihan dünyasında birçok insanın problemi.

Bir örnek verelim, varsayalım kavşakta trafik lambası var. Lamba kırmızı yanıyor. Lambanın üstünde bir kamera var. Lambanın altında bir trafik polisi var.

Genelde ne olur? İnsanlar kırmızıdan geçtiklerinin bilinmesi ve görülmesi karşısında geçmeme konusunda dikkatli davranılır.

Şehrin başka bir yeri; gece vakti, kavşak tenha, lamba kırmızı yanıyor ama kamere ve polis yok; yani gören yok. Kırmızı da geçen insanlar görülür.

İnsan doğası böyledir. Gören bilen yoksa, yanlış yapmanın önündeki engel azalır.

İsrailoğulalrının en büyük probleminin bu olduğunu nereden biliyoruz.

Şimdiye kadar karşımıza üç işaret çıktı.

Mısırda puta tapmaları,

Mısırdan çıkınca Hz. Musa’dan görünen bir ilah yapmasını istemeleri,

Hz. Musa Tur dağına çıkınca, onun yokluğunda bir buzağı heykeli yapmaları.

Bu problem öyle derin bir problem ki, 155. Âyette bir kez daha ortaya çıkıyor.

Bu konuya aşağıdaki başlıkla devam edelim,

Seçilen 70 Kişi ve Onlara Deprem Üzerinden Verilen Cevap

Kur’an bize ayrıntıları anlatmıyor ama bize anlatılan parçalardan işin anlatılmayan tarafını da anladığımızda karşımıza şöyle bir manzara çıkıyor.

Hz. Musa (as) kavmindeki görünen ilah arama zaafını biliyor. Bu problemi çözmek için tevhid çizgisindeki eğitimlere devam ediyor. Bu arada ona vahiy geliyor. Vahiyde kavminden 70 kişiyi seçmesi isteniyor. Bu 70 kişinin kim olduğunu bilmiyoruz ama şöyle bir tahmin yapabiliyoruz.

Mısır’dan hicret eden İsrâiloğullarının sayısı yaklaşık olarak 600 bin kişiydi. Bunlar 12 kabileye ayrılmıştı.

Büyük ihtimal seçilen 70 kişi bunların içinde, -bunları temsil noktasında- önde gelen insanlardı. Hz. Musa’nın muradı bu insanlarla Tur dağına çıkmak. Oradaki manevî eğitime bunları da şahid yapmak. Tur’dan döndüklerinde de bu kişilerin oradan aldıkları eğitimi temsil ettikleri insanlara vermesiydi. (Allahü a’lem)

Hz. Musa (as) bu 70 kişiyle Tur dağına çıktı.

Şimdi burada duralım ve bir analiz yapalım.

Eğer bu 70 kişiye 12 kabilenin önde geleni dersek, bunlar da bile yaşanan onca gelişmeden, görülen onca mucizeden sonra “görünen ilah” arayışı hâlâ devam ediyordu.

Bu âyetlerde geçmiyor ama Bakara sûresinin 55. Âyetinden öğreniyoruz; Tur dağına çıkan bu 70 kişi Hz. Musa’ya şöyle diyor: “…Ey Mûsâ! “Biz Allah’ı (kendi gözlerimizle) açıkça görmedikçe asla sana inanmayız”…”

Bütün yaşananları göz önünde bulundurursak Allah (cc) bu 70 kişiye dolaylı olarak şöyle diyor:

Bütün bu şahitlerden sonra gelmiş burada illa “Allah’ı görmek istiyoruz” diyorsunuz.

Haddinizi aşıyorsunuz. Bu konuda ısrar ederseniz, şu yaşadığınız depremin/sarsıntının daha büyüğünü yaşar ve helak olursunuz.

Burada Bir Ortam Okuması Yapalım

Bu 70 kişiye Hz. Musa’ya “…Biz Allah’ı (kendi gözlerimizle) açıkça görmedikçe asla sana inanmayız…” deyince, Allah (cc) bu soruya Tur dağını şahit yaparak dolaylı bir cevap verdi. Bu sorunun ardından “Durup dururken, dağın depremle sarsılması, üzerlerine yıldırım düşmesi, bunların sonucunda ölüm haline benzer bir bayılma yaşamaları”379 sorularına cevap gibi oldu.

Bu dolaylı cevaptan ders almış olacaklar ki, Hz. Musa’ya pişmanlıklarını ifade ettiler. Ne olur bizim için Allah’a dua et de bizi bağışlasın dediler. Bunun üzerine Hz. Musa (as) 155 ve 156. Âyetteki duayı yaptı.

Duaya Verilen Cevabın Analizi

Allah (cc) tamam duanızı kabul ettim diyebilirdi. Ama öyle demedi.

156. âyet üzerinden dolaylı olarak şu cevapları verdi.

Birinci Cevap: Bu deprem ve yıldırım hadisesinde gördüğünüz gibi, dilediğim zaman dilediğime azap ederim ve kimse bunun önün geçemez.

İkinci Cevap: Eğer rahmetime mazhar olmak istiyorsanız, benim razı olmadığım her şeyden sakınmanız gerekiyor.

Üçüncü Cevap: Bu cevapta zekat ayrıntısı çok önemli. Bu ayrıntı üzerinden verilen cevabı anlamamız için burada yaptığımzı ortam okumasına Taha sûresinin 87. Âyetini dahil etmemiz gerekiyor.

Bu âyet, bu sûrenin 148. Âyetinde geçen buzağı heykeli yapma konusundaki ayrıntıları veriyor.

Âyet şöyle: “(Kavmin içinde bu işe ön ayak olanlar, Mûsâ yokken olanları anlatmak için) Şöyle dediler: “Sana verdiğimiz sözden kendi isteğimizle caymış değiliz. Fakat biz (bildiğin gibi bir kısmımız itibarı ile Mısır’da kuyumcuyduk; özellikle Samirî bu işin pîri idi. İşimiz gereği) Mısır halkının (bize bıraktığı) mücevheratından (hakkımız olmadığı halde) yüklü miktarda yanımıza almıştık. (Yaşadığımız vicdan azabı nedeniyle) İşte onları ateşe attık. Sâmirî de aynı şekilde attı.”

Âyetin devamında yapılan buzağı heykelinin bu ateşte eritilen mücevherlerden yapıldığını anlıyoruz.

Bunu anladığımızda, İsrâiloğullarının bir kısmında puta tapma hastalığının arkasında servete tapma hastalığını görüyoruz. Yanlarındaki altınları ateşte eritip put yapmakla hem tapınma ihtiyacını giderecekler hem de “birikimlerini" bir şekilde güvence altına alacaklar.

Üçüncü cevabın analizi belki biraz uzun oldu ama bu analize göre âyette zekatın geçmesi şu mesajı veriyor: Benim azabımdan korunmak ve rahmetime nail olmak istiyorsanız. Servet nimetinin emanet olduğunu unutmayın. Serveti putlaştırmayın. Onu benim yolumda razı olduğum işler için kullanmanın yanında onun zekatını da verin.

Özetlersek yaptığımız bu ortam okuması bütün zamanlara şu mesajı veriyor: Allah’ın rahmetine nail olmak istiyorsanız, İsrailoğuları örneği üzerinden gösterilen Allah’ın razı olmadığı ne kadar davranış varsa onlardan uzak durun. Özellikle sizleri bencillik ve cimrilik gibi manevî hastalıklardan koruyacak olan zekatı verin.

157, 158. ÂYETLERİN

TEFSİRİ

ÖN BİLGİ: İncil

İniş sırasından yaptığımız okumada İncil kelimesi ilk kez bu âyette (157) karşımıza çıkıyor.

İncil’i, 6. yılda karşımıza çıkacak olan Meryem sûresinde Hz. İsa ve Hristiyanlık konusu içinde ayrıca değerlendireceğiz. Bu konuda geniş açıklama için oraya bakılabilir.

ÖN BİLGİ: GENİŞ MUHTEVA

Burada tefsirini yapacağımız iki âyet, sayı olarak 2 ama muhteva olarak neredeyse Kur’an’ın tamamını kuşatabilecek bir özelliğe sahip. Âyetlerin tefsirini yaparken bu özelliği dikkate alacak, açıklamaları kısa tutarak âyetlerdeki zengin muhtevayı aşağıdaki başlıklar altında göstermeye çalışacağız.

İNİŞ SIRASINDAN YAPILAN BİR OKUMADA BU ÂYETLERDE ÖNE ÇIKAN ÖZELLİK

Bu âyetlerde buraya kadar olan âyetlerde görmediğimiz iki özelliği görüyoruz.

Birinci özellik: Kur’an’da 21 defa geçen “Ey insanlar!” hitabını ilk olarak 158. âyette görüyoruz.

İkinci özellik: Kur’an’da peygamberimizin evrensel bir Peygamber olduğuna işaret eden âyetler var. Onlardan ilkini de çok net bir şekilde 158. âyette görüyoruz.

Burada akla gelecek sorulardan biri şu:

İniş sırasından yapılan bir okumada neden bu özellikleri bu sûrede, bu yılda (5. Yıl), Hz. Musa kıssasından sonra görüyoruz?

Bu soruya da birkaç nokta üzerinden cevap verelim.

Birinci Nokta: Beşinci yıl Peygamberimizin ve Müslümanların varlığının (istisnaları olabilir) Mekke’de yaşayan hemen herkes tarafından bilindiği bir yıl. Yine bu yıl Peygamber Efendimizle başlayan hareketin başta Yahudilerin çokça yaşadığı Medine olmak üzere Arap yarımadasında yavaş yavaş duyulduğu bir yıl.

İkinci Nokta: Birinci noktadan devam edersek. Artık Peygamber Efendimizin Mekke’de bir tabanı var. Artık onu hiç kimse yok sayamıyor. Mekke’nin ileri gelenlerinin toplandıklarında ilk gündem maddeleri Peygamberimiz oluyor.

Üçüncü Nokta: 7. asırda hem Mekke civarında yaşayan Yahudilerin hem de biraz daha uzakta yaşayan Hristiyanların bir peygamberin geleceğine dair beklentileri çok yüksekti. Bunun sebebi Kur’an’ın da işaret ettiği gibi kendi kitaplarında bir peygamber geleceği onlara haber verilmişti.

Dördüncü Nokta: Özellikle Medine ve civarında yaşayan diğer Yahudiler kendilerini kitap ehli olarak gördükleri için Mekke halkını kitaptan bihaber ümmi bir toplum olarak görüyorlardı. Bu nedenle gelecek peygamberin ümmilerin içinden çıkacağına hiç ihtimal vermiyorlardı.

Bütün bu noktaları dikkate alır, sorunun cevabına gelirsek, peygamber beklentisinin bu kadar yüksek olduğu bir zaman diliminde, artık belli bir vahiy birikimi olan, belli bir tabanı ve tanınmışlığı olan Hz. Muhammed’in bütün insanlara peygamber olarak duyurulmasının zamanın geldiğini anlıyoruz. (Allahü a’lem)

BAĞLAM ÜZERİNDEN VERİLEN MESAJLAR

Yukarıda anlattığımız noktaları dikkate alarak bağlam üzerinden verilen mesajlara geçebiliriz.

Hz. Muhammed’e (sav) Verilen Mesajlar

Peygamber Efendimize bu âyetler üzerinden doğrudan ve dolaylı olarak verilen mesajlar şunlar.

Doğrudan verilen mesaj şu: Sen bundan sonra sadece Muhammed bin Abdullah değilsin. Sen Allah tarafından bütün insanlara gönderilmiş son peygambersin.

Doğrudan verilen diğer bir mesaj da şu: Senin peygamberliğine sadece Kur’an değil, Tevrat ve İncil’de şahittir.380 Onlar (o kitaplardaki alametler nedeniyle) senin peygamber olduğunu kendi çocuklarını bildikleri gibi bilirler.381

Dolaylı Mesajlarda Vizyon ve Misyon Eğitimini Görüyoruz.

Özellikle 157. âyet muhtevasındaki zenginlik üzerinden Peygamber Efendimize: “Sen son peygambersin. Bir peygamberin görev tanımı şöyledir. Yetkileri de böyledir” diyerek onu geleceğe hazırlıyor.

Bu görev ve yetkilere aşağıdaki başlıklarda değineceğiz.

Yahudi ve Hristiyanlara Verilen Mesajlar

Doğrudan mesaj şu: Beklediğiniz peygamber geldi.

Dolaylı mesaj şu: “Ümmeti olduğunuz Hz. Musa’ya ve İsa’ya layık bir ümmet olamadınız. Onlardan size miras kalan Tevrat’ı ve İncil’i tahrif ettiniz, size anlatılan dini hurafeler ve gelenek içinde tanınmaz hale getirdiniz. Bu yüzden Allah’ın dinini temsil noktasında liyakat kaybettiniz. Şimdi, son peygamberle birlikte bir kere daha fabrika ayarlarına dönme fırsatı önünüze geldi. Bu fırsatı kaçırmayın.”

Mekke Müşriklerine Verilen Mesajlar

Ehl-i kitap olarak bilinen Yahudiler ve Hristiyanlar size “ümmi” diyorlar, sizi din, iman, kitap bilmez bir toplum olarak tanımlıyorlar. Son peygamberle, son kitapla bu tanımın dışına çıkma, bugün ve yarın kıyamete kadar gelecek insanlara örnek olma, onların hayır dualarını alma fırsatı ayağınıza kadar geldi. Bu fırsatı iyi değerlendirin.

İlk Müslümanlar Üzerinden Bütün Müslümanlara Verilen Mesajlar

Bugün sayınızın az olduğuna, karşınızdaki insanların sizi hor ve hakir görmesine bakmayın. Bu dünyada asıl önemli olan insanlara Allah’ın verdiği değerdir. Müslüman olmakla bu değeri kazanma yoluna girdiniz. Bunun için ne kadar şükretseniz azdır. Bu yolda geçmiş peygamberlerin ümmetlerinin yaşadığı zorlukların benzerlerini yaşayacaksınız. Ama Allah’ın rızası ve o rızayı kazananlara verilen ödül, bu dünyadaki her şeyden daha hayırlıdır.

Bugüne kadar inandığınız yoldan dönmediniz, örnek birer Müslüman olma görevini her türlü zorluğa rağmen yerine getirdiniz.

Bundan sonra sadece Mekke’ye değil kıyamete kadar gelecek bütün insanlara örnek olacağınızı bilerek, yolunuza devam edin. İzzet ve şeref olarak bu size yeter.

“BU YETKİYİ KİMDEN ALIYORSUN?” SORUSUNUN CEVABI: YER VE GÖK AYRINTISI…

157. ve 158. âyetlere bir bütün olarak bakarsak, 158. âyette “Ey insanlar! Şüphesiz ben, yer ve göklerin hükümranlığı kendisine ait olan Allah’ın hepinize gönderdiği Resulüyüm.” İfadesi geçiyor. Daha önce de ifade ettik, Kur’an’da bir yerde yer ve gökler ifadesi geçiyorsa orada mutlaka birtakım mesajlar vardır. O mesajlardan biri de şudur: “Yer ve gökler atomdan güneşe kadar yaratılan her şeyin sembolüdür. Yaratılan âyetleri yaratan da indirilen âyetleri (Kur’an’ı) gönderen de Allah’tır. Bu yönüyle, yaratılan âyetler indirilen âyetlerde geçen her sözün doğruluğuna şahittir.”

Aslında bu açıklamalarımızda akıl yaratılan âyetler içinde yer alırken, vahiy indirilen âyetler arasında yer alıyor ve mesajlarından biri de şu oluyor: Aklı yaratan da vahyi gönderen de Allah’tır. Aklı vahyin rehberliğinde kullandığınızda, vahyin doğruluğuna en büyük şahidin başınızda taşıdığınız akıl olduğunu göreceksiniz.

“EY İNSANLAR!” HİTABI

Bir kere daha vurgulayalım. “Ey insanlar!” hitabı iniş sırasında ilk kez burada geçiyor ve bu ifade üzerinden ilk âyetten beri vurgulanan İslam’ın, Kur’an’ın ve Hz. Muhammed’in evrenselliği bu ifade üzerinden bütün insanlara açık ve net bir şekilde ilan ediliyor.

“ÜMMİ RESUL” NE DEMEK?

Kök anlamı “ümm” olan ve anne manasına gelen ümm kelimesi türevleriyle birlikte Kur’an’da 118 defa geçiyor. “Ümmî” formunda ise ilk kez 156. ve 157. âyetlerde karşımıza çıkıyor.

Kelimenin sonundaki aidiyet takısı olan “î”yi dikkate aldığımızda Ümmî kelimesinin motamot çevirisi “analı” demektir.382 Annesinden doğduğu gibi yani okuma yazma bilmeyen anlamında kullanılıyor.

Bazıları bu ifadenin sadece bu anlama geldiğinden yola çıkarak Peygamberimizin (sav) ümmîliğini sadece bu anlamdan yola çıkarak değerlendirmişler. Kur’an’a baktığımızda, Kur’an bu ifadeyi Tevrat’ı ve İncil’i bilmeyen insanlar manasında kullanıyor. Bu kullanımın geçtiği âyetlere kısaca bakalım.

Âyeti bağlamı ile birlikte okuduğumuzda burada içlerinden ifadesiyle kastedilen Yahudiler. Kur’an onların içinde Tevrat’ı bilmeyenlere ümmî diyor.

Bu âyette görüldüğü gibi Kur’an Mekkelilere ümmi olarak hitap ediyor.

Kur’an bu âyette kitap ehli ile birlikte ümmi ifadesini ayrıca kitap ehli olmayanlar için de kullanıyor.

Bütün bunlardan şunu anlıyoruz; o günün Arap yarımadasında ümmi ifadesi hem kitap ehli olan Yahudiler içinde hem de Mekke halkına karşı Tevrat’ı ve incili bilmeyenler için kullanılıyordu. Bu kullanımdan yola çıkarak Peygamber efendimizi için Kur’an’da geçen bütün ümmi ifadeleriyle onun Tevrat’ı ve İncil’i bilmediğini anlatmak isteniyor diyebiliriz. (Allahü a’lem)

Burada akla gelecek şu soruyu soralım.

Peygamber Efendimiz Okuma Yazma Biliyor mu?

Bu noktada iki uç arasında dengeyi bulmamız gerekiyor.

Biz ikisinin de tam olarak doğru olmadığına inanıyoruz. Burada dengeli bir duruş sergileme adına şu denilebilir. Peygamber Efendimiz günümüz diliyle konuşursak, uluslararası ticaret yapan bir şirketin genel müdürüydü. O gün için ticaretle uğraşan bir insanın hesap kitap bilgisi ne kadarsa, en az o kadarını bildiğini kabul etmemiz gerekiyor.

Bu kabulümüzü bu konuda yapılmış müstakil bir akademik çalışmayı referans göstererek açıklayalım. Peygamberimizin okuma-yazma ile ilgili durumunu dört bölümde inceleyebiliriz.386

Birinci bölüm: Çocukluğunda Mekke’deki birçok insan gibi okuma-yazma bilmiyordu.

İkinci bölüm: Gençliğinden 40 yaşında peygamber olana kadar o gün uluslararası ticaret yapan bir tüccarın bilmesi gereken seviyede okuma-yazma biliyordu.

Üçüncü bölüm: Bu bölüm ikinci bölümü de içine alacak şekilde Medine’ye hicrete kadar aynen devam etti. Peygamber Efendimiz bu bölümde Tevrat’ı ve İncil’i geçmişte okuyup bilmeme adına ümmi bir peygamberdi. Kur’an’daki ümmilik ile ilgili bütün atıfları bu bölümü dikkate alarak değerlendirmek gerekir.

Dördüncü bölüm: Peygamber Efendimiz Medine’ye hicretten sonra orada çok büyük okuma-yazma seferberliği başlattı. Her konuda ümmetine örnek olan bir rehber olarak, bu işi başkalarına teşvik ederken kendisi de okuma-yazma öğrendi.

Bu Konudaki Endişeler

Bazı çevrelere, çok net bir şekilde Peygamber Efendimiz için “o gençliğinden itibaren okuma yazma biliyordu” şeklinde bir görüşü kabul etmenin, onun ümmiliğine işaret eden âyetleri boşa çıkaracağı ve “Kur’an’ı o yazdı” diyenlerin ellerine malzeme vereceği endişesiyle okuma-yazma konusunda “birinci bölüm”de ısrar ettiler.

Biz burada makulü tercih ettik. Bu işi bir sürece yaydığımızda ikinci ve üçüncü bölüm bu endişeleri boşa çıkarıyor. Yani Peygamber Efendimiz Tevrat’ı ve İncil’i bilmeme anlamında ümmî idi. Medine dönemine kadar da ciddi seviyede bir okuma yazma bilmiyordu.

Özetlersek, burada ortaya koyduğumuz makul bakış açısının bu konudaki endişeleri gidereceğini, kötü niyetlilere de malzeme vermeyeceğini düşünüyoruz.

EMR-İ Bİ’L-MÂRUF VE NEHY-İ ANİ’L-MÜNKER NE DEMEK?

İyiliği emretme kötülüğü nehyetme ifadesi bir kalıp olarak ufak değişikliklerle Kur’an’da yedi yerde geçen bir ifade. İniş sırasından yaptığımız okumada o ifadelerin ilkini bu âyette görüyoruz.

Biz bu âyetlere genelde burada olduğu gibi teşvik ve sakındırma manası verdik. Bunun gerekçesini Açıklamalı Mealimizde “Kur’an’da Emirler: Teşvik ve Sakındırma” (s. 33) başlığı altında anlattık.

Âyeti bağlam ile bağlamdan bağımsız okursak şu mesajları görürüz.

Bağlam ile birlikte okuma: Bağlamdan kastımız İsrâiloğulları; bu âyet tam da bu kıssanın ortasında ara söz olarak geliyor. Bu âyet üzerinden ilk Müslümanlara şu mesaj veriliyor: Bir Müslüman etrafındaki yanlışlara “bana ne” diyemez. Özellikle de din konusunda yapılan yanlışlar; dinin tahrif edilmesine, geleneğin din haline getirilmesine seyirci kalamaz. Eğer bunlara “bana ne” derse, yapılan yanlışların seyircisi ve ortağı olursa din, Medine Yahudileri örneğinde olduğu gibi tanınmaz hale gelir.

Bağlamdan bağımsız okuma: Bağlamdan bağımsız okursak, âyetin bu bölümü bütün zamanlara şunu diyor: Etrafınızda gördüğünüz yanlışlara seyirci kalamazsanız. Allah’ın razı olmadığı, yasal olarak yapılması yasak olan bu yanlışlara seyirci kalırsanız, -orman gibi düşünün- bu yanlışlar kıvılcım gibidir. Bugün olmasa yarın, yapanları ve seyirci kalanları da yakabilir. O yüzden “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyerek, küçük yılanların büyümesine, büyüyünce de daha büyük zarar vermelerine sebep olmayın.

HARAM-HELAL KILMA YETKİSİ KİME AİT?

157. âyetin içinde “(Elçi, Resul, Peygamber) Güzel ve temiz olan şeyleri onlara helal, kötü ve çirkin olan şeyleri de onlara haram kılacak.” İfadesi geçiyor.

Bu ifadeyi önce bağlamı dikkate alarak sonra da bağlamdan bağımsız olarak okuyacağız.

Bağlam ile Birlikte Okuma: Bu okumada yine ilk Müslümanlara İsrâiloğulları üzerinden dersler veriliyor.

Emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker üzerinden verilen “yanlışlara seyirci kalmayın” dersinden sonra, âyetin helal-haram kılma ile ilgili bölümü üzerinden de şu mesaj veriliyor: “Haram kılma yetkisi Allah’a, o haramları duyurma yetkisi de peygambere aittir. Onun dışında hiçbir beşer din adına haram koyamaz. Bu konuda İsrâiloğullarının tarihine ve Medine’de yaşayan Yahudilere bakın ve onlardan ibret alın.”

Bağlamdan Bağımsız okuma: Bu okumayı aşağıdaki başlıklar altında yapacağız. Ondan önce bir ara bilgi paylaşmak istiyoruz.

ARA BİLGİ: Eşyada Asıl olan İbâhedir

İslam fıkhında şöyle bir kural var. Eşyada asıl olan ibâhedir. Yani bu şu demek: Bir şey hakkında onun haram olduğuna dair, zandan arınmış bir nas (kesin bilgi) bulunmadığı müddetçe o şey mübahtır/helaldir.

Bu kurala göre haramlar sınırlı, helaller bir sayı ile ifade edemeyeceğimiz kadar çoktur. O yüzden burada sadece haram konusunu öne çıkaracağız.

Şu soruyla devam edelim?

Peygamber Efendimiz Hangi Sıfatla “Haram” Dedi?

Peygamber Efendimiz peygamberlik sıfatı yanında bir lider/idareci/yönetici olmasına bağlı olarak farklı sıfatları vardı.

Günümüz diliyle söylersek, Peygamber Efendimiz, içinde yaşadığı Müslüman toplum içinde (Allah’tan aldığı vahyi insanlara duyurma makamında) Peygamber sıfatı ile konuşmanın yanında İçişleri, Dışişleri, Ekonomi, Maliye, Adalet, Savunma, Eğitim ve Sağlık bakanı sıfatıyla da konuşmuştur.

Hadis kitaplarına baktığımızda Peygamber Efendimizin bu sıfatların ve bu sıfatların alt başlıkları olacak birçok sıfatın kapsama alanına giren konuda konuştuğu ve çok sayıda konu için “haram” dediği görülecektir.

Bu durumda şöyle bir ayrım yapmamız gerekiyor:

Peygamber Efendimizin Allah’tan aldığı vahyi insanlara duyurma makamında “haram” dediği her şey zandan arınmış bir delille bize ulaştığında buna “haram” diyoruz.

Peygamber Efendimiz peygamberlik sıfatı dışında bir kamu otoritesi olarak haram dediği her şeye de “yasak” diyoruz.

Şu soruyla devam edelim.

Haram, Yasak Ayrımı Neden Önemli?

Bu soruya cevap vermeden önce şu hatırlatmayı yapalım.387 Bu hatırlatmanın dikkate alındığını varsayarak yukarıdaki sorunun cevabına geçelim.

İlahi olan ile beşeri olanın ayrılması için önemli. İlahi olan Allah’ın haram dedikleridir. Bunlar bütün zamanların değişmezleridir. Beşeri olan ise, hem Peygamberimizin hem de ondan sonra gelen yöneticilerin kamu otoritesi vasfıyla koydukları yasaklardır. Bu yasaklar maksada uygun olarak hem değişebilir hem de bu yasaklara yenileri ilave edilebilir.

Bu konu oldukça geniş bir konu, biz bu konuya dipnotta ifade ettiğimiz gibi Tefsir Usulümüzde geniş olarak ele aldık.

Bunun yanında gelecek sûrelerde bu konuya ayrıca girmemizi gerekli kılacak âyetler olacak.388 O yüzden bu konuya burada nokta koyuyoruz.

GELENEĞİN ZİNCİRLERİNİ KIRMAK

157. âyetin şu bölümüne bakalım “…Onların (tahrif edilmiş kitaplarından kalma) sırtlarındaki ağır yükleri atacak. Onların (iradeleri üzerindeki manevî) zincirleri kıracak…”

Âyetin bu bölümü İsrâiloğulları üzerinden bütün zamanlara şu mesajı veriyor: “Allah’tan “gelen” dine ekler yapmayın. “Gelen”e eklenen her şey gelen-ek-tir.”

Allah’tan gelen dine yapılan ekler din zannedildiğinde din tanınmaz hale gelir. İnsanlar “Biz atalarımızı böyle yaparken bulduk.” derler. Atalarının dini Allah’tan gelen dinin yerini alır. Öyle olduğunda geleneğin zincirlerini kırmak zorlaşır.

Özetlersek, ilahi olanla beşeri olanı ayırmak lazım. Bunun için de İlahi emirle gelenlere haram, beşeri emirlere de yasak demek gerekir.

159-162 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

ÂYETLERİN KISA DEĞERLENDİRMESİ

İsrailoğuları kıssası baştan sona “Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla” deyimi üzerinden, vahye muhatap olan bütün insanlara, “Davranışlar ve karakter noktasında onlara benzemeyin, onlar gibi olmayın.” mesajı veren bir kıssadır.

159. Âyet: Hepsi Bir Değil

Kur’an’ın insanlar hakkında değerlendirme yaparken, genellemeden kaçınma gibi bir özelliği var. Kur’an bize 103. âyetten itibaren İsrâiloğullarını anlatmaya başladı. Genelde onların olumsuz taraflarından bahsetti ve 159. âyette bize şu uyarıyı yapıyor. “Hepsi bir değildir. Onlar içinde Musa ile gelen vahyin gereğini yapan; iyiliği emreden kötülüğü nehyeden hem doğru yaşayan hem doğru yolda rehberlik yapan adil insanlar var.”

Kur’an’ın bu hassasiyetini ehli kitap için yaptığı değerlendirmelerin tamamında görüyoruz. Bu hassasiyet bize insanlar hakkında değerlendirme yaparken toptancı olmayın, “onlardan bazıları” diyerek içlerinde iyi olanları ayıran bir dil kullanın mesajı veriyor.

160. Âyet: Çok Mucize Görmekle Çok İyi İnanma Arasında Doğru Orantı Var mı?

İsrâiloğulları kıssasının Kur’an’da yer almasındaki sebeplerden biri de bu sorunun cevabını insanların uygulama içinde görmelerini sağlamak.

İsraioğulları âyette bahsedilen aşamaya gelene kadar defalarca mucizelere şahit oldular. Özellikle Kızıldeniz’in yarılmasını görmeleri mucizeler içinde en büyük olanıydı. Onun ardından âyette anlatılan mucizelere de şahit oldular.

Âyetin son cümlesinden, onların içinden bazılarının bu kadar mucizeye rağmen, şükretmek yerine nankörlük ettiklerini anlıyoruz.

161, 162. Âyet: Hz. Musa’nın (as) Ardından Yaşanan Gelişmeler

Kur’an kıssalarında mesaj öne çıktığı için, belli bir kronoloji takip edilmiyor. Bu âyetlerde Hz. Musa’nın vefatından sonra onun ardından İsrâiloğullarının peygamberi olan Yûşa’ bin Nûn zamanındaki gelişmeler anlatılıyor.389

Kaynaklarda burada bahsedilen şehir hakkında farklı rivâyetler var; Kudüs’ün yanında Eriha, Şam, Remle, Filistin, Ürdün gibi bilgiler de görüyoruz.

Burada kesin olan bir şey var: İsrâiloğulları Hz. Musa’nın vefatından sonra Hz. Yûşa’ liderliğinde vaad edilen topraklarda (Arz-ı Mevûd) bir şehre giriyorlar.

Biz bu tarihi bilgiyi mealimizde parantez arasında verdik ama burada Kur’an’ın öne çıkardığı bilgi şu: Hz. Musa’dan sonra İsrâiloğullarında çok da bir şey değişmedi. İçlerinden bir grup hâlâ eski alışkanlıklarını sürdürüyor.

Bu bağlamda Kur’an bu âyetlerde o alışkanları değiştirme eğitimine devam ediyor. Bu eğitimin bir parçası olarak İsrâiloğullarına bütün insanlar için örnek bir toplum olma yolunda giderken, başarı ahlakı eğitiminin verildiğini görüyoruz.

Bu eğitimde öncelikli amaç başarının Allah’tan bilinmesi.

Bu eğitimin başında İsrâiloğullarına “Şehre/vaad edilen topraklara girerken mütevazi bir şekilde girin.” deniyor. Arkasından gelen “hatalarınızı bağışlayalım” ifadesinden, henüz istenilen kıvama gelemediklerini anlıyoruz.

Peki bu noktada istenen kıvam/duruş ne idi? Bu sorumuzun cevabını Kur’an’ın iniş sırasında en son sûre olan (Halk arasında “izâcâe nasrullahi…” diye bilinen) Nasr sûresinde görüyoruz.

Bu âyetleri Nasr sûre ile birlikte okuduğumuzda İsrâiloğullarına dolaylı olarak denilen şu: Ey İsrâiloğulları! Bugün Allah’ın vaad ettiği topraklara giriyorsunuz ama bu başarı bir hak ediş değil. Bu başarı Allah’ın size bir lütfu. Başarıyı Allah’tan bilme adına, bu konuda yaptığınız hatalar için (Hıtta diyerek) Allah’tan bağışlanma dileyin.

162. Âyetin son cümlesinden İsrâiloğullarının bu sözleri dikkate almadıklarını ve azabı hak eden davranışlar içine girdiklerini anlıyoruz. Bu davranışlardan yola çıkarak İsrâiloğulları için bir karakter analizi yaparsak,

İsrâiloğulları Hırslarının esiri oluyorlar

Kur’an “İnsanlar içinde dünya hayatına en düşkün ve bu konuda en hırslı olan kimdir?” sorusuna “Yahudilerdir” cevabını veriyor.390

Hırs bir istektir. Ama normal istek değildir. Helal-haram, doğru-yanlış, iyi-kötü ayırt etmeyen hırs, “isteğin kontrolden çıkmış halidir.” Kontrolden çıkan hırs, sahibini esir alır. Hırsına esir olan insanlar, isteklerine sınır koymakta, istenileni yapmakta zorlanırlar.

161. ve 162. Âyetlerde bunun örneğini görüyoruz. Bu örnek bize şunu gösteriyor: Mısır’da kölelik döneminde açlık, yoksulluk ve sefalet gören İsrâiloğulları, bolluk ve varlıkla tanıştıkları bir noktada kendilerini kontrol edemiyorlar. 162. âyette parantez içi açıklamada ifade ettiğimiz gibi bir açgözlülük bir maymun iştahlılık alameti olan hıntatün ifadesini söylüyorlar.

Arkadan gelecek âyetlerde hırslarının eseri olmanın ağır sonuçlarını göreceğiz.

Özetlersek, hırsın kontrolden çıkmış hali, insanı insanlıktan çıkaran bir haldir.

163-166 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

ÂYETLERİN KISA DEĞERLENDİRMESİ

Burada bir ara bilgi verelim. Bu sûredeki âyetler çok genel bir şekilde neredeyse bütün bir İsrâiloğulları tarihini bize özetliyor. Bu özetlemede tarihi anlamda bir kronoloji takip edilmiyor ama ahlak ve huy anlamında bir davranış kronolojisi takip ediliyor.

163-166 âyetler bizi Yuşa bin Nun’dan yaklaşık 300 yıl sonra gelen Hz. Davud’un zamanına götürüyor. Bu âyetlere davranış kronolojisi olarak baktığımızda âyetler bize şunu diyor: Evet aradan 300 yıl geçti ama huylu huyundan vazgeçmedi.

Aşağıda yapacağımız değerlendirmelerde hem İsraioğullarının hırslarına esir olmalarına dair bir örnek göreceğiz hem de yedikleri ağır bir tokadı…

163. Âyet: İman Edenlerin Helal ile Sınanma İmtihanı da Zordur

Bu sûrenin 19. âyetinin tefsirinde şöyle bir başlığımız vardı “Makul ve Mantıklı Açıklamaların Olmadığı Konular, Şeytanın En Çok Kullandığı Yollardan Biri Olabilir mi?

Tefsir usulümüzde de bu başlığın referanslarını göstermiştik.391 Bu hatırlatmadan sonra bu bilgileri dikkate alarak âyetin tefsirine başlayalım.

İsrâiloğullarına denilen şu: “Cumartesi balık avlamayın.” Bu yasak her gün değil, sadece bir gün. O gün avlanmasalar ölmeyecekler ama “daha çok olsun, satalım daha çok kazanalım” diyorlar ve yasağı çiğniyorlar.

Burada olayın özüne bakarsak bir kere hırslarına yenik düşüyorlar. Bu âyetle ilgili açıklamaları hem parantez içi açıklamalarda hem de dipnotta yaptık. O yüzden âyetle ilgili olarak başlıktaki tespitimize dikkat çekmek istiyoruz.

163. âyette İsrailoğularına “Cumartesi balık avlamak yasak” denilmesi yerine yine on emrin içinde olan “adam öldürmeyin veya çalmayın” denilseydi ne olurdu?

Büyük ihtimal şu olurdu: İnsan doğası mantığını anladığı ve kavradığı yasaklarda, yasak olanı yapmakta zorlanır. Vicdanı onu baskı altına alır.

Ama ortada bir yasak var ve gerekçe anlaşılmıyorsa, bir de o yasak olan şey yapıldığında zevk, keyf, mutluluk ve parasal olarak kâr da getirecekse işte iman eden insanların en fazla zorlandıkları imtihanlardan biri bu oluyor.

Yukarıda Hz. Âdem ve eşinin yasak ağaçla imtihanının böyle bir imtihan olduğuna dikkat çekmiştik. Bu konuyu asıl konumuz olan Cumartesi yasağına getirsek, yasaklanan helal olan bir şeydi.

İmtihan dünyasının dekorundan bağımsız çalışan insan mantığı şöyle düşündü, “Haftanın altı günü helal olan bir şey neden 7. gün haram olsun ki. Ben bu yasağın mantığını anlamadım. O yüzden avlanmakta bir sakınca görmüyorum.”

Bu tür yasakların ne kadar mantıklı ve makul olduğu imtihan dünyası içinde din mantığı anlaşıldığında anlaşılabiliyor. Bu konudaki açıklamaları yukarıda işaret ettiğimiz yerlerde yaptığımız için âyetlerin tefsirine devam ediyoruz.

164. Âyet: Aktif İyiler Boş Durmuyor

Aktif-Pasif iyi konusuna Açıklamalı Mealimizde Vakıa sûresinin girişinde değinmiştik. İsrâiloğulları kıssasında, Kur’an kıssanın akışı içinde “İsrâiloğullarının tamamı alışkanlıklarının esiri olmuş şeklinde bir zanna kapılmayalım” diye, 159. âyette olduğu gibi burada da onlar içindeki öğüt veren iyilere dikkat çekiyor. 170. âyette de benzer bir dikkat çekmeyi göreceğiz.

Bu dikkat çekmeler üzerinden Kur’an bize şu dersi veriyor: İnsan toplulukları için değerlendirme yaparken genellemeden kaçının, onlar içinde iyiler varsa mutlaka onları, kötülerden ayıran bir dil kullanın.

Kur’an bu âyetlerde hem bu dili kullanıyor hem de onların birer aktif iyi olarak, içinde bulundukları toplumda yaptıkları ıslah çalışmalarına işaret ediyor.

Yine âyetlerin ve tarihin akışı içinde, kötülerin iyilerden baskın olduğunu görüyoruz. Ama bir şey daha görüyoruz. Kavmin içindeki aktif iyiler de her durumda varlıklarını devam ettiriyorlar. Sayıları az bile olsa, kötülere benzemekten kendilerini koruma gayretini ısrarlı bir şekilde gösteriyorlar.

“İmtihan Dünyasında Maçın Skoruna Bakılmıyor”

164. âyette öğüt verenlere dolaylı olarak şu deniliyor: “Ne kadar öğüt verseniz de sonuç değişmez. Bunlar zaten helak olacak. Bırakın şu öğüt vermeyi…”

Bunun üzerine aktif iyiler “Rabbimizin katında sorumlu olmayalım diye; bir de (nereden biliyorsunuz) bakarsınız (öğütlerimiz fayda verir de) onlar (da Allah’ın razı olmadığı bu işleri yapmaktan) sakınırlar.” diyorlar.

Aslında bu ifade şu anlama geliyor: “Biz Allah’ın, imtihan dünyasında kötü ile ve kötülüklerle yapılan maçta skora bakmadığını, kötülüğü önlemek için gösterilen gayrete, ortaya konulan tavra baktığını biliyoruz.”

Bu ifadeler üzerinden bütün zamanlara şu mesaj veriliyor. Öncelikli göreviniz kötüden taraf olmamak, kötülüğün seyircisi olmamak. Kötüye karşı niyet ve gayret ortaya koymak. Çünkü Allah (cc) önce skora değil, niyete (sonra o niyetin şahidi olan gayrete) bakar.

Neden? Çünkü öyle peygamber gelmiş ki, ona iman eden yok denilecek kadar az olmuş. Allah (cc) hiçbir peygamberini sayısal çokluk üzerinden değerlendirmemiştir. O peygamberlerini sahada verdikleri mücadele üzerinden değerlendirmiştir.

165. Âyet: Cezada İyi Kötü Ayrılıyor

Bu âyete kadar Kur’an İsrâiloğulları için geneleme yapmadı. Sürekli onlar içindeki iyilere dikkat çekti. 165. âyette de bu ayrımı görüyoruz. Kötüler dünyada hak ettikleri sonucu yaşarken, iyiler iyi olmanın ve iki kalmanın peşin mükafatını dünya da görüyor…

166. Âyet: İnsanın Karakter Olarak Hayvana Benzetilmesi

Bu âyette “aşağılık maymunlar olun” ifadesini fiziki olarak maymun olma şeklinde anlayıp, âyete ona göre anlam verenler olmuş.

Âyete anlam vermek sadece anlam vermek değildir, o anlamı verdikten sonra arkadan gelecek zincirleme soruları da dikkate almayı gerektirir.

O anlamı verdikten sonra akla gelebilecek sorulardan bazıları şunlar;

166. âyette bahsi geçen insanların fiziki olarak maymuna dönüştüğü kabul edildiğinde, bu soruların da makul bir izahı olması gerekir.

Bunların makul bir izahı olmadığında, bu âyete meal verirken, Kur’an’da yapılan benzeri mecaz ve teşbihlerden yola çıkarak, bu âyette geçen ifadenin de bir mecaz olduğunu kabul etmenin daha doğru olacağını düşünüyoruz.392

Ayrıca dünya dillerine baktığımızda faklı kültürlerde bazı insan davranışlarının maymuna benzetilerek ifade edildiğini görmek de mümkün.393

167-171 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

ÂYETLERİN KISA DEĞERLENDİRMESİ

167, 168. Âyet: Bu Sıfatlar Değişmezse, Sonuçlar da Değişmez

Hırsız ve yalancı kelimeleri birer sıfattır, bu sıfatlarla anılan kişiler, o işi yapmaya devam ettikleri müddetçe, bu sıfatlara sahip olmanın sonuçlarını yaşarlar. Bu iki örnek iyi-kötü bütün sıfatlar için geçerlidir.

Bu sıfatların sahiplerinin Yahudi, Hristiyan, Müslüman, Budist ve Ateist olması sonucu değiştirmez.

Bu değerlendirmeyi dikkate alarak167. âyeti iki farklı şekilde okuyabiliriz.

Birinci Okuma Yahudiler Üzerinden: O günden bugüne Yahudilerin tarihine baktığımızda, onlara azabın en kötüsünü tattıracak kişilerin geldiğini görüyoruz. Bu işaretlerle birlikte Yahudiler en güçlü devirleri olan Hz. Davud ve Süleyman döneminden sonra, 167. âyette işaret edilen gaybi haberin ilk örneklerini yaşıyorlar.394

İkinci Okuma Sıfatlar Üzerinden: Kur’an’dan İsrâiloğulları/Yahudi tarihi okunduğunda, Yahudilere ait özelliklerin toplamını anlatmada kullanılan ifadelerden biri de dünyevileşmedir. Bu ifadenin açılması gerekir. Dünyevileşme ahirete imanın azalması veya tamamen yok olmasıyla ortaya çıkan bir sıfattır.

Bu sıfata sahip insanlar için birçok olumsuz özellik sayılabilir. Bizim en başa koyacağımız özelliğin adı (her türlü haksızlığı, hukuksuzluğu, kanun ve kural tanımamayı içine alan) adaletsizliktir.

Peygamber Efendimizden bugüne yaklaşık irili ufaklı 100 kadar (imparatorluk, beylik, emirlik, hanlık seviyesinde) İslam devleti kurulmuş ve bunların büyük çoğunluğu yıkılmıştır.

Bu yıkılma sebeplerinin bir listesi yapıldığında, birçok yanlışı içine alan adaletsizlik bu devletlerin yarısından fazlasının yıkılmasında doğrudan, geri kalan birçoğunun da yıkılmasında dolaylı rol oynamıştır.

O yüzden Kur’an’da İsrâiloğulları kıssasını ve Yahudi tarihini okurken sıfatlar üzerinden okumak, ona bakarken aynaya bakmak, o aynadan: Onlara benzerseniz dünyada ve ahirette benzer sonuçlar yaşarsınız mesajını almak çok ama çok önemlidir.

“İsrâiloğulları Hakkında Genelleme Yapmayın”

Yukarıda ifade ettik, hem bu âyette (168) hem de 170. Âyette İsraioğullarındaki iyilere dikkat çekiliyor. Bu dikkat çekmeyi, onların geleceklerine işaret eden (168, 169) âyetlerle birlikte düşündüğümüzde dolaylı mesaj şu oluyor: “Onlar içinde iyi olanlar hiç eksik olmayacaklar. Dün ve bugün olduğu gibi yarın onlar yeryüzüne dağılsalar da yine iyi olanlar olacaklar. O yüzden onlar hakkında genellemeden sakının. Toptancılık yapan bir dil ve tavırdan uzak durun.”

Bu dolaylı mesajın günümüzdeki örneklerini görüyoruz. İsrail devleti zaman zaman masumlara zulmettiğinde, yine o ülke vatandaşı olan Yahudilerden bu zulme karşı tepkiler görüyoruz. Vicdanları temiz insanlar yapılan zulme isyan ediyor.

169, 170. Âyet: İnsanlık Tarihinin Fotoğrafı

Bu sûrenin 56. âyeti şöyle: “Yeryüzünde (ıslah için gelen peygamberlerin rehberliğinde, yanlış giden işler) düzeltildikten sonra orada bozgunculuk yapmayın…”

İnsanlık tarihine baktığımızda vahyin bu uyarısının dikkate alınmadığını görüyoruz. Her bozulmayı bir düzelme, her düzelmeyi bir bozulma takip etmiş ve ediyor.

İsrâiloğulları kıssasında İnsanlık tarihinin özetini görüyoruz. 168. âyette bahsedilen imtihandan anlıyoruz ki, İsrailoğularında bozulmalar ve düzelmeler devam ediyor.

169. ve 170. âyetlerden anlıyoruz ki, devam eden bozulma düzelme imtihanında Tevrat’a varis olan bir grup bozulurken (169), onun öğretilerine sımsıkı sarılan ve namazlarını kılan bir başka bir grup ise düzeliyor.

Burada geçen namazı ibadet anlamında namaz olarak da anlayabiliriz. Çünkü oruç ve zekat ibadeti gibi namaz ibadeti de geçmiş peygamberlere gelen vahiyler arasında vardı. Salat kelimesinin anlam genişliğini dikkate alarak namazı bütün Allaha yönelme eylemlerini içine alan en geniş manası ile de anlayabiliriz.

171. Âyet: Tehditle, Zorla İman

İslam tarihinde, “her olağanüstü görünen hadiseye mucize” diyenler yanında, mucizeleri toptan reddedenler de olmuş.

Biz bu iki yaklaşımın da doğru olmadığını düşünüyoruz. Bu düşüncelerimizi tefsirimize yansıttık. Mucize olanlara mucize dedik, olmayanlara da neden denilmeyeceğini gerekçelerimizle izah ettik.395

Bu sûrenin 160. âyetinde de “Çok Mucize Görmekle Çok İyi İnanma Arasında Doğru Orantı Var mı?” sorusuna, birçok mucizeye şahit olan İsrâiloğulları üzerinden “evet” demenin zor olacağına dikkat çektik.

Bu âyette önümüzde iki şık var.

Birinci Şık: Ya Sina dağının fiziki olarak bir balyoz gibi yukarı kalktığını ve bu olay üzerinden Allah’ın İsrâiloğullarından Tevrat’ın emirlerine sımsıkı sarılacaklarına dair söz aldığını kabul edeceğiz,

İkinci Şık: Ya da âyette geçen gölgelik ve zan kelimelerinden yola çıkarak, dağın üzerlerine düşeceğini zannedecekleri bir olayın yaşandığını kabul edeceğiz.

Bu âyeti, bu hadisenin anlatıldığı benzer âyetlerle birlikte okuduğumuzda bu olay, İsrâiloğulları kıssasında anlatılan olaylardan bağımsız olarak yaşanmıyor. Bu olay Tur dağına çıkan 70 kişinin, “…Ey Mûsâ! “Biz Allah’ı (kendi gözlerimizle) açıkça görmedikçe asla sana inanmayız…” demeleri üzerine gerçekleşen deprem, yıldırım ve bayılma hadisesine bağlı olaylar zincirinde içinde yer alıyor.

Bu bağlamı dikkate aldığımızda, Allah (cc) Hz. Musa (as) vesilesiyle gösterilen hiçbir mucizede karşı tarafı inanmak zorunda bırakmıyor. İmtihan dünyasının bir gereği olarak inkar şıkkını tercih hakkını engellemiyor. Yoksa imtihanın bir anlamı kalmaz.

Böyle olduğu için de (Firavun ve Sihirbazlar örneğinde olduğu gibi) görülen mucizelere inananlar da oluyor, inkar edenler de oluyor.

Ayrıca bu âyette birinci şıkkı kabul ettiğimizde arkadan şu sorular geliyor:

171. âyeti bu değerlendirmeler ışığında düşündüğümüzde, ikinci şıkkı seçmenin daha makul bir seçenek olduğu görülüyor. (Allahü a’lem)

172-174 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(172-174) ÂYETLERİN TEFSİRİ

Bu âyetlerin hem bağlam üzerinden hem de bağlamdan bağımsız olarak çok önemli mesajları var. Aşağıdaki başlıklar altında bu mesajlara bakalım.

BAĞLAM ÜZERİNDEN VERİLEN MESAJLAR

Âdem-İblis Kıssası Üzerinden Verilen Mesaj

Bu âyette bizim, anlamada kolaylık olsun diye “babalarının” şeklinde anlam verdiğimiz ifade Arapça metinde Âdemoğulları şeklinde geçiyor.

Burada bütün insanların ortak atası (babası) olan Âdem isminin geçmesi, bu âyeti, bu sûrenin başındaki kıssaya bağlıyor.

Verilen mesaj şu: Her insan Âdem tabiatlı yaratılmıştır. Yani her insan hayra/takvaya ve şerre/fucura meyil kabiliyeti olan bir nefisle yaratılır.

Konusu “Tarafını Seçmek” Olan Kıssalar Üzerinden Verilen Mesaj

Bu âyetten önce yukarıda altı peygamber kıssası geçti. Kıssalar için yaptığımız ortak değerlendirmede “Her kıssasının ortak konularından biri tarafını seçmektir, her kıssada; her doğan insan ile Âdem-İblis kıssası bir kere daha yaşanır.” demiştik.

Bu bağlamı dikkate aldığımızda, 172. âyetin mesajlarından biri de şu oluyor: Her insan tarafını seçebilecek bir donanımda yaratılmıştır. Her insan doğru veya yanlış tercihlerinin sonuçlarını yaşar.

Her insan imtihan dünyasında başarılı olabilecek bir donanımla yaratılmıştır. Mahşerde hiçbir insanın imtihan dünyasının şartları ile ilgili geçerli bir mazereti olamaz.

İsrâiloğullarının Ahitleri Üzerinden Verilen Mesaj

Kur’an kıssalarına baktığımızda, Allah-insan diyalogunda verdiği sözleri/ahitleri bozan kavimlerin başında İsrâiloğulları geliyor.

Bu bağlamda bu âyetin mesajı şu oluyor: İnsanın verdiği sözlerden caymasının ve ahitlerinin gereğini yerine getirmemesinin bir sebebi de fıtrat sözleşmesini unutması ve fıtratın sözüne sadık kalmamasıdır.

BAĞLAMDAN BAĞIMISIZ VERİLEN MESAJLAR

Âyetin bağlamdan bağımsız olarak nasıl okunabileceğine dair açıklamaları hem âyetin parantez içi açıklamalarında hem de dipnottaki açıklamalarda gösterdik. Onları tamamlayıcı bilgi olarak aşağıdaki başlıkla devam edelim.

172. Âyet Zaman üstü ve Evrenseldir

Bu âyet bu şekliyle Kur’an’da sadece burada geçer. Âyette temsili bir anlatım vardır. Âyetin konusu insanın fıtratı üzerinden Allah’a verdiği sözün temsili olarak bize anlatılmasıdır. Bu temsili anlatımda “Evet, sen bizim Rabbimizsin” sözü dünyada doğmuş doğacak her insanın Allah’a verdiği sözdür. Burada soru şu:

İnsanın Fıtrat Sözleşmesi Dediğimiz Bu Sözden Haberi Var mı?

Bu sorunun cevabını vermek için âyette geçen anahtar kelimelerden biri olan “Rab” kelimesinin anlamına bakmamız gerekiyor.

Rab kelimesi, en kısa anlamıyla, yaratılan bir şeyi, yaratılış gayesine uygun olarak terbiye etmektir. Bu anlamı dikkate alarak âyetteki soruyu bir kere daha soralım. “Ben sizin terbiye edeniniz değil miyim?”

Bu soruyu farklı şekilde açalım. Sizi kim terbiye edebilir? Gözünüze bakın, gözünüzü varlık gayesine uygun olarak kim yaratıp terbiye edebilir? Dünyada göz konusunda uzman olan bütün bilim insanlarına gidin ve onlara sorun: Yoktan bir göz yaratıp, o göze bu özellikleri verebiliyorlar mı?

Göz için yaptığınız bu araştırmayı, benzeri bütün organlarınız için de yapın. Bütün organlarınız için yaptığınız bu araştırmayı, sizin hayatınızın devamı için var olması gereken atomdan güneşe kadar her şey için de yapın…

Soruyu bu şekilde açtığımız zaman cevap şöyle geliyor: “Evet sen bizim terbiye edenimizsin.”

Bu cevabı açalım; biz aklımızı kullandık, bize verilen ve bizim varlığımızın devamı için yaratılan her nimeti varlık gayesine uygun olarak kimin terbiye edebileceğini araştırıp inceledik ve şu sonuca vardır. Bütün bunları “Şu şu özellikleri sahip olan biri yaratıp terbiye edebilir.” dedik.

Bazı insanlar tarafından yaratıcı olarak kabul edilen tabiat, doğa, sebepler gibi varlıklara baktık, onların da yaratıldığını, onların bir yaratıcıda bulunması gereken özelliklere sahibi olamayacağını anladık.

Sonra bütün peygamberleri temsilen son peygambere gelen vahye baktı. Orada aradığımız özelliklere sahip olan yaratıcıyı bulduk. Bütün bunları Ondan başkasının yaratıp terbiye edemeyeceğini anladık.

Evet, akıl sahibi her insan dünyada bu sonucu bulabilir.

Biz bu konuyu Tefsir Usulümüzde (2) Aklın İşleyiş Yasasında geniş olarak açıkladık. O açıklamaların sonucunda her insanın “Ey Allah’ım! Sen benim Rabbimsin. Senden başkası beni yaratıp, terbiye edemez.” diyebilecek bir donanıma sahip olduğunu gösterdik.

Aşağıdaki soruyla devam edelim?

Âyetlerin Açıklamaları Nasıl Anlaşılır?

Bu soru 175. Âyetteki “Biz âyetleri böyle birer birer açıklarız” ifadesi ile bağlantılı.

Başlıktaki sorunun cevabı akıldır. Bazıları zannediyor ki, Kur’an âyetleri yeterince açık değil. Âyetlerin açık olması, kişinin aklını kullanma kabiliyeti ile doğru orantılıdır. Bunu Aklın İşleyiş Yasasında anlattık. Burada bir örnek üzerinden açalım.396

Varsayalım dünyada insan eseri olan her şey konuşabiliyor. Biz de onlara şu soruları soruyoruz. Seni yapan kim? Seni üreten kim? Seni terbiye edip, şu an yaptığın işi yapabilecek özellikleri sana veren kim?

Bu soruyu önce bir çamaşır makinasına soralım. Çamaşır makinası şunları diyecekti. Beni yapabilecek birinin,

Çamaşır makinası bunları derken aslında şunu demiş olur, bütün bu özelliklere sahip olamayan beni yapamaz.

Çamaşır makinasına sorduğumuz soruyu, kalemden, kağıda, arabadan uçağa, fabrikadan 100 katlı binaya kadar bütün insan ürünü olan her şeye sorsak, her şey hal lisanıyla kendini yapanın özelliklerini sayar.

Beni şu şu özelliklere sahip olan biri yapabilir. Bu özelliklere sahip olamayan yapamaz. İşte buna eserin/ürünün/fıtratın şahitliği diyoruz.

Aynen bunun gibi, elden ayağa, gözden kulağa, atomdan güneşe kadar yaratılan her şey bu şahitliği yapar. Bu şahitlere kulak verdiğimizde, bütün şahitler “Bizi Allah’tan başkası yaratıp terbiye edemez” der.

Bu noktada âyetin şu cümlesini bir kere daha hatırlayalım “Biz âyetleri böyle birer birer açıklarız…” Görüldüğü gibi akıl denilen nimet, doğru kullanıldığında âyetler bir güneş gibi oluyor. O güneşin olduğu yerde karanlıkta kalan hiçbir nokta olmuyor.

175-179 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

175-179 Âyet: Âyetlerin Kısa Değerlendirmesi

Kur’an’da sinema tekniklerine benzer teknikler kullanılıyor. Yukarıdaki kıssalarda kameralar kavim/kabile/toplum denilen bütüne yoğunlaştı. 175. âyette bütünden bir parçaya yoğunlaşıyor. Bunun üzerinden verilen mesajlardan biri şu: Bütündeki bütün bozulmalar parçalarda başlar.

Bu tespiti açalım,

Hiç Kimsenin Garantisi Yoktur

175. âyette Kur’an, bütün üzerindeki anlatımına parça üzerinden devam ediyor. Ama seçtiği parça, inkar edenler arasından değil iman edenler arasından; iman edenler arasından da sıradan biri değil “âyetleri bilen ama onlarla bağını koparan birisi” yani inandığı gibi yaşamayan birisi.

Biz âyetin anlatımı soyut kalmasın diye, tefsirlerde en fazla öne çıkan ismi buraya koyduk. Kur’an bize isim vermeyerek, bütün zamanlara şu mesaj veriyor: Oraya mahallenizde hacı, hoca olan, okulunuzda ve şehrinizde din âlimi olarak bilinen bütün insanları koyabilirsiniz.

Âyete bu açıdan baktığımızda âyetin bir diğer mesajı da şu oluyor: Hiçbir insanın garantisi yoktur. Her seviyede her insanın ayağının kayma ihtimali vardır. O yüzden ayağınızı yere sağlam basın.

Şeytan Üzerinden İnce Bir Mesaj

Âyetlerde şeytan, dünyaya saplanma ve heves kelimeleri geçiyor. Şimdi bu kelimeler üzerinden verilen mesajlara yakından bakalım.

Bu sûrede genelde her şey ilk kıssa olan Âdem-İblis/Şeytan kıssası etrafında dönüyor. Bu sûrenin başındaki 20. âyeti hatırlarsak, orada şeytan Âdem ve Havva’ya vesvese verip kandırırken, insanın ebedi yaşama arzusunu kullanıyor. Orada ebedi yaşama anlamında geçen “halidîn” kelimesi 176. Âyette “ahlede” formunda; ebedi yaşama arzusu ile dünyaya saplanma anlamında geliyor.

Ebedi yaşama arzusunu daha önce yine “ahlede” kelimesiyle Hümeze sûresi 3. âyetinde görmüştük. Oradaki anlatımda “malı toplayıp tekrar tekrar sayan, saydığı malın kendisini ebedi yaşatacağını zanneden insan tipi anlatılmıştı. İnsanın bu ebedi yaşama arzusu ile mala mülke yönelmesine dünyevileşme; yani dünya ahiret dengesinde, dengelerin dünya lehine değişmesi diyoruz.

Bunu dediğimizde, bu âyetler İsraioğulları kıssasının geçmişte kalan değil, gelecekte sürekli önümüze çıkan bir kıssa olduğunu da gösteriyor.

Köpek Benzetmesi, Köpeği Kötülemek İçin Değil

Allah her varlığı, varlık gayesine uygun olarak yaratandır. Bu bağlamda Allah (cc) köpeği de varlık gayesine uygun yaratmıştır. Bu durumda normal olan köpeğin köpek gibi davranmasıdır.

Bu gerçeği dikkate aldığımızda 176. âyette yapılan benzetme kötülenen köpek değildir. Kötülenen insan olarak yaratıldığı halde bunun hakkını veremeyen kişi veya kişilerdir.

“Ne Kötü Örnek”

177. âyette Belam bin Baura’ya bir atıf var. Bu atıf bize şunu diyor: “Bir insan düşünün hayatının büyük bir bölümünde içinde yaşadığı toplumda müminlere güzel örnek olarak anlatılacak ama hayatının sonlarına doğru onun için “Ne kötü örnek” denilecek. Böyle bir son yaşamak ister misiniz? İstemezseniz, bu âyetleri nefsinize okuyarak alınması gereken dersleri alın.”

Âyetin Tefsiri

178. âyet Allah’ın tercihe göre takdir yasasının nasıl işlediğini gösteriyor. Bunu gösterirken de Belam bin Baura’ya bir kere daha atıf yapıyor. Belam yaşadığı hayat ve yaptığı tercihlerle bu âyetin canlı tefsiri oluyor.

Bu yasaya göre Allah insanın tercihi hidâyet yönlü olursa ona hidâyet veriyor, kimin tercihi dalalet olursa onu da şaşırtıyor. Bu konuya farklı âyetlerde değindiğimiz için oraya havale ediyoruz.397

Cinlerin Dünyası İnsanların Dünyasının İkizidir

Bu sûrenin başlangıcında “Âdem-İblis Kıssası İçin Önsöz” Cinler için insanların kullukta ikizi demiştik. 179. âyet bu tespitimizin referansı olan âyetlerden birisi. Âyet cinlerin varlığına işaret ederken, sadece işaret etmekle kalmıyor donanım olarak “Nasıl insanda akıl, kalp, göz, kulak varsa cinlerde de benzeri var.” diyor.

Akıl, Kalp, Göz ve Kulak Üzerinden Verilen Mesaj

179. âyet saydığı aza ve organlar üzerinden insana şu mesajı veriyor: Ey insan göz, kulak, ağız, burun taşımada hayvana benziyorsun ama bu benzerlik nedeniyle sen hayvan gibi yaşayamazsın. Sen onlarda olmayan manevî bir donanıma sahipsin, o donanımın hakkını vermen gerekir.

Vermezsen ne olur? Okumaya devam,

Cehennemlik Olmanın Gerekçeli Kararı

Kur’an cehenneme girme sebeplerini sayarken toptan bir liste vermek yerine, listede yer alan sebepleri âyetlerin arasına serpiştiriyor.

Burada hayvan benzetmesi üzerinden dolaylı olarak öne çıkan sebep şu: Hayvan hayvan olmanın gereğini yaparken, Cehenneme giren insanlar insan olmanın gereğini yapmadılar.

180-183 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(180) ESMÂ-İ HÜSNÂ

Kur’an’da dört yerde geçen esmâ-i hüsnâ iniş sırası üzerinden yaptığımıza okumada burada ilk kez karşımıza çıkıyor.

Dini başlığı altında ele alınan konular içinde esmâ-i hüsnâ önem sırasında en önemli konulardan biri. Esmâ-i hüsnâ çok önemli bir konu olduğu için biz bu konuda iki müstakil kitap çalışması yaptık.

Bu iki özgün çalışmada esmâ-i hüsnâ konusu enine boyuna işledik. Burada kitaplarda anlattığımız hususların devamı olarak birtakım tespitler yapmak istiyoruz.

Bağlam Üzerinden Esmaü’l-Hüsnanın Verdiği Mesajlar

Esmaü’l-Hüsna üzerinden Allah (cc) kendi zatını kendisi tanıtır. Bu tanıtmanın mesajı şudur: “Ey insanlar! Beni benim kendimi tanıttığım gibi tanıyın ve tanıtın.”

Bu sûrede, sûrenin başındaki ilk kıssa olan Âdem-İblis kıssasından yola çıkarak, ana konunun “tarafını seçmek” olduğunu ifade ettik. Bu âyete gelene kadar da beş Peygamber kıssasında tarafını doğru ve yanlış seçenleri gördük.

180. âyet dolaylı olarak bu sûredeki bütün kıssaları özetliyor ve diyor ki: Bu dünyadaki bütün insanlar ikiye ayrılır: Allah’ı doğru tanıyan ve tanıtanlar, yanlış tanıyan ve tanıtanlar.

Bağlama kısaca değindikten sonra bağlamın dışındaki genel mesajlara bakalım.

“En Güzel İsimler Allah’ındır” Demek Ne Demek?

Esmâ-i hüsnâ konusunu bilenler için bu cümle “Her şey O’na aittir” anlamına gelir. Neden? Çünkü yaratılan her şey O’nun isimlerinin tecellisidir.

Basit misaller verelim; ışık ve aydınlık dediğimiz şey güneşin tecellisidir. Güneş varsa bunlar vardır. Güneş yoksa bunlar yoktur.

Burada bir soru akla gelebilir. Her şey O’na aitse, her türlü güzellik O’dan ise kötülükler, çirkinlikler nedir? Onlar kimdendir?

Bu soruya insan dışı varlıklar ve insanlar şeklinde bir ayrımla başlayalım.

İnsan dışındaki varlıklarda bize kötü ve çirkin görünen şeyler var. Ekosistemdeki görevlerini dikkate alarak bunları bir fayda-zarar terazisinde tartsak, bize hayatın içinde bir iki birim kötü görünen hemen her şeyin ekosistemde en az 10, 20 birim faydası görülecektir.398 Bu faydalardan baktığımızda, parçada kötü görünen şeylerin bütünden bakınca güzel olduğu anlaşılacak. Bu gerçeği anladığımızda tespitimiz şu olacak: Bu kâinatta ya her şey bizzat güzeldir ya da neticesi itibarıyla güzeldir.

İnsana gelince, bu dünya imtihan dünyası, insana verilen bütün imkanları maddi bir servete benzetirsek, o servetin veriliş amacı, onunla insanın güzel işler yapması. Bu noktada insan bu servetle güzel işler yaptığında onlara “benim” demiyor, “Bana verilen sermaye ile yaptığım için bu işteki bütün güzellikler Allah’a aittir.” diyor. Eğer insan o servetle kötü işler yapmışsa, o kötülüğün sorumlusu serveti veren olmuyor, serveti amacı dışında kullanan insan oluyor. Böyle olunca da güzelliklerin Allah’tan, kötülüklerin de verilen serveti kötüye kullanan insandan olduğu anlaşılıyor.

Bu açıklamalardan sonra bir kere daha tekrar edelim. “Bütün güzel isimler Allah’ındır” demek, aynı zamanda “bütün güzellikler Allah’ındır” demektir.

Bunun üzerinden insana verilen mesaj şudur: Bu güzelliklerden istifade etmek istiyorsan, bu güzelliklere ayna olmak istiyorsan, bu güzellikler sende tecelli etsin istiyorsan dua et.

Burada soru şu:

Esmâ-i Hüsnâ ile Nasıl Dua Edilir?

Bilinçli bir şekilde dua edenler için, bu âyetten yola çıkarak bütün dualar Allah’ın güzel isimleri üzerinden yapılabilir.

Biz bunun nasıl olduğunu “Peygamber Efendimizin (sav) Örnekliğinde Esmâ-i hüsnâ Bana Ne diyor?” isimli kitabımızda her isim üzerinden örnek vererek anlattık.

Burada çok kısa bir özet verelim.

Esmâ’nın öncelikli amacı Allah’ı tanıtmaktır. Bu amacı bilen kişi önce Allah’ı O’nun tanıttığı gibi tanımaya çalışır. Bu tanıma sürecinde şunu anlar: Allah’ta bütün güzellikler sınırsızdır. Allah (cc) kendisinde sınırsız olan bu güzelliklerden sınırlı bir şekilde istifade etme imkanını insanlara da açmıştır.

Manevî olarak insanın, kamil insan olma yolculuğunda terakkisi, tekamülü yani kendini gerçekleştirmesi bu isimlerden istifade etmesiyle doğru orantılıdır.

Bu isimlerden doğru bir şekilde istifadenin yolu, bu konuda bize en güzel örnek olan Peygamber Efendimizin sünnetine tabi olmaktan geçer. Bunları idrak eden dualarını esmâ ile yapar.

Örnek dualar,

99 esmâ ile bu benzeri dualar mümkündür.

Esmâ-i hüsnâ inanç dekorunda olmasının en önemli sebeplerinden biri de budur. Esmâ ile dua etmeyi bilmek bu duaları her geçen gün geliştirmek, bu duaların kabulü için kavli duaların yanında fiili duaları ihmal etmemek çok büyük bir farkındalıktır.

İsimler Hakkında Gerçeği Çarpıtmak Nasıl Olmuş?

Çarpıtmaların tamamı, vahyin rehberliğinden uzaklaşarak Allah’ı yanlış tanıma ve tanıtma şeklinde olmuş.

Bu konuda geçmişten bugüne neler olmuş bir bakalım.

Bu olmuş olanları biraz daha açarsak şunları diyebiliriz,

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi Allah’ın güzel isimleri birçok gerçeği ilan eder. Onların başında yaratılan her şey Allah’ındır. Kâinatta görünen bütün güzellikler O’ndandır. İnsanın sahibi göründüğü her şey emanettir.

Gerçek bu olduğu halde, bu gerçeğin tersine yapılan her türlü söylem ve eylem gerçeği çarpıtmaktır.

Bu tespitlerle şunu anlatmaya çalışıyoruz, 180. âyette bahsedilen gerçeği çarpıtma olayı bir Müslüman için uzak tehlike değil yakın bir tehlikedir.

Bu konuda her Müslümanın bir nefis muhasebesi adına kendine soracağı sorular şunlar: Ben Allah’ı tanımam gerektiği gibi tanıyor muyum? Onu sevilmesi gerektiği gibi sevebiliyor muyum? Onu tanıtma ve sevdirme görevimi hakkıyla yapabiliyor muyum?

(181) Toptan Kötü Demeyin!

Âyet yukarıdan yaptığımız değerlendirmeleri bir kere daha hatırlatıyor. Âyeti dar ve geniş anlamda iki türlü okuyabiliriz.

Âyet bize Müslümanların dışındaki her topluma bakmayı, bakarken genelleme yapmamayı öğretiyor. Bu ve benzeri âyetlerin399 rehberliğinde yapacağımız şey, Müslümanların dışındaki insanların hepsinin bir olmadığını, onlar içinde sıfatlar noktasında müminlere yakın insanlar olabileceğini dikkate almak ve onlarla iyi ilişkiler kurmanın yollarını aramak olmalıdır.400

Âyetin bize dediğine gelince, âyet diyor ki, Müslümanların içinde hakikate yönelten ve adaleti gerçekleştiren bir topluluğun olması zarurettir.401 Hatta her Müslümanın bu konuda kendini vazifeli bilmesi, Müslümanlığı doğru anlamanın bir gereğidir.

(182, 183) Âyetleri Yalanlayanlara Gelince

Bu iki âyet lafız olarak Kalem sûresinin 44 ve 45. âyetlerine çok benziyorlar. Bu âyetler için o âyetlerin tefsirine bakılmasını tavsiye ediyoruz.

Oradaki açıklamalarımızın devam olarak burada birtakım tespitler yapabiliriz.

Bu âyetler Allah’ın birey toplum için koyduğu sosyal yasaların işleyişini gösteriyor. Yasalara uymayan/yanlış bir iş yapan insan farkında olarak veya olmayarak kendine zarar verir. Bu zararın hemen gelmemesi, imtihan dünyasının bir gereği olarak Allah’ın insanlara mühlet vermesidir.

Kötü olan ve kötülük yapmaya devam eden insanlar zannederler ki ortada bir ceza yok. Ama bilmezler ki bu dünyada Allah’ın verdiği akıl ve irade nimetini kötü olmakta kullanmak bir insanın kendine verebileceği en büyük cezalardan biridir.

Bundan daha büyük ceza, kötü olduğunun farkına varmamak, yapılan uyarılara kulak tıkamaktır.

184-188 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

ÂYETLERİN KISA DEĞERLENDİRMESİ

184. Âyet: Deli Diyen Aynaya baksın

Müşrikler Mekke’de Peygamberimiz Peygamberliğini ilk duyurduğu günden beri ona deli/mecnun dediler. Bu konuda Kalem sûresinin 2. âyetin tefsirinde “Mekke’nin “Oligark”ları Neden Mecnun Dediler?” başlığı altında gerekli açıklamaları yaptığımız için, bu konuyu oraya havale ediyoruz.

Burada âyetin bağlama bakan tarafı üzerinden verilen mesaja dikkat çekmek istiyoruz. Mekke müşriklerinin Peygamber Efendimize Mekke’nin ilk yıllarında mecnun demeleri kolaydı.

Bu âyetlerin indiği beşinci yıla kadar çok sayıda âyet indi. İşte bu noktada 184. âyet dolaylı olarak müşriklere şunu diyor: “Bu insan size çok uzak biri değil. Mekke’de doğdu büyüdü. Bir çoğunuza arkadaşı kadar yakındı. Ona ilk deli dediğiniz günden bugüne yüzlerce âyet indi. Bu âyetler üzerinde bir kere daha düşünün. Düşündüğünüzde şunu anlayacaksınız, anlattıkları hayatı boyunca Tevrat’ın, İncil’in yüzünü görmemiş bir insanın sözü olamaz. Akıllı bir insanın ona deli demesi için deli olması gerekir. Madem ona hâlâ deli diyorsunuz, madem ona gelen vahye (haşa) deli saçması olarak bakıyorsunuz, haydi o zaman Mekke’de ne kadar akıllı insan varsa onları toplayın ve ona inen Kur’an’ın benzerini siz yazın. Yazamıyorsanız, ona deli derken aynaya bakın.”402

185. Âyet: İndirilen Âyetlerin Şahidi Yaratılan Âyetler

Kur’an’da bu tür âyetler karşımıza çıktığında, bu âyetlerin görevinin şahitlik olduğunu anlıyoruz. Bu âyetler bir kere daha Atomdan güneş, yerden göklere kadar yaratılan âyetleri indirilen (Kur’an’ın) âyetlerin doğruluğuna şahit yapıyor.

Yaratılan âyetler içinde en önemli âyet olan akıl öne çıkarılıyor. “Bakmıyorlar mı, görmüyorlar mı?” diyen bütün âyetler bakıp görünce anlayan akla işaret ediyor.

Kur’an bu noktada akla çok güveniyor. Çünkü aklın çalışma yasalarını koyan da İslam dininin yasalarını koyan da Allah’tır. Bunlar arasında çelişki olamaz. O yüzden yüzlerce âyette aklı kullanmayı teşvik ediyor.

Bu teşvik sonucunda hiç kimse çıkıp da şu iki şeyi diyemiyor:

Akıl arkasında Allah’ın olduğu işlerin faili olamayacağını anlıyor ve “Allah’tan başka ilah olamaz.” diyor.

186. Âyet: Saptıran Allah mı?

Bu konu Kur’an’ı yanlış anlamak ve anlatmak isteyenlerin en fazla öne çıkardığı konulardan biri. Bu konuda Allah’ın yasaları tercihin ardından, tercih edilen sonucu yaratma şeklinde işliyor.

Bu yasaya göre Allah (cc) insana dileme/isteme/tercih özgürlüğü veriyor. Bunun sonuçlarını yaratmayı da kendi üzerine alıyor. Yasa böyle işlediği için de tercihin sonucunu anlattığı yerde Zat’ını fail olarak öne çıkarıyor.

Bu konuya ait örnekleri Kur’an’da genelde “Allah dilediğini saptırır, dilediğini hidâyete erdirir.” şeklinde gelen âyetlerde görüyoruz.

Bu konu Kur’an’da anlaması ve anlatması en zor konular arasında yer alıyor. Biz bu konuda gerekli açıklamaları Mealimizde Fatır sûresinin girişinde “Allah, Dilediğini mi Saptırır, Dileyeni mi?” başlığı altında yaptık. Oraya ve Nisa sûresinin 74. Âyetinin mealine bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

187. Âyet: Kıyamet: Kâinatın Ölümü

Kur’an dünyanın ölümü olan kıyamet ve ecelimiz üzerinden dünyanın fani olduğu gerçeğini bize sık sık hatırlatır.

185. âyetin şu cümlesini hatırlayalım “Ve ecellerinin iyice yaklaşmış olabileceğini hiç akıllarına getirmiyorlar mı?” Bu hatırlatmalarda öncelikli amaçlardan biri insana “her anın son anın olabilir, ona göre yaşa” bilincini vermektir.

Biz bu bilinç hakkında Mealimizde Kıyamet sûresinin girişinde değerlendirmeler yaptık. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

187. 188. Âyet: Peygamberler Gaybı Bilir mi?

Bu soruya şunları da ilave etmek mümkün,

Bu üç soru da gayb ile ilgili.

Bu konuda mevcut ezberimiz “bilmez” şeklinde. Biz yaptığımız çalışmalarda bu ezberi güncelledik.

Özellikle kader konusunda şunu dedik:

Tahminen insanın ömrünü 80, dünyanın ömrünün 8 bin yıl varsayalım. Bu varsayıma göre bir insan 40 yaşındaysa, 80 yıllık kaderinden 40 yıllık yaşadığı bölümü bilir, yaşayacağı bölümü de tahmin eder.

Aynısı dünyanın ömrü için de geçerli. Biz şu anda dünyamın 4 bin yıllık yaşanmış kaderini biliyoruz, kalan kısmını da tahmin ediyoruz.403

İnsanın gaybı bilmesi

Bu konuda da Tefsir Usulümüzde (33) Geleceği Yönetme Yasasında “Gaybı, Geleceği Allah Bilir.” Dedikten Sonra, Gelecek Hakkında Konuşulabilir mi?” sorusuna verdiğimiz cevapta ve A’râf sûresinin tefsirine başlarken Âdem-İblis Kıssası için önsöz yazdığımız bölümde “Gayb: İnsanın Bilmesi Sınırlıdır” başlığı altında açıklamalar yaptık. O bölümlere bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

Peygamberlerin Gaybı Bilmesi

Kur’an Peygamberlerin de kul/beşer/insan olduğunu özellikle vurgular.404 Bu vurguyu dikkate aldığımızda, Peygamberlerin gaybı bilmesi, Allah’ın bildirdiği kadardır. 188. âyette geçen “Eğer ben gaybı biliyor olsaydım, (belki) daha çok hayır elde etmek isterdim ve bana (ve benim sevdiklerime) kötülük dokunmazdı.” bu ifade yaptığımız tespitin referansı oluyor.

Kur’an âyetleri ile Peygamber Efendimizin bir beşer olduğunun altının çizilmesi geçmişten ders alınmasının bir sonucudur. Genelde insanlar büyük, önemli, değerli bildikleri insanlarda olağanüstü özellikler ararlar, o özellikler olmasa bile, o kişilerin söz ve davranışlarından yola çıkarak, o kişilere üstünlük atfederler.

Bu iyi niyetli olabildiği gibi, kötü niyetli de olabilir. Kötü niyetli olan kişiler, kendilerinin üstün özelliklere sahip olduğunun zannedilmesin isterler. Bu isteğin arkasından farklı suiistimaller gelebilir.

Bunun örneklerini geçmişte ve günümüzde görmek mümkün.

İşte böyle yanlış bir yolu tıkama adına Kur’an peygamberimizin beşer yönüne vurgu yapıyor. Bu vurgunun yanında Peygamberimiz de aşağıdaki hadiste olduğu gibi bu vurguyu hem güçlendiriyor hem de örneklendiriyor.

“Hristiyanların Meryem oğlu İsa’ya yaptıkları gibi beni batıl ve aşırı sûrette methettikleri şekilde övmeyin! Ben ancak Allah’ın kuluyum. Bana ‘Allah’ın kulu ve Rasûlü.’ deyin!”405 

Kıyamet ve gayb konusunda önümüze daha birçok âyet gelecek. O yüzden buradaki açıklamalarımızı 188. Âyetin son cümlesiyle özetleyelim: “Ben (de bir insanım ve) inanan bir kavim için sadece bir uyarıcı ve bir müjdeciyim.” Yani bana olduğumdan daha fazla özellik atfetmeyin, benden daha fazlasını beklemeyin.

189-198 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

ÂYETLERİN KISA AÇIKLAMALARI

Buradaki âyetler bir bütünlük arz ediyor. Konu şirk. Âyetler manevî bir hastalık olan şirkin insanlık tarihi ile yaşıt olduğunu göstermek için, bizi insanlık tarihinin başlangıcına götürüyor. Bunun üzerinde derin bir tefekkür yapmayı da bize bırakıyor.

Biz bu tefekkür örneklerini hem Farklı Bir Açıdan İslam kitabımızda hem de Tefsir Usulümüzde (10) İnkar/Küfür Yasasında geniş olarak anlattık. Onların okunmasını önemle tavsiye ediyoruz.

Buradaki âyetleri de orada anlattıklarımızın devam olarak değerlendireceğiz.

(189, 190) ÂYETLERİN İKİ FARKLI OKUNUŞU

Buradaki âyetleri iki farklı şekilde okumak mümkün.

Biz şu sorunun cevabı ile devam edelim,

Âyetleri Neden Parantez İçi Açıklamalarla Birlikte Değerlendirdik?

Bunun birinci sebebi, Peygamberlik yasası; bu yasaya göre hiçbir peygamber müşrik olduğu bilindiği halde “seçelim sonra düzelir” şartıyla peygamber seçilmediği gibi, peygamber olduktan sonra da şirk koşmamıştır. Bu Kur’an ölçülerinde aksine ihtimal olmayan bir ön kabulüdür.

Bu ön kabulden yola çıktığımızda, 189. âyetteki eşleri Âdem ve Havva olarak kabul ettiğimizde âyetlerin anlamı mealde ifade ettiğimiz gibi oluyor.

Bu konuda bir gerekçemiz de şu: Kur’an’da aynı âyetler içinde, bir konudan başka bir konuya geçmeye dair çok sayıda örnek var.

Bu konuya en uygun örneklerden birini Zümer Sûresi 6. âyette görüyoruz. Âyeti bölümler halinde verelim;

Bu âyette Kur’an’ın amacı tarih, biyoloji, zooloji ve tıp dersi vermek olmadığı için konuyu dördüncü bölümde görüldüğü gibi şirkin karşısında tevhid noktasına getiriyor.

189 ve 190. âyetlerde de konu şirkin karşısında tevhid. O yüzden âyetlerde geçen cümleler arasında birbirini takip şartı aramadık. 190. âyeti mealde parantez içi açıklamalarda olduğu gibi değerlendik.

Özetlersek buraya kadar olan bölümde, bizim yaptığımız ikinci okumanın gerekçesini yazdık.

Bu âyetler için lafza bağlı kalarak birinci okuma şekli de mümkün.

Onu da aşağıdaki başlık altında anlatalım.

Âyetleri Lafzî Manası ile Okusaydık Nasıl Olurdu?

Bu okumayı yapsaydık gerekçelerimiz şunlar olacaktı.

Kur’an birçok âyette insan türü için genel bir değerlendirme yaptığında onun cahil, nankör ve cimri olduğunu söylüyor.406 Bundan şunu anlıyoruz, insan vahyin terbiyesinden mahrum olduğunda veya o terbiyeyi yeterince almadığında nefsin kötülüğe açık olan tarafı onun karakteri üzerinde etkili olabiliyor.

Bu konuda var olan örnekleri temsilen Hud sûresinin 9 ve 10. âyetlerini örnek verelim.

Eğer insana tarafımızdan (sağlık, güzellik, zenginlik ve bereket gibi) bir rahmet tattırır, sonra (da) onu (bir vesile ile) elinden çekip geri alırsak o (bunun bir imtihan olduğunu unutup) hemen ümitsizliğe düşer (ve) nankörlük etmeye başlar.”

Eğer kendisine dokunan bir sıkıntının ardından (başındaki belayı giderip) ona bir nimet tattıracak olsak, o zaman da (“nasıl olsa) belalardan kurtuldum” der ve (sanki bir daha hiç sıkıntıya düşmeyecekmiş gibi) hemen şımarmaya, büyüklük taslamaya başlar.”

Âyetlerde görüldüğü insanlardan bir kısmı veya bazı insanlar denilmiyor. “İnsan” denilerek genel bir ifade kullanılıyor. Biz bu âyetten bütün insanlar nankör olduğunu değil, bütün insanlarda nankör olma potansiyeli olduğunu anlıyoruz.

189 ve 190. âyetlere de bu açıdan baktığımızda âyetler bize manevî tehlikeler içinde şirkin insan için en yakın tehlike olduğunu işaret ediyor. Âyetle bu işareti verirken de her insan bu âyetlerin mesajını üzerine alsın diye belli bir isim vermiyor. İsim vermeyerek dolaylı olarak bize şu mesajı veriyor: Buradaki eşlerin yerine kendinizi koyun ve âyeti öyle okuyun.

Burada bir farkındalık meydana getirme adına konuya aşağıdaki başlıkla devam edelim.

Günümüzde En Fazla Öne Çıkan Şirk Türleri

Şirk Allah’a ortak koşmak. Bu işi yapana müşrik deniyor. Günümüzde eskiden olduğu gibi cansız putları ortak yapanlara çok rastlamıyoruz ama bilerek veya (genelde) bilmeyerek kendini ortak yapanları çok görüyoruz.

Kendini ortak yapma şöyle oluyor: İnanç olarak bütün nimetlerin Allah’tan olduğunu iman ediyor ama uygulamada sanki bir kısmı Allah’ın bir kısmı da kendininmiş gibi davranıyor.

Bu konuda en fazla öne çıkan örneklerin başında mal ve evlat geliyor. Enfal sûresinin 28. Âyeti bizim bu konudaki referansımız oluyor. “Biliniz ki mallarınız ve evlatlarınız, (sizin için) sadece birer (emanet değil, tüm emanetler içinde sizi en çok yoracak, zorlayacak, aldanmanıza, aldatmanıza sebep olabilecek ciddi) imtihan konusudur…”

Bu gerçeği unutanlar “mal benim istediğim gibi harcarım, çocuk benim dilediğim gibi yetiştirim” dediklerinde farkında olmadan şirke doğru gidiyorlar.

Buraya kadar ilgili âyetlerin iki türlü de okunabileceğini gerekçeleri ile anlatmaya çalıştık.

Şimdi diğer âyetlerin tefsiri ile devam edelim.

(191-194) Âyet: İnsanlığın İndiği Seviye

179. âyette, dolaylı olarak Allah’ın verdiği hakikati anlama araçlarını (akıl, göz, kulak) amacı dışında kullananlar için “hayvandan daha aşağıdadır” dendi. O benzetmeden devam eder ve şöyle bir soru sorarsak,

Bir Hayvan Ne kadar Zarar Verebilir?

Gözlem yaparak tanıdığımız bildiğimiz hayvanların zarar verme sınırları önceden öngörülebilir ve buna karşı tedbir alınabilir. Yaptıkları ile bizi şaşırtan hayvan sayısı çok azdır. Çünkü köpekten ısırma, yılandan ve arıdan sokma beklenir.

Ama insan böyle değildir. İnsan manevî anlamda yukarının yukarısına çıkabilecek bir donanıma sahip olmanın yanında, bozulma/zarar verme/yanlış yapma/sapma noktasında aşağıların aşağısına inebilir.

Putlara tapmak da böyle bir şey. Eğer yeryüzünde daha önce hiç örneği görülmeseydi, bir insanın cansız bir ağaca veya taşa tapmasına, canlılardan buzağıya, ineğe, öküze, kediye, maymuna, aslana, kuşa, yılana tapmasına inanmak zor olabilirdi.

“İnsan gibi akıllı bir varlığın bunlara bir ilah gibi tapması, bunlardan birtakım şeyler beklemesi mümkün değildir.” diyenler çıkabilirdi. 192. âyetin diliyle söylersek, maalesef kendilerine ve tapanları hiçbir faydası olmayan bu varlıklardan fayda bekleme seviyesine inen insanlar olmuş.

Bu âyetler bize şunu diyor: İnsan tevhid çizgisinden ayrılır, şirk batağına saplanırsa, aklın almayacağı sapkınları yapabilir.

(195-198) Bu Âyetleri Okuyunca Biri Derse “Senin İnandığın İlahın da Yürüyecek Ayakları, Tutacak Elleri… Yok. Cevap… ?

Biz tefsir yazarken sahadayız. Bu şu demek, bu tefsir çalışmasının önsöz ve giriş bölümünde de ifade ettiğimiz gibi biz bu tefsiri halkın içinden, onları temsil eden bir grubun sorularını dikkate alarak yazıyoruz. Bu âyetlerle ilgili başlıktaki soru geldi.

Baştan demiştik, İslam dini Allah’ın dinidir, bu dinde her sorunun ve konunun makul bir izahı var, o yüzden bize istediğinizi sorabilirsiniz.

Kapıyı bu kadar açınca, bu ve benzeri soruların gelmesini yadırgamadığımız gibi teşvik de ediyoruz.

Sorunun tam hali şöyle: Kur’an müşriklere diyor ki; Sizin taptığınız ilahlar cansız varlıklar. Onların elleri, ayakları, gözleri kulakları yok ve bu yüzden çağırınca da gelemiyorlar. (buradan sonra soruyu soran da biz de (böyle bir şeyi Allah için konuşmak doğru değil ama anlamında) haşa ifadesini koyuyoruz) Allah’ın yürüyecek ayağı, tutacak eli, görecek gözü var mı? Allah çağrınca geliyor mu?

Soruyu Netleştirdikten Sonra Cevabın Gelelim

Sorunun Cevabı

Eğer biz Müslümanlar da canlı-cansız putlara tapanlar gibi görünen bir varlığa ilah desek ve ona kulluk etseydik, -haklı olarak- onun varlığını ispatta 195. âyette sorulan soruların muhatabı olacaktık.

Ama biz Müslümanlar baştan o tür varlıkların, yani yaratılan varlıkların hiçbirini ilah olarak kabul etmiyor, “yaratılandan yaratıcı olmaz” diyoruz.

Bunu dedikten sonra da gayba iman ettiğimizi, yani gözümüzle göremediğimiz, yaratılan hiçbir varlığa benzemeyen bir ilaha kulluk ettiğimizi ilan ediyoruz. Bu ilanı yaptıktan sonra da görmeden iman edilen bir ilahın varlığı nasıl ispat edilirse, onu makul bir şekilde izah ediyoruz.

Bu açıklamadan sonra sorunun doğrudan cevabına gelirsek, Kabul edilen ilahlar farklı olunca, onların varlıklarını ispat yöntemleri de farklı oluyor.

Eğer biz de görünen bir ilaha iman etseydik, “göster” denildiğinde göstermemiz, “çağır gelsin” denildiğinde çağırmamız lazımdı.

Bu durumda bizim iman ettiğimiz Allah, görünen ilahların hiçbirine benzemediği için, onun varlığını ispat için 195. âyetteki soruların yerine başka sorular sormak lazım.

Bu sorularının tamamının cevabını verdik. O yüzden burada tekrar etmiyor, dipnotta yerlerine işaret etmekle yetiniyoruz.407

199-203 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(199) HEDEFE GİDERKEN ÇOK ÖNEMLİ BİR ADIM

Daha önceki âyetlerin tefsirinde yer yer Mekke stratejisinde bahsetmiştik.408 Burada da o stratejiye ilaveten yeni bir adım görüyoruz.

Bu adımda âyet Peygamberimizin şahsında hem Mekke’nin ilk Müslümanlarına hem de kıyamete kadar gelecek Müslümanlara dolaylı olarak çok önemli bir tavsiyede bulunuyor.

Tavsiye şöyle: Evet, Mekke’de şartlar çok ağır. Her geçen gün de ağırlaşıyor. Müşriklerin yaptıklarına katlanmak gerçekten çok zor ama sizin öncelikli hedeflerinizden biri de insanların hidâyetine vesile olmak.

Bu hedefe giderken, Mekkeli müşriklerin yaptıklarına karşılık kin ve nefret biriktirmek, “ilk fırsatta bunun intikamını alırız” demek, doğru bir yöntem değil. Siz Allah’ın ahlakı ile ahlaklanın ve af yolunu tercih edin. Kötünün kötülük yapması sizi de onlara benzetmesin, siz size yakışanı yapın ve iyiliği tavsiye edin.

Bu tavsiyeleri yaparken yönteminizi eleştiren, bu yönteme rağmen kötü olmakta ve kötü kalmakta ısrar eden cahilleri de Allah’a havale edin.”

Özetlersek 199. âyet “Hedefe giden yolda dostları çoğaltan, uzaktakileri yaklaştıran, düşmanları azaltan bir yöntem izleyin.” diyor.

(200-202) VESVESE KARŞISINDA DURUŞUMUZ

Buradaki âyetlerin tefsirine geçmeden önce vesvese konusunda daha önce yazdıklarımıza bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.409

Vesveseye genel bir bakış yaparsak, onu insanın içinden gelen olumsuz yöndeki istekler olarak tanımlayabiliriz. Bu isteklere psikolojide tetikleyici dürtüler (triggering impulses) deniyor ve bu durumun tedavisi için birtakım yöntemler kullanılıyor. Bu yöntemlerden bir tanesi “Mekansal ayrışma (spatialseparation)” yöntemi. Bu yöntemde kişinin olumsuz yöndeki isteklerini hatırlatan mekanlardan/ortamlardan uzak durması hedefleniyor.

Biz (genelde içki, sigara ve uyuşturucu bağımlıları için uygulanan) bu yönteme şu yöntemi de ilave ediyoruz:

Olumlu şeyleri hatırlama ve hatırlatma yöntemi.410 Bu yöntemi açalım.

200. âyet vesvese geldiğinde “Allah’a sığın” diyor.411

Bu sığınma iki türlü oluyor.

Birincisi Bilgi Üzerinden Sığınma: Buna iç dinamikleri kullanarak sığınma diyoruz. Bu sığınmada kişi hem hayat tecrübesi hem de okuyup öğrendikleri ile şeytanın dindar insanlarla hangi yöntemler üzerinden uğraştığını baştan bildiği için tabir caizse şeytandan gelebilecek bütün vesveselere karşı savunma ve caydırma silahlarını önceden hazırlıyor. Şeytandan vesvese geldiğinde, manevî savunma sistemi ile onu hemen etkisiz hale getiriyor.

İkincisi Fiziki Ortam Üzerinden Sığınma: Bu sığınma genelde iç dinamikleri güçlü olmayan insanların kullandıkları bir yöntem oluyor. Bu yöntemde kişi fiziki olarak kendisine sürekli Allah’ı hatırlatan şeylerin bulunduğu bir ortam içinde oluyor. Mesela duvarlara dini içerikli tablolar asıyor. Bilgisayar veya telefonla meşgulse masasında veya çantasında Kur’an veya dini içerikli kitaplar bulunduruyor. Orada bulunan bu fiziki şeyler insana manevî değerleri hatırlatma işini yapıyor. Bunlar hatırlatan şeyler olduğunda kişiye gelecek vesvesenin etkisi azalıyor.

Her insan kendini tanır. Eğer bilgi üzerinden sığınma noktasında zayıf kalıyorsa, fiziki hatırlatma araçlarından destek alabilir.

Özetlersek, vesveseye dert dersek, bu dert dermanı olan bir derttir. Bilinçli müminler bilir ki; vesvese imtihan dünyasında insanın manevî terakkisi için vardır. Onun mahiyetini bilenler, onu manevî savunma sistemleri ile etkisiz hale getirir ve tekamül yolculuğunda onu basamak olarak kullanırlar. Bilmeyenler ise, etkisinde kalmanın olumsuz sonuçlarını yaşarlar.

(203) Vesveseye Maruz Kalanlar Ne Yapar?

Bu âyet başlıktaki sorunun cevabını uygulama içinde veriyor.

Bu âyetlerin indiği ortamda şeytan müşriklere ücretsiz danışmanlık hizmeti veriyordu. Mekkeli müşrikler şeytandan gelen her vesvesenin üzerine atlıyor, o vesveseleri bir cephane gibi düşman gördükleri Hz. Muhammed’e karşı kullanıyorlardı. 203. âyette bunun bir örneğini görüyoruz. Müşrikler hiç farkında olmadan şeytanın emellerine alet olan birer insi şeytana dönüşüyorlar.412

Burada bir empati yapalım,

“Sen uydursaydın” demek, içinde birçok hakaretin olduğu bir ifade. Demek istiyorlar ki, (Haşa) sen bir yalancısın, sahtekarsın. Peygamber olmadığın halde, öyle davranarak bizi kandırmaya çalışıyorsun.

Burada durup şunu düşünmemiz gerekiyor: Hayatında hiç yalan söylemeyen bir insanın, bu tür iftiralara maruz kalması ona ne kadar ağır gelmiştir.

Basiretler Ne Demek?

Âyetin sonunda Kur’an âyetleri için “Bu (Kur’an) Rabbinizden gelen (ve gönül gözünü açan, maddenin arkasındaki manayı görme ufku kazandıran) basîretlerdir” ifadesi yer alıyor.

Bu ifade çok önemli. Biz basiret konusunda Kaf sûresinin 8. âyetinin tefsirinde gerekli açıklamaları yaptık. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

204-206 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

ÂYETLERİN KISA DEĞERLENDİRMESİ

Bu üç âyet, sûrenin sonunda dünyada kıyamete kadar gelecek insanlara hitap eden bir konferansın sonuç bildirgelerinden biri gibi duruyor. Bu bildirge üzerinden şu mesaj veriliyor: Kur’an’ı dinleyin, zikir ve dua ile Allah’a yönelin ve mütevazi bir mümin olmayı hedefleyin.

Bu mesajı aşağıdaki başlıklar altında açalım.

204. Âyet: Anlama Sonucu Veren Dinleme

Kur’an’ın ilk muhatapları Arapça bilen bir toplum olduğu için, Kur’an onlara “dinleyin” derken, ayrıca “anlayın” demedi. Çünkü bakmaktan, tatmaktan, koklamaktan ve dokunmaktan amaç anlamak olduğu gibi dinlemekten amaç da anlamak içindir.

Anlama işinde aktif olan akıldır. Göz, kulak gibi duygu organlarının görevi aklın anlama işinde aracı olmaktır.

Burada akla gelebilecek birkaç soruyla devam edelim,

Kur’an Neden “Okuyun” Demedi de “Dinleyin” Dedi?

Bu tür sorular cevabına Allahü a’lem diyerek başlayacağımız sorular.

“Okuyun” emri yok değil. Daha önce Alak sûresinin birinci âyetinde verilen “oku” emrini Kur’an’ın her türlü okunmasını içine alan bir emir olarak düşünebiliriz. Burada “dinleyin” emrinin ayrıca verilmesini de Allahü a’lem şöyle açıklayabiliriz.

O günün Mekke’sinde okuma yazma bilenlerin sayısı en yüksek rakamlarda 40 sayısını geçmiyordu. Bu nedenle okuyan az, dinleyen çok olduğu bir toplumda dinleme emri öne çıkmış olabilir.

Kur’an’ı Dinlemenin Hükmü Nedir?

Fıkıh kitaplarında “Kur’an okumak sünnet, dinlemek farz” şeklinde geçen bütün hükümlerin ilk dayanağı olan âyet bu âyettir. Bu âyetten yola çıkarak İslam âlimleri Kur’an okunduğunda dinlemenin farz olduğu sonucuna varmışlar. Günümüzde gelişen teknoloji sayesinde Kur’an’ı her türlü ortamda birçok farklı hafızdan dinleme imkanı var. Bu imkan nedeniyle “Dinlemenin hükmü nedir?” sorusunun yanında şu sorular da gelmiş:

Bu sorulara sert ve yumuşak cevap verenler olmuş.

Bu cevapların her ikisine de katılıyoruz. Birinci cevapta ideal seslendiriliyor, ikinci cevapta kişinin manevî durumu dikkate alınarak cevap veriliyor.

Fakat, aşağıdaki soru ile bir noktaya işaret etmek istiyoruz.

Kur’an’ı Anlamak Farz mı?

Bu sorunun çok sık sorulan bir soru olmadığını biliyoruz. Ayrıca dinde bir şeye farz deme yetkisinin de kime ait olduğunu biliyoruz.

Bu bilgiler dikkate alarak cevabımız şu: Evet farzdır. Bu konuda referansımız olan âyetleri dipnotta verdik.413

Bu farz farkında olarak veya (büyük ölçüde) olmayarak genelde bütün Müslümanlar tarafından yerine getirilir.

Bir Müslüman imanın altı, İslam’ın beş şartına iman ettiği zaman zaten Kur’an’ı okuduğunda anlayacağı şeylere iman etmiş oluyor. Yani Kur’an’ı anlama farzını en temel konular üzerinden yerine getirmiş oluyor.

Ama başlıktaki sorudan öncelikli kastedilen bu değil. Kastedilen anlamadan yüzünden okuyanların, anlayarak mealinden okumaları.

Biz bu konuda, bütün Müslümanların teşvik edilmesi gerektiğine inanıyoruz. Hatta biz bu konuda teşvikle kalmadık, mevcut meal ve tefsirleri okumanın zorluğunu dikkate alarak, kolay anlaşabilecek bir meal ve tefsir de hazırladık.

Özetlersek, Kur’an’ı anlama farzı (bilmeyerek de olsa) en temel konularda yerine getiriliyor. Ama bununla yetinmemek lazım. Yüzünden okuyanları, özünden anlayarak okumaya teşvik etmekte büyük fayda var.

(205) Zikirde Hedefin İhsan Şuuru Olsun

Halk arasında zikir denildiğinde daha çok manası bilinmeyen kelimelerin sevap kazandıracağı umularak belli sayıda tekrarı anlaşılır. Zikri alttan üste doğru seviyeleri olan bir kavram olarak değerlendirirsek, halk arasındaki anlaşılan şekli için zikrin ilk seviyesi diyebiliriz. Üst seviyelere çıkmak isteyenler şunu deriz:

Bu hedefe ulaşanların sıfatı muhsindir. Yani ihsan şuuruna sahip olan ve bu şuurun gereği olarak her yaptığını Allah’ın duyduğunu, gördüğünü bilerek O’nun huzurunda olma şuuruyla yapan kişi.

Özetlersek 205. âyette geçen “Rabbini an ve sakın” cümlesini şöyle anlayabiliriz: “Rabbini anma işini ihsan şuuruna sahip olan biri olarak yapmayı hedefle, o hedefe giderken de seni Rabbini anmaktan uzaklaştıracak her şeyden de sakınmak için elinden geleni yapmaya gayret eyle.”

(206) Kur’an Okurken Alıngan Olmalı mı?

Bu başlığı Mealimizde Beyyine sûresinin girişinde kullanmıştık. A’râf sûresinin son âyeti için de kullanıyoruz.

Gerekçemiz şu: Bu âyette “büyüklük taslayıp yüz çevirmeyenlerin” melekler olduğu söyleniyor. Olabilir mi? Olabilir. Ama biraz alıngan olursak, bu âyette yazanları üzerimize alabiliriz.

Biz insanız. Melek olamayız. Ama teslimiyet noktasında melekleri kendimize örnek alabilir, Allah’ın emirleri karşısında melekler gibi itaat edebilmeyi, ona kulluk ederken, “Dünyada en sevdiğim işi yapıyor gibi, aşkla, şevkle, bıkmadan, usanmadan yapmayı bana da nasip eyle.” diyebiliriz.

Bu dua boyumuzu aşsa da hedefimiz olur. Bu hedefe yakın bir yerlere gelebilirsek, biz de Allah’a yakın olan kullardan olma şerefine nail olabiliriz.

İşte bu niyetle ve bu dilekle âyete bu şekilde bir mana verdik.

Sûre Zirvede, Secde ile Bitiyor

Her ne kadar secde yerle bir (aynı seviyede) olmaksa da ibadet açısından bakarsak kulluğun zirvesi. Burada secdenin tesbihin ardından gelmesi şu mesajı veriyor: Varlık gayesine uygun hareket etmek yani tesbih sizi kulluğun zirvesine taşır. Bu zirveye çıkmanın alameti tevazudur.

Çünkü hakka karşı secdenin, halka yansıması tavazu üzerinden olur. Bir insanın Allah’ın büyüklüğünü bilmesinin en büyük alameti tevazudur.

Özetlersek sûrenin sonundaki tesbih ve secde bize şunu diyor: Bu dünyada varlık gayesine uygun yaşamak, kulluğun zirvesine çıkmak ve bir ömür orada kalmak istiyorsanız, tevazu en baskın özelliğiniz olsun.

40/72. CİN SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-15 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

ÖN BİLGİ: Kısa Bir Hatırlatma

Bu sûrede 1-15 arası âyetler cinlerden bahsediyor. Biz âyetlerin tefsirine geçmeden önce bu konu hakkında çok kısa bir hatırlatma yapmak istiyoruz.

Biz Tefsir Usulümüzde (30) Cin Yasasında ve A’râf Sûresinin başında “Âdem-İblis Kıssası İçin Önsöz” yazdığımız bölümün içinde cinler hakkında geniş, önemli ve mevcut ezberlerimizi güncelleyen açıklamalar yaptık. Onların okunmasını önemle tavsiye ediyoruz.

(1-15) ÂYETLERİN TEFSİRİ

Bu âyetlerin tefsirine başlarken bilinmesinde fayda olan birkaç noktaya temas edeceğiz.

Birinci Nokta: Cin Konusu Gayba Ait Bir Konudur

Biz müminler gayba iman ederiz. Bizim için Allah, ahiret, melek konusu nasıl gaybi bir konu ise cin konusu da öyle gaybi bir konudur.

Tefsir Usulümüzde (19) Mecaz/Teşbih Yasasında anlattığımız gibi Kur’an’ın gaybi konuları anlatmada izlediği bir yöntem var; Kur’an gaybi konuları biz insanların idrak seviyemizi dikkate alarak bizim dünyamızda, bizim ihtiyaçlarımıza bakan yönüyle anlatır. Cin konusundaki anlatım da böyledir. Cinler âlemine bütün dersek, Kur’an o âlemden çok ufak bir parçayı bize anlatır.

Bunun sebebini aşağıda anlatalım.

İkinci Nokta: Cin Konusu Kur’an İçin Tali Bir Konudur

Kur’an’ın öncelikli muhatabı insanlardır. O yüzden Kur’an, cinler âleminden bahsederken ana konu ve tali konu ayrımı yapar.

İblis/Şeytan cin olduğu ve şeytan insanın en büyük düşmanı olduğu için Kur’an’ın cinler âlemindeki ana konusu şeytandır. Onun hakkında bize oldukça detaylı bilgiler verir. Onun dışında kalan cinler Kur’an’a göre tali konudur.

Bunu nereden anlıyoruz?

Bu konuda bir rakam verelim. Kur’an’da türevleriyle beraber cnn kökünden gelen kelime sayısı 201’dir. Bu kelimeler içinde cennet ve mecnun gibi kelimeler büyük yer tutarken, cinler âlemindeki cinlerle ilgili kelime sayısı 22 civarındadır.

Kur’an cin konusuna az yer vermekle bize dolaylı olarak şu mesajı veriyor: “Sizin dünyanızla onların dünyası, sizin imtihanınızla onların imtihanı ayrı. O yüzden ihtiyacınız kadar bilgi veriyorum.”

Bu bilgi görünüşte az ama onların dünyası hakkında bir fikir sahibi olmamız için yeterli. Çünkü onların âlemi bizim âlemimizin ikizi gibidir. Bir imtihan dekorunda olması gereken ne varsa, benzeri onların dünyasında da vardır.

Biz iki âlemin ikiz olması konusunu A’râf sûresinin başında “Âdem-İblis Kıssası İçin Önsöz” başlığı altında geniş olarak açıkladık.

Üçüncü Nokta: Cin Sûresinin Özelliği

Kur’an’da cin konusundaki âyetleri soyut ve somut âyetler olarak ikiye ayırırsak, Cin sûresinin 1-15 âyetleri ile Ahkaf sûresinin 29-32 âyetleri bu konuda en somut bilgileri bize veren âyetlerdir. Bu sûrede Kur’an vahyi bize pencere yapar ve onların dünyasından bazı bölümleri onların dilinden bize anlatır.

Bu anlatımda öncelikli amaç,

Kur’an’ın öncelikli amacını bu şekilde tespit ettiğimiz için, Cin sûresinin 1-15 arası âyetlerini bu amaca uygun olarak açıklamaya çalışacağız.

1. Âyet: “Bizim de Vahyin Yol Göstericiliğine İhtiyacımız Var”

Müşriklerin bazıları cinleri insan üstün varlıklar olarak değerlendiriyor, onlardan korkuyor, onlara tapıyor, onların şerrinden korunmak için batıl yollara sapıyorlardı.

Bu âyette dolaylı olarak ilk muhataplar üzerinden bütün zamanlara şu mesaj veriliyor: Cinler de sizin gibi Allah’ın kullarıdır. Onların da sizin gibi vahyin rehberliğine ihtiyacı vardır. Kur’an’ın kıymetini bilmeleri, bu ihtiyacın farkında olduklarını gösterir.

ARA BİLGİ: Teknik Detay

Bu âyete, medyada bir haberi verme kriteri olan 5N1K (ne, kim, nerede, ne zaman, nasıl) soruları üzerinden bakarsak.

Kur’an bazı âyetlerde yaptığı gibi bu âyette de isteseydi bu konu hakkında 5N1K’daki bütün sorulara cevap verebildi.

Vermemesi üzerinden bize şu mesajı veriyor: “Bu olaya zaman mekan açısından bakmayın. Benim öne çıkardığım noktalar üzerinden bakın. Benim öne çıkardığım nokta: Cinler olağanüstü korkulacak varlıklar değildir. Onların da insanlar gibi vahyin rehberliğine ihtiyacı vardır.”

Bu âyette bu mesajı öne çıkarmadan yapılacak bütün değerlendirmeler, okuyucu teknik detaylar içinde boğabilir.

O yüzden biz bütün sûrelerde olduğu gibi bu sûrenin tefsirinde de “Bana Ne Diyor?” sorusuna cevap verecek şekilde mesajı öne çıkardık. Teknik detayları da ilgili kaynaklara bıraktık.415

2. 3. Âyet: Onlar da Hidâyete Muhtaç

Araf sûresinin tefsirine başlarken “Âdem-İblis Kıssası İçin Önsöz” başlığı altında cinler âlemi için imtihan noktasında “İnsanlar âleminin ikizidir.” demiştik. Bu tespitimizin referansı bu ve benzeri âyetler.

Bu âyet üzerinden verilen mesajlardan biri de şu: Siz insanların dünyasında ne kadar manevî sapma örneği varsa, onların benzerini cinler âleminde “Allah’ın eşi ve oğlu var.” diyen müşrik cinler hakkında da düşünebilirsiniz. Bu tefekkürü yaptığınızda, onların da bir sürü eğri büğrü yol içinde, hidâyete muhtaç olduklarını anlayacaksınız.

4. 5. Âyet: “Allah ile Aldatmak” Cinler Âleminde de Görülüyor

Bu âyet cinler hakkında aklımıza gelebilecek şu sorulara cevap veriyor:

Âyet bize diyor ki: Ey insanlar! Sizler de görülen Allah (din ve kutsallar) ile aldatmanın hemen her türü cinler âleminde de vardır. Yine sizler de olduğu gibi onların içinde de temiz, saf ve kolay kandırılan cinler vardır.

Burada dolaylı bir mesaj daha var. Kanan, kandırılan insanları gözünüzde büyütmeyin, onlara ilahlık payesi vermeyin.

6. Âyet: Cin Konusunda Öne Çıkan Âyet

Bu sûrede cin konusundaki 15 âyetin vermek istediği en önemli mesajlardan biri bu âyette öne çıkıyor. Âyetin indiği zaman diliminde özellikle gece vakti tenha yerlerden geçerken adeta bir mafya lideri gibi o bölgeye hakim olduğuna inanılan bir büyük cine sığınma adeti vardı.

6. âyet bu adete dikkat çekiyor. Önceki âyetlerle birlikte değerlendirirsek bu âyetin üzerinden verilen mesajlardan biri şu oluyor: “Ey insanlar! Sizin sığındığınız varlıklar da sizin gibi Allah’ın yarattığı, doğruyu bulmada vahyin rehberliğine muhtaç varlıklar. Onlara sığınmanızın size hiçbir faydası yok. Yapmanız gereken, sebepler planında alabileceğiniz tüm tedbirleri alarak Allah’a sığınmak olmalı.”

7. Âyet: “Sizde Olanların Bizde de Benzerleri Var”

Buradaki 15 âyetin bir görevi de bazı insanlar tarafından çokça merak edilen cinler âlemi hakkında bilgi vermek.

Verilen bilgi şu: Ey İnsanlar! Sizin içinizde olduğu gibi biz cinlerin içinde de yaratılışı tesadüflere bağlayan, gönderilen peygamberlere inanmayan, öldükten sonra dirilmeyi inkar edenler var. Bu yönüyle sizde olan birçok inkar türünün bizde de olduğunu düşünebilirsiniz.

8. 9. Âyet: Vahyin Korunmuşluğu

Bu âyetlerden şunu anlıyoruz: Hem insanlar hem de cinler âleminde, gaipten haber getirdiğini söyleyen ve insanları buna inandıran falcılar, kahinler, medyumlar, astrologlar, müneccimler ve sihirbazlar vardı.

Allah’tan gelen vahyi bir kaynaktan çıkan saf, temiz ve doğal bir suya benzetirsek, Kur’an bu ve benzeri âyetleriyle şu mesajı veriyor: Cebrail vasıtasıyla Allah’tan gelen ve Hz. Muhammed tarafından sizlere tebliğ edilen bu âyetlere hiç kimse hiçbir şekilde müdahale edememiştir. Allah’tan nasıl gönderildiyse, size de aynen öyle gelmiştir.

Âyette yapılan benzetmeler sembolik anlatımın bir sonucu. Daha önce ifade ettiğimiz gibi Kur’an gayb âlemine ait konuları, bizim idrak seviyemizi dikkate alarak bizim anlayabileceğimiz örnekler üzerinden anlatıyor.

Bekçi, ateş topu ve yakıcı ışıkları bu bağlamda mecazi ifadeler olarak düşünebiliriz.

10-15. Âyet: “Olağanüstü Güçlerimiz Yok, Biz de Sizler Gibi Aciz ve Zayıf Varlıklarız”

Bu âyetler üzerinden Kur’an cinlerin dünyasını bize anlatmaya devam ediyor. Anlatırken de bütün âyetler doğrudan veya dolaylı olarak başlıkta tırnak içinde verdiğimiz cümleyi doğruluyor.

10. Âyet: Âyette geçen “bilmiyoruz” ifadesi, cinlerin gaybı bildiklerine dair anlayışı hedef alarak geleceği bilme konusunda “onların da siz insanlardan farkı yok.” mesajı veriyor.

11. Âyet: “İnanç ve düşünce noktasında siz insanların içinde olan farklılıklar biz cinlerin dünyasında da var.” mesajı veriliyor.

12. Âyet: “Allah’ın yasaları insanlar için geçerli olduğu gibi bizim için de geçerli. Doğuyor, büyüyor sonunda ölüyoruz. Yani Allah’ı aciz bırakamadığımız gibi, onun koyduğu yasalara boyun eğmekle de aczimizi anlıyoruz.”

13. Âyet: “Biz vahye kulak verdik. Allah’ın kullarına zerre kadar haksızlık yapmayacağını öğrendik.”

14. 15. Âyet: İmtihan olduğumuz salonlar ayrı ama imtihan olduğumuz konular birbirine çok benziyor. Bizim dinimiz de İslam, biz de Müslümanız. 2. ve 3. âyetlerde işaret edildiği gibi bizim içimizde de sizin içinizde olduğu gibi hak yoldan sapan ve sapma türüne göre müşrik, ateist, deist sıfatını alanlar var. Onları bekleyen son da sizin içinizdekileri bekleyen son ile aynı.

Özetlersek, bu âyetlerin tamamı başta verdiğimiz şu mesajı tekrar ediyor: “Ey insanlar! Cinlerden korkmanıza ve onlara sığınmanıza gerek yok. Onlar da sizin gibi yaratılan, imtihan olan, vahyin rehberliğine muhtaç olan varlıklardır. Onlardan size gelecek zarar sadece ve sadece şeytandan gelecek vesvese ile sınırlıdır. Vahyin rehberliğinde Peygamberin örnekliğinde hareket ederseniz, o vesveselerin üstesinden gelebilir, onları manevî terakki ve tekamülünüz için fırsata dönüştürebilirsiniz.

16-28 ARASI ÂYETLERİNTEFSİRİ

16. 17. Âyet: Tevhid Dersleri

Cin konusundan sonra Kur’an tevhid konusuna geçiyor. 16-28 âyetler üzerinden çok yoğun bir tevhid dersi veriyor. İslam dini için tevhide gömleğin ilk düğmesi diyebiliriz. O doğru iliklenirse arkadan gelen her şey doğru olurken, onun yanlış iliklenmesiyle arkadan gelen her şey de yanlış oluyor.

Bu âyetlerde tevhid dersi nimetlerden; özellikle de yağmur nimeti üzerinden veriliyor. Mekke’nin taşlık ve kayalık, çevresinde de çöl ikliminin hakim olduğunu düşündüğümüzde su ve yağmur nimeti ayrı bir önem kazanıyor.

Mekke müşrikleri hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da batıl inançlara sahiptiler. Yağmuru Allah’tan bilmek yerine, aradaki vasıtalardan biliyor, onlara gidiyor, onlara adaklar adıyor onlardan bir şeyler bekliyorlardı.

Âyet böyle bir arka planın önünde duruyor. 16. âyette “Şâyet doğru yolda yürüselerdi” ifadesi ile tevhitten sapmaya dikkat çekiliyor.

Bu sapma ile gelecek nimetler arasında bereket ve bereketsizlik bağlantısı kuruluyor. Bu bağlantı ile ilgili A’râf sûresinin 96. âyetinin tefsirinde “İman Edersem Dünyada İşlerim İyi Gider mi?” başlığı altında birtakım açıklamalar yaptık oraya bakılmasını tavsiye ediyoruz.

18-20. Âyet: Mescitleri “AVM” Yapmayın

18. âyeti 19. âyetle birlikte okursak burada kastedilen mescit bugün içinde Kâbe’nin bulunduğu mescidi haram. Ama âyette geçen “Allah ile birlikte hiç kimseye kulluk etmeyin” ifadesinin dünyanın her yeri için geçerli olduğunu dikkate alırsak, mescit ifadesini bütün dünyayı kuşatan bir ifade olarak düşünebiliriz.

Tekrar âyetin dar anlamına yoğunlaşırsak, o gün için müşrikler Kâbe’yi bir mescitten daha ziyade büyük bir alışveriş merkezi olarak görüyor, oranın manevî değerinden büyük bir rant elde ediyor, peygamber Efendimizi o ranttan pay almak isteyen bir insan olarak değerlendiriyorlardı.416

Bu âyetleri böyle tarihi arka planın önünde değerlendirirsek verilen mesajlardan biri de şu olur: dünyanın neresinde olursanız olun, ibadet için Allah’ın huzuruna (mescide) giderken tek niyetle/ihlasla gidin. Allah’ın rızasını kazanma niyetinin önüne, arkasında, sağına soluna başka hiçbir niyet koymayın.

Özetlersek, mescitlerin içinde dışında nerede ibadet ederseniz edin, ibadetinizi şirk ile kirletmeyin. İbadetlerinizi saf ve temiz (ihlaslı) bir niyetle yerine getirmeye gayret edin.

21-23. Âyet: “Bende Sizin Gibi Beşerim”

Peygamberler birçok farklı imtihanlar yaşamışlardır ama onların hayatında öne çıkan imtihanlardan biri de düşmanları tarafından layık oldukları değerin verilmemesi, dostları tarafından da tevhid sınırlarını zorlayacak şekilde yüceltilmeleridir.

Buradaki âyetlerin benzerlerini A’râf sûresinin 187. ve 188. âyetlerinde görmüştük. Orada “Peygamberler Gaybı Bilir mi?” başlığı altında yazdıklarımızın okumasını önemle tavsiye ediyoruz.

Peygamber Efendimiz (sav) 21-23 arası âyetlerde, cansız putların Allah’a ortak koşulmasının yanında, canlı varlıkların, özellikle de onlar içinde “büyük bilinen zatların” da Allah’a ortak koşulduğunu bildiği için ümmetine bu konuda tevhid dersi veriyor ve onları o günden geleceğe hazırlıyor.

Özetlersek, bu âyetler, bu içerikle “Ben de sizin gibi bir beşerim.”417âyetini tefsir eden âyetler arasında yer alıyor.

23. 24. Âyet: Kısa Açıklamalar

Parantez içi açıklamalarla âyetler yeterince açık olduğu için buradaki açıklamamızı oldukça kısa tutuyoruz.

23. âyet: Bu âyette Kur’an’da çokça verilen sonuç eğitimi veriliyor ve Allah ve Resulüne isyanın ahiretteki sonuçlarına dikkat çekiliyor.

24. âyet: Bugün kendini Mekke’de güçlü görenler, bugün sayılarının çokluğu ile övünenler, yarın ahirette bu tercihlerinin acı sonucunu yaşayacaklar.

25-28. Âyet: “Gaybı Allah Bilir” Dedikten Sonra Denmesi Gerekenler

Buradaki âyetlerin konusu gayb. Kur’an’dan yola çıkarak “Gaybı Allah bilir.” dedikten sonra, bu cümlenin arkasından birtakım açıklamalar yapılması gerekiyor. Biz o açıklamaların bir kısmını gayb ile ilgili âyetler geldiğinde o âyetlerin tefsirinde yaptık.418

Burada o açıklamaların devamı olarak kısa açıklamalar yapacağız.

25. âyet: Bu âyet üzerinden Peygamber Efendimiz şu mesajı veriyor: “Evet ben Allah’ın peygamberiyim. Onun haber vermesiyle kıyametten haber veriyorum. Bu konuda insanları uyarıyorum ama onun ne zaman olacağını ben de bilmiyorum.”

26. âyet: Allah gaybı biliyor. Ama bu gayb bilgisini belli sınırlar içinde insanlara da açıyor.

27. âyet: Bunların örneklerini geçmiş peygamberlerin gelecekle ilgili verdikleri haberlerde görebilirsiniz. Bunların bilgisini, geçmişten alınan derslerle gelecek üzerinde yapılan tahminlerde de görebilirsin.

28: âyet: Bu son âyetler gayb konusunda girmekle, bir kere daha konuyu cinlere ve cinlerden haber aldıkları iddia edilen kahin, medyum gibi olağanüstü özellikleri olduğuna inanılan kişilere getiriyor onlar üzerinden şu mesajı veriyor: Onlar ve onların benzerleri Allah’tan peygambere gelen ve onun tarafından insanlara tebliğ edilen vahyin tek harfine dahi müdahale edememişlerdir. Kur’an baştan sona Allah’ın kelamıdır.

41/36. YÂSÎN SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-6 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

YÂSÎN SÛRESİNE GİRİŞ

Yâsîn Sûresinin Amacı Nedir?

Yâsîn sûresi de her sûre gibi bizimle âyetleri üzerinden konuşan bir sûre. Konusu ahiret ve öldükten sonra dirilme olan bu sûreye başlıktaki soruyu sorsaydık, büyük ihtimal aşağıdaki üç amacı öne çıkaracaktı.

Birinci Amaç: İnsanların manevî kalplerine manevî kan pompalayarak onların manevî ölümlerini engellemek. Onları manen canlı ve zinde tutmak.

İkinci Amaç: Manen ölmüşlerin dirilmesine vesile olmak.

Üçüncü Amaç: Maddi bedeni ile ölmüş kişilerin yakınlarına teselli vermek.

Biz halk arasında üçüncü amacın öne çıktığını biliyoruz.

Ama gerçekte öyle değil. Gerçekte, genelde Kur’an’ın özelde Yâsîn sûresinin öncelikli amacı insanların kabre manen diri girmeleri,

Bunun tersi olur ve bir insan kabre manen ölü girerse, o insan için dünyadaki bütün hafızlar toplansa ve kıyamet kopana kadar Kur’an okusa beklenen fayda görülmeyecektir. Sûrenin tefsirine başlarken, sûrenin öncellikli amacını öne çıkarmayı gerekli gördük. Çünkü aşağıda yapacağımız tefsir bu amaca uygun olacak.

Aşağıdaki başlıkla amaca doğru ilk adımı atalım.

Ezberlerin Güncellenmesi

Bu sûrenin tefsirine başlamadan önce bu sûre hakkında halk arasında yaygın olan birtakım doğru ezberleri güncellemenin faydalı olacağını düşünüyoruz.

Bazıları dirileri ihmal edip ölülere Kur’an okunmasına bir tepki olarak “Ölülere Kur’an okunmaz.” diyor.

Bu tepkiyi dikkate alarak cevabını arayacağımız ilk soru şu olsun.

Ölülere Kur’an Okunur mu?

Bu sorunun yanına “Ölenler için dua edilir mi? sorusunu da koyabiliriz.

Bu konuda burada diyeceklerimiz Necm sûresinin 38. ve 39. âyetlerinde “Günah Transferi Yok, Peki Sevap Transferi Var mı?” başlıklı yazının devam niteliğinde olacak. O yüzden onun okunmasını önemle tavsiye ediyoruz.

“Ölülere Kur’an okunmaz.” diyenlerin bunu demeden önce Kur’an’a bakmaları gerekiyor.

Baktıklarında şu âyetleri görecekler.

Bu iki âyet de öldükten sonra ölüler için dua edilebileceğine Kur’an’dan delildir. Dileyen her Müslüman ölen yakınlarının arkasından önce Kur’an’ın bu âyetlerini okur sonra da onların bağışlanması için dua eder.

Bu benzeri âyetleri422 dikkate alırsak, “Ölenlere Kur’an okunmaz.” diyenler Kur’an’ın hem bir zikir hem de bir dua kitabı olduğunu biliyorlar. Bu bilginin gereği olarak “Ölenlere Kur’an okunmaz ölenler için dua edilmez.” derken bir daha düşünmeleri gerekiyor.

Bu bağlamda ikinci sorumuz şu olsun:

Okunan Kur’an’ın Ölüye Faydası Olur mu?

Fayda konusunda,

Burada fayda adına şunu diyelim: Bu konuda fayda sadaka-i cariye başlığı altında olur. O da kişinin vefatının Kur’an okunması, onun hayrına yemek verilmesi ve farklı iyilikler yapılması gibi hayırlara vesile olduğu için olabilir.

Bu noktada çok önemli bir hatırlatma yapmamız gerekiyor.

Ölünün arından okunan Kur’an’ın ve yapılan duaların çok büyük faydalar vereceğini söylemenin dinde hiçbir karşılığı yoktur. Çünkü ölüm sonrası bizim için gaybtır. O konuda en doğruyu ve ne olacağını bilen sadece Allah’tır. Bize düşen haddimizi bilmektir.

Özetlersek, bilinçli her Müslüman Yâsîn sûresinin ölüden daha ziyade diriye önem verdiğini bilir.

Bu bağlamda üçüncü sorumuz şu olsun.

Kur’an Okurken Önceliğiniz Ölüler mi, Diriler mi?

Yâsîn sûresinin 70 âyeti bu sorumuzun cevabını veriyor.

“(Bu kitap, İslam davetçileri) Yaşayan her kişiyi (bu kitabın âyetleri ile) uyarsın (onlara hakkı, hakikati anlatsın diye inmiştir)…”

Ölüp ahirete giden yakınlarını sevenler, eğer onları çok seviyorlarsa yapacakları iş onlar diriyken, manen diri olmak ve kalmak için onlarla birlikte Kur’an okumaktır.

Çünkü öldükten sonra okunan Kur’an imtihan bittikten sonra bir öğrencinin doğru cevapları duymasına benzer.

Kişi o cevapları duyduktan sonra o cevapların gereğine göre amel edemeyeceği için (yukarıda ifade ettiğimiz gibi) beklenecek faydayı sadaka-i cariye çerçevesinde beklemek makul olandır.

Başlıktaki soruyu bir de şöyle soralım,

Yâsîn sûresinde Öncelik Ölüler mi, Diriler mi?

İlginçtir genelde ölüm sonrası okunan bu sûrede, ölüm sonrası okunmaya işaret eden hiçbir âyet yoktur. Genelde Kur’an’ın özelde Yâsîn sûresinin öncelikli konularından birisi de “yaşayan ölüler”dir.

Kur’an’ın ilk indiği 23 yıllık Mekke ve Medine dönemlerine bakarsak, Kur’an bu süre içinde, vahiy gelmeden önce manevî ölü hükmünde olan yaklaşık 100 bin yaşayan ölünün dirilişine vesile olmuştur.

Bu bağlamda Yâsîn sûresini 3. âyetini şöyle okuyabiliriz. “(Ey şanlı Nebi!) Sen şüphesiz (yaşayan ölülerin manevî dirilişine vesile olarak gönderilen) peygamberlerdensin.”

Özetlersek, Yâsîn sûresinin bütün âyetleri iki noktaya öncelik veriyor.

Bu bağlamda bir sorunun cevabına daha değinerek giriş bölümüne nokta koyalım.

Yâsîn sûresi Kur’an’ın Kalbi midir?

Bu sûrede geçen kalp ifadesinin mecaz olduğunu biliyoruz. Şimdi bu mecaz üzerinden bize verilmek istenen mesajı bulmaya çalışalım.

Tartışmasız olan bir gerçek var ki, Yâsîn sûresinin konusu ahirete iman. Yani öldükten sonra dirilme. Bu durumda ilgili hadis-i şefiri şöyle anlayabiliriz. Ahirete iman Kur’an’ın kalbidir.

Kur’an’ı bir insan gibi düşündüğümüzde, o insanın kalbini söküp alsak ne olur? … Ölür. Kur’an da böyledir. Kur’an’dan ahirete imanla ilgili bütün âyetleri silersek ne olur? Kur’an ölür. Kur’an’la şekillenen İslam dini ölür.

Bu tespiti dikkate aldığımızda “ Yâsîn sûresi Kur’an’ın kalbidir” hadis-i şerifi için şunu diyebiliriz: (Allahü a’lem) Başta Yâsîn sûresi olmak üzere ahirete imanla ilgili tüm âyetler Kur’an’ın kalbidir.

Hadise ait ezberlerimizi bu şekilde güncelleyince, bu konuda dediklerimize mecazi anlam üzerinden devam ederek şunları da ilave edebiliriz.

Kur’an’ın muhatapları ve faydası iki türlüdür.

Özetlersek, Yâsîn sûresi bu manasıyla Kur’an’ın kalbidir.

Bu kısa giriş bölümünden sonra âyetlerin tefsirine başlayabiliriz.

(1-6) YÖNTEM: “KUR’AN ÇOK TAZE. DÜN İNDİ, BİZ ONU BUGÜN OKUYORUZ”

Bu tefsir çalışmasının en büyük özelliği, Kur’an’ın başlıkta ifade ettiğimiz gibi bir kitap olduğunu göstermek. Bu sûreye kadar yaptığımız değerlendirmelerde bunun mümkün olduğunu (Allah’a hamd olsun) gösterdik. Bundan sonra da göstermeye gayret edeceğiz.

Her sûrede olmasa bile, yaptığımız çalışma monoton bir çalışma olmasın diye sûrelerin ve âyetlerin tefsirde farklı yöntemler izliyoruz. Burada da 1-6 arası âyetleri, ilk muhatabın yerine kendimizi koyarak okuyacağız.

Bunu yaparken de dolaylı olarak şu mesajı vereceğiz: Belli bir Kur’an alt yapısı olan her kârî (okuyucu) Kur’an’ı böyle okuyabilir.

Haydi başlayalım.

1. Âyet: Yaratılan ve İndirilen Âyetler Şahittir

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Yâsîn ve benzeri mukatta harflerinin varlık sebeplerinden biri de şahitliktir.424 Bu harfler şu mesajı verirler: Yaratılan ve indirilen âyetler şahittir ki Hz. Muhammed (sav) Allah’ın peygamberidir. Ona inen Kur’an Allah’ın kelamıdır. O doğru yolda olduğu gibi onun peygamberliğine iman edenler de hangi zamanda hangi mekanda yaşarsa yaşasın doğru yoldadır.

Burada 1. âyette geçen “Yâsîn” kelimesi ile ilgili bir bilgiyi de paylaşalım.

Yâsîn kelimesinin hurûf-ı mukattadan olduğunu biliyoruz. Fakat bunun yanında Bu sûrenin giriş kısmında “Sûre, İsmi Üzerinden Bana Ne Diyor?” başlığı altındaki yazdıklarımızdan yola çıkarsak Yâsîn kelimesi “Ey insan!” anlamına da geliyor.

Bu anlamı dikkate alarak bir okuma yaparsak, her insan “Ey insan!” hitabını kendi üzerine alabilir ve gelecek her âyeti, o âyetlere kendini muhatap yaparak okuyabilir.

2. Âyet: Hikmetli Kur’an Şahittir

Âyette geçen Hakim kelimesi Kur’an’ın tamamında 97 defa geçer. Geçtiği yerlerin 92’sinde Allah’ın esmâ-i hüsnâsından bir ismi olarak geçerken 5’inde de burada olduğu gibi Kur’an’ın sıfatı olarak geçer.

Kur’an’ın sıfatı olduğunda mesajlardan biri şudur: “Bu kitapta ne varsa mutlaka bir hikmeti vardır. Bu kitapta olup da hikmeti olmayan hiçbir şey yoktur.”

Bu mesajın verdiği alt mesajları önceki birçok âyette öne çıkardık. Özetle şöyle dedik: “Aklı yaratan da aklın önüne bu âyetleri koyan da Allah’tır. O yüzden Kur’an’da makul (akla uygun) bir açıklaması olmayan hiçbir âyet o-la-maz.”

Biz insanlar bazı âyetlerin makul izahlarını anlayamayabiliriz ama bu Kur’an’a değil bize ait bir eksiklik olur.

Bunu nereden biliyoruz?

Bunu (fiziğin, kimyanın konusu olan) indirilen âyetlerden biliyoruz. Geçmişten günümüze hiçbir bilim insanı yaratılan âyetlerden fiziğin, kimyanın, biyolojinin ve benzeri ilimlerin alanına giren konularda geçmişte anlaşılamayan konular için saçma, anlaşılmaz, akıl dışı, mantıksız dememiştir. Aksine çalışmış, gayret etmiş, kendini geliştirmiş ve dün anlaşılmayan konuları bugün anlayıp izah edebilecek hale gelmiştir.

Yaratılan âyetler için geçerli olan bu durum indirilen âyetler için de geçerlidir.425

3. Âyet: “Sen de Allah’ın Elçisi Tarafından Görevlendirilmiş Bir Elçisin”

Başta demiştik âyetleri kendimize hitap ediyor gibi okuyacağız.

Soru şu: Bu âyeti de kendimize hitap ediyor gibi okuyabilir miyiz?

Cevap: Evet. Bilinçli olarak “Ben Müslümanım” diyen her mümin bunu dediğinde şunu da demiş olur: “Hz. Muhammed (sav) Allah tarafından gönderilmiş bir elçidir ben de yaşadığım yerde manevî olarak Allah’ın resulü tarafından görevlendirilmiş bir elçiyim.”

Bu ifadenin ilk başta zor anlaşılacağını ve yanlış anlamalara kapı açabileceği endişesi hasıl edeceğini biliyoruz ama olay bilinçli bir Müslüman için böyledir.

Bu konuda,

Ayrıca bir hadisi şeriflerinde426 Peygamber Efendimiz de (sav) Muaz bin Cebel (ra) için “elçinin elçisi” ifadesini kullanmıştır. Bu yorumlara ve ilgili hadise bakıldığında hiçbir yanlış anlamaya mahal bırakmayacak şekilde bilinçli her Müslümanın Allah’ın elçisi tarafından manevî olarak görevlendirilmiş elçi olduğu anlaşılacaktır.

Peki bunu anlamanın göstergesi ne olacak?

Cevap: Sorumluluk; yani örnek bir Müslüman olarak Allah’ı tanıma ve tanıtma, sevme ve sevdirme sorumluluğu, yaşadığı örnek hayata başkalarını imrendirme sorumluluğu…

4. Âyet: “Hiç Şüphen Olmasın Sen de Doğru Yol Üzerindesin”

Bu âyeti doğrudan kendimize okuyabiliriz. Çünkü Hz. Muhammed (sav) doğru yolda olunca, onun peygamberliğine iman eden her mümin de doğru yoldadır.

Onun doğru yolda olduğuna şahitlik eden; yaratılan ve indirilen âyetler bizim de doğru yolda olduğumuza şahittir.

Burada bir nefis muhasebesi adına kendimize soracağımız soru şu: Doğru yolda olmanın hakkını veriyor muyum? Doğru yoldayken günah ve haram olduğunu bildiğim halde yan yollara sapıyor muyum?

5. Âyet: Bu Âyetler Kim Tarafından ve Neden İndirilmiştir?

Bu âyet başlıktaki sorumuza “Kur’an Azîz ve Rahîm” olan Allah tarafından indirilmiştir cevabı veriyor.

Peki neden indirilmiştir?

Onu da âyette geçen esmânın manasında görüyoruz.

6. Âyet: “Bu Kitap Önce Beni Uyarmak İçin İndi”

Bu âyete kendimizi muhatap yaptığımızda ağzımızdan ilk çıkan cümlelerden biri de başlıktaki bu cümle olabilir.

Bu tespiti açalım,

Bu gerçekleri Peygamber var, ölüm var, helal-haram var… şeklinde çoğaltabiliriz. Bu âyetlere kendini muhatap yapan bir müminin, yukarıdaki tespitleri dikkate alarak,

Dilersen bu soruları da çoğaltabilirsin…

7-11 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Ön Bilgi: Uyarılara Neden Cevap Vermiyorlar?

6. âyetin son cümlesi “uyarman için indirilmiştir.” şeklinde bitti.

Uyarıdan sonra bu uyarıya muhatap olanlar iki farklı tepki verdiler;

7-11 arası âyetler içimizden geçme ihtimali olan “Bu insanlar neden uyarılara kulak tıkadılar, neden iman etmediler?” gibi sorularına cevap veriyor. Bu cevapların analizini yaparsak, 7. âyet hükmü açıklıyor. Devam eden âyetler ise hükmün gerekçesini. Bu âyet grubu için verdiğimiz bu kısa ön bilgiden sonra âyetlerin tefsirine geçelim.

7. Âyet: “Allah’ın İman Etmeyenler İçin Geçerli Olan Yasaları Var”

Bu âyette “söz” den kastedilen o yasalar. Parantez içi açıklamada o sözün sonuç cümlesini yazdık. Öncesiyle birlikte yazarsak cümlenin tamamı şöyle: “(Onlar uyarılara kulak tıkadılar kendilerine yapma denilen şeyleri yapmakta ısrar ettiler. Bu tercihlerinin sonucunda Allah onların kalplerini mühürledi.428) Artık onları uyarsan da bir, uyarmasan da bir.”

Aşağıdaki âyetlerle konuya devam edelim

  1. Âyet: “Tercihlerinin Sonuçlarını Yaşıyorlar”

Sembolik bir dilin kullanıldığı bu âyet bizim iki sorumuza birden cevap veriyor.

Birinci soru: Bu insanların inanmama sebeplerinin başında ne geliyor? Âyet bu soruya üstünlük ve şeytan hastalığı olarak ifade ettiğimiz kibir429 cevabını veriyor.

İkinci soru: Bu kibirli kişileri ahirette bekleyen ceza nedir? Âyet bu soruya da “Boyunlarına çenelerine kadar varan halkalar geçirilmesidir.” cevabını veriyor.

Âyetleri bağlamı dikkate alarak okuduğumuzda, birinci cevabın öncelikli olduğunu, ikinci cevabın da dünyadaki tercihlerin ahiretteki sonuçları göstermesi adına sonuç eğitimine yönelik olduğunu düşünüyoruz.

Ayrıca âyetteki sembolik dilde geçen boyun ve demir halka ifadeleri bize dolaylı olarak şu mesajı da veriyor: “Bunlar nefislerinin kölesi olmuşlardı. O yüzden ahirette de böyle muamele görecekler.”

  1. Âyet: Tercihlerin Engellere Dönüşmesi

Kur’an soyut konuları somutlaştırma adına sembolik dilin bütün imkanlarını kullanıyor. O yüzden bu âyette de sembolik bir dil görüyoruz. Bu dil üzerinden insanın geçmişi ile geleceği arasındaki bağlantıya ve bunların engellere dönüşmesine işaret ediliyor. Arkalarındaki engel ile geçmiş, önlerindeki engel ile gelecek kastediliyor.

Engelleri böyle anladığımızda âyet “bize ne diyor?” sorusuna şu cevapları veriyoruz:

Özetlersek, bu sembolik anlamda öne çıkan; işlenen günahların alışkanlık olarak insanı kuşatması,430 onu esir alması ve onu hevâ-ı nefsin kölesi haline getirmesidir.

10. Âyet: Uyarsak da Uyarmasak da Birse Uyarmaya Ne Gerek Var?

Bu soru “Hasta tedaviye cevap vermiyorsa, tedaviye devam etmeye ne gerek var?” sorusuna da benziyor. Kur’an’da bu tür âyetleri hem bu şekilde hem de kalplerin mühürlenmesi şeklinde görüyoruz.431 Bunları gördüğümüzde akla gelen sorulardan biri de başlıktaki soru oluyor.

Bir insanın iç dünyası (kalbi) biz insanlar için gaybtır. Bizim için gayb olan bu alanı sadece ve sadece Allah bilir. Sadece Allah (cc) bildiği için de “Onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir.” cümlesini sadece Allah söyleyebilir.

Bir insanın bu ve benzeri cümleleri söylemesi “Ben de gaybi biliyorum, bu konuda ben de konuşabilirim” anlamına gelebileceği için şirk olma ihtimali vardır.

Ayrıca bu tür âyetlerin öncesinde ve sonrasında sıfatlar öne çıkar ve hiçbirinde şahıs ismi verilmez. O zaman akla gelebilecek sorulardan biri de şu: Allah (cc) bu tür âyetler üzerinden hangi mesajı veriyor?

Verilen mesajlardan biri şu: “Allah’ın razı olmadığı tercihleri yapmakta ısrar ederseniz, uyarılara kulak vermezseniz geleceğiniz nokta budur.

Bu açıklamalardan sonra hem başlıktaki soruya doğrudan cevap verelim hem de bir konuya açıklık getirerek konuyu bağlayalım.

Dedik ki gaybı Allah bilir ve bu tür cümleleri sadece Allah (cc) kurabilir. Biz hiçbir insan için onun kalbi mühürlü, artık onu uyarmaya gerek yok diyemeyiz.

Ama hangi sebeplerin hangi sonuçlarını doğurduğunu bildiğimiz için bu konuda birtakım tahminler yapabiliriz. Bu tahminlerden yola çıkarak başta kendi nefsimizi muhatap yaparak şu soruları sorabiliriz:

Özetlersek, biz kalplerde olanı bilemediğimiz için, kimin uyarılıp uyarılmayacağını da söyleyemeyiz. Bize düşen başta nefsimizi, sonra da çevremizdeki insanları Kur’an ve sünnet tarafından belirlenen irşat ve tebliğ ölçüleri içinde uyarmaktır.432

11. Âyet: Uyarma İşinde Zorlama Yoktur

Bu âyetin mesajını bir kurgu içinde anlatalım.

Varsayalım siz halka açık bir pazarda bütün insanların ihtiyacı olan bir ürün satıyorsunuz.

Siz satıcı olarak sadece ürünü satın almak isteyenlere satabilirsiniz.

Kurguyu âyete uyarlarsak, “Biz ancak ‘Ben Allah’ı (dini, İslam’ı) tanımak istiyorum’ diyen ve bu tanıtımdan memnun kaldığını ifade eden insanları uyarabiliriz.”

Burada bir soru ile konuya devam edelim,

Âyette Rahmân isminin geçmesi üzerinden bize verilen mesaj nedir?

İki mesaj öne çıkıyor:

Birinci Mesaj: Kişinin Rahmân’dan korkmasını istiyorsanız, irşat ve tebliğde yani uyarma işinde öncelikle Rahmân ve Rahîm gibi isimleri yani sevgiyi, şefkati, merhameti öne çıkarmanız gerekiyor.

İkinci Mesaj: Bu âyette Rahmân yerine Kahhâr ismi de olabilirdi. Kahhar yerine Rahmân’ın öne çıkması üzerinden verilen mesaj şu: Allah’tan korkmada ideal olan sevgisini kaybetme korkusu olmalıdır.

O zaman soru şu: Bu korku nasıl olacak?

Biz Açıklamalı Mealimizde Naziat sûresinin giriş kısmında bu sorunun cevabını “Allah’tan Nasıl Korkmalı, Yılandan Korkar Gibi mi, Yoksa...?” başlığı altında vermeye çalıştık. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

Özetlersek, Allah (cc) bize diyor ki, Allah-insan ilişkisinde, ideal olan: İnsanın yaptığı her şeyi Allah sevgisi ile yapması ve yapmadığında da öncelikli olarak Allah’ın sevgisini kaybederim korkusunu yaşamasıdır.

12-19 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(12) ÜÇÜNCÜ AMACA HİZMET EDEN İLK ÂYET

Sûrenin tefsirine başlarken Yâsîn sûresinin üç amacı var, üçüncü amaç “Fiziki anlamda ölmüş kişilerin yakınlarına teselli vermek.” demiştik.

Bu amaca doğrudan hizmet eden ve Yâsîn sûresini taziye sûresi olarak öne çıkaran âyetlerden ilki bu âyet. Bu âyetlerin diğerlerine de burada işaret edelim: 33, 51-64, 70, 78-83 arası âyetler.

Bu işareti yaptıktan sonra 12. âyeti hem amaca bakan yönüyle hem de bağlamda önceki ve sonraki âyetlere bakan yönüyle değerlendireceğiz.

Aşağıdaki başlıkta amaca bakan yönüyle değerlendirmeye başlayalım.

“Kur’an Ağlamayın veya Üzülmeyin Demez, Kur’an…”

Bu sûrenin Açıklamalı Mealimizdeki girişinde “taziye yerine” değindik. Oradan devam edelim.

Varsayalım Kur’an ete kemiğe büründü insan olarak göründe ve bir taziye evine geldi.

Soru şu: Kur’an orada ölü yakınlarına ilk olarak ne der?

Kur’an insan doğasını/tabiatını yaratan ve en iyi bilen Allah’ın kelamı olduğu için, orada üzülen ve ağlayanlara “üzülmeyin ve ağlamayın” demez.

Şöyle der: “Başınız sağ olsun. Çok sevdiğiniz, sizinle birçok ortak hatırası bulunan bir insanın vefatına şahit olduğunuz. Üzülmeniz ve ağlamanız gâyet insani bir davranış. Sizden ricam bu üzüntüyü yaşarken, Kur’an’a kulak vermeniz ve onun âyetleri üzerinden düşünmeniz…”

İşte bu noktada insanların üzerinde düşünmeleri gereken ilk âyetlerden biri bu âyet. Bu âyet Kur’an’ın taziye evindeki giriş konuşmasının devamı olarak şunu diyor: “Hiç şüpheniz olmasın, bugün ölümüne şahit olduğunuz bu insanın, yarın kıyametin kopmasıyla mahşer sabahında dirilişine şahit olacaksınız. O yüzden vefatına üzüldüğünüz bu kişi, hiçliğe, yokluğa gitmedi, ebedi olarak yaşayacağı bir hayata gitti...”

Âyet bunu derken halk arasında kullanılan yeminlere benzer bir yaklaşım sergiliyor. Hani bazıları yemin ederken, karşı tarafa güven verme adına “vallahi, billahi, tallahi” der ya…

Kur’an bu âyette üç kere arka arkaya (Arapçada sözü güçlendirmek, sağlamlaştırmak ve pekiştirmek anlamına gelen) te’kit ifadesi kullanıyor.

Üç tane “biz”in arka arkaya gelmesi şu mesajı veriyor: Tersini asla düşünmeyin. “Biz diyorsak”, kesin oldu/olacak bilin.

Bu noktada “Tek olan Allah’ın arka arkaya üç defa biz demesi ile kastettiği nedir?”433 diye bir soru gelirse verilecek cevaplardan biri de şu:

“Tek olan Allah, bu işe bütün özellik ve güzelliklerine zarf olan bütün esmâ-i hüsnâsını şahit yaparak diyor ki: Yaratılan her şey ve o şeylerde tecelli eden güzel isimlerim şahit olsun ki, öldükten sonra dirilme işi kesinlikle olacaktır.434

Bu cevaba göre “biz”den kastedilen Allah’a ait bütün özellikler güzellikler.”

Bu konuda dipnotta işaret ettiğimiz açıklamalara bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

ARA BİLGİ: Taziye Hakkında

Yâsîn sûresinin taziye evine bakan tarafı üzerine özel olarak çalıştık ve bu konuda bir kitapçık hazırladık. Burada kısaca değindiğimiz bu konu hakkında daha geniş bilgi için “MEVLİD ve TAZİYELERDE OKUNAN SÛRELERBANA NE DİYOR?” isimli kitabımıza bakılabilir.

12. âyetin içeriği nedeniyle girdiğimiz bu taziye konusuna bu ara bilgi notuyla nokta koyuyor, âyetlerin tefsirine devam ediyoruz.

12. ÂYETTE ÖNE ÇIKAN DİĞER NOKTALAR

12. âyet, önceki ve sonraki âyetler arasında bir köprü; bir geçiş noktası gibi duruyor.

Bu bağlamda doğrudan ve dolaylı olarak iki türlü dirilmeden bahsediyor.

Bunlara yukarıda değindik.

Bu konuda ayrıca Farklı Bir Açıdan İslam kitabımızda Ahirete İman bölümünde, öldükten sonra dirilmenin delillerini 15 temel bilgi başlığı altında sunduk. Tekrara düşmemek için oraya da bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

Burada bu âyetle ilgili birkaç noktaya daha değinmek istiyoruz.

Birinci Nokta: Her Şey Kayıt Altında

Bu konuda öncelikli olarak Açıklamalı Mealimizde Tekasür sûresinin girişinde “Ölmeden Önce Kendimizi Nasıl Sorguya Çekeriz?” ve Kaf sûresinde “Kayıtlar üzerinde montaj caiz mi?” başlıkları altında yazdıklarımızın okunmasını önemle tavsiye ediyoruz.

Burada onlara ilaveten şunu diyelim. Eğer unutma özelliğimiz olmasaydı, hepimiz “içimizden geçirdiklerimizi, dışımızdan seslendirdiklerimizi kısaca yaptığımız her şeyi hatırlayan insanlar olacaktık. Kur’an bu âyet üzerinden biz şunu diyor: Siz yaptıklarınızı unutsanız bile, onların hepsinin kayda geçtiğini bilin.

Burada soru şu: Kur’an’ın bu gerçeği önceden bildirmesi “Bana ne diyor?” Cevap olarak birçok şeyi temsilen şu noktaları öne çıkarabiliriz.

Birinci Nokta: Her yaptığının ahirette önüne geleceğini bilerek yaşa. Seni yaptığına bin pişman edecek şeyler daha en baştan sakın.

İkinci Nokta: Pişman olacak şeyler yaptıysan, bunların pişmanlığını dünyada yaşa. Tevbe istiğfar ile Allah’tan bağışlanma dile.

Üçüncü Nokta: Şunu bil! Hiç kimseye zerre kadar haksızlık yapılmayacak. İyilik ve kötülük olarak ne yaptıysan önüne gelecek.

İkinci Nokta: Apaçık Kitap

Bu konu çok önemli ve geniş bir konu.

Biz bu konuda,

Bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

12. âyette önce çıkan noktalara değindikten sonra alttaki başlıkla devam edelim.

ÖN BİLGİ: Darb-ı Mesel

Darb-ı Mesel temsili anlatım demektir. Bu anlatımda anlatılan konu yaşanmış bir konu olabileceği gibi yaşanmamış bir konu da olabilir. Biz burada anlatılan konunun yaşanmış olduğunu düşündüğümüz için bu temsili anlatıma zaman-mekan belirtilmeyen her insana hitap eden kıssa anlamında “anonim kıssa” dedik.

Bu ifademizi aşağıda açacağız. Burada bir teknik bilgi daha verelim.

İniş sırasından yaptığımız okumada 13. âyetin başlangıç cümlesi olan ve bizim “Onlara misal ver” manasını verdiğimiz “vadriblehum” ifadesine bir “kalıp” dersek, bu kalıbı ilk kez bu âyette görüyoruz.

Bu kalıp ile ilgili ilginç bir durum var. Bu kalıp aynı şekilde iki defa Kehf sûresinde de (32, 45) geçiyor. O iki yerde de burada olduğu gibi zaman-mekan ve şahıs ismi belirtilmeyen “anonim kıssa” şeklinde geçiyor.

Bu kıssa hakkında şunu da ifade edelim.

Bazıları Hristiyan kaynaklarından yola çıkarak bu kıssada anlatılanların Hz. İsa (as) sonrası Antakya civarında geçtiğini söylese de biz bu kaynakları sağlam görmediğimiz için kıssayı anonim değerlendirmeyi buradaki âyetlerin ruhuna daha uygun bulduk.

13-19 ARASI ÂYETLER İÇİN GENEL BİR DEĞERLENDİRME

Bu âyetler “Kur’an’da hangi konu başlığı altına girer?” diye bir soru sorsak, öne çıkacak cevaplardan biri de “Peygamber Kıssaları” olacak. Fakat ilginçtir bu âyetlerde farklı bir anlatma yöntemi izleniyor.

Bu farkı âyetlerde anlatılan ve anlatılmayan şeyler üzerinden anlatalım.

Anlatılan şeyler;

Anlatılmayan şeyler;

Bu âyetlerdeki konuyu Peygamber Kıssası olarak değerlendirirsek, bu şekilde anlatılan kıssalara “anonim kıssalar” diyebiliriz.

Anonim kıssa adeta dile gelip bütün zamanlara şu mesajı veriyor: “Bu kıssada anlatılan olaylar bir zamanla sınırlı değildir. Bütün zamanlar için geçerlidir.”

Bu kıssada “bütün zamanlar için geçerli olan nedir?” sorusuna mealimizde 13. âyetin üstünde yaptığımız parantez içi açıklamalarda değindik. Daha önce de bu konuya Âdem-İblis kıssasında değinmiştik. Bütün kıssalar özde birdir. Bütün kıssaların konusu tarafını seçmektir. Bütün kıssalarda Peygamberler ve onların peygamber olduğuna iman edenler Allah’ın razı olduğu tarafı, o peygamberlerin peygamberliğine iman etmeyenler de karşı tarafı temsil eder.

Bu yönüyle bu kıssa, Kur’an’daki bütün kıssaları özetleyen bir dille bize “tarafınızı seçin” diyor. Tarafımızı seçerken de bize Kur’an’da fenomen olan isimsiz bir kahramanı öne çıkarıyor. 20. âyette o kahramanı “şehrin öbür ucundan gelen adam” olarak tanıyoruz.

Özetlersek, bütün buradaki âyetler üzerinden öne çıkan mesajlardan biri de şu oluyor: Yaşadığınız ülkede, şehirde, kasabada, köyde şehrin öbür tarafından gelen adamın olduğu tarafta, onun sergilediği duruşu sergileyin.

Bu genel açıklamalardan sonra “anonim kıssa” olarak adlandırdığımız bu kıssanın âyetlerini yaşadığımız zamana ve mekana uyarlayarak anlamaya çalışalım.

13. Âyet: “Onlara Senin İçinde Yaşadığın Tokyo, Ankara, Paris Şehrindeki Halkı Misal Ver”

Bu kıssanın anonim bir kıssa olduğunu ifade edince, bu kıssayı okuyan her insan, yaşadığı şehri bu âyette geçen şehir olarak düşünebilir.

Bu okuma yönteminin Kur’an tefsirlerinde yok denecek kadar az olduğunu biliyoruz. Bunu yadırgayanların “Evrensel Kur’an Tefsiri” adını verdiğimiz bu tefsir çalışmasının önsöz ve giriş bölümlerini okumalarını önemle tavsiye ediyoruz.

Bu âyetlerin tefsirine başlarken bu sûrenin 3. âyetinde “Sen de Allah’ın Elçisi Tarafından Görevlendirilmiş Bir Elçisisin” başlığı altında yazdıklarımızın hatırlanmasında fayda olduğunu ifade ediyoruz.

Biz bu âyetleri okuyan bir Müslüman olarak dünyanın hangi ülkesinde ve şehrinde yaşarsak yaşayalım, o ülkelerin halklarına karşı inandığımız değerleri elimizden gelen en güzel şekilde tanıtmaktan sorumluyuz.

Bilinçli olarak “Ben Müslümanım” diyen her mümin, kendini Müslüman olarak tanımladığında, o tanımın içinde ben bu tanımın bana yüklediği sorumlulukların da farkındayım cümlesini söylenmiş oluyor.

Bir sonraki âyetle devam edelim,

14. Âyet: Allah’ın Elçisi Yaşasaydı Bize de Elçilik Görevi verecekti

Eğer biz Peygamber Efendimizin yaşadığı çağda yaşasak ve onun yanında ona Sahabi olma şerefine erseydik, o gün sahabileri farklı ülke ve şehirlere elçi olarak gönderdiği gibi bizi de gönderecekti. Gönderdiğinde bizim sıfatımız Allah’ın elçisinin mesajını taşıyan elçi olacaktı. Bugün biz bilinçli bir şekilde “Ben Müslümanım” diyen her Müslümanın bu sıfatı taşıdığını düşünüyoruz.

Aksi olabilir mi? Ben Müslümanım diyen biri Ben Allah’ı (İslam’ı, Kur’an’ı) tanımıyorum ve tanımak isteyenlere de tanıtmıyorum diyebilir mi? … Bilinçli bir Müslüman bunu diyemez. Diyemediği için de yaşadığı şehirde tanıdığı İslam'ı tanıtma, sevdiği Allah’ı sevdirme, inandığı din adına en güzel şekilde örnek olma sorumluluğunu omuzlarında hisseder. Bunu hissedenler 14. âyeti okurken “elçi” geçen yere kendi ismini koyarak okur.

Günümüz için yaptığımız okumada âyette geçen üçüncü elçiyi şöyle anlayabiliriz. Allah yolunda olanlara hiç beklemediği anda sürpriz destekler verebilir. Zaten bunun bir örneğini 20. âyette şehrin öbür ucundan gelen adam örneğinde görebiliriz.

15. Âyet: Beklediğiniz İlgiyi Göremeyebilirsiniz

Biz bu ve benzeri âyetlerde geçen Rahmân sıfatının öne çıkmasının sebeplerinden biri olarak, elçilerin Allah’ı tanıtmada sevgi ve merhameti öne çıkarmalarından, O’ndan bahsederken sık sık Rahmân demelerinden kaynaklandığını düşünüyoruz.

Bu kısa açıklamadan sonra âyetin yaşadığı şehirde elçi olma sorumluluğunu omuzlarında hissedenlere verdiği mesaja bakalım. Âyet dolaylı olarak diyor ki, Allah’ı tanıtma ve sevdirme yolunda aynıyla olmasa bile benzer sözleri siz de duyabilirsiniz. Bunları yaşamak bu yolun kaderinde var.

16, 17. Âyet: Bizim Görevimiz Temsil ve Tebliğ

17. âyetin içinde geçen şu cümle “Bizim vazifemiz, açık (ve net) bir şekilde Allah’ın buyruklarını size tebliğ (ve temsil) etmekten başka bir şey değildir.”

Bu cümle şimdiye kadar gelmiş geçmiş bütün elçilerin ve bizim gibi manevî anlamda elçi olanların vazifesini özetliyor.

Önce temsil sonra tebliğ.

Bu tür tebliğden bahseden âyetlerde temsil kelimesi lafzi olarak geçmiyor ama fiili olarak geçiyor. Bunu nereden biliyoruz? O tebliğ işini yapan Peygamberlerden biliyoruz. Bir peygamberin inandığı değerleri en güzel şekilde temsil etme işini yapmadan tebliğ yapması düşünülemez.

O yüzden temsil her zaman için tebliğden önce gelir.

Bu temsil ve tebliğde bu işi yapan bütün zamanlarda kim olursa olsun temsil ve tebliğ işini yaparken görev tanımı arasında “zorlama” yoktur. Zorlamanın olduğu yerde tebliğ ve temsil geri teper. Bu âyetlerde temsil ve tebliğ işini yaparken daha önce bahsettiğimiz bir yöntemi burada da görüyoruz. Bu yöntemde hakarete hakaretle cevap vermek yok.

15. âyetin sonu hakaretle bitmişti.16. âyet bu hakarete aynıyla karşılık veren bir hakaretle başlayabilirdi. Öyle başlasaydı, gerilim yükselecekti. Gerilimin yükselmesi, ortamı fikri güçlü olanın değil, kasları ve ordusu güçlü olanın kazanacağı bir ortama dönüştürecekti. O yüzden peygamberler boks maçı yerine satranç müsabakasını tercih eden bir dil kullanarak tebliğe devam ettiler.

18. Âyet: Tansiyon Yükselten Bir Dil

Bu âyetler bize temsil ve tebliğ yaptığınız şehirlerde tansiyonu yükseltenler olabilir mesajı veriyor. Bu kişiler bu âyette olduğu gibi başlarına gelen birtakım olumsuz hadiseleri uğursuzluk olarak tanımlayıp, bunun sorumlusu olarak temsil ve tebliği işini yapanları görebiliyor.435

Burada uğursuzluk olarak ifade aslında bir bahane. Amaç tansiyonu yükseltmek, gerilimi artırmak, fikren yenemedikleri insanları ortadan kaldırmak için bir bahane bulmak.

Bu noktada “Tansiyonu yükselten dil” devreye giriyor ve “sizi taşlayarak öldürürüz.” mesajı veriliyor.

19. Âyet: Tansiyonu Düşüren Dil

19. âyet “Siz bize taş atarken bizim elimiz de armut toplamaz” diyerek başlamıyor. Bu âyet baştan beri dikkat çektiğimiz “Mekke Stratejisine” uygun bir dil kullanıyor. Bu dil üzerinden geçmişte yaşanmış bir kıssa vesilesiyle bütün zamanlara şu mesaj veriliyor: Provokasyonlara gelmeyin. Vahyin sizin için belirlediği yönü ve yolu takip edin. Sizi yoldan çıkaracak her türlü eylem ve söylemden uzak durun. Her durumda siz, size yakışanı yapın.

Bu âyette de Peygamberlerin verdiği cevap üzerinden şöyle bir mesajın verildiğini düşünüyoruz: “Uğursuzluk dediğiniz şey tercihlerinizin sonucu olarak başına gelen şeyler. Eğer bir sorumlu arayacaksanız önce kendinize bakın.”

20-27 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(20-27) ŞEHRİN ÖBÜR UCUNDAN GELİP EN ZOR ZAMANDA BİR PEYGAMBERE DESTEK VEREN ERKEĞİN/KADININ HİKAYESİ

20-27 arası âyetlerde anlatılan bu kişi için başlıkta erkek ve kadın ifadesi kullandık. Bunun sebebi şu: Kur’an sıfatlara bakıyor. Onları öne çıkarıyor. Allah (cc) insanlara cinsiyetleri üzerinden değil sıfatları üzerinden değer veriyor.

O yüzden bu âyet bütün zamanlara şu mesajı veriyor: Zor zamanda bir peygamberin davasına sahip çıkan kadın-erkek her insan kendi çağında şehrin öbür ucundan gelen kişi konumundadır. Zaten bu anonim kıssanın da en önemli amaçlarından biri de bu mesaja işaret etmek.

Bunun sebebini aşağıdaki başlık altında anlatalım.

FİLMDE DOĞRUDAN BİZE HİTAP EDEN SAHNE

Eğer bu kıssa bir film olsaydı ve bu kıssada roller dağıtılsaydı, bugün bizim gibi Hz. Muhammed’e ümmet olma şerefine nail olan insanlara hangi rol düşerdi? Peygamberlik rolü ve Peygamberleri taşlayarak öldürme tehdidi yapanların rolü düşemeyeceğine göre, bizimle bire bir örtüşen rol şehrin öbür ucundan gelen insanın rolü olacaktı.

Bu âyette önce çıkan şehrin öbür ucundan gelen insan Kur’an’ın bilerek öne çıkardığı bir kahraman.

Bu kahraman üzerinden bütün zamanlara şu mesaj veriliyor.

Özetlersek, bu kıssa ve bu kıssadaki kahraman bize yaşadığım şehirdeki görevimizi hatırlatan bir insan oluyor. (Allah’ın rahmeti ve inâyeti onun üzerine olsun.)

Bu bölüme giriş için yazdığımız bu ifadelerden sonra, âyetlerin tefsirine geçebiliriz.

ARA BİLGİ: 20. Âyetteki Şahsın Kimliği

Bir kere daha ifade edelim bu âyette bahsedilen şahsın kimliği bu kıssanın vereceği mesajlar için çok da önemli değil. Bilsek ki faydası olacak o şahsın kimliği hakkında yığınla zayıf ve birbiriyle çelişkili Yahudi ve Hristiyan kaynaklarından bize ulaşan bilgileri burada paylaşırız. Ama vereceğimiz mesaja bir katkı sağlamayacağı için onları geçiyoruz.436

20. 21. Âyet: Hangi Liderin Arkasından Gideceğim?

Önce bu âyeti bizim yaşadığımız asra getirelim.

“Bu elçilere uyun” dediği kişilerin günümüzdeki karşılığı evinde çocuklarına örnek olan anne-babadan başlıyor, okuldaki öğretmeni, camideki imamı içine alıyor, toplumun en üst katmanlarındaki yöneticilere kadar uzanıyor.

Kısaca bu önceki âyetlerde de ifade ettiğimiz gibi “elçilere uyun” ifadesi bugün inandığı değerler adına güzel örnek olma gibi bir gayreti ve derdi olan her Müslümanı içine alıyor.

Bu âyetler, âyette geçen konu üzerinden bütün zamanlara şu mesajı veriyor: İslam’a hizmet noktasında lider diye önünüze geçen insanlarda arayacağınız en önemli özelliklerden biri o kişinin sizden ücret istememesidir.

Yani o işi sadece ve sadece Allah rızası için yapmasıdır. Yaptığı iş için hiçbir dünyevi karşılık beklememesidir. Yaptığı işi hiçbir dünyevi karşılığı elde etme vasıtası yapmamasıdır.

Yani âyetler diyor ki: Bir liderin arkasından gideceksiniz veya biri bir lider olarak önünüze geçecekse ilk arayacağınız özelliklerden biri “samimiyet” olacak.

Bu âyetler bir lider için samimiyeti onun doğru yolda olmasının en önemli göstergelerinden biri olarak sunuyor.

Özetlersek, isteseydik bu âyetleri tarihi rivâyetler içinde boğardık ama âyetlerin öncelikli mesajı bu konu olduğu için bunu öne çıkarmayı tercih ettik. Bu tercih bize şunu gösterdi: Kur’an âyetlerini dün inmiş bugüne hitap eden taze, canlı ve dinamik mesajlar olarak okumak mümkün.

22. Âyet: Atlanan Gerekçeler

Bu âyeti okurken sonuç cümlesi olan “Bana ne oluyor ki beni yaratana kulluk etmeyecekmişim?” cümlesini duyuyoruz ama sonuca götüren gerekçeleri duymuyoruz. Kur’an onu anlatmayarak bize şunu diyor: Bu bir kıssa ben ana parçaları veriyorum, gerisini sizin doldurmanızı istiyorum.

Ana parçalara baktığımızda şunu anlıyoruz.

Kıssadaki şahıs, uzun uzun neden Allah’a kulluk edilmesinin ve ondan başka varlıklara kulluk edilmemesinin makul gerekçelerini anlatıyor ve bu gerekçelerden sonra soru cümlesi ile onların aklına hitap ediyor. Bu hitabın içinde şöyle bir hitap daha var; bu kadar gerekçeden sonra hadi bana söyleyin “Ben beni yaratana kulluk etmeyeceğim de kime edeceğim?”

Âyetin sonundaki “O’nun huzuruna çıkarılacaksınız.” İfadesinden şunu da anlıyoruz. Buradaki şahıs tevhid dersinden sonra o dersi tamamlayan ölüm, kıyamet, ahirete iman ve hesap günü ile ilgili dersler de veriyor.

Özetlersek, 21. Âyetteki tevhid ve ahirete iman konusu yapacağım tebliğde bize önceliklerimizi öğretiyor. Bunların temel olduğunu, işe bu temellerden başlanması gerektiği mesajını veriyor.

23. Âyet: Sorularınız Silahınız Olsun

Bildiğimiz fiziki silahların bir işi de öldürmektir. Ama bu âyetler arka arkaya gelen sorular üzerinden bütün zamanlara şu mesajı veriyor: Mecbur kalmadıkça fiziki silahları kullanmayın. Sizin manevî silahlarınız yeryüzünde küfürden ve inkardan hasıl olan bütün şüpheleri ortadan kaldıracak bir güce sahiptir. Siz bu gücü öne çıkaran soruları silah yapın,437 o silahla muhataplarınızın akıllarını hedef alın. Akıllarında ne kadar şüphe varsa onları ortadan kaldırmaya çalışın. İşte o zaman manevî dirilişe vesile olursunuz. (Allah’ın izniyle)

Rahmân İsminin Öne Çıkması

Bu konuya bu sûrenin 11. Âyetinde “Âyette Rahmân isminin geçmesi üzerinden bize verilen mesaj nedir?” ara başlığı altında biraz değinmiştik. O bölümü burada şunları ilave edelim.

Kur’an’da Rahmân ismi ile ilgili ilginç bir durum var;

Bu tespitlerden şunu anlıyoruz, Allah (cc) başta peygamberler olmak üzere onu tanıtmak isteyen her mümine dolaylı olarak şu mesajı veriyor: “Beni tanıtırken, öncelikle Rahmân olarak tanıtın.”

23. âyette de bunu görüyoruz. Sözün akışından anladığımız şu, burada kahraman kişi demek ki baştan beri Allah’ı Rahmân ismini öne çıkararak anlatmış, burada da aynı minval üzere konuşmaya devam ediyor.

Ayrıca burada bir incelik daha var. Buradaki kahraman kişinin Allah’ın zarar vermesi ile Rahmân ismini yan yana kullanmasından şunu anlıyoruz.

Bu kişi Allah’ı Rahmân ismiyle tanıyor ve tanıtıyor ama bunun yanında Allah Kahhar ve Cebbar isimlerinden de haberdar.

Özetlersek Allah’ı tanımada ve tanıtmada önce çıkan Rahmân ismi, bütün Müslümanlara şu dolaylı mesajı da veriyor. Merhamet sizde baskın karakter olsun. Onun hayata yansıması olan sevgi dili, sizin irşat ve tebliğde kullandığınız bilgi dili ile birlikte öncellikli dil olsun.

Şefaat Konusu

Âyette muhatapların taptıkları ilahlar kastedilerek “onların şefaati bana hiçbir fayda sağlamaz.” İfadesi geçiyor.

Anlıyoruz ki, kahraman kişi muhataplarındaki yanlış şefaat inancına da değinmiş ve bu cümle üzerinden o konuda dolaylı olarak şu mesajı veriyor: “Eğer birinin şefaatinden fayda bekliyorsanız, o şefaati Allah’tan bekleyin. Çünkü “Şefaat tümüyle Allah’a aittir.”440

24. Âyet: Ara Konuşmalar

Kur’an’ın kıssa anlatma yöntemi genel hatları verip ayrıntıları okuyucu bırakma şeklinde demiştik. Burada da ona görüyoruz. Kur’an, 23 ve 24. Âyetler arasındaki geçen ara konuşmaları tahmin etmeyi bize bırakıyor.

Biz de şöyle tahmin ediyoruz: Şehrin öbür ucundan gelen kişi 23. âyette geçen konuşmayı yaptıktan sonra, muhatapları bu konuşmalara olumlu cevap vermiyorlar. “Asırlarca atalarımızın inandığı bir din var. Ondan vazgeçemeyiz. O yüzden sen bizim dinimize gel.” Şeklinde özetleyeceğimiz şeyler söylüyorlar.

Bunun üzerine kahraman kişi 24. Âyette geçen sözleri söylüyor. (Allahü a’lem)

25. Âyet: Duruşunu Değiştirmedi

24. âyette söylenen sözlerin karşı tarafın öfkesini arttırdığını düşünüyoruz. Bu bağlamda 18. âyette geçen “Eğer bu işten vazgeçmezseniz, ant olsun sizi (öldürene kadar) taşlarız” ve “Bizden size mutlaka acı bir azap dokunur.” ifadesini hatırlarsak şehrin öbür tarafından gelen adamın 25. âyetteki duruşu ve sözleri bardağı taşıran son damla olmuş gibi.

Ondan sonrasına aşağıdaki başlıktan devam edelim.

26. Âyet: İki Bölümlük Filmde Bölüm Sonu ve Başı

Dünyayı ve ahireti iki bölümlük bir film olarak düşünürsek, 26. âyet filmde ikinci bölümün ilk sahnesini anlatırken, âyetin metninde birinci bölümün son sahnesini ucu açık bırakıyor.

Neden? Çünkü birinci bölüm genelde iki şekilde bitiyor;

Birinci Şekil: Bizim rivâyetlerden yola çıkarak parantez arası açıklamalarda yazdığımız gibi Allah yolunda şehadetle bitiyor.

İkinci Şekil: Ya da normal bir vefat ile bitiyor.

Burada iki sonu da güzel yapan öncesinde (inandığı değerlerin doğruluğuna ve güzelliğine) şahit olarak yaşamak.441 Şahit olarak yaşanan bir hayatın sonu dünyadan bakınca acı ile bitse bile, ahiretten bakıldığında o son güzel bir başlangıcın başı oluyor.

Kur’an 20-27 arası âyetlerde şehrin öbür ucundan gelen kahramanın şahitliğini; dik duruşunu, mertçe duruşunu, bilge duruşunu öne çıkardı.

Bunun mesajı şu: Ey Allah yolunda olan kişi! Şahit olarak yaşarsan, işin sonu acı da bitse, o bitme bir son değildir. Ebedi hayatta ebedi saadetin başlangıcıdır. O başlangıçta duyacağın ilk söz de "Cennete gir” hitabı olacaktır.

27. Âyet: Ben Yok, Bencillik Yok, Biz Var. Mutlu Edince Mutlu Olma Hali var

Bu âyeti, 26. âyetin “… “Keşke” dedi, kavmim (Rabbimin bana yaptığı ihsanları) bilseydi.” cümlesiyle birlikte okumamız gerekiyor. Bu okumada şuna dikkat etmemiz gerekiyor: Kur’an bu âyetlerde bize bir cennete giriş hikayesi anlatmaktan daha ziyade, cennete girecek bir insanın karakterini öne çıkarıyor. Bu öne çıkarma üzerinden verilen mesajlardan biri şu oluyor: Allah’ın kimlere “cennete gir” diyeceğini merak ediyorsanız, cevabı şehrin öbür ucundan gelen insanın sahip olduğu güzel sıfatlarda, kişiliğinde, karakterinde ve o karakterin dışa yansıması olan duruşunda bulabilirsiniz.”

Bu mesaj üzerinde tefekkür ettiğimizde şunu görüyoruz. Cennete girişte kendini düşünme/bencillik sıfatı gibi sıfatlar kapının dışında kalırken, fedakarlık, diğergamlık, mutlu edince mutlu olma gibi özeliklere girişte öncelik veriliyor.

Sonuç Eğitimi

Bu âyetlerde, iniş sırasından yaptığımız bu okumada Kur’an’ın çok sık bir şekilde verdiği sonuç eğitimini görüyoruz. Sonuç eğitimi konusuna ilk sûrelerde çokça vurgu yapmış sonrada vurguyu azaltacağımızı söylemiştik. Bu âyetler vesilesiyle o vurguyu bir kere daha yapmak istiyoruz.

Bu bağlamda 26 ve 27. âyetler bütün zamanlarda Allah yolunda olup cennete girmeyi arzulayan insanlara şu mesajı veriyor: Böyle bir sonu yaşamak istiyorsanız, şehrin öbür ucundan gelen adamın sahip olduğu karaktere ve o karakterin dışa yansıması olan duruşa iyi bakın.

Kavli duanız benzer bir karaktere ve duruşa sahip olmak olsun, fiili duanız da kavli duanızın şahidi olsun.

Ucu Açık Bırakılan İkinci Sahne

Yukarıda ifade ettik, karşımızda 18. âyette ifade edildiği gibi “taşlayarak öldürmeyi” kafaya koymuş bir kavim var. Bu kavmin “şehrin öbür ucundan gelen adama ne yaptığı” âyetlerin metninde ucu açık kalmıştı. Biz zayıf rivâyetlerden onun şehit olduğunu çıkardık ve parantez içi açıklamalara bunu yazdık. Burada ikinci ucu açık bırakılan bir sahne daha var; şehre arka arkaya gönderilen üç peygamberin sonu…

O konuda da bir tahminimiz var. Ama burada Kur’an’ın kıssa anlatma yöntemine bir kere daha dikkat çekmek istiyoruz. Hani bazı filmler olur, filmin sonunda bazı noktalar kapalı kalır, bu tür filmlerde film bitmiştir ama izleyenlerdeki merak bitmemiştir.

Bu tür filmlerdeki amaçlardan biri de o’dur. Adeta film senaristi şöyle der: Ben senaryonun sonunu ucu açık bıraktım, filmin akışından tahmin et ve sen doldur…”

Kur’an’da peygamberlerini öldüren kavimlerin varlığına işaret eden âyetlerden yola çıkarsak442 Tahminiz şu: Allah onlara peygamberlik rütbesi yanında şehitlik rütbesi de nasip etti (Allahü a’lem). Üzücü bir son gibi ama tesellimiz şu: Dünya hayatında yaşadığımız film istesek de istemesek de bitecek. Ya Allah yolunun dışında herhangi bir yolda bitecek, ya da Allah yolunda bitecek. Allah yolunda olmayan bir bitiş, dünyada yatlarda, katlarda, saraylarda bitse bile ahiret yönüyle zindandaki bir başlangıcı netice verecektir… Allah yolunda olan bitiş de nasıl biterse bitsin, tesellimiz odur ki, ahiret yönüyle “Cennete gir” hitabıyla başlayacaktır…

Özetlersek Rabbimiz yolumuzu O’nun razı olduğu yol eylesin sonumuzu da razı olduğu bir son eylesin…

28-32 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(28-32) UCU AÇIK BIRAKILAN ÜÇÜNCÜ SAHNE

Bu sahnede, inanma ve ifade özgürlüğü gibi en temel insan haklarına tahammülü olmayan, bu haklarını başkalarına zor kullanmadan yerine getirmek isteyen insanları taşlayarak öldürmeyi kafaya koymuş kişilerin yaşadığı sona bakacağız. Baktığımızda bu sonda da önceki sonlar gibi olmasa da yine de bir kapalılık görüyoruz. Burada da Kur’an bize senaryonun bir kısmını tahmin etme görevi veriyor. Bu görevle bizi tribünden maç seyreden bir seyirci olmaktan çıkarıp, kenarda da olsa -hayalen- sahada maçın içine dahil ediyor.

Maça dahil olduğumuzda özellikle Kamer sûresinde okuduğumuz kavimlerin sonlarını hatırlıyoruz. 29. âyetteki “Sönüp gitmişler” ifadesini, hatırladığımız o sonlarla birlikte düşündüğümüzde, “Onlara benzer bir sonla helak olup gittiklerini anlıyoruz.

Bu genel değerlendirmeden sonra âyetlere bakalım.

28. Âyet: Gökteki Ordular

Kur’an yerde ve gökte ne varsa onları Allah’ın orduları olarak tanımlar.443

Kur’an’daki Allah’ın orduları ifadesini doğru anlayabilmemiz için önce kafamızdaki ordu algısını doğru bir algıya dönüştürmemiz gerekiyor. Dünyanın her yerinde ordu dendiğinde savaş akla gelse bile, savaş ordunun öncelikli görevleri arasında olsa bile, ordunun tek işi savaşmak değildir. Gelişmiş ülkelerde ordunun asli görevi (deprem, sel, fırtına ve zor şartlarda mahsur kalanları kurtarma gibi) her türlü olağanüstü durumda halka hizmettir. Orduyu böyle anladığımızda, Allah’ın orduları yaratılan ve insana hizmette görev alan tüm varlıklardır. Bu varlıkların öncellikli hizmeti, Allah’ın nimetlerini getirmede aracı olmaktır. Allah’ın insana verdiği değerin büyüklüğünü göstermektir.

Bu ordular normal şartlar altında insana hizmet ederken, dünyada ceza verilmesi gerekenler olduğunda yine bu ordulardan volkan patlaması, deprem, fırtına, kasırga gibi neferler devreye girer, kavimlerin helakinde gördüğümüz gibi görevlerini yerine getirirler.

Gökteki ordular da büyük ihtimal melekler. Ama şunu da bilmek lazım. Meleklerin gökte olması mecazi bir ifade. Tefsir Usulümüzde (29) Melek Yasasında ifade ettiğimiz gibi (atom ve atom altı parçacıklara kadar) maddenin olduğu her yerde o maddeye müekkel bir melekler vardır.

Özetlersek, her şey Allah’ın ordusudur ve bu ordu her an her yerde aktiftir.

29. Âyet: İnsan Bir Zaman Değil Her Zaman Acizdir

Genelde teknolojinin bugünkü gibi gelişmediği çağlarda insanlar tabiat olayları karşısında çok acizdi. Geçmişte insanların tabiat hadiseleri karşısında aciz kalmalarının sonucunda birtakım varlıklara ilahlık payesi verdiğini anlatırken bu konuya Tefsir Usulümüzde temas ettik.444

Ama şu da bir gerçek imtihan dünyasındaki dekor gereği insan bir zaman değil, bütün zamanlarda acizdir. Bu dekorda teknolojik gelişmeler insanın güçlendiğini gösterse bile, dekora dikkatli baktığımızda dekorun (yaratılıştan gelen) ontolojik görüntüsü hiç değişmiyor. İnsan (bebek olarak) aciz geldiği dünyadan ihtiyarlıkta yine aciz olarak gidiyor. Ayrıca zaman zaman dozu yüksek olarak yaşanan deprem, fırtına ve salgın hastalıklar insana sürekli aczini hatırlatıyor. Bu hatırlatmalarda anlaşılması gerekeni anlayanlar şu gerçeği de anlıyorlar. Allah (cc) gelen felaketlerin dozunu bir iki tık arttırsa, o felaketlerin karşında hiçbir teknoloji duramaz.

Özetlersek, teknoloji bugün geldiği noktanın yüz kat ötesine geçse yine de aciz olmak insanın kaderidir. Bir Kadir-i mutlak (yani Allah (cc)) karşısında Aciz olmanın hikmetini bilenler için aczini bilmek -kendini bilmek anlamında- bir erdemdir.

30. Âyet: İlahi Kelamda İnsanî Dilin Kullanılması

Bazıları Allah’ın aşkın (Subhân ve Samed) olmasından yola çıkarak içkin olmasını, beşerle beşerin dilinde “beşerce” konuşmasını yadırgıyor ve O’na yakıştıramıyorlar. Bu tür konuşmalara tenezzülât-ı ilahî deniliyor. Bu durumu önceki âyetlerin tefsirinde birkaç yerde izah ettik.445

İnsana hitap eden bir kitapta asıl yadırganacak olan “Yazıklar olsun, veyl olsun” gibi beşerce beşerin seviyesinden ifadeler olmaması olurdu.

Ne gibi, bir öğretmenin “ben lise öğretmeniyim” deyip, ilkokulda derse girdiğinde lise seviyesinden ders anlatması gibi… Olması gereken seviyenin dikkate alınmasıdır.

O yüzden Kur’an’da bu tür ifadeler, birçok âyetiyle duygulara hitap eden bir kitap için duygusal iletişimde maksada uygun ifadelerdir.

Özetlersek, muhatabın insan olduğu yerde, insanın duygularına hitap eden bir dilin kullanılması gâyet yerindedir.

31. Âyet: Helak Âyetlerini Güncelleyerek Okumak

Tefsir Usulümüzde (14) Helak Yasasında bu yasanın geçmişte olduğu gibi işlemediğini gerekçeleri ile anlattık.

Helak işi 29. âyetin tefsirinde de ifade ettiğimiz gibi Allah’ın yasaları karşısında (kendini güçlü gören, gücünden aldığı meşrutiyetle her türlü zulmü yapmayı kendine hak gören zalim) insanların aciz kalmasıdır. Bütün helak âyetlerinde özü itibarıyla anlatılan budur.

Bütün helak âyetleri “Ey insan! Allah’ın yasalarında kaçış yok mesajını veriyor. Dün helak olanlar ahirette büyük mahkemeye çıkarken, bugün ölümün gelip almasıyla aynı mahkemeye gidiyorlar. Götürme şekilleri değişse bile, gittikleri yer değişmiyor.”

Özetlersek güncel bir okuma üzerinden bu ve benzeri âyetler bütün zamanlarda gelecek insanlara şunu diyor: Geçmiştekine benzer bir helak yaşanmasa bile öyle ya da böyle büyük mahkemeden kaçış yok.

32. Âyet: Huzurda, “Hazır Ol”da Yaşamak

Âyet özelde bu âyette bahsedilenleri genel de ise bütün insanları bekleyen kaçınılmaz sonu anlatıyor. Âyete göre dünyaya gelen ve giden insanlar kıyametten sonra Allah’ın huzuruna çıkacak ve kendisine emanet olarak verilen hayatın hesabını verecek.

Bu âyette geçen “muhtarûn” kelimesine dikkat çekmek istiyoruz. Bu kelime hdr kökünden geliyor. Mutluluk ve saadet anlamında kullandığımız “huzur” kelimesi, büyük zatlara saygı için kullandığımız “hazret” kelimesi, komutanın karşısında “hazır ol” da dururken kullanılan “hazır” kelimesi hep bu kökten geliyor.

Tabii bu kelimeler bu kökten gelirken dikkatli bakanlara mesajlarla geliyor. Önce yukarıdaki anlamların insanlara bakan tarafına sadece bilgi vermek için kısaca değinelim.

Kelimenin kök anlamını bilerek bilinçli bir şekilde Hazret ifadesini kullanan kişi, “Benim ismini zikrettiğim zat sanki karşımda, ben de onun huzurunda duruyorum gibi saygımı sunuyorum.” demek istiyor.

“Hazır ol”a gelince, bu emrin verildiği yerde, kimin huzurunda olduğunu bilerek, o huzurda bulunmanın gerektirdiği saygıyı göster anlamında kullanılıyor.

İşin âyete bakan tarafına gelince, bizim anladığımız ilk mesaj şu: Dünyada Allah’ın huzurunda olma şuuru yani ihsan şuuru ile yaşayanlar hem dünyada hem de ahirette Allah’ın huzurunda ebedi huzur bulacaklar.

Özetlersek, ebedi huzurun yolu, dünyada manevî olarak “hazır ol”da yani ihsan şuuruyla yaşamaktan geçiyor.

33-35 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(33-35) ÂYETLER İÇİN GENEL DEĞERLENDİRME

Yukarıda tefsirini yaptığımız 28-32 arası âyetlere indirilen Kur’an âyetleri dediğimizde, arkadan gelen bu âyetler (yine Kur’an âyetleri içinde geçen) yaratılan âyetler oluyor. Bunların görevi öncelikle şahitlik oluyor.

Yukarıdaki âyet grubu 32. âyetteki: “Onların hepsi karşımızda (yaptıkları her şeyin hesabını vermek üzere) hazır bulunacaklar.” cümlesiyle bitmişti.

33-35 arası âyetler bu bitişin arkasından akla gelebilecek şu soruların cevabı olarak geliyor;

Bu bağlamda 33. âyet şunu diyor “Evet bütün bu sorularınızın cevabı adına dünya denilen dev kütüphanede yaratılan âyetler arasında var. İsterseniz ilk olarak ayağınızın altındaki ‘toprak âyetine’ bakın.”

“TOPRAK VE KARACİĞER ÂYETİ”446

“Onlar için âyettir” anlamına gelen “Ve âyete’l-lehüm” ifadesine bir kalıp dersek, bu sûrede bu kalıp (33, 37, 41. âyetlerde) arka arkaya üç defa geliyor. Üçünde de Kur’an, âyet kelimesini (Kur’an âyetleri şeklinde) yaygın anlamı ile bilinen anlam dışında kullanıyor.

Bu bağlamda toprağa, geceye ve gemilerin denizde yüzmesine imkan sağlayan (suyun kaldırma gücü gibi) tabiat yasalarına âyet diyor. Bunu dedikten sonra bize de dolaylı olarak şunu diyor: Atomdan güneşe, spermden karaciğere, ottan böceğe her şey âyettir.

Bu konuya önceki bölümlerde değişik vesilelerle değinmiştik447 ama önemine binaen bir kere daha söylüyoruz.

Bu satırları okuyan herkesten rica ediyoruz, bir Müslüman çocuk Kur’an sûrelerinde geçen kısa cümlelerin Kur’an âyetleri olduğunu öğrendiği gün, -evet aynı gün- gözünün de güneşin de yani insanların aynı ile benzerini yaratıp yapmakta aciz kaldığı her şeyin de Allah’ın varlığına ve birliğine işaret eden delil anlamında âyet olduğunu öğrensin.

Bunu öğrenirken, Kur’an âyetlerini okumak kadar tıp ilmi üzerinden göz âyetini, fizik ilmi üzerinden atomu, astronomi ilmi üzerinden güneş âyetini okumanın da sevap olduğunu öğrensin.

Ne olur! Bunu öğretelim.

Bir an için 2018’den sonra doğan milyonlarca Müslüman çocuğun 5 yaşından sonra bunları duyarak, bilerek ve anlayarak büyüdüğünü bir düşünün… Bir düşünün. Bir kere daha düşünün…

KUR’AN’DAKİ BASİT GÖRÜNEN CÜMLELERİ SÖYLEMENİN İMKANSIZLIĞI

Bazıları Kur’an’da 7. asrın insanının idrak seviyesinden verilen bu bilgilerden yola çıkarak şöyle diyor: “Kur’an insan sözüdür. Bakın şu sözlerde olağanüstü bir şey yok. Gökten yağmur yağdığını, bitkilerin topraktan çıktığını gören bilen herkes söyler.”

Bunu derken gelip bilenlere sorsalar şu cevabı alacaklar. Kur’an bunları söylerken işin faili, yani eserin sahibine işaret ederek söylüyor. Bu işareti dikkate aldığımızda, bu âyetlerde insanın kendini özne yapması imkansız oluyor. Nasıl olduğunu göstermek için bir deneyelim. Herhangi bir insan şöyle diyebilir mi?

“Toprak benim yarattığım bir âyettir. Yağmur benim yaratıp gökten indirdiğim bir sudur. Üzüm, hurma ve benzeri nimetler benim yerden çıkarıp size verdiğim nimetlerdir… O yüzden bunları yoktan yaratıp sizin istifadenize sunduğum için hâlâ bana şükretmeyecek misiniz?”

İşte Kur’an âyetleri toprağı, yağmuru, tohumları anlatırken bu gerçeğe işaret etmek için söylüyor. Bu âyetleri işaret ettikleri bu gerçekle birlikte değerlendirdiğimizde, kâinat kitabı ile Kur’an’ın bir birini tamamlayan, bir birinden ayrı düşünülemeyecek iki kitap olduğunu görüyoruz.

Aşağıdaki başlıkta bu konuyu farklı bir açıdan daha değerlendirelim.

ÂYETLERDEKİ BİLİMSEL SEVİYENİN AŞKINLIĞI

Birkaç defa değişik vesilelerle şuna ifade ettik. Yeri geldikçe yine edeceğiz. Kur’an bir bilim kitabı değildir. Bir hidâyet ve rahmet kitabıdır.

Burada şu soruyu sormak lazım,

Yağmurla toprağa hayat vermek, sonra da o topraktan renkleri, kokuları, enleri, boyları, vitamin ve besin değerleri farklı farklı olan bitkiler çıkarmak için neleri bilmek lazım?

Burada bilinmesi gereken noktalara işaret ederek çok kısa bir cevap verelim,448

Birinci Nokta: İnen yağmurun içinde bulunan (yüzde) %99,5’luk su oranın yanında, (binde) %0,03 oksijen, %0,02 oranında azot, %0,01 oranında karbondiyoksit, %0,04 oranında diğer gazların bulunması gerekiyor.

İkinci Nokta: Yağmurla buluşan toprakta Azot (N), Fosfor (P), Potasyum (K), Kalsiyum (Ca), Magnezyum (Mg), Demir (Fe), Manganez (Mn), Bor (B), Çinko (Zn), Bakır (Cu), Molibden (Mo), Klor (Cl) gibi elementlerin bulunması gerekiyor.

Üçüncü Nokta: Yağmur suyu ve toprakla buluşan tohumun içine (ana rahmindeki cenine benzer) gelişme potansiyeli olan bir embriyo koymak ve o tohumun o topraktan hangi mineralleri alacağını onun fıtratına yazılım olarak yerleştirmek gerekiyor.

Dördüncü Nokta: Bitkilerin yeryüzüne çıkması için havayı ve güneşi bitkilerin ihtiyaçlarını karşılayabilecek şekilde yaratabilecek bir kudret gerekiyor.

Beşinci Nokta: Bunun için de soluduğumuz havanın içindeki (Azot, Oksijen, Argon, Karbondioksit, Neon, Helyum ve Kripton gibi) 7 farklı gazı ve bunlardaki hassas oranı bilmek gerekiyor.

Bunun yanında güneşi oluşturan hidrojen, helyum, karbon, demir, nikel, kalsiyum, magnezyum gibi elementleri ve bunlardaki hassas oranları bilmek gerekiyor.

Bu beş noktanın yanında alt bilim dallarından bir beş nokta ve o beş nokta içinde 15 farklı “gereken” de daha yazabiliriz.

Bunu nasıl yazıyoruz? Cevap: Bugün bilimin ve teknolojinin geldiği seviye sayesinde yazıyoruz. Peki, bundan bir asır sonra aynı şeyleri yazacak olsak, bilgiler daha da artar mı? Günümüzde hiçbir bilim dalı üç asır da geçse, beş asır da geçse “Bizim kâinat kitabından (yağmur, toprak, su, hava, güneş hakkında) öğreneceklerimiz bitti.” demediği ve diyemediğine göre bu soruya vereceğimiz cevap “evet” oluyor.

İşte başlıktaki bilimsel seviyedeki aşkınlıktan kastımız bu.

Bu durumda bir benzetme yaparsak, kâinat bir kitap oluyor, Allah (cc) onun yazarı oluyor, bilim insanları da o kitaptan öğrenecekleri hiç bitmeyen öğrenciler oluyor. Böyle olunca Allah’ın sınırsız ilmi “aşkın”, insanların sınırlı ilimleri Allah’ın ilmini aşamadığı için bütün zamanlarda “içkin” oluyor.

Özetlersek, 7. Asrın idrak seviyesinden ifade edilen ve bilimsel alana işaret eden Kur’an âyetindeki bilgi seviyesi aşılamamıştır. O yüzden bütün zamanlarda Kur’an muallimdir (öğretendir, öğretmendir), insanlar da öğrenendir.

33-35 arası âyetler için yaptığımız bu genel değerlendirmenin ardından âyetlerin kısa tefsirine geçelim.

33. Âyet: Aynı Şeyde Ayrı Görmek

Yukarıda bu konuda yaptığımız değerlendirmelerde şunu gördük. Aynı şeylere 7. asırdan ve 21. asırdan bakan insanlar aynı şeyleri görüyor ama aynı şeylerde gördüğü ayrıntı değişiyor. Bilgi arttıkça anlaşılan anlam ve ayrıntılar artarak genişliyor. Fakat bu genişlemeye rağmen işin özü bütün zamanlarda aynı kalıyor.

Peki öz nedir? Her şeyin (her şeyi yaratan) bir şeye; yani Allah’a işaret etmesi.

34. Âyet: Hurma, Üzüm, Pınar

Bunlar yaratılan tüm nimetleri temsilen geliyor. Üzüm ve hurmanın yerine yeryüzündeki bütün bitkileri koyabileceğimiz gibi, pınarın yerine de bütün yeraltı kaynaklarını koyabiliriz.

Burada bu âyet hakkında detaya girmeyeceğiz. Üzüm konusunu Abese süreside 24-32 âyetler arasında “Ben 21. Asırda Yaşıyorum Bu Asırdan Bakma ile 7. Asırdan Bakma Arasındaki Fark Nedir?” başlığı altında yaptığımız değerlendirmelere havale edeceğiz.

Hurmayı ve pınarı da yine orada ortaya koyduğumuz bakış açısına havale edeceğiz.

35. Âyet: Âyetlerin Dili Olsaydı

Âyetlerin dili olsaydı, hepsi kendi içerikleri ile ilgili konuşmaları yaptıktan sonra sözü bu âyette geçen şükür konusuna getireceklerdi. Bu konuda çocuklara şöyle bir bilmece sorsaydık: Bu dünyada her şeyin kendisi ile bağlantılı olduğu bir şey söyleyin. Söylenecek şeyler arasında şükür de yer alırdı. Önemine binaen şükür konusunu aşağıdaki başlık altında biraz açmak istiyoruz.

TAVUK YUMURTA, ARI BAL, İNEK SÜT VEREREK ŞÜKREDER, İNSAN…?

Şükür kelimesinin özünde (kök anlamında) verilen nimeti göstermek vardır. O yüzden Arap edebiyatında bu kelime teşbihe/benzetmelere konu olabilir.

Bu örnekleri Allah’ın yarattığı atomdan güneş kadar her şeye teşmil449 edebiliriz. Bu teşmili yaptığımızda tavuğun yumurta, arının bal, ineğin süt, güneşin ışık, toprağın meyve vermesi onların şükretmesi oluyor.

Bu örneklere daha geniş açıdan bakarsak, Allah’ın fıtrat verdiği her varlığın fıtratının gereğini yapması onun şükrüdür. Şükrü böyle anladığımızda, “İnsanın şükrü nedir ve nasıl olmalıdır?” sorusunun cevabı da ortaya çıkıyor?

Cevabı biraz açarak verelim: İnsanın şükrü varlık gayesine uygun yaşamakla olur? İnsan için varlık gayesine uygun yaşamak da vahyin rehberliğinde Peygamberin örnekliğinde güzel ve örnek bir ahlakın sahibi olmakla olur. Güzel ahlak sahibi olmaya şükrün meyvesi diyoruz.

Bu tanıma şükrün genel tanımı dersek,

Bu genel tanımı her nimet için özel tanıma dönüştürebiliriz,

Mesela göz nimetinin şükrü nasıl olacak diye sorulduğunda cevap, O nimeti veren Allah’ın verme amacına uygun olarak… Göz nimetinin arkasına tüm nimetleri koyalım, onları tek tek sayalım cevap bir Müslüman için hep aynı olacak.

Bu genel ve özel tanımlardan sonra konuya farklı açılardan bakmaya devam edelim,

Şükür Bir kendini Gerçekleştirme Sürecedir

Tefsir Usulümüzde (5) Mükemmellik ve (6) Kemal Yasalarında bahsettik, bu dünyaya gelen her varlık, bir alt sınırdan gelir ve üst sınıra kıvama/kemale (çekirdekten meyveye, spermden canlıya) doğru gider. Bu sürecin adı kendini gerçekleştirme sürecedir. Bu süreç insanın biyolojik/maddi tarafı dahil bütün varlıklarda (beslenmeye bağlı olduğu için) otomatik diyebileceğimiz bir şekilde olur.

Ama bu şükür insanın manevî tarafında harici bir terbiye ve iradeye bağlıdır. Bu terbiyede ilk adım, verilen her nimetin emanet olduğunu bilmektir; “Benim değil bende emanet, o yüzden istediğim gibi değil, benden istendiği gibi kullanmam gerekir.”

Bu terbiyede başta namaz olmak üzere bütün ibadetlerin çok ama çok büyük bir yeri vardır. O yüzden bu konuda dipnotta verdiğimiz referanslara bakmanızı önemle rica ediyoruz.450

O referanslara bakıldığında şu görülecek, bizim burada şükrün meyvesi dediğimiz güzel ahlakın bir kısmı dinden bağımsız kazanılabilir ama İslam’ın istediği ahlakın kazanabilmesi emanet ahlakı ile mümkün olabilir. O ahlakın kazanılması da ibadetlere bağlıdır.

Bu tespitin gerekçelerini referanslarımızda çok sayıda örnek üzerinden anlattığımız için geçiyoruz.

“Hâlâ Şükretmiyorlar mı?” Cümlesi Neden Soru Formunda Geliyor?

Şükür kelimesi Kur’an’da türevleriyle beraber 75 defa geçer. Umulur ki şükrederler, ne kadar az şükrediyorlar gibi farklı formları vardır ama ilginçtir bu âyetteki gibi “efelayeşkurûn” formunda iki yerde geliyor biri bu âyette biri de yine bu sûrenin 73. âyetinde.

Burada asıl dikkat çekeceğimiz nokta cümlenin soru şeklinde gelmesi. Âyettlerdeki soruların muhatabı akıl. Neden? Çünkü aklın işleyiş yasaları var. O yasalara göre bir insan, çok değerli bir şeyi,

Nitekim hayatın olağan akışında da durum böyle. Çok değerli bir şey bedavaya veriliyorsa, orada kesin akla şunlar gelir,

İnsan hayatında hayatın devamı için temel gıda benzetmesi yapacağımız hava, güneş, beyin, kalp, mide gibi nimetlerin tamamı bedava. Bunlarla kıyaslandığında, insanlar tarafından değeri çok düşük ikramları yukarıdaki sorularla sorgulayan insanın, değeri ölçülemeyecek nimetlerin bedava olmasını sorgulamaması aklın işleyiş yasalarına aykırı.

Peki neden sorgulamıyorlar?

Bize göre sorgulamayan insan yoktur. Çünkü hemen hemen her insan hayatın bir döneminde mutlaka dışından veya içinde “Nereden geldim, nereye gidiyorum, niçin buradayım” sorularını en az bir kere sormuştur.

Burada asıl soru sorgulayan insanlar neden doğru cevabı bulamıyorlar? Bu ve benzeri soruların cevabını bulmak için bundan sonrasına kendimize sorgulayarak devam edelim.

Ben ve Biz Şükrediyor muyuz?

Şükrün en zayıfı, dilde Elhamdülillah demektir. Şükrün en güçlüsü, verilen her nimeti Allah’ın verdiği amaca uygun kullanmaktır. Bu kullanmanın sonunda hedef: Bizim “Elhamdülilah” diyeceğimiz, görenlerin de “Maşallah” diyeceği örnek bir insan inşa etmektir.

Bu kısa açıklamadan sonra başlıktaki soruyu bir kere daha soralım “Şükrediyor muyuz?” Cevap: Allah’ın verdiği maddi (beyin, kalp, mide)-manevî (aklı, vahiy, Kur’an, İslam gibi) nimetlerle kendimizi gerçekleştirmiş ve bunun sonucunda Müslüman olmayan insanların bakınca, imreneceği örnek bir hayat inşa etmişsek, biz şükrediyoruz demektir.

Cevabı biraz daha genişletelim. Biz Müslümanların yaşadığı ülkeler dünyanın en güvenli şehirlerinin olduğu ülkeler oluyorsa, ülkemiz dünyada suç ve başarı oranı ölçen endekslerin tamamında alt ve üst sıralarda yer alıyorsa “Biz şükrediyoruz.” demektir. Aksi oluyorsa, bizim şükürden ne anladığımızı oturup bir kere daha düşünmemiz gerekir.

Bu tespitlerin acı olduğunu canımızı acıttığını biliyoruz ama bazı gerçeklerin böyle “acı” olma gibi bir huyu var.

Dinde Zorlama Olsa Şükür de Mecbur Olsaydı Ne Olurdu?

Allah’a iman etmeyen ve şükretmeyen insan kalmazdı.

Şöyle bir imtihan dünyası düşünelim. Her nimetin bir sonraki gün kullanımı, o nimetin şükrüne bağlı olsaydı.

Bu soruların cevapları malum. Allah (cc) böyle yapmamakla şu mesajı veriyor: Benim dinimde zorlama yoktur. Zorlama olsaydı, ben herkesi anında melek gibi yapardım. Benim dinimde özgürlük vardır. Özgür tercihin sonucunda yapmak veya yapmamak vardır. O yüzden benim dinimde mecburen dindar olan “köleler” yoktur. O yüzden benim dinimde iradesiyle kul olan erdemli insanlar vardır. Bunun bütün zamanlar mesajı şudur: Dinde zorlama yoktur. Zorlama varsa orada din yoktur. Zorlama varsa orada münafık çoktur.

O yüzden İslam dininde temsil ve tebliğ işinde güzel örnek olmanın dışında hiçbir geçerli yöntem yoktur.

İnsanlar Neden Az Şükrediyorlar?

Araf sûresinin 10. âyetinde “Ne kadar da az şükrediyorsunuz!” denmişti. Orada bağlam farklı olduğu için konuyu burada ele almayı tercih etmiştik. O âyetten mülhem başlıktaki soruyu çok farklı cevaplar verilebilir. Bizim kısa cevabımızda öne çıkan nedenler şunlar:

Birinci Neden: Zorlama yok.

Bu nedene yukarıda işaret ettik. Zorlama olsaydı, şükretmeyen kalmazdı. Tercihe bırakıldığı için insanlar az şükrediyor.

İkinci Neden: Nimetlerin Peşin Verilmesi,

Allah (cc) bu dünyada hayatın devamı için nimetleri peşin vermiş. Yani biz dünyaya gelmeden önce evimiz olan dünya, o dünyanın tavanı olan gökyüzü, lambası olan güneş, halısı, kilimi olan yeryüzü; bağı bahçesi. Bunun yanında beden evimizde ayaktan başa, beyinden kalbe nimetler…

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi bunlar şükür karşılığında verilseydi, şükretmeyen kalmazdı. Peşin olması ve insanların bunları hazır bulması artı bir nimetken, gaflet nedeni ile (kadrini kıymetini bilmeyenler için onların aleyhinde) eksi bir nimete dönüşüyor.

Üçüncü Neden: İnsanın İradesi, Emeği, Bilgisi, Becerisi…

İnsanın, hayatın devamı için gereken birtakım nimetleri kendi iradesi, çabası, gayreti, bilgisi ve becerisi ile elde etmesi.

Bazı insanlar zannediyor ki hayatın zorlukları içinde elde ettikleri nimetler onların. O zannın bir sonucu olarak teşekkürün muhatabını kendileri görüyorlar. Bu bir aldanma; biz bu aldanmaya Tefsir Usulümüzde (4) Mülkiyet Yasasında işaret ettik.

Özetle dedik ki, Allah tarafından peşin olarak verilen nimetler insanın ilk sermayesidir. O nimetlerle elde ettiği her şey ise onun ikinci sermayesidir. İlk sermaye olmadığında ikinci de olmayacağı için, iki sermayede olduğu gibi ikinci sermayede de şükrün öncelikli muhatabı Allah’tır. Bu gerçeği bilmeyenlerin çok olduğu yerde, şükredenlerin sayısı az oluyor.

Özetlersek, başlıktaki soru için bu ve benzeri nedenler sayılabilir.

Nakit Ödeme mi Daha Zor, Şükür mü?

Allah (cc) insana nimetlere şükür noktasında elektrik ve su faturalarında olduğu gibi şöyle bir seçenek sunsa ve deseydi ki; Kullandığınız her nimetin şükrünü dilerseniz nakit dilerseniz, dilerseniz beş vakit namaz kılarak ödersiniz deseydi ve sadece bir aylık nefes alma nimetinin faturası her ay başında 24 bin dolar olarak gelseydi. O zaman insanın önünde iki seçenek olacaktı,

İnsan hangisini seçerdi?… İnsanların namazı seçmesi şu gerçeğin ilanı olacaktı: Allah’ın (cc) istediği şükür zor değil. O şükrü yerine getirmenin önünde kayda değer hiçbir engel yok.

36-42 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

36-40 ARASI ÂYETLERİN ŞAHİTLİĞİ: KUR’AN İNSAN SÖZÜ OLAMAZ

Yukarıdaki 33-35 arası âyetlerde toprak, yağmur, tohum, üzüm ve hurma gibi görünen nimetler üzerinden âyetlerdeki bilimsel seviyenin aşkınlığına işaret etmiştik. Aynı aşkınlığı daha fazla ve daha açık bir şekilde 36-40 arası âyetlerde görüyoruz. Bu âyetler kendisini okuyan insana adeta şunu diyor: Nasıl senin aklın 2 + 2 = 4 diyorsa. Nasıl aklın işleyiş yasaları oraya 4 koymaya seni ikna ediyorsa.

Aynen onun gibi, buradaki âyetler de kendisini okuyanlara “Kur’an’ın insan sözü olamayacağına” ikna ediyor. Bunun nasıl olduğunu âyetlerin üzerinden gösterelim.

36. Âyet: 7. Asırda Bu Cümleyi Söylemek Mümkün mü?

Hayalen 7. asra gidelim. Dünya ve evrenle alakalı bilgimizin o günün Mekke’sindeki ortalama seviyede olduğunu farz edelim ve şu soruya cevap verelim. Dünyada ve kâinatta yaratılan her şey çift olarak mı yaratılmıştır?

İlk vereceğimiz cevaplardan biri şu olur: Vallahi ben dünyanın tamamını bilmiyorum hele kâinatı hiç bilmiyorum. Bildiğim kadarı ile söylersem, evet.

Ama dünya geneli için hiç konuşamam. Hele kâinat için hiç mi hiçbir şey diyemem. O gün için hiçbir insanın çıkıp da dünya ve kâinatın tamamı için böyle bir cümle kurması imkansızdı.

Eğer biri bu cümleyi kuruyor ve o günden bugüne geçen zaman söylenen bu sözü doğruluyorsa o sözün ve benzeri sözlerin yer aldığı kitap insan eseri olamaz. O kitap sadece ve sadece bütünü gören Allah’ın kelamı olabilir.

ARA BİLGİ: Bu âyet tek başına geniş bir değerlendirmeyi gerektiren bir âyet. Biz geniş değerlendirmeleri ilgili konulara doğrudan temas eden âyetler geldiğinde yapıyoruz. Bu konudaki geniş değerlendirmemizi Zariyat sûresinin 49. Âyetinde yapacağız. Burada ayrıca şunu da ifade edelim, bu âyete yönelik ateist çevrelerden gelen bütün eleştirileri de biliyoruz. Onların cevabını da inşallah orada vereceğiz.

Özetlersek, 7. asrın bilgi seviyesinden 36. âyette geçen cümleyi söylemek bir insanın değil tüm insanların boyunu aşan bir iş. İşin onların boyunu aşması, failin onların arasından biri olamayacağına en güçlü şahitlerden biri oluyor.

37. Âyet: Gece de Gündüz de Birer Âyettir

Kur’an geceye kendisi âyet derken, gündüze âyet demeyi de bize bırakıyor. Sadece bunları bırakmıyor, daha önce de ifade ettiğimiz gibi 7. asrın seviyesinden verdiği bilgilerin detayını öğrenmeyi de bize bırakıyor. Detayları öğrenmeye başladığımızda şunu anlıyoruz: Gündüzün arkasından geceyi getirmek basit bir iş değil. Kur’an, gece-gündüz üzerinden bize adına kâinat denilen büyük sistemde en yakın parçayı gösteriyor. Parçaya, o günden bugüne her asırda adım adım gelişen bilimin penceresinden dikkatli baktığımızda, bütünde muhteşem bir faaliyet olduğunu anlıyoruz.

Bu faaliyete, aşağıda değineceğimiz güneş ve ayın faaliyetleri de içine aldığı için onlara da mukaddime olması adına, daha geniş bir açıdan bakacağız.

Cevap olarak diyoruz ki, çıplak gözle görünen alanda bunlar olurken, gözle göremediğimiz alanda çok daha büyük muazzam eşsiz, harika faaliyetler oluyor.

Bu faaliyeti anlatmaya şu başlık altında başlayalım,

Dünyada 24 Saatte Gece Gündüz Olurken Kâinatta Başka Neler Oluyor?

Bunları anlatırken akla şunlar geliyor;

Galaksimizin büyüklüğü (bir uçtan diğerine) eni tahminen 200 bin ışık yılı. 200 bin ışık yılı tahminen 2 trilyon kilometrelik mesafe. Bu mesafeyi baştan sona saatte 1000 km. hızla giden bir uçakla gideyim deseniz yolculuk yaklaşık 2 milyon yıl sürüyor… Ayrıca galaksimizin yüksekliği (kalınlığı) bin ışık yılı kadar.

Galaksimizin büyüklüğünü ortaya koyduktan sonra ikinci sorunun cevabına gelelim, bilim insanları, kâinatta galaksimizle benzer büyüklükte 2 trilyondan fazla galaksi olduğunu tahmin ediyorlar.

Burada duralım ve bir Allahüekber diyelim.

“Allahüekber” dedikten sonra yukarıda anlattığımız faaliyetler ve büyükler üzerinde bir süre düşünelim ve sonra şunları diyelim:

Rabbim! Anladım ki,

Amin, amin, amin…

Özetlersek gece-gündüz olurken kâinatta bunlar da oluyor ve bütün bunlar bize şunu diyor: Bütün bunları yaratamayan gece-gündüzü yaratamaz.

38. Âyet: Güneş de Bir Âyettir

“Güneş bir âyettir” demek

Bunlara Kur’an’da işaret edilmesi üzerinden verilen mesajlardan biri de şudur:

Bunun gerçekleşmesi de temsil ve tebliğ ile vazifeli olan Müslümanların örnek birer hayat ve örnek birer medeniyet ortaya koyması ile olacaktır.

Bugün bu örnekler birey ve toplum planında idealden uzaksa bunun sorumlusu İslam değil, onu temsil ve tebliğ işinin hakkını veremeyen Müslümanlardır.

38. Âyet Diyor ki: Kur’an’ın İnsan Sözü Olması İmkansızdır

Kur’an’ın 6236 âyetine “âyet” deniyor ve âyet demek işaret ve delil demek. Bu 6236 âyet ayrı ayrı yüzlerce konuya işaret ederken, onlar hakkında delil olurken, bu âyetler, aynı zamanda toplu olarak bir tek şeye hem işaret ediyor hem de onun hakkında delil oluyor. Bu şey, başlıkta işaret ettiğimiz şey. Kimi âyetlerde bu işaret dolaylı oluyor yani üzerinde uzun düşünmek gerekiyor. Ama kimi âyetler var ki, üzerinde hiç düşünmeye gerek bırakmadan, okuması yazması olan herkesin anlayabileceği şekilde bu gerçeğe işaret ediyor.

İşte 38. âyet bu âyetlerden biri. Kur’an’ın indiği zaman diliminde 38. âyette geçen cümleyi bir insanın kurması imkansızdır. İnsanoğlunun güneş-dünya ilişkisinde dünden bugüne bilgisi şöyle bir seyir takip etti.

Milattan önceki (MÖ) yıllarda genelde bütün insanlar dünyanın sabit güneşin ise dünyanın etrafında döndüğünü zannediyorlardı. MÖ 3. yy’da bu konuda bazı farklı görüşler ortaya atıldı ama pek itibar görmedi. Milatta sonra 16. yy. kadar istisnalar olsa bile bilimsel olarak ispatlanabilir bir görüş ortaya sunan olmadı. Bu yüz yılda bazı bilim insanları gözlem ve matematiksel hesaplarla dünyanın sabit olmadığını güneşin sabit olduğunu iddia ettiler. Bundan bir asır sonra 17. yy. teleskobun keşfiyle hem dünyanın hem de güneşin sabit olmadığı bunların kendi etraflarında döndüğü anlaşıldı. Bundan bir asır sonra 18. yy. kütle çekim yasasının keşfiyle güneşin ve gezegenlerin birbirleriyle etkileşerek belirli yörüngelerde hareket ettikleri anlaşıldı. O günden bugüne bilim insanları detayları da keşfederek bugünkü bilgileri önümüze koydular.

Bu bilgileri vermemizin sebebi yukarıda yazdığımız bu cümle: “Kur’an’ın indiği zaman diliminde 38. Âyette geçen cümleyi bir insanın kurması imkansızdı.” Çünkü 7. asrın Arap toplumunda insanların güneş ve dünya hakkındaki bilgileri, dünya genelinin ortalamasıydı.7. Asırda Mekke’de bu bilgi düzeyine sahip olan insanlar içinden birinin çıkıp da “Güneş kendi yörüngesinde akıp gidiyor” demesi imkansızın imkansızı idi.

38. Âyetteki Muhteşem İcâz

İcaz452 Arapçada az söz ile çok şey anlatmayı ifade eden bir edebi sanattır. 38. âyette icaz sanatının i’câza dönüştüğünü görüyoruz. Bunu, bu âyette geçen ifadeler üzerinden göstermeye çalışalım.

Şems:

Bu bölümün girişinde de ifade ettiğimiz gibi yaratılan âyetlerden olan şems/güneş burada, kendi gibi ışık veren tüm yıldızları temsil ediyor. Bu temsil makamında “Beni ve benzerlerimi yaratmada bütün insanlar aciz kalır.” mesajını veriyor.

Tecrî:

Akmak anlamına gelen bu kelime cry kökünden geliyor. Bu kelimenin bir hareket ifade ettiği 7. asrın Mekke’sinde çok iyi biliniyordu. Araplar nehirdeki akıntıyı bu kelime ile anlatırken, Kur’an da cennet nehirlerinin akmasını (tecrimintahtihel-enhar) bu kelimeyle anlatıyordu. İşte bu âyette bu kelimenin kullanılması hem icaz hem de mucize anlamında i’câz.

O gün o toplumda gökte sabit durduğu zannedilen güneş için hiç kimse bu kelimeyi kullanamazdı. O gün güneş hareketli anlamında “güneş akıyor” demek “ağaçlar yürüyor” cümlesini kurmak kadar mantıksızdı. Çünkü güneş de ağaç gibi sabit biliniyordu.

Arap edebiyatı üzerinde yaptığımız araştırmada “tecri” kelimesinin güneş ile birlikte hakiki manada kullanıldığına dair bilinen hiçbir örnek yok. Mecazi anlamda belki olabilir ama ona da rastlamadığımızı söyleyebiliriz.

Li-Mustekarri’l-lehâ:

Mustekar karar kelimesiyle aynı kökten geliyor. Bu kelimenin önünde ve arkasında (li ve le şeklinde okunan) iki harfi cer var. Bu harfi cerleri dikkate alarak bu ifadeye baktığımızda karşımıza muhteşem bir icaz çıkıyor. Kısacık ifadede büyük anlamlara şahit oluyoruz. En kolay anlaşılandan anlatmaya başlayalım

Güneş, ufukta doğuş yerinden, batış yerine doğru her gün akar gider.

Güneş, günlük ve yıllık hareketlerini tamamlamak üzere akar gider.

Güneş, kendisi için takdir edilen bir karar yerine yani kıyametin kopuşu ile görevinin biteceği bir noktaya doğru akar gider.

Güneş, kendisi için konmuş olan sabit yasalara göre hareket eder (akar gider).

Güneş, Samanyolunun merkezi etrafında daire çizen yörüngesinde akar gider.

Evet “limustekarr’l-lehâ”dan bunları anlıyoruz. Belki ilerde daha fazlasını da anlayacağız.

Bunları anladıktan sonra bir kere daha ifade ediyoruz, 7. asrın Arap toplumunda, o günkü astronomi bilgisiyle bu ifadeleri söylemek imkansızdı.

Zalike Takdir: Bu ifade “Bu takdir, bu karar” anlamın geliyor. Bu anlamı dikkate aldığımızda âyet dolaylı olarak bütün zamanlarda gelecek insanlara şunu soruyor: Güneşi yaratma ve onun bu vazifeleri/hareketleri yapmasına kim karar verebilir? Burada Allah’ı fail ve özne olarak kabul etmeyenler, O’nun dengi olan birini buraya koyabilirler mi?

Bu muhteşem faaliyeti binlerce km hızla giden arabaya benzetirsek, bu faaliyetin arkasına özne olarak tabiatı ve tesadüfü koyanların yaptığı iş, binlerce km hızla giden bir arabanın direksiyonuna ilmi, iradesi ve kudreti olmayan birini koymak gibi olur ki, bunun hiçbir makul ve mantıklı açıklaması ol(a)maz.

Bunun olamayacağını Tefsir Usulümüzde (2) Aklın İşleyiş Yasasında gösterdik. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

Takdir ifadesinde önemli bir nokta daha var.

Takdir ve kader kelimesi aynı kökten gelir. Bu manayı dikkate aldığımızda Allah’ın takdir etmesi demek, Allah’ın yaratmayı dilediği her varlık için, o varlık varlık sahasına girmeden önce ilmi vücut aşamasında ona bir kader tayin etmesi demektir. O varlık yaratıldığında o kaderi yaşar.

Güneş şu anda Allah’ın takdir ettiği kaderi yaşıyor. Bu kaderi yaşarken güneş şu gerçeği de ilan ediyor: Bana ve benzerlerime bir kader takdir edip o kadere göre yaratma işini Allah’tan başkası yapamaz.

El-Azîz:

Allah’ın güzel isimlerinden biri olan El-Azîz ismi için daha önce açıklamalar yapmış ve bu ismi kısaca şöyle tarif etmiştik: Bu isim, Allah’ın bütün özelliklerinin toplamından ortaya çıkan üstünlüğü, büyüklüğü ve mutlak gücü anlatan bir isimdir. Bu manasıyla bu isim bu âyetin hem öncesindeki hem sonrasındaki konuları da kuşatacak şekilde şu gerçeği ilan ediyor: Gündüzden sonra gecenin gelmesine, dünyanın ve güneşin hem kendi etrafında hem de yörüngelerinde akıp gitmesine Allah’tan başkasının gücü yetemez. Onlar var ise, onların arkasında mutlak gücüyle Azîz olan Allah vardır.

El-Alîm:

Bu ismi (kader kelimesiyle aynı kökten gelen) takdir kelimesiyle birlikte okumamız gerekiyor.

Kadere kâinat yaratılmadan önce, onun yazılan planı, projesi dersek, o projede birçok esmâ harici vücuttan önce ilmi vücut aşamasında da tecelli etti. Bu tecellide en önde gelen isimlerin başında Kadir ve Alîm isimleri vardı.

Alim ismi bu âyetteki duruşu ile bütün zamanlara şu mesajı veriyor. Bu kâinatın varlığı, daha kâinat ortada yokken, onun en başındaki halinden en sonundaki haline kadar bütün aşamalarını bilen birine şahitlik eder. Onun ilminde yaratılan her şeyin bilgisi vardır. Bugün bilim insanlarının bildikleri O’nun sınırsız ilminden bir damladır.

Bu mesajı veren Alîm ismi şu mesajı da veriyor, El Alîm olmayan bu kâinatı yaratamaz.

ARA BİLGİ: Tefsirde Farklı Bir Yöntem

Dikkat edilirse, bu âyette kelime kelime tefsir yaptık.453 Bu tefsir yöntemi Kur’an’ın evrensel mesajını öne çıkarma adına en verimli yöntemlerin başında geliyor. Ama dipnotta çok kısa örneğini verdik. Böyle bir tefsir çok ama çok teknik bir tefsir olurdu. O yüzden bize burada öyle bir tefsire sadece işaret ettik. Bu âyette mesaj yoğunluğu olduğu için bu yöntemi burada öne çıkardık. Gerektikçe yine çıkaracağımızı söyleyerek bu bölüme nokta koyalım.

Özetlersek, 38. Âyet Kur’an’daki bütün âyetleri temsilen Kur’an insan sözü olamaz mesajını çok güçlü bir şekilde veriyor.

39. Âyet: Ay da Bir Âyettir

Bu âyetlerin indiği 7. asırda, insanların ay hakkındaki bilgileri dünya-güneş ilişkisinde olduğu gibi dünya sabit, ay dönüyor şeklinde idi. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi ay hakkında detaylı bilgiler -hemen hemen aynı tarihlerde- dünya ve güneş hakkında bilginin artmasına bağlı arttı.

Ay hakkında yapacağımız değerlendirmeler yukarıda verdiğimiz bilgilerin devamı niteliğinde olacak.

Bağlam: “Kadderna” Kelimesi

Bu âyette geçen “Kadderna” kelimesi ile 38. âyette geçen “takdir” kelimesi, kader kelimesiyle aynı kökten geliyor. Bu nedenle yukarıda takdir kelimesi için yazdıklarımız burası için de geçerli. Yani güneşin kaderini tayin eden Allah olduğu gibi “ay”ın/kamerin kaderini takdir eden de Allah’tır.

Bağlam: Azîz, Alîm

Kur’an’da âyet sonlarında gelen esmâ-i hüsnâ sonunda geldiği âyetlerle bağlantılı olmanın yanında öncesindeki ve sonrasındaki âyetlerle de bağlantılı olabilir.

Bunun örneğini 36, 37, 38, 39, 40 ve 41. âyetlerde görüyoruz. 38. âyetin sonunda gelen Azîz ve Alîm esmâsı bulundukları yerden adeta şöyle diyorlar: Bizi diğer âyetlerin sonunda varmış gibi okuyabilirsiniz. Çünkü 38. âyette olduğu gibi Allah’ın Azîz ve Alîm isimleri ile yaptığı takdir olmasa,

Evet, bağlamı dikkate alırsak, 38. Âyeti Azîz ve Alîm esmâsıyla birlikte okuyabiliriz.

Eğer Şöyle Olsaydı

İnsan için görüneni anlatmak çok kolay ama görüneni yaratmak ve bir düzene koymak imkansız. Eğer, Rabbimiz “Ben kaderini tayin ettim.”, yani “Planını ve projesini çizdim, haydi ayı siz yaratın ve bugün yaptığı işleri yapacak şekilde bir düzene koyun.” deseydi ne olurdu? Olacak olan şuydu: Sadece ayı yaratmak yetmeyecekti, ayın etrafında döndüğü dünyayı, dünyanın da etrafında döndüğü güneşi yaratmak gerekecekti.

Burada soru şu, bütün insanlar bir araya gelse bunu yapabilir mi? Hayır. Peki, bütün insanların yaratıp yapmada aciz kaldıkları bu harika işi aklı, ilmi, şuuru ve iradesi olmayan tabiata ve tesadüflere vermenin mantıklı bir izahı var mı?

Dünyada şu an yaşayan 8 milyar insana ve geçmişte yaşamış milyarlarca insana soralım, bu yaşınıza kadar tesadüfen yapılmış bir güneş sistemi resmi gördünüz mü? Resminin bile tesadüfen olması imkansız olan sisteminin gerçeğinin tesadüfle açıklanması aklın işleyiş yasaları tarafından onaylanacak bir şey değildir.

Bu noktada ay da güneş gibi “Ben de bir âyetim. Beni de Allah’tan başkası yaratamaz.” gerçeğine şahitlik ediyor.

Muhteşem Bir Teşbih: Eğri Hurma Dalı

Hani öğretmen sınıfta ders anlatır ve ardından öğrencilere sorar, “Anladınız mı?” Öğrenciler de “Bu konuda bir örnek verseniz” der ya. İşte bu âyette benzer bir durum var. Allah (cc) “Ay için de birtakım menziller tayin ettik.” diyor. Allah (cc) bunu derken bu âyete muhatap olacak insanların aklından geçecek olan “Bu konuyu daha iyi anlamamız için bizim yaşadığımız yerden gördüğümüz bildiğimiz bir örnek verir misin?” sorusunun geleceğini de biliyor ve şu muhteşem örneği veriyor: “Şu çok iyi bildiğiniz hurma dalı var ya, onun kurumaya yüz tutan dalı gün geçtikçe incelir, incelikte eğrilik (kavisli hale gelir) eğrildikçe sararır…”

O gün kısmen anlaşılan bu örnek, bugün daha iyi anlaşıyor. Çünkü ay güneş etrafında bir yörünge takip ediyor ama bu yörünge tam yuvarlak değil, elips şeklinde (tavuk yumurtasına benzer) bir yuvarlak. Hurma dalının kavisi de bu elips yuvarlağa benziyor.

40. Âyet: Yörünge de Bir Âyettir

Başlığa aşağıda geleceğiz. Ondan önce bağlam ile ilgili birkaç tespit yapalım.

Bağlam: Genel Bir Özet

Bu konu yukarıda 33. âyette ölü arz (yeryüzü/toprak) bir âyettir ifadesiyle başladı. 37. âyette gecenin de bir âyet olduğu ifade edilirken, buna bağlı olarak 38. ve 39. âyetlerde güneş ve ayın da âyetler olduğuna dolaylı olarak işaret edildi.

Bu bağlamda 40. âyet konuyu özetleyen ama özetlemekle kalmayan, konuyu bir sonraki âyete bağlayan bir dille geliyor.

40. Âyet diyor ki: Her Şey Bir Yasaya, Kurala, Sisteme Bağlı Olarak Hareket Ediyor?

Âyeti önceki âyetlerin devamı olarak okuduğumuzda, âyet 33. âyet ve sonrası için bir sonuç cümlesi gibi oluyor. Bu sonuç cümlesinde verilen mesajlardan biri de şu: Gökyüzünde dünyadan bakınca görünen ve görünmeyen ne kadar gökcismi varsa bunların tamamı belli bir yasaya tabidir. Bu yasa gereğince, her cisim kendi için takdir edilen yörüngeyi/rotayı/yolu takip eder. Bu yönüyle kâinat muhteşem bir kanun koyucunun varlığına şahitlik eder.

Bu muhteşem sistemdeki mükemmelliğin tesadüfen olamayacağına önceki âyetlerde işaret ettik, burada farklı bir örnek üzerinden bir kere daha işaret edelim.

Olmaz ama olduğunu varsayalım siz milyarlarca varlığın yaşadığı bir şehre taşınacaksınız. Size deniyor ki, o şehirde saatte binlerce km. hız yapan milyarlarca koca koca taşıt var. O taşıtlar bu hızı yaparken, onların direksiyonlarında adına (aklı, ilmi, iradesi, kudreti ve karar verme yeteneğini olmayan) tabiat ve tesadüf denilen şoförler oturuyormuş. Bunun sonucunda o şehirde milyonlarca ölümcül kaza oluyormuş. Bu şehirde yaşamak ister misin?” Normal bir insanın buna “hayır” demesi gerekir.

Evet, bu örneğin hakikatine gelirsek, direksiyonlarında görünen hiçbir şoförün olmadığı güneş gibi milyarlarca yıldız bu kâinat şehrinde muhtazam hareket ediyor ve kayda değer hiçbir ölümcül kaza olmuyor. Bu neyi gösterir? Bu, kâinatta her bir gök cisminin bir yörünge/rota/ray üzerinde hareket ettiğini gösterir. Bu işi yapmakta bütün -akıllı- insanların aciz kalması da Azîz ve Alîm olan Allah’ı gösterir.

40. Âyet Diyor ki: Kur’an’ın İnsan Sözü Olması İmkansızdır

Önceki âyetlerde benzer başlıkları attık, en son bu başlığı 38. âyette atmıştık. Bundan sonra yine atacağız. Bunun üç sebebi var,

Birinci Sebep: Günümüz dünyasında hem Müslümanların dışından hem de içinden bu gerçeğin aksini ifade eden iddiaların artması,

İkinci Sebep: Bu iddialara cevap veren ve onları çürüten çalışmaların çoğalması,

Üçüncü Sebep: İnancımızın en temel kaynağı olan Kur’an’ı bütün şüphelerden arındırmak.

Bu üç sebep çok ama çok önemli olduğu için üç bin kere de olsa, yer geldikçe “Kur’an insan sözü olamaz” gerçeğinin öne çıkarılmasının faydalı olduğu kanaatindeyiz. Aslında bu öne çıkarma işini de “biz yapmıyoruz”, âyet dile geliyor ve dolaylı olarak “Gör bizi, göster bizi” diyor.

Bu âyette “gör bizi” diye geçen üç ifade var. Bu ifadelere yakından bakalım.

Birinci İfade “Küllün”: O gün için dünyadan gök yüzüne bakınca en görünen bilinen gökcisimleri güneş ve aydı. Yukarıda da ifade ettik uzay hakkında 7. Asrın insanın hem dünya genelinde hem de Mekke özelinde bilgisi oldukça sınırlı idi. Bu sınırlı bilginin olduğu yerde, çıkıp da bir insanın -sanki kâinatın tamamını gören bir teleskopla bakıyormuş gibi- bütün gökcisimlerini içine alacak bir ifade olan “kül” kelimesini kullanması imkansızdır.

İkinci İfade “Fi Felekin”: Bu ifade başlı başına mesaj dolu. Bu mesajlara birkaç nokta altında değinelim.

Birinci Nokta: Bu noktada “fi” den önce felek454 ifadesine bakalım. Bu kelime Kur’an’da 25 defa geçer ve geçtiği yerlerin 23’ünde gemi olarak geçerken bu âyette ve Enbiya sûresinin 33. âyetinde yörünge manasında geçer. Yani 7. asırda Mekke’de felek kelimesinin gemi manasına geldiği herkes tarafından biliniyordu.

İşte ilginç nokta burası; 7. asırda tüm dünyada dünya ve gökteki yıldızlar sabit olarak bilinirken, Kur’an gökcisimlerini suyun içinde belli bir rotada giden gemiye benzetiyor. Yani bu ve benzeri âyetler ufuk açıyor. Üzerinde düşünenlere o asırdan itibaren ilham veriyor. Bugün geldiğimiz noktada dünyadan güneşe güneşten galaksilere kadar her şeyin bir yörüngesi olduğunu ve yörüngesinde başında kaptan olan bir gemi gibi muntazaman hareket ettiğini anlıyoruz.

İkinci Nokta: “Fi” harfi cerri. Bu harfi cer, bir nesnenin bir şeyin içinde olduğunu anlatmak için kullanılır; falan evde, falan evin içinde (fülanünfi’l-beyti) gibi. “Fi” ifadesini “fi felekin” ile birlikte düşündüğümüzde bu geminin normal yüzeyde giden gemiler gibi denizin/yörüngenin üzerinde değil, bir “şey”in içinde hareket ettiğini gösteriyor. Buna “gösterge” dersek bu gösterge şu gerçeğe işaret ediyor: Bu ifadeleri 7. asrın bilim dünyasından hiçbir astronomi bilgini kullanamaz.

Bu nokta bizi üçüncü noktaya bağlıyor.

Üçüncü Nokta: Bu noktada “yesbahun” kelimesi var. Bu kelime (sbh) kök anlamını dikkate aldığımızda iki anlama geliyor ve iki anlam üzerinden de mesaj veriyor.

Birinci Anlam: Bu anlam da felek kelimesi gemi şeklinde bilinmesi gibi, yüzmek anlamıyla hemen herkes tarafından biliniyordu.

Bu bilgi o gün için gök cisimlerinin sabit bilindiği bir dünyada anlamı bilinmese bile şu anlama geliyordu: Dünya dahil evrende ne kadar yıldız varsa bunlar bir denizaltının denizin içinde yüzdüğü gibi yüzer.

Denizaltı benzetmesini yukarıda ifade ettiğimiz “fi” harfi cerrinden çıkarıyoruz. Orada üstünde değil içinde deniliyor. Bu anlamı dikkate aldığımız zaman 40. âyette de diğer benzeri birçok âyet gibi yüzeysel bir okuma ile anlaşılacak şekilde “Kur’an’ın insan sözü olması imkansızdır” gerçeğinin altına imza atıyor.

İkinci Anlam: Yukarıda sbh kelimesinin âyette öne çıkan yüzmek anlamını dikkat çektik. Bu kelimenin bir de tesbih anlamı var. Bu anlamı dikkate aldığımızda, âyetin (ikinci dereceden) alternatif okunuşu şöyle olur. Kâinattaki her bir gök cismi (kendine takdir edilen yörüngede/rotada) varlık gayesine uygun hareket eder.

Bu noktalara işaret ettikten sonra bir başka önemli noktaya daha dikkat çekmek istiyoruz.

Maddenin Dördüncü Hali: Plazma

Bu âyet, bundan 1400 yıl önce yıldızların gezegenlerin kâinatta dev birer gemi gibi yüzdüklerini söylerken, o gün anlaşılmayan çok önemli bir gerçeğe daha işaret ediyor. Düşündüğümüzde şunu anlıyoruz: Uzayda milyarlarca dev gemi yüzüyor. Bu gemiler yüzüyorsa demek uzayda boşluk yok. Demek ki bu gemileri etrafını saran şeffaf bir su/deniz var. İşte eskilerin esir maddesi dediği bu şeffaf suya bugün bilim insanları maddenin (katı, sıvı, gaz halinden sonra) dördüncü hali anlamında “plazma” diyorlar.

Plazma sıcak ve iyonize olmuş bir gaz; maddenin bu halinde atomların elektronları çekirdeklerinden kopmuş durumdadır. Bu yönüyle plazmaya maddenin sıvı ve gaz haline göre binlerce kere şeffaf hali diyebiliriz. Bunu dediğimizde şunu da diyebiliriz: Bütün gök cisimleri uzayda bir plazma denizi içinde yüzen dev denizaltılar gibidir.

Bunu dediğimizde de şunu ilan ederiz: Uzayda plazma denizinin 20 yy. kesin olarak anlaşıldığını dikkate aldığımızda, 1400 yıl önce bu gerçeğe işaret eden Kur’an için insan sözüdür demek imkansızın imkansızıdır. Yani mümkün değildir.

41. Âyetin Bağlam ile Birlikte Okunuşu

Bağlam yani âyetin öncesi Allah’ın yasalarından bahsediyor. Bu yasalara yapılan işaret 33. âyette gökten ölü toprağa düşen yağmur âyeti ile başladı. Sonra gece, güneş, ay ve (yörüngede yüzen) felek âyetleri ile devam etti. Bu âyetlerin tamamında Allah’ın yasalarından bahsedildi.

Bağlam yasalar olduğu için, 41. âyeti de -öncesi ve sonrasını dikkate alıp- bağlama göre okuduğumuzda, burada suyun kaldırma gücüne doğrudan işaret edilerek gemilerden bahsediliyor.

Bağlam içinde 41. âyette başka taşıma araçlarına yapılan işaret, 42. âyetteki “suda boğarız” ifadesi 41. âyeti suda yüzen gemi olarak anlamayı daha makul hale getiriyor.455

Bağlam: Yörünge ve Yüklü Gemi Arasındaki İlişki

41. âyet, 40. âyeti anlamaya yardımcı oluyor. Fakat bu yardım çok açıktan yapılmadığı için, anlaşılması gelecek asırlara kalmış. 40. âyette gökcisimleri yörüngelerinde yüzen gemilere/feleke benzetilmişti. Bu âyette de felek kelimesi doğrudan gemi manasında kullanılıyor.

Bu kullanım üzerinden şu dolaylı (ama çok açık) mesajı veriyor:

40 ve 41. âyetin arasındaki ilişkiye dair verdiğimiz ipucunun detaylarını okuyucuya bırakarak devam ediyoruz.

TAŞIYAN GEMİ Mİ, ALLAH MI?

Görünürde gemi taşıyor, ama Allah’ın suya koyduğu yasaların bir sonucu olarak taşıyor. Taşıma işinin arkasında Allah olduğu için, âyet gözün gördüğü faili değil, akıl gözünün gördüğü faili; Allah’ı öne çıkarıyor.

Allah (cc) bu taşıma işinde yasaları nazara vermek için birçok âyette olduğu gibi “Ben” yerine (emrindeki neferleri kastederek çoğul) Biz zamirini456 kullanıyor.

Allah (cc) Yasalarını Öne Çıkarıyor

Biz dili, Kur’an’da Allah’ın kâinatı yönetmede emrinde olan sebepleri/yasaları öne çıkardığı bir dildir. Bu dili hayatın tamamını kuşatacak şekilde genişletmek mümkün.

Örneklendirelim,

O zaman bu âyeti şöyle okuyabiliriz:

“İnsan neslini (dünyaya koyduğumuz yasaların bir sonucu olarak) gemi, uçak ve arabalarla taşımamız, onlar için (onlara bu yasaların varlığına işaret eden) büyük bir âyettir.”

Yasaların Verdiği Mesaj

Lambanın düğmesine basıp lambayı yakan bir çocuk “lambayı ben yaktım” der. Bir yetişkin de aynı şeyi söyler ama söylerken şunu bilir: Lambayı yakması güneşten başlayıp evdeki düğmeye kadar uzanan bir dizi işlemin gerçekleşmesi bağlıdır;

Buraya bu konudaki diğer detayları da yazdığımızda bizim lambayı yakmamız yüzlerce kalem işin arka arkaya gelmesiyle olan bir iş.

Bu örneği dikkate alıp hayatın geneline baktığımızda, bizim hayatımızda düğmeye basma kolaylığında yaptığımız yüzlerce işin arkasında Allah’ın yasalarının bize sağladığı kolaylık vardır. O yasalar olmadan o işlerin olması imkansızdır.

İşte bu gerçek 41. âyette “Sizi gemilerle taşıyan siz değilsiniz Biziz, Biz” gerçeği ile ilan ediliyor.

42. Âyet: “Gemiyi İnsanlar mı Yaptı, Allah mı Yarattı?”

Bizim kafamızdaki gözler insanların yaptığını gördüğü için biz “gemiyi insanlar yaptı” diyoruz. Ama Kur’an (âyette özellikle yaratma anlamına gelen hlg fiili kullanarak) “gemiyi Allah yarattı” diyor.457 Bu söylemi ile Kur’an bizim önceki başlık altında ifade ettiğimiz gibi bize hadiselere akıl gözü ile bakmayı öğretiyor.

Akıl gözü ile baktığımızda şunu anlıyoruz, Allah’ın evrene koyduğu yasalar ve başta akıl olmak üzere sayısız nimetler olmasaydı, gemi de olmayacaktı. Bu yönüyle âyet bize şu mesajı veriyor: Allah’ın verdiği ilk potansiyel sermaye olmasaydı o gemi olmayacaktı, gemi olmadığı gibi gemiye benzer yaptığınız araba, uçak gibi taşıtlar da olmayacaktı.

Bu gerçeği bilmek bugün bizim ne işimize yarayacak? Bu gerçeği bilirsek, “yaratma” işinde Allah’tan başkasının fail olamayacağını da biliriz ve günümüzde insanı fail yapan şekliyle yaratma ifadesini kullanırken daha dikkatli oluruz.458

42. Âyette Geleceğe Yapılan İşaret

Âyette geçen hlg fiili geçmiş zaman kipinde geçerken biz ona -birçok mealden farklı olarak- (“yarattık” yerine “yaratırız” diyerek) geniş zaman manası verdik.

Bunun iki sebebi var.

Birinci Sebep: Allah’ın yaratma işi bir kere olan sonrasında duran bir eylem değil. Her an, her dem olmaya devam eden bir eylem. O’nun yaratması dursa, zaman durur. Bir sonraki “an” olmaz.459

İkinci Sebep: Âyet verdiği dolaylı mesaj üzerinden geleceğe işaret ediyor: Ey insanlar! 7. asırda sizi denizlerde taşıyacak yasaları koyan Allah (cc) o gemiyi yapabilecek (akıl, mantık, zeka, hayal gibi) iç ve (ormanlar, madenler gibi) dış nimetleri vermiştir. O’nun yoktan yaratıp sizin hizmetinize sunduğu bu nimetlerden, bugün gemi yapıyorsunuz. Gelecekte gemi benzeri taşıtlar da yapacaksınız.

Bu işareti dikkate aldığımızda, Allah (cc) yaratma fiili üzerinden bütün zamanlarda gelecek insanlara şu mesajı veriyor: “Ey insanlar! Halık (yaratıcı) sıfatımla her zaman arkanızdayım. Yaratması benden yapması sizden. Haydi yarattıklarımdan dün gemi yaptınız, bugün uçak, araba ve uzay dolmuş yarın da şunu şunu….” Bakalım gelecek daha neler gösterecek…”

Özetlersek, bu manasıyla 42. âyet, “Kur’an insan sözü olamaz” diyen âyetlerin safında yerini alıyor.

43-50 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(43-50) ÂYETLER İÇİN GENEL DEĞERLENDİRME

Kur’an’daki bütün kıssaların merkezinde insan vardır; insanın doğası, tabiatı öne çıkarılır. Burada da onu görüyoruz. 33-42 arası âyetler Allah’ın evrenle ilgili yasalarını öne çıkarırken, 43. Âyette evren içinde Allah’ın insan için geçerli olan yasalarına geçiş yapıldı.

Burada teknik bir bilgi verelim, Kur’an insandan -başına iyi kötü sıfatı koymadığı müddetçe- genelde kötülüğe meyleden tarafı ile bahseder.460 Bunun üzerinden verilen mesajlardan biri de (Allahü a’lem) şu: İnsan nefsi terbiye edilmezse, kötülüğe meyyal olan (fücur/şer/kötülük) tarafı baskın olur. Burada da onu görüyoruz: Âyetlerde şahıs, zaman ve mekan ismi geçmiyor, âyetlerin akışından, bu âyetlerin bütün zamanlarda gelecek olan şu “tip” insanlara hitap ettiğini anlıyoruz;

Evet, genel bir değerlendirme yaptığımızda âyetlerin karşısındaki karakter için böyle bir “tip”leme; tabir-i diğerle sıfatlar üzerinden bir “eşkal” belirlemesi yapabiliriz.

Bağlam: Yasalara Devam

41. âyette dolaylı bir şekilde suyun kaldırma yasasına gemilerin o yasaya bağlı olarak yüzdüğüne işaret edildi. 43. âyette bir başka yasaya işaret ediliyor. Bu yasa denizin rüzgara bağlı olarak dalgalanma yasası.

Burada yine bir teknik bilgi girmemiz gerekiyor. Yasa denildiğinde genelde akla değişmezler gelir; yerçekimi yasası, suyun kaldırma kuvveti gibi statik yasalar. Bunun yanında bir de Allah’ın değişkenliği ile öne çıkan dinamik yasaları var, iklim yasası ve dalgalanma yasası gibi. Bunların değişken olması bunları yasa olmaktan çıkarmıyor, aksine bunların dinamik ve değişken olması, bunların değişkenliği olan yasalar olarak tanımlanmasının sebebi oluyor.461

Velhasıl dalganın da bir yasası, dalganın da (oşinografi adı verilen) bir bilimi var. Bu bilimle birlikte çalışan denizcilik meteorolojisi dünya denizlerini risk durumuna göre 0’dan (sıfırdan) 12’ye kadar sınıflandırmıştır. Genelde açık denizde yol alan gemiler bu sınıflandırmayı bilmenin bir sonucu olarak geçecekleri konumda, hangi seviyede bir rüzgar ve dalga ile karşılaşabileceklerini ufak yanılma payları ile birlikte tahmin ederler.

Özetlersek, Allah (cc) suya kardırma yasası verdiği gibi, denizdeki rüzgarı ve buna bağlı dalgaları da bir yasaya bağlamıştır. Bu yasanın en büyük özelliği değişkenliğidir.

Söz buraya gelmişken aşağıdaki başlıkla devam edelim,

“Allah (cc) Dilerse Suda Boğar…”

43. âyet şu mesajı veriyor: Evet, bu evrendeki tüm yasaları koyan Allah’tır ama Allah o yasaların mahkumu değil, hakimidir. Dilerse bu yasalarında ufak bir “doz” değişikliği yapar ve sizleri suda boğar, dilerse sizi havada karada yakalar ve hak ettiğiniz sonu yaşatır.

Tefsir Usulümüzde (14) Helak Yasasında bahsettik, depreme, rüzgara, fırtınaya, sele, sese, kıtlığa ve kuraklığa bağlı tüm helak hadiselerde “doz” değişikliği vardır. Hatırlatmak için bir örnek verelim; öncesinde nimet olan rüzgar, dozu artınca kasırgaya dönüşüp afet ve azap sebebi olabiliyor.

43. âyette de bunu görüyoruz. Allah (cc) deniz ve dalgalar üzerinden şu mesajı veriyor, şu ana kadar denizlerde (sahil hariç) en yüksek dalgalar 30 metreye kadar ölçülmüş. Allah dilerse bu 40 da olur 50 de olur.

Bu tespitlerde sonra şu sorunun cevabıyla devam edelim,

43. ve 44. Âyetler Bize Ne Diyor?

Bu iki âyetin ortak mesajından şunu anlıyoruz: Burası imtihan dünyası, Allah’ın insana can vermesi O’nun için ne kadar kolaysa, alması da o kadar kolay. Bu alma işi bazen denizde, bazen havada, çoğu zaman da karada olur.

Yukarıda tip ve eşkalini verdiğimiz kişilerin canını bir şekilde almıyorsa bu O’nun rahmetinin “süre/mühlet/mehil” verme şeklinde tecelli etmesindendir.

45, 46: Âyet: Uyarı Karşısında Yüz Çevirme

Bu iki âyet belki de Kur’an’da iki bin âyetle anlatılan kıssaları özetliyor. İnsanlık tarihinde değişmez dekorlardan biri de şudur: Bir tarafta uyaranlar, diğer tarafta uyarılar karşısında yüz çevirenler…

Mealimizde parantez içi açıklamalarda âyetler net bir şekilde anlaşıldığı için fazla bir açıklamaya gerek duymuyoruz. Sadece bir noktaya kısaca işaret etmek istiyoruz.

Ön-Arka, Gelecek-Geçmiş

Âyette “önünüz ve arkanız” ifadeleri geçiyor. Bu ifadeler bizim bu çalışmada üzerine çok defa vurgu yaptığımız Sonuç Eğitimi Yasasına işaret ediyor. Bu yasa üzerinden burada insana verilen mesaj şu: “Sana yapılan uyarılara kulak ver; geçmişine bak ve yaptığın tercihlerden ders al. Ahiret geleceğine bak; o tercihlerden ders almazsan karşına çıkacak sonuçları bir düşün ve bugün yapacağın her tercihi bu sonuçları dikkate alarak yap.

ARA BİLGİ: 47. Âyetin Özelliği: İnfak

Arapça nfk kökünden gelen ve türevleriyle beraber Kur’an’da 111 defa geçen infak kelimesini iniş sırasından yaptığımıza bir okumada ilk olarak bu âyette görüyoruz. Öncesinde infakın alt başlıklarından olan zekat ile ilgili âyetler -gelecekte farz olacak zekata zemin hazırlama amacına matuf olarak- geçmişti. Ama infak geçmemişti.

Biz Tefsir Usulümüzde (27) İnfak ve (4) Mülkiyet Yasasında bu konuya geniş olarak değindik. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

47. Âyet: Âyetin Yerel ve Evrensel Muhatapları

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi bu âyetin konusu infak. Bu âyeti yerel ve genel/evrensel okursak muhatap iki oluyor.

Birinci Muhatap: Bu âyetin tarihi arka planında içlerinden iman edip mümin olan köle ve fakir Müslümanlara yardımı kesen, bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sav) tarafından “Onlara yardım edin” hatırlatması yapıldığında da âyetteki cevabı veren Mekke müşrikleri var.462

İkinci Muhatap: Bu muhatapları dünyanın her yerinde her zaman görmek mümkün. Bunlar ikiye ayrılıyor.

Özetlersek, bu âyetin muhatapları her devirde aynen olmasa bile farklı söylem ve davranışlarla her devirde karşımıza çıkıyor. O yüzden bu âyeti nefsimizin üzerine alınarak ve bencillik ve cimrilik gibi manevî hastalıkların alametleri “Bende var mı?” sorusunu kendimize sorabiliriz. Nefsimize dönük bu sorgulamayı yaparken şöyle bir soru gelebilir;

“Gerçekten Biz mi Doyuracağız?”

Günümüzde dini konuları yüzeysel bilenler, dinin mantığını bilmeyenler bu sorunun yanına şu soruları da ekliyorlar,

Biz bu soruların cevaplarının tamamını Tefsir Usulümüzde (27) İnfak Yasası altında Rızık Yasasında463 ve Farklı Bir Açıdan İslam (s. 352) kitabımızda geniş olarak verdik. Oradan anlattıklarımız okunduğunda başlıktaki sorunun cevabı “evet” oluyor. Neden evet? Çünkü emanet ahlakına sahip olan insanlar bilir ki, Allah’ın bu imtihan dünyasında onlara verdiği ihtiyaç fazlası nimetler,

48. Âyet: Asıl Sorun

48. âyette baştan beri tiplemesi yapılan, eşkali verilen insanın söylem ve eylemlerinin arkasındaki asıl soruna dikkat çekiliyor. Bu âyette sorulan soru öğrenme amacıyla sorulan bir soru değil, duydukları halde yapmadıkları her şeyin gerekçesini içinde barındıran bir cevap.

Dolaylı olarak diyorlar ki,

O yüzden “gelecekte olacak” dediğin hiçbir şeye de inanmıyoruz.

Görüldüğü gibi asıl sorun: İ-NAN-MA-MAK. Peki inanmak için işe nereden başlamalıyım? “İman ettim” demek yeter ama bu iman yüzeysel kaldığı müddetçe sürekli “error” veren bilgisayar gibi hata verebilir. O yüzden işe Aklın İşleyiş Yasalarını ve Kur’an’ın Hz. Muhammed tarafından yazılamayacağını bilerek başlamak gerekir. Böyle bir başlangıç, gelecekte ortaya çıkacak sorunları çözme becerisi veren bir başlangıç olacaktır.

49. Âyet: Aynı Son

Bu âyette “sayhaten vahideten” ifadesiyle anlatılan son, 29. âyette benzer ifade ile anlatılan sona benziyor. Fark şu: Orada lokal bir helake geçmiş zaman sığası ile işaret edilirken, burada genel (büyük kıyamete) geniş zaman sığası ile işaret ediliyor.

Bu işaretler yapılırken, kullanılan dile gelecek âyette bakalım.

50. Âyet: İki Son da Her An Gelebilir?

Baştan beri âyetler şu mesajı veriyor: Kâinatta atomun olduğu her yerde Allah’ın yasaları vardır. Allah’ın yasalarının olmadığı zerre kadar bir yer yoktur. Bu yasalardan biri de bu dünyadan gitmektir. Kur’an gidişi kıyamet ve ecel üzerinden anlatır. Anlatırken, ecelin gelişine benzer bir şekilde, her an gelebileceğini hissettiren bir dille anlatır. Bu anlatımda, yaşayan her insan -eğer gaflete dalmamışsa- şu gerçeği bilerek yaşar: “Ben yaşarken her an ölme ihtimalim kesin, ben yaşarken kıyametin kopmasına şahit olma ihtimalim de var.” Bu ihtimalleri yan yana koyduğumuzda, hiçbir insan şunu diyemiyor: “Bugün yazmadığım vasiyeti haftaya kesin yazarım. Bugün sabah evden çıkınca akşam ailemin yanına kesin dönerim.” Yasaları Allah tarafından konulan hayatın akışı bu şekilde kesin bir konuşmaya izin vermiyor.

O zaman mesaj nedir? Mesaj -çok defa ifade ettiğimiz gibi- şu: Ey insan! Her anın son anın olabilir. Öyle ise her anını son anın gibi yaşa!464

51-54 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(51-54) ÂYETLER İÇİN GENEL DEĞERLENDİRME

Kur’an bizim için gelecek olanı olmuş gibi anlatır. Bu konuyu da Tefsir Usulümüzde (17) Vahiy Yasasında “Birinci Bölüm: Kader/Vahiy İlişkisi Nasıldır?” başlığı altında geniş olarak anlattık.

Bu anlatım üzerinden verilen mesajlardan biri de şudur: Allah “olacak” diyorsa o konuyu olmuş bilin. Burada bu âyetleri okurken bize düşen, olacaklara olmuş gibi iman etmek, bu imanı da hayata bilinç olarak yansıtmaktır. Yansırsa ne olur? Gitmiş ahireti görmüş, sonra dünyaya dönmüş bir mümin gibi yaşama ufkuna çıkma noktasında gayret edenler içinde oluruz. Rabbim onların içinde olmayı, bütün mümin kardeşlerimize nasip etsin.

51. Âyet: Sûr’a Üflemek

Bu ifade Kur’an’ın Müteşabih bir âyetlerinden biri. Yani “kesin böyledir” demedikten sonra üzerinden farklı yorumlar yapılmaya müsait olan âyetlerden. Sûra üflemenin ilk geçtiği âyetlerden biri olan Kaf sûresinde 20. âyetinin tefsirinde bu konuya kısaca değinmiştik. Burada “üflemenin” farklı bir yönüne işaret edelim.

Üflemeyle kastedilen manalardan biri de kıyametin kopması sonrasındaki dirilişin üfleme kolaylığında olacağı mesajını vermek. Yani ey insanlar! Allah için kolay-zor yoktur ama bu işi, kendi gücünüzle kıyaslayıp zor ve imkansız görmeyin, sizin için “püf” deyip mumu söndürmek ne kadar kolay ise, Allah için de bu işler ondan daha kolaydır.

Bu anlatımın benzerini Nahl sûresi 77. âyette görüyoruz. Orada “Göz açıp kapamak sizin için ne kadar kolay ve hızlı ise Allah için de dünya kapısını kapatıp, ahiret kapısını açması ve insanları öldükten sonra diriltmek o kadar hızlı ve kolaydır.” deniliyor.

52. Âyet: Şoku En Çok Unutan Yaşar

Önce şunu ifade edelim. Bu âyetler burada Sonuç Eğitimi dersi vermek için geliyor. Bu eğitime geçmiş âyetlerde çok değindiğimiz için burada sadece ufak bir hatırlatma yapıyoruz.

Başlığa gelirsek, mutlaka istinası vardır ama bu da bir kaide: “Bir konuda en fazla şoku, o konunun olma ihtimalini gündeminden çıkaran yaşar.” Âyette de bunu görüyoruz. Ahirete iman etmeyen, oradaki dirilişi unutan ve gündeminden çıkaranlar o dirilişle karşılaştıklarında “Vay başımıza gelene! Kim bizi diriltip mezarımızdan çıkardı?” diyecekler.

Bunun benzerini dünyadaki ölüm hadiselerinde görüyoruz. Bazı insanlar bir yakınlarının ölüm haberini aldıklarında, -makul bir üzüntünün ötesinde- çok şiddetli bir sarsıntı yaşıyorlar. Bunun temel sebeplerinden biri de ölümü, ölmeyi, dünyadan gitmeyi gündemlerinden çıkarmaları veya unutmaları. Oysaki, dünyaya gelmek ne kadar normal ve gerçekse, dünyadan gitmek de milyarlarca insanın gitmesiyle bilinen bir gerçek. Yani yeni duyulan, yeni bilinen, önceden yoktu da şimdi yeni ortaya çıkmış bir şey değil. Bu noktada yapılacak şey âyetin ikinci bölümünde geçen ifadeyi dünyada söylemek.

“Peygamberler Doğru Söylemiş”

Âyet söylenmesi gerekenleri söylerken, söylenenden söylenmeyeni anlama işini de bize bırakıyor. Söylenmeyeni anlamak için şu soruyu soruyoruz: Rahmân’ın vaad ettiği şey nedir? Soruya Kur’an bütünlüğünde baktığımızda cevap olarak şunu görüyoruz: Daha önce ifade ettiğimiz gibi465 her peygamber Allah’ı tanıtırken O’nun Rahmâniyetini öne çıkarıyor.

Öne çıkarırken de şunu vaad ediyor: Allah (cc) sizi seviyor, sevgisini verdiği sayısız nimetlerle gösteriyor. Sizden de sevgisine sevmekle ve itaatle mukabele etmenizi istiyoruz. Bunu yapanlara ve yapmayanlara da mükafaat ve ceza vaad ediyor. Bu vaad aynen bu ifadelerle Kur’an’da geçmese bile, âyette kastedilen vaad budur.

Özetlersek, 52. âyet bu vaadi duyup, vaadin gereğini dünyada yapmayanların, ahiretteki yaşayacakları sona işaret ediyor. Bir sonuç eğitimi olarak, bu sonu yaşamak istemiyorsanız, yol yakınken dönün mesajını veriyor.

53. Âyet: “Şunu Bir Kere Daha Bilin…”

Bu âyette geçen “sayha” kelimesi ses, çığlık, gürültü ve patlama gibi anlamlara geliyor. Kur’an’da 13 defa geçen kelime 5 yerde “sayhaten vahideten şeklinde geliyor. İlginçtir, o beş yerin üçü de Yâsîn sûresinde (29, 49 ve 53. âyetlerde) geçiyor.466

Ayrıca yine bu âyette geçen “cemiünledeyna muhdarun” formu (kalıp da diyebiliriz) Kur’an’da sadece iki defa geçiyor, ikisi de Yâsîn sûresinde. Birincisi 32. âyette geçmişti ve orada “Huzurda, “Hazır Ol”da Yaşamak” başlığı altında huzur kelimesinin kök anlamlarından yola çıkarak birtakım tespitler yapmıştık. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

Burada soru şu: “Sadece burada geçen ve en fazla burada öne çıkan ifadeler Yâsîn sûresi için ne ifade ediyor? Yâsîn sûresinin tefsirine girişte “Yâsîn sûresi Kur’an’ın kalbidir” hadisi üzerine değerlendirmeler yapmış ve orada kalp ile ahiret arasında bağlantı kurmuştuk.

O bağlantıyı dikkate aldığımızda sadece burada geçen bu ifadeler Yâsîn sûresini konusu ahiret olan sûreler içinde ilk sıralara taşıyor. Onun Kur’an’a kalp olma misyonuna vurgu yapıyor. (Allahü a’lem)

Özetlersek, bu âyette de 32. âyet gibi, Allah için zor yoktur. Her şey bir tek sese bakıyor. O sesi duyduğunuzda bakmışsınız ki, bir anda Allah’ın huzurunda “hazır ol”dasınız.467

54. Âyet: “Fazlasını Buluyoruz”

Âyette iki bölüm var.

Birinci Bölüm: Bu bölümde bütün insanlara “güvence” veriliyor. Tabir caizse şu deniyor: Amelleriniz (emekleriniz, gayretleriniz) Allah’ın garantisi altındadır. Unutulma, kaybolma, yok sayılma gibi bir şey olmayacak.

İkinci Bölüm: Yaptığınızın karşılığını bulacaksınız. Bu âyet burada iyi-kötü, mümin-kafir herkese hitap ediyor.

Bu âyete Kur’an bütünlüğünde baktığımızda, şunu görüyoruz.

Ayrıca sınırsız nimet karşısında sınırlı bir şükür yapıyoruz. Bu durumda ahirete gittiğimizde (-) ekside gidiyoruz. Yani hiçbir alacağımız olmadığı gibi ödeyemediğimiz borçlarla gidiyoruz.

Bu durumda âyeti şöyle özetleyebiliriz,

55-58 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(55-58) ÂYETLER İÇİN GENEL DEĞERLENDİRME

Kur’an Okurken Sık Karşımıza Çıkan Konuların, Nüzul Sürecinde Gelme Sıklığı

Tefsir Usulümüzde (26) Sonuç Eğitimi Yasasında ifade ettiğimiz gibi, geçmişten (Peygamber kıssaları) ve gelecekten (kıyamet-ahiret-cennet-cehennem) bahseden âyetler Kur’an’da çok sık bir şekilde karşımıza çıkıyor. Çok sık şekilde çıkan konulardan biri de -bu âyetlerde olduğu gibi- cennet-cehennem. Burada Kur’an’da sık tekrarlanan benzer bütün konuları ilgilendirecek bir tespit yapacağız.

Kur’an’dan bir günde bir cüz (20 sayfa) okuduğumuzda birçok konu gibi cennet ve cehennem konusu da en az beş altı defa karşımıza çıkar. Bizim bir saatlik bir okumada bu sıklıkta karşımıza çıkan konulara 23 yıllık nüzul süreci içinden baktığımızda, Cebrail’in (as) vahiy getirme sıklığına bağlı olarak belki bir, belki iki ayda bir tekrar eden konulardır ve bu konuların tekrar sebebi en temelde ihtiyaçtır.

Bu ihtiyacı dengeli beslenme gibi düşünürüz.

Bu örneği niçin verdik? Bazı tekrarların, gereksiz tekrar olmadığını; büyümesi, gelişmesi, terakkisi ve tekamülü istenen şeylerde tekrarın bir zaruret olduğunu göstermek için.469 Aynen bunun gibi olmasa da Müslümanların manevî vücudunun düzenli bir şekilde beslenmeye ihtiyacı vardı. O yüzden iniş sırasından bir Kur’an okuması yaptığımızda, iki şeyi sürekli aklımızda bulundurabiliriz.

Bütün bu bilgileri dikkate aldığımızda,

Cennet-cehennem âyetlerinin en temel işlevi: Dünyanın fani olduğu gerçeğini hatırlatmak, bu fani dünyada yapılan bütün tercihlerin iyi veya kötü sonuçları olacağı konusunda uyarı yapmaktı.

Özetlersek, özelde cennet ve cehennem genelde bütün âyetleri ihtiyaca binaen manevî bedene verilen vitamin ve elementlere benzetebiliriz.

Cennet ile İlgili Âyetlerin Öncelikli Görevi

Cennet ve cehennem ile âyetlerin temel işlevine değindik. Burada cennetten bahseden âyetlerin öncelikli görevlerine de değinmek istiyoruz. Bu âyetlerin en önemli görevlerinden biri imtihan dünyasında, istek ve arzularının etrafındaki sınırlarla imtihan olan müminlerin kendilerini frenlemelerine yardımcı olmak.

Bu noktada cennetle ilgili âyetlerin bütün zamanlardaki müminlere verdikleri ortak mesajlardan biri de şudur: “Bu dünya fani, o yüzden burası doyma yeri değil, tatma yeri. Burası gaye olsun diye verilmedi, burası Allah’ın rızasını gaye yapanlarına verilecek ödül olan cenneti kazanmaya vesile olsun diye verildi.

Cennetteki Eşler (Huriler) Hakkında Konuşurken Ölçü Ne Olmalı?

Daha önce ifade ettik.470 İslam dini cinselliği hayatın bir gerçeği olarak kabul eder. Bu gerçek, evlenen her insanın evinde belli aralıklarla yaşanan bir gerçektir. Bu gerçeğin belli sınırlar içinde; karı-koca arasında yaşanması teşvik edilir. Bu teşvikin nedeni eşlerin aile bağlarının güçlenmesi, kişinin eşiyle tatmin olması ve ev dışında gayrı meşru yollardan uzak durmasıdır.

İslam dini bu ve benzeri nedenlerle cinsellik konusuna önem verdiği kadar, bu konunun ulu orta yerlerde konuşulmasını ve magazin konusu yapılmasını da istemez. İslam’ın bu konudaki ölçüsünü dikkate aldığımızda o ölçüye bağlı olarak şunları diyebiliriz. Allah (cc) adil-i mutlaktır. O’dan zerre kadar haksızlık beklenmez. Yapacağı da düşünülmez. Cennette her konuda olduğu gibi cinsellik konusunda da kadına da erkeğe de haksızlık yapılmayacak. Oraya gidildiğinde, erkek de kadın da kendilerine verilenden fazlası ile memnun olacaklar.

Özetlersek, bu konuyu magazin konusu yapmadan, Kur’an’da anlatılma sebeplerinden yola çıkarak İslamî ölçülerde konuşmak gerekir.

55. Âyet: Âyeti Şöyle Okursak…

Bu âyeti 7. asırda Mekke’de veya yaşadığımız asırda dünyanın farklı bir yerinde, inancımızdan dolayı ciddi zorluklar yaşarken muhatap olduğumuzu hayal ederek okuyalım. Öyle okuduğumuzda mesaj şu oluyor: Bu dünya fani. Allah yolunda olsan da bitecek, olmasan da geçip gidecek. Yolunda olursan bugün yaşadığın ne kadar sıkıntı zahmet varsa, onların tamamı geçecek. Ebedi cennette Allah’ın ebedi misafiri olacaksın.

Meşgul Kelimesi Üzerinden Verilen Mesaj

Âyette “fi şugulin” şeklinde geçen ifadeye mealimizde “bir meşguliyet içinde” olma anlamı verdik. Bu anlamı dikkate aldığımızda mesaj şu oluyor: Cennette sıkılma diye bir şey olmayacak. Peki bu nasıl olacak? Bu sorunun cevabı için Allahü a’lem dedikten sonra bazı tespitler yapabiliriz.

Dünya imtihan dünyası, o yüzden burada iyi-kötü, güzel-çirkin, sevap-günah, helal-haram gibi zıtlar yan yana. Bunları iki ırmak gibi düşündüğümüzde bu ırmaklar imtihan gereği dünyada yan yana akarken, ahirette tamamen ayrılacaklar. Ne kadar iyi olarak tarif edilen şey varsa cennete, ne kadar kötü olarak tarif edilen şey varsa cehenneme akacak. Yani imtihan bittiği için cennette adına güzellik dediğimiz hiçbir şeyin zıddı (yani çirkinlikler) olmayacak.

Bunu daha iyi anlama noktasında bir an için insanı robot gibi düşünelim, bu robota üretim aşamasında üzülme, sıkılma ve kötülük düşünmeme gibi özellikler verilmemişse, robotta bunlar hiç görülmeyecek.

Aynen bunun gibi olmasa da benzer bir şekilde yeniden yaratılan beden cennet dekoruna göre yaratılacak ve orada kendisini mutlu eden şeylerle meşguliyeti hiç bitmeyecek.

56. Âyet: Cennetin Dekoru Hangi Asrın Teknolojisine Göre Olacak?

Tefsir Usulümüzde (24) Cennet-Cehennem Yasasında bu sorunun cevabına “2075’te Yaşayanlar İçin Cennet ve Cehennem Tasviri” başlığı altında değindik. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

Bu âyette geçen eşler konusuna bu âyetler için yukarıda genel değerlendirme yaparken değindik. Aşağıda da dolaylı olarak değineceğiz.

57. Âyet: Cennette Yerine Getirilmeyecek İstek Var mı?

Bu soruya “yok” cevabı veriyoruz. Bu cevabı verdikten sonra, bazı açılamaların yapılması gerekiyor.

İslam dinine bir bahçe dersek, bu bahçede her şeyin varlık sebebi meyve içindir. Meyvenin adı da güzel ahlaktır. Güzel ahlaka bu kadar çok vurgu yapan bir dinde elbette cennetin dekoru ahlaki öcülere göre olacak. Ahlaksızlık adına akla gelen ne varsa, cennetin dışında kalacak.

Bu tespitten sonra başlıktaki soruya gelirsek, Allah (cc) insanı cennette, cennetin dekoruna uygun olarak yaratacak. Bu yaratmada insan tamamen hayrı (iyiyi, güzeli, ahlaki olanı) isteyecek bir donanımda yaratılacak. Donanım böyle olunca, bu donanımdan gelen her türlü istek, yerine getirilecek.

Bu açıklamayı yapmamızın temel sebebi Kur’an’da “Cennette insanın canının istediği her şey olacak.” Şeklinde geçen âyetlerin, bilerek bilmeyerek magazin konusu yapılması, İslam ahlakına yakışmayan değerlendirmelere konu olmasıdır.

Özetlersek, şunu net bir şekilde söyleyebiliriz, cennetin dekorunda İslam dininin güzel ahlak anlayışına yakışmayan hiçbir şey olmayacaktır.

58. Âyet: Öne Çıkan Üç Kelime

Âyette, üç kelime öne çıkıyor: Selam, Rab ve Rahîm. Bu kelimelerin verdikleri mesajlara bakalım.

Selam: Kur’an’ı dikkatli okuyanların bir noktaya daha dikkat etmesini tavsiye ediyoruz. Kur’an’da Selam veya Selamünaleyküm şeklinde geçen ifadelerin çoğu cennet ortamında geçiyor. “Bunun mesajı ne olabilir?” diye bir soru gelirse, cevaplardan biri şudur: Cennet dekoru içinde geçen bütün selam kelimeleri dünyadaki teslimiyete işaret ediyor. Malum, (huzur, barış, esenlik gibi anlamları içine alan) Selam, İslam, Müslüman ve teslim kelimeleri aynı kökten geliyorlar. Bu bilgiyi dikkate aldığımızda mesaj şu oluyor: Ebedi cennetteki ebedi huzur ve mutluluk, dünyadaki teslimiyetten geçiyor.

Rab: Yine Kur’an’ı dikkatli okuyanlar bilir ki, Kur’an’da Allah lafzından sonra en fazla geçen isimlerin başında Allah’ın Rab ismi gelir. Bir âyette Rab ismi geliyorsa orada mutlaka “terbiye” üzerinden doğrudan veya dolaylı mesajlar veriliyor demektir. Bu âyette öne çıkan mesajlardan biri şu: Cennet dünyadaki manevî terbiyenin neticesinde güzel ahlak sahibi kamil bir mümin olmanın sonucunda verilen bir ödüldür.

Rahîm: Bu âyette Rahmân değil Rahîm ismi öne çıkıyor. Bu öne çıkma üzerinden Rahmân ve Rahîm isimleri arasındaki farkı anlıyor ve şu tespiti yapıyoruz: Allah (cc) Rahmân ismiyle dünyada bütün insanları nimet verir, Rahîm ismiyle ahirette sadece mümin kullarına ebedi cennet nimetleri verir.

59-65 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Bağlam: Ödülden Sonra Ceza (Cennet-Cehennem)

Bu âyetler bize sonuç eğitimi vermeye devam ediyor. Bu eğitimi daha da içselleştirme adına, bir kurgu içinde âyetler bizi hayalen mahşere götürüyor. Mahşerdeyiz, “Bütün insanlara (54. âyet üzerinden) dünyada iken orada yaptıklarınızın karşılığını bulursunuz denilmişti. Mahşerde bu gerçeğe şahit oluyoruz. Amel defterleri açıldı, teraziler kuruldu, hesaplar verildi ve sonuçlar açıklanıyor.

Önce cennete gireceklerin isimleri okunuyor, oradaki herkes günahkar bile olsa, ümit ve heyecanla kendi isimlerini duymayı beklerken, son okunan isimden sonra, geride kalanlara, 59. âyet üzerinden “Ey suçlu günahkârlar, siz bugün şöyle bir ayrılın.” deniliyor.

Ahirete yönelik her âyette olduğu gibi, sonuç eğitiminin bir parçası olarak bu âyet üzerinden bize şu mesaj veriliyor: “Hangi tarafta olmak istersin? Hangi tarafta olacağını dünyada seçtiğin taraf ve o tarafta yaptığın tercihler belirleyecek. “Suçlu günahkarların yaşadıkları bu sonu yaşamak istemiyorum.” diyorsan, dünyada günahla arana mesafe koyacaksın.”

Bu âyetlerin öncesi ile bağlantısına işaret ettikten sonra, tefsire geçebiliriz.

59. Âyet: Her Günahkar Cehenneme Girecek mi?

Biz bu konuya Tefsir Usulümüzde (24) Cennet-Cehennem Yasasında ve Kur’an’da bu konuya işaret eden âyetleri temsilen Meryem sûresinin 71. âyetinde değerlendirdik. Oralara bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz. Burada Kur’an’ın bu konuları anlatmada kullandığı dile dikkat çekerek kısa bir değerlendirme yapmak istiyoruz.

Kur’an baştan sona havf ve reca (korku ve ümit) dili kullanır. Bu dilde amaç, her insana “Garantilenmiş bir hayat yoktur.” mesajını vermektir. Kur’an bu mesaj üzerinden,

Burada “Damlaya damlaya göl olur deyimini hatırlarsak.” Tekrar eden, tevbesi yapılmayan, pişmanlığı yaşanmayan her günahın büyüme ve cehenneme götürme ihtimali vardır diyebiliriz.

Kur’an 59. âyette olduğu gibi sınırları çizilmeyen genel ifadeler kullanarak her Müslümanın bu ihtimali dikkate alarak son nefesine kadar adı günah olan her şeyden uzak durma gayreti ile yaşamasını istiyor.

Özetlersek, her günahkar cehenneme girmeyecektir ama tevbesi yapılmayan, pişmanlığı yaşanamayan ve ısrarla tekrar edilen her günahın sahibini cehenneme götürme ihtimali vardır.

60. 61. Âyet: “Ben Sizi “Erken Uyarı Sistemi” Üzerinden Uyarmadım mı?”

Allah (cc) Kur’an’ı bütün asırlara hitap eden bir erken uyarı sistemi olarak okumamızı istiyor. Neden? Çünkü El-Hak ve El-Adl isimleri bunu gerektiriyor. Kur’an böyle okunduğunda ahirette hiç kimsenin şöyle bir bahanesi olmayacak: “Beni daha önce uyarsaydın, bunu yapmazdım, Allah’ım.”

Bu iki âyet (60, 61) bize şunu diyor: “Bu iki âyeti akla gelen ve gelmeyen bütün bahaneleri içine alacak şekilde okuyabilirsiniz. Allah imtihan dünyası için denmesi gereken her şeyi baştan demiştir. Yapılması gereken tüm uyarıları dünyada yapmıştır.” Bu tespiti bir kurgu ile açalım: “Okulda imtihandayız. Öğretmen bizi imtihan ve imtihanın sonuçları hakkında baştan uyarıyor. Öğrencinin biri imtihan bittiğinde sonuçlar açıklandığında, öğretmene şöyle diyor: “Şimdi diyeceğinizi baştan deseydiniz, ben bunu böyle yapmazdım.” Öğretmen “Unutmuşum. Özür dilerim.” diyorum.

İnsanların yaptığı imtihanda olma ihtimali olan bu durum, mutlak Alîm, mutlak Hafîz, mutlak Adîl olan Allah’ın imtihanında olmaz, olamaz.

Özetlersek, bu iki âyeti bu konuda gelebilecek benzeri binlerce bahaneye cevap olarak okumak mümkün.

Âyetlerdeki bazı noktalara değinelim,

Ademoğulları

60. âyette bu ifade üzerinden uyarının başlangıcına dikkat çekiliyor ve şu mesaj veriliyor:

O yüzden bu konuda hiç kimsenin haklı bir bahanesi olmayacak.

Şeytana Tapmak

Geçmişte olduğu gibi günümüzde de şeytana tapanlar var. Ama bunlar Allah’ın razı olduğu ölçülerde iman etmeyen insanların içinde ufak bir azınlık. Bu âyette şeytana tapmaktan kastedilen, ondan gelen vesveselere kulak veren, nefsinin hevasına uyan bütün insanlar.

Bunu nereden anlıyoruz? 61. âyetten anlıyoruz. 61. âyet (Allahü a’lem) dolaylı olarak şöyle diyor: Siz benden gelen vahye kulak vermek yerine, şeytandan ve nefsinizden gelen vesveselere kulak verdiniz. Bana kulluk etmek yerine şeytana kulluk ettiniz. Benim yolumdan gitmek yerine, onun gösterdiği yoldan gittiniz.

Onun yolundan gitmenin sonuçlarını gelen açıklamalarda göreceğiz.

62. Âyet: Akıl Ne İşe Yarar?

Bu konuda çok şey sayılabilir. Bu âyeti dikkate alarak söylersek, cevaplardan biri şu: Akıl birçok faydalı işin yanında, insanın kandırılmasını ve aldatılmasını önlemek için vardır. Âyet dolaylı olarak şunu diyor: Eğer aklınızı vahyin rehberliğinde kullansaydınız, bu kandırılmayı yaşamayacaktınız. Bu sonucu yaşamak istemiyorsanız, aklı tanıyarak, aklın işleyiş yasalarını bilerek aklı iyi kullanın.

Yoldan Çıkaran Kim?

Bu âyette şeytanın saptırma; yoldan çıkarma işinin faili olarak zikredilmesi hakiki değil mecazidir. Eğer hakiki olsaydı, yoldan çıkarılan insanları suçsuz olarak kabul etmemiz gerekecekti. O zaman da ahiretin, cezanın ve cehennemin bir anlamı kalmayacaktı.

Bu tür âyetleri okurken, âyeti doğru bir şekilde değerlendirebilmemiz için, konuya Kur’an bütünlüğünde bakmamız gerekiyor. Bu bütünlük içinden baktığımızda hemen tercihe göre takdir yasasını hatırlıyor ve diyoruz ki, her türlü sapmada; doğru yoldan ayrılmada insanın dilemesi ilk sebeptir. Bu sebebe bağlı olarak Allah (cc) sonuçları yaratır. Şeytanın buradaki rolü sadece vesvese vermektir.

Peki bu âyette neden şeytan bir fail gibi zikredilmiş?

Şeytan cinlerdendir. Cinlerden olduğu için de iradeli bir varlıktır. Yaptığı her kötü fiilin aynı zamanda failidir. Bu bilgiyi dikkate aldığımızda cevabımız şu oluyor: Âyet şeytanı sonucu yaratma anlamında fail olarak değil, sonucu tercih etme anlamında fail olarak öne çıkarıyor. Bu noktada, iradeli varlıklar olarak insanlar da cinler de tercih noktasında fillerinin faildir.472

63. Âyet: “Bu Vaad Ne Zaman Gerçekleşecek?”

Kendisine gelen vahiy ile Peygamber Efendimiz müşriklere kıyamet, hesap günü ve cehennemle ilgili âyetleri hatırlattıkça, tepki olarak en çok gelen sorulardan biri de “Bu vaad ne zaman gerçekleşecek?” sorusu idi. Âyet bu soruya net bir şekilde cevap veriyor: “İşte bu size vaad edilen cehennemdir.”

Bu âyetin doğrudan mesajı yanında bir de dolaylı mesajı var. Allah vaad etmişse, oldu bilin.

64. Âyet: Gerekçeli Karar

Haşir meydanına mahkeme-i kubra da diyoruz. Öyle olduğunu kabul ettiğimizde, her insan hakkında hüküm veriliyor. Her hükmün gerekçesi o insanlara okunuyor. İnkar edenlerin gerekçeli kararı okunurken, bütün gerekçeler şu cümlede özetleniyor. “Allah’ın ‘var’ dediklerini inkar etmenin sonucu girin cehenneme.”

Bu kararı Allah’ın mutlak adil olması ile birlikte düşündüğümüzde, bu kararın dünyaya mesajı şu oluyor: Allah (cc) zerre kadar haksızlık yapmaz. Karar okunduğunda, herkesin diyeceği şu olacak: Ben yaşadığım hayatla, yaptığım tercihlerle bu kötü sonu hak ettim.”

65. Âyet: İnsanın Bütün Organları Onun Hakkında Lehte ve Aleyhte Şahitlik Edecek

“İslam dini şahitlik konusuna neden bu kadar çok önem veriyor?” şeklinde gelecek bir sorunun cevabı adalettir; haksızlığın önüne geçmektir.

Âyeti bağlam içinde okurken bu âyetin bütün zamanlara verdiği mesajlardan biri de şu: “Ey insan! Sana zerre kadar haksızlık yapılmayacak. Çünkü yaptığın her şeyin şahidi bizzat sen olacaksın.”

Kur’an’da organların şahitliği – âyetle birlikte doğrudan- 3 âyette anlatılıyor.473 O âyetlerde farklı olarak zikredilen (deri ve göz gibi) organları da sayarsak toplamda 5 farklı organımız şahitlik edecek gibi görünüyor. Aslında bu beş farklı organ bize şu mesajı veriyor: “Bu âyetlerde bizim öne çıkmamız insanın eylem ve söylemlerinde bizim aktif olmamızdan kaynaklıyor. Bizi konuşturan Allah, gerektiğinde, insan bedeninde bizim gibi kendi başına konuşma yeteneği olmayan 37 trilyon hücreyi de konuşturur. Bunun yanında dilerse sizin temas ettiğiniz her şeyi de konuşturur. Bu gerçeği bilerek yaşayın.”

66-70 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

ÖN BİLGİ: BAĞLAM

Bu âyetler, her ne kadar bağımsız bir grup olarak görünse de dikkatli bir okumada önceki âyetlerdeki “uyarı” temasının devamı olarak görünüyor ve şu mesaja vurgu yapıyor “ahirette hiçbir şekilde bahaneniz olmayacak.”

66, 67. Âyet: “Eğer Şöyle Olsaydı”

Bu iki âyet de “dileseydik” şeklinde başlıyor ve şu mesajı veriyor: “Ey insanlar! Eğer biz size bu imtihan dünyasında başarılı olmak için akıl, mantık vicdan gibi iç donanım el, ayak, göz, kulak gibi dış donanım vermeseydik, bitki, hayvan, taş veya toprak olarak yaratsaydık, ahirette haklı bir bahaneniz olabilirdi. Biz sizi insan olarak yarattık. Bitki ve hayvanlarda olmayan özelliklerle donattık. O yüzden bahane aramak yerine vahyin rehberliğinde doğru yolu arayın. Bulunca da bir ömür sağa sola sapmadan orada kalma niyet ve gayretinizi ortaya koymaya çalışın.”

68. Âyet: Ömrünüz Bir Kum Saati Gibi Çalıştı

Bu âyet de bahane yok mesajına destek veriyor.

Âyet diyor ki: “Bu dünyada bazı insanlara uzun bazılarına kısa bir ömür verildi. Bu ömür bir kum saati; bir sayaç gibi işledi. İnsan bedeninin bütün parçaları hastalanmalarla, yaşlanmayla, zayıf düşüp başkalarına muhtaç olmakla insana sürekli fani olduğunu, aciz olduğunu, bu dünyada kalmak için değil, Allah’tan gelip, Allah’a dönmek için programlandığını sürekli hatırlattı.”

Bu âyet şöyle bir bahane getirenlere dolaylı olarak cevap oluyor. “Allah’ım ömrümü biraz daha uzatsaydın şunu bunu yapardım.” Bu talebin cevabı Fatır sûresi 37. âyette şöyle veriliyor. “…Size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? (Verdik.) Size uyarıcı da gelmedi mi? (Geldi. Peki, niçin inanmadınız? Size verilen o süreyi niçin değerlendirmediniz?) Şimdi tadın (bakalım azabı! Bugün) Zalimlerin yardımcısı yoktur.”

Bunların yanında 68. âyette uzayan ömrün uzamasının avantaj ve dezavantajlarına da işaret ediliyor.

Avantajlar: Dünyanın faniliğini hatırlatan şeylerin artması, dünyanın sevimsiz ve çekilmez hale gelmesi…

Dezavantajlar: Daha fazla dünyaya bağlanmak, azap sebebi olacak hata ve günahları daha da çoğaltmak…

Özetlersek, Allah bu dünyada ne kadar ömür verirse versin, bu dünyada dışarıdan bakıldığında (haksızlık ve eksiklik gibi görünen, o yüzden) anlaması ve anlatması zor olan her şeyin ahirette makul ve adil bir izahı var.474

69. Âyet: “Allah’ın Kelamına “İnsan Sözü” Dediniz”

Bu âyeti de bağlamı dikkate alarak bahanelere cevap olarak okursak, âyet şunu diyor: Siz Allah’tan size gelen elçiye “mecnun” dediniz, onun getirdiği Kur’an’a eskilerin masalları ve uydurulmuş sözler dediniz. Bununla da kalmadınız, “bizim şairlerimizin yazdığı şiirlere benzeyen bir şiir” dediniz. Madem Peygambere şair diyor,475 onun okuduğu âyetlere de şiir diyorsunuz, haydi bütün şairlerinizi toplayın, alabileceğiniz bütün destekleri de alın ve şiir dediğiniz bu sözlerin en kısasına bir benzer getirin. Ama ne kadar uğraşırsanız uğraşın getiremeyeceksiniz.”476

“Ona Şiir Yakışmaz” Ne Demek?

Bu âyette bir “ima” var. Kur’an Şuara sûresinde şairleri ikiye ayırıyor. Önemine binaen âyetleri verelim.

224. (İnsanları sahip olmadıkları özelliklerle övüp göklere çıkaran veya yerip onların itibarlarını yerle bir eden, şiirlerinde abartıyı ve yalanı bolca kullanan) Şâirlere gelince onlara (ancak kendileri gibi yoldan çıkan) azgın kimseler uyar.

225. (Bu tür şâirlerin, kimde daha çok çıkarı varsa, ona yandaş olup, sanki her konuda uzmanmış gibi) Her vâdide şaşkın şaşkın dolaşıp (her konuda ahkam kesip) durduklarını görmez misin?

226. Ve (bunun yanında) onlar (sözlerinin tesirini artırmak için yapmadıkları ve asla) yapamayacakları şeyleri (de) söylerler.

227. Ancak (her şâir böyle değildir) iman edip iyi işler yapanlar, Allah’ı çok çok ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini (veya başkalarını şiir gibi çağının en etkili silahı ile) savunanlar başkadır.”

69. âyet net bir şekilde şu mesajı veriyor:

70. Âyet: Yâsîn sûresinin Kalbi Olan Âyet

Peygamber Efendimiz (sav) Yâsîn sûresini Kur’an’ın kalbine benzetmişti. Biz de o benzetmeden yola çıkarak, bu âyeti bu sûrenin kalbine benzetiyoruz. Bu âyet özelde bu sûrenin, genelde bütün sûrelerin ve peygamberlerin misyonu olan “uyarma” görevini öne çıkarıyor. Bu göreve bağlam açısından bakarsak, bu sûrenin iki bağlamı var.

Birinci Bağlam: Bu bağlamda âyeti önceki âyetlerin devamı olarak okuyoruz. Âyet bütün zamanlara şunu diyor: Kur’an’ın bir görevi de insanları uyarmaktır. Dünyadaki tercihlerinin sonuçlarını, hayattayken onlara göstermektir. Böylece inkar edenlerin hiçbir bahanesi kalmasın ve hak ettikleri sonu yaşasınlar.

İkinci Bağlam: Bu bağlamda âyeti günümüzde yaşanan fiili durumla birlikte okuyoruz.

Bu fiili durumda, Yâsîn sûresini dirilerden çok ölülere okuyanları görüyoruz. Bu âyet onlara da mesaj veriyor ve “Öncelik yaşayanlar” diyor.

Bu konuya da sûrenin başında “Kur’an Okurken Önceliğiniz Ölüler mi, Diriler mi?” başlığı altında değinmiştik. Oraya havale ederek burada nokta koyuyoruz.

71-76 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(71-76) ÂYETLER İÇİN GENEL DEĞERLENDİRME

Bu sürenini konusu baştan sona ahiret. Her âyet ya doğrudan ya da dolaylı olarak bu konuya işaret ediyor. Ölüm, diriliş, cennet-cehennem gibi doğrudan yapılan işaretleri biliyoruz, dolaylı işaretler ise onların olacağına, gerçekleşeceğine şahitlik eden âyetler.

Şu an yine böyle bir âyet grubunun içindeyiz. Bağlamı dikkate aldığımızda, önceki âyetlerde doğrudan cennet-cehenneme değinildi, hesap günü hiç kimsenin bahanesi olmayacağına işaret edildi. Burada gelen âyetlerin özet olarak verdikleri ortak mesaj şu: “Allah’ın olacağını vaad ettiği her şeyin şahidi olanlardır. Allah’ın dünyada yoktan yarattığı her şey, ahiretin; cennetin ve cehennemin yaratılacağına en güçlü şahittir.”

Bu kısa değerlendirmeden sonra âyetlerin tefsirine geçebiliriz.

71. Âyet: “Bunları Yaratan Onu Neden Yaratamasın?”

Aşağıda nimet kelimesine ayrıca işaret edeceğiz. Bu âyette 7. asrın Mekke’sinden en fazla öne çıkan nimetlere dikkat çekiliyor. O gün için Mekke insanına “Sizin için en değerli nimetler hangileridir?” diye sorulsaydı, en başa deve, at, inek, koyun, tavuk, kedi köpek gibi hayvanları koyacaklardı. Bu nimetlere, yaratılan tüm nimetlerin temsilcisi olarak işaret ediliyor ve onlar üzerinden şu mesaj veriliyor: Bunları yaratan, bunların içinde yaşadığı dünyayı ve kâinatı yaratan Allah, kıyametin ardından ahireti de yaratacaktır. İlk yaratılış ikinci yaratılışın şahididir.

Âyette öne çıkan üç nokta var onlara da kısaca işaret edelim.

Birinci Nokta: Eller Üzerinden Verilen Tevhid Dersi

Bizim âyette “kudretimizin bir eseri olarak” şeklinde meal verdiğimiz bölümün motamot çevirisi, metinde “ellerimizin yaptıklarından” şeklinde geçiyor. “Allah (cc) elleri olmadığı; ele, ayağa, göze, kulağa ihtiyacı olmadığı halde neden bu şekilde mecazi bir anlatım tercih ediyor?” sorusuna Tefsir Usulümüzde (19) Mecaz/Teşbih Yasasında geniş olarak değindik.

Burada şu kadarını ifade edelim. Bu ifade üzerinden şu mesajlar veriliyor:

Birinci Mesaj: O gün de bugün de insanlar birinden yardım alırken, birine yardım ederken ellerini kullanılır. Elin bu kadar öne çıktığı bir dünyada bu âyet ve benzeri âyetler şu mesajı veriyor: “Bu dünyada kimin elinden ne alırsanız alın, onu Allah’ın elinden alıyor gibi alın, Allah’ın kudret eliyle yaratıp verdiği nimetler olmasaydı, arada verici gördüklerinizin elleri boş kalacaktı.”

İkinci Mesaj: El genelde imalatı, üretimi çağrıştırır. O yüzden bir deyim olarak “bu iş onun elinden çıkmış” veya “bu işe onun eli değmiş” denir.

Bu bilgiyi dikkate aldığımızda âyetteki elin mesajı şu oluyor: “Bu nimetlere Allah’ın eli değmiştir. Bu nimetler O’nun elinden çıkmıştır. O’ndan başkası bunları yaratıp size veremez.”

İkinci Nokta: Nimet Hayvan İlişkisi

Bizim mealde “hayvanlar” diye çevirdiğimiz kelime Arapça metinde “enâmen” şekliden geçiyor. Bu kelime nimet anlamına gelen n-a-m kökünden geliyor. Burada soru şu o gün Araplar hayvanlara neden nimetler anlamına gelen “enam” demişler? Bu sorunun cevabı belli; 7. asrın Mekke’sinde, sokaktaki insanlara “Allah’ın size verdiği en büyük nimetleri sayın” denilseydi, deve, at, sığır, koyu, keçi gibi hayvanlar öne çıkacaktı.

Üçüncü Nokta: Mülkiyet Mecazi, Gerçek Olan Emanet Olduğu

Âyete bizim “Sahibi oldukları” anlamı verdiğimiz kelime Arapça metinde “malikûn” şeklinde geçiyor. Burada soru şu: Mülkün gerçek sahibi Allah olduğu halde, âyet neden sanki insan “malikmiş” gibi bir dil kullanılıyor?

Bu dil mecazi bir dil. Bu dil üzerinden şu mesaj veriliyor: Ey insan! Sana emanet olarak verilen bu nimetin “veriliş amacına uygun kullanılmasından sen sorumlusun.” O yüzden “benim” derken, “benim” ifadesini “o nimetin emanetçisi ve sorumlusu benim” anlamında kullan.

72. Âyet: Boyun Eğdirdik

Bu âyet de önceki âyetin mesajına vurgu yapıyor. Bizim mealimizde “hizmetinize sunduk” şeklinde çevirdiğimiz ifadenin motomad çevirisi “boyun eğdirdik” şeklinde. Kur’an’da bu anlamda bir de “sahhara”477 ifadesi geçiyor. O ifade ile ilgili yaptığımız açılamalar hatırlandığında burada mesaj şu oluyor: “Allah bu varlıkları bu şekilde yaratıp hizmetinize sunmasaydı, sizin onları yoktan yaratmanız, bu hale getirmeniz, onlara boyun eğdirmeniz imkansızdı. Bugün bu hayvanların hem kendilerinden hem de yan faydaları olarak sayılan etinden, derisinden, sütünden, yumurtasından faydalanıyorsanız, bunu Allah’ın “elinden” bilin. Asıl ve öncelikli şükrü O’na yapın.”

73. Âyet: Bu Âyetler Bugün İnse …?

7. asırda hem Mekke ve çevresinde hem de dünya genelinde insanların en büyük geçim kaynakları tarım ve hayvancılıktı. Ulaşımda alternatifi olmayan tek araç at ve deve idi. Böyle bir ortamda, öne çıkan nimetler, âyetlerde de öne çıkıyor. Peki, aynı âyetler bugün inse içerik değişir miydi? O günkü tarım toplumunun bugün sanayi toplumuna evrilmesi ile birlikte içeriğe yeni ilaveler yapılabilirdi. Bu ilavelerin başında da petrol, kömür, demir, çelik, bakır, çinko, alüminyum ve nikel gibi yeraltı kaynakları yer alırdı (Allahü a’lem). Bunlar yer aldığı için de faydalardan bahsedilirken bunların faydaları da öne çıkarılacaktı.

Özetlersek, Kur’an temel ölçüleri verdikten sonra, “O asırda inen âyetler bu asırda inseydi nasıl olurdu?” sorusunun cevabı üzerinde düşünmeyi bize bırakıyor. Biz bir örnek ortaya koyduk. Temel ölçülere riâyet ederek bu örneğe yeni ilaveler yapmak mümkün...

“Hala Şükretmiyorlar mı?”

Söz nimetlerden açılınca, o sözün dönüp dolaşıp geleceği yer şükür oluyor. Bunun benzerini aynı soru kalıbı içinde 35. âyette görmüştük. Orada “Tavuk Yumurta, Arı Bal, İnek Süt Vererek Şükreder, İnsan…?” bu başlık altında yaptığımız açıklamalara bakılabilir.

74. Âyet: Evet, Hâlâ (Kur’an ve Sünnet Ölçülerinde) Şükretmiyorlar

Önceki âyet “Hala şükretmiyorlar mı?” sorusu ile bitmişti. Bu âyet, o soruya cevap olarak geliyor. Evet, Allah’a şükrediyorlar ama O’ndan gelen nimetleri de aradaki vasıtalardan biliyorlar. O vasıtaları kendilerine put yapıyor, onlara ilah diye tapıyorlar. Allah’a yapılacak şükrün bir kısmını da bu sözde ilahlara yapıyorlar.

Bunun sebebini Tefsir Usulümüzde (10) İnkar/Küfür Yasasında ve Farklı Bir Açıdan İslam kitabımızda (sayfa 87) örnekler üzerinden geniş olarak açıklamaya çalıştık. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

Burada farklı bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz. “Geçmişten bugüne sözde ilah edinmelerin altında yatan en büyük sebepler nelerdir?” diye bir soru sorulsa, o sorunun cevaplarından biri de 74. âyette geçen “yardım göreceklerini umarak” ifadesi oluyor.

Tevhid dini olan İslam yardım üzerinden gerçekleşen bu sapmanın önüne geçmek için beş vakit namaz kılan biz Müslümanlardan günde kırk defa “Allah’ım sadece ve sadece senden yardım isteriz.” dememizi istiyor.

Fatiha sûresinde 5. âyetin tefsirinde bu konuya şu soruyla işaret etmiştik; “SADECE ALLAH’TAN DEĞİL BAŞKASINDAN DA YARDIM İSTİYORUM. BU ÇELİŞKİ DEĞİL Mİ?

“Bir farkındalıkla birlikte söylenirse, çelişki değil.” demiştik. Bilinçli bir Müslüman 71. âyette de ifade ettiğimiz gibi, kendisine insanların eliyle gelen bütün nimetleri/yardımları Allah’tan bilir. Allah’ın yaratıp verdikleri olmasa, hiç kimsenin kendisine yardım edemeyeceğini de bilir. İşte Fatiha sûresindeki “Allah’ım sadece ve sadece senden yardım isteriz” ifadesi bu bilginin bilinç, inanç ve itikat haline gelmesinin ifadesidir.

Bu yönüyle çok büyük bir farkındalıktır. Bu farkındalığın olduğu yerde, şirk olmaz. Sözde ilahlar kendine hiçbir şekilde yer bulamaz.

75. Âyet: İlginç Bir Manzara

Bu âyet insanların geçmişte ve günümüzde düştükleri gülünç durumu çok kısa bir cümlede betimliyor. Bu betimlemeyi biraz daha somut hâlâ getirmek için bir örnek verelim.

Bir ilah düşünün, kendisine tapılıyor, kendisine adaklar adanıyor, kendisinden emniyet, huzur, güven, sağlıklı bir yaşam gibi şeyler isteniyor. İnsanlar bu ilah için tapınaklar yapıyor, sonra bu tapınakları birtakım tehlikelerden korumak için asker gibi kapısında nöbet tutuyorlar.

Bu manzara ilginç değil mi? Bir varlık hem ilah olacak kendisine tapılacak hem de kendisine tapanların korumasına muhtaç olacak. Buna tapan insanlar da bu tezatın farkına varmadan tapma işine devam edecekler.

“Bu ilginç manzaranın örnekleri var mı?” denirse, geçmişte bunun çok sayıda örneğini görüyoruz. Günümüzdeki örnekleri de size bırakıyoruz.

Özetlersek bu betimleme ve bu betimlemeyi doğrulayan örnekler insanlar vahyin rehberliğinden ayrılırsa, onların ne hallere düştüğünü gösteriyor.

76. Âyet: Teselli

Tefsir Usulümüzde (18) Nüzul Yasasında Kur’an için hayat kitabı demiş, onun hayatın olağan akışıyla uyumlu olduğunu söylemiştik. Bu uyumu dikkate aldığımızda, 76. âyet de hayatın doğal akışı ile gâyet uyumlu görünüyor. Bu uyumun örneğini daha önce Kıyamet sûresinin 16-19 arası âyetlerini tefsir ederken “Öğretmen Matematik Dersi Anlatırken, Konu Dışına Çıkabilir mi?” başlığı altında vermiştik. Burada da benzer bir durum var.

Bu durumu da bir örnekle anlatalım. Sizin güvendiğiniz bir elçiniz var. Gece-gündüz zor şartlar altında çalışıyor. Verdiğiniz görevleri yerine getirmeye çalışırken, muhataplarından ağır hakaretler işitiyor. Ama hiç de şikâyet etmiyor. Siz bir âmir olarak onun bu durumunu biliyor ve onu teselli ediyorsunuz. Aynen böyle olmasa bile buradaki âyetler de benzer bir şekilde bu misyonu yerine getiriyor.

Bu ve benzeri âyetler Peygamberi Efendimize şunu diyor: Üzülme Allah seninle birlikte. Yaşadıklarını çok iyi biliyor. Sana bu hakaretleri yapanların gizledikleri ve açığa vurdukları bütün planları da biliyor. Sen vazifene devam et. Senin arkanda âlemlerin Rabbi olan Allah var. Senin hakkında plan yapanların bütün planları boşa çıkacak. Bugün olmasa da yarın üzülme sırası onlara da gelecek.

Özetlersek, Peygamberler de insandır. Onların da teselliye ihtiyacı vardır.

77-83 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

ÖN BİLGİ: Yukarıda 71-76 arası âyetler için yaptığımız genel değerlendirmeler bu âyet grubu için de geçerli. O yüzden doğrudan âyetlerin tefsirine geçiyoruz.

77. Âyet: Bir Kere Daha Kur’an İnsan Sözü Olamaz

Bu âyetin ilk bölümü insanın biyolojik yaratılışından bahsediyor. Biz bu konudaki değerlendirmelerimizi nutfe, meni kelimelerinin aynı âyet içinde geçtiği Necm (46. Âyet) ve Kıyamet (37. âyet) Sûrelerinde “Kur’an İnsan Sözü Olamaz” başlığı altında yaptık.

“Kur’an İnsan Sözü Olamaz, Kur’an Allah’ın kelamıdır.” sözüne “Allah’ın imzası (mührü, turrası)” dersek, bu imza Kur’an’ın bütününde görülebileceği gibi, “bilimsel âyet” diyebileceğimiz bu tür âyetlerde çok daha net bir şekilde görülüyor. Bu âyetin öncelikli mesajını daha önce geçen ilgili âyetlere havale ettikten sonra âyette geçen iki noktaya değinmek istiyoruz.

Birinci Nokta: “İnsan Görmez mi ki”

Bu âyette ince bir nokta var. 7. asrın tıp bilgisine göre insanların o gün gördükleri insanın erkekten çıkan meniden yaratılması idi. Âyetin başında geçen “İnsan görmez mi ki” ifadesi üzerinden dolaylı bir mesaj veriliyor: Evet insan bugün meniyi görüyor ama gelecekte ilimler bilimler geliştiğinde, o meni içinde 200 milyon civarında sperm/nutfe olduğunu da görecek. O nutfenin annenin yumurtasını dölleyerek zigota dönüşeceğini de görecek… ve daha birçok şeyi zamanla göre göre öğrenecek…”

İkinci Nokta: Bu Gerçeği Gördüğün Halde Hâlâ Nasıl Hasım Olabilirsin?

Âyette geçen “Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş.” ifadesini bir hayret ve şaşkınlık ifadesi olarak okuyabiliriz. Âyet dolaylı olarak şunu diyor: “Hayret! Yoktan yaratılmasına, bir damla sudan bu hale getirilmesine şahit olan ve bu işi yapmadan kendisi dahil bütün insanların aciz kaldığını bilen insan nasıl bu gerçeği yok sayabilir? Yaratana dost olması gerekirken, nasıl düşman olacak kadar haddini aşabilir? Yaratana kul olması gerekirken nasıl isyan edebilir? … Yazık!”

78. Âyet: “Hasım Olma Konusunda Bir Örnek Var mı?”

Bu âyet önceki âyeti okuduktan sonra, akla gelebilecek olan “Hasım olma konusunda bir örnek var mı?” sorusuna cevap verecek şekilde geliyor. Bu konuda bir değil, belki binlerce örnek var. Çeşitli gerekçelerle alaycı bir dille ahireti inkar eden bütün insanları parantez içinde ismini verdiğimiz şahsın yerine koyabiliriz. Âyette geçen “Kendi yaratılışını unutuyor” ifadesi bu tür insanların en büyük problemini ortaya koyuyor.

Âyet bu ifade üzerinden şu mesajı veriyor: Eğer insan kendi yaratılışını hatırlasa o yaratılış üzerinden bir tefekkür etse hem sorduğu soruların cevabını bulacak hem de hasım olmak yerine Allah’a dost olacak.

Soruların cevabına aşağıdaki âyette işaret ediliyor.

79. Âyet: Ahiretin Varlığı Nasıl İspatlanır?

Bu sorunun cevabı çok önemli.

Bugün “ben Müslümanım” diyen insanlar içinde, Müslüman olmanın gereğini tam olarak yapmayan, yapamayan bütün insanların farkında olmasalar bile en temel problemi ahirete imandaki zafiyettir. Neden bu kadar net konuşuyoruz? Çünkü insan tabiatını biliyoruz. Eğer Allah (cc) imtihan dünyasının dekorunu değiştirseydi, bütün insanlar haftanın beş günü dünyada çalışsa ve hafta sonları ahirete gidip; cennette tatil yapsalardı… böyle bir dekorda ahireti inkar eden bir tek insan kalmayacaktı. Evet hem insan olmanın hem de Müslüman olmanın gereğini yapmamanın en temel sebeplerinden biri de ahirete imandaki zafiyettir.

Biz bu konuyu “Farklı Bir Açıdan İslam” kitabımızda çok geniş olarak işledik. Özellikle orada geçen “46. Temel bilgi: ilk yaratan varsa…” (sayfa 196) başlığı altında bu âyet ile ilgili makul açıklamalar yaptık.

Burada onun devamı olarak farklı bir değerlendirme daha paylaşmak istiyoruz. Kur’an ahireti inkar edenlere, “ilk defa yaratmış olan (tekrar) diriltecek.” İfadesi ile ilk yaratılışı hatırlatıyor. Peki hatırlayınca ne oluyor? Bir bakalım,

Hatırlamak için “yaratılışı tâ en başa sardıralım” ve “Şu çürümüş kemikleri KİM diriltecek?” diye soran insana soralım,

Bu ve benzeri sorulardan sonra âyetteki soruyu bir kere daha soralım “Şu çürümüş kemikleri KİM diriltecek?” Cevap: Tek hücreli spermden 37 trilyon hücreli insanı yaratan Allah. Çürümüş kemik haline geldiğinde insanı tekrar yaratacaktır. İkinci yaratılışın inkarı ilk yaratılışın inkarına bağlıdır. İlkinin inkarı imkansız olunca, ikincinin inkarı da imkansız olur.

Özetlersek, Kur’an başlıkta sorduğumuz “Ahiretin Varlığı Nasıl İspatlanır?” sorusuna, “işte böyle cevaplanır” diyor. Bir kere daha ifade edelim. Bu cevap inkarı imkansız hale getiriyor. İnkar imkansız olunca, inkar edenlerin yaptığı şey, güneş varken gözünü yumup, “bana göre güneş yoktur” diyen insanın haline benziyor.

80. Âyet: İki Zıt: Yeşil Ağaç ve Ateş

Bu âyetten çok şey anlamak mümkün. “Ama öncelikle anlaşılması gereken nedir?” denirse, bağlamı dikkate aldığımızda, Allah (cc) bu âyet üzerinden öncelikli olarak şu mesajı veriyor: “Ey insanlar! Sizin için imkansız görünenler, Allah için mümkündür. Ölüden diri çıkarma konusunda siz acizsiniz ama Allah Kâdirdir. Bu konuda hemen yanı başınızdaki yeşil ağaçlara bakın. O ağaçları yoktan yaratmada aciz olduğunuz gibi, o ağaçlara yanma özelliği vermede, o ağaçlara yanan her şeyin yanmasını sağlayan oksijen üretme bilgisini vermede de acizsiniz. Ama Allah her şeye Kâdirdir.”

Bu öncelikli mesajdan sonra, bu âyetle ilgili bir noktaya daha işaret etmek istiyoruz.

Yeşil Bitki, Oksijen ve Ateş Arasındaki İlişki

Bu âyetlerin indiği 7. asrın Mekke’sinde yeşil bitki ile ateş arasında, bugün bildiğimiz şekliyle bir ilişki bilinmiyordu. Âyet o asra o asrın idrak seviyesinde hitap ederken, bu asra da bu asrın idrak seviyesinden hitap ediyor.

Bu asrın idrak seviyesinden âyete baktığımızda şunu görüyoruz. Bu âyette yeşil ağaçtan ve ateşten bahsediliyor. Bu âyeti bir denklem ile ifade edersek,

Denklem şöyle: X + X = Ateş. Âyette “X”in birini (yeşil ağacı) görüyoruz ama 2. “X”i (oksijeni) görmüyoruz. Bugünkü bilgi seviyesinden denklemi yazarsak, karşımıza şu çıkıyor.

X (Yeşil bitkilerin fotosentez yapması) + X (Oksijen üretmesi) = Ateş. Daha sade yazarsak, Fotosentez + Oksijen = Ateş. Fotosentez ile oksijen arasındaki ilişki 17. asırdan sonra keşfedildi. Normal şartlarda oksijen olmadan ateşin de yakılamayacağı yine aynı asırda keşfedildi. Bu bilgiyi dikkate aldığımızda, 80. âyet bize şunu diyor: Bu âyetin indiği 7. asırda hiçbir insan yeşil bitki ile oksijen, oksijen ile ateş arasındaki ilişkiyi bilmiyordu. Âyete bu açıdan bakarak bir özet yaparsak: Bu âyet de diğer bilimsel âyetler gibi “Kur’an insan sözü olamaz” gerçeğinin altına güçlü bir imza atıyor.479

81. Âyet: Dersin Sonuna Geliyoruz

Âyetlerin akışına baktığımızda, son âyetler bir öğretmenin sınıfta verdiği dersin sonuna doğru konuyu özetlemesine benzer bir şekilde geliyor. Bu bağlamda bu âyet “ilk defa yaratmış olan (tekrar) diriltecek” âyetine benzer bir şekilde şu mesajı veriyor: “Fani olan şu dünyada gökleri ve yeri ilk defa yaratan Allah, baki bir âlemi neden yaratamasın? Bunu yoktan yaratması, O’nu da yaratacağına şahit olarak yeter.”

2 Defa Geçen Alîm İsmi Üzerinden Verilen Mesaj

79. âyette geçen Alîm ismi bu âyette bir kere daha geçiyor. Verilen mesajlardan biri şu: “Ey insanlar! Siz bile bir şeyin ilkini yapacak bilgiye sahip olanın, onun ikincisini daha kolay yapacağını biliyorsunuz. Aynı şeyi her şeyi bilen (Alîm), her şeyi yaratmaya (Hâlık) gücü (Kâdir) yeten Allah için düşündüğünüzde, -Allah için zor-kolay yoktur ama- bu işin olması sizin “ol” kelimesini söylemeniz gibi kolaydır ve çabuktur.

82. Âyet: “Ol” Der, Sonra Hemen Oluverir

İniş sırasından yaptığımız okumada Kur’an’da Allah “Ol der Oluverir” (künfeyekûn) şeklinde gelen dokuz ifadenin ilkini bu âyette görüyoruz.480 Şu sorularla hem konuyu açalım hem de bu konudaki bazı ezberlerimizi güncelleyelim;

Bu konuya Tefsir Usulümüzde (17) Vahiy Yasasında “Birinci Bölüm: Kader/Vahiy İlişkisi Nasıldır?” başlığı altında geniş olarak anlattık.

Özetlersek, Allah’ın (cc) üç “ol” emri var.

77-80 arası âyetlere bakarak, 82. âyeti bağlam ile birlikte okuduğumuzda üçüncü ol emrinden bahsedildiğini anlıyoruz. Bu emir, konusu ahiret; ölümden sonra diriliş olan Yâsîn sûresinin özeti gibi oluyor. Bu özetin mesajı gâyet net: Öldükten sonra dirilme, Allah’ın “ol” demesi ile hemen oluverecek.

83. Âyet: Subhân = Aksini Düşünmeyin

Subhân kelimesi Kur’an’da Suhbân şeklinde 41 defa geçiyor. Bu kelimenin geçtiği yerde öncelikli verdiği mesaj şu: “Başında ve içinde bu kelimenin geçtiği hiçbir konu için aksini düşünmeyin. Çünkü Allah (cc) her türlü eksikten (noksandan, azcden, kusurdan, zaaftan) uzaktır. O yüzden O ne diyorsa olacaktır.”

Bu âyeti de dış ve iç bağlam ile birlikte okuduğumuzda bu anlamı görüyoruz.

Bu kadar net. Burada net olan başka bir şey daha var. Bu netliği göremeyenler ve gösteremeyenler varsa onlar bilsin ki, bu eksikliğin sebebi kesinlikle İslam dini değildir. Onların bu konuları anlamak için yerine getirmeleri gereken ön şartları tam olarak yerine getiremeyişleridir.

YÂSÎN SÛRESİ BANA NE DİYOR?

Son âyetin son cümlesi üzerinden bana, sana, hepimize denilen gâyet açık. Öleceğini adı gibi bilen, Ahirete ve Allah’a döneceğine kesin olarak iman eden bir insanın yaşaması gereken hayatı yaşıyor musun? …

Mekke’de Vahyin Rehberliğinde 6. Yıl

42/25. FURKAN SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-6 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

ÖN BİLGİ: Genel Değerlendirme

Açıklamalı Melalimizin giriş bölümünde bu sûre ile ilgili genel değerlendirme sayılacak bilgiler verdiğimiz için, burada yapacağımız değerlendirmeyi oraya havale ediyor “Furkan ve Faruk” kavramları için yaptığımız açıklamalara bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

1. Âyet: Öne Çıkan 3 Nokta Üzerinden Verilen Mesajlar

Bu âyette bazı noktalar öne çıkıyor:

Birinci Nokta: “Kuluna”

Âyetin başlangıç ifadesi olan “Tebâreke” kelimesini de birinci sıraya koymak mümkündü ama biz mesaj yoğunluğunu dikkate alarak özellikle “kuluna” ifadesini tercih ettik. Âyet şöyle de başlayabilirdi “İnsanları uyarsın diye Peygamberine/Resulüne/Elçisine Furkan’ı indiren…” Burada şöyle bir soru soralım: Böyle denmeyip de kuluna denmesinin hikmetleri nelerdir?

Birinci Hikmet: Sûrenin akışı böyle bir başlangıcı gerekli kılıyor. Aşağıdaki âyetlerden, nüzul ortamında, insan üstü özelliklere sahip melek peygamber beklentisi olan insanlar görüyoruz. “Kuluna” ifadesi üzerinden onlara verilen mesajlardan biri şu oluyor: Sizden melek gibi bir hayat yaşamanız istenseydi, Allah melek de gönderebilirdi. Ama siz insansınız. Allah sizden kul olmamızı istiyor. Öyle istediği için de içinizden birini Allah’a karşı kulluğun nasıl yapılacağını öğretmek için gönderiyor.”

İkinci Hikmet: Asıl bu noktaya vurgu yapmak istiyoruz. Âyet diyor ki: Allah peygamberin misyonunu yani ona verdiği görevi sizden de bekliyor.

Neydi görev?

Bu açıklamaları dikkate aldığımızda âyet şunu diyor:

Bu noktada bir Müslüman “Bu Kur’an Allah’ın Resulü ile birlikte bana da indi, o Allah’ın elçisi, ben de o elçi tarafından -başta kendimi sonra çevremdeki insanları uyarmak için manen görevlendirilen bir elçiyim.”482 derse, Kur’an’ın “kuluna” ifadesi üzerinden vermek istediği mesajı anlamış olur.

İkinci Nokta: Uyarıcı

Kur’an çok fazla önem verdiği için önceki âyetlerin tefsirinde uyarma konusu hakkında geniş açıklamalar yapmıştık.483 Burada önemine binaen bu kelime üzerinden bütün zamanlara verilen mesajı bir kere daha tekrar edelim: “Sadece peygamberler değil, onların davetine icabet eden her Müslüman da uyarıcıdır.”

“Uyarmak her Müslümanın üzerine vazife mi?” diye sorulursa cevabımız şu olur: Evet, bir konu insanlar için çok önemliyse, insanlar içinde o konunun önemini bilemeyenler, göremeyenler varsa onları uyarmak insan olmanın ve Müslüman olmanın gereğidir.” Fakat bu işin bazı şartları var;

Kısaca, uyarma işinde Kur’an’ın koyduğu bu ve benzeri ölçülere riâyet edecek.484

Üçüncü Nokta: Tebâreke

Âyette bâreke kelimesiyle başlıyor. Mubarek kelimesiyle aynı kökten gelen, tebâreke kelimesi, bu formda/şekilde Kur’an’da 9 defa geçer. İlginçtir bunun üç tanesi bu sûrede (1, 10 ve 61. âyetlerde) geçer.

“Bunun mesajı nedir?” diye sorulsa, Allahü a’lem diyerek şunları diyebiliriz:

Önce genel mesaja bakalım: Ey insanlar! Allah (cc) yücelerin yücesidir. O yücelikten size de bir pay vermiştir. Onun razı olduğu hayatı yaşarsanız, O’nun katında yücelirsiniz. Sizin yücelmeniz demek, sizin hayatınızın bereketlenmesi demektir. Hayatınızın bereketlenmesi demek, dünyada bir yaptığınıza ahirette binler karşılık görmeniz demektir. Haydi hayatınızı bereketlendirecek olan Kur’an’ı siz de içinize indirin, içinize sindirin, davranışlarınızda güzel ahlak olarak göstermeye gayret edin.

Bu sûre üzerinden verilen özel mesaja gelirsek, bu sûrenin girişinde ifade ettiğimiz gibi Kur’an’ın insana kazandırdığı en büyük meziyetlerden biri Furkan ve Faruk sıfatını almaktır. Bu sıfatları alan insanın hayatı bereketlenir. “Bu bereketin önemine ve büyüklüğüne dikkat çekmek için tebâreke kelimesi bu sûrede üç defa tekrar ediliyor.” diyebiliriz.

2. Âyet: Ortam Okuması: Algıyı Düzeltmek

İniş sebebini gösteren rivâyetlere baktığımızda, Kur’an’da iniş sebebi bilinmeyen âyet sayısı, bilinenden çok ama çok fazladır. Fakat bu iniş sebebi bilinmeyen âyetlerinin iniş sebeplerinin bilinemeyeceği anlamına gelmez.485

Ortam okuması yaparak, bütün âyetlerin iniş sebeplerini -kesin budur dememek şartıyla- tespit etmek mümkün olabilir. Daha önce de örneğini gösterdiğimiz ortam okuması hakkında kısa bir bilgi verelim;

Ortam okuması yapmak şu demek: Bu âyetlerin indiği Mekke toplumunda gündem nedir? İnsanlar nasıl düşünüyor? Neleri konuşuyor? Bu açıdan baktığımızda, inen âyetlere “sonuç” dersek, bu sonuçtan yola çıkarak bu âyetlerin inme sebeplerini bulabiliriz.

Nasıl?

Bunları anladığımız gibi, âyette geçen ifadelerden de şunları anlıyoruz. Bu âyetin indiği Mekke ortamında şunlar konuşuluyordu;

Bunlara yanlış algı dersek, Kur’an önce bir ortam okuması yapıyor, sonra da doğru algıyı ortaya koyuyor.

Âyette Gökler ve Yer Vurgusu

Daha önce de ifade ettik. Bir âyette gökler ve yer ifadesi geçiyorsa, öncelikle mesajlardan biri şudur: Gökleri ve yeri içine alan yaratılan âyetlerin tamamı, indirilen âyetlerin doğruluğuna şahittir. Bu kâinatı yaratan da insanlara İslam dinini gönderen de Allah’tır. Sûre bu şekilde bir başlangıç yaparak şu mesajı veriyor: Gelecek âyetleri okurken, bu âyetlerin doğruluğuna göklerin ve yerin şahit olduğunu bilerek okuyun.

“Bir Ölçüye Göre Takdir Edilmiştir”

Âyette geçen bu cümlenin benzeri daha önce geçmişti. Orada yaptığımız açıklamalara bakılmasını tavsiye ediyoruz.486

Bağlam: Kimler İlah Olamaz

Bu âyeti bağlam içinde okuduğumuzda, âyet bir sonraki âyet için önden şu mesajı veriyor: Göklere ve yere hükmedemeyen, ortağı olan, yaratılan hiçbir şeye ölçü koyamayan birinden ilah olamaz.

3. Âyet: Vahiy, Aklı Doğru Kullanmanın Kılavuzudur

Bu âyet bize vahyin rehberliğinden bağımsız kendi başına hareket eden bir aklın düştüğü durumu gösteriyor ve şunu diyor:

Aklını kullanmayan insanlar,

İnkarın Anatomisi

Kur’an’da bu ve bunu takip eden âyetler bizi hayalen bir anatomi dersine götürür; inkarı bir kadavra olarak önümüze koyar ve onun mahiyetini bize gösterir. Nasıl gösterir? Cevap: Aklın İşleyiş yasası üzerinden gösterir. O yasayı işlettiğimizde o yasa bizi şu iki noktaya getirir.

Biz hem Tefsir Usulümüzde hem de önceki âyetlerin tefsirinde bu konu hakkında çokça değerlendirme yaptığımız için, bu tespitlerimizin açıklamasını oraya havale ediyoruz.

Özetlersek âyet bize diyor ki: İnkarın temeli çürük. Bu çürük temel üzerine bina edilecek hiçbir şeyin ayakta durma ve insanlara fayda verme ihtimali yoktur.

4. 5. Âyet: Müşriklerin (Dolaylı) İtirafı: Kur’an Allah Kelamıdır

Bu âyetlerde Kur’an’ın Allah kelamı olduğuna iman etmeyen müşriklerin iman etmeme gerekçesi olarak ortaya koydukları en ciddi (!) iddiaları görüyoruz. Bu iddialar başlıkta da ifade ettiğimiz gibi, dolaylı bir şekilde itiraf oluyor.

İddialara yakından baktığımızda, dilimizden şu dökülüyor: Hz. Muhammed’i (sav) çok ama çok iyi tanıyan müşrikler, bula bula bu gerekçeleri mi bulmuşlar. Bu gerekçelere müşriklerin vahyin karşısındaki acziyetini gösterme adına birkaç nokta altında çok kısa değinmek istiyoruz.

Birinci Nokta: Uydurulan Bir Yalan

Kur’an, bu iddiaya diyor ki, haydi madem yalan, o zaman yalan olduğunu ispatlayın. Yalan olduğunu ispatlamanın imkansız olduğunu, buraya kadar tefsirini yaptığımız âyetlerde “Kur’an Allah’ın kelamıdır” tespitini yaptığımız yerlerde özellikle öne çıkardık. Bundan sonra da yeri geldikçe bunun örneklerine işaret edeceğiz.

İkinci Nokta: “Başkasından Yardım Aldı”

Kur’an burada dolaylı olarak şunu diyor: “Madem böyle diyorsunuz iki şey yapın;

Birincisi: Sizin söz ustası sayılacak şairleriniz edipleriniz var. Haydi siz de onlardan yardım alarak, onun söylediği sözlere benzer getirin. Getiremiyorlar.487

İkincisi: Madem “yardım aldı” diyorsunuz, haydi kimden yardım aldığını gösterin. Gösteriyorlar ama gösterdikleri kişiler iddialarını güçlendirmek yerine, iddialarının ne kadar zayıf olduğuna delil oluyor.

Bu zayıf delil hakkında çok kısa bilgi verelim. Yardım aldığı iddia edilen kişiler, o devrin en güçlü şairleri değil, o devirde Tevrat’ı ve İncili çok iyi bilen âlimler de değil. Onlara göre yardım aldığı kişiler Mekke’ye dışarıdan gelmiş, tarih ve edebiyat yönüyle hiçbir şekilde öne çıkan özellikleri olmayan, Arapçayı bile tam olarak konuşamayan Bizans asıllı Cibra, Yesar ve Addas isminde üç azatlı köle ve bunların yanında Habeşli büyücü Ubeyd bin Hadr isimli kişi.488

Bu iddia eğer doğru olsaydı, bu kişiler çağrılır, dinlenir ve ardından şöyle denirdi: “Bu kişiler uydurma işinde Muhammed’e yardım eden kişilerdir. Onun uydurduğu her şeyi bunlardan dinleyin ve onun söylediği sözlerin kaynağı kimmiş görün.” Yalan söylediğini iddia ettikleri bir kişinin yalanını kalıcı bir şekilde ortaya koymanın bu kadar kolay bir yolu varken, bu yola gidilmemiş. Neden? Çünkü, yalan değil. O zaman “Çamur at, tutmasa da izi kalır” misali. “Yalan diyelim. Bunu kendi medyamızla halka duyuralım. Halkın çoğu zaten koyun gibi, duyduğuna hemen inanıyor. Ne kadar insanı inandırırsak kâr.” demişler.

Bu algı ve propaganda yöntemi kısa bir süre etkili olsa da uzun vadede maksadın aksi gelişmeler oldu. Yalana inandıracaklarını düşündükleri insanlar içinde, onların “yalan” dedikleri dine inanan binlerce insan oldu.

Bu iki nokta şunu gösteri: Kur’an insan sözü olamaz. Olsaydı eğer bunu ispatlama konusunda Peygamberimizi en yakından tanıyan insanlar çok güçlü deliller getirirlerdi. Onların bile delil getirmede aciz kalması. Getirdikleri delillerin zayıf olması. Bu gerçeğin şahidi olur.

Burada bir nokta daha var. Ona da aşağıda dikkat çekelim.

Âyette Geçen “Başkasına Yazdırdı” İfadesi

Âyette geçen bu ifade Peygamber Efendimizin o günün Mekke’sinde -bu âyetlerin indiği günlerde- iyi seviyede okuma-yazma bilen insanlar arasında adının geçmediğini gösteriyor.489

Eğer geçseydi bu ifade şöyle gelirdi,

Âyet böyle gelmeyerek şu gerçeğin de ilanı oluyor. “O Mekke’de -üst seviyede- bir okuma yazma bilmiyordu. O yüzden gitti bu âyet dediği şeyleri başkasına yazdırdı.

Özetlersek, âyette geçen “başkasına yazdırdı” ifadesi müşriklerin ağzından Peygamberimizin okuma yazma bilmediğine şahitlik eden noktalardan biri oluyor.

6. Âyet: Her Yaptığı Bilindiğinde İnsan Ne Hisseder?

Bu sorunun tek kelimelik cevaplarından biri “korku”dur. Bir insanın, kaç yaşındaysa, o yaşa kadar yaptığı her şeyin -aklından geçen ve hayal ettiği şeyler dahil- bilindiğini bilmesi, o insanda endişe ve korkuya sebep olabilir. Çünkü davranışlarımızı kontrol etsek bile aklımızdan geçenleri özellikle de irademizin dışında hareket edebilen hayal dünyamızı kontrol edemeyiz. Bu nedenle oralarda görülse bilinse bizleri mahcup edecek bir şeyler olması mümkündür. İşte bu noktada bu âyet bütün insanlara şunu diyor: Evet, Allah her şeyi yaratan olması hasebiyle gizli-açık her şeyi bilir. Ama bu konuda endişe ve korkunuz olmasın. O bildiği hiçbir şeyi insana zarar verecek şekilde onun aleyhinde kullanmaz.

Nereden biliyoruz? Âyetin sonunda gelen şu iki isimden,

Gafûr ve Rahîm

O Gafur’dur: Aklınızdaki hayalinizdeki kötü şeyler eyleme dönüşmedikçe onları günah olarak yazmaz. Günah olarak yazdıklarını da kalıcı olarak yazmaz. O’ndan af ve bağışlanma dilerseniz. Gafur ismiyle onları affeder.

O Rahîm’dir: O bütün kullarını sever ama sevmesine sevmekle karşılık veren mümin kullarını daha fazla sever. Tevbe ile kapısına gelindiğinde bu sevgisi, O’nun Gafur ismini aktif hale getirir.

Bu açıklamalardan sonra bu âyeti önceki âyetlere bağlar ve bağlam ile birlikte okursak öne çıkan mesajlardan biri de şu olur: “Ey Muhammed! Rabbin güzel isimlerinden Gafur ve Rahîm esmâsının tecellilerini kullarında da görmek ister. O yüzden bugün sana bu iftiraları atan insanlar, yarın iman ettiklerinde sen ve etrafındaki müminler onlara karşı bağışlayıcı ve merhametli olsunlar.”

7-10 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

7. 8. Âyet: Liderde Olağanüstü Özellikler Arama Zaafı

İnsanlık tarihi bunun örnekleri ile doludur. İnsanların bir kısmı başlarında gördükleri kral, hükümdar, sultan, lider, önder, sihirbaz, kahin, şeyh, hoca gibi insanlarda olağanüstü özelikler aramışlar. Bu arama beklentileri ortaya çıkarmış, beklentinin bu şekilde olduğunu bilen lider pozisyonundaki bazı insanlar kendilerinde olmayan özellikleri var gibi gösterme yoluna gitmişler.

7. 8. âyet Mekke özelinden 7. asırda peygamber beklentisinde olan insanların gelmesi beklenen bir peygamberde aradıkları özellikleri özetliyor. Beklentinin özeti şu: Olağanüstü bir iş yapacaksa, olağanüstü özellikleri olmalı. Bu ve benzeri âyetler geçmişten o güne, o günden bugüne bozulan “büyük zat” algısını yeniden inşa ediyor ve şu mesajı veriyor: Allah’ın değer ölçüsü sizinki gibi değil. O’nun terazisi sizinkinden farklı çalışıyor. O’nun katında üstün olmak için, sizin bir liderde görmek istediğiniz özelliklere gerek yok. O’nun katında üstünlük ölçüsü (bütün insani, hukuki ve ahlaki değerleri içine alan) takvadır.490

Müşriklerin (Dolaylı) İtirafı: Sen Allah’ın Peygamberisin

Yukarıda 4. 5. âyette gördüğümüz “Kur’an Allah Kelamıdır” itirafının benzerini bu âyetlerde de görüyoruz. Müşrikler farkında olmadan bir peygamber tarifi yapıyorlar, farkında olmadan onun peygamberliğini itiraf ediyorlar. Dolaylı olarak dedikleri şu: “Muhammed ‘Beni, Peygamber olarak bu dünyayı yaratan Allah gönderdi.’ diyor ama dünya malından hiçbir şeye tenezzül etmiyor. ‘Ben âlemleri yaratan ve terbiye eden Allah’ın elçisiyim.’ diyor ama Allah’tan kendisi için bir ayrıcalık istemiyor. Halkın arasında, halktan biri olarak yaşıyor. Kendinde olağanüstü özellikler arayanlara “Beni falan gibi (aşırı yücelterek) uçurmayın” diyor.491 Karşısında ezilip büzülen insanlara ‘rahat olun ben de sizden biriyim’ diyor. Evinde, çarşıda, pazarda insanlardan bir insan olarak yaşıyor. Peygamberlik makamını, hiçbir şekilde şahsının ve ailesinin çıkarına kullanmamaya azami dikkat ediyor.”

Açıklayamayınca Yapılan İftira: Büyülenmiş

“Büyülenmiş” demek, iradesi başkasının elinde demek. “Bu ifade üzerinden dolaylı olarak denilen şu: Normalde “Peygamberim” diyor ama bu kadar mütevazi yaşaması, o makamı bir üstünlük aracı gibi kullanmaması iradeyle olacak bir iş değil. Aynı makamda biz olsak çarşıda pazarda dolaşmayız. Hazinelerimiz hizmetçilerimiz olur. O bunları yapmadığına göre kesin büyülenmiş yani birinin etkisi altında kalmıştır. Yoksa olacak iş değil…

9. 10. Âyet: Teselli: “Üzülme Biz Her şeyden Haberdarız”

Bu âyetler üzerinden verilen mesajlardan biri şu: “Ey resulüm! Sana peygamberlik görevi verdik ama sen yalnız değilsin. Biz sana şah damarından daha yakınız ve yaşadığın her şeyden de haberdarız.”

Bunları söyleyenlerin makamların yüksek olması, söyledikleri yalanlara insanları inandırmaları ve bu yüzden sayılarının çok olması söylediklerini gerçek yapmaz. Bu onların doğru yoldan saptıklarının göstergesidir. Vahyin mesajına kulak vermedikçe doğru yolu bulamazlar. Ayrıca senin için bu benzetmeleri yapanlar şunları iyi bilsinler,

Tebâreke Üzerinden Verilen Mesaj

Sûrede ikinci tebâreke kelimesi 10. âyette geçiyor. Verilen mesaj gâyet net, Allah (cc) O’nun yolunda olanların hayatını bereketlendirecek. Dünyada yaptıkları “bir”lere ahirette “bin”ler güzel neticeler takacak.

11-19 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(Resûlüm! Kendilerini bekleyen acı sondan ders almayan müşriklere aldırma!)

ÖN BİLGİ: Sonuç Eğitimi

Bu âyetlerde geleceğe; ahirete yönelik bir sonuç eğitimi yapılıyor. Bu âyetler okunurken, önceki âyetlerin tefsirinde yaptığımız değerlendirmelerin hatırlanmasında fayda görüyoruz.

11. Âyet: Çıldırma Potansiyeli Olan İnsana Çıldıran Cehennem

Âyette cehennemin dekorundan bir parça görüyoruz. Arabalar için bir fizik yasası var; arabanın hızı arttıkça onu durdurmak için uygulanması gereken frenleme kuvveti de artar. Bunun sebebi, aracın kinetik (hareket halindeki) enerjisinin hızın karesiyle orantılı olmasıyla açıklanır. Yani hız iki katına çıkınca durmak için gereken enerji dört katına çıkar. Bu bir yasadır.

Bu yasanın insan doğasına bakan tarafına gelince; her insan iyi bir insan olma potansiyeline sahip olduğu gibi tam tersi bir potansiyele de sahiptir. Bu yönüyle insan hayvanla kıyaslandığında, hayvanın kötülük anlamında yapabilecekleri sınırlıdır ve baştan öngörülebilir ama insan öyle değildir. Her kötülüğü yapabilir. Hatta duyanların “Bir insan bunu nasıl yapabilir?” diyebileceği kötülükleri de yapabilir.

İşte insanın bozulma, zarar verme, çılgınca hareketler yapma hızı yüksek olunca. Onu durdurmak için kullanılan frenleme kuvveti de yüksek oluyor. Bu âyet üzerinden dünyadaki yanlış tercihlerin sonucu gösterme anlamında verilen mesaj şu: “Çılgınca kötülük yapanları bekleyen çılgın bir ateş var. Çıldıran, azgınlaşan içine gireni girdiğine bin pişman yapan bu ateşe girmek istemiyorsanız, çılgınca davranışlar yapmadan önce bir kere daha düşünün.”

Özetlersek, daha önce ifade ettiğimiz gibi Allah’ın cennetlikler için verdiği ödülde orantı yok. Verdiğini fazlasıyla veriyor. Ama cehennemde orantı var. Allah (cc) zerre kadar haksızlık yapmayacağı için cehennemde herkese hak ettiğini yaşatıyor.492

12-16 Âyet: Hangi Sonu Yaşamak İstersen Tercihini Ona Göre Yap

Cennet ve cehennemle ilgili âyetlerin tamamında öncelik orayı anlatmak değildir. Öncelik anlatılanlar üzerinden dünyadaki insanlara sonuç eğitimi vermektir. Neden böyle diyoruz? Kur’an’da bütün cennet cehennem tasvirleri mecazdır. Gayb âleminde, sınırsız bir ortamda olacakların bizim sınırlı dünyamızda, sınırlı idrakimizin anlayacağı kadarıdır.

Bu mecaz üzerinden verilen net mesaj şudur: Hem cennet hem de cehennemle ilgili anlatımları, anlatılanların çok ama çok ötesinde bir şey olarak hayal edin.

Bu açıklamadan sonra âyetlerdeki önceliğe gelirsek bu noktada 15. ve 16. âyetler üzerinden verilen net mesaj şu: Ahirette hangi sonucu yaşamak istiyorsanız dünyada tercihlerinizi ona göre yapın.

Ateşin Görme Özelliği Var mı?

Önceki âyetlerde yer yer ifade ettik, aşağıda da değineceğiz. Kur’an’da cansız varlıkların intak sanatı üzerinden konuşturulmalarına dair örnekler okuduk. Burada konuşmanın dışında görme gibi bir özelliğin de öne çıktığına şahit oluyoruz.

12. âyet ateşin uzak mesafeden insanı gördüğünü söylüyor. Cennet ve cehennemle ilgili âyetlerin tamamının mecaz olduğunu dikkate aldığımızda bütün bu âyetlerin hakikati dünyadayken bize ahiret ortamını olabildiği kadar fazla hissettirmek. Çünkü biz insanız. Çünkü biz duyu organlarımızın topladığı verileri kullanan bu verilere göre üzülen ve sevinen varlıklarız. Böyle olduğumuz için Kur’an bize duygularımız üzerinden hitap ediyor. Bu âyet üzerinden içimizden kötülük yapacak birine şu mesajı veriyor: “Uzak zannediyorsun ama cehennem ateşinin gözleri senin üzerinde. Yani yaptığın kötülük görülmüyor zannetme. Yanına kâr kalacak diye düşünme. Bunun hesabını vereceğini bil ve gel bu işten vazgeç.”

17-19. Âyet: Başınızdakileri Sorgulama ve Onlara Hesap Sorma İşlerini Ahirete Bırakmayın

Kur’an’da cennetliklerin ve cehennemliklerin karşılıklı konuşmalarından bahsedilir.493 “Ortada cennet-cehennem yokken bu konuşmaları yapan kimdir?” şeklinde akla gelebilecek sorulara önceki açıklamalarımızda geniş yer verdiğimiz için oraya havale ediyoruz.494 Kur’an’da ahirete yönelik bu konuşmalarda cehennemlikler arasındaki konuşmalar daha fazla geçer bu konuşmalarda da en fazla öne çıkan konuşma örnekleri “Tâbî olunanlar ve tâbî olanlar, uyulanlarla uyanlar, lokomotif olanlarla vagon olanlar, önderler/liderler ve onların arkasından gidenler, kandıran/aldatan ve kandırılıp/aldatılanlar…”

Bu âyetlerde de bu konuşmalardan bir kesit görüyoruz. Bu ve benzeri bütün konuşmalar da amaç bu konuşmaların detayını anlatmak değildir. Bu konuşmalar üzerinden dünyadaki insanlara şu mesajı vermektir: “Arkasında, önünde, yanında içinde olduğunuz şahısların (lider, önder, âlim, şeyh, hoca) ve grupların (parti, kulüp, vakıf, dernek, cemaat, tarikat) sorgulamalarını dünyada yapın. Hesap sorulacak ne varsa o konuların hesabını dünyada sorun. Şeffaf olmayan, hesap vermeyen her türlü şahıs ve gruptan uzak durun. Yoksa ahirette bu konuşmalarda ismi geçmeyen şahısların yerinde siz olabilirsiniz. Ahirette geç kalmış bir sorgulama ve konuşma yapmak yerine, bu tür sorgulama ve konuşmaların tamamını dünyada yapın.”

Âyetlerde öne çıkan bir noktaya bakalım.

Tapılan İlahlar Canlı mı?

Geçmişten bugüne insanlar hem canlı hem de cansız varlıkları sözde ilahlık payesi vererek tapmışlardır. Bu âyette her ne kadar tapılanlar insan türünden ilahlar olarak anlaşılsa bile Kur’an’ın intak sanatı kullandığı örneklere baktığımızda495 burada cansız varlıkları da bu konuşmanın içine dahil edebiliriz. Ayrıca burada tapılan varlıkların yaptığı işin adı şahitlik, dipnotta işaret ettiğimiz gibi yaratılan her şey bir şekilde şahitlik yapacak.

Bütün bunları dikkate aldığımızda tapılan varlıklar; putlaştırılıp kendilerine tapılan bütün canlı ve cansız sözde ilahlar olabilir.

20-33 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

ÖN BİLGİ: Teselli ve Sonuç Eğitimine Devam

Bu âyetlerin tefsirinde de önceki konuya farklı açılardan devam edildiğini görüyoruz.

20. Âyet: Âyette Öne Çıkan Noktalar

Bu âyette öne çıkan birkaç nokta üzerinde durmak istiyoruz.

Birinci Nokta: Âyetlerdeki Tekrarın Sebebi

Gazete ve televizyon haberlerine baktığımızda birkaç güne bir tekrar eden konulardan o konuların hayatın içinde sık yaşandığını anlarız. O konular olumsuzsa, yetkililerden o konularla ilgili tekrar eden açıklamalar duyarız. Buna hayatın doğal akışı diyoruz.

Tefsir Usulümüzde (18) Nüzul Yasasında bahsettiğimiz gibi Kur’an’ın iniş sırası bu akışla uyumludur. Bunun bir örneğini de bu âyette iki şekilde görüyoruz.

Devam eden âyetlerde de sonuç eğitimine yönelik açıklamaların tekrarını göreceğiz.

İkinci Nokta: Bu Bir İmtihandır. Biri Bitse Diğeri Başlar

Bu âyetlerde Peygamber Efendimiz müşriklerle imtihan oluyor. Onların “Sen ne biçim Peygambersin, peygamber olsan çarşıda pazarda dolaşmazsın, hazinelerin olur, hizmetçilerin olur, meleklerden koruma orduların olur.”

Peygamberimiz de bir insan olduğu için bu sözlere üzülüyor. 20. âyet bu imtihan üzerinden dünyanın kıyamete kadar değişmeyecek dekorunu bir kere daha hatırlatıyor. “Bu dünyanın kaderi bu. Bugün düşmanla yarın dostla, bugün parayla yarın malla, bugün erkekle yarın kadınla, bugün süreçle yarın neticeyle imtihan hep devam edecektir…”

Üçüncü Nokta: Bir Mucize Gösterse, İş Bitse Olmaz mı?

Hayal dünyamızda bu âyetlerin indiği zamana gidelim. Müşrikler diyorlar ki, “Muhammed benim inandığım Allah her şeye kadir” diyor “Ama onun her şeye kadir olan Allah’ı bizim isteklerimize cevap veremiyor. Madem her şeye kadir bir melek gönderse ya, madem her şeye kadar ona hazineler, hizmetkarlar, bağlar bahçeler verse ya…”

Müşriklere bunları dediğinizde bizim de içimizden şunlar geçiyor: Bunlar Allah için çok kolay şeyler. Allah (cc) mucizeleri gösterse hemen iş biter. Müminlerde bu kadar sıkıntı çekmemiş olur…

Buradaki soru ve cevabına aşağıda devam edelim.

Dördüncü Nokta: Geçmişte defalarca mucize gösteren Allah (cc) bu durumda neden Peygamberi vasıtasıyla mucize göstermedi?

Bu sorunun cevabını Tefsir Usulümüzde (13) Mucize Yasasında ve önceki âyetlerin tefsirinde verdik.496 Cevabın özeti şuydu: “Allah (cc) mucize yasasını değiştirdi.” Bu özeti kısaca açalım: Allah’ın (cc) bu dünyaya imtihan dünyası dekoru vermekle en başta muradı; insanların iman etme sürecinde akıllarını vahyin rehberliğinde kullanarak araştırması, incelemesi, ikna olması ve tasdik etmesiydi.

Arada insanlardan “Mucize talepleri geldi.” Allah (cc) bu dünyanın dekorunu uygulamalı olarak göstermek için geçmişte o taleplere cevap verdi. Mucizeleri gören insanların o mucizeleri yalanlamaları yasanın değişmesine neden oldu.

Burada yaptığımız özet açıklamanın başlıktaki soru için yeterli olduğunu düşünüyoruz. Referans gösterdiğimiz âyetlerin tefsirine geldiğimizde daha geniş açıklamalar yapacağız.

Beşinci Nokta: Sabır, Süreç ve Netice İmtihanı

Âyette anahtar kelimelerden biri sabır. İnsanda potansiyel olarak var olan her kabiliyetin, yeteneğin, meziyetin, kişilik ve karaktere ait ahlaki özelliklerin tamamının ortaya çıkması bir sürece bağlıdır.

Bir günde elde edilen hiçbir kabiliyet yoktur. Hayatın akışı da böyledir.

“Süreç”e hayatın gerçeği dersek, bu dünyada insanın kendini gerçekleştirme sürecinde sabır işin olmazsa olmazdır. O yüzden Kur’an’ın iniş sırasında zorlukların artmasına bağlı olarak en fazla öne çıkan kavramlardan biri de sabırdır.

Özetlersek 20. âyet üzerinden verilen mesaj şu: Allah (cc) Basîr’dir. Yaptığınız her şeyi görüyor ve biliyor. Yaşadığınız her şeyle sizi imtihan ediyor. İmtihanda şartlar zorlaştığında soru şudur: Kim Allah’ın razı olduğu çizgide kalacak. Kim arzu ve isteklerinin peşinden koşacak? …

21. 22. Âyet: Bizim İçin Yasa Değişsin Anlamına Gelen Talepler

Allah’ın dünya için takdir ettiği bir dekor var. Bu dekor nedeniyle buraya imtihan dünyası diyoruz. İmtihan dünyasını okuldaki imtihan gibi düşünürsek, öğrencilere soru sorulması normaldir ama öğrencilerin o soruların cevaplarını tahtada görmek istemeleri normal değildir.

Bu âyetlerde de normal olmayan talepleri görüyoruz. 21. âyetin devamında geçen kibirlenme ve küstahça davranmadan anlıyoruz ki “Melekleri ve Allah’ı açıkça görme talebini” ipe un sermek. Yani “Allah bizim için imtihan dünyasının dekorunu değiştirsin, soruları gördüğümüz gibi cevapları da görelim.”

22. âyet bu tür olmayacak talepte bulunanlara şu mesajı veriyor. Bu talebiniz imtihan bittikten sonra kabul edilecek. Ama o zaman da iş işten geçecek. Dünyadaki yasaklara uymadığınız için ahirette cennete girmek size yasak olacak.

23. Âyet: “İman Etmeyen Kişiler İyi Bir İnsan da Olsa Amelleri Boşa Gidecek mi?”

Âyet bu ve benzeri sorulara cevap veriyor. Biz bu soruya “Farklı Bir Açıdan İslam” kitabımızda (sayfa 394) değinmiştik. Burada orada yazdıklarımıza bir kurgu içinde ufak bir ilave yapılım.

Varsayalım büyük bir devlet var. Ortada sadece devlet imkanları ile yapılabilecek yardımlar var. Biri çıkıyor devletin yaptığı yardımları kendi yapmış gibi gösteriyor. Burada soru şu: Bu kişi bu yardım nedeniyle, herhangi bir ödülü hak eder mi? Yoksa, devlet imkanları ile yapılabilecek bir yardımı, “ben” yaptım dediği için suçlu olur mu?

Bu örneğin hakikatine gelirsek, soru şu: Allah’ın yoktan yaratıp insanın emanetine verdiği nimetler olmasaydı, insanların başkasına yaptığı yardımlar/iyilikler olabilir miydi? Bu gerçeği bilen bir Müslüman yaptığı hiçbir yardım için “ben yaptım” demez. “Allah’ın bana verdiği imkanlarla, ben de emanet olandan verdim” der. Bunun için dünyada bir karşılık beklemediği gibi ahiretteki karşılığı da bir hak ediş değil bir lütuf ve ihsan bilir. Şükreder.

Özetlersek, Kur’an’a göre gerçek bu. 23. âyet bu gerçeğin sonuçlarını şöyle açıklıyor: Bir insan kendisine emanet olarak verilen nimetlere “benim” diyemez. Benim diyerek yaptığı hiçbir iyilik için, hiçbir şekilde karşılık göremez….

ARA BİLGİ: Bundan sonra gelecek âyetler hakkında daha önce değindiğimiz için burada çok kısa bilgiler vereceğiz.

24. Âyet: Bağlam: Ameller Boşa Gitmeyecek

Bu âyeti bağlam ile birlikte okursak, verilen mesaj şu: Emanete benim diyenlerin bütün amelleri boşa giderken, emaneti nimet bilen, verirken Allah’ın adını anarak verenler, verdiklerinin karşılığını ebedi cennet olarak alacaklar.

25. 26. Âyet: Mülk ve Rahmân Ayrıntısı

25. âyet mahşere ait bir dekoru betimlerken 26. âyetteki mülk kelimesi, Allah’ın (cc) mülkün yegâne sahibi olduğunu hatırlatıyor. Âyette Rahmân ismi, mülkün sahibi olan Allah’ın merhametini öne çıkarıyor ve şu mesajı veriyor: Size verilen her nimet, sizin olsun diye verilmedi. Allah’ın size olan merhametini göstermek ve o nimetleri emanet bilip, onlarla güzel işler yapmanız için verildi. Bu gerçeği bilenler ahirette cennette rahat ederken, bu gerçeği yok sayanlar, ahirette zor günler geçirecek.

27-29. Âyet: “Pişmanlığını Dünyada Yaşa”

Bu âyetler ahireti anlatmıyor, ahirette yaşanacaklar üzerine dünyadakilere şu mesajları veriyor.

Özetlersek, ahirette yaşayacağın her pişmanlığı dünyada yaşa. Ahirette diyeceğin keşkelerin sana hiçbir faydası olmayacak.

30. Âyet: Kur’an Benim İçin Terk Edilmiş Bir Kitap mı?

Bu âyet üzerinde derinlemesine bir tefekkür yaptığımızda, Kur’an’daki birçok âyet gibi, bu âyetin de üzerinde tek başına kitap yazmayı gerektirecek kadar büyük bir mesaj ve anlam derinliğine sahip olduğunu görüyoruz. Biz bu mesajların özeti sayılabilecek anlamları âyetin parantez içi açıklamalarında verdik. Burada o açıklamaların devamı olarak birkaç noktada başlıktaki sorunun cevabına yoğunlaşmak istiyoruz.

Birinci Nokta: Erken Uyarı. Alarm! Alarm! Alarm!

Bu haber (geleceğe yönelik) gaybî bir haber. Âyete bir kurgu içinde bakarsak, sanki Allah (cc) mahşerde Peygamberimize şöyle diyor: “Ey Muhammed! Bu ümmetinin hali nedir?” Peygamber Efendimiz (sav) de (bu konuda var olan hadislerini özetleyecek şekilde)498 bu âyet üzerinden cevap veriyor. “Ya Rabbi! Ben elimden geleni yaptım ama onlar bir hayat rehberi olarak emanet bıraktığım Kur’an’ı terk ettiler.

Bu tespiti yaptıktan sonra şu tespiti bir kere daha yapıyoruz. Kur’an’da ahirete yönelik bütün âyetlerin öncelikli hedefi dünyaya mesaj vermek olduğu için bu âyet de öncelikle dünyaya mesaj veriyor. Dünya imtihan dünyası, insan doğası/nefsi iyi ile kötü, hayır ile şer, helal ile haram, zor ile kolay, itaat ile isyan, peşin olan dünya ile sonra olacak ahiret arasında kaldığı zaman olumsuza meyletmeye daha yatkın. Öyle olduğu için de,

İşte bu âyet, bu noktada ahiret geleceğinden geçmişe; dünyada yaşayan bizlere bir “erken uyarı” bir “alarm” oluyor. Bu alarm bize şunu diyor: İnsansın ve nefis taşıyorsun. Evinde Kur’an olsa bile, onun öğrettiği ölçüleri terk ederek, yok sayarak, unutarak yaşama gibi bir ihtimal her zaman var. Bu ihtimale karşı tedbirini al.

Özetlersek ahirete yönelik bütün âyetlerin dünyaya yönelik yaptığı erken uyarı görevini bu âyet de yapıyor.

İkinci Nokta: Ölçü, Tartı Terk Edilirse Ne Olur? Cevap: Bana Göre Ölçü Olur.

Kadir sûresini hatırlarsak, Kadir gecesi inmeye başlayan Kur’an ile birlikte yeryüzüne; hayatın merkezine Allah’ın razı olduğu ölçüler inmeye başladı demiştik. Bu bağlamda “Kur’an’ın içinde ne var?” sorusuna verilecek en kapsamlı cevaplardan biri de “Allah’ın razı olduğu ölçüler” yani işin “Allah’a göresi var.” cevabını vermektir.

İçinde Allah’ın razı olduğu ölçüleri barındıran Kur’an’ı terk etmek, bir yönüyle hayatın içinde ölçme aleti olan metreyi, tartma aleti olan teraziyi terk etmeye benzer. İnsanların çoğunun bunları terk ettiği bir dünya düşünelim ve böyle bir dünyada,

Bu örneklerden sonra gelelim başlıktaki sorunun cevabına,

Üçüncü Nokta: Ben Kur’an’ı Terk Ettim mi?

Cevap şu: Eğer işin Allah’a göresini öğreten Kur’an ölçüleri varken sen o ölçülere içinden veya dışından “Çağı geçmiş” diyor veya demesen bile değer vermeme anlamında görmüyor ve unutuyorsan, o ölçülerin yerine kendi “bana göre”lerini koyarak yaşıyorsan, -üzülerek ifade ediyoruz- sen, ben veya başkası -bunu kim yaparsa yapsın- Kur’an’ı terk etmiş demektir.

Burada konuyu açma adına şu soruyu soralım?

Her şeyin ölçüsü Kur’an’da var mı?

Cevap liste olarak yok. Norm (kural, kaide, yasa) olarak var.

Bu ne demek? Bu şu demek: Allah’ın razı olması, bir iş yaparken O’nun rızasının gözetilmesi bir normdur. Bu normu bilen bir Müslüman için hayata ait en temel, en yalın en net ölçü şudur: “O’nun razı olduğu her şey yapacağım şeydir. O’nun razı olmadığı her şey benim terk edeceğim şeydir.” Temel İslami kaynakları okuyan her Müslüman genelde Allah’ın razı olduğu şeyleri bilir. Bu noktada Allah’ın razı olduğu şeyleri bile bile yapmamak Kur’an’ı terk etmektir.

Burada akla bir soru gelebilir, “Hayatın içinde binlerce farklı mesele var. O meselelerde işin Allah’a göresini nasıl anlayacağız?” denirse, cevap “Adalet” olur. Kur’an (doğruluğu dürüstlüğü, hakkı, hukuku içine alan) adalet isimli bir ölçü koymuştur.

Bu ölçü üzerinde düşündüğümüzde, dünyada olup da bu ölçüyle alakası olmayan hiçbir şey (mesele/konu/olay) yoktur. Bu yönüyle adalet kendisiyle binlerce şeyin ölçüldüğü bir metreye benzer. Eğer Kur’an’da hiçbir âyet olmasa ve tek âyet “Ey insanlar! Adil olun!” âyeti olsaydı. İnsanlar insan-toplum ilişkisinde binlerce meseleyi bu âyeti ölçü yaparak çözecekti. Bunu nereden biliyoruz? Adaletin evrensel bir yasa olması gerçeğinden biliyoruz.

Üzülerek ifade ediyoruz, günümüzde mülteci üreten Müslüman ülkelerden mülteci kabul eden ülkelere baktığımızda, insanların adaletsizlikten, adalete, hukuksuzluktan hukuka doğru hicret ettiğini görürüz.

Özetlersek,

Sen Kur’an’ı terk etmiyorsun. Sen Kur’an ölçülerine uyarak yaşamaya gayret ediyorsun demektir. Hem “Müslümanım” diyor hem de aksini yapıyorsan Furkan sûresinin 30. âyeti senin için bir erken uyarıdır. Bu âyet -terk etme seviyene göre- senin için sarı veya kırmızı alarmdır.

31. Âyet: Düşman Olmak Bir Tercihtir

Âyette “çıkardık” ifadesi geçiyor. Burada Allah’ın zatı ile birlikte sıfatlarını öne çıkarıp, biz diyerek kendisi özne yapması insanın iradesinden bağımsız cebri bir fiil değil. Bu tür âyetleri insanın özgür iradesini dikkate alarak okuduğumuzda, bu âyeti şöyle anlarız. “Düşman olmayı tercih edenlerin, tercihleri sonucunda takdirimiz böyle oldu.”

Bu âyeti bağlam ile birlikte okursak, mesaj şu olur: Bu dünyada her şey zıddıyla kâim; gece varsa gündüz, yanlış varsa doğru, günah varsa sevap olduğu gibi düşman varsa dost da olacak.

30. âyetle aradaki bağlantıya gelirsek, Kur’an’ı terk etmeyenler olduğu gibi terk edenler de olacak hatta terk edenlerden dün dost iken, düşmanlık yapanlar da olacak. Bu âyet bu yönüyle insan doğasında var olan bozulmaya, sapmaya ve tahribe işaret ediyor. Burada âyeti nefsimize yönelik okursak, soru şu: Ben düşman mıyım? Cevaba geçmeden şu tespiti yapalım. Bir Müslüman aynı anda düşman ve Müslüman olamaz. Biri varsa diğeri yoktur. Bu nedenle bir Müslüman düşman olmaz ama yaşadığı hayatla inandığı değerler adına güzel örnek olamıyorsa, düşmanlık yapanlara malzeme verme gibi bir talihsizlik yaşayabilir.

ARA BİLGİ: Âyete Nefsimizi Muhatap Yapmak

Biz izlediğimiz yöntem gereği şuna inanıyoruz. Kur’an’daki her âyet, doğrudan veya dolaylı olarak bugün, şimdi burada bana/bize bir şey diyor. O yüzden az önce fırından çıkmış ekmek kadar taze ve lezzetli.

31. âyete normal bir okumada “hem Müslüman olmak hem de düşman olmak” açısından bakarsak uzak gibi tehlike olarak görünüyor. Ama âyete bugün şimdi burada nefsimizi muhatap yaptığımızda hiç de uzak olmadığı görünüyor. Duamız şu: Rabbimiz bizi inandığımız değerler adına kötü bir örnek olarak yaşamaktan muhafaza etsin.

Bu dünyada iman etmeyen bir insan olmak büyük bir talihsizlik. “Ondan daha büyüğü var mı?” denirse hem iman etmek hem de onun kıymetini bilmemek hem Müslüman olmak hem de insanların Müslüman olmasının önünde kötü örnek olmak daha büyük bir talihsizlik olabilir. (Hafizan Allah/Allah korusun)

32. Âyet: Kur’an’ın Nüzul Sırası Bir Müfredat Olabilir mi?

Bizim bu soruya verdiğimiz cevap “evet”. Bu “evet”in gerekçelerini Tefsir Usulümüzde (18) Nüzul yasasında geniş olarak anlattık. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

Bu âyette üç noktaya dikkat çekeceğiz.

Birinci Nokta: Bahane ve Şüphe Uyandırma

Âyeti bağlam üzerinden okursak, müşriklerinin 4-8 arası âyetlerdeki bahanelerinin devamı olarak okuyabiliriz. İnanmak istemiyorlar hiçbir gerçekliği olmayan bahaneleri, her gün yalan haber üreten ve çamur at tutmazsa izi kalır mantığı ile hareket eden medya kuruluşu gibi servis ediyorlar. Amaç iman edenlerin ve iman etmeye meyledenlerin kafasında soru işareti uyandırmak böylece kendi tabanlarındaki kaymayı önlemek.

Bu soru ile uyandırılmak istenen şüphe şu: Kur’an Muhammed’in kendi uydurması; aklına geldikçe, önüne farklı durumlar çıktıkça hemen ona göre âyet söylüyor. Madem bu Kur’an Allah’ın sözü, o zaman o söz toplu halde insin. Biz de kabul edelim. Âyetin devamı, bütün zamanlarda gelebilecek bu benzeri soru ve şüphelere cevap veriyor.

İkinci Nokta: Fıtratın Yolu İzleniyor

Âyetinde devamında gelen cevaptan, âyetlerin inişinde fıtratın yolunun izlendiğini anlıyoruz. Nedir fıtratın yolu? Bize fıtratın yolunu gösteren en iyi örneklerden biri uygulamalı dersle eğitim veren okullardır.

Varsayalım bir doktor yetiştireceksiniz. İki şey yaparsanız,

İkinci yol fıtratın yoludur.

Kur’an âyette geçen “Kalbine iyice yerleştirmek” ifadesiyle fıtratın yolunu anlatıyor. Bu yol izlendiğinde bilgi ahlaka, davranışa, alışkanlık ve huylara dönüşüyor. Bu dönüşümün sahibine kişi, bu dönüşümün ona kazandırdığı manevî güzelliğe kişilik ve karakter deniyor.

Üçüncü Nokta: Kendini Sıfırdan Kur’an’a Göre İnşa Et

Âyetin son cümlesi “onu ağır ağır okuduk.” Yani tertil üzere okuduk.499

Bu âyet, bütün zamanlarda Kur’an okuyacaklara şunu diyor: Siz de bizim size indirdiğimiz gibi okuyun. Yani hayatın içinde, yaşayarak, hissederek, uygulayarak okuyun. Bu okumada amaç Kur’an’ın 23 yılda inşa ettiği mikro ve makro modeli inşa etmek. Mikro modelin adı bilinçli Müslüman birey. Makro modelin adı bilinçli Müslüman toplum.

Özetlersek, bu model birincisi olmayınca ikincisi gerçekleşmeyen bir model. Bu modelin diğer adı kendini gerçekleştirmektir.500

33. ÂYETİN MESAJI: KIYAMETE KADAR GELECEK HİÇ SORU YOK Kİ, İSLAM DİNİNDE ONUN CEVABI OLMASIN

Bu âyeti, buradaki âyetlerden ayrı bir yere koyuyoruz. Neden?

Bunun iki nedeni var.

Bu yönüyle bu âyet: Kendi gibi benzer mesajı veren bütün âyetleri temsilen501 bizim bu tefsir çalışmamızda her vesile ile öne çıkardığımız şu cümlelerin referansı oluyor:

Neden bu kadar iddialı konuştuğumuzu hem Tefsir Usulümüzde hem de bu çalışmamızın buraya kadar olan tefsirinde birçok defa açıkladık.

Burada onlara ilaveten birkaç noktayı öne çıkaralım:

Birinci Nokta: Kur’an’da Her Sorunun Cevabı Var mıdır?

Kur’an’da her sorunun cevabını arayan bulamaz. Ama Kur’an’da her soru ve konu için ölçüler arayan bulabilir.

Bir kere daha tekrar edelim, Ölçü anlamına gelen kader kelimesi Kadir kelimesiyle aynı kökten gelir. Kadir gecesi Kur’an ile birlikte inen âyetlerin diğer adı ölçüdür. Kâinatta atomdan güneşe, güneşten galaksilere kadar ölçü koyan Allah Kur’an/din üzerinden insan hayatına da ölçüler koymuştur.

İnsanın kâinat, dünya ve beden evinin ölçüleri nasıl mükemmelse insan hayatına ait ölçüleri içinde barındıran İslam dini de öyle mükemmelidir.502

Özetlersek, Kur’an’da hayata ait her konu için Allah’ın razı olduğu ölçüler vardır. Bunları nasıl bulacağımıza ikinci noktada değinelim.

İkinci Nokta: Her Sorunun Cevabını Bulmak İçin Kur’an Nasıl Okunur?

Bu sorunun cevabına şu sorular üzerinden gidelim.

O yüzden yol manasına gelen sünnet kelimesi, aklı vahyin rehberliğinde kullanmada izlenmesi gereken yol demektir.

Bu konuya Tefsir Usulümüzde (11) Peygamberlik Yasasında “Sünnet, Aklı Vahyin Rehberliğinde Kullanmaktır” başlığı altında geniş olarak değindik. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

Başlıktaki sorunun cevabına zemin hazırlayan bu kısa hatırlatmadan sonra gelelim sorunun cevabına.

Kur’an şöyle okunur:

  1. Vahyin rehberliğinde hareket eden bir akılla okunur.

  2. Vahyin rehberliğinde inşa edilen siyer ile birlikte okunur. Bu noktada siyer, aklın önüne gelen yüzlerce konuda vahyin rehberliğini uygulamalı olarak gösteren bir veri bankasıdır.

  3. Vahyin tefsiri ve Allah’ın yaratılan görsel kitabı olan kâinat kitabı ile birlikte okunur. Fizik, kimya, biyoloji, tarih, psikoloji, sosyoloji gibi bütün bilimler bu okumanın içindedir.

Bu durumda Kur’an okumak, bu üç okumayı içine alan bir okumadır.

Bu okumada Kur’an ve kâinat kitabı dünya kütüphanesinde, içlerinde her soru ve konu için cevaplar ve ölçüler bulabileceğimiz iki kitabımız olacak.

Kur’an okumayı böyle anladığımızda 33. âyette geçen “en güzel açıklamaları bulmuş olacağız.

Burada bir soru daha soralım,

Kur’an’ı Okuyup Anlama İşi Tamamlanmış mıdır?

Yani, Kur’an apaçık bir kitap olduğu için, şimdiye kadar hakkında yüzlerce kitap yazıldığı için, içindeki anlaşılacak şeyler bitmiş midir? Tamamlanan ve tamamlanmayan taraflar olduğu için bu soruya farklı açılardan cevap vereceğiz.

Tamamlanmıştır: Böyle dediğimizde, Allah’ın bize din olarak seçip gönderdiği İslam dini hükümleri/kuralları/yasaları/ibadetleri/farzları ile tamamlanmıştır. Bir Müslümanın iman eden bir kişi olarak yapacakları ve yapmayacakları bellidir.

Tamamlanmamıştır: Kur’an ve kâinat kitabı ve bu kitapların işaret ettikleri sayısal ve sözel bütün ilimler öncelikli olarak Allah’ın Alîm, Hakim, Rab ve Kadir isminin tecellisidir. Bu ilimlere hazine dersek, bu hazinelerden öğrenilecek bilgiler ve hikmetleri öğrenme işi kıyamete kadar devam edecektir. Yani dünyada hiçbir üniversitede hiçbir profesör şu cümleleri kuramayacaktır:

Arkadaşlar,

Bundan sonra öğrenecek bir şey kalmadı.

Bu tespitimizin üç güçlü şahidi var.

Birincisi: Kur’an’da geçen bu ve benzeri âyetler: “(Ey Resûlüm! Yaratanın sonsuz ilmiyle, yaratılanların sınırlı bilgisi arasındaki farkı şu örnek üzerinden anlat;) Eğer yeryüzündeki (bütün) ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa, arkasından yedi (hatta yedi yüz) deniz daha ona eklense, Allah’ın sözleri (ve o sözlere yüklediği hikmetler, anlamlar, mesajlar yazmakla) yine de tükenmez. Şüphesiz Allah (mutlak gücün sahibi) Azîz(her hükmünde sayısız hikmetleri olan) Hakîm’dir.”503

İkincisi: Dünyada üniversiteler ve şirketler bünyesinde faaliyet gösteren ar-ge ve ür-ge’lerin devam eden araştırmaları ve bu araştırmalara bağlı olarak ortaya çıkan keşif ve icatlar.

Üçüncüsü: Biz iman edenler olarak dinimiz üzerinde yaptığımız tefekkürlerin sonucunda şahit olduğumuz hikmetler.

O yüzden öğrenen ve öğreten her insan için geçerli olacak şöyle bir tanım yapıyoruz.

Bu dünyada,

34-40 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

(34-40) ÂYETLER İÇİN GENEL DEĞERLENDİRME

Yine bir kere daha sonuç eğitimi. Bu âyetlerde Kur’an bize önce geleceği sonra geçmişi gösteriyor. Tarih üzerinden geçmiş ve ahiret üzerinden gelecek Kur’an’da en çok tekrar edilen konuların başında geliyor. Nedenini Tefsir Usulümüzde (26) Sonuç Eğitimi Yasasında ve önceki âyetlerin tefsirinde geniş olarak açıkladık. Bu tür âyetler son sûreye kadar karşımıza çıkmaya devam edecek. Biz de konunun farklı yönlerine temas etmeye devam edeceğiz.

Burada, bunun nedeni konusunda kısa bir değerlendirme yapmak istiyoruz.

Bir İnsanın Bu Dünyada En Çok Yaptığı Şeylerden Biri Nedir?

Yapacağımız listeyi tercihe bağlı olanlar ve olmayan şeklinde iki gruba ayırsak tercihe bağlı olmayanlar grubunda nefes almak liste başı olurken, tercih bağlı olanlar grubunda tercih yapmak yani karar vermek yani iradeyi kullanmak gelir. Düşünmek, konuşmak, oturmak, kalkmak, yürümek… bütün bunlar irade kullanmayı gerektiren eylemlerdir.

Ve “İsabetli bir karar için yapılması gereken iki şey nedir?” diye bir soru sorsak,

Görüldüğü gibi bu hayatta tercihe bağlı en çok yaptığımız karar verme işinin yanında yine en çok yaptığımız iç dünyamızda geçmişe ve geleceğe gitmek. Bu durum, “Kur’an’da sonuç eğitimi neden bu kadar çok tekrar ediyor?” sorusunun cevabı oluyor. Kur’an hayat kitabı olduğu için, hayatta en fazla yaptığımız tercih ve karar verme işinde, doğru karar verme noktasında bize rehber oluyor. Bu rehber eşliğinde geçmişten ne kadar iyi ders alırsak, kararlarımızın dünya ve ahiret geleceğindeki sonuçlarını ne kadar iyi görürsek, “an”da, şimdi, burada yapacağımız tercihlerin kalitesi de o nispette yüksek oluyor.

Konunun önemine binaen yaptığımız bu açıklamadan sonra tefsirini yapacağımız (34-40) âyetler üzerinden Kur’an’ın konu anlatma tekniğine de dikkat çekmek istiyoruz.

Kur’an’ın Sûrelerinde Konu Anlatma Tekniği

Kısa sûreleri saymazsak geçmiş sûrelerde üç farklı farklı türde sûreler gördük.

Genelde bundan sonra göreceğimiz sûrelerin çoğunda üçüncü grubu ağırlıklı olarak göreceğiz.

Bu Sûredeki Tekniğe Bakarsak,

Bu sûrede, 35-40 arası âyetlerle geçmişte anlatılan peygamber kıssalarında kavimlerinin helakine bakan tarafın birer cümleyle özeti veriliyor. Bu noktada Kur’an’ı seri halde konferans veren bir konuşmacı olarak veya müfredata göre ders takip eden bir eğitimci olarak düşünürsek, önemli konuları tekrar ediyor ama daha fazla tekrar etmemek için de önceki anlattıklarını kısa işaretlerle hatırlatıp derse o şekilde devam ediyor.

Burada da onun örneğini görüyoruz. Bu ön bilgilerden sonra âyetlerin tefsirine geçebiliriz.

34. Âyet: Bu Âyetin Görevi

Bu âyet bağlamda hem yukarıdaki konunun sonu oluyor hem de sonuç eğitimi olarak gelecek konunun başı oluyor. Âyete önceki âyetlerin sonu olarak bakarsak; âyet, sûrenin ilk âyetinden beri Peygamberimize iftiralar atan, sürekli yalan ve bahaneler üreten, ayaklarına kadar gelmiş olan doğru yoldan sapan bir topluğu ahirette bekleyen sondan bahsediyor.

Âyete yeni başlayan konunun başı olarak bakarsak; âyet geçmişte doğru yola davet edilen ama Mekke müşriklerinin yaptıkları gibi yapanların sonunu göstererek şu mesajı veriyor: “Dünyada olmasa bile ahirette ebedi bir helak yaşamak istemiyorsanız, Kur’an’la ve Hz. Muhammed ile ayağınıza kadar gelen hidâyet nimetinin kıymetini bilin.”

35. 36. Âyet: Hz. Musa’dan Kısa Bir Hatırlatma

Bu âyetler özellikle A’râf sûresinde geniş olarak anlatılan Hz. Musa kıssasını hatırlatıyor ve konuyu doğdu, yaşadı ve öldü kısalığında üç kelime ile özetliyor.

37. Âyet: Hz. Nuh’dan Kısa Bir Hatırlatma

Âyet, kıssanın ana hatlarının muhataplar tarafından bilindiğinden yola çıkarak, kıssayı iki cümleyle özetliyor.

38-40 Âyet: Dört Kavimden Kısa Bir Hatırlatma

Bu âyetlerde Ad, Semud, Ress ve Lut kavminin helaki anlatılıyor. Bu anlatımda öncelikli amaç, detaylı tarih bilgisi vermek değil. Öncelikli amaç insanların dünyadaki tercihleri üzerinden sonuç eğitimi vermek. Bu sonuç eğitiminde altı kavmin kıssalarının özeti verildikten sonra, bu kıssaların hepsi şu cümle ile özetleniyor: “Doğrusu; onlar öldükten sonra dirilmeye inanmıyorlardı.”

Bu özet üzerinden de şu mesaj veriliyor: Tercihlerinizin sonuçları dünyada olmasa bile ahirette kesinlikle karşınıza çıkacak. Tarih bu gerçeğin şahididir. O yüzden yaptığınız her tercihi bu bilinçle; hesabını vereceğinizi bilerek yapın.

41-44 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

ÖN BİLGİ: Bir İnsanın Bu dünyada Düşebileceği En Kötü Durum Nedir?

Bu âyetlerin tefsirine geçmeden önce burada bir ön bilgi vermek istiyoruz. Furkan sûresinin 43. âyet ve ileride benzer bir içerikte gelecek olan Casiye sûresinin 23. âyeti Kur’an’da çok özel bir yere sahip. Bu âyetler başlıktaki sorumuzun cevabı oluyor ve diyor ki: Bir insanın bu dünyada düşebileceği en kötü durum hevasını ilah edinmesidir. Neden böyle olduğuna aşağıda değineceğiz. Bu ön bilgiden sonra âyetlerin tefsirine geçebiliriz.

41. Âyet: Kibir, Şeytanın Vücut Bulmuş Hali

Olmaz ama olduğunu farz edelim eğer kibir sıfatı ete kemiğe bürünüp bir varlıkta görünecek olsaydı bu varlık şeytan olurdu. “Dünyada şeytana en fazla benzeyen insan kim?” diye sorulsaydı, cevap en kibirliler olurdu.

Kibir bir üstünlük hastalığıdır. Kibir Allah’a iş öğretme küstahlığıdır. 41. âyette Mekke müşriklerde bu küstahlığın örneğini görüyoruz. Âyetteki ifade üzerinden zımnen şunu diyorlar: (Haşa) “Bu mu Allah’ın peygamber olarak (seçip bizim başımıza) gönderdiği!” Allah birini seçip gönderecekse, o kişi, Muhammed değil biz olmalıydık.”

Bu tespitimiz Zuhruf sûresinin 31. âyetinde şöyle ifade ediliyor: “Dediler ki “Bu Kur’an (gele gele Abdulmuttalip’in yetimine mi geldi. Taif ve Mekke gibi) iki şehirden (Velid bin Muğire gibi veya o çapta) büyük bir adama gönderilmesi gerekmez miydi?” Müşriklerin kibirli/üstenci sözleri 42. âyette devam ediyor.

42. Âyet: “Direnmesek Bizi de Saptıracaktı”

42. âyette güçle gelen küstahlığın yanında şımarıklığı ve haddi aşmayı da görüyoruz. Âyetteki ifadeden şunu anlıyoruz. “Bu şehirde güçlü olan biziz. O yüzden kimin doğru, kimin yanlış yolda olup saptığına da biz karar veririz. Eğer bu gelişmelere direnmeyip seyirci kalsaydık, kendisi saptığı gibi bizi de saptıracaktı.”

İşte kibir böyle bir şey. Hem sapacaksın hem saptığının farkında olmayacaksın hem de dünyanın en doğru insanına bizi saptırmak istiyor iftirası atacaksın. Mekke’de olan buydu. Peki bunun sebebi neydi? Bu davranışların arkasında ne vardı? Gelecek âyetler onun cevabını veriyor.

43. Âyet: Soru Şu “Ben Hevamı İlah edindim mi?”

Heva konusuna hem Tefsir Usulümüzde hem de bu tefsir çalışmamızda çok önemli bir yer verdik.504 Önce hevâ-i nefis için Heva Yasasında yaptığımız tanımı önemine binaen dipnotta hatırlatalım505 ve ona burada ufak bir ilave yapalım.

İnsanın içindeki karar mekanizmalarının başında yönetici olarak akıl vardır. Nefsin bu mekanizmanın emrindeki iradeyi hayır ve şer, takva ve fücur yönünde meylettirme potansiyeli vardır. Bu meyil hayır yönünde olduğunda nefis manevî gelişimine göre terakki, tekamül sürecinde levvame, mülhime, mutmainne, mardiye, radiye, safiye, kamile gibi sıfatlar kazanır. Bu kazanımın diğer adını kendini Allah’ın razı olduğu ölçülerde gerçekleştirip insan-ı kamil olmaktır.

Bu meyil şer yönünde olursa, nefis emmare sıfatı ile günaha meyleder.

Bu sürecin sonunda gelinen noktada artık heva ilah olmuştur.

Bu açıklamalardan sonra başlıktaki sorunun cevabına gelirsek, inkarını açıktan yapan insanlar için “hevasını ilah edinmiş” diyebiliriz. Bir Müslüman olarak kendimize bakarsak bunun cevabını aşağıların aşağısına iniş etaplarına bakarak en iyi biz verebiliriz.

Âyet hakkında giriş diyebileceğimiz bu açıklamalardan sonra bu açıklamalara birkaç nokta daha ilave edebiliriz.

Birinci Nokta: Sözde İlahların En Büyüğü

Geçmişten günümüze insanların taptığı sözde ilahların bir listesi yapılsa ve binlerce ilahın yer aldığı bu listede “En büyük ilah hangisidir?” diye sorulsa cevaba şu soru üzerinden gidilir: Bunların ilah olmasına, bunlara ilahlık payesi verilmesine, bunların ilah olarak atanmasına kim karar verdi? Cevap insan olacak; cevap insanın içindeki hevâ-i nefis olacak. Cevap bu olduğunda tespitimiz şu olacak. Hevanın ilah olması demek nefsin yani kişinin ilah olması demektir.

Bu tespit üzerinden devam edelim

İkinci Nokta: Ateistin Bile İlahı Vardır

Konuya “din mantığı” içinden baktığımızda “Allah yoktur” deyip ateist olduğunu ilan eden bir insan, bu hükmünü/kararını hevâ-i nefsin etkisinde kalan akılla veriyor. Öyle olduğu için de gerçek ilahın yokluğunu ilan ettiğinde, farkında olmadan nefsinin yani kendinin ilah olduğunu ilan ediyor. Bu gerçeği dikkate aldığımızda geçmişten bugüne tapılan ilahlar kategorisine yeni bir bölüm ekleyip, ateistleri “ilah”ın yokluğuna karar veren ilahlar olarak tanımlayabiliriz.

Üçüncü Nokta: Hevayı İlah Edinmenin En Yaygın Şekli: Şirk

Hevasını ilah edinenleri tamamen ve kısmen ilah edinenler diye ikiye ayırdığımızda, ateistlerin tamamen ilah edindiğini, şirk koşan müşriklerin de kısmen ilah edindiğini söyleyebiliriz.

44. Âyet: Hayvanlar Üzerinden Yapılan Benzetme

Bu âyette öne çıkan konu dinlemeyen düşünmeyen bazı insanların bu özellikleri ile hayvanlara benzemesi. Bu konu için A’râf sûresinde 176 ve 179. âyetler için yaptığımız açıklamalara bakınız.

45-54 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

ÖN BİLGİ: ŞAHİTLİK EDEN ÂYETLER ÜZERİNDE TEFEKKÜR

Kur’an’da herhangi bir konuya karşılık gelen her âyet grubunun birden çok görevi var. Burada adına kevni âyetler de dediğimiz yaratılan âyetler, bir kez daha şahitlik için geliyorlar ve (43 ve 44. âyetlere işaret ederek) lisan-ı halleriyle bize şu mesajı veriyorlar: “Ey insanlar! Nefsinizi ilah edinirseniz, akıl nimetini kullanmayarak hayvanların seviyesine inerseniz, kâinattaki şahitliği göremezsiniz.”

Ama tersini yapar akıl nimetini kullanır, o nimetle yaratılan âyetler üzerinde tefekkür ederseniz, şunları görürsünüz: Kur’an’ın kevni âyetleri hem kâinatı Allah’tan başkasının yaratamayacağına şahitlik ediyor hem de Kur’an’ın insan sözü olamayacağına şahitlik ediyor.

45. Âyet: Gölgelerin Şahitliği: Kur’an İnsan Sözü Olamaz

Çöl ikliminin hakim olduğu bir bölgede yaşayan Mekke halkı için “gölge” nimet listesinde çok önemli bir nimet olarak öne çıkıyordu.

Kur’an bu nimete dikkat çekiyor. İşin bu tarafı açık olduğu için biz bu nimetin “Kur’an insan sözü olamaz” gerçeğine bakan tarafı üzerinde duracağız.

Bu âyetlerin indiği zaman diliminde dünyanın her yerinde insanlar sabah vakti gölgelerin uzun, öğle vakti kısa, akşama doğru da tekrar uzun olduğunu biliyordu ama hiç kimse bunun nasıl olduğunu, bugün bizim bildiğimiz şekliyle bilmiyordu? O yüzden o günün insanından âyette geçen “Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını (ve kısalttığını) görmedin mi?” sorusuna cevap istenseydi, büyük ihtimal “gördüm” ama bu işin nasıl olduğunu bilmiyorum şeklinde cevap verecekti. Âyet dolaylı olarak o gün bütün insanlara şu mesajı veriyor: “Bunu size ev ödevi olarak veriyorum; bu işin nasıl olduğunu anlamaya çalışın. Bu arada size bu işi anlamada yardımcı olacak bir de ipucu vereyim; “sabit olsaydı” ne olurdu?”

İnsanlar bu ipucu üzerinde düşündüğünde şunu anladılar, demek ki bu gölgelerin uzaması kısalması işi hareket eden bir şeye bağlı oluyor. O günden bugüne bilim insanları verilen ve bulunan ipuçlarından yola çıkarak bugün bu konuda ulaştığımız bilgi seviyesine ulaştı ve dediler ki: Dünyada gölgelerin uzama, kısalma ve tekrar uzama gibi hareketleri “sabit olmamasına” yani dünyanın 24 saatte kendi etrafında dönmesine bağlı oluyor.

Aynı bilim insanları bugün “sabit olsaydı?” sorusuna da şu cevabı veriyorlar: Gölgelerin sabit olması demek, dünyanın dönmemesi demek. Dünyanın dönmemesi demek, dünyayı kendi yörüngesinde onu güneşe bağlayan -görünmez ipler mesabesindeki- kütle çekim yasasının iptali demek.506 Bu yasanın iptali demek, dünyamızın uzayda dibi olmayan bir uçurumdan aşağıya düşmesi demek…

Bu gerçeği dikkate aldığımızda şu gerçeği ilan ediyoruz: 7. asrın bilgi seviyesinde gölgeler sabit olsaydı, sonucun böyle olacağını hiçbir insanın bilemeyecek olması, Kur’an’ın insan sözü olamayacağına şahitlik ediyor.

Özetlersek gölgelerin varlığı nasıl güneşin varlığına şahitlik yapıyorsa, gölgeler Kur’an’ın Allah’tan başkasının sözü olamayacağına da şahitlik yapıyor.

Gölgenin Aslına Şahitliği

Gölgenin yaptığı şahitliği biraz açarsak, her gölge aslına şahitlik yapar. Her gölge dolaylı olarak “Bana eser, aslıma da o eserin sanatkarı olarak bakabilirsiniz. O yüzden ben varlığımı bir sanatkara borçluyum, o sanatkar olmasaydı ben de olamazdım." der. Gölge bu şahitlik üzerinden bütün insanlara şu mesajı veriyor: “Nasıl ben aslımın varlığına şahitsem, aslımın varlığı da O’nu yaratan Allah’ın varlığına şahittir.”

Bu şahitliği bir de yukarıdaki 44. âyete bağlayıp okursak, o okumanın mesajı şudur: “Ey insan! İnsan esere baktığında, eserin sanatkarın varlığına yaptığı şahitliği anlayabilecek bir donanımda yaratılmıştır. Bu donanımın hakkını vermek insanla hayvan arasındaki farkın göstergesidir…”

46. Âyet: Gölgenin Mesajı

Âyetin parantez içi açıklamalarında gölge ile insanın fani ömrü arasındaki bağlantıya dikkat çektik. Bu noktada gölge önceki mesajların yanında bize şu mesajı da veriyor: “Ey insan! Ben de faniyim sen de fanisin. Benim her gün bu dünyaya gelip gittiğim gibi sen de geldiğin bu dünyadan bir gün gideceksin. Benim görevlerimden biri de bu gerçeği insanlara hatırlatmak. Sana tavsiyem bu gerçeği unutmadan yaşa!”

47. Âyet: Tefekküre Devam

Önceki âyetlerde dünyanın kendi etrafında dönmesine bağlı olarak gölgenin yaptığı şahitliği bu sefer, yine aynı hareketin sonucu olan gece ve gündüz yapıyor. Bağlam üzerinden okumaya devam edersek, ufak bazı değişikliklerle 44. âyeti şablon yapıp, 47. âyeti o şablon içinde farklı şekillerde okuyabiliriz.

Hemen örneklendirelim: “(Dünyanın kendi etrafında dönmesine bağlı olarak) Rabbinin gecenin ardından gündüzü, gündüzün ardından geceyi nasıl getirdiğini görmedin mi? İsteseydi (dünyayı kendi etrafında döndürmez, evreni durağan hale getirip) onları sabit kılardı. (Peki) Sonra (ne olurdu? Bir düşün! ... Hayat olmazdı. İşte) Biz(sebep-sonuç ilişkilerine bağlı olarak yaratılanları Yaratana delil kıldığımız gibi) gece ve gündüzün varlığını da güneşin varlığına şahit kıldık.

Âyetin Öldükten Sonra Dirilmeye Bakan Tarafı

Âyeti düz okursak, yukarıda şablon içinde okuduğumuz gibi okuyabiliriz. Ama tefekkürümüzü biraz daha derinleştirirsek, âyet bizim için ikinci ve üçüncü dereceden anlamlar dediğimiz işârî anlamlara da kapı açar.

Onlardan birine işaret edelim. Âyet bu dünyadaki biyolojik saatin işleyişi üzerinden, öldükten sonra dirilmeye de şahitlik yapıyor. Nasıl olduğuna bakalım.

Âyet diyor ki: Bu dünyada Allah’ın yasaları var; gecenin olması, insanın uyuması, arkadan gündüzün gelmesi Allah’ın bu dünyaya koyduğu yasaların sonucunda ortaya çıkan bir döngüdür. Her insan bu döngüye istemese de uymak zorundadır. Bu olgular üzerinden her gün yaşanan bu döngü, bu dünyada her başlayanın bitmesi, her gelenin gitmesi gerçeğine işaret eder.

Bu işaret üzerinden şu mesaj verilir: “Ey insan! İstesen de istemesen de bu dünyadan gideceksin. Her gece uyuyup her sabah uyandığın gibi bir gün ölüm uykusuna yatacak ve mahşer sabahında uyanacaksın. Uyandığında dünyadaki geçmişin orada cennet ve cehennem olarak karşına çıkacak. Bu gerçeği bilerek yaşa.”

48. Âyet: Tefekküre Devam

Bu âyetin benzeri A’râf sûresi 57. âyette geçmiş bu ve benzeri âyetlerin “Kur’an insan sözü olamaz” gerçeğine yaptığı şahitliğe işaret etmiştik. Burada âyete, âyette verilen parçalara, verilmeyen parçaları da ekleyip bir tefekkür bağlamında bakıp kısa bir değerlendirme yaptığımızda bu âyeti şöyle formüle edebiliriz; (Rüzgar, bulut + bulut, yağmur + güneş, buharlaşma = Gökten inen temiz su.)

Âyet bize, bizim ve bütün canlıların ihtiyacı olan suyun nasıl ikram edildiğini anlatıyor. Bu anlatımda 7. asrın bilgi seviyesinden bir hitap tercih ederken, rüzgarla bulutun arasındaki ilişkiyi, bulutla suyun buharlaşması arasındaki ilişkiyi tam olarak anlamayı bilim insanlarına ev ödevi olarak veriyor. Bu ev ödevini yerine getiren bilim insanları 17. ve 18. yy’larda bu işi fark ediyor. O günden bugüne bu işin nasıl olduğunu tam olarak izah ediyorlar. Bu izahtan şunu anlıyoruz: Bu işi Allah’tan başkası yapamaz. Su nimetini Rahmân olan Allah’tan başkası insanlara sunamaz.

O yüzden su evrensel bir rahmetin göstergesidir.

49. Âyet: Su Nimeti Olmasaydı…

Bu âyeti de bağlam içinde okuduğumuzda âyet bir kere daha 44. Âyeti hatırlatıyor. O âyette Çöl ikliminin hakim olduğu bir bölgede yaşayan Mekke halkı için gölge nimetine dikkat çekilmişti. Onu takip âyetlerde gece, uyku ve gündüz nimetlerine dikkat çekildi. Arkasından rüzgar, bulut, yağmur ve suya…

Burada tefekkür sorusu şu: Rüzgar esmese, sular buharlaşmasa, bulut oluşmasa, yağmur yağmasa, insanlar hem kendileri hem hayvanları hem de tarım için su bulamasaydı ne olurdu? Bu soru Mülk sûresinin 30. Âyetinde şöyle soruluyor: “De ki: (Allah’ın âyetleri üzerine düşünün! Mesela; rüzgar dursa, buharlaşma olmasa, bulut oluşmasa, yağmur yağmasa) Suyunuz çekiliverse, söyleyin bakalım, size kim bir akarsu getirebilir?”

Bu tefekkürden sonra âyetin mesajı gâyet net: Suyun varlığı da sayısız şahit gibi Allah’ın varlığına şahittir.

50. Âyet: Nankörlükte Israr

45-54 arası âyetlerin konusuna “nimetler” dersek, bu âyet konuyu bağlayan âyetlerden biri olarak nimetlere karşı yapılan nankörlüğe dikkat çekiyor. Âyetin bu konuya dikkat çekmede kullandığı dil ilginç. Âyet zımnen şöyle diyor: “Biz bir defa değil, iki defa değil defalarca bu konuyu anlattık. Defalarca bu nimetleri size Allah’tan başkasının veremeyeceğini hatırlattık ama siz insanların çoğu nankörlük etme işinde direttiniz yani yanlışta ısrar ettiniz.”

Âyet bize dünyadaki imtihan dekorunda bütün zamanlarda insanların genel davranışının fotoğrafını veriyor. Fotoğrafa baktığımızda şunu görüyoruz.

Kur’an’da bu şekilde çok sayıda örnek görmek mümkün. Burada mesaj gâyet net:

Haklı olan bir kişi, haksız olan bir milyon kişi de olsa, haklının yanında durmaya gayret edin.

51. Âyet: Ortam Okuması

Bu âyetin iniş sebebini bilmiyoruz. Ama âyeti bir sorunun cevabı olarak kabul edersek, bu âyetin indiği ortamda konuşulanları tahmin edebiliyoruz. Müşrikler Peygamberimizin peygamberliğine itiraz ediyorlar. Zımnen “Geçmişte bir sürü peygamber gelmiş. Biz sende aradığımızı bulamadık, sen git başka peygamber gelsin.” diyorlar.

Allahü a’lem böyle bir ortama inen bu âyet zımnen şunu diyor: “Bu konuda sizin değil, Allah’ın dilediği oluyor. Evet geçmişte peygamber gelmişti ama Muhammed son peygamberdir. Ondan sonra elçi gelmeyecektir.”507

52. Âyet: Cihat, Savaş Değildir

İslam âlimleri arasında bu âyetlerin Mekke’de indiği konusunda ve Mekke’de Medine’de olduğu gibi savaşlar olmadığı konusunda ortak bir kabul vardır. Bu ortak kabulü dikkate aldığımızda karşımıza iki sonuç çıkıyor.

Bu tespitten sonra şu soruyla devam edelim.

Büyük Cihad Nedir?

İniş sırası üzerinden yaptığımız okumada Kur’an’da türevleriyle birlikte 41 defa geçen chd kelimesini, ilk kez bu âyette görüyoruz.

Bu âyeti dikkat çekici yapan sadece bu nokta değil. Bu âyeti asıl dikkat çekici yapan, âyette cihadın büyük cihat anlamında “cihâden kebîren” ifadesiyle geçmesidir. Bu ifade Kur’an’da sadece burada geçer.

Bu noktada, başlıktaki sorunun yanında karşımıza bir soru daha çıkıyor, Kur’an hiçbir sıcak savaşın olmadığı Mekke’de büyük cihat ifadesi ile neyi kastediyor? Bize hangi mesajları veriyor?

Bu soruların cevabı olarak öncelikle Tefsir Usulümüzde (25) Cihad Yasasında yaptığımız açıklamalarda geniş olarak değindik. Burada onlara ilaveten bir noktaya temas edelim.

İslam dininde cihat kavramını bir meyve örneği ile anlatırsak, bir meyvenin güzel bir meyve olma mücadelesi çekirdekten başlar. Çekirdekten meyveye kadar geçen bütün süreçler cihadın etaplarıdır. Bu etapların hakkı verilmediğinde güzel bir meyve ortaya çıkmayacaktır.

Aynen bunun gibi Müslümanın cihadında hedef:

Kendini gerçekleştirmiş güzel ahlak sahibi kamil insan olmaktır. Bu insanın en büyük özelliği, nefsini terbiye ederek, istek ve arzularına hakim olarak, merhamet ve adaleti baskın özelliği yaparak her durumda kendini Allah’ın razı olduğu çizgide tutabilmesidir.

Bu cihadın “olma” ve “kalma” şeklinde iki ana etabı vardır.

Bu cihat çekirdekten meyveye, bebeklikten ölüme kadar hayatın her anını içine aldığı için BÜYÜK CİHATtır.

Bu cihadın hakkını veremeyenler, bu cihatla belli bir kıvama gelemeyenler, bu cihadın alt başlıklarından sadece biri olan savaşta düşmanı yenseler bile başarıyı kendilerinden bilmekle, ganimeti gaye yapmakla, övgü ve takdir beklemekle, öfkesin ve nefretine yenilmekle manevî mağlubiyetler yaşarlar.

Özetlersek, bu âyet cihat konusunda iniş sırasında karşımıza çıkan ilk âyetlerden. İlk âyetin bu mesajlara havi olması çok büyük önem arz ediyor.

Bağlam: Geri Adım Yok. Silahsız Cihada Devam

Bu âyet iniş sırasından yaptığımıza okumada “ona, onlara itaat etme/boyun eğme” şeklinde gelen 4. âyet.508 Bu âyeti burada bağlam ile birlikte okuduğumuzda şunu anlıyoruz. Mekke’de Müslümanlara yapılan baskı her geçen gün artıyor. Baskılar arttıkça mücadele daha da zorlaşıyor.

İşte böyle bir ortamda âyet zımnen şu mesajı veriyor: Geri adım atmayın. Güçler dengesini dikkate alın. Silah veya kasları değil aklı kullanın. Düşmanla boks maçına çıkmak yerine satrancı tercih ederek doğru hamlelerle cihada devam edin.

53. Âyet: İki Deniz ve Aralarındaki Engel

İniş sırasından yaptığımız okumada Kur’an’da iki denizin salınmasından ve aralarında berzah olmasından bahseden âyetlerden ilki burada bu âyette karşımıza çıkıyor.509 Bu âyet Kur’an’ın “Ben bir şey söyleyeyim ama siz ondan çok şeyler anlayın.” dediği türden âyetler. Bu âyetin hem mecazi hem de hakiki manası var. Önce mecazi manasından başlayalım.

Âyetin Mecazi Manası: Zıtlar Denizi

Mecazi manada önce genel bir değerlendirme yapacağız. Sonra konuyu en fazla öne çıkan iman ve küfür noktasına getireceğiz.

İki denizi en genel anlamda zıtlar olarak anlayabiliriz. Bu dünya insanın yaşayacağı kıvama geldiği günden beri (gece-gündüz, soğuk sıcak, karanlık-aydınlık, iyi-kötü, ruh-beden, madde-mana, iman-küfür, hayat-ölüm gibi) birbirinin zıddı olan şeyler birbirine karışmıyor. Bunlar karışmadığı için hayat bir düzen ve denge içinde devam ediyor.

Burada bir not düşelim, bizim zıtlar denizi olarak betimlediğimiz bu iki deniz çok derin bir felsefi derinliği olan konu. Biz bu derin konuya, bir tefsir çalışması sınırları içinde sadece değinmiş oluyoruz.

İman ve Küfür

Mecazi anlamı ile iki denizden biri iman diğeri küfür denizi. Bu iki deniz hem Mekke özelinde hem dünya genelinde olan bir deniz. Bu denize Mekke özelinden bakarsak iman denizinde tevhid, küfür denizinde şirk var.

İman denizi tatlı. Ama bu tat imtihan dünyasında herkes tarafından tam olarak hissedilemiyor. Bütün boyutları ile hissedilmesi Cennete bırakılıyor.

Küfür denizi acı. Zevk ve keyif veren eğlence araçları insanın önünde gaflet perdesi meydana getirdiği için bu acı imtihan dünyasında herkes tarafından tam olarak hissedilemiyor. Bütün boyutları ile hissedilmesi Cehenneme bırakılıyor.

Âyetin Hakiki Manası: Kur’an İnsan Sözü Olamaz

Kur’an’ın bu tür bilimsel konulara işaret âyetleri şuna benziyor. Bir öğretmen var. Öğretmen ilkokul 3. sınıfta ders verirken, verdiği bilgilerin bir bölümünü öğrencilerin anlayacağı seviyeden verirken, bir bölümünde seviyeyi yüksek tutuyor. İşte bu âyet, seviyenin yüksek tutulduğu âyetlerden. Bu âyet hem o zamana hem de bütün zamanlara şu mesajı veriyor:

Bu âyet, Kur’an’ın insan sözü olamayacağına, Kur’an’ın sadece ve sadece Allah’ın kelamı olduğuna şahitlik ediyor.

Hakikat ve Mecazın Birlikte Verdiği Mesaj

Yukarıda 50. âyetin tefsirinde, insanların çoğunun nasıl olduğuna işaret etmiştik. O işarette imtihan dekorunda inanmayanların inananlardan çok olduğunu gördük. Dünyada inkarın imandan çok olması, tuzlu suyun tatlı sudan çok olmasıyla benzeşiyor.512 Bu benzerlik başka benzerliklere de kapı açıyor. Bu benzerliğin adı hidâyet. Bu benzerlik iki türlü oluyor.

Birinci Benzerlik: Güneş İslam’ın gülen sıcak yüzünü temsil ediyor. Bu yüz karşısında okyanuslardaki tuzlu sular buharlaşıyor, bulut denilen taksiye biniyor. Yağmur denilen tatlı su olarak yere iniyor.

İkinci Benzerlik: Gelişen teknoloji sayesinde deniz suyu içme suyuna dönüşüyor. Teknik olarak bu dönüşüme “desalinasyon” deniliyor.

Bu iki benzerliğin mesajına gelirsek, mesaj şu:

Evet bu dünyada tuzlu suyun tatlı sudan fazla olması gibi inkar edenler de iman edenlerden fazla ama bu durum, değişim ve dönüşüm olmayacak anlamına gelmiyor. Eğer inandığınız değerler adına güzel örnek olmazsanız, iman edenlerin sayısının azaldığını görebileceğiniz gibi, güzel örnek olduğunuzda bunun artacağını da görebilirsiniz.

Özetlersek, Nasıl denizler dünyadaki iklim üzerinde etkiliyse, Müslümanların inandıkları değerler adına güzel örnek olup olmaması da dünyanın manevî iklimini etkileme açısından çok önemlidir.

54. Âyet: Allah’tan Başka İlah Olamaz. Kur’an Allah’tan Başkasının Sözü Olamaz

ÖN BİLGİ: Âyette Geçen Kelimeler Hakkında

Konuya giriş yapmadan önce şunu ifade edelim. Bizim mealimizde akrabalık ve hısımlık anlamı verdiğimiz neseben ve sıhran kelimeleri, iniş sırasından yaptığımız bir okumada ilk kez burada karşımıza çıkıyor. Ayrıca yaratılışı anlatan bir süreçte, sudan yaratmanın hemen arkasından gelmesi yönüyle sadece bu âyette geçiyor.513

Bu duruma dikkat çektikten sonra âyetin tefsirine geçebiliriz.

Kur’an Bütün İnsanlara Meydan Okur.

Kur’an “Bana bir benzer getirin.” der. “Benzer getirin” demenin bir manası da “Haydi o âyetleri Allah’tan başkasını özne ve fail yaparak yazın.” demektir.

Deneyelim bakalım olacak mı? Varsayalım X isimli bir şahıs, 7. asırda, 7. asrın bilgi seviyesinden 54. âyet üzerinden bir deneme yapıyor ve âyeti şöyle yazıyor.

“Ben, insanı sudan yaratıp ona (ana-baba tarafından) akrabalık ve (eşler arası evlilik bağıyla) hısımlık bahşettim. Ben her şeye hakkıyla gücü yeten Kadîr’im.”

Kur’an lisanı haliyle âyeti bu şekilde yazan kişiye diyor ki, “Sen bu âyete özne ve fail olamazsın.” X adlı kişi “olabilirim” derse, bu durumda, 7. asırda şunları bilmesi gerekiyor;

Sadece bunları bilmek yetmiyor. Âyetin ikinci cümlesinde geçen Rabbin ve Kadir kelimeleri X’e şunu diyor: “İnsanı yoktan yaratmaya ve yaratılış gayesine uygun olarak terbiye etmeye de kadir olman gerekir.”

Bu âyet şu gerçeği gösteriyor: Kur’an’da Allah’ın özne ve fail olduğu hiçbir âyeti, hiçbir insan kendini veya kendinden başkasını (tabiatı ve tesadüfü) özne ve fail yaparak yazamaz. Çünkü özne ve failin, âyette bahsedilen işi yapabilecek özelliklere sahip olması gerekir.

55. Âyet: Kime Kulluk Edeceğim?

54. âyet ve benzeri bütün âyetler bu soruya şu cevabı verir. Kâinatı bir kitap gibi oku, yaratılan her şeyi o kitabın bir sayfası gibi oku. Yaratılan şeylerin özelliklerine bak. O özelliklerden, o şeyi yaratabilecek olanın sahip olması gereken özellikleri anla. O özelliklere kimin sahip olabileceğini araştır… Araştırdığında şunu anlayacaksın. Allah’tan başkası bunları yaratamaz. Onu anladığında şunu da anlayacaksın. Allah’tan başkasına kulluk edilmez.

Bunun tersini yapan, âyetteki ifadesiyle şeytanın amaçların arka çıkar, ona destek verir.

56-58 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

56. Âyet: Görev Tanımı

İniş sırası üzerinden yaptığımız bir okumada bu içerikte bir âyeti ilke kez görüyoruz. Bu âyette Peygamber Efendimizin hem müjdeleyici hem de uyarıcı yanı aynı âyette birlikte geçiyor. Bu âyet hem peygamber Efendimizin hem de onun yolundan giden, ona tabi olan müminlerin görev tanımlarını yapıyor.

Bu tespitlerden sonra önceki değerlendirmelerimizi de hatırlatarak, bu âyetin mesajını şu şekilde verebiliriz: “Ey mümin! Allah Resulünün çağında yaşasaydın. Onu tanıdıktan onunla gelen Kur’an’a iman edip Müslüman olduktan sonra sana şunu diyecekti: Seni ailene ve çevrende ulaşabildiğin bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderiyorum. Haydi git bu işi en güzel şekilde yap.”

57. Âyet: Ücret Yok. Teşekkür Beklemek de Yok

Yukarıda yaptığımız görev tanımı içinde, irşat ve tebliğ yapan hiçbir mümin yaptığı işi ücret karşılığı yapamaz. Yani “Bu işin bir bedeli var, onu verirseniz güzel örnek olur ve anlatırım, onu vermezseniz bu güzellikleri size anlatmam diyemez.” Bu görev, Allah tarafından, iman eden her mümine verilmiş bir görevdir.

Bunları bilen bir kişi, “Ben bu işi Allah rızası için yapıyorum. Görevim olduğu için yapıyorum. O yüzden değil ücret teşekkür bile beklemiyorum. Ama illa bir şey yapacaksanız. Bana şöyle dua edebilirsiniz; “Rabbim beni istikametten ayırmasın. Rabbim beni ömrümün sonuna kadar bu çizgiden saptırmasın.”

Aşağıdaki bağlıkla devam edelim.

Tek İsteğim Var: Hidâyetiniz

Âyette geçen “Tek isteğim, dileyen kimsenin (hiçbir baskı altında kalmadan, özgür iradesiyle) Rabbine giden yolu bulmasıdır.” ifadesi Peygamberimiz için şu anlama geliyordu:

Peygamberimizin bu isteğini istemek, o isteğe ortak olmak bütün müminler için kuvvetli sünnettir.

Bu isteğin diğer adı mutlu edince mutlu olmaktır. Bilinçli bir Müslüman için hidâyet yani doğru yolun değeri 1.000.000’un önündeki “bir”den daha değerlidir. O yoksa gerisi sıfırdır. Ona sahip olmak en büyük mutluluktur.

Bu yüzden her mümin, kendisi için istediği bu mutluluğu bütün mümin kardeşleri için de ister.514

Âyette Geçen “Dileyen” İfadesinin Mesajı

Bu ifade yukarıda yaptığımız görev tanımını teyit ediyor. Yani “Biz hiçbir insanın dilemesine karışamayız. Allah’ın imtihan dünyasına koyduğu yasaların bir sonucu olarak dileyen iman eder, dileyen inkar eder.”515

İnsanların bu özgürlüğüne saygı, onların görüşlerine değil, Allah’ın verdiği hakka, dolayısıyla o hakkı veren Allah’a saygıdır. Bazıları “Ben onun inancını benimsemiyorum ve o yüzden saygı da duymuyorum” diyorlar. Doğrudur. Ama buradaki saygı, kişinin görüşüne değildir, o kişiye Allah’ın verdiği tercih hakkına saygıdır.

Bu hakka müdahale etmek, imtihan dünyasının dekoruna terstir. Allah’ın bile yapmadığını yaparak, haddini aşmaktır.

Ücret Karşılığı Dini Hizmet Yapılır mı?

Bu konuda daha önce de geçmişti.516 Oradaki açıklamalarımıza devamı olarak burada şunu ifade edelim.

Yukarıda ifade ettik, irşat ve tebliğ her Müslümanın görevidir. Bu âyetlerin indiği zaman diliminde hiçbir Müslüman bu işi meslek olarak yapmadı. O gün için herkesin hayatını devam ettirmek için bir işi vardı. O işin yanında inancını yaşamak için gerekli olan temel bilgileri öğrenebiliyordu.

Sonrasında hayatın akışı her insanı bir meslek sahibi olmaya yöneltti. Dini konularda uzmanlaşmak bir ihtiyaç oldu. Bu ihtiyaç bu alanda bazı meslekleri gerekli kıldı. O meslekleri yapan insanların başkasına muhtaç olmaması için, yaptıkları iş nedeniyle ücret almaları gerekti.

Burada soru şu: Bu mesleklerde alınan ücret caiz mi?

Eğer bu ücreti alan kişiler bu mesleği yapmadıklarında o ücreti almadıklarında, yukarıda ifade ettiğimiz görev tanımı içinde her Müslümana düşen bireysel irşat ve tebliğ görevini -ellerinden geldiği kadar- yapıyorlarsa, o ücret caizdir. O ücreti almadıklarında o görevleri yapmıyorlarsa o ücret caiz olmaz.

Özetlersek, uzmanlık gerektiren ve tam zamanlı yapılması gereken din hizmetlerinin aksamaması için o işi yapan kişilere ücret verilmesinde bir mahsur yoktur. Allahü a’lem.

58. Âyet: Cansızlara ve Öleceklere Değil, Hay Olana Tevekkül Et

Bu âyette daha önce hakkında bilgi verdiğimiz iki kavramı görüyoruz.517 Onları ilgili yerlere havale ederek, iniş sırasından yaptığımız bir okumada bu âyette ilk kez karşımıza çıkan Allah’ın el Hay ismine dikkat çekmek istiyoruz.

Burada el Hay ismi üzerinden Allah’a yapacağımız tevekkülü iki bağlam ile birlikte okuyabiliriz.

Bu bilgileri dikkate aldığımızda âyetin verdiği mesajını şöyle anlayabiliriz:

Burada şu soruyu soralım;

Tevekkül Allah’tan Başkasına Yapılabilir mi?

Bu sorunun cevabına her insan kendisini şahit yapabilir. Bunun için önce bu dünya hayatında hayatının devamı için atomdan güneşe kadar ihtiyacı olan her şeyin bir listesini yapar sonra şu soruyu sorar: Benim bu ihtiyaçlarımı karşılamayı kim üzerine alabilir?

Sormaya devam eder;

Bu sorular karşısında dünyada bütün varlıklar susacak, bu işleri yapmada bütün varlıklar aciz kalacak. Onların sessizliği ve aczi insana şu mesajı verecek.

“Günahlarımızı Allah’ın Bilmesi Yeter”

Âyetin son cümlesi ilginç; iç bağlamı dikkate alarak âyetin sonunu okursak, bize denilen şu:

“Neden?” denirse, bunun birkaç sebebi var;

Birinci Sebep: Günah işlemek kötüdür. Günahı aleni yani açıktan işlemek daha kötüdür. Günah işleme konusunda başkalarını teşvik, bu noktada başkalarına kötü örnek olmak çok çok daha kötüdür. Bu kötülüklere sebep olmamak için, “Herkes günah işliyor, ben de işlesem ne olur?” şeklinde başkalarının günaha girmesine sebep olmamak için, yapılması gereken günah işlemekten sakınmak. İşlemişse bunu Rabbiyle arasında sır tutmak. Tevbe istiğfarla bu günahtan arınmak.

İkinci Sebep: Günah insanın zaafıdır. Bu zaafını bilen kötü niyetli insanlar, işlediği günahı insanların aleyhine kullanabilir. Onları ifşa etmekle tehdit edebilir. Bu durumda insan günahının esiri olur. Hem o günahtan kurtulamaz hem de o günah üzerinden kendini kullanan insanların elinden kendini kurtaramaz.

İşte bu ve benzeri sebepler nedeniyle Rabbimiz bu âyet üzerinden dolaylı olarak “Günahınızı benim bilmem yeter. Onlara başkasını şahit kılmayın.” diyor.518

59-62 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

59. Âyet: Nüzül Sebebi Bilinmeyen Âyetlerin Nüzul Sebebi Nasıl Bilinir?

Kur’an’da en fazla merak edilen konulardan biri nüzul sebepleridir. Biz bu konuya Tefsir Usulümüzde (18) Nüzul Sırası Yasasında değinmiştik. Burada bu âyeti vesile yaparak, orada yaptığımız açıklamalara ilaveten bazı ek açıklamalar yapmak istiyoruz.

Bu âyet “Gökleri, yeri yaratan” şeklinde başlıyor. Kur’an’da bu ifade 147 yerde semavat ve arz/gökler ve yer şeklinde aynı âyette arka arkaya geliyor. Bu noktada soru şu: Bu âyetler için 147 ayrı veya aynı iniş sebebi mi var? Aynı soruyu birçok defa tekrar edilen tevhid, ahiret, nübüvvet ve ibadet âyetleri için de sorabiliriz. Bu soruları sorduğumuzda, bütün bu soruların ortak cevabı şu olacak: Kur’an’da her âyet için bir iniş sebebi aramaya gerek yok. Kur’an’a dünya okulunda insanlığın ortak ders kitabı olarak bakarsak, Kur’an’daki bütün âyetlerin iniş sebebi insandır.

İniş sebebi insan olduğu için, Kur’an’daki âyetlerin büyük bir bölümü insanın olduğu her yere inecekti.

Örneklendirelim, Kur’an’da tevhid konusunda yüzlerce âyet var. Bu âyetler Kur’an Mekke’ye değil başka bir zamanda başka bir yere inseydi yine inecekti. Ahiretle, Nübüvvetle, ibadetler ve ahlak ile ilgili âyetler de öyle…

Kısaca imanın ve İslam’ın şartları başlığı altında saydığımız bütün âyetler, ahlak ve fazilet adına saydığımız bütün âyetler, evrensel hukuk normları olarak saydığımız bütün âyetler zaten inecekti. Neden? Çünkü bütün bu âyetlerin ortak özelliği şunlar: Allah’ı tanıtmak. İnsana görevlerini hatırlatmak. İnsana bu dünya hayatında Allah’ın razı olduğu bir hayatı yaşama konusunda rehberlik yapmak.

Bu açıklamalardan sonra başlıktaki soruya gelirsek, Kur’an’da bütün âyetlerin iniş sebebi burada saydığımız üç şıktan biriyle mutlaka bağlantılıdır. Bu bağlantıyı kurduğumuzda, başlıktaki soruya vereceğimiz cevap şu olur: Burada anlattığımız yöntem üzerinden bilinir.

Bu yönteme göre içinde gökler ve yer geçen tüm âyetlerin iniş sebebi, ilk olarak Allah’ı tanıtmak, O’nun gücünde ve kudretinde sınır olmadığını göstermek. İkinci olarak gökler ve yer üzerinden atomdan güneşe kadar her şeyi içine alacak şekilde yaratılan âyetleri indirilen âyetlerin şahidi yapmaktır.

14 Milyar Yılı Bir Cümlede Özetleyebilir misin?

Âyette “altı günde” manası verdiğimiz “fi sitteti eyyam” ifadesi Kur’an’da yedi defa geçiyor. Geçtiği yerlerde “Bu âyetin iniş sebebi ve yaptığı görevi nedir?” diye bir soru gelse verilecek cevaplardan ikisi şu olur:

Bu özet muhteşem bir özet. Bu özet şirki ve inkarı imkansız kılıyor.

Yani bu noktada hiç kimse araya girip “Bu işi ben yaptım veya benim taptığım bir ilah yaptı.” diyemiyor. Hiçbir akıllı insanın olmadığı 14 milyarlık bir zaman dilimi içinde insan aklının hem aciz hem de hayran kalacağı işlerin olması, mutlak Alîm ve Kadir olan bir Zatın varlığına şahitlik ediyor.

Bu işlerin arkasında hangi esmâ var? Allah bu kâinatı neden yarattı? diye sorduğumuzda âyet sorumuza “Er Rahmân” olduğu için cevabını veriyor. Er Rahmân Allah’ın bütün insanları sevmesine, sayısız nimeti onun hizmetine vermesine karşılık geliyor.519

Özetlersek, âyet yaratılışı özetliyor ve bu özet üzerinden bir tevhid dersi veriyor.

Âyetin son cümlesi üzerinden verilen mesaja gelince, ona aşağıdaki başlık altında bakalım,

Allah’tan İste, Allah’a Sor

Âyetin Arapça metninde geçen “fesel” ifadesi “iste” ve “sor” şeklinde iki anlama da geliyor. Biz burada iki anlam üzerinden bir okuma yapalım,

Birinci Anlam: Âyeti “iste” şeklinde okuduğumuzda, bu âyeti önceki âyetlerden 55. ve 58. âyetlere bakar. 55. âyette baktığında mesaj şu olur: Allah’tan başkasına kulluk etmeyin, dua makamında isteyeceğiniz her şeyi ondan isteyin. 58. âyete baktığında mesaj şu olur: Olabildiği kadar günahtan kaçının. Günah işlediğiniz zaman da bağışlanmayı sadece ve sadece Allah’tan dileyin.

İkinci Anlam: Altı günde yaratılan kâinat sembolik olarak Allah’ın insanın istifadesine açtığı dev bir kütüphane oluyor. Kur’an o kütüphanede en başta yer alıyor. Bu bağlamda âyetteki “fesel” ifadesini sor şeklinde okursak, âyetin mesajı şu oluyor: Yaratılışla alakalı, dinle alakalı ne kadar sorunuz varsa bunları sorun. Sorduğunuz her sorunun cevabını bu dev kütüphanede -bugün olmazsa yarın- bulacaksınız. Yeter ki bugün anlamadıklarınıza anlaşılmaz demeyin. Dün nice anlaşılmaz gibi görünün şeylerin anlaşıldığını dikkate alarak, anlama noktasında gayretinize devam edin.

60. Âyet: Neden Rahmân İsmi En Fazla Öne Çıkıyor?

Bu sorunun cevabına, önceki âyetlerin açıklamasında doğrudan ve dolaylı olarak değindik.520 Burada âyetin tefsirine zemin hazırlayacak şekilde, önceki açıklamalarımıza ufak bir ilave yapmak istiyoruz.

Eğer imtihan dünyasında dekor bir an için değişseydi, bu dünyada her insan az bir emekle, ahirette elde edeceği büyük kazancı görseydi, her insana her ay üç gün cennette tatil yaptıktan sonra dünyaya gelme imkanı verilseydi. Allah’ın insana olan sevgisi net bir şekilde görülecek, bu sevginin arkasında Rahmân isminin olduğu herkes tarafından bilinecekti. İmtihan dünyasında zorluk, sıkıntı, hastalık, savaş, ölüm gibi hadiseler bu sevgiyi perdelese bile gerçek bu.

Gerçek bu olduğu için her peygamber yaptığı her hayırlı her işin başına besmele koyma sıklığında Rahmân ismini öne çıkarıyor. Bu öne çıkarma nedeniyle Allah’ın Rahmân ismi, Allah ve Rab esmâsı ile birlikte en fazla öne çıkan isimlerden biri oluyor. Bu isim muhatabına şu mesajı veriyor: “Rahmân ismiyle sana değer veren; verdiği değere yarattığı sayısız nimeti şahit kılan Allah’ın sevgisine sevmekle, emirlerine itaatle karşılık ver. Bil ki, O senden ne istiyorsa senin iyiliğin için istiyor. Senden ne istiyorsa, sana verdiklerinin daha fazlasını vermeye vesile olsun için istiyor.”

İçeriği bu olan davetin normalde sevgiyi artırması lazım. Bilinçli bir şekilde Allah’a secde eden her mümin bu sevginin farkında olan, bu farkındalığını secdeyle görünür kılan insandır. Bu noktada insan hayretle soruyor, “Rahmân olan Allah’a secdeye davet edilen insan neden secde etmiyor? Sevmesi gerekirken neden nefret ediyor?”

Bu sorunun birden fazla cevabı olabilir ama biz bağlamı dikkate alarak cevap verirsek, “Rahmân’a secde edin” emrini duyan Mekke müşrikler bu emrin Allah’tan geldiğini kabul etmiyorlar. Onlara göre bu emir (haşa) Muhammed’in uydurduğu âyetlerden bir tanesi. Öyle olduğuna inandıkları için, bu âyetlerin indiği 6. Yılda, o yıla kadar Peygamberimize karşı sürekli artış gösteren nefretleri artmaya devam etti. 7. yılda öyle bir noktaya geldi ki, Peygamber Efendimize ve müminlere üç yıl boyunca boykot uyguladılar. Bu boykotla da sonuç alamayınca 13. yılda nefretleri, onları Peygamberimizi öldürme noktasına getirmişti. Bu noktada Peygamberimiz Allah’ın emriyle hicret etti… Bu nefreti tetikleyen en önemli sebeplerden biri de,

Kaybedeceklerini düşündükleri rant idi.

Daha önce de ifade ettik. Onlar Kâbe’yi dev bir AVM olarak işletiyor.521 İnsanların inançlarını paraya dönüştürme, güce dönüştürme, o güçle sosyal statü elde etmek ve onu koruma gibi amaçları vardı.

Müşrikler, bu noktada Peygamber Efendimizi en büyük tehdit olarak görüyor. Mekke’de her geçen gün iman eden insanların sayısının artması onların da nefretini arttırıyordu.

Günümüzde Nefreti Artıran Sebepler Nelerdir?

İrşat ve tebliğ işini iyi bilen, başkalarının hidâyetini gönülden isteyip dert edinen bilinçli müminler bu sebepleri bir doktorun hastalığı araştırma titizliğinde araştırır. Manevî tedaviden önce mutlaka tahliller yapar. Doğru teşhis olmadan doğru tedavi olmayacağını bilirler.

Bu konuda günümüzde nefretin artmasındaki en önemli etkenlerden birisi İslam adına bireysel ve ülke/yönetici seviyesinde kötü örnek Müslümanlar. Bu duruma nefreti artan kişinin İslam hakkındaki bilgisizliği de eklenince bu nefret dinle arasına mesafe koyma şeklinde karşımıza çıkıyor. Bu durumda yapılacak şey hem kolay hem zor. Kolay olan güzel örnek olmak zor olan da bir ömür boyu güzel örnek olarak kalmak.

61. Âyet: Astronomi Dersi

Bir kurgu içinde anlatırsak, Kur’an bütün zamanlarda iki farklı muhatabı var. Onun Allah’tan geldiğine iman edenler ve onun Allah’tan geldiğini inkar edenler. Bu noktada Kur’an sık sık gökleri ver yeri kendisine şahit olarak öne çıkarıyor. Çok defa tekrar ettiğimiz gibi şu mesajı veriyor: “Beni gönderen de kâinatı yaratan da Allah’tır. Gökler ve yer bunun şahididir.” Burada o şahitliğin gökler kısmı bir kere daha öne çıkıyor. Bir kere daha Kur’an astronomi ilmini şahit yapıyor.

Nasıl yapıyor? Hz. Muhammed (sav) üzerinden. Hayalen bu âyetlerin indiği 7. asra gidelim. Bu âyetlerde anlatılan konular, astronomi ilminin bugün bildiği şekliyle bilinmiyor. İnsanlar güneşi görüyor, onun ışık verdiğini biliyor ama ayın güneşten gelen ışığı yansıttığını net olarak bilmiyorlar ve en önemlisi, o güne kadar Peygamberimizi tanıyan hiç kimse şöyle bir şey demiyor: “Ben onu çocukluğundan gençliğinden beri tanırım. Kendisine vahiy gelmeden önce de ondan bu türlü şeyler duymuştum.” Demediğini nereden biliyoruz? Onda sürekli açık arayan, buldukları en zayıf malzemeyi onun aleyhinde kullanan düşmanlarından hiçbiri böyle bir iddia ile gelmiyor, gelemiyor.

Onlar gelemediği için bu âyet indiği asır üzerinden bütün zamanlara şu mesajı veriyor: Kur’an insan sözü olamaz.

62. Âyet: “Kur’an Bana Neden Sık Sık Astronomi Dersi Veriyor?”

Bu âyette başlıktaki sorumuzun cevabını buluyoruz. Âyet soruya cevap olarak diyor ki: Bu dersin birinci sebebi öğüt almanız, ikincisi de şükretmeniz için. Bu sebeplere kısaca bakalım.

Öğüt Konusu

Öğüt Kur’an’ın en fazla kullandığı kavramlardan biri. İniş sırasından yaptığımız okumada daha önceki âyetlerde bu konu çokça geçti. Gereken açıklamaları yaptık. Burada bağlamı dikkate aldığımızda şunu diyebiliriz.

Kur’an’da öğüt kelimesinin geçtiği her yerde, üst başlık olarak öğüt vardır, alt başlık olarak öğüde vesile olan konu var. Burada öğüdün konusu tefekkür. Bağlam üzerinden bize “yıldız kümelerine, güneşe, aya, geceye, gündüze bakarak bunlar üzerinde tefekkür etmemiz tavsiye ediliyor.

Şükür Konusu

Bu konu Kur’an’ın en fazla önem verdiği konulardan biri. Burada önceki yazdıklarımızı hatırlar ve bağlamı dikkate alırsak şunu diyebiliriz. Şükrü tanımlarken, o tanımın içine “her varlığın varlık gayesine uygun hareket etmesi” ifadesini de koymuştuk. Bu âyette insan Allah’ın verdiği öğüdün gereğini yerine getirip tefekkür ettiğinde bütün bir kâinatın lisan-ı hal ile kendisine şunu dediğini fark ediyor: “Ey insan! Kâinatı bir kitap gibi okuduğunda şunu fark edeceksin. Yaratılan her şey varlık gayesine uygun hareket ediyor. Haydi sen de varlık gayene uygun hareket et.”

Gece ve Gündüz Halife Olabilir mi?

Bu âyet vesilesiyle Kur’an’da halife kelimesinin kullanımına dikkat çekmek istiyoruz. Halife öncekinin arkasından gelen ve onun yerine geçen demektir.522

Bu konuda, Kur’an genelinde tefekkür ederken faydası olacağını düşündüğümüz için, burada bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz. Kur’an bize bu kelime üzerinden dünyanın fani olduğu gerçeğini hatırlatıyor. Bizim âyetin mealinde “peş peşe” manasını verdiğimiz kelime Arapça metinde “hilfeten” şeklinde geçiyor.

Bu durumda gecenin yerine geçen gündüz onun halifesi olurken, gündüzün yerine geçen gece de halife oluyor. Kur’an gece ve gündüz üzerinden bize şu mesajı veriyor: “Ey insanlar! Sizler de halifesiniz! Sizler de sizden önceki insanların arkasından geldiniz. Onlar gittiği gibi siz de bir gün gideceksiniz. Madem gideceksiniz. Bu gerçeği dikkate alarak yaşayın.”

63-73 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

ÖN BİLGİ: BU ÂYETLER HANGİ SORUNUN CEVABI OLUYOR?

63-73 arası âyetleri 62. âyetin işaret ettiği bağlamı dikkate alarak okuduğumuzda şunu görüyoruz: Bu âyetler “Öğüt alanlar varlık gayesine uygun olarak nasıl yaşarlar?” sorusunun cevabı oluyor.

Bu cevapta tevazu öne çıkıyor. Bu açıdan baktığımızda âyetlerin tefsirinde “Müslüman tevazuyu nasıl anlar? Mütevazi bir insan nasıl yaşar?” gibi soruların da cevabını buluyoruz.

TEVAZU NEDİR?

Tevazu, genel olarak servet ve makam olarak sosyal statüde kendinden daha aşağıda olanlarla kendini bir tutmak, kibir ve gösteriş gibi algılanacak her türlü davranıştan sakınmak olarak tanımlanır. Kur’an’da tevazu ile ilgili ilginç bir durum var. Tevazu kelimesi türevleriyle birlikte Kur’an’da 26 defa geçer ama geçtiği yerlerin hiçbirinde buradaki anlamıyla geçmez. Genelde kadının doğurması, bir şeyin yere konulması veya bırakılması anlamında kullanılır.

Neden? Çünkü tevazu kelimesinin kök anlamında (vda) yukarıda olan bir şeyi aşağı koyma, zeminle aynı seviyeye getirme vardır. Arapçada hamile kelimesi Türkçedeki hamal kelimesiyle aynı kökten gelir. Arap dil mantığında doğum, taşınan bir ağırlıktan kurtulmak olduğu için bu kelimeyle anlatılmış.

Biz tevazu konusunda teknik detayları ilgili kaynaklara havale edip,523 bu kavramın bize mesaj veren noktasına yoğunlaşmak istiyoruz.

Tevazu için iki tanım yapmak gerekir: Biri içe bakan yani insanın manevî tarafına, köklerine bakan tanım, diğeri dışa bakan yani insanın davranışlarına bakan tanım. Biz yukarıda dışa bakan tanımı yaptık. İçe bakan tanımda, tevazu emanet ahlakını bilme bu bilgiyi bilince dönüştürme halidir.

Tevazu kabiliyetle doğru orantılıdır. Varsayalım yetenek ve beceri noktasında sıfır bir insan var. Onda büyüklenme, riya ve gösteriş olmayacağı için tevazuya da gerek olmayacaktır. Tevazu başkalarına göre kabiliyetleri, becerileri çok yukarıda olan insanların sergiledikleri bir davranıştır.

Bir Müslümanda bu davranışın arkasında emanet ahlakı vardır. Emanet ahlakına sahip olan bir mümin bilir ki, kendisinin iki sermayesi vardır. Birincisi hemen herkeste olan akıl, mantık, el, ayak gibi standart donanımdır. İkincisi bu donanımı kullanarak sahip olduğu yetenek/kabiliyet, mal, servet ve makam gibi şeylerdir.

Emanet ahlakına sahip olan kişi, birinci sermaye “benim” demediği gibi, ikinciye de “benim” demez. “Ben de emanet olanla övünemem, onu kibir ve gösteriş yapmak için kullanamam.” der. Böyle dediğinde, taşıdığı bütün unvanları yere bırakır, toprakla bir olur. Böyle olduğu için de “yer/zemin” ile bir (aynı seviyede) olma manasında mütevazi bir insan olur.

Kur’an’da tevazu denildiği zaman ilk öne çıkan âyetlerden biri bu âyet. O nedenle burada bu konu üzerinde durduk. Aşağıdaki açıklamalarımız da konunun farklı yönlerine işaret edeceğiz.

63. Âyet: Allah’ın Kulu Olmakla, Rahmân’ın Kulu Olmak Arasındaki Fark Nedir?

Fark büyük. Yaratılan her insan kendisi kabul etmese de Allah’ın kuludur. Yaratılanlar içinde Allah’a iman edenler de Allah’ın kuludur. Görüldüğü gibi Allah’ın kulu olmak için insan olmak ve insanlar içinde mümin olmak yetiyor. Fakat Rahmân’ın kulu olmak, farkındalık ve özel gayret gerektiriyor.

Neden? Çünkü Rahmân ismi, Allah’ta en baskın isim, Peygamberde en baskın isimdir. Ayrıca “Kur’an’da en fazla öne çıkan isim hangisidir? Yaratılışta dünyaya gelen her insanı karşılayan, ona 3-4 yaşına kadar bol bol sevgi verilmesinde öne çıkan isim hangisidir?” gibi soruların da cevabıdır.

Bu cevabı bilen, her mümin kendini esmâya göre inşa ederken, temele Rahmete, merhamete, şefkate ve letafete zarf olan Rahmân ismini koyar. Bu ismin kendinde baskın olmasını özel bir gayret gösterir. İşte bu yüzden Allah’a Rahmân ismi üzerinden kul olmak ayrı bir emek ve gayret ister.

Tevazuyla Yürümek Nedir?

Bu soruya iki türlü cevap verebiliriz.

Birinci cevabımız bağlamdan bağımsız bir cevap,

Tevazu ile yürümek bir hayat tarzını bir yaşam felsefesini davranışlara yansıtmaktır. Bunu yapabilen insan, nerede olursa olsun, hangi caddede yürürse yürüsün bindiği arabayla, giydiği elbiseyle, oturduğu evle, sahip olduğu mal ve makamla değer kazanmaya tenezzül etmeyen insandır.

Neden çünkü bu ahlaka sahip olan kişiler bilir ki, bunlar (mal, mülk gibi şeyler) değerini kişiliğinden, karakterinden, ahlakından almayan insanların dolgu malzemesidir. Bu ahlaka sahip olan insanların en büyük özelliği sade bir hayat tarzını tercih etmeleridir.

Bu açıklamalardan sonra başlıktaki sorunun cevabına gelirsek, “tevazuyla yürümek” demek, içinde servet taşımak dışında sadeliği bir hayat tarzı olarak tercih eden bir vatandaş olarak yaşamaktır.

İkinci cevabımız âyetin dış ve iç bağlamına uygun bir cevap.

Burada tevazu bir olgunluk alametidir. Olgunluk, kişinin bir insanı yüce ve faziletli yapacak bir özelliğe sahip olduğu halde bunu kendinden bilmeme halidir. Bu olgunluğa sahip olan kişiler hayatın içinde hangi problemle karşılaşırlarsa karşılaşsınlar, önce akıllarını kullanır.

63. âyette Mekke sokaklarında ilk Müslümanların yaşadıkları sözlü sataşmalara işaret görüyoruz. Bu işareti “Öfkenize yenilmeyin, kendinizi tutun. Yaşadığınız problemlerde, o problemleri aklınızı kullanarak çözme olgunluğuna sahip olun” şeklinde anlarsak, aklı kullanmanın ilk alameti mevcut problemi büyütmemektir. İkinci alameti problemi güç kullanmadan çözebilmektir. Üçüncü alameti problem esnasında muhatap olduğu insanların düşmanlığını azaltacak adımlar atmaktır.

Mekke’de Müşriklere Karşı Tevazu bir Taktik miydi?

Soruyu şu sorularla açalım,

Bu soruları çoğaltmak mümkün. Bu sorulara verilecek cevaplardan biri şu: Tevazu bir Müslümanın şartlara göre isteyince çıkaracağı mevsimlik elbisesi değildir. O takva elbisesinin ayrılmaz parçalarından biridir. Özellikle de güçlüyken, gücün zirvesindeyken “güç beni değiştirmedi” anlamına gelen bir elbisedir. Bunun örneğini Mekke’nin fethinde ve Nasr sûresininin içeriğinde görüyoruz.

Bilinçli bir Müslüman mütevazi olmakla, haksızlığa karşı tepki vermeyi bir birbirinden ayırır. Ortada haksızlık yoksa, Müslüman her durumda mütevazidir. Ortada haksızlık varsa, Müslüman elinde hangi imkan varsa, o imkanla onun karşısındadır.

Özetlersek, bilinçli Müslümanda tevazu dış sebeplere bağlı bir eziklik, korkaklık, miskinlik hali değildir. Tevazu (iman, emanet ahlakı, takva gibi) iç sebeplere bağlı bir bilinçli bir tercihtir.

64. Âyet: Tevazu ve Gece İbadeti Arasındaki İlişki

Tevazunun beslendiği en önemli kaynakların başında Allah’ın karşısındaki duruş gelir. Bu duruş namazdaki duruştur. Özellikle gece namazı. Neden? Çünkü gündüz halk içinde camide cemaatle kılınan namazlarda mümin riya ve gösteriş endişesiyle içinden gelse bile belli sınırları aşamaz. Ama gece yalnızdır, Rabbiyle baş başadır. Boyun büker, uzun uzun secde eder. Secdelerinde en samimi dualarını seslendirir. Sonsuz büyük Allah karşısında, küçüklüğünü fark eder. İşte tevazunun arkasında bu farkındalık vardır. Bu farkındalığın farkına varmak için de en uygun vakitler gece vakitleridir.

Bu âyetle ilgili şöyle bir soru akla gelebilir.

Neden Secde Kıyamdan Önce Geliyor?

Evet, normal namazda önce kıyam (ayakta namaza başlamak) sonra secde yapılırken, bu âyette secde öne geçiyor. Bunun hikmetini anlamak için Kur’an’da secdenin nasıl anlatıldığına genel bir bakış yapmamız gerekiyor.

Kur’an fiziki olarak secdeden bahsetmenin yanında, itaat olarak da secdeden bahsediyor. Bunun örneğini şu iki âyette görüyoruz.

Bu âyetleri dikkate alarak sorunun cevabına gidersek, her şeyin Allah’a secde etmesi, itaat anlamına geliyor. Namaz ve namazdaki secde hali bir insanda itaatin zirve halidir. Burada ideal olan beş vakit yaşanan zirve halin her vakte taşınması ve hayatın içinde her vakit itaatkar bir kul olarak yaşanmasıdır. Bu açıdan bakarsak, âyette secdeye bir hal bir duruş olarak işaret edildiği için, kıyamın önüne geçmiştir, diyebiliriz. Allahü a’lem.

65, 66 Âyet: Tevazu ve Cehennem Arasındaki İlişki

Bu âyetleri, bağlam ile birlikte okuduğumuzda âyetler bize dolaylı olarak şunu diyor: “Allah sevdiği kullarına ait özellikleri, bütün insanlara teşvik için örnek gösteriyor, onlara da ‘Siz de Rahmânın mütevazi kulları olun, siz de geceleri kalkın, secde sizin de hayatınıza itaat olarak yansısın ve siz de geceleri kalktığınızda dua edin…”

Buradaki dua da bir incelik var. İnsan bu dünyada ne kadar iyi bir dindar olsa da cenneti garantilemiş gibi yaşayamaz. O yüzden cehennemden (ve cehenneme götürecek her şeyden) sakınma duası her vakit yapılacak bir duadır. Bu âyetlerin (özellikle de 66. âyetin) bir de sonuç eğitimine bakan tarafları var. O konuyu önceki âyetlerde çokça değindiğimiz için burada sadece işaret etmekle yetiniyoruz.

67. Âyet: Rahmânın Has Kullarında Denge

63. âyetten sonrası Rahmânın has kullarındaki özellikleri anlatıyor. Tevazu ve gece kalkıp dua etmenin ardından dengeye dikkat çekiliyor. Burada dengenin konusu ölçülü harcamak. Âyette çok ilginç bir nokta var. Âyetin konusu infak. Yani Allah yolunda harcamak. Bazı insanlar zannediyor ki, Allah yolunda verirken bol bol vermeli. Doğru, bol bol vermeli ama orada da bir ölçü var. Verirken veren bir daha veremeyecek hale gelecek şekilde vermemeli, verdikten sonra başkalarından almaya muhtaç hale gelecek kadar da vermemeli. Bir ağacın meyve vermesi gibi vermeli.

Cimrilik etmeye gelince, cimrilik insanın verilen nimetlerin emanet olduğu gerçeğini içselleştirememesinin bir sonucudur. Cimriliğin arkasında bencilik gibi manevî bir hastalık var. Bu hastalık manevî kansere denk bir hastalık.

Özetlersek, hayatın her alanında ölçülü olmak, her türlü aşırılıktan uzak durmak ve dengeyi tercih etmek gerekir.

68. Âyet: Tevhide Vurgu

Bu âyette üç noktaya yoğunlaşacağız.

Birinci Nokta: Tevhide Vurgu

İslam dininde Tevhid hedefi gösteren ibre/pusula gibi bir şeydir. Ondaki ufak sapmanın büyük manevî sonuçları olacağı için, Kur’an’ın 23 yıllık iniş sürecinde bu konuya her vesile ile vurgu yapılmıştır. Bunun için öne çıkan sebeplerden ikisini sayabiliriz.

Birinci Sebep: İmtihan dünyasının dekoru. Bu dekorda nimeti gönderen Allah görünmüyor ama nimetler ve onları getiren vasıtalar görünüyor. İnsanların bazılarında getiren vasıtaları gönderen zannetme, gönderenin yerine veya yanına koyma, gelen nimetleri vasıtalardan bilme, onlar olmasa o nimetlerin gelmeyeceğini düşünme gibi yanılgılar ortaya çıkabiliyor. İşte bu ve benzeri sebeplerle tevhide ciddi anlamda bir vurgu ihtiyaç oluyor.

İkinci Sebep: Kur’an’ın iniş sürecinde, yeni Müslüman olan insan sayısı her geçen gün artıyor. O süreçte yeni Müslüman demek, şirkten tevhide geçen insan demek. Bu geçiş manevî olduğu için, maddi elbise değiştirme hızında olamayacağı için, Kur’an bu geçişlerdeki sapmaları önlemek ve süreci doğru yönetme adına sürekli tevhide vurgu yapıyor.

İkinci Nokta: Haram Kıldığı Cana Kıymak

Hayat hakkı en temel insan haklarından biridir. Âyetteki istisnaya göre bu hakka dokunmanın tek şartı, kişinin o hakka dokunma hakkının sebep olacak bir suç işlemesidir. Bu da dünyanın her yerinde devletler tarafından belirlenmiştir. Onun dışında bu hakkı ihlal ederek bir insan öldürmek, Kur’an ölçülerinde bütün insanları öldürmeye denk bir günahtır.525 Kur’an’ın bu hakkı bu kadar yüce bir yere koyması insana ve insan haklarına verdiği değerin göstergesidir.

Üçüncü Nokta: Zina

Kur’an’da 5 âyette 9 defa geçen zina kelimesi, iniş sırasında ilk defa burada karşımıza çıkıyor. Biz bu konuda geniş açıklamayı, içinde zina kelimesinin 6 defa geçtiği Nur sûresinin 2. 3. âyetlerine havale ediyoruz.

69-71. Âyet: Günahların Sıfırlandığı Manevi Doğum Günü

Bu âyetler rahmet bulutu gibi geliyor. “Ben geçmişte şirk batağına saplanmıştım, elimi kana bulamıştım, zina yapmıştım” diyen insanlara manen arınma fırsatı sunuyor. Samimi bir tevbe ile Gafûr ve Rahîm olan Allah’ın kapısı çalındığında, Allah’ın affedeceğine dair müjdeyi veriyor.

Bu müjdede müthiş bir teşvik var. 70. âyette geçen “Allah onların (geçmişte yaptıkları) kötülüklerini iyiliklere çevirir.” İfadesinden yeni Müslüman olan bir kişinin Müslüman olması, onun manevî doğum günü oluyor.

Bu doğum gününde geçmiş günahlar sıfırlanıyor. Geçmişte yapılan kötülükler sevap hanesine yazılıyor. Dönen her insana yeni bir sayfa açarak hayata başlama imkanı sunuluyor.

Bu yaptığımız yorumla ilgili iki noktaya dikkat çekmek istiyoruz.

Birinci Nokta: İslam âlimleri, 70. âyete göre yeni Müslüman olan her insanın günahın sıfırlanması konusunda aynı görüşte birleşirken, kötülüklerin iyiliklere çevrilmesi hakkında farklı düşünmüşler ve şöyle demişler: Burada kötüden iyiye dönüşen bizzat kötülük olarak yapılan fiiller değil, o fiilleri yapan kişinin davranışlarıdır. Yani haldeki değişimdir.

İkinci Nokta: Konuya hukuk ve haklar açısından baktığımızda geçmişte yapılan kötülüklerle ilgili affedilenler, genel olarak insan-Allah ilişkisindeki haklardır. Eğer kişinin insan-toplum ilişkisinde başkalarına verdiği zararlar varsa. Mesela birini bir şekilde zarara uğratmışsa, bunların mahkeme nezdinde sonuca bağlanması gerekir.

72. Âyet: Öne Çıkan İki Nokta

Birinci Nokta: Yalancı Şahitlik

İslam dininde ve Müslümanın hayatında şahitlik çok önemli. Yaratılan her şey Allah’ın varlığına şahittir. Kelime-i şehadet ile yani “Eşhedü en lailâheillallah…” ile ifade edilen bilinçli bir şahitliğin arkasında yaratılan her şeyin şahit olduğuna tanık olmak vardır. Bu tanıklığı yapan her Müslüman Allah’a imanın bir sonucu olarak Allah’ın her yaptığını gördüğüne, duyduğuna ve bildiğine de şahittir. İşte bütün bunları bilen bir Müslüman’ın yalancı şahitlik yapması, kendi şahitliği ile çelişmektir.

Ayrıca yalancı şahitlik yapan kişi sadece yalan söylemekle kalmaz. O yalanda birine yapmadığı fiili isnat etmek varsa, bunun adı iftira olur. Fıkıh kitaplarına göre bunları yapmak kişiyi dinden çıkarmaz ama onu güvenilmez bir insan yapar. Anlayan için güven kaybetmek itibar kaybetmektir. İtibar kaybetmek servet kaybetmekten daha kötü bir iflastır. Çünkü kaybedilen serveti tekrar kazanmak mümkündür ama itibarı kazanmak zordur.

İkinci Nokta: Boş İşler

“Boş iş” nedir? Bu sorunun cevabı kişilere göre değişir ama Allah’a iman eden bir kişi için cevap bellidir. Allah’ın razı olmadığı her iş boş iştir. Ölçüyü böyle koyduğumuzda, kişinin eşiyle, çocuklarıyla, arkadaşlarıyla ve diğer insanlarla ilişkilerini güçlendirme ve iyi ilişkiler kurma niyetiyle geçirdiği zamanlar boş değildir. Bunlar niyetin güzelliği ile değerlenen işlerdir.

73. Âyet: Hatırlatıldığı Zaman

Bu âyeti iki bağlam ile birlikte okuyabiliriz.

Birinci Bağlam: Kur’an’da anlatılan birçok konu ile bağlantı kurup şöyle diyebiliriz: Onlar Allah’ın razı olmadığı şeyler kendilerine hatırlatıldığı zaman, bu uyarıyı yangın alarmı gibi görür ve hemen dikkate alırlar.

İkinci Bağlam: 63. âyetten sonrası için okursak, onlar harcama, cimrilik, tevhid, kul hakkı, zina, günah, tevbe, yalancı şahitlik ve boş işlerle uğraşma gibi konularda uyarıldıklarında, bu uyarıları dikkate alırlar.

Uyarılara dikkate almak güzel, ondan daha güzeli etrafında güvendiği dostlara şöyle bir yetki vermek: “Ben de her insan gibi hata ve yanlışlara açık bir insanım. Benden bir Müslümana yakışmayacak bir davranış gördüğünüzde her zaman uyarabilirsiniz. Bu uyarıyı yapanlara minnettar olurum. Çünkü bu dünyada benim en büyük korkularımdan biri de yanlışta ısrar ederek yaşamak ve o hal üzere Rabbimin huzuruna gitmektir. O yüzden beni uyarma konusunda rahat olun.”

74-77 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

74 Âyet: Evlilik Duası

“Kur’an’da evlilik öncesi yapılacak bir kavli dua var mı?”, şeklinde bir soruda öne çıkacak cevaplardan birini bu âyette görüyoruz. Ayrıca bu duayı, “Allah’ın evlenecek olan her Müslümandan duymak istediği dua” olarak da anlayabiliriz.

Bu duada muhteşem bir derinlik ve ona bağlı olarak büyük bir farkındalık var. Şimdi bu derinliğe birkaç noktadan bakalım.

Birinci Nokta: Bu dua varlık gayesini Allah’ın rızasını kazanmak olarak bilen bir insanın duası. Bu duayı yapan kişi, evliliği bu gayeye giderken çok önemli bir araç olarak görüyor ve “göz aydınlığı” derken de şunu kastediyor: “Allah’ım bize dünyada insanlara, ahirette sana karşı mahcup etmeyecek eşler ve çocuklar nasip eyle!”

İkinci Nokta: Duaya “Önder eyle” duasını ilave etmek “Onları Müslümanlara örnek eyle” anlamına geliyor.

Üçüncü Nokta: Böyle bir duanın içinde şöyle bir dua daha var: “Rabbimiz, bize örnek nesiller yetiştirmeyi nasip eyle. Bunu yapmak için de çocuklarımızı nasıl görmek istiyorsak onların önünde öyle örnek olmayı nasip eyle.”

Bu duayı yapanların ve yaşayanların ailesi manevî bir fabrikaya dönüşüyor. Fabrika toplum için örnek insanlar üretiyor. Üretilen her insan yaptığı evlilikle üretime devam ediyor. Fabrikayı kuranlar, dünyadan gittiklerinde, geride insanlık âlemine insan üreten; iyilik üreten manevî bir fabrikayı miras bırakıyorlar.

75, 76 Âyet: Evlilik Dünyada Cenneti Yaşama Gayreti

Bu âyetlerde sonuç eğitiminden bahsediliyor. Bu konuyu önceki âyetlerde çok değindiğimiz için burada âyetlerin bir önce âyetle arasındaki bağlantıya dikkat çekelim.

Bir insan bütün dünyayı cennete benzetme niyetiyle yaşayabilir ama bu zordur ve imkansızdır. Bu yolda her insan için en yakın hedef evidir; ailesidir. Bu açıdan bakarsak, bilinçli Müslümanların evlenme niyetleri, mikro ölçekte dünyada cennet inşa etme gayretidir. İçinde huzur ve mutluluğun olduğu her yer ev dünyadaki cennettir. Burada çok önemli bir tespit yapmamız gerekiyor: İslam dininde yaşandığı her evi cennetten bir köşe haline getirebilecek bir potansiyel vardır. Bu potansiyelin ortaya çıkması eşlerin gayretine bağlıdır. Her Müslümanın şu gerçeği bilmesi gerekir, evlerine huzur getiremeyenler, dünyaya (başka evlere) huzur götüremezler. Evlerimizde İslam ile huzur bulamadığımız müddetçe, İslam insanlığa huzur verir sözümüz inandırıcı olamayacak.

Bugün, bu asırda, Müslümanlar olarak yaşadığımız en büyük sorunlardan biri budur.

77 Âyet: Duanız Kadar Değeriniz Var

Âyette geçen dua kelimesi imanı da içine alan bir ifadedir. Neden? Çünkü, her duanın arkasında Allah’a iman vardır. Duanın en büyük özelliği amaçlara ve hedeflere gitme yolunda vasıta olmasıdır. Allah katında bir insanı en değerli yapan şey hedefleridir. O’nun rızasını kazanmayı en büyük hedef yapan, o hedefe giden yolda ibadetleri, güzel ahlak kazanmayı, örnek bir Müslüman olmayı, insanlara en çok fayda verenler arasında yer almayı ara hedef yapanlar, Allah katında en değerli insanlardan biri olmaya yakındır.

Bilinçli bir Müslüman için dua zamanı, önce bu hedefleri seslendirme sonra da bu hedeflere ulaşmak için gerekenleri yapma noktasında Allah’tan yardım isteme anlarıdır. Bu âyet dolaylı olarak bize şunu diyor: “Bu ve benzeri içerikte bir duanız olmazsa, Allah size niye değer versin? Allah katında değerli olmak istiyorsanız, O’nun değer verdiği şeylere değer vereceksiniz. O’nun değer verdiği şeyleri kendinize gaye bileceksiniz. O gayeye giden yolda dualarınızla O’ndan yardım isteyeceksiniz.

43/35. FÂTIR SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-10 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

NOT: Fatır sûresi Kur’an’da 1. âyeti Elhamdülillah ile başlayan 4 sûreden biri.526 Daha önce hamd kavramı üzerinde geniş bir açıklama yapmadığımız için bu sûre vesilesiyle hamd kavramı üzerinde durmak istiyoruz.

1. Âyet: Öne Çıkan Noktalar

Birinci Nokta: Elhamdülillah…

Hamd kavramını en fazla (Hamd/övgü Allah için anlamına gelen) Elhamdülillah ifadesi içinde kullanıyoruz. Bu ifade benzeri Subhanallah ve Allahüekber ifadeleri gibi bir sonuç cümlesi. Bu cümleyi milyonlarca kez söylemek, Allah’a hiçbir şey kazandırmaz. Ama bu cümleyi anlayarak söylemek, söyleyene çok şey kazandırır. Zaten İslam dininde genel adı tesbih ve zikir olan bu ifadelerin söylenmesindeki en önemli sebep, söyleyene vereceği faydanın ortaya çıkmasıdır. Bu konuyu bir örnekle anlatalım.

Bir eser var. Eserin karşısında üç kişi var.

Bu açıklamalardan sonra şu tespitleri yapalım.

Bu üç kişi arasında “anlama” farkı var. Anlamak için ne gerekiyor? Önceden okuma, araştırma, ilgili konuda eğitim almak gerekiyor. Yani bir sanatkar için “her türlü övgüye layık” demek için, öncesinde o konuda övülecek takdir edilecek bir bilginin sahibi olmak gerekir.

Bu örneği önümüze koyarak bir tespit daha yapıyoruz. Övmekle övülen işten anlamak arasında doğru orantı vardır. Anlama arttıkça, övgünün kalitesi de artıyor. Bu durumda övgünün kazananı, övdüğü konuda anlama yeteneği artan insan oluyor. Bu durum İslam dininde her konu için geçerlidir. Allah kulundan bir şey istiyorsa, o şeyin ona vereceği fayda için istiyor.

Bu açıklamalardan sonra 1. âyete bakarsak, bu âyetinde başında bilinçli bir şekilde Elhamdülillah diyen bir Müslüman şunu diyor: “Ben astronomi, jeoloji, fizik, kimya, biyoloji gibi ilimler hakkında bilgi sahibi oldum. O bilgiyle gökleri ve yeri inceledim. Allah’ın orada koyduğu yasalar üzerinde araştırma yaptım. Bütün bunların sonucunda, her türlü övgünün Allah için olduğunu anladım.”

Özetlersek, Allah’ı övmek, öveni övülecek hale getiriyor.

İkinci Nokta: Fâtır

Fatır kelimesi hakkında mealimizde sûrenin girişinde bilgi verdik. O bilginin devam olarak şunu ifade edelim. Fatır ve fıtrat kelimeleri aynı kökten geliyor. Allah yaratılan her şeye bir fıtrat veriyor. Bu fıtrata “yazılım” da diyebiliriz. Bu fıtrat o varlığın varlık gayesi oluyor.

Bir çekirdek örneği üzerinden anlatırsak, Her çekirdek içinde hangi ağaç/bitki olmak üzere programlanmışsa o fıtratla birlikte yaratılıyor. Çekirdeğin yarılmasıyla fıtrat açığa çıkıyor. Bu noktada her varlığın fıtratı bir alt sınırdan başlayıp, bir üst sınıra doğru gidiyor. Üst sınır o varlığın tekamül yolculuğunda ulaştığı kemal nokta oluyor.

Çekirdek örneği ile anlattığımız bu konuya Allah’ın yaratma modeli diyoruz. Kâinatta, kâinatın kendisi dahil bu modelin dışında kalan tek varlık yok.

Bu açıdan baktığımızda, 1. âyette geçen “Fatıri’s-semavâtive’l-ard...” Kâinatın bir gaz bulutu olarak bir alt sınırdan başlayan yaratılışına işaret ediyor.527

Üçüncü Nokta: Melekler

Bu noktada Tefsir Uslümüzde yer alan (29) Melek Yasasına bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz. Orada şu tespiti yapmıştık Bu kâinatta atomdan güneşe kadar her şey Allah’ın koyduğu yasalara göre hareket eder. Meleklerin bir görevi de bu yasaların işleyişine nezaret etmektir. Bu âyetteki melekleri (Allahü a’lem) bu şekilde anlayabiliriz. Meleklerin kanatlarına gelince, bunu meleklerin sorumluluk alanları olarak düşünebiliriz. Meleğin sorumluluğu arttıkça kanat sayısı da artıyor.

Dördüncü Nokta: Yaratmada Artış

Âyetin bu bölümü çok geniş manaları içine alan ama ne söylersek söyleyelim bizi “Allahü âlem” demek zorunda bırakan ifadelerden biri.

Bu ifadeyi üç farklı şekilde anlayabiliriz;

Potansiyeldeki artışı insanın maddi ve manevî tarafı ile örneklendirebiliriz.

Bu iki açıya birlikte bakarsak, günümüzde şöyle bir cümle kurayoruz: “İnsan yapabileceklerinin son noktasına geldi. Bunun bir üstü yok.”

Özetlersek, sınırlı dünyamızda her şeyin bir sınırı olduğunu biliyoruz ama “yaratmada artış” nerede duracak onu tam olarak bilemiyoruz.

Beşinci Nokta: Kadir ismi

Âyetin sonunda gelen Kadir ismi şu mesajı veriyor: Yaratılan her şey Allah’ın her şeyi yaratmaya Kadir olduğuna şahit olduğu gibi, vaad ettiği (başta ahiret hayatı olmak üzere) her şeyi de yaratmaya kadir olduğuna şahittir.

2. Âyet: Birbirini Tefsir Eden Âyetler

Bu sûrede 1. âyeti takip eden âyetler birbirinin tefsirini yapacak şekilde geliyorlar.

1. Âyet, “Yeri ve gökleri yaratan Allah’tır, onların yasalarını koyan Allah’tır. O her şeye Kadir’dir.” gerçeğini ortaya koyarak başladı.

2. âyet bu gerçeğin devamı olarak geliyor. Burada rahmet kapısı bir benzetme. Şu ana kadar bize gelen ve gelmeye devam eden her nimetin gelişini kapıya benzetebiliriz. Bu açıdan baktığımızda; hayatımızın devamı için var olan her nimet kapıdan geliyor ve gelmeye devam ediyor.

Burada nimetin gelmesine verme, nimetin kısılmasın alma dersek. Âyetin mesajını şöyle özetleyebiliriz: “Allah’ın verdiklerini yoktan yaratıp kimse veremez. O’nun aldıklarını da (ömür, hayat nimeti gibi nimetler) kimse geri veremez.”

Bu genel okumayı daraltıp şöyle bir okuma da yapabiliriz. Müşrikler ilk âyet inmeye başladığı günden beri Peygamberimizin bir yetim olarak peygamber seçilmesini içlerine sindiremiyorlar, her vesile ile sözü “Burada bizim kavmin uluları varken, neden ona verildi” diyorlardı.

Bu âyet o türlü düşünenlere de şu mesajı veriyor: Eğer rahmet kapısını sonuna kadar açmış, bir insanı âlemlere rahmet olarak göndermişse, buna kimse engel olamaz. Bu kapıyı başkalarına kapatmışsa, o kapıyı da hiç kimse açamaz.

3. Âyet: Tefekkür Ufukları

Bu âyeti bir öncekinin devamı olarak okuduğumuzda âyet bize tefekkür ufukları açıyor. Adına rızık dediğimiz her nimet rahmet kapılarının açılması ile geliyor. Âyet soruyor, “Allah rızık kapılarını kapatsa, yerden ve göklerden size o rızıkları kim verebilir?” Bu soru üzerinde düşündüğümüz zaman, âyetin devamında cevap geliyor “Ondan başka O’nun verdiklerini yoktan yaratıp verecek hiçbir ilah yoktur.

Akıl insanı bu noktaya getiriyor. Bu noktaya gelen akla, âyet son cümle üzerinden soruyor: Ortada böyle bir gerçek varken, nasıl oluyor da bu gerçeğe sırtını dönüyorsun? Nasıl oluyor da bu gerçeğin aksini söylüyorsun? Nasıl oluyor da böyle bir gerçek yok gibi yaşıyorsun?

4. Âyet: Teselli

Âyetler bir kere daha Peygamberimizi teselli ediyor. “Bu yolda yalanlanan ilk sen değilsin, senden önce de birçok peygamber yalanlandı.” diyor. Peygamberlerin yalanlanması, Allah’ın varlığını inkar etmek şeklinde olmuyor. Çünkü gönderildikleri kavimler, ortak koşsalar da Allah’a iman ediyorlar. Genelde her peygamber, peygamberlik iddiası noktasında yalanlanıyor. Kavimleri onları Peygamber olmadıkları halde “peygamberim” demek sûretiyle yalan söyleyen, insanlar olarak tanımladılar. Bu tanımın bir sonucu olarak onların Allah’ın vaadi olarak ifade ettiği hiçbir şeye inanmadılar.

Başvurdukları bu yöntem onların aczine şahit oluyordu, çünkü yapmaları gereken Kur’an’ın meydan okumasına cevap verip şöyle demekti: “Bu kitap, Muhammed’in uydurduğu bir kitaptır. Biz onun benzerini getirdik. Böylece onun uydurma olduğunu ispat etmiş olduk.”

Şiir ve edebiyat konusunda çağının en ilerisinde olan bir kavmin, böyle demek yerine, muhataplarına yalancı demeleri, aczlerini itiraf anlamına geliyordu.

5-8 Âyet: Şeytan Sizin Düşmanınızdır

Şeytanın düşman olması üzerinde daha önce durduk. Onun insana düşmanlık besleyenler içinde, dosta dönüşme ihtimali sıfır olan bir düşman olmasına, ona karşı en güçlü silahın da bilgi olduğuna değindik.

Burada, ilgili âyetler üzerinden bazı noktalara dikkat çekmek istiyoruz.

Birinci Nokta: Bir şeytan var bir de onun aldatma araçları var. Aldatma araçlarının başında dünya ve dünyada kötülüğe meyleden insanlar geliyor. Şeytan verdiği vesveselerle bunları kötülüğe davette kullanıyor.

İkinci Nokta: Aldanmalar çeşit çeşit. Allah ve ahiretin yokluğunu zannetme, Kur’an’ın insan sözü olduğunu zannetme, Allah tarafından verilen nimetlerin kendinin olduğunu zannetme aldanma listesinin başında yer alıyor. Bu tür aldanmalara gömleğin yanlış iliklenmesi dediğimizde, buna bağlı olarak zincirleme aldanmalar devam ediyor.

Aldatma noktasında şeytana eksi kutup dersek, onun etkili olmasında en önemli sebeplerin başında artı kutupta olanların gerçekleri ortaya koymadaki yetersizlikleri geliyor. Bu yetersizliklerin başında artı kutuptaki insanların (yani bizlerin) inandığımız değerler adına güzel örnek olamayışımız geliyor.

Üçüncü Nokta: Kur’an bize şeytanı düşman olarak tanımlıyor. Burada 6. âyette “onu düşman olarak bilin” diyor. Bu durumda soru şu: Düşmanımız olan şeytan görünmeyince, ona karşı bizim savunmamız nasıl olacak?

Bizim savunmamız bu dünyada Allah’ın razı olmadığı her şeyden; her türlü kötü ve kötülükten uzak durmak şeklinde olacak. Yalnız burada bir incelik var. Bu uzak durmada günahkar ve günah ayrımı yapacağız. Aynen doktorun hasta ve hastalık ayrımı yapması gibi. Malum her doktor hastalığın düşmanı, hastanın dostudur. Doktorun görevi hastayı kazanmak, hastalığı ondan uzaklaştırmaktır. Bu konuda bir örnek daha verelim. Anneler bebeklerinin altındaki bez kirlendiğinde, bezi çöpe atarken bebeği de atmazlar. Bezle bebeği ayırırlar. Akıl, mantık, şefkat, merhamet bunu gerektirir. Aynen bunun gibi olmasa da benzer bir şekilde bilinçli bir Müslüman günah günahkar ilişkisine böyle bakar.

Peygamberimiz de böyle bakmıştır. Kur’an’ın iniş sürecinde 100 binden fazla manevî hastanın dostu olurken, onlardaki şirk hastalığının düşmanı olmuş ve hastalığı onlardan uzaklaştırmak sûretiyle onları kazanmıştır.

Bu yol zor bir yoldur. İstese her peygamber biri iki davetten sonra “Allah’ım ben görevimi yaptım, iman etmeyenlerin belasını ver” diyebilirdi. Ama hiçbiri böyle yapmamıştır. Elindeki imkanları sonuna kadar kullanmıştır.

Dördüncü Nokta: 8. âyete kadar şunu gördük: Her türlü kötülüğün arkasında şeytan var. 8. âyet bazı insanlar tarafından, kötülüğün faturası şeytana kesilmesin, sorumlu o görülmesin diye konuyu Allah’ın dilmesine getiriyor. Allah’ın insanla ilgili tüm dilemeleri, insanın dilemesine bağlı oluyor. Bu bağlamda âyetin insana mesajı şu oluyor: Ey insan! Şeytan karşısında rüzgarın önünde dalından kopmuş bir yaprak gibi değilsin. Vahyin rehberliğinde peygamberin örnekliğinde kendini koruyabilecek o potansiyel sende var. O yüzden tercihlerinden sorumlusun.

Beşinci Nokta: Bu âyette ileride Şuara ve Kehf sûresinde göreceğimiz528 uyarıların benzerini görüyoruz. Bu âyette geçen “Onlar için üzülerek kendini helâk etme.” Bu cümleye Kur’an bütünlüğünde baktığımızda, âyetler “üzülme” demiyor. “Üzüntüde haddi aşarak kendini helak etme.” diyor.

9. Âyet: Manevî Diriliş

Kur’an rüzgarı bir metafor olarak kullanıyor. Bu metaforu bir önceki âyetle birlikte okuduğumuzda, âyet üzülen peygamberimiz şahsında bütün Müslümanları şu mesaj veriyor: “Allah’tan ümit kesmeyin. Gönderdiği rüzgarları yağmura vesile yapan, yağan yağmuru kuruyan toprağın, o topraktaki tohumun yeşermesine vesile yapan Allah, gönderdiği peygamberini ve o peygamberlere gelen vahiy yağmurunu Mekke’deki manevî ölülerin dirilişine vesile yapacak.

Bu âyeti kısa geçiyoruz ama bu âyetteki anlam derinliğini okuyucuya bırakıyoruz. “Rüzgar nasıl meydana gelir. Rüzgar bulut, rüzgar yağmur ilişkisi nedir?” gibi sorular üzerinden günümüzdeki bilimsel seviye üzerinden düşünebilir.529

10. Âyet: Öne Çıkan Noktalar

Birinci Nokta: Kim İzzet Arıyorsa…

İzzet konusuna daha önce değinmiş, onun Allah’ın Azîz isminin tecellisi olduğundan ve bir insanı Allah katında yüce, yüksek ve şerefli yapan bütün ahlaki özellik ve güzelliklerin toplamı olduğundan bahsetmiştik.

Burada bu âyete tarihi arka planı dikkate alarak baktığımızda, insanlık tarihinde her asırda yüzlerce kere tekrarı olan bir hadisenin yaşandığını görüyoruz.

İnsanlarda genelde her devirde zayıfın karşısında güçlünün yanında yer alma meyli vardır. Bu meylin arkasında da genelde güçlünün yanında durunca ele geçecek menfaatlerin ve karşısında durunca elden gidecek imkanların hesabını yapmak vardır. Hele bir de güçlü zayıfı düşman görüyorsa, onu ezmek için sürekli tuzaklar kuruyorsa, zayıf haklı bile olsa onun yanında durmak zorlaşır.

İşte Mekke’de de benzer bir durum vardı. Bu âyet böyle bir ortamda iniyor ve Mekke özelinden bütün insanlara şu mesajı veriyor: Tarafınızı seçin. Eğer bu dünya hayatının fani olduğunu biliyor ve baki değerlere talipseniz, üstünlüğü fanilerin yanında aramayın. Üstünlüğü bütün insanları maddi-manevî üstün yapacak imkanların sahibi olan Allah’ın yanında arayın. Allah’ın yanında aramak da vahyin rehberliğinde, peygamberin örnekliğinde bir hayat yaşamakla mümkün olabilir.

İkinci Nokta: Güzel Söz ve Salih Amel

Bu noktayı âyetin iç bağlamı ile birlikte okursak, burada güzel söz, o gün için izzeti Allah’a iman etmede bulan ve bu imanını da kelime-i tevhid ile ilan edenlerin sözü oluyor. Ama âyette eylem ve söylem birliği gibi önemli bir noktaya dikkat çekiliyor. O noktayı asansör örneği ile anlatalım.

Burada güzel söz asansörün içine konulan söylem olurken, o söylemin hedefe doğru yukarı çıkması, asansörün kendisi olan salih amele benzetiliyor. Bu benzetme üzerinden verilen mesajlardan biri şu oluyor. İzzeti Allah’ın yanında aramak sadece söylemle olmaz. Bunun eylemle ispatı gerekir. Kur’an’da söylem ve eylem birliği iman ve o imanın söylem ve eylem olarak ilanı anlamında salih amel ile ifade ediliyor.

İmanın ve İslam’ın şartlarına bu açıdan baktığımızda,

Allah’ın rızası ise bu ağacın toplamı ile kazanılan bir değer oluyor.

Üçüncü Nokta: Çirkin Tuzaklar ve Planlar

Âyetin son bölümünde tuzaklara dikkat çekiliyor. Bu tuzaklara plan manası vermek de mümkün. Burada yine âyeti iç ve dış bağlam ile birlikte okursak, Mekke’de izzet ve şerefi güçlünün yanında arayanlar var. Bunların içinde güçlü ile birlik olup, Müslümanlar aleyhinde planlar yapan, tuzaklar kuranlar var.

Böyle bir ortamda âyet geleceğe yönelik bir müjde veriyor. Bu müjdenin verildiği şartların Müslümanların aleyhine olduğunu dikkate alığımızda, bu müjde Kur’an’ın bir insan sözü olamayacağının da şahidi oluyor.

11-18 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

11. Âyet: Âyette Öne Çıkan Noktalar

Birinci Nokta: Yaratılış Aşamaları

Kur’an bir bilim kitabı değildir. O bir hidâyet kitabıdır. O yüzden bilimlere işaret eden bütün konulardan amaç sözü tevhide getirmek, yaratılan her şeyin bir olan, tek olan; eşi ve ortağa olmayan Allah’ın varlığına şahit olduğunu ortaya koymaktır. 11, 12 ve 13. âyetlerde de bunu görüyoruz.

Bu bağlamda 11. âyette topraktan yaratılışa dikkat çekiliyor. Bu yaratılışa Kur’an bütünlüğünden baktığımızda; insanın fiziki tarafı ile kâmil mânada bir insan olması için; su,530 toprak,531 yapışkan çamur,532 çamurdan süzülen öz,533 kuru çamur534 gibi aşamalarından geçtiğini görüyoruz.

Toprak aşamasının toplamına yaratılışın birinci aşaması dersek Kur’an yaratılışın ikinci aşamasını nutfeden başlatıyor sonra ana rahmindeki zigot, alaka, mudga ve izame535 aşamaları ile anlatıyor. Bu konuda geniş açıklamaları ilgili âyetlerde yaptığımız için burada konuyu şu cümleyle özetliyoruz: Yaratışın bütün bu aşamalarından detaylıca bahsetmek, Kur’an’ın insan sözü olamayacağına şahit oluyor.

İkinci Nokta: Yaratılışı Yönetme ve Nüfus Planlaması

Bu noktada Allah’ın yaratılışı yönettiğini ve ona her an müdahale ettiğini görüyoruz.

İlk müdahale: Her dişinin hamile kalması ve doğurması O’nun dilemesiyle oluyor. Bu konuyu insanlarla birlikte, hayvanlar ve bitkilerin döllenmesiyle birlikte düşündüğümüzde karşımıza dünya büyüklüğünde ve yaratılan her canlı sayısınca büyük bir müdahale alanı çıkıyor.

İkinci müdahale: Bu müdahalede her canlıya belli bir ömür veriliyor. Verilen ömrün kısa ve uzun olması da O’nun dilemesiyle oluyor. Bu müdahalelerden sonra sorumuz şu: İnsan bu müdahalenin neresinde? Bu müdahaleye ne kadar müdahale ediyor?

İnsanların müdahale alanı sadece kendi çocuklarının sayısını belirme ile sınırlı. Onun dışında çocuklarının cinsiyetlerine müdahale edemiyorlar. Dünya genelindeki bütün doğumlarda kadın-erkek cinsiyet oranlarının asırlardır bir birine yakın şekilde devam etmesine hiç müdahale edemiyorlar.

Aynı şekilde ineklerin, atların, fillerin, karıncaların, sineklerin, böceklerin, balıkların, kuşların cinsiyet oranlarına ve ömür sürelerine hiç mi hiç müdahale edemiyorlar. Bu alanın tamamına yüz üzerinden bakarsak, insanın müdahale edemediği alan %99.9999 olurken müdahale ettiği alan yok denecek kadar az olur.

Normalde akıllı şuurlu insanın müdahale edemediği alanda, bir kaos bir dengesizlik, bir karmaşa olması gerekir. Ama tam tersi asırlardır muhteşem bir şekilde devam eden bir denge var. Bu dengenin varlığı, akılsız şuursuz tesadüfün, tabiatın ve sebeplerin yaratılışa müdahalesini sıfırlarken, Alîm ve Kadir olan Allah’ın yaratılışa her an müdahalesine şahit oluyor.

Özetlersek, bu âyeti özetleme işini, âyetin içindeki son cümle yapıyor: Bu evrendeki en üstün donanımlı olan insanlar için imkansız olan bu oluşlar “Allah için çok kolaydır.”

12. Âyet: Denizler Üzerine Tefekkür

Bu konu daha önce Furkan sûresinin 53. âyetinde geçmişti. Orada konuya değinmiştik. Burada konu oraya göre biraz daha detaylı bir şekilde geliyor. Mekke karasal (çöl) iklimin baskın olduğu; tarım, hayvancılık ve (karada yapılan) ticaretin yaygın olduğu bir coğrafyaydı. O gün Mekke ile Kızıldeniz arasındaki mesafe 80 km. (yaklaşık 24 saatlik yürüme mesafesi) idi. O yüzden deniz konusunda insanların çok fazla bilgisi yoktu.

Bu ve benzeri âyetler denizleri bir tevhid delili olarak anlatıyor. Bir tefekkür gündemi olarak insanların dikkatlerini içinde tatlı su bulunan göllere nehirlere ve ırmaklara çekmenin yanında, içinde tuzlu su bulunan denizlere çekiyor. Denizlerin o güne verdiği faydaları o günün bilgi seviyesinden verirken, bize de şu mesajı veriyor: Denizlerin dünyada eko sisteme yaptığı oksijen üretimi, iklim düzenlemesi, besin zincirleri ve su döngüsü gibi katkılar üzerinde bir düşünün. İlimlerin geldiği seviyeden bu konuya bir bakın…

13. Âyet: Kur’an İnsan Sözü Olamaz

Önceki âyetlerde örneklerini gösterdik, Kur’an birçok âyetinde kendisinin insan sözü olamayacağını ortaya koyarken, bazı âyetlerinde bu gerçeği herkesin görebileceği şekilde ortaya koyuyor. O âyetlerden biri de bu âyet. Âyette öne çıkan noktalara değinmek istiyoruz.

Birinci Nokta: Gece-Gündüz

Kur’an gecelerin ve gündüzlerin uzamasını ve kısalmasını farklı âyetlerinde anlatır. İniş sırasından yaptığımız bir okumada onun ilk örneğini bu âyette görüyoruz.

7. Asırda Mekke sokaklarında dolaşsak ve yılın bazı aylarında gecelerin neden uzadığını, gündüzlerin neden kısaldığını, bazı aylarda da bunun neden tam tersi olduğunu sorsaydık, hiç kimse bunun cevabını bilemeyecekti. Neden? Çünkü bu sorunun cevabını bilim insanları gelişen astronomi bilgileriyle 16. asırdan sonra öğrenmeye başladı.536 7. asırda hiçbir insanın dipnotta anlattığımız şekliye bu olayı anlayıp, anlatamayacak olması, Kur’an’ın insan sözü olamayacağını açık bir şekilde ortaya koyuyor.

İkinci Nokta: Yörüngeler

Yörüngeler konusunda Yâsîn sûresinde değinmiştik. Orada anlattıklarımızın devam olarak şunu ifade edelim. Yine 7. asırda yaşayan insanların astronomide ulaştıkları bilgi seviyesinden yola çıkarak güneşin, ayın ve dünyanın belli bir yörüngede akıp gitmelerinden haberdar olmaları imkansızdı. Bilim insanları bu konudaki ilk doğru bilgilere 16. asırdan sonra ulaşmaya başladı.

Üçüncü Nokta: İşte Rabbiniz Allah’tır

Âyeti iç ve dış bağlamı ile birlikte okuduğumuzda, dünya bir sınıf oluyor, Kur’an bir öğretmen oluyor. Öğretmenimiz,

Ve bu anlatımlardan sonra dersin birinci bölümüne şu cümleyle noktayı koyuyor: Rabbinizin Allah olduğuna, O’ndan başkasının bu yaratılanları yaratıp insanın istifadesine sunamayacağına bütün bilimler şahittir.

Bu konuya bir sonraki âyetten devam edelim.

14. Âyet: “Bir ‘Kıtmir’e Bile Sahip Olamazlar”

13. âyette geçen “Mülk Allah’ındır.” ifadesi Kur’an’ın verdiği ikinci dersin başlangıcı oluyor. Ders bu âyette de devam ediyor. Bu iki dersi birlikte ele alırsak, Kur’an’ın şöyle bir yöntem izlediğini görüyoruz. Kur’an göklerin ve yerlerin yaratılışını anlatıyor; buna bütün dersek, sonra (gece-gündüz, nutfe, denizler ve göller üzerinden) bütününün içindeki parçaları anlatıyor. Bütünü ve bütünden bazı parçaları anlattıktan sonra sözü Allah’tan başka tapılan ve kendilerine yalvarılan sözde ilahlara getirip şu tespiti yapıyor: Mülk Allah’ındır. O’ndan başka taptığınız putlardan hiçbiri sizi duyamaz, size cevap veremez. Onlardan hiçbiri O’nun mülkünde bir çekirdeğin incecik zarına dahi (kitmir) sahip olamaz.

15-17. Âyet: Bir İnsan, “Allah’a Muhtaç Değilim” Diyebilir mi?

15. âyet bütün insanlara hitap ederek şu gerçeği ilan ediyor: “Ey insanlar! Siz fakirsiniz. Siz her şeyinizle Allah’a muhtaçsınız.”

Bu noktada bir insan dese ki, “Benim Allah’a ihtiyacım yok.” Ona denilecek şudur: “Şöyle bir ayrım yap. Allah’ın senin hizmetine sunduğu (Güneş, ay, dünya, bitkiler, hayvanlar, el, ayak, göz kulak, mide, bağırsak, akıl ve duygular gibi) nimetleri bir tarafa koy, senin olanları; yani yoktan yaratıp, bedelini ödeyerek sahip olduğun bir tarafa koy.” Böyle bir ayrımda hiçbir insan, hiçbir şeye sahip olamayacağı için, “Ben Allah’a muhtaç değilim.” diyemez.

Bu bağlamda 16 ve 17. âyetler şunu diyor: “Örneklerden de anlaşıldığı gibi Allah’ın verdikleri ile var oluyorsunuz. Verdiklerini aldığı zaman yok olursunuz.”

Bunun da Allah’a göre zor olmadığına, her asırda gelen ve giden milyonlarca insan şahit oluyor.

18. Âyet: Sorumluluk Şahsidir

Bu âyetin benzerini daha önce geçen Necm sûresi 38. âyette görmüş ve orada gerekli açıklamaları yapmıştık.537 Burada ona ilaveten birkaç noktaya dikkat çekmek istiyoruz.

Birinci Nokta: Bu âyet, bu konuda önceki âyetin mesajına bir kere daha vurgu yapıyor. Bu vurguyu yaparken, daha önceki âyette geçmeyen akraba ayrıntısını öne çıkıyor. Aynı kan ve can bağından gelse bile, kimse kimsenin günahını yüklenemez.

İkinci Nokta: Kur’an’ın bu konuya vurgu yapmasının sebeplerinden biri de bu âyetlerin indiği zaman diliminde insanlar birilerinin (şefaatçilerin) araya girmesinden, onun günahın bağışlanmasını istemesinden medet umuyorlardı. Bu âyet günah işleyen her insana şu net mesajı veriyor: İşlediğin günahın sorumlusu sensin. Günahların bağışlanması konusunda Allah ile insan arasına hiç kimse giremez. Bu sorumluluktan kurtulmak için bağışlanmak istersen, tevbe ile bunu yapacak olan da sensin.

Üçüncü Nokta: İç bağlam ile birlikte okursak âyetin uyarı ile ilgili bölümünden aldığımız mesajlardan biri şu: Kişinin günahının sorumluluğunu hissetmesi ve bu konuda bağışlanmak için gayret göstermesi, Allah’a ve ahirete iman etmesiyle, O’nun emirlerini yerine getirmesiyle doğru orantılıdır. Bunları yapmayanların uyarılardan fayda görmesi zor.

19-32 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

19-22. Âyet: …Bir Değildir

Bu âyetlerin indiği ortama gittiğimizde ölçülerin Mekke müşrikleri tarafından konduğunu görüyoruz. Onların ölçülerine göre zengin ile fakir, güçlü ile zayıf, soylu ile soylu bir aileden gelmeyen, zenciyle beyaz, onlardan olanlarla olmayanlar bir değildi.

Böyle bir ortamda bu ve benzeri âyetler yeryüzüne Allah’ın razı olduğu ölçüleri koyuyor. Bu ölçülere göre müminle kafir, hak ile batıl, itaat edenle isyan eden, cennet ehli ile cehennem ehli bir olmuyor.

Bu yeni ölçüler üzerinden o günün müşriklerine şu mesaj veriliyor: Vahyin mesajlarını duymak için kulak sahibi olmak yeterli değil, o kulağı yaratıp veren Allah’ın emirlerine de itaat etmek gerekiyor. O emirlere itaat etmediğiniz müddetçe, kulaklarınız olsa bile duymayacak, gözleriniz olsa bile bile görmeyecek, akıllarınız olsa bile anlamayacaksınız. Nasıl kabirde bulunanlar işitmiyorsa, sizler de Allah’ın son peygamberine muhatap olmanıza rağmen, yaşarken bedenlerinizi ruhlarınıza tabut yaptığınız için bu hakikatleri duymayacaksınız.

23-26. Âyet: Âyetlerin Kısa Mesajları

23. âyet: Uyarı

Bu şekilde gelen âyetlerin tamamı bütün zamanlara şu mesajı veriyor: Peygamberin bile sadece uyarıcı olduğu bir dinde, hiç kimsenin ondan öte bir yetkisi yoktur. Bu konuyu aşağıdaki âyette biraz daha açalım.

24. âyet: Müjde ve Uyarı

İniş sırasından yaptığımız bir okumada, bu âyet Peygamberimizin müjdeci ve uyarıcı sıfatlarının yan yana geldiği ilk âyet oluyor. Bu âyet ve benzeri âyetlerde peygamber Efendimiz müjdeci sıfatı ile Allah’ın rahmetini, merhametini ve razı olduğu tercihleri yapan kullarına cennetini müjdelerken, razı olmadığı tercihleri yapan insanları, o tercihlerin dünyadaki ve ahiretteki kötü sonuçlarıyla uyarıyor. Bu müjdeleme ve uyarama görevi Peygambere bilinçli bir şekilde tabi olan her Müslümanın tabi olacağı sünnet oluyor.

Bu müjdeleme ve uyarma işinde ilk yapılması gereken kişinin bunları kendi nefsine yapmasıdır; verdiği müjdelerin ve yaptığı uyarıların gereğini yapma konusunda herkese örnek olmasıdır.

Bu konuyu 23. âyetle birlikte özetlersek, İslam dininde insanları uyarmada güzel örnek olmanın dışında hiçbir yöntem yoktur.

Burada akla bir soru gelebilir,

Uyarı Bir Tehdit midir?

İmtihan dünyasının dekorunda uyarı bir tehdit değildir. Müjde ve uyarı imtihana girecek öğrencilere, imtihan başında öğretmenin imtihan sonuçları hakkında bilgi vermesi gibi bir şeydir. Öğretmen imtihanda doğru tercihler yapanlara, gelecekte yaşayacakları güzel sonuçları müjdelerken, yanlış tercihleri yapanları da yaşayacakları kötü sonuçlardan haberdar eder.

Bu örnekten bakarsak, şu imtihan dünyasında Kur’an’ın, Peygamberimizin ve onun yolundan giden Müslümanların insanları uyarması, dini, ahlaki ve insani bir görevdir.

Uyarıyla İlgili Evrensel Yasa

İniş sırasından yaptığımız bir okumada Allah’ın her topluma bir uyarıcı göndermesiyle ilgili âyetlerden ilki burada karşımıza çıkıyor. Bu âyet grubuna Kur’an genelinden baktığımızda bu konuda şöyle bir yasa görüyoruz. Bir ferdin veya toplumun Allah’a karşı sorumlu olması, peygambere muhatap olması vahyin mesajını duyması ile başlıyor.538

Bu konu çok geniş ve farklı yönleri olan bir konu olduğu için bu konuyu geniş olarak İsra sûresi 15. âyette anlatmayı tercih ettik. Oraya bakılabilir.

25, 26. âyet: Gerekçeli Karar

25. âyetteki yalanlama konusuna hem daha önceki âyetlerde hem de bu sûrenin 4. âyetinde değindik. 26. âyette kısa bir anlatım görüyoruz. Bu kısa anlatımlar, açıklanmadığında, Allah yakalayan ve hemen ateşe atan bir ilah gibi anlaşılıyor. Bu tür âyetlere Allah’ın zerre kadar zulmetmeyeceği gerçeğini ve mutlak adil olduğu gerçeğini önümüze koyarak baktığımızda Allah’ın cehenneme giren her insana hak ettiğini yaşatacağını söyleyebiliriz. Eğer orada insanlar deseler ki, Allah’ım beni buraya koymanın gerekçelerini öğrenmek istiyorum, gerekçeli karar açıklandığında her insan şunu diyecek. “Ben yaşadığım hayatla burada bulunmayı hak ettim.”

Allah’ın mutlak adil olmasına iman, böyle bir sonuca imanı gerekli kılıyor.

27, 28. Âyet: “Kulları İçinde Ancak Âlimler Hakkıyla Allah’tan Korkarlar.”

28. âyetten aldığımız ve başlığımıza tırnak içinde koyduğumuz cümle, Kur’an’da bu formda sadece bu âyette geçiyor. Bu âyetlerdeki açıklamalarımızda bu cümleyi merkeze koyarak birkaç noktaya dikkat çekmek istiyoruz.

Birinci Nokta: Yaratılan Âyetler

Âlim’e “bilen” dersek, bu âyetlerde bilginin kaynağı olarak normal bir kitaptan bahsedilmiyor. Söz âlime gelmeden önce, kâinat kitabının “yaratılan âyetler” dediğimiz âyetlerinden örnekler veriliyor. Bunun üzerinden mesaja gidersek, verilen mesajlardan biri şu: Allah’ın âlim olarak gördüğü insanların en büyük özelliği, kâinat kitabını yaratan Rabbinin adıyla okumalarıdır.

Bu mesajı bütün zamanlara taşırsak, mesaj şöyle olabilir: Her devirde ilimlerin ulaştığı seviyeden kâinat kitabını okumak âlimlerin en baskın özellikleri olmalı. Bu konuya bu şekilde vurgu yapmamızın sebebi şu: Günümüzde Kur’an’dan yola çıkarak bir âlim tanımı yapacaksak, bu tanım (tefsir, hadis, fıkıh, kelam gibi) dini ilimler olarak tarif edilen ilimlerin yanında -en az temel bilgi seviyesinde- pozitif bilimleri de içine alması gerekiyor.

İkinci Nokta: Âlimin Korkusu

Kur’an’da korku konusunda öne çıkan iki kelime var. Bunlardan biri havf diğer haşyet. Kur’an burada âlimin korkusu için haşyet kelimesini kullanıyor. Bu iki kelime arasında şöyle bir fark var. Havf genelde insanın, zarar verecek endişesiyle korktuğu şeyler için kullanılıyor. Bu korkuda, korkulan şeye karşı sevgi, saygı yok. Onun vereceği zarardan sakınmak var.

Haşyet kelimesinde korkulan şeyin insanı korkutan ve ona zarar veren bir şey olma şartı yok. Allah’a karşı haşyet için konuşursak, burada kişi Allah’ı tanıyor, seviyor, biliyor ve bu bilgiye bağlı olarak, sevdiği Allah’ın sevgisini kaybetmekten, O’na karşı emirlerini yok sayarak saygısızlık yapmaktan korkuyor. Bu korku bilerek isteyerek yaşanan bir korku oluyor.

Üçüncü Nokta: Âlim Kimdir?

Âlim kelimesi ilim, âlem ve alamet kelimeleriyle aynı kökten gelir. Kelime anlamı “bilen” demektir. Ama kelime zaman içinde başka anlamlar da kazanarak, sıradan bir kelime olmaktan çıkıp, bir kavrama dönüşmüştür. Kelimenin kök anlamında bir “işaret” anlamı vardır. Mesela minarelerin tepesindeki ay yıldıza “alem” denir. Çünkü o uzaktan bakanlar için orada bir caminin bulunduğuna işarettir. Bu açıdan baktığımızda “İslam âlimi” demek, yaşadığı hayatla İslam’ın güzelliklerine işaret eden insan demektir.

Bu insanda şu özelliklerin olması gerekir:

Daha birçok özellik sayılabilir ama biz bir âlim tarifi için bunların yeterli olacağını düşünüyoruz.

Dördüncü Nokta: Azîz ve Gafûr İsimleri

28. âyetin sonunda bu iki esmâ geliyor. Kur’an’da genelde âyet sonlarında gelen bu isimler geldikleri yerlerde, bazı mesajlar veriyorlar. Buradaki mesaja yoğunlaşırsak şöyle bir şey anlayabiliriz.

Azîz ismi: Bu mesaj gâyet kısa ve net: İlim âlime izzet kazandırır. Kur’an’da izzetle alakalı en kapsamlı âyet bu sûrenin 10. âyetinde geçti. Bu konudaki gerekli açıklamaları orada yaptık.

Gafûr ismi: Âlim bir yönüyle risk alan insan demektir. Yani bilgilerini yenilemek, güncellemek için yeni şeyleri araştırması, öğrenmesi, incelemesi elde ettiği bilgilerden birtakım sonuçlara gitmesi gerekir. Ama bunları yaparken hata yapma ihtimali de vardır. O yüzden buradaki Gafûr ismi için (Allahualem) âlimi yeni şeyler öğrenmeye teşvik eden ona: “Haydi ilim yolunda çalışmaya devam et. Bu yolda hata yapman normal. Normal olmayan hatanı anladıktan sonra onda ısrar etmendir. Hatalarında ısrar etmediğin müddetçe, sana karşı Rabbini hep Gafûr olarak bulacaksın.”

29. 30. Âyet: Âyetlerde Öne Çıkan Noktalar

Birinci Nokta: Kur’an’ın Tilaveti

İniş sırasından yaptığımız okumada Kur’an’ın tilaveti ilk olarak “yetlûnekitâba(A)llâhi” formunda ilk olarak burada karşımıza çıktığı için tilavet konusunda kısa bilgi vermek istiyoruz.539

T-l-v kelimesi bir kişiyi, araya başka bir şeyin giremeyeceği şekilde yakın bir mesafeden takip etmek ve ona uymaktır. Burada takip edilen Kur’an olunca, takip etmekten amaç onun hükümlerine uymak olur. Bu anlamı dikkate aldığımızda, Kur’an tilaveti demek, Kur’an’a uymak, yaşayan Kur’an olmak, hayatını Kur’an’a göre yaşama niyetiyle yapılan bir okuma olur. Rabbimiz, Kur’an’ı tilavet eden her insana, bu bilinçle bir okuma nasip eylesin.

İkinci Nokta: Namaz ve İnfak

29. âyeti 28. âyetin devam olarak okuyabiliriz. Böyle bir okumada âyetlerde âlimin özelliklerini görebiliriz; âlim yaşayan Kur’an olacak. Âlim ilmiyle amel edecek. Bu bağlamdan namaz ve infak onun en baskın özellikleri arasında olacak.

Üçüncü Nokta: Ticaret

Kur’an’ın Allah insan ilişkisini anlatırken en fazla yaptığı benzetmelerden biri de ticaret benzetmesidir. Bu benzetmede insanın ticari anlamda manevî hiçbir sermayesi yok. Sermayenin tamamı Allah tarafında veriliyor. Bu verilmeyle alış-veriş başlıyor. Normalde, Allah-insan ilişkisinde, insan sürekli borç ödeyen ve asla bir hak edişe bağlı olarak alacaklı olamayacak tarafta yer alması gerekirken, cennetle ödüllendiriliyor. Kur’an buna, insanı sevindiren karlı ticaret diyor.540

Dördüncü Nokta: Şekûr İsmi

Allah’ın Şekûr ismi Kur’an’da dört defa geçiyor. İlginçtir onların ikisi bu sûrede (30 ve 34. âyetlerde) yer alıyor. Bunun hikmetine anlamak için, bu ismin anlamını bilmemiz gerekiyor. Bu isim hem insanın hem de Allah’ın sıfatı olabilen isimlerden.

Bu bilgiden sonra bu sûrede iki defa geçmesinin hikmeti üzerinde düşündüğümüzde “Allahü a’lem” diyerek şunları ifade edebiliriz. Bu sûrenin ismi Fâtır. Fıtratla aynı kökten geliyor. Daha önceki açıklamalarımızda şükrü varlık gayesine uygun yaşama yani fıtratına uygun yaşama olarak tanımlamıştık. Bu durumda fıtratına uygun yaşamak insanın en büyük şükrü oluyor. Allah da (cc) bu şükre Şekûr ismiyle karşılık veriyor diyebiliriz.

31. Âyet: “Kendinden Önceki Kitapları Onaylayan”

Âyette geçen bu ifade, iniş sırasından yaptığımız bir okumada ilk olarak bu âyette karşımıza çıkıyor. Bu ifade üzerinde düşündüğümüzde şunları anlıyoruz. Kur’an, öncesi olmayan, geçmişle bağlantısı olmayan bir kitap değildir. O da geçmiş kitaplar gibi aynı kaynaktan gelmiştir. Aynı kaynaktan gelen kitaplar, özü itibarıyla tevhid, ahiret, adalet ve ibadet konularına aynı ve benzer vurguları yaparlar.

Burada bir benzetme yaparsak, vahiy asırlar önce ilahi bir kaynaktan doğan ırmağa benzetiliyor. O ırmak içinden geçtiği toplumlara manevî anlamda hayat verirken, zaman içinde beşeri düşüncelerin karışmasıyla kirleniyor. İşte böyle bir süreçte Kur’an ilahi kaynağın son temsilcisi olan bir kitap unvanıyla bu ırmakta bir filtre görevi görüyor. Onların doğrularını onaylarken, yanlışlarını düzeltiyor.

Bu onay ve düzeltmelerden sonra, müminler Kur’an’a iman ettikleri gibi geçmiş kitaplara da iman ediyorlar.541

32. Âyet: Kur’an’da Başka Örneği Olmayan Bir Âyet

Allah’ın yeryüzüne kullarını varis kılmasıyla ilgili Kur’an’da âyetler var ama son Peygamber Hz. Muhammed’in ümmetinin Kur’an’a varis olmasıyla ilgili tek âyet burada geçiyor. Bu âyete birkaç noktadan bakacağız.

Birinci Nokta: Peygamberin Mirası

Allah’tan gelen Kur’an’a Allah’ın mirası dersek. Allah bu mirası ilk olarak Peygamber Efendimize vermiştir. Peygamber Efendimiz bu mirasın ilk varisi olmuştur. Onun vefatıyla bu miras, Peygamberimize ümmet olan Müslümanlara kalmıştır. Bu mirasın konusu Allah’ı tanımak ve tanıtmaktır, O’nu sevmek ve sevdirmektir, O’nun rızasını en büyük gaye bilmektir. O’ndan gelen vahye bir emanet olarak bakmak, o emaneti okumak, anlamak, yaşamak ve onun mesajlarını insanlara taşımaktır.

Bu açıklamalardan sonra bu mirasın konusu tek kelimeyle özetlersen bu miras sorumluluktur. Bu durumda bilinçli her Müslüman bu mirasın varisidir.

İkinci Nokta: “Seçtiğimiz Kimselere”

Bu âyette, Kur’an’da benzeri görülmeyen bir ifade geçiyor. Kur’an s-f-v kökünden gelen ve “istafeynâ/seçtiğimiz ”anlamına gelen bu kelimeyi genelde Peygamberler için kullanıyor. “Kullarımızdan seçtiğimiz kimseler” ifadesi ilk kez bu âyette geçiyor. Seçilme konusuna Peygamberler açısından baktığımızda, hiçbir peygamberin “Ben seçilmek istiyorum.” demediğini, her peygamberin onlardan talep gelmeden Allah tarafından seçildiğini biliyoruz.

Seçilme konusuna biz Müslümanlar açısından baktığımızda, peygamberlere benzer bir seçim bizim için geçerli değil. Tam tersi Müslüman olmakla seçme işini biz yapmış oluyoruz. Burada soru şu: Fiili durum böyle olduğu halde, Kur’an neden böyle bir dil kullanıyor?

Bu soruya Allahü a’lem diyerek şöyle bir cevap verebiliriz. Kur’an böyle bir dil kullanmakla bize şöyle bir mesaj veriyor: Evet siz seçilmediniz ama siz Allah tarafından seçilmiş bir peygambere ümmet olmayı kendiniz seçtiniz. Seçileni seçmekle siz de seçilmiş oldunuz. Seçileni seçmekle ona varis oldunuz. Böylece ona gelen vahiy ondan sonra size miras kaldı.

Özetlersek, böyle bir sorumluluğu hissetmemiz için 32. âyette böyle bir dil kullanılıyor diyebiliriz.

Üçüncü Nokta: Varisler Üçe Ayrılıyor

Bu âyette miras karşısındaki duruşlarıyla varislerin üçe ayrıldığını görüyoruz

Bu üç grubu bir örnek üzerinden anlatalım. Bu örnekte Peygamberimizin ümmetine mirası olan Kur’an manevî bir ilaç olsun. Bu ilaç insanın bu dünyada huzurlu bir hayat yaşamasına vesile olurken, ahirette ebedi saadet yaşamasına vesile oluyor.

Birinci Grup: Bu gruptaki insanlar Müslüman olmakla bu ilaca ulaşıyorlar ama bu ilacı kullanmıyorlar. Kullanmayarak kendilerine en büyük kötülüğü yapıyorlar. İşte Kur’an buna nefsine (kendine) zulmetmek diyor.

İkinci Grup: Bu gruptakiler ilaca ulaşıyor, ilacın faydasını görüyor ama ilaca muhtaç milyonlarca insan varken, onlara götürme noktasında üçüncü gruptakiler gibi bir gayret ortaya koymuyorlar. Ortada dengeli bir yol takip ediyorlar.

Üçüncü Grup: Bu gruptakiler ilacın faydasını gördükleri gibi başkaları da faydalansın diye gece gündüz koşturup hayırda öne geçmeye çalışıyorlar. Böyle yapmakla Peygambere varis olmanın hakkını verme konusunda ellerinden geleni yapmaya gayret ediyorlar.

Dördüncü Nokta: Benzeri Olmayan İki Âyet

Kur’an’da benzeri olmayan bu âyeti, yine Kur’an’da benzeri olmayan bu sûrenin 28. âyetiyle birlikte değerlendirmek de mümkün. Orada “Kulları içinde ancak âlimler Allah’tan korkar.” demişti. Bu noktada Peygamberimizin şu hadisini de hatırlayalım. “Âlimler peygamberlerin varisleridir.”542

Bu durumda üçüncü grupta olup hayırda öne geçmek için yarışanların başında âlimlerin olduğunu, onların peygambere varis olma konusunda bütün ümmete örnek olduklarını söyleyebiliriz.

33-37 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

33-37. Âyet: Sonuç Eğitimi

Bu âyetlerde cennet ve cehennem üzerinden bir sonuç eğitimi görüyoruz. Burada önceki açıklamalarımıza ilaveten birkaç noktaya değinelim.

Birinci Nokta: Cennetin ve Cehennemin Dekoru

Tefsiri usulümüzde ifade ettik. Cennetin ve cehennemin dekoru, Kur’an’ın 7. asırda muhatabı olan insanların özlemleri, hasretleri, istekleri, korku ve endişelerine göre şekilleniyor.

Günümüzde veya günümüzden bin yol sonra bu dekoru okurken şöyle okuyabiliriz.

Cennet: Asır kaçıncı asır olursa olsun, bir insanın istek, arzu ve hayallerinin çok ötesinde nimetlerin olduğu bir yerdir. İnanç dekorundaki varlık sebebi, “insanlara gaye olmak” değil, asıl gaye olan Allah’ın rızasını kazanmaya, o rızayı kazanmanın en büyük vesilesi olan ibadetleri yapmaya ve güzel ahlak sahibi olmaya teşviktir.

Cehennem: Bir insanı dünyada yaptığı haksızlıklara bin pişman edecek, her türlü acı ve ıstırabın olduğu bir yerdir. İnanç dekorundaki yeri, insanları caydırmaktır. Her türlü kötülüğün önünü en baştan almaktır.

İkinci Nokta: Gafûr ve Şekûr

34. âyette bu iki esmâyı görüyoruz. “Bunların mesajı nedir?” diye bir soru sorduğumuzda, mesajlardan bazılarını şu şekilde ifade edebiliriz.

Gafûr ismi: Hiçbir yetişkin insan hatasız ve günahsız bir ömür yaşamayacağı gibi, hatasını ve günahlarını sıfırlayarak cennete giremeyecek. Cennete girme Allah’ın kullarının niyet ve gayretlerine bakarak onları bağışlaması sonucunda olacak. Burada mesaj şu: Günahlarını sıfırlayamazsın ama azaltma ve günahtan uzak durma gayretini ortaya koyabilirsin.

Şekûr ismi: Şükrün insana bakan tarafında, şükür insanın varlık gayesine uygun yaşaması oluyor. Şükrün Allah’a bakan tarafında, Allah’ın Şekûr olması varlık gayesine uygun yaşama niyet ve gayretini ortaya koyan kullarını ödüllendirmesi şeklinde oluyor. Burada mesaj şu: Varlık gayesine uygun yaşamak şükürdür. Bu şükrün karşılığı cennettir.

Üçüncü Nokta: Cehenneme Girenlerin İsteği

“Dünyada cezaevlerinde en çok yaşanan şeylerin başında ne gelir?” diye bir soru sorulduğunda bunlardan biri de “pişmanlıktır.” Bu duygu cehennemde de yaşanacak duyguların başında geliyor.543

37. âyette sonuç eğitimi en net haliyle görülüyor. Cehennem giren hemen herkes, “Rabbimiz bizi buradan çıkar. Bize bir kere daha fırsat ver.” diyecekler. Kur’an bu ve benzeri âyetler üzerinden şu mesajı veriyor: “Cehennemde büyük bir pişmanlık yaşamak ve bu sözleri söylemek istemiyorsanız, gelin yol yakınken dönün. Gelin yaptığınız ne kadar kötülük varsa onlar için tevbe edin. Onların yerine iyi ve güzel işler yapın.”

Dördüncü Nokta: Her İnsana Fırsat Verildi

37. âyette dünyaya tekrar dönmek isteyenlere yönelik şöyle bir ifade geçiyor. “Size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi?” Bu soru cümlesi aslında şunu diyor: Hiç kimsenin getireceği hiçbir bahane yok. Her insana imtihan dünyasında, doğru yolu bulabilecek, cennete girebilecek bir fırsat verildi.

Bu konu çok geniş bir konu.544 Bu konuda daha önceki âyetlerin tefsirinde “gerekçeli karar”545 başlığı altında yaptığımız bütün açıklamalar bu konu için de geçerli.

Allah mutlak adildir. Zerre kadar haksızlık yapmaz. Cehenneme giren her insan, oraya girme gerekçeleri önüne konduğunda “Ben bu sonucu hak etmişim” diyecek. Allah’a iman bu kabulü gerekli kılarken, bunun aksini düşünmeye de izin vermiyor.

38-45 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

NOT: Bu âyetlerde geçen konulara önceki âyetlerde kısmen değindiğimiz için burada kısa açıklamalar yapacağız.

38. Âyet: Gayb

Gayb konusunda A’râf sûresinin girişinde geniş bilgi verdik. Oraya bakılmasını tavsiye ediyoruz.

39. Âyet: Halifelerin Görevi İslam Evini İnşa Etmektir

Halife konusuna da önceki âyetlerde değinmiştik. Burada o bilgilere şunu ilave edelim. Biz Tefsir Usulü ve tefsir çalışmamızda “İnsanın üç evinden” bahsettik. Bu evlerden birincisi, insanın tek başına içinde yaşadığı beden evi, bütün insanlarla içinde yaşadığı dünya evi, bütün insanlarla birlikte içinde yaşamaya davet edildiği İslam eviydi.

Allah (cc) dileseydi beden ve dünya evini kendi inşa ettiği gibi İslam evini de kendisi inşa eder ve ortaya mükemmel bir eser çıkarırdı. Ama onun inşasını iman edenlere yani halifelerine, yani bize bıraktı. Burada halifeler olarak kendimize soracağımız soru şu: İslam evi mükemmel olabilir mi? Cevap: Yasaları Allah tarafından konulan beden ve dünya evleri mükemmel olabiliyorsa, yasaları Allah tarafından konulan İslam evi neden mükemmel olmasın? Mükemmel olmuyorsa, sorun yasalar da değil, sorun o yasaları hayata geçirme ve örnek bir medeniyet inşa etmede yetersiz kalan halifelerde/Müslümanlardadır.

Buraya kadar olanı özetlersek, Kur’an’da geçen halife kavramı, insana sorumluluğunu hissettirmek için vardır. Bu sorumluluğu hisseden insan İslam evinde yaşayan bir fert olarak önce kendini inşa etmekten ve örnek bir Müslüman olmaktan sorumludur.

Buradan sonra âyetin ikinci bölümü geliyor. İkinci bölüm “Kim inkar ederse” ifadesiyle başlıyor. Âyeti iç bağlamı ile okursak, burada inkarın konusu halifelik üzerinden gelen sorumluluktur. Yani “Kim Allah’ın verdiği nimetlere emanet değil de benim” derse, “Kim hayat benim dilediğim gibi yaşarım” diyerek bu sorumluluğu inkar ederse… Bunun zararı ona olacak.

40. Âyet: İnkarınıza Delil Getirin

39. âyetin ikinci bölümünde “kim inkar ederse” ifadesi geçmişti. Bu âyette de inkar edenler, inkarlarını ispata davet ediliyorlar.

Bu bağlamda onlara denilen şu: “Madem Allah’ın ortakları var diyorsunuz, haydi çağırın onları, Allah’ın yoktan yaratıp size verdiği nimetlerin birini yaratıp size versinler veya onlara da vahiy geliyor diyorsanız, onlara gelen vahiyden bir delil getirin.”

Özetlersek, iman ve inkar bu dünyada insan için çok büyük sonuçları olan bir tercih. O yüzden bu tercihi yapan her insan hayatının en önemli kararını verdiğini bilmeli ve bu karar için çok güçlü gerekçeler ortaya koyabilmelidir.

41. Âyet: Kâinatı Ayakta Tutan Kuvvetler

41. âyet, dolaylı olarak 40. âyetteki sorulara cevap oluyor. Âyet diyor ki: Gökler ve yer bir bina gibi ayakta duruyorsa, Allah’a ortak koştuklarınız arasında bu binayı ayakta tutacak, onu yıkılmaktan koruyacak hiç kimse yok. Onları ayakta tutan Allah’ın koyduğu yasalardır.

Bu âyete iki türlü bakabiliriz.

Aşağıda haklarında çok kısa bilgi vereceğimiz bu kuvvetler, asırlardır hayatın içinde var. Bu kuvvetlerin kıymeti yokluğunda daha iyi anlaşılacağı için biz önce bu kuvvetleri sayacak sonra “Bu kuvvetler olmasaydı ne olurdu?” sorusuna cevap vereceğiz. Bu kuvvetlerin detaylarını ilgili kitaplara bırakacağız.

Şimdi “Bu kuvvetler olmasaydı ne olurdu?” ona bakalım.

Özetlersek, bu dört temel kuvvet olmasaydı dünya ve evren işleyemez, her şey dağılıp bozulurdu. Hayatın var olması imkansız olurdu.

Burada âyetin sonunda geçen iki esmânın burada gelme hikmetine de kısaca işaret edelim.

Halîm ismi: Bu isim Allah’ın kullarına süre/mehil vermesi anlamına geliyor. Bu isim akla gelen şu sorunun cevabı oluyor: Yeryüzünde bu kadar günah işlenirken, milyonlarca insan nankörlük yaparken, Allah bu dünyayı neden onların başına geçirmiyor? Cevap: Halim olduğu için. Kullarına süre verdiği için.

Gafûr ismi: Bu isim de Allah’ın verilen süreyi değerlendiren kullarının günahlarını bağışlayacağına işaret ediyor.

42. Âyet: İnsan Doğasındaki Kaypaklık

Bu ve arkasından gelen âyetler insan doğasına ayna tutuyor. Ona kendini tanıtıyor. Bu tanıtımın özünde şu var: “İnsan şöyle olursa, böyle olursa yaparım.” der ama sonra yapmaz. Bu konuda insan doğası o kadar kaypaktır ki, Kur’an insanlardan bazılarının her türlü mucizeyi görseler, apaçık delilere şahit olsalar bile inanmayabileceğini söylüyor.546

43. Âyet: SÜNNETULLAH HAKKINDA GENEL DEĞERLENDİRME

İniş sırasından yaptığımız bir okumada, sünnetullah ifadesini ilk kez bu âyette görüyoruz. O yüzden bu konu hakkında birkaç noktaya değinmek istiyoruz.

Birinci Nokta: Genel Değerlendirme

Yol, yöntem anlamına gelen sünnet kelimesi Kur’an’da toplamda 21 defa geçiyor. Bu ifadelerden sünnetu’l-evvelin, sünnetunâ ve sünnetu men gibi ifadeleri de sünnetullah ile birlikte değerlendirsek, bu ifadenin 10 farklı âyette 15 defa geçtiğini söyleyebiliriz.

İkinci Nokta: Sünnetullahın Tanımı

Sünnetullah, kelime anlamıyla Allah’ın koyduğu kanun, nizam ve düzen anlamına geliyor. Sünnetullahı bir kavram olarak tanımlarsak, sünnetullah Allah’ın kâinatı yaratma ve yönetmesinde öteden beri süregelen ve değişmeyen yasaları demektir.

Bazıları Kur’an’da geçtiği âyetlerin bağlamından yola çıkarak sünentullahı Allah’ın insan iradesine bakan, sosyal yasaları olarak değerlendirmişler.

Bu tanım doğru bir tanım. Fakat Allah’ın yasalarının kâinatta atomdan güneşe kadar her yerde geçerli olduğunu dikkate aldığımızda bu tanımı, alt başlıklara ayırmak sûretiyle Allah’ın kâinatta geçerli olan bütün yasalarını içine alacak şekilde genişletmenin önünde bir engel görünmüyor.

Üçüncü Nokta: Kuşatıcı Bir Kavram Olarak Sünnetullah

Sünnetullaha Allah’ın evrendeki bütün yasalarını kuşatan bir kavram olarak baktığımızda Allah’ın yasaları kâinat yaratılmadan önce, ümmü’l-kitap (levhi mahfuz) isimli kitapta mevcuttu.547.

Burada kâinatı dev bir binaya benzetirsek, ümmü’l-kitap bu binanın plan ve projesi mesabesinde oluyor. Adına sünnetullah dediğimiz yasalar da bu plan ve projede yer alıyor. Sonra Allah “Ol” diyor, bu projede var olan her şey “ol”ma sürecine giriyor. Bu süreçte olan her şey bir yasaya bağlı olarak varlık sahasına çıkıyor. Bu süreçte en genel yasa tekamül yasası oluyor. Her varlık tohum ve çekirdekte olduğu gibi bir alt sınırdan varlık sahasına geliyor ve üst sınır olarak ifade ettiğimiz ağaç olup meyve verme hedefine ulaşıyor.

Bugün biz 21 yüzyılda yaşayan insanlar olarak bilimlerin geldiği noktada bu dünyada var olan birçok şey için Allah’ın koyduğu yasaların nasıl işlediğini biliyoruz. Bu yasalar sünnetullah’ın alt başlıklarını oluşturuyor. Şimdi onlara bakalım.

Dördüncü Nokta: Sünnetullahın Alt Başlıkları

Sünnetullhanın alt başlıklarını en genel anlamda iki gruba ayırıyoruz.

Birinci grupta “maddi veya fiziki yasalar” dediğimiz yasalar yer alıyor. İkinci grupta insanın tercihlerine bakan yönüyle manevî veya psikolojik ve sosyolojik dediğimiz sosyal yasalar yer alıyor.

Birinci Grup: Fiziki Yasalar

İradesi olmayan, insan dışındaki bütün varlıkları bu grupta değerlendiriyoruz. Bu gruba iki başlık altında bakıyoruz. Bu gruptaki her varlık, varlık sahasına bir fıtratla (program veya yazılım da diyebiliriz) geliyor ve fıtratının gereğini yapıyor.

Cansız Varlıklar: Atomdan güneşe kadar her varlık, varlık sahasında görev aldığında ne yapıyorsa bugün aynısını yapmaya devam ediyor. Yerin çekmesinde, dünyanın kendisi ve güneş etrafında dönmesinde hiçbir değişme olmuyor.

Bitkiler ve Hayvanlar: Bütün bitkiler ve hayvanlar doğma, büyüme, eko sistemdeki görevini yerine getirme ve ölme gibi kendileri ile ilgili yasaya bağlı hareket ediyorlar.

Bu iki varlık grubunda irade olmadığı ve bunlar için konulan yasalar değişmediği için bu varlıklar bundan 5 bin yıl önce ne yapıyorlarsa, bundan beş binyıl sonra da -eğer insan müdahalesi olmazsa- aynı şeyleri yapmaya devam edecekler diyebiliyoruz.

İkinci Grup: Sosyal Yasalar

Bu yasalar irade sahibi insanlar için geçerli. Her varlık gibi insan da bu dünyaya bir fıtratla geliyor. Diğer varlıklardan ayrı olarak fıtratında iyiye ve kötüye meyil olduğu için, gelişim sürecinde tercih yapabiliyor ve tercihlerinin sonucunda iyi veya kötü bir insan olabiliyor.

Bu grupta yasa, tercih özgürlüğü ve tercihlerinin sonuçlarını yaşama şeklinde işliyor. Konuya inanç ve imtihan dünyasının dekorundan bakar ve bir kurgu içinde anlatırsak, dünya bir okul oluyor, dünyadaki bütün insanlar bu okuldaki öğrenciler oluyor. Gönderilen her peygamber öğretmen, gönderilen her vahiy ders kitabı oluyor. Öğretmenler öğrencilere okulun kurallarını (yasalarını), okuldaki imtihanda yapacakları tercihlerin sonuçlarını anlatıyorlar.

Allah’ın razı olduğu tercihleri yapanların ve yapmayanların dünyada ve ahirette yaşayacakları sonuçları onların önüne koyuyorlar. Öğrencilerin bu açıklamaları duymalarıyla birlikte imtihan başlıyor ve Allah’ın insanların tercihlerine bağlı olan yasaları devreye giriyor.

Beşinci Nokta: Sosyal Yasaların İşleyişi

Bu yasaların işleyişini örnekler üzerinden anlatalım.

Bu seçenekleri çoğaltmak mümkün.

Bu seçeneklere “tuş” dersek, bu tuşlara basanlar, Allah’ın koyduğu yasaların gereği olarak bu tercihlerinin sonuçlarını yaşıyorlar.

Bu tuşlara basanlar Allah’a iman eden müminler ise,

Bu tuşlara basanlar Allah’ı inkar eden kafirler ise,

Altıncı Nokta: İki Yasa Arasındaki Fark

Sünnetullah için ikinci noktada şöyle bir tanım yapmıştık. Allah’ın kâinatı yaratma ve yönetmesinde öteden beri süregelen ve değişmeyen yasaları demektir. Sünnetullahın değişmezliği konusunda, dünya imtihan dünyası olduğu için fiziki yasalar ile sosyal yasalar arasında bir fark ortaya çıkıyor.

Fiziki yasalara tabi olan varlıkların iradeleri olmadığı için onlara bakan yönüyle değişmezlik hem süreçte hem de sonuçta oluyor.

Sosyal yasaların öznesi insan olduğu için, bu alandaki değişmezlik sonuçta oluyor. Allah imtihan dünyasının dekoru içinde insanlara tercihlerinin sonuçlarını hemen yaşatmıyor. (Kavimlerin helakinde olduğu gibi birtakım istisnalar olsa da) Büyük ceza ve ödül süreç içinde değil genelde sonuçta (ahirette) veriliyor.

Yedinci Nokta: Yasanın Kur’an’daki İşleyişi

Sünnetullah yasasının Kur’an’daki işleyişine baktığımızda, beşinci noktada anlattığımız şekliyle insanlar Allah’ın razı olduğu tercihleri yapmanın ve yapmamanın sonuçlarını yaşıyorlar. Bu sonuçlar ödül ve ceza şeklinde geliyor.

Bu bağlamda Fatır sûresinin 43. âyetine bakarsak,

Bu âyette sünnetullahı şöyle okuyoruz. Bu tür davranışları yapanların, bu tuşlara basanların, cezalandırılması Allah’ın değişmez bir yasadır. Bu yasa süreçte işlemese bile sürecin sonunda kesin olarak işliyor.

Özetlersek, iniş sırasından yaptığımız bir okumada sünnetullah ile ilgili ilk âyet burada geldiği için geniş değerlendirmeyi burada yaptık. İlgili âyetler geldikçe, o âyetleri de bağlam içinde değerlendirmeye devam edeceğiz.

44, 45 Âyet: Sünnetullahın İşleyişi

Bu iki âyet 43. Âyetin tefsiri olarak geliyor. Bu tefsire birkaç noktadan bakalım.

Birinci Nokta: 44. âyet üzerinden geçmişe baktığımızda Sünnetullah için iki türlü işleyiş öne çıkıyor. Birincisinde kendini güçlü gören, zayıflara her türlü zulmü yapan kavimlerin helakini görüyoruz. Bu helakler Allah’ın dünyadaki hiçbir güç karşısında aciz olmadığına, her şeye kadir olduğuna şahit oluyor.

İkinci Nokta: 44. Âyet sünnetullahın bazen süreç içinde ceza vermesine örnek olurken, 45. âyet sünnetullahın sonuç üzerinden ceza vermesine örnek oluyor. 45. âyeti referans yapıp ilk insandan bugüne kadar yaşanan gelişmelere baktığımızda sünnetullahta süreç içinde cezanın istisna olduğunu, asıl büyük cezalandırmanın sürecinin sonuna bırakıldığını görüyoruz.

44/19. MERYEM SÛRESİ

HRİSTİYANLAR,

HZ. İSA VE MERYEM

KISSASI

GİRİŞ

İniş sırasından yaptığımız okumada, daha önceki âyetlerde ismi geçmeyen Peygamberler geldiğinde onlar hakkına bilgiler veriyoruz. Bu bağlamda Hz. İsa’dan, annesi Meryem’den ve Hristiyanlık inancı hakkındaki ilk âyetleri Meryem sûresinde görüyoruz.

O yüzden A’râf sûresinde Hz. Musa ve İsrâiloğulları (Yahudiler) hakkında yaptığımız geniş açıklamaların bir benzerini burada Hz. İsa ve Hristiyanlık hakkında yapacağız.

Burada yapacağımız açıklamalar oradaki açıklamaların devamı olacak. Çünkü başlangıcı itibarıyla, Hz. İsa İsrâiloğullarından olduğu ve onları ıslah için gönderilen bir peygamber olduğu için Hristiyanlığın başlangıcı İsrâiloğullarına dayanıyor.

Önce bir kronoloji vereceğiz, ardından bu konuda bilinmesi gereken bazı teknik bilgiler hakkında kısa açıklamalar yapacak, sonra da bu konu hakkındaki yorumlarımızı paylaşacağız.

HZ. ZEKERİYA (as), HZ. YAHYA (as) VE HZ. İSA (as) İLE İLGİLİ ÂYETLERİN İNDİĞİ YILLAR

MEKKE

Meryem Sûresi 6. yıl 1-37

MEDİNE

Âl-i İmrân sûresi 16. yıl 35-84 113-115

Saf Sûresi 17. yıl 6. 14.

Nisa Sûresi 17. yıl 156-158, 171-172

Maide Sûresi 20. yıl 59-85 107-117

HRİSTİYAN

Hristiyan kelimesi Yunanca “Christos” kelimesinden türetilmiştir. Bu kelime İbranicedeki meşiah (mesih) kelimesine dayanır ve kutsal yağ ile ovulmuş kişi anlamına gelir. Bu kelime Hz. İsa’nın vefatından sonra, onun tebliğ ettiği dinin adı olmuştur. Bu dine inananlara da Hristiyan denmiştir.

NASRANİ

Hz. İsa’nın doğum yerine nispet edilerek, Hristiyanları tanımlamada kullanılan bir ifadedir. Bu ifade Kur’an’da 14 yerde, Hristiyanlar için kullanılır.

MERYEM OĞLU İSA

Kur’an’da 17 âyette Meryem oğlu İsa anlamına gelen “İsâ-bneMeryeme” ifadesi geçer. Bu ifadelerde Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğu inancına bir gönderme vardır. Bu göndermede o Allah’ın oğlu değil, o Meryem’in oğludur; yani o doğan büyüyen, yiyen, içen beşer bir peygamberdir mesajı verilir.

HZ. MERYEM

Hz. İsa’nın annesidir. Kur’an’da iffeti ve itaatiyle öne çıkar. Kur’an’da 8 sûre, insan ismiyle isimlendiriliyor. Bunlardan 7’si peygamber ismi, 8. isim ise Hz. Meryem’in ismidir. Bu yönüyle, Hz. Meryem Kur’an’da peygamberler dışında ismi bir sûreye verilen tek insandır.

HZ. ZEKERİYA

Hz. Zekeriya İsrâiloğulları Peygamberlerinden biridir. Hz. Meryem’in eniştesidir. Hz. Yahya, Hz. Zekeriya’nın oğludur. Hz. Yahya ile Hz. İsa kuzendir. Bu ilişkiyi dikkate aldığımızda, Hz. Zekeriya, Yahya ve İsa’nın aynı çağda, aynı coğrafyada görev yapan peygamberler olduğunu görüyoruz.

Hz. Zekeriya, Kur’an’da kendisi yaşlı ve karısı kısır olduğu halde çocuk sahibi olması ve Meryem’i himayesiyle öne çıkar.

HZ. YAHYA

Hz. Zekeriya’nın oğludur. İslami kaynaklara göre genç yaşta babasından önce vefat etmiştir. Kendisi ve babası İsrâiloğulları tarafından şehit edilen peygamberler arasında sayılır.

İNCİL

İncil’in Hz. İsa’ya indirilen bir kitap olduğu Kur’an âyetleriyle sabittir. Bir başka sabit olan gerçek de İncil’in Hz. İsa hayatayken yazılmadığıdır. Onun vefatından sonra 35-70 yıllık bir zaman aralığında onun havarileri tarafından yazılmıştır. Yazılış sırasına göre İncillerin ismi şöyle; Markos, Matta, Luka ve Yuhanna.

TAHRİF

Kur’an’da tahrif konusunda, sayı olarak Tevrat’ın tahrifatından bahseden âyetler, İncil’e göre daha fazladır. Fakat bu İncil’de tahrifat az anlamına gelmiyor. İnancın temeli olan tevhid açısından bakarsak, Teslise inanmak, inanç konusunda büyük bir tahriftir.

TESLİS

Kelime olarak üçleme anlamına gelen Teslis kelimesi Hristiyan inancında Tanrı’nın üç farklı yönünü anlatmak için kullanılan bir kavramdır. Bu inanca göre Tanrı tek bir varlıkta üç ayrı kişiden oluşur. Bu üç ayrı kişi şunlardır;

Baba: Teslisin ilk parçasıdır. Bu parçada baba evrende her şeyin yaratıcısı ve her şeyin kaynağıdır.

Oğul: Teslisin ikinci parçasıdır. Bu parçada İsa tanrının oğlu ve insanlığın kurtarıcısı olarak kabul edilir. İsa, insan bedenine bürünmüş tanrıdır.

Kutsal Ruh: Teslisin üçüncü parçasıdır. Bu parçada Tanrı insanlara rehberlik eden, ilham veren ve onları manen güçlendirendir.

Teslis inancı bazı istisnaları olmakla birlikte genelde Hristiyanların ortak inancı olarak kabul edilir. Kur’an, bu inancı tevhid inancından sapma olarak görür ve kesinlikle kabul etmez.548

KUR’AN HZ. İSA KISSASINI NİÇİN ANLATIR?

Kur’an’da hiçbir âyet (cümle) hiçbir kelime boş yere geçmez. Allah’ın kitabında bir şey varsa biz anlasak da anlamasak da mutlaka bir hikmeti ve mesajı vardır. “Bunu nereden biliyoruz?” Önceki âyetlerin tefsirinde bahsettiğimiz insanın üç evi örneğinden biliyoruz.

İnsanın beden evinde ve dünya evinde yarattığı her şeyi bir fayda bir gaye için yaratan Allah, insanın üçüncü evininin dekorunda birinci dereceden rolü olan Kur’an’a ne koymuşsa, mutlaka bir hikmete binaen koymuştur.

Bize düşen bunları araştırmak. Bulduklarımızı paylaşmak, bulamadıklarımıza “yok” demeden, “Bugün bulamasak bile yarın bulabiliriz.” diyerek yola devam etmektir.

Bu kısa açıklamadan sonra gelelim başlıktaki sorunun cevabına.

KUR’AN İNSAN SÖZÜ OLAMAZ GERÇEĞİNE ŞAHİTLİK YAPMASI İÇİN

Bu konuda daha önce Kamer sûresinin girişinde geniş açıklamalar yaptık. Oranın devamı olarak burada şunları ifade edelim.

Kur’an’da geçmişe yönelik anlatılan bütün peygamber kıssalarındaki ilk amaç Kur’an’ın insan sözü olamayacağını ispatlamaktır.

Bu konuyu daha iyi anlamak için hayalen bu âyetlerin indiği asra gidelim. O asırda olaylara yakından şahitlik eden biri olarak şu iki şeyi net olarak görüyoruz.

Hemen hemen her kıssanın anlatımında Kur’an bu gerçeği öne çıkarıyor. Hz. İsa ve Meryem kıssası ile ilgili şu âyet, bu ve benzeri tespitlerimizin referansı oluyor.

“(Ey Resûlüm!) Bunlar (senin daha önce hiç duymadığın ve bilmediğin) Bizim sana vahiyle bildirdiğimiz gayb haberlerindendir. (Mabetteki görevliler) İçlerinden hangisi Meryem’i himayesine alacak diye kalemlerini (kur’a çekmek üzere suya) atarlarken (atılan kalemlerden kimin kalemi ilk önce akıntıya kapılıp gidecek, böylece kurayı kim kazanacak diye merakla bekleşirken) sen onların yanında değildin; onlar (Meryem’in bakımını üstlenme şerefini elde etmek için aralarında) çekişirken de yanlarında değildin. (Yanlarında olmadığın halde, bunları bilmen ve bildiklerini iddia edenlerden daha ayrıntılı bir şekilde onlara bu gerçekleri anlatman senin Son Peygamber olduğunu gösteren sayısız şahitlerden sadece biridir.)”549

MUCİZE KARŞISINDA “ACİZ” KALDIKLARINI GÖSTERMEK İÇİN

Önce bu âyetlerin indiği zaman dilimine sonra da günümüze bakalım.

Bu âyetlerin indiği zaman diliminde insanlar dinin yapısını bozmuşlardı, özellikle o günkü Yunan, Roma ve Mısır medeniyetlerinde insanken tanrı olan, tanrıyken insan olan her ikisini aynı anda olan birçok figür vardı. Konuya Yahudiler özelinden bakarsak, kendilerinin olağanüstü özelikleri olduğunu iddia eden din adamları, kahinler ve sihirbazlar vardı.

Bu bağlamdan günümüze gelirsek, gelişen teknolojiyle Allah’ın yarattıklarının benzerini yapmada geçmişe göre, oldukça mesafe alan bilim insanları var. Bu insanlar içinde, bir örnekten yola çıkarak bir şeyler yapmayı, yaratma gibi zannedip, yaptıkları ile haddi aşanlar var.

İşte Kur’an özellikle Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelmesi olayı üzerinden bütün insanları asla benzerini yapamayacakları bir mucizeyle aciz bırakıyor. Bu olayı o gün görenler, bugün duyup şahit olanlar kendilerinin olağanüstü olduğunu söyledikleri her şeyin bu mucize karşısında çocuk oyuncağı seviyesinde olduğunu görüyorlar.

Bu yönüyle bu mucize Kur’an’ın en büyük davası olan tevhide hizmet ederken şirke yer olmayacağını da gösteriyor.

Bu konuya kıssanın içinde ilgili âyetlerde devam edeceğiz.

KUR’AN, TARİH KİTABINI TASHİH EDİYOR

Tarihe bir kitap dersek, Kur’an bu kitabı tashih ediyor. Bu kitabın doğrularını onaylarken yanlışlarını gösterip onları düzeltiyor.

Bunu Kur’an’da birçok âyette görmek mümkün.550

Bu sûrede 34. âyet bu konuda bize çok önemli bir bilgi veriyor; “İşte (Yahudilerin) hakkında şüphe ettikleri Meryem oğlu İsa hakkında (tamamı) gerçek (olan) açıklama budur.”

Kur’an yaptığı bu açıklamalar ve ortaya koyduğu tevhid ölçüleriyle dolaylı olarak “Ben Hristiyan’ım” diyen her insanı, inancı üzerinde bir kere daha düşünmeye davet ediyor.

Üzerinde düşünülmesinde fayda olan konulara aşağıda değineceğiz.

HER HRİSTİYANIN ÜZERİNDE BİR KERE DAHA DÜŞÜNMESİ GEREKEN KONULAR

Peygamber Kimdir?

Konuya Kur’an ölçülerinden bakarsak, hiçbir Peygamber bir din kurmak için gelmez. Her peygamber, ilk Peygamberden itibaren özünde aynı olan tevhid ve teslimiyet dinini tebliğ eder. Her peygamberin tebliğinde, iman esasları ortaktır. İbadetler, (sayı, zaman ve içerik olarak) farklı olsa bile vardır. Her peygamber için ahlaki özelliklerin başında gelen; doğruluk, dürüstlük, güven verme, adil olma ve merhamet gibi hususlar onların en temel özellikleridir.

Bu kısa tanımdan sonra aşağıdaki soruyla devam edelim,

Hz. İsa Kimdir?

Matta İncilinde (5:17) şöyle bir âyet yer alır; “Kutsal yasa'yı ya da peygamberlerin sözlerini geçersiz kılmak için geldiğimi sanmayın. Ben geçersiz kılmaya değil, tamamlamaya geldim.”

Matta’nın açıklamalarda, Kutsal yasa’dan kastedilen başta eski ahid (Tevrat) olmak üzere önceki vahiylerdir. Bu durumda Hz. İsa önceki Peygamberlerle tebliğ edilen bir dini hurafelerden, bidatlardan arındırmak, asli haliyle tebliğ etmek için gelmiştir.

Hz. İsa, geldiği toplumda, dini kendi tekelleri altına alan, onu kendi çıkarlarına alet eden, geleneği ve beşeri düşünceleri din haline getiren yönetici ve din adamları ile karşılaştı. Onlara verdiği tepki nedeniyle ciddi bir engellemeyle karşılaştı.

Bu konunun detaylarını tarih kitaplarına bırakıyoruz.551 Bu konuda bize lazım olan en önemli bilgi Matta incilinden öğrendiğimiz “Onun bir din kurma amacıyla gelmediği” bilgisiydi.

Dine Verilen İsim: Hristiyanlık

Bir peygamber düşünelim, bir din kurmak için geliyor ama dinin ismini kendi söylemiyor. Dinin ismi kendinden 30-40 sene sonra havarileri tarafından konuluyor. 4. asırda kilise bu dini resmi din olarak kabul ediyor.

Burada cevabını aramamız gereken sorular şunlar,

Hz. İsa bir din kurmak için geldiyse, neden ismini söylemedi?

Neden dine, başkaları ondan sonra isim koydu?

Eğer Hz. İsa’nın amacı yeni bir din kurmak olsa bunun ismini kendi koyardı. Koymaması Matta (5:17) âyetinde anlatılan durumu onaylıyor.

Teslis Konusu Sonradan Ortaya Çıktı

“Günümüz için Hristiyanlığın en temel kabullerinin başında ne gelir?” diye bir soru sorsak, bu soruya verilecek cevaplardan biri de teslis inancı olur. Burada soracağımız sorular şunlar:

Bir din düşünelim, bu dinin en temel inancı, o dinin peygamberi tarafından hiç ifade edilmiyor. Sanki onun unuttuğu bir şeymiş gibi ondan sonra gelen birileri tarafından, onun dinine ekleniyor. Bu ekleme, dini ilahi olmaktan uzaklaştırıp, beşeri olmaya yaklaştırıyor.

İncillerin Yazılışı

Yukarıda anlattığımız şekliyle Hz. İsa yeni bir din getirmemiştir. O yüzden ona gelen vahiy (İncil) önceki vahyin (Tevrat) doğrularını tasdik eden, yanlışları tashih eden (düzelten) bir vahiydir. Bugün elimizde olan 4 İncil’de bu misyonu göremiyoruz.

İncillerin Hz. İsa’dan 30-70 yıl sonra yazılması, içlerinde çelişkiler553 bulunması, onu dinde temel kaynak olmaktan uzaklaştırıyor.

İlk Günah İnanışı

Bu inanç kabul edilebilir bir inanç değil. Nedenini anlatalım.

Bu inanca göre bir insan (Hz. Âdem) günah işliyor, bu günahın ardından o günahla hiç alakası olmayan, bu durumdan hiç haberi olmayan masum milyonlarca insan bu günahı işlemiş gibi günahkar sayılıyor.

Bu olayı bir kurgu içinde anlatalım; varsayalım günümüzde Londra’da bir mahkeme bir insanı suçlu buluyor. Sonra aynı mahkeme o insandan dünyaya gelecek bütün insanların da suçlu olacağına hükmediyor.

Bu hükmün ardından şu soruları soralım,

İlk günah inancına bağlı olarak, Âdem’den sonra gelen bütün insanları Allah’ın günahkar olarak kabul edeceğine inanmak, Allah’ın asla yapmayacağı bir şeyi ona isnad etmek olur ki, bunun kendisi çok büyük bir günahtır.

Hz. İsa’dan Önceki Peygamberler

İnsanların doğuştan günahkar olduğunu kabul edince, Hz. İsa’ya kadar gelen binlerce peygamberin bu duruma seyirci kaldığını da kabul etmek gerekiyor.

Bunu kabul edince akla şu sorular geliyor?

Görüldüğü, ilk günah inancı kabul edildiğinde, İsa’dan önce gönderilen bütün peygamberlerin gönderiliş amaçları boşa çıkıyor.

Hz. İsa’nın İnsanların Kurtuluş İçin Kendini Feda Etmesi

Hristiyanlık inancı açısından bakarsak karşımızda şöyle bir tarihi olay var.

Hz. İsa’nın çarmıha gerilip idam edilmesi, kendi isteği ile değil, iradesi dışında oluyor. Yani Hz. İsa kendisini idam edeceklere şöyle demiyor: “Ben ilk günah nedeniyle günahkar doğan milyonlarca insanın kurtuluşu için kendimi feda edeceğim. Benim için bir idam sehpası hazırlayın. Beni asın. Benim asılmam bütün insanların kurtuluşuna vesile olsun.”

Elimizdeki hiçbir tarihi belgede böyle bir anlatım görmüyoruz.

Bu durumda soru şu: Hz. İsa’nın tamamen kendi iradesi dışında gerçekleşen bir olay, nasıl onun kendini insanlığın kurtuluşu için feda etmesi oluyor.

Varsayalım, böyle bir idam hiç olmasaydı, İsa şöyle diyecek miydi; “İnsanlığın kurtuluşu için benim kendimi feda etmem gerekiyor. Bu amacımı gerçekleştirmem için, bir vesile bulun ve beni asın.”

Yine varsayalım İsa (as) normal organ yetmezliğine bağlı bir ölüm yaşasaydı, insanlığın kurtuluşu gerçekleşmeyecek miydi? Görüldüğü gibi ortada onun çarmıha gerilmesinden sonra, çarmıha gerilme olayını kurgulayarak yazılmış bir tarih var.

Buraya Kadarı Özetlersek,

Bu konuya “Her Hristiyan’ın Üzerinde Bir Kere Daha Düşünmesi Gereken Konular” başlığı altında bir giriş yaptık.

Bu konular üzerinde, Hristiyan olsun olmasın, temel bilgilerden yola çıkarak ciddi anlamda düşünen her insan şu sonuca varabilir: Bugün önümüzde Hristiyanlık olarak duran din, Hz. İsa tarafından insanlara anlatılan din değildir. Onun vefatından yıllar sonra, insanların kurgulayıp yazdıkları ve insanların önüne din diye koydukları bir inanç sistemidir.

Bu konuya başlarken “Kur’an Hz. İsa Kıssasını Niçin Anlatır?” sorusunu başa koyduk ve işin Müslüman olan ve olmayan herkese bakan taraflarına dikkat çektik. Şimdi aşağıdaki başlıkla bir alan daraltması yapacak ve konuyu anlatmaya devam edeceğiz.

Hristiyanların %80’ine Göre Hz. İsa554

Hristiyanların büyük çoğunluğu Hz. İsa’yı peygamber olarak görmüyorlar. Öyle görmedikleri için ona İncil’in indiğini de kabul etmiyorlar. Onlara göre İsa tanrının ete kemiğe bürünmüş İsa olarak görünmüş halidir.555 O yüzden arada ona vahiy getiren bir melek yok, ona gelen vahiy yok, o konuştuğunda, onun konuşmaları doğrudan tanrının konuşması oluyor.

Bunu ilk kez duyan birçok Müslüman olacak ama “Hristiyanlara göre Hz. İsa kimdir?” sorusunun özeti budur.

Hristiyanlara Göre İnciller

Hristiyanları, zaman içinde İncillere bakışında değişmeyen ve değişen kabuller oldu.

Değişmeyen kabul şu: İnciller Hz. İsa’nın sözleri değildir.

Değişen kabul şu: İsa’nın vefatından sonra dört İncil yazıldı. O günün Hristiyanları, İncillerin Teslisin üçüncü parçası olan “Kutsal ruh” tarafından İncil yazarlarına yazdırıldığını, bu yazdırılma işinde yazarların sadece sekreterlik görevine benzer bir görev yaptığını kabul ettiler. Bu kabule göre İnciller hem lafzı hem de manası Kutsal ruh üzerinden Tanrı’ya ait kitaplardır.

Dört İncil’de çelişkiler ortaya çıkınca zaman içinde bu kabul değişti. Bu kabulün yerini “Lafzın yazarlara, mananın Tanrıya ait olduğu” kabulü aldı.

Özetlersek, “Günümüzde Hristiyanların İncillere bakışı budur.” diyebiliriz.

Hristiyanlara Göre Hz. Meryem

Hristiyanların çoğu Hz. Meryem’i tanrıyı doğuran kadın (Theotokos) olarak kabul ediyor bu nedenle ona çok büyük bir kutsiyet atfediyorlar. Onun kutsallığı hem asli suçtan (ilk günahtan) münezzeh olarak dünyaya gelmesini hem de hayatı boyunca günahsız oluşunu ifade etmektedir.

HZ. İSA KISSASININ, Hz. MUHAMMED ÜMMETİNE MESAJI

Verilen mesajı ortaya koymak için, kıssa hakkında üç noktaya değinmek istiyoruz.

Birinci Nokta: İsrâiloğullarının Farkı

Kur’an’daki peygamber kıssalarını Musa’dan önce ve Musa’dan sonra olarak ikiye ayırırsak, Hz. Musa’dan önce gönderilen bütün peygamberlerin genelde, bir peygambere iman etmeyen, bir kitaba (vahye) tabi olmayan müşrik topluluklar olduğunu görürüz.

Kur’an’da ismi geçen ve Hz. Musa’dan sonra gelen bütün peygamberler İsrâiloğullarına gelmiştir. Bu konuda kesin bilgi yok ama Hz. Musa ile İsa arasında, İsrailoğularına en az 40 peygamberin gönderildiğini söylemek mümkün.

Bu durumda gönderilen 40 peygamber, bir peygambere (Musa) iman eden, bir vahye (Tevrat) tabi olan mümin ve Müslüman bir topluma gönderilmiş oluyor.556

Bu tespitten sonra ikinci noktayla bu konuya devam edelim.

İkinci Nokta: Hz. İsa Kıssasının Diğer Kıssalardan Farkı

Önceki noktayı açmak Hz. Musa’dan önce gönderilen ve kavimleriyle ilişkileri anlatılan peygamberlere bakalım.

Hz. Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Lut, Yusuf, Şuayb, Musa gibi Peygamberler genelde, putlara tapan müşrik bir topluluğa gönderiliyorlar.

Ama Hz. Musa sonrası, Hz. İsa dahil Kur’an’da ismi geçen peygamberlerin tamamı İsrâiloğullarına gönderiliyor. Yani Tevrat'a iman eden bir mümin, bir Müslüman elçi olarak, Tevrat’a iman eden mümin ve Müslümanlara gönderiliyorlar.

Bu durumda Hz. İsa (ve ondan önce gelen peygamberler) dinin saf, net halini tebliğ eden tarafta yer alırken, karşısında duran Yahudilerin büyük çoğunluğu dinin gelenek, hurafe ve bidatlarla şekillenmiş brüt halini muhafaza etmeye ve onun doğruluğunu savunan tarafta yer alıyorlar.

Bu durumda bir tarafta Allah’tan indirilen dini savunan bir peygamber varken, diğer tarafta beşeri görüşleri dine ekleyen ve onları din diye savunan bir grup var.

Bu grup kendini doğru, doğru olan tarafı da yanlış görüyor. O kadar yanlış görüyor ki, onun kafir olduğunu, mürted olduğunu ilan edip557 onu öldürüyor. Bununla da kalmıyor, onunla çağdaş olan Hz. Yahya ve Zekeriya peygamberlerin ölümüne seyirci kalıyor.558

Manzaranın fotoğrafını bu şekilde ortaya koyduktan sonra Hz. İsa ile ilgili diğer bir farka geçelim.

Aşırı Sevgiyle Yüceltme

Hz. İsa’nın doğumu bir mucizedir. Onun hayatındaki bu ve benzeri birtakım mucizeler onu sevenlerin, sevgide aşırıya kaçmalarına sebep olmuştur. Bu aşırılık nedeniyle, Kur’an’ın ismini vererek anlattığı peygamberlerin hiçbirinde görülmeyen bir durum Hz. İsa’da görülmüş ve Hristiyanların büyük bir bölümü onu Tanrının oğlu olarak kabul etmişlerdir.

Bu iki farka dikkat çektikten sonra üçüncü noktaya geçebiliriz.

Üçüncü Nokta: İslam Dinini Bekleyen Büyük Tehlike

Yukarıdaki bilgilerden yola çıkarak İslam dinini bekleyen iki büyük tehlikeyi şöyle ifade edebiliriz.

Birinci Tehlike: Peygamber Efendimizden sonra İslam dininin yaşandığı toplumlardaki geleneklerin ve beşeri görüşlerin dine eklenmesi, onların da dindenmiş gibi zannedilmesidir. Bu tehlikeye Peygamberimiz şu hadisleriyle işaret etmiştir. “Beni İsrail’in yoluna adım adım, karış karış uyacaksınız. Hatta Beni İsrail’den bir kişi keler deliğine girse, siz de onlara tabi olacaksınız”559

Peygamberimiz (sav) şunu diyor: Onların yaşadıklarından ders almazsanız, onların yaşadıklarının benzerlerini yaşarsınız.

İkinci Tehlike: Bu tehlike sevgide aşırı gitme tehlikesi. Bu tehlikeye de Peygamberimiz şu hadisleriyle işaret ediyor: “Hristiyanların Meryem Oğlunu (HzÎsâ’yı) övmekte aşırı gittikleri gibi siz de beni övmekte aşırı gitmeyin. Ben sadece Allâh’ın kuluyum. (Bana) Allâh’ın kulu ve elçisi deyin.”560

Kıssanın Mesajını Gelirsek, Kur’an Hz. İsa ve Meryem kıssası üzerinden bize şu mesajı veriyor: Bu iki büyük tehlike sizin için de geçerli. O yüzden bu konuda tedbirinizi baştan alın. Bu tehlikelere kapı açacak her türlü eylem ve söylemden uzak durun.

NOT: Bu konu daha da uzayabilir. Ama biz burada Hz. İsa ve Meryem kıssası bağlamında Hristiyanlık konusuna giriş makamında bu kadar ön bilginin yeterli olduğunu düşünüyoruz. Bundan sonrasına hem bu sûrede hem de gelecek sûrelerde ele alacağımız âyetlerin altında değineceğiz.

MERYEM SÛRESİNİN İNİŞ ZAMANINDAKİ HİKMET

Bu sûrenin değerlendirmesine geçmeden önce yukarda verdiğimiz kronolojide dikkat çeken bir konuya işaret etmek istiyoruz. Kronolojide Hz. İsa ve Meryem hakkındaki âyetler iniş sırasında 6. yılda geliyor. Ardından gelen âyetler aradan 10 yıl geçtikten sonra 16. yılda geliyor. Bu 10 yıllık zaman diliminde Hz. İsa ve Meryem konusunda çok kısa bilgiler veren âyetler dışında âyet görmüyoruz.

Burada soru şu: Bunun hikmeti nedir?

Bunun hikmetlerinden biri, bu sûrenin inişinden sonra Habeşistan’a yapılacak hicretler olabilir. Allah (cc) geçmişi ve geleceği bildiği için, gelecekte Habeşistan’a yapılacak hicret öncesi, adeta Müslümanlara yol azığı veriyor ve dolaylı olarak şöyle diyor: “Bugün hiçbir Hristiyan’ın yaşamadığı Mekke’de bu âyetlere pek ihtiyaç yok gibi görünse de bu âyetler yakında gideceğiniz, Habeşistan’da çok işinize yarayacak. Orada oturma izni almanıza vesile olacak.”

Bu hikmeti güçlendiren bir detay daha paylaşalım. Kur’an’da Hristiyanlarla ilgili âyetlerin bütününe baktığımızda, Meryem sûresindeki âyetler, o bütün içinden Hristiyanlara yönelik eleştirilerin olmadığı; bu âyetleri duyan her Hristiyan’ın “İncil ne diyorsa, Kur’an da onu diyor.” diyeceği âyetler. Nitekim öyle de oluyor. Habeş kralı Necaşi bu âyetleri duyduğunda “Her ikisi de aynı kaynaktan gelmiştir.” mealinde sözler söylüyor.

Bir kere daha ifade edelim. Bu bahsettiğimiz hikmetlerden sadece biri, elbette başka hikmetler de var.

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-15 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

1-6 Âyet: Âyetlerde Öne Çıkan Noktalar

Birinci Nokta: Hz. Zekeriya, Yahya ve İsa

Meryem kıssasında ismi geçen bu üç peygamber aynı çağda benzer kader yaşamış peygamberler; Hz. Zekeriya ve Yahya şehit edilirken, Hz. İsa çarmıha gerilmekten (idamdan) son anda kurtuluyor.

Bu durum bize ne anlatıyor?

Konuya ikinci noktada devam edelim.

İkinci Nokta: Allah Yolunda, Yolun Sonu

Bu dünya imtihan dünyası. Burada zorluk, zahmet ve çile dekorun ayrılmaz bir parçasıdır. Şu âyetler bu gerçeğe işaret eder:

Bu âyetler, bir yönüyle Kur’an’da geçen peygamber kıssalarının özetidir. Bu özette anlatılan gerçeği bilen insanlar, bu dünyada Allah yolunun, her zaman için mutlu bir sonla bitmeyeceğini, asıl mutlu sonun ahirette yaşanacağını baştan bilirler. Bunu bildikleri için de zorluklar karşısında duruşlarını değiştirmezler.

Üçüncü Nokta: Dua Edin. Allah’tan Ümit Kesilmez.

Sûrenin ilk âyetlerinde Hz. Zekeriya’nın duasını görüyoruz. Bu duada önemli bir nokta var; Hz. Zekeriya içinde bulunduğu durumda iki şey yapabilirdi,

Hz. Zekeriya ikinciyi dedi ve Allah’a dua etti. Bu dua bize şu mesajları veriyor:

Burada ulvi gayeleri biraz açalım. Allah’a dua ederken, duada Allah’tan gelebilecek şöyle bir soruya da yer vermekte fayda var: “Bunu benden niçin istiyorsun?” Hz. Zekeriya açısından bu sorunun cevapları “Tarla, bağ, bahçe işlerini çekip çevirecek birine ihtiyacım var” veya “Ben yaşlıyım beni koruyup kollayacak birine ihtiyacım var.” olabilirdi.” Cevaplar böyle olsaydı, bunlar ulvi gayeler olmazdı.

Hz. Zekeriya’nın duası üzerinde düşündüğümüzde ulvi gaye olarak duada şöyle bir mananın seslendirildiğini görüyoruz: “Allah’ım bana Peygamberlik gibi bir nimet lütfettin. Bu nimetin bana yüklediği sorumluluklar var. Ben bu sorumlulukları yerine getirmede bana yardım edecek benim vefatımdan sonra bu davaya hizmet edecek bir nefer istiyorum.”

Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Bizim için ulvi gaye ne olmalı?

Bizim için ulvi gaye Allah’ın razı olduğu bir hayat ve o hayatı yaşamaya vesile olacak nimetler olabilir.

7-11. Âyet: Allah-İnsan Diyalogu

Bu âyetlerde geçen konuşmalar Allah ve Onun kulu Zekeriya arasında geçiyor. Bu konuşmayı hiçbir insan duymuyor. Allah (cc) dilese bu konuşmayı bize hiç duyurmazdı ama duyuruyor. Bundan anlıyoruz ki, burada hikmetler var. Bu hikmetleri birkaç nokta altında paylaşalım.

Birinci Nokta: Allah (cc) Şöyle Demiyor. Hz. Zekeriya da…

Bu diyaloğun başında ve devamında Allah (cc) şunları diyebilirdi.

Allah (cc) bunları demiyor. “Ben seni peygamber seçtim, konuşmalarınla insanlara örnek olacaksın, böyle konuşmak sana yakışıyor mu?” da demiyor.

Hz. Zekeriya da “Ben bütün bir kâinatı yaratan Allah’ın huzurundayım, ben kim onunla konuşmak kim, ben kim ona soru sormak kim.” demiyor.

Bu diyalog, Allah’ın, icraatlarındaki hikmetleri anlamak için, belli bir edep dairesinde hareket eden, samimi bir şekilde davranan kuluna hoşgörüsünü ve merhametini gösteriyor.

Bu diyalog üzerinden, Allah’ın icraatlarındaki hikmetleri anlamak için astın üste soracağı sorularda, üste bir edep ve ahlak öğretiyor ve dolaylı olarak şu mesajı veriyor: “Muhatabınıza kendini rahat ifade etme imkanı verin. Soru sormanın önünü açın. Sorarken hata yapsalar bile hatalarını yüzlerine vurmayın, onlara hoşgörülü davranın.”

İkinci Nokta: Âyetleri Hayatın Olağan Akışı İçinde Okumak

Kur’an âyetlerini okurken, âyetlerin arka planını dikkate almadığımızda anlama zorluğu yaşayabiliriz. Bunun örneğini “Hz. Zekeriya’nın yaptığı duanın hemen ardından sanki 5. âyette o duayı yapan kendisi değilmiş, sanki Allah 7. âyette Allah ona çocuk müjdelememiş gibi 8. âyette “Benim nasıl oğlum olabilir?” demesinde görüyoruz.

Bu diyalogun, bir kerede 3 dakika süren bir konuşma içinde geçtiğini düşünmek çok makul görünmüyor. Hz. Zekeriya’nın 8. âyetteki şaşkınlığını ve hayretini dikkate aldığımızda, yaptığı dua üzerinden biraz zaman geçtiğini, bu süre içinde sanki duasının kabul edilmediğine dair içinden birtakım düşünceler geçtiğini, tam ümidini kaybedecekken 7. âyetteki müjdenin verildiğini düşünmek, hayatın olağan akışına daha uygun bir yorum oluyor.

Üçüncü Nokta: Allah İçin Zor-Kolay

Allah’ın kudreti karşısında zor-kolay aynıdır. Yani onun için 1 ton da bir, 1000 ton da birdir. 9. âyette geçen “Bu benim için çok kolaydır” ifadesi, Allah’ın bizim dünyamızda, bizimle, bizim anlayabileceğimiz dilden muhatap olmasının sonucudur. Benzeri bütün âyetlere böyle bakılabilir.

Dördüncü Nokta: Alametin Özelliği

Allah (cc) 10. âyette Hz. Zekeriya’nın alamet isteğine, eşi dışında başkalarının fark edemeyeceği farklı bir alamet ile cevap verebilirdi. Mesela bir gün boyunca, canının yemek istememesi, oturduğu yerden kalkmaması gibi.

Allah (cc) böyle yapmıyor, Hz. Zekeriya’nın mazhar olduğu bu mucizeye insanların da şahit olması için, onu üç gün boyunca konuşamaz hale getiriyor. Hz. Zekeriya bir peygamber yani sosyal bir insan, devamlı görüştüğü, konuştuğu kendilerine rehberlik yaptığı bir çevresi var. O yüzden üç gün boyunca çok sayıda insan bu mucizeye şahit oluyor.

Beşinci Nokta: Alamet Göstermek

10. âyette Hz. Zekeriya’nın bir alamet istemesiyle, Bakara sûresinin 260. âyetinde Hz. İbrahim’in, Allah’tan kalbinin mutmain olması için, ölüleri nasıl dirilttiğini ona göstermesini istediği âyet arasında benzerlik var. Bu konuya, burada birinci noktada kısaca işaret etmiştik, oradan devam edelim.

İman bir korkunun arkasından gelen kabul değildir. İman, aklıma takılan konuları sorarsam yanlış anlaşılırım, anlamış gibi görüneyim şeklinde bir kabul de değildir. İman kalbin mutmain olmasıyla ortaya çıkan kabuldür.

Allah (cc) inanç dekoruna her insanın kalbinin mutmain olacağı sayısız delilleri (alametleri) koymuştur. Bazı insanlar o alametler (deliller) hakkında soru sorabilir, onların kendisine anlatılmasını isteyebilir. Bu noktada bu âyetler dini konuları anlatma pozisyonunda olan kişilere şu mesajı veriyor: “Allah (cc) dünya denilen kütüphaneye dini konuların tamamı için, onlara delil olacak alametleri koymuştur. Alametler hakkında soru soranlara anlatın. Eğer o alameti siz bilmiyorsanız, ‘alamet yok’ demeyin. ‘Alamet istemeye hakkın yok’ hiç demeyin. ‘Her konuda alamet olduğu gibi bu konuda da var ama onu şuan onu ben bilemiyorum, öğrendiğimde cevap vereceğim’” deyin.

Biz bu konuda Tefsir usulümüzde (2) Aklın İşleyiş Yasalarında geniş bilgi verdik, oraya da bakılabilir.

12-15. Âyet: Örnek Bir İnsan: Yahya…

Kur’an’da Hz. Yahya’nın ismi, ikisi bu sûrede olmak üzere beş defa geçiyor. Geçtiği yerlerin tamamına baktığımızda, Kur’an’ın onun şahsında bazı özellikleri öne çıkardığını görüyoruz.

Bu konuya birkaç noktadan bakacağız.

Birinci Nokta: Hz. Yahya’nın Sahip Olduğu Özellikler

Hz. Yahya’da şu özellikler öne çıkıyor: Hikmet sahibi olma, kalp yumuşaklığı, temizlik, takva, anne babasına iyi davranan, isyankar ve zorba olmayan, Efendi, iffetli, salih, hayırda yarışan,563

Bu özellikleri üç türlü okuyabiliriz.

Birincisi: Örnek bir insan olarak Hz. Yahya’nın sahip olduğu özellikler.

İkincisi: Allah’ın Hz. Yahya özelinde her insanda görmek istediği özellikler.

Üçüncü: Her anne babanın çocuk terbiyesinde çocuklarına kazandırması gereken öncelikli özellikler.

İkinci Nokta: Özellikleri Kim Verdi?

Âyette “âteynâ” kelimesiyle bu özelliklerin Allah tarafından verildiği ifade ediliyor. Burada akla şöyle bir soru geliyor: Bu özelliklere sahip olmada kulun hiç iradesi yok mu, bunların tamamı Allah tarafından mı verildi?

Bu konuya iki açıdan bakmak gerekiyor.

İnsanın sahip olduğu kabiliyetlerin tamamı Allah tarafından yaratılan maddi bedenin manevî tarafına birer çekirdek olarak yerleştirilmiştir. Konuya bu açıdan bakarsak, kabiliyetleri veren Allah’tır. Konuya diğer açıdan bakarsak, o kabiliyet çekirdeklerini sulayıp geliştiren veya geliştiremeyen de insandır.

Bu bilgi üzerinden Hz. Yahya’ya baktığımızda, Allah her insan gibi Hz. Yahya’ya kabiliyetler vermiş, onun ilk öğretmenleri olarak anne ve babası bu kabiliyetleri geliştirmiş, ergen ve yetişkin olduğunda Hz. Yahya bu kabiliyetlerin üzerine yeni güzellik ve özellikler koymaya devam etmiştir.

Üçüncü Nokta: Peygamberleri Doğru Anlamak

Bu nokta altında ikinci noktada yaptığımız açıklamaları neden yaptığımızı anlatacağız.

Bazıları zannediyorlar ki, Peygamberlerin sahip oldukları bütün özellikler Allah vergisi, onların bu özellikleri kazanma noktasında hiçbir gayreti olmadı. Böyle bir şey yok. Allah’ın imtihan dünyasına koyduğu yasalar böyle bir kabule izin vermiyor. Peygamberlere vahyin verilmesi ve Allah’ın dilediği zamanlarda mucizeler göstermeleri Allah vergisidir. Onun dışında bilgi, beceri, kendini geliştirme, güzel ahlak sahibi olma, evinde, işinde, ülkesinde başarılı bir yönetici olmasında, Allah’ın yardımı ile birlikte kendi iradesi de vardır.

Bu yönüyle her peygamber kavmine, imtihan dünyasının şartlarında, vahyin rehberlinde aklı kullanarak, ilimle, iradeyle, emekle, gayretle Allah’ın razı olacağı bir insan olunabileceğini göstermek için vardır.

Bu gerçeği yok sayarak bir peygamber anlatısı yaptığımızda, her işi Allah tarafından yapılan örnek alınamaz bir insan modeli ortaya çıkabilir.

16-25 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

MUCİZE KONUSUNDA TAMAMLAYICI BİLGİLER

Hz. İsa ve Meryem kıssası mucizelerin yoğunlaştığı kıssaların başında geliyor. Bu nedenle, Tefsir Usulümüzde (13) Mucize Yasası için yazdıklarımızın devamı olarak burada birkaç noktaya değineceğiz.

Birinci Nokta: Mucizeler İnanmaya Mecbur Etmiyor

Burası imtihan dünyası; bu dünyada Allah’ın varlığına birliğine şahitlik eden sayısız deliller var. Bu deliller içinde adına “hissi mucize” dediğimiz Peygamberler eliyle gösterilen mucizeler de var. Bütün bu mucizelerin de ortak bir özelliği var: Hiçbir mucize görenleri inanmaya mecbur etmiyor. İnanmak istemeyen her zaman için kendine bir bahane bulabiliyor.

Nitekim Hz. İsa ile ilgili mucizelerde de bahaneler buldular. Kendi kavmi (İsrâiloğulları) içinde onun çok sayıda mucizesini görmesine ve duymasına rağmen, peygamberliğini inkar edenler, onu çarmıha götürecek süreci başlattılar.

İkinci Nokta: Mucizeleri Kabul Etmek Makul Tercih

Bu konuda bu sûrede karşımıza çıkacak iki mucizeye bakalım.

Özetlersek, bu mucizelerde ana rahminin ve ses sisteminin yoktan yaratılması zaten birer mucize. Diğer mucizeler, o mucizeleri yaratan Allah’ın onlarca sebep içinden birkaç sebebi devre dışı bırakarak gösterdiği mucizeler. Bu açıdan bakıldığında, mucizeleri kabul etmek gâyet makul görünüyor.

Üçüncü Nokta: Kur’an’daki Mucizelerin Hikmetini Anlamada Yöntem

Kur’an’da Allah’a ait bazı takdirler (dilemeler) vardır ki, gerçekten onların hikmetini anlamak zordur. Bunlardan ikisini Meryem sûresinde Hz. İsa’nın babasız yaratılmasını ve beşikte konuşmasını anlatan âyetlerde görüyoruz.

Bu konu, meal ve tefsirlerde hikmetini izah noktasında en zayıf kalınan konuların başında geliyor. Hikmetini anlamakta zorlandığımız konularda yapacaklarımız ve yapmayacaklarımız var.

Yapmayacağımız şu: “Hikmetini anlamıyoruz, izahını yapamıyoruz” diye mucizeyi inkar etme veya metni aşırı bir şekilde zorlayarak farklı izahlar yapma yoluna gitmemek.

Yapacağımız şey şu: “Biz anlamasak bile bunun kesin birtakım hikmetleri vardır.” diyeceğiz. Böyle olduğunu nereden biliyoruz? Allah’ın yarattığı insanın iki evinden biliyoruz. İnsanın beden ve dünya evi için şu ana kadar, hiçbir insanın “Bu organın olmasına, dünyadaki şu hayvanın, bitkinin veya madenin yaratılmasına gerek yoktu.” dememesinden biliyoruz.

Bundan bin yıl önce yaratılış hikmeti anlaşılmayan binlerce şeyin, bugün neden yaratıldığını artık biliyoruz. Bu referanstan yola çıkarak şöyle diyoruz: “Bu iki evde gereksiz ve hikmetsiz hiçbir şey yaratmayan Allah’ın (cc), İslam evinin temel yasalarını içinde barındıran Kur’an’a hikmetsiz, gereksiz bir şey koyması imkansızdır. Varsa mutlaka hikmetleri vardır.”

Aşağıda bu hikmetlerden bazılarına değinelim.

Dördüncü Nokta: Mucizelerin Hikmetleri

Mucizelerde bir alan daraltması yapacak ve Hz. İsa özelinden mucizelerin hikmetlerine bakacağız.

Birinci Hikmet: Zemin Hazırlama

Hz. İsa’nın, 30 yaşında Peygamber olmadan önce Kur’an ile sabit olan iki mucizesi var. Biri doğumu, diğeri doğduktan sonra beşikte konuşması.

Buna “sıra dışı hadise” dersek, bu sıra dışı hadisenin yanında, Hz. Meryem’in eniştesi olan Hz. Zekeriya’nın kendisi yaşlı, karısı da kısırken mucize şekilde çocuk sahibi olmasını da koyabiliriz. Bunun yanına -her ne kadar mucize olarak ifade edilmese de- İmran’ın eşi, Meryem’in annesi Hanne’nin de uzun bir kısırlık döneminden sonra çocuk sahibi olduğunu koyabiliriz.

Bütün bunları birlikte düşündüğümüzde, Allah (cc), bu mucizelerle ve sıra dışı hadiselerle, gelecekte büyük bir misyon eda edecek olan Hz. İsa’nın peygamberliği öncesi, zemini hazırlıyor. Dikkatleri bu ailenin ve bu ailede dünyaya gelecek olan Hz. İsa’nın üzerine çekiyor. Peygamberlik öncesi mucizelerini, onun peygamberlik ilanının referansı yapıyor.

İkinci Hikmet: Hz. Meryem’i aklıyor

(27, 28) Âyetlerde de ifade edildiği gibi babasız bir çocuk doğurmak bakire Meryem hakkında olumsuz düşüncelere sebep oluyor. Özellikle İsa’nın beşikte konuşması, onun aklanmasına, ona yönelik olumsuz bakışın değişmesine sebep oluyor.

Üçüncü Hikmet: Mucizelerin Sonuçları

Hz. İsa’nın mucizelerine, Kur’an’da geçen diğer mucizelerle564 birlikte baktığımızda öne çıkan üç sonuç sayabiliriz.

Birinci sonuç: Bu mucizeler, çok sayıda insanın Hz. İsa’nın davetine gelişine, gelirken şüphe yaşayan insanların şüphelerinin gitmesine, inat eden insanların inatlarının giderilmesine yardımcı oldu. Çok kısa süren (3 yıl) peygamberlik ömründe Hz. İsa’nın çok sayıda takipçisi oldu.

İkinci sonuç: Bu mucizeler ve bunları görüp, duyup gelen insanların gelmesi, Hz. İsa’nın takipçi sayısını arttırdı. Artan bu sayı onun ektisini de artırdı. Hz. İsa artan bu etkiyi Peygamberlik misyonunun amacına uygun kullandı. Etrafındaki haksızlıklara tepki verdi, özellikle Yahudi din adamlarının kurdukları sömürü düzenini eleştirdi, onların gelenekle, hurafelerle dini tanınmaz hale getirmelerine, dini bir zenginleşme aracına dönüştürmelerine tepki verdi.

Üçüncü sonuç: Bu tepki, Yahudi din adamlarının maskelerinin düşmesine vesile oldu. Kendi içlerinden gelen, peygamberliğine dair çok sayıda mucize olan bir peygambere ilk tabi olması gereken onlar olacakken aksi oldu, haset, kin, menfaatlerini kaybedecek olma gibi sebeplerle Hz. İsa’ya düşmanlık beslediler. Onu, o zaman diliminde o bölgede hakim olan Romalı yöneticilere şikâyet ettiler ve çarmıha doğru giden süreci başlattılar.

Beşinci Nokta: İslam’a Davette Bir Yöntem Olarak Mucizeler

Mucizeler Peygamberlerin İslam’a hizmet yolunda asli yöntemleri değil. Asli yöntem (yaratılan âyetlere işaret eden) akli ve (indirilen âyetlere yani vahye işaret eden) haberi (gaybi) mucizeler.

Genel (aklı ve haberi) mucizeler içinde adına hissi mucize dediğimiz, peygamber mucizelerinin oranı çok çok azdır. Hissi mucizeler şimşek çaktığında ortaya çıkan ani ve geçici ışığa benzer. Bu tür mucizelerde öncelikli amaç, şüpheleri gidermek karşı cephenin inadını kırmak, müminlerin moral ve motivasyonunu artırmaktır.

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi bu mucizelerin faydası olmuştur ama burası imtihan dünyası olduğu için, bu mucizelere şahit olduğu halde yanlışta ısrar edenler de olmuştur. Onun örneğini daha önce Hz. Musa kıssasında gördük, burada da Hz. İsa’nın karşısındaki Yahudi din adamlarında gördük. Onun çarmıha gerilme sürecinde en etkili olanlar, onun birçok mucizesine tanık olan bu kişiler olmuştur.

Allah (cc) muradı insanların, Peygamberlerin davetine manevî doping etkisi yapan hissi mucizeler görerek gelmesi değildir. Muradi ilahi daha çok akli ve haberi mucizelerin öne çıkmasıdır.

Bunu da İsra sûresinin 59. âyetinde görüyoruz. “Bizi (müşriklerin istediği türden hissi) mucizeleri göndermekten alıkoyan şey, öncekilerin onları yalanlamış olmasıdır...”

Bu âyetten şunu anlayabiliriz, geçmişte insanların beklentilerine cevap olsun diye bu yöntemi kullandık ama bu yöntem dinin asli yöntemi değildir. Son peygamberden sonra, peygamber eliyle gösterilen mucizeler olmayacağı için mucize gösterme işi de bitmiştir.

Mucize konusunda bu tamamlayıcı bilgilerden sonra, gelecek âyetlerle sûrenin tefsirine devam edebiliriz.

(16-25) SORU-CEVAP

Bu âyetlerin tefsirinde farklı bir yöntem izleyeceğiz. Akla gelen sorulara cevaplar vereceğiz. Bu sûrenin ve bu âyet grubunun başında yaptığımız açıklamalar nedeniyle soru-cevapları oldukça kısa tutacağız.

16. Âyet: Neden Meryem Gündeme Getiriliyor?

Bu konuya yukarıda işaret ettik. Hemen hemen hiçbir Hristiyanın yaşamadığı Mekke’de bu âyetlerin inmesi, sonrasında Hristiyanlıkla ilgili diğer âyetlerin bu âyetin inişinden yaklaşık 10 yıl sonra inmesi akla üç ihtimali getiriyor.

Neden Mabedin Doğusuna Çekildi?

Başta şunu ifade edelim, Kur’an açısından yönlere atfedilen özel bir kutsallık ve değer yok. O yüzden yönün fazileti üzerinden yapılacak her değerlendirme zayıf olacak. Burada yön ile ilgili en güçlü değerlendirmelerden biri şu olabilir: Kıssada geçen doğu detayı, peygamberimizin daha önce haberi olmadığı bir olayı detaylı anlatmasına vesile oluyor. Bu detay, özellikle bu ayrıntıyı kendi kitaplarından bilen Yahudi ve Hristiyanlarda şu algıyı meydana getiriyor: “Muhammed görmediği, duymadığı bir olayı, bu kadar detaylı ve doğru bir şekilde anlatıyorsa, onun bunları kendisinin uydurması mümkün değildir. Bu bilgiler ona vahyediliyor. Demek ki, o doğru söylüyor. Demek ki, o Allah’ın elçisidir.”

Detayın bu ve benzeri bir amaca hizmet ettiğini söyleyebiliriz.

17. Âyet: Kıssada Perde Ayrıntısı Niçin Var?

Bu ayrıntı da yukarıdaki doğu ayrıntısı gibi aynı amaca hizmet ediyor. Bunun yanında her iki ayrıntı ve benzeri ayrıntılar için şunu da diyebiliriz. Bu tür ayrıntılar dinleyenlerin zihninde bu kıssaların soyut kalmamasını, somutlaştırılıp daha kolay anlaşılmasını sağlıyor.

Allah Cebrail’i Niçin, İnsan Sûretinde Gönderdi?

Biz Cebrail’i Kur’an’da peygamberlere vahiy getiren bir melek olarak biliyoruz. Daha önce böyle bir olayın içinde ismi geçtiğine dair bir örnek bilmiyoruz. Buradan hareketle şunu diyoruz, bu bir istisna.

Bu istisnaya tersinden bakarsak, yani bu olayda bir melek aracı olmasaydı ne olurdu? Allah’ın kudretinde sınır olmadığı için yine bu olay Allah’ın “ol” demesiyle olurdu ama mucize algısı bu kadar güçlü olmayabilirdi.

Şöyle ki, Hz. Meryem bu işin nasıl olduğunu anlamada ve anlatmada zorluk çekebilirdi. Bu olayın mucize olmadığını iddia edenler, gerekçeler arasında bunu da sayabilirdi. Allah (cc) melek Cebrail’e bu olayda görev vererek, bu bir mucizedir ve aksi mümkün değildir mesajını güçlü bir şekilde veriyor. (Allahü a’lem)

Bu Olay Farklı Üreme Şekillerinden Biriyle Gerçekleşmiş Olabilir mi?

Allah (cc) bundan binlerce yıl önce, doğaya farklı üreme yöntemleri de koymuş. Bilim insanları bunları yeni keşfetti.565 Yapılan bu keşiflerde öne çıkan üreme şekillerinden biri de hermafrodit üreme şekli.

Bu üreme şekli: Bir canlıda hem dişi hem de erkek üreme organlarının bir arada bulunmasıdır. Genelde bu üreme şekli solucanlarda, salyangozlarda ve bazı balık türlerinde görülüyor. Şu ana kadar tıp literatüründe, bu üreme yöntemi ile üremiş bir insan hakkında bilgi yok.

Bazıları, Hz. Meryem’in rahminin bu üreme şekline uygun olduğunu ifade ederek, bu üremenin mucize olmadığını ifade ediyorlar.

Bu vesile ile mucize konusunda bir kere daha kısa bilgiler verelim.

Öncelikli olarak, Allah’ın yoktan yarattığı her varlığın neslinin devamı için yapmış olduğu ve bizim “normal” dediğimiz bütün doğumlar aslında birer mucizedir. Bizim, bu doğumları gelişen teknoloji ile bir noktaya kadar sebep-sonuç ilişkisi ve nedensellikle açıklayabilmiş olmamız bunları mucize olmaktan çıkarmaz. Çünkü bu doğumlar yoktan yaratma ve aynıyla benzerini ortaya koyma yönüyle bütün zamanlarda, insanları aciz bırakmaya devam edecektir.

Bu noktada şöyle bir kurgu yapalım, varsayalım ilk insandan bugüne bütün insanlar babasız doğsaydı ama bir tek Hz. İsa analı babalı doğsaydı ne olacaktı? Bu sefer de analı-babalı doğum mucize, diğer doğumlar normal görülecekti.

Burayı kısaca özetlersek, Allah hiç melek göndermeden de bu işi yapardı. Ama melek göndererek, bu olayın mucize vurgusunu güçlendiriyor.

Biz bu olayın, her yönüyle, Allah’ın kudretin şahitlik eden bir mucize olduğunu kabul ediyoruz. Metnin farklı anlamalara izin vermediğini düşünüyoruz.

18. Âyet: Meryem Neden Rahmân’a Sığındı?

Burada kendimizi Hz. Meryem’in yerine koyalım. O güne kadar iffetini koruma konusundaki hassasiyeti ile bilinen bir genç kızsınız. O güne kadar “karşınızda melek görme gibi” hayatınızda hiç yaşamadığınız, yaşama ihtimalini bile hayal etmediğiniz bir hadiseyle karşı karşıya kalıyorsunuz ne yaparsınız? Büyük bir şaşkınlık yaşar ve karşınızda gördüğünüz tanımadığınız kişinin size zarar verebileceğini düşünerek Allah’a sığınırsınız. Meryem de iman eden her insanın yapacağını yapıyor.

Burada şunu ilave edelim. Sığınma ile (bu sûrede 15 defa tekrar edilen) Rahmân ismi arasında doğrudan bir bağlantı var. Bir çocuk için çocukluğunda en güvenilir sığınak anne kucağıdır. Orayı en güvenilir yapan unsur, orada sevginin ve merhametin çok yoğun olmasıdır. Allah’a sığınmada da benzer bir durum var. Bu sığınmanın nasıl olacağı konusunda önceki sûrelerde açıklamalar yapmıştık, onlar için de oraya bakılabilir.566

19-21. Âyet: Hz. Meryem, Neden Hz. Zekeriya Gibi Alamet İstemedi?

Bu âyetlerle, bu sûrenin başında Hz. Zekeriya hakkında geçen âyetler arasında bir benzerlik görüyoruz.

Birinci kıssada geçen mucizede, Hz. Zekeriya karısı kısır ve kendisi yaşlı iken çocuğu olacağını duyunca hayret edip alamet istiyor.

İkinci kıssada geçen mucize olağanüstülük ve hayret etme açısından birinci mucizeden kat be kat üstün. Bu yönüyle ikinciye inanmak çok daha zor. 19-21 arası âyetlerde görmüyoruz ama eğer Hz. Meryem bu konuda Allah’tan alamet istemişse, bu istek gâyet makul bir istek olarak görünüyor. Böyle bir isteğin varlığını ve kabul edildiğini düşünerek bu kıssayı okumak, âyetlerin önümüze koyduğu manzaraya uygun duruyor.

21. Âyet: Hz. İsa’nın Diğer Âyetlerden Farkı Nedir?

21. âyette bizim “mucize” diye çevirdiğimiz kelimenin aslı, “âyet”. Kur’an âyet kelimesini üç farklı anlam için kullanır.

Bu üç âyetin ortak noktası, üçünü de insanların aynıyla yaratıp, yapamayışı nedeniyle, mucize olmaları. O yüzden Kur’an bu farklı şeyler için aynı kelimeyi kullanıyor. 21. âyette geçen mucize kelimesine bu bağlamda baktığımızda, Hz. İsa üç farklı mucizenin konusu oluyor.

Özetlersek, her âyet mucizedir. Hz. İsa (as) üç katlı bir mucizedir.

Bu İşin Hükme Bağlanması Ne Demek?

Tefsir Usulümüzde (16) Kader Yasasında anlattık. Bu dünyada insan iradesinden bağımsız gerçekleşen her olay, henüz kâinat ortada yokken, Allah’ın levhi mahfuz isimli kader kitabında vardı.

21. âyetin sonunda “Bu zaten (ezelden) hükme bağlanmış bir iştir.” ifadesi geçiyor. Bu ifadenin, bu işin insan iradesinden bağımsız geliştiğini ve bir mucize olduğunu vurgulamak için âyette özellikle yer aldığını söyleyebiliriz.

22-25. Âyet: SORU-CEVAP

22. Âyet: Meryem Neden Uzak Bir Yere Çekildi?

Ortada sıra dışı bir gebelik var. Bunun çevredeki insanlara izahı imkansıza yakın derecede zor. Böyle bir zorlukla beraber orada kalmak demek, hemen her gün hakaretler ve iftiralar duymak demekti. Böyle ortam hem annenin hem bebeğin sağlığını ciddi seviyede etkileyebilirdi. Bu ve benzeri hikmetlere binaen yakın çevresi tarafından Meryem oradan uzaklaştırılmış, Hz. İsa’yı doğurana kadar güvenli bir yerde kalmış olabilir.

23. Âyet: Neden Ölmeyi İstedi?

Bu sorunun cevabını önceki soruyla birlikte düşünürsek, iki şey söyleyebiliriz.

Birincisi doğuma yakın gelen sancılar, bu sancılar nedeniyle böyle bir istekte bulunabilir.

İkincisi, bu ihtimal birinciden daha kuvvetli bir ihtimal. O güne kadar çok iffetli yaşayan, namusu hakkında tek bir olumsuz söz konuşulmayan bir kadın, izahı imkansız bir şey yaşıyor. Böyle bir psikolojinin etkisiyle bu sözleri söylemiş olabilir.

23, 24. Âyet: Hurma ve Su Ayrıntısı

Baştan şunu ifade edelim, ilk insandan bugüne kadar bu dünyada milyarlarca doğum oldu. Bu doğumların yine milyarlarcası bu kıssada geçen su ve hurma bilgisinden habersiz oldu. Yani su ve hurma bir doğumun olmazsa olmazları değil. O zaman bu kıssada neden bu ayrıntılar yer alıyor?

Birinci Cevap: Yukarıda bahsettiğimiz doğu ve perde ayrıntıları ile aynı sebepten yer alabilir.

İkinci Cevap: Günümüzde gelişen tıp sayesinde şunları biliyoruz: Kliniklerdeki su havuzlarında gerçekleşen doğumlarda, suyun otonom sinir sistemini etkileyerek kasları rahatlatmasıyla doğumlar biraz daha kolay olabiliyor. Bunun yanında hurma meyvesinde bulunan oksitosin hormonu doğum sancılarını hafifleterek doğumu kolaylaştıran bir etki yapıyor.

Burada şunun altını çizelim. Bunlar hem bir doğumun olmazsa olmaları değil hem de henüz kesin bilgiler değil. Bu iş, şu an için araştırma geliştirme aşamasında. O yüzden bu konuda birinci cevaptaki hikmetlere yoğunlaşmak daha doğru bir yaklaşım olarak görünüyor.

26-33 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

26-33. Âyet: SORU-CEVAP

26. Âyet: Orucunda Konuşmadı mı, Konuşamadı mı?

Bu âyeti, önceki Zekeriya kıssasının 10. âyetini hatırlayarak okursak, orada istediği halde konuşamayan biri varken, burada kendi isteğiyle konuşmayan biri var.

Bu konuşmamanın arkasında Allah’a olan müthiş bir güven ve tevekkül var. Öyle iman etmiş ki, o konuşmasa bile, ona bu görevi veren Allah bir şekilde ona yardım edecek. Âyetin devamında da bu yardımı görüyoruz.

27, 28. Âyet: Medeni İnsan ve Toplumun Göstergesi Nedir?

Bu âyetler bir toplumun medeniyetten ne kadar uzak olduğunun da göstergesi oluyor. Eğer, Hz. Meryem’in muhatapları medeni insanlar olsaydı, âyette geçen ifadelerin yerine şöyle demeleri gerekirdi: “Ey Meryem! Biz aileni ve seni tanıyoruz. Senin böyle bir çirkin bir işi yapacağını da düşünmüyoruz. Ama ortada böyle bir durum var. Yanlış anlamaların ve suizanların önünü almak için bu konuda bir açıklama yapmak ister misin?”

Böyle demediler, medeniyetten uzak toplumlara yakışan bir yöntemle, bir sokak mahkemesi kurup, sanığı sorgulamadan, yargılayıp hüküm verdiler.

Bu âyetler, dolaylı olarak medeniyetten uzak bir toplum üzerinden, medeniyet dersi veriyor.

29. Âyet: Çocuğa İşaretin Anlamı Nedir?

Tersinden bakalım, Meryem çocuğa işaret ettiğinde çocuk konuşmasaydı, ne olurdu? Meryem hangi duruma düşerdi?...

Hz. Meryem böyle bir ihtimalin de olduğu bir ortamda o işareti yaptı. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi o işareti, o işaret kadar, o işaretin arkasında var olan büyük bir imana ve güvene de şahitlik ediyordu.

30. Âyet: Bu Konuşmanın Mucize Olduğu Anlaşılsın Diye Yapılan Nedir?

Kur’an’da geçen mucizeler için, mucize olduğunu kabul etmemenin en zor olduğu mucize hangisi denilse, onlardan biri de bu âyette geçen mucize olur. Üzülerek ifade edelim, bu mucizenin bile mucize olmadığını söyleyenler olmuş. Söylemin arkasında “Rasyonel bir şekilde izahta zorlanmak var.”

Zaten mucizede amaç budur: Aksi olsa mucize olmaz. Ortada herkesin aciz kalacağı, herkesin “imkansız, mümkün değil.” diyeceği bir hadise olmalı ki, adı mucize olsun. Ayrıca bu âyette Allah (cc) bu mucizeye mucize değil, diyeceklerin olacağını bildiği için, aksi anlaşılmasın diye detaya giriyor.

Âyette sadece Hz. Meryem’in çocuğa işaret etmesi geçebilirdi. Ona ilaveten bu olaya tanık olanların “Biz, beşikteki bir çocuk ile nasıl konuşuruz?” ifadesi de geçiyor. Bununla kalınmıyor. İniş sırasında bundan sonra gelecek âyetlerde bu konuşmanın beşikte bebekken olduğuna vurgu yapan âyetler geliyor.567

Beşikteki Çocuk Konuşur mu?

Yukarıda ifade ettik, mucizede görünen sebeplerin arkasındaki gerçek fail Allah’tır. Fail Allah’tan başka biri olsa, “Bu işten hiç anlamayan biri bu işi nasıl yaptıracak?” diye düşünülebilir. Ama fail bir sesin çıkması için gereken şu 14 parçayı yaratan Allah’tır; nefes, akciğerler, nefes borusu, gırtlak, ses teller (vokal kordlar), yutak, yumuşak damak, sert damak, dil, dişler, dudaklar, burun boşluğu, ağız boşluğu, sinüs boşlukları (rezonans odaları).568Yani bunları yaratmakla, bu işte herkesi aciz bırakan Allah’ın, yarattığı varlığı, dilediği zaman konuşturabilmesi kadar makul bir şey olamaz.

Konuşmanın Öncellikli Amacı Nedir?

Allah bir insanın peygamber olmasını diliyor, o insanı mucizevi bir şekilde beşikte bebekken konuşturuyor ve onun ağzından çıkan ilk söz “Ben Allah’ın kuluyum.” oluyor.

Burada amaç nedir? Çok şey söylenilir. Öncelikli olanı söylersek, Allah (cc) geleceği bilen olarak, Hz. İsa konusunda birçok insanın gelecekte büyük sapmalar yaşayacağını biliyor ve o sapma olmasın diye, en başa bu cümleyi koyuyor. Ama buna tedbir ve uyarı dersek, buna rağmen birçok insan, Allah’ın kulunu, Allah’ın oğlu yapıyor, onun üzerine bir teslis inancı inşa ediyor.

Bu konuya aşağıdaki soruyla devam edelim.

Hristiyanlık Tarihinin Temelinde Olması Gereken Şey Nedir?

Bu sûrenin girişinde Hristiyanlıktaki büyük sapmalara işaret ettik. Onları dikkat alarak bir soru soralım, eğer Hristiyanlık inancının temeline Hz. İsa’nın beşikte söylediği bu söz konsaydı, bu söz bir ilke olarak dini A’den Z’ye şekillendirseydi, o sapmalar olur muydu? … Bu ilke korunsaydı olmazdı.

Burada çok önemli bir not paylaşalım, Hz. İsa’nın beşikte konuşma mucizesi, Kanonik İncillerin hiçbirinde yer almıyor.569 O yüzden hiçbir Hristiyan kaynakta bu konuya dair bilgiye rastlanmıyor. Bu da bize Hristiyanlığın ilk kaynaklarında yapılan tahrifatın büyüklüğünü gösteriyor.

Semavi bir dinde, ilk düğmeye tevhid dersek, o düğme yanlış iliklendiğinde, diğerleri de yanlış oluyor.

31. Âyet: Her İnsan Bereketli Olabilir mi?

Bereket azın çoğalması, “bir”in “bir”den çok faydaya vesile olmasıdır. Yaratılan hemen her şeyde bu bereketi görüyoruz. Örneğin çekirdekler ve tohumlar. “Bir”ken “bin”lerce fayda/meyve verebiliyorlar.

Allah (cc) her insanı bereketli olabilecek potansiyelde yaratılmıştır ama bereketli bir hayat yaşamak insanın tercihlerine bırakılmıştır.

Misyonları gereği, çok sayıda insana fayda verdikleri için, Peygamberlerde bu potansiyel daha fazladır. Bu âyette kastedilen bereketi böyle anlayabiliriz.

Niçin Başka İbadet Değil de Namaz ve Zekat?

Kur’an’da zekat kelimesi 30 âyette geçer. Geçtiği yerlerin 28’inde namazla birlikte gelir. Bunlar İslam dininde Müslümanların sorumluluklarını özetleyen iki ibadettir.

Bu konuya mealimizde Lokman sûresinin girişinde “Namaz ve Zekât İnsanın Neyini Geliştirir?” başlığı altında değindik. Oraya bakılabilir.

32. Âyet: Anne ve Zorba Ayrıntısının Hikmeti Nedir?

Bu ayrıntıyı yine bu sûrenin 14. âyetinde Hz. Yahya ile ilgili görüyoruz. Bundan şunu anlayabiliriz. Kur’an bu iki peygamber üzerinden, hem bu peygamberlerin yaşadığı zamandaki problemlere dikkat çekiyor, hem de onlar üzerinden bütün zamanlara mesaj veriyor.

Dikkat çekilen problem, kadının ve kız çocuklarının toplumun en zayıf halkası olması, onların zayıflıklarının onların aleyhine kullanılmasıdır. Bu iki peygamber önce kendi evlerinden başlayarak kadına karşı; onların değerini bilme, onlara saygıda kusur etmeme, onlara yardımcı olma, onlara zor kullananların karşısında olma gibi erkeğin göstermesi gereken örnek duruşu sergiliyorlar.

Verilen mesaja gelince, mesaj şu: “Ey bu âyetlere muhatap olan insanlar! Sizler de özelde annenize, genelde tüm kadınlara karşı saygılı olun. Onların fiziki olarak zayıf olmalarını onların aleyhine kullanmayın…”

33. Âyet: Hz. İsa (as) Tekrar Dünyaya Dönecek mi?

Bu konu önemli bir konu, 33. Âyette bu konuya zayıf bir işaret var. Nisa sûresi 158 ve 159. âyetler doğrudan bu konuyla ilgili. O yüzden bu konuyu o âyetlerde ele alacağız. Oraya bakılabilir.

34-40 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

34. Âyet: Bu Kıssanın Anlatılma Gerekçesi Nedir?

Bu sûrenin girişinde bu sûrenin Peygamberimiz üzerinden Müslümanlara anlatılma gerekçesini açıklamıştık ve bu âyeti de referans göstermiştik. Bu âyetin önemine şöyle işaret edelim. Bu âyet bugün dünyada Hristiyanlık dinine mensup 2,5 milyara yakın insana gerçeği gösteriyor. Bu gerçekle, bugün inanılan Hristiyanlık arasında büyük bir fark var. Bu farka da sûrenin girişinde dikkat çekmiştik.

35. Âyet: Allah Neden Çocuk Edinsin ki?

Allah (cc) her türlü ihtiyaçtan münezzehtir. O nedenle O’nun için bir çocuk edinmek ihtiyaç değildir. Öyle bir ihtiyacı olsaydı bunu ilk peygamberle birlikte yapardı. Böyle bir şeyi ilk peygamberle yapmayıp, Hristiyan kabulüne göre Hz. İsa ile yapmasının makul bir açıklaması yok. O yüzden Kur’an bu iddiaya bu sûrenin 89-92 âyetlerinde çok sert bir tepki veriyor. Bu konuya orada devam edelim.

Allah Ol Deyince Ne Olur?

Bu konuda benzer bir âyet Yâsîn sûresinin 85. âyetinde geçmişti, açıklamalar için oraya bakılabilir.

36. Âyet: Israrla Tevhide Yapılan Vurgunun Hikmeti Nedir?

Hristiyanlar tevhitte büyük sapma yaşadıkları için, “O’na kulluk edin” ifadesiyle bir kere daha tevhide ve doğru yola vurgu yapılıyor.

37. Âyet: Ayrılığa Düşenlerden Alınacak Dersler Nelerdir?

Bu sûrenin girişinde ifade ettiğimiz bir başka nokta da bu sûre üzerinden Müslümanlara yapılan uyarıydı. O uyarıyı burada biraz daha açmadan önce Hristiyanların ayrılığa düşmelerinin sonuçlarından bahsedelim.

Önce fikir ayrılıkları ortaya çıktı, bunlardan bazıları şunlar.

Bu sonuçlar üzerinden Müslümanlara yapılan uyarı şu: “İnsanlık tarihinde benzer sebeplerin, benzer sonuçları olmuştur. Bu nedenle tarihin doğruları ve yanlışları ile tekrar etmesi mümkündür. Hristiyanların yaşadıkları sonuçları yaşamak istemiyorsanız, onların tarihinden ders alın. İhtilafın, farklı düşünmenin sıfırlanamayacağı, bunların insan doğasının ve hayatın bir gerçeği olduğunu bilin. Bunları büyütmek de çözmek de sizin elinizde. Bunları büyütmeden çözme yöntemleri geliştirin. Büyütürseniz, dindarlar arasındaki problemlerin büyümesinden karlı çıkan bir tane dindar yoktur ama buna sevinen çok sayıda düşman vardır. O yüzden dostlarınızı üzecek, düşmanlarınızı sevindirecek her türlü eylem ve söylemden kaçının.”

38, 39. Âyet: Uyarıyı Nasıl Yapalım?

Bu âyetler sorumuza şu cevabı veriyor: “Bu yanlışları yapan insanlara tercihlerinin ahiretteki sonuçlarını hatırlatın.”

Bu hatırlatmaya sonuç eğitimi diyoruz. Bu konuya daha önce birçok âyette değindiğimiz için, burada yapacağımız açıklamaları oraya havale ediyoruz.

40. Âyet: Allah’ın Varis Olması Ne Demek?

Bu konuyu anlatırken Varis kelimesinin yanında miras ve muris kelimelerinin de manasına da dikkat çekmemiz gerekiyor. Muris miras bırakan oluyor. Miras onun bıraktığı şeyler oluyor, varis de o bırakılan şeyleri alan oluyor. Kelimelerin bu anlamlarını dikkate aldığımızda, Allah bu dünyada yarattığı nimetleri insanların istifadesine sunmakla muris oluyor. İnsanlar o nimetlerin dünyadaki varisleri oluyor. Kıyamet koptuğunda, fani dünyanın yerine, baki âlem (ahiret) kurulduğunda, Allah Varis oluyor.

Bu konuya Kur’an bütünlüğünde baktığımızda, farklı âyetlerde Allah ahirette müminleri cennetine varis kılıyor.

Sembolik dille anlatırsak, dünyada insanı fani nimetlerin varisi yapan Allah, o nimetleri cenneti kazanmaya vesile yapan kullarını bu sefer de baki nimetlerine; cennete varis kılıyor.

Özetlersek, Allah’ın varis olması bütün insanlara şu mesajı veriyor: “Dünyadan ahirete ne getirdiyseniz, getirdikleriniz önünüze konulacak.”

Bağlamı dikkate alarak bu mesajı daraltırsak, mesaj dinde ihtilaf yaşayan, bu ihtilaflar yüzünden, küçük ölçekte bölünmeler parçalanmalar yaşayan Müslümanlara şu özel mesajı veriyor. Yahudilerin ve Hristiyanların yaptıkları yanlışların benzerlerini yaparsanız, onların geçmişte ve bugün yaşadıkları büyük sonuçların benzerlerini yaşarsınız. Bunları yaşarsanız, ahirette onları bekleyen sonla karşılarsınız.

41-50 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

HZ. İBRAHİM (as) KISSASI

Hz. İbrahim Kur’an’da en fazla ismi geçen ve âyetlerde kendisinden en fazla bahsedilen peygamberler sıralamasında Hz. Musa’dan sonra gelen bir peygamberdir. İniş sırasından yaptığımız okumada, onun hakkında âyetler vardı ama onlar çok kısaydı, bu sûrede onlara nispeten daha uzun bir anlatım var o yüzden Hz. İbrahim ve oğulları İsmail ve İshak ile ilgili kronolojiyi burada vermeyi tercih ettik.

MEKKE

Â’lâSûresi 1. yıl 18-19

Necm sûresi 3. yıl 36-37

Beled Sûresi 4. yıl 1-3

Meryem Sûresi 6. yıl 41-50

Şuarâ Sûresi 6. yıl 69-92

Hûd Sûresi 8. yıl 69-77

Hicr Sûresi 8. yıl 51-60

En’âm Sûresi 9. yıl 74-84

Saffat Sûresi 9. yıl 83-113

Zuhruf Sûresi 10. yıl 26-28

Zâriyât Sûresi 10. yıl 24-37

İbrahim Sûresi 11. yıl 35-41

Enbiyâ Sûresi 11. yıl 51-70

Ankebut Sûresi 13. yıl 16-32

MEDİNE

Hac Sûresi 14. yıl 26-30, 78

Bakara Sûresi 14. yıl 124-141, 258-260

Âl-i İmrân Sûresi 16. yıl 33, 41. 64-69. 93-98.

Nisâ Sûresi 17. yıl 125.

Mumtehine Sûresi 19. yıl 4.

Tevbe Sûresi 22. yıl 114-115

KUR’AN’IN HZ. İBRAHİM’İ ÇOKÇA ÖNE ÇIKARMASININ SEBEBİ

İniş sırasından yaptığımız okumada Hz. İbrahim’in ismini ilk olarak Ala sûresinin 19. âyetinde görmüştük. Orada yaptığımız kısa açıklamalara atıfta bulunarak burada şunu ifade edelim.

Kur’an’ın Hz. İbrahim’i çokça öne çıkarmasının sebebi olarak farklı şeyler sayılabilir ama bizim bunlardan başa koyacağımız sebep onun üç semavi dinin (Yahudi, Hristiyan ve İslam) ve Mekkeli müşriklerin ortak atası olmasıdır.

Kur’an bu ortak paydayı, sık sık öne çıkarıyor. Yahudi, Hristiyan ve Mekke müşriklerini İslam’a davet ederken, bu davette Peygamber Efendimizin yanında Hz. İbrahim’i de öne çıkarıyor. Bununla onlara şu mesajı veriyor: “Size bu daveti yapan Peygamber, sizi sizden uzak bir yere davet etmiyor, sizi aslınıza, köklerinize, ‘atamız’ dediğiniz İbrahim’in tevhid dinine davet ediyor. Onun davetine gelmek demek, atanızın davetine icabet demektir.”

Dediğimiz gibi Kur’an’ın Hz. İbrahim’i öne çıkarmasına ait farklı sebepler sayılabilir onlara da ilgili âyetler geldikçe değineceğiz.

Bu kısa girişten sonra sûrenin tefsirine başlayalım.

41. Âyet: Hz. İbrahim’in Gündeme Getirilmesinin Hikmeti Nedir?

Bu soruya iniş sırasından yaptığımız okuma üzerinden bir cevap verecek olursak, bu cevaba mealimizde bu sûrenin giriş bölümünde “Kur’an Her Asrın İhtiyacını Karşılar mı?” başlığı altında değindik. Oraya ilaveten şunları ifade edebiliriz.

Bu âyetlerde mümin-kafir diyalogu görüyoruz. Bu diyalogun kendi içinde çeşitleri; alt başlıkları var. Burada diyalog en yakınla; babayla oluyor. Bu diyalog üzerinden bütün zamanlara şu mesaj veriliyor: “İman etmeyenlerin hepsi bir değildir. Onlar içinde size düşmanlık etmeyen insanlarla en güzel şekilde, yumuşak ve saygılı bir dille diyalog kurun.”

Bu âyetlerde geçen “baba” kelimesinin yerine, benzer konumdaki bütün anneleri, kardeşleri, yakın ve uzak bütün akraba ve tanıdıkları koyabiliriz.

Yine bu âyetlerde arka arkaya gelen dört “babacığım” ifadesinin yerine de anneciğim, canım kardeşim, canım arkadaşım gibi ifadeler kullanabiliriz.

Bunun referanslarına aşağıda işaret edeceğiz.

42. Âyet: Davete Nereden ve Nasıl Başlayım?

Bu âyetler bu sorunun cevabını şöyle veriyor: İslam’a davette işe en yakınandan başla.573 Başlarken, saygı, sevgi, hürmet dilini kullan.574 Bir şey öğreterek işe başlama, bir şeyler öğrenmek isteyerek başla. Bunun için de soruları vesile yap. Sorularınla onu anlamaya çalış. Sorularınla onu düşündür.

Hedefinde Günahkar Değil Günah Olsun

Burada, günahkar olan babası ama Hz. İbrahim sözleriyle onu değil, onun günahını (yanlışını, hatasını, yaptığı kötülüğü) hedefe koyuyor.

Buna yöntem dersek, bu yöntemde insana çamura düşmüş altın muamelesi yapılıyor. Çamur (günah) ile altın (günahkar) birbirinden ayrıldığında, altın kirden arınmış oluyor.

Bu yöntem ilk peygamberden son peygambere kadar izlenen bir yöntemdir. Bu yöntemle Peygamber Efendimiz 23 yıllık peygamberliğinde özünde altın cevheri olan 100 bin civarında insanın dönüşümüne ve onların sahabe olarak anılmasına vesile olmuştur.

43. Âyet: Senaryo Tekniği ile Ortam Okuması

Kur’an’da genelde kıssaların tamamında özet bir anlatım vardır. Kur’an kıssaların içine okuyanları dahil etmek için ana hatları verir detayları anlamayı okuyucuya bırakır. Buradaki âyetlerde de onu görüyoruz.

42. âyette babaya sorulan bir soru var ama cevabı yok. Kur’an cevabı bizim genel Kur’an ve siyer bilgimiz üzerinden tahmin etmemizi istiyoruz. O tahmini yaptığımızda, soru ile İbrahim’in amaçladığı ortam oluşuyor. Baba cevapta yetersiz kalıyor. Akla mantığa hitap eden makul bir cevap ortaya koyamıyor. Verdiğin cevabın özeti, genelde bütün putperestler gibi “Biz atalarımızı bunlara taparken bulduk.” şeklinde oluyor.

43. âyette İbrahim, onun otaya koyduğu bilginin karşısına kendine gelen vahyi koyuyor. Babası Azer’in ortaya koyduğu bilgiye mum dersek, vahyin bilgisi onun karşısında güneş gibi oluyor.

Devam edelim,

44. Âyet: Şeytana Kulluk

İniş sırasından yaptığımız bir okumada “şeytana kulluk” konusu ilk olarak Yâsîn sûresinin 60. âyetinde karşımıza çıktı, orada bu konuya değindik. Burada, bağlamı dikkate alarak ona ilaveten küçük bir açıklama yapalım.

Bu âyetler üzerinden yaptığımız ortam okumasından şunu anlıyoruz, Hz. İbrahim kendine gelen vahiy bilgisini babasıyla paylaşıyor babası bu bilgiye rağmen, yanlışta ısrar ediyor. Bu ısrar üzerine Hz. İbrahim bu âyette geçen “şeytana kulluk etme” sözünü söylüyor.

Yâsîn sûresi 60. âyette de ifade ettiğimiz gibi burada şeytana kulluk mecazi anlamda kullanılıyor. Bu anlama göre: Allah’ın razı olmadığı her davranış, şeytanın razı olduğu davranış oluyor. Bu davranışları bir iki defa yapanlar değil, yaptığının yanlış olduğunu bildiği halde, yapmayı alışkanlık haline getirmiş olanların bu bağımlılıkları şeytana kulluk olarak ifade ediliyor.

45. Âyet: Âyetlerde Rahmân Vurgusu

Sûre başındaki besmele içindeki Rahmân isimlerini saymazsak, Kur’an’ın tamamında geçen 57 Rahmân isminin 15’i bu sûrede geçiyor. Bu yönüyle Meryem sûresi, Kur’an Rahmân isminin en fazla geçtiği sûre oluyor.

Burada Rahmân ismini arka arkaya iki âyetin içinde görüyoruz. Bunun bir sebebini şöyle açıklıyoruz: Allah (cc) hem yaratılan görsel âyetleriyle hem verdiği sayısız nimetleriyle hem de indirilen âyetleriyle (vahiy) kendini öncelikli olarak (sevgisine, merhametine, şefkatine zarf olan) Rahmân ismiyle tanıtıyor. Bu tanıtım nedeniyle, gönderilen her peygamber, o peygamberlerin mesajlarını doğru bir şekilde anlayan ve anlatan müminler Allah’ı tanıtırken Rahmân olmasını öne çıkarıyorlar.

Bu âyetlerde de bu öne çıkarmanın bir örneğini görüyoruz. Bu örnekte Rahmân insanı seven, ona değer veren olarak tanıtılıyor. Bu tanıtım üzerinden muhataba şu mesaj veriliyor: “Seni bu kadar seven ve değer veren Allah’a asi olma. O’na asi olursan, O’nun sevgisini dostluğunu kaybeder şeytana dost olursun.”

46. Âyet: Asırlar Değişiyor Ama Konuşmalar Değişmiyor

Mealimizde bu sûrenin girişinde değindiğimiz konu bu âyetlerde daha da netleşiyor. Bu âyetler bize Hz. İbrahim’in babası ile diyalogunu; yani birbirini seven iki insanın diyalogunu anlatıyor.

Bu diyalogun benzeri Müslüman olan veya olmayı düşünen her Mekkelinin evinde anne-babası ile arasında geçen diyalog oluyor. Bu açıdan baktığımızda asırlar ve konuşanların isimleri değişse bile konuşmaların içeriği değişmiyor.

Mekke’de Müslüman olan birçok Müslüman 46. âyette geçen ifadelerin benzerini ailesinde duyuyor. Hatta ailesi tarafından yapılan işkencelere maruz kalıyor.

47. Âyet: Asırlar Değişiyor “Selam” Deyip Geçip Gitmek Değişmiyor

Biz bu âyetleri, evrensel olarak okuyoruz. Bu okumanın sonucunda bu âyetler bir zaman değil, her zamana hitap ediyor. Hz. İbrahim kendi zamanında Furkan sûresinin 63. âyetinin gereğini yapıyor. Âyet şöyle: “Rahmân’ın (has) kulları, yeryüzünde tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman “selâm!” der geçerler.”

Allah (cc) Furkan 63 üzerinden verdiği mesajı bir kere de bu kıssa üzerinden veriyor. Peygamberimiz mesajı alıyor ve 13 yıllık Mekke cahiliye döneminde “selam” deyip geçiyor.

Bu âyetler bize de benzer durumlar için, benzer davranışı sergileyin mesajı veriyor. Çünkü cahillerle ilişkide, (terbiye ve ahlak yönüyle) davranış noktasında onların seviyesine inmek, onların bize yaptıklarını onlara yapmak, aradaki farkın kapanmasına ve bizlerin onlara benzemesine sebep olabilir. Bu noktaya gelmek onların kazanması bizim kaybetmemiz demektir. O yüzden selam deyip geçip gitmek önemli.

Bağışlanmalarını Dilemek de Değişmiyor

Âyette geçmese bile, babasının bağışlanması için dua eden Hz. İbrahim’in babasının hidâyeti için dua ettiğini söylemenin önünde hiçbir engel yok. Benzer duaların Mekke’de yapıldığını tahmin etmenin önünde de bir engel yok. Bu durumda biz Müslümanlar hem yakınlarımızın hem de bütün insanların hidâyeti için Allah’a dua edebiliriz. Bağışlanmaya gelince, orada dikkat edilmesi gereken bir nokta var.

Biz Müslümanların bağışlanması için dua edebiliriz. Hatta vefat etmiş Müslüman yakınlarımızın bağışlanması için de dua edebiliriz.575

Dikkat edeceğimiz nokta, ölen kişi kafir olarak öldüyse, onun için dua edemeyiz. O yüzden Hz. İbrahim’in bu âyette geçen duasını Tevbe sûresinin 114. âyeti ile birlikte okuyoruz. Âyet şöyle: “İbrâhim’in babası için af dilemesi, sadece ona verdiği sözden dolayı idi. (Ayrıca hayatta olan bir insana yapılan dua idi.) Ne var ki (ilahî uyarı sonucunda) onun Allah’ın düşmanı olduğu (ve Allah’a ortak koşanların bağışlanmayacağı) kendisine belli olunca (duadan vazgeçerek) ondan uzaklaştı…”

Özetlersek, Hayatta olan insanların hidâyeti için her durumda dua edebiliriz. Ölen kişilere gelince onların mümin olarak öldüğünü biliyorsak onların bağışlanması için dua edebiliriz ama ölen kişinin kafir olduğu açık ve net olarak biliniyorsa onun bağışlanması için dua edemeyiz.

48-50. Âyet: Gelecek Nasıl Gelecek?

Kur’an’da, genelde bütün peygamber kıssaları geçmiş hakkında bilgi vermenin yanında geleceğin de nasıl geleceği konusunda fikir vermek için anlatılır. Bu bağlamda bu âyetler de geleceğin nasıl geleceği konusunda Kur’an’ın ilk muhatabı olan Mekkeli Müslümanlara dolaylı olarak şu mesajı ve müjdeyi veriyor: “Onların taptığı şeylerden uzaklaşmanız yetmeyebilir, gün gelir onlardan da uzaklaşmanız, başka diyarlara hicret etmeniz gerekebilir. Ama bu duruma üzülmeyin, İbrahim’i İsmail, İshak ve Yakub’la sevindiren, onun neslini ve mesajını onlar üzerinden devam ettiren Allah sizleri de sevindirecek. Size de rahmet edecek, sizin mesajlarınızı da dünyaya duyuracak. Sizin de saygıyla sevgiyle anılmanızı sağlayacak.”

Bu müjde günümüzde de yaşanıyor: Şöyle ki; bugün biz Müslümanlar hem Peygamberimizi hem de geçmiş peygamberleri rahmetle anıyoruz, kıldığımız beş vakit namazın tahiyyatlarında okuduğumuz Salli, Barik duaları ile onlara salat ve selam ediyoruz.

51-58 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

GİRİŞ: ÂYETLERİN ÖNCEKİ ÂYETLERLE BAĞLANTISI

Buraya kadar, dört peygamber kıssası gördük. Bunlar Zekeriya, Yahya, İsa ve İbrahim Peygamberlerin kıssaları. Buradan sonra altı peygamberin ismi geçiyor ve onlardan çok kısa bahsediliyor. Kur’an’da önce birkaç peygamberin hayatının geniş anlatılması sonra da arkasından bazı peygamberlerin sadece isimlerinin sayılması şeklinde geçen anlatımları farklı sûrelerde de görüyoruz.

Buna yöntem dersek, bu yöntemin amaçlarından biri, peygamberlerde bir bütünlük olduğunu göstermek. Kıssaları geniş anlatılan peygamberler üzerinden, anlatılmayanları da böyle anlayabilirsiniz; yani onların da tevhid ehli olduğu, onların da kendilerine gelen vahyi insanlara tebliğ ettiği, onların da bu işi yaparken güzel örnek oldukları, bu bağlamda adalet, merhamet, doğruluk, dürüstlük ve cömertlik gibi erdemlere onların da sahip olduğunu düşünebilirsiniz.

Bu yöntem üzerinden verilen mesaj: Burada toplamda 10 peygamberin ismi geçiyor. Hz. İsa’nın ismi de o isimlerden biri. Bunun üzerinden verilen mesajlardan biri şu: “Bu sayılanlar nasıl Allah’ın hem kulu hem de O’nun tarafından seçilmiş peygamberlerse, Hz. İsa da onlar gibi peygamberdir. Onların beşer ve kul olma yönüyle diğer insanlardan hiçbir farkı yoktur.

51-53 Âyet: Hz. Musa ve Harun (as)

Burada Hz. Musa’nın sıfatı olarak öne çıkan özellikten bahsedelim.

Hz. Musa ve Muhlas Sıfatı

Muhlas kelimesi bu âyette Hz. Musa’nın sıfatı olarak geliyor. Biz manasından yola çıkarak muhlas kelimesine “seçilmiş bir kul” anlamı verdik.

İhlas, muhlis ve Muhlas kelimeleri aynı kökten geliyor.

Bazı kaynaklarda Muhlas kelimesine, seçilmiş ve ihlasa erdirilmiş anlamı veriliyor. Bu anlam doğru fakat açıklamaya ihtiyacı var. Şöyle ki, İslam irfanına göre bir Müslüman hangi güzel sıfatı kazanırsa kazansın, bunu Allah’ın ona verdiği akıl, vahiy576 gibi manevî, el, ayak, göz kulak gibi maddi nimetlerle kazandığını bilir. Bu bilgi bilinç haline geldiğinde kazanılan sıfatlar için “ben kazandım” demez, “bunlar Allah’ın bana ikramı” der.

Muhlas da böyle, kul bu sıfatı kazanmak için gayret eder. Kazandıktan sonra bunu kalıcı ahlak haline getirir, Allah da bu gayretin sonucu olarak bu sıfatı bu kuluna bir paye olarak lütfeder. Bu paye ile kul Allah’ın seçkin kulları arasında yerini alır.

Burada şunu da ifade edelim. Kur’an’da bir peygambere ait sayılan ne kadar güzel sıfat varsa, onlar mutlaka diğer peygamberlerde de az bir farkla vardır.

Aradaki az farkı şöyle anlatabiliriz: Bütün peygamberlerin sıfatlarına iyi dersek, fark; iyi ile daha iyi, daha iyi ile çok çok iyi arasındaki farklar gibi olur.

Âyetlerdeki Ayrıntı

Burada aşağıdaki âyetlerin bazıları için de geçerli olacak bir tespit yapacağız. İniş sırasından Peygamber kıssalarına bakarsak, Peygamber Efendimiz anlatılan her kıssayı, kendisine anlatıldığı kadarıyla biliyordu. O kıssa ile ilgili gelecek âyetlerde anlatılan bölümleri bilmiyordu.

Kıssalara böyle baktığımızda, daha önce de ifade ettiğimiz gibi577 kıssalar hem anlatılan hem de gelecekte anlatılacak taraflarıyla Peygamberimizin peygamberliğine şahitlik yapıyor.

Burada bu şahitlikte öne çıkan bir ayrıntı var. Peygamber Efendimiz önceki gelen âyetlerden yola çıkarak Hz. Musa kıssasından bahsetti. Bu âyetlerde önceki âyetlerde anlatılmayan bir ayrıntıdan ilk kez burada bahsediyor.

Ayrıntı “Tur’un sağ tarafından seslenme” ayrıntısı. Bu bir ayrıntı ama bu ayrıntı, o olayı sanki oradaymış gibi bilen birinin verebileceği ayrıntı. Bunu peygamber Efendimiz bilemeyeceğine göre, bu ayrıntıların ona bildirilmesi, onun peygamberliğine yapılan şahitliği güçlendiriyor.

Bu şekilde güçlendirme örneklerini gelecek âyetlerde onlarca örnek üzerinden göreceğiz.

54. 55. Âyet: İsmail’i de Gündeme Getir

Peygamber Efendimiz daha önce ismiyle hiç gündeme gelmeyen, atası İbrahim’in oğlu, kendisinin de soyundan geldiği İsmail peygamberi de gündeme getiriyor. Ama gündeme getirirken şunu bilmiyor: Gelecek 17 yılda Kur’an’da ismi 12 defa geçen Hz. İsmail’i nerede ne zaman bir kere daha gündeme getireceğini, onun hakkında ne anlatacağını bilmiyor.

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, Hz. İsmail’in sıddık (doğru, dürüst, güvenilir) olması, zekat verip namaz kılması, Rabbinin razı olduğu bir kul olması sadece ona has özellikler değil, bu özellikler diğer peygamberlerde de var.

56. 57. Âyet: İdris’i de Gündeme Getir

İniş sırasından yaptığımız okumada İdris Peygamberin ismi ilk kez bu âyette gündeme geliyor. Bundan sonra da Enbiya sûresinin 85. âyetinde gündeme gelecek. Böylece Kur’an’da kendisinden çok az bahsedilen peygamberler arasında yer alacak.

Hz. İdris Peygamber de bu âyette doğruluğu ve dürüstlüğü ile öne çıkıyor. Rabbimizin onu üstün bir makama yükseltilmesini de sahip olduğu üstün ahlaki özelikler nedeniyle olduğunu düşünüyoruz.

58. Âyet: Konuyu Özetleyen Âyet

Bu âyet, özelde buradaki konuları özetlerken, genelde Kur’an’daki bütün peygamberleri soyları itibarı ile özetliyor.

Bu özete göre bütün peygamberler genelde Âdem’in soyundan gelirken, Özelde aralarında farklar oluyor. O farklara göre;

Burada Hz. İsa ve Meryem’e ayrıca değinirsek, onlar da Hz, Yakub’un soyundan geliyorlar.

Aslında burada soyların özetlemesi üzerinden de bir kere daha Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu değil, Allah’ın diğer peygamberleri gibi doğan, büyüyen ve ölen kul ve beşer bir peygamber olduğuna vurgu yapılıyor.

Peygamberlerin Ağlayarak Secdeye Kapanması

Sûre başları hariç, Kur’an’da geçen 57 Rahmân isminden 15’inin bu sûrede olduğunu söylemiştik. Bütün Peygamberler Allah’ı tanıtırken, O’nun Rahmâniyetini öne çıkarıyorlar. Böyle yaptıkları için de Allah’ın Rahmân olduğunu en iyi bilenlerin başında onlar geliyor. Onların ağlayarak secdesine bu açıdan baktığımızda, onların ağlamasında iki boyut var.

Birinci boyut: Bu boyut baskın olan boyut: Bu boyutta Peygamberler Allah’ı tanımanın, O’nun sınırsız merhametine mazhar olmanın, O’nun tarafından sevilmenin, değer verilmenin, seçilmenin mutluluğunu yaşıyorlar. Bu mutluluk secdede sevinç göz yaşları olarak görünüyor.

İkinci boyut: Bu boyutta Allah tarafından sevilen insanın, o sevgiyi kaybetme korkusunu görüyoruz. Bu korkunun adı her ne kadar korku olsa da insanı, o sevgiyi kaybetmeye sebep olacak her şeyden uzak tutan bir korku; bu yönüyle kazandıran ve insanı sürekli sevimli olma çizgisinde tutan bir korku.

Bu konu böyle anlaşıldığında, Peygamberlere tabi olan insanlar Allah’ı Rahmân olarak tanımada geldikleri nokta nispetinde peygamberlerin secdelerinde yaşadıkları duygusal yoğunluğu, kendi seviyelerinde yaşayabilirler.

59-63 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

59. Âyet: Namaz Her Peygamberin Ümmetine Farzdı

Kur’an’da bize ilk peygamberden son peygambere kadar, bütün peygamberler hakkında; onların ortak sıfatlarından ve ibadetlerinden haber veren âyetler vardır. Bu âyetlere göre,

Bu konuda helaller haramlar, sevaplar günahlar noktasında da ortak olan birçok şey sayabiliriz. Bu âyet ortak ibadetlerden en önemlisi olan namaza bu sûrede işaret ediliyor.

Bu âyetten şunu anlayabiliriz, bir Müslümanın hayatında doğru yoldan sapmanın ve geriye gidişin en önemli alametlerinden biri namazın terkidir. Çünkü namazın insanı her türlü kötülükten özellikle şehvetin esiri olmaktan alı koyma gibi potansiyeli var.581 Ondan geriye gitmek demek sadece namazı terk etmek değil, birçok şeyin terkine, birçok şeye karşı hassasiyetin kaybedilmesine kapı açabiliyor. Bu önemine binaen burada namazın öne çıkarıldığını ve bu öne çıkarma üzerinden Kur’an’da bütün zamanlarda gelecek Müslümanlara geriye gidiş noktasında çok önemli mesajlar verildiğini söyleyebiliriz.

60. Âyet: Namazı Terkin Sonuçları

59. âyet namazı terk edenlerin ileride bunun cezasını çekeceğini söyleyerek bitti. 60. âyet “illa” istisna edatıyla başlıyor ve şöyle devam ediyor: “tevbe edip iman edenler...” Bundan şunu anlıyoruz. Namazı terk etmeye bir geriye gidiş dersek bu süreç din binasından çıkmaya kadar gidebiliyor. Binadan çıkıldığında, tekrar binaya giriş tevbe ve yeniden iman şartına bağlanıyor. Buna da bir süreç dersek tevbe ve iman ile başlayan bu süreç, ibadetleri de içine alan salih amelle devam ettiğinde, yolun sonu cennete çıkıyor.

Önceki âyetlerle birlikte buraya kadar olanı özetlersek, namaz her peygamberin ümmetine farz olan bir ibadettir. Varlığı imanın varlığı ve ayakta durması için çok önemlidir. Yokluğu imanın yokluğuna kadar gidebilecek bir sürecin başlangıcı olabilir.

61. Âyet: Allah’ın Kullarına Söz Verdiği Cennet

Bu âyetin tefsiri hakkında daha önce Murselât sûresinin 7. âyetinde “Vaad Gerçekleşmezse Ne Olur?” başlığı altında yazdıklarımıza bakılmasını tavsiye ettikten sonra bu âyet ile ilgili şunları ifade edelim.

Allah bir şey için söz verdiğinde, bir mümin onu “olmuş” bilir. Çünkü Allah’a iman onun vaad ettiği her şeyi yapmaya kadir olduğuna, O’nun için imkansızın olamayacağına, O’nun verdiği sözden caymayacağına imanı da içine alır. Ayrıca bu dünya cennetin ve cehennemin bir nevi demo’sudur. Malum demo çok geniş özellikleri olan bir ürünün, o ürünü satın almaya teşvik için sınırlı kullanım özellikleriyle tanıtıldığı bir üründür. Bu yönüyle demonun varlığı, ürünün aslının varlığına en güçlü şahittir.

Bu örnek üzerinden bakarsak, dünya ahiretin varlığına, ahirette Allah’ın vaad ettiği her şeyin gerçekleşeceğine şahitlik yapan en güçlü şahitlerden biridir.

Âyette “Söze” Yapılan Vurgu Üzerinden Verilen Mesaj

İki cümlelik kısa bir âyette, iki defa Allah’ın verdiği sözü yerine getireceğine dair vurgu yapılıyor. Bu vurgunun işârî manasından şu mesajı alabiliriz: Allah (cc) verdiği sözü yerine getirecek, cenneti var edecek ama oraya gireceklerin en büyük özelliği verdikleri sözü yerine getirmeleri olacak.

Bundan önce dört âyette (41, 50, 54, 56) Kur’an Peygamberlerin verdiği sözü yerine getiren örnek insanlar olmasına dikkat çekti. Buna ilaveten Kur’an’da nerede peygamber ismi geçiyorsa, orada doğruluk, dürüstlük ve sözüne sadık olma gibi özellikler öne çıkıyor.

Bütün bu vurgular üzerinden Kur’an bize şunu diyor: Peygamberlerdeki bu özellik ve güzellikler onları örnek alan her Müslümanın olmazsa olmaz özellikleridir. Bu özellik ve güzellikler, cennete girecekler için de olmazsa olmaz özelliklerin başında gelir.

62. 63. Âyet: Boş Söz, Selam ve Takva

Daha önce sonuç eğitimine yönelik açıklamalar yaptığımız birçok âyette işaret ettik; Kur’an okurken bileceğimiz en önemli şeylerden biri de şudur: Kur’an ahireti; cenneti-cehennemi oraları anlatmak için anlatmaz. Kur’an’ın oraya dair anlattığı her şey, dünya hayatına mesaj vermek içindir.

Bu âyetlerde başlıkta yazdığımız üç şey öne çıkıyor. Bunların bize verdiği mesajlara bakalım.

Boş Söz Nedir?

Boş söz manasına gelen “lgv” kelimesinden türeyen kelimeler Kur’an’da 11 defa geçiyor. Boş söz manasında geçtiği âyetlere baktığımızda, Kur’an boş sözü günahtan ve yalandan ayrı tutuyor.582 Yani Kur’an’a göre boş söz günah olan söz değil, boş söz: Varlık gayesine giden yolda insana fayda vermeyen, günlük hayatta adına gevezelik, laklak, lafügüzaf dediğimiz sözler oluyor.

Selam Nedir?

Selam kelimesi esenlik, güvenlik, barış ve huzur gibi manalara geliyor.

Bu âyette geçen “Orada selam sözü işitirler” sözünü başka âyetlerde de görüyoruz.583 Hatta Kur’an iki âyette bunu Darusselam şeklinde cennetin ismi olarak da kullanır.584 Bunun yanında Kur’an cennette bizim Selam sözüyle karşılanacağımızı haber veriyor.585 Burada sormamız gereken sorulardan biri şu: Cennet ile Selam arasındaki bağlantı nedir?

Birinci bağlantı: Selam kelimesinin anlamı üzerinden kuruluyor. Bu anlama göre cennete insanın kendini ebedi esenlik, huzur ve güven içinde hissettiği yerin adı oluyor.

İkinci bağlantı: Selam kelimesinin İslam, teslim ve Müslüman kelimeleriyle aynı kökten gelmesi ve aralarında anlam yakınlığı olmasıyla oluyor.

Bu kelimeler arasındaki anlam yakınlığını dikkate aldığımızda bağlantı için şunları diyebiliriz. Cennette Selam sözüyle karşılanmaya sonuç dersek, İslam dinine girmek, Allah’ın yasalarına uyarak teslim olup Müslüman olmak sebep olur. Mesaj da şu oluyor: Bu sebepleri yerine getirenler bu sonucu yaşarlar.

Takva Vurgusu

Yine bu âyete de Kur’an bütünlüğünde baktığımızda takva sahibi olmakla cennet arasında çok güçlü bir sebep sonuç ilişkisi görüyoruz.586

Önceki âyetlerde takva kelimesi üzerinde açıklamalar yaptığımızı hatırlatarak, bu ilişki üzerinden mesaja gidersek öne çıkan mesajlardan biri şu olur: Dünyada verdiği nimetler nedeniyle kendinizi Allah’a karşı ne kadar sorumlu hissederseniz, O’nun razı olmadığı şeylerden ne kadar uzak durursanız cennete o kadar yakın olursunuz.

64-72 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

64. Âyet: Vahyin Kesintiye Uğraması Üzerinden Verilen Mesaj

Bu âyette geçen konunun benzerini Duha sûresinde görmüştük. Bu âyeti oradaki açıklamalar ile birlikte okuduğumuzda şunu bir kere daha anlamış oluyoruz, Kur’an insan sözü olamaz. Bu âyetlerin arka planına baktığımızda, vahyin gelişinde kısa bir kesinti yaşandığını, bu kesintiye bağlı olarak da peygamberimizin sıkıntı yaşadığını görüyoruz. Bu kesinti karşısında, düne kadar hayatında hiç duymadığı ve görmediği şeyleri anlatan peygamber, benzer şeyleri istese de anlatamaz oluyor. Onun bunları anlatması peygamberliğine delil olurken, anlatamayışı da delil oluyor.

Etrafındaki müminler ve iman etmeye yakın duran müminler bu olaya şahit olduklarında şunu fark ediyorlar. Eğer vahiy Müşriklerin dediği gibi “Muhammed’in uydurması olsaydı” her seferinde bir şeyler uydurur ve bu kesintiler yaşanmazdı.

65-67. Âyet: Kaldığınız Yerden Devam

Vahyin kısa kesintisinden sonra gelen bu âyetlerin üçünde de soru cümleleri var. Benzeri soru cümlelerini önceki âyetlerde görmüş ve bu soruların silah olduğunu ve muhatapların akıllarını hedefe koyduğunu söylemiştik.

Burada, müşrikleri cevap vermede aciz bırakan o silah tekrar aktif hale geliyor ve gelen âyetler, “İslam’ı anlatmaya kaldığınız yerden devam edin.” mesajını veriyor.

Bu mesaja vesile olan sorulara bakalım.

65. âyetle gelen soru: “Hiç, ismi O’nunla birlikte (Hâlık ve Mâbud587 olarak) anılmaya değer bir başkasını tanıyor musun?”

Âyetin iç bağlamını dikkate aldığımızda bu ifadeler şu anlama geliyor: “Onun yarattığı şu gökleri ve yeri yaratmada O’nun dengi var mı? O’nun gibi Halık sıfatıyla anılmaya layık olan var mı? Allah’ın yarattıklarını, O’ndan başka yaratıp insanların istifadesine sunabilecek olan var mı? …”

Bu sorulara cevap verememek “Allah’tan başka ilah yok” anlamına geliyor.

66. âyetle gelen soru: “İnsan der ki: “Ben ölüp gittikten sonra yeniden diriltilip kabirden çıkarılacağım öyle mi?”

Bu soruya, 67. âyette soruyla cevap veriliyor.

67. âyetle gelen soru: “İnsan, daha önce hiçbir şey değilken, kendisini yoktan var ettiğimizi hiç düşünmez mi?”

Bunun cevabını önceki âyetlerde verdik. İnsan bu konu üzerinde düşünmeye başladığında “Anladım ki, kabir son durak değilmiş, asıl son durak ahiretmiş, asıl son durak cennet veya cehennemmiş.

Görüldüğü gibi sorular, muhatabı Kur’an’ın istediği noktaya getiriyor. Bu yönüyle soruların silah olması şu mesajı da veriyor: Normal silahlar öldüren silahlardır. Ama sorular düşündüren ve manevî olarak dirilten silahlardır. Amacınız manevî diriliş olduğu için, silahınız da doğru bilgiye kapı aralayan sorular olsun.

68-72. Âyet: Dirildikten Sonra Ne Olacak?

66. ve 67. âyetler öldükten sonra diriliş üzerinde insanları düşündürürken, ardından gelen bu âyetler, “Dirildikten sonra ne olacak?” sorusuna cevap veriyor. Âyetler üzerinden bu sorunun cevabına bakalım.

68. Âyet: Dünyada Allah’ın davetine gelmeyen, O’nun huzurunda hazır olmayanlar, ahirette cehennemin çevresinde hazır olacaklar. Mesaj: Bu sonu yaşamak istemiyorsanız, dünyada Allah’ın huzurunda hazır olun.

69. 70. Âyet: Dünyada Allah’ın huzuruna gelmeyenlerin hepsine ahirette aynı muamele yapılmayacak, onların içinde liderlik yapanlar; her türlü zulümde, haksızlıkta, zorbalıkta başı çeken asilere ayrı muamele yapılacak. Cehenneme girişte ve azapta öncelik onların olacak.

71. Âyet: Bu Âyet Üzerinde Ayrıca Duracağız.

Bu âyet, meal ve tefsirlerde üzerinde en fazla ihtilaf olan âyetlerden biri. Kafirlerin oraya girmesi noktasında bir ihtilaf yok. İhtilaf müminlerin oraya girmesi veya uğraması noktasında yoğunlaşıyor.

Biz bu konuya Tefsir Usulümüzde (24) Cennet-Cehennem Yasasında ve Yâsîn sûresinin 59. âyetinin tefsirinde “Her Günahkar Cehenneme Girecek mi?” başlığı altında değindik. Burada onlara ilaveten şunu ifade edelim.

Dinin dekoruna baktığımızda, bu dünyada hiçbir insan vefatına yakın, “Ben hiç günaha girmedim. Benim kesin şu kadar sevabım var, şu kadar günahım var. Ben bana verilen bütün nimetlerin şükrünü tam olarak yerine getirdim, bu konuda eksiğim yok. Ben, yaşadığım hayatla kesin cenneti garantiledim.” diyemiyor.

Bunları demeye izin vermeyen dinin dekoru, bunlar üzerinden her insana şu hissi veriyor: Bu dünyada cehenneme girme, oraya uğrama ihtimalini sıfırlayamazsın. O yüzden,

Buraya kadar anlattığımızı özetlersek, bu dünyada dinin dekoru hiçbir insana sen cehenneme girmeyeceksin veya uğramayacaksın garantisi vermiyor. Böyle bir garanti olmadığı için de ahiretin dekoru buna göre şekilleniyor. Ahiretin dekorunu böyle anladığımız için âyetin mealine de bu dekora uygun bir anlam verdik.

Ayrıca şunu da ifade edelim. Allah’ın cehenneme girmeyecek her insana cehennemi göstermesi de akıldan uzak değil. Çünkü, bir ömür cehennemden sakınarak yaşayan bir insanın, ne büyük ve ne kadar korkunç bir sondan kurtulduğunun ona gösterilmesi, onun Allah’a hamd ve şükrünün artmasına vesile olur.588

72. Âyet: Âyette geçen “kurtaracak” ifadesi bize şu mesajı veriyor: Oradan kurtuluşunuz bir hak ediş olmayacak. Yani “Ben zaten dünyada cenneti garantilemiştim, cehenneme girmeyeceğim de zaten kesindi.” gibi bir anlayışa kapılmayın. “Cennete girmeniz, sizin cehennemden sakınan bir muttaki olmak için gösterdiğiniz gayrete karşılık, Allah’ın lütfuyla olacak.”

73-84 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

NOT: Burada bir ortam okuması yapacağız. Tefsirini yapacağımız âyetler, önceki âyetlerin kendilerine hatırlatıldığı halde, onları yok sayan, onlarla alay eden insan davranışlarına odaklanıyor. Betimleme yaparak, onların sıfatlarını önümüze koyuyor, o sıfatlar üzerinden bize ayna tutuyor. Bizden bir nefis muhasebesi yapmamızı istiyor.

73. Âyet: Müşrikler Parçaya Bakıp Yanılıyor

73. âyette müşrikler Kur’an’ın inişinden sonraki altı yılın manzarasına bakıp bu sözleri söylüyorlar. Bu âyetlere iman eden müminlere, 15 yıl sonra Mekke’nin fethinden sonra baksalardı böyle konuşmayacaklardı.

Bununla şunu demek istiyoruz. İslam dini iman edenleri sadece ahirette aziz (üstün) kılacak bir din değil, bu din dünyaya bakan ilke ve prensipleriyle yaşandığında dünya hayatında da müminleri aziz kılabilecek bir potansiyele sahip.

Günümüz için konuşursak, (Teknoloji, ekonomi, insan hakları, adalet gibi) gelişmişlik endekslerine göre Müslümanların o endekslerde alt sıralarda yer alması, 73. âyetteki müşriklerinin sözlerinin günümüzde de duyulmasına sebep oluyor. Onların konuşmasını önleyemeyiz ama İslam dininin bizi dünyada üstün kılacak potansiyelini aktif hale getirmekle onların bu konuşmaları yapmasına sebep olacak görüntüleri azaltabiliriz.

74. Âyet: Önceki Maçların Sonuçlarına Baksınlar

Mekke müşrikleri olaya boks maçı olarak bakıyor, hal diliyle “Onlar zayıf biz güçlüyüz bu maçın sonucu baştan belli.” diyorlardı.

Kur’an onların “an”a yoğunlaşan dar bakış açılarını genişletiyor ve onların önüne Fecr, Kamer ve A’râf gibi sûrelerde anlatılan helak tablolarını koyuyor ve şu mesajı veriyor: Ne kadar güçlü olursanız olun, Allah’ın gücü karşısında hiçbir güç sizi koruyamaz.

75. Âyet: “Süre Verilmesi Onları Yanıltmasın”

Bu dünya imtihan dünyası, Allah (cc), dünyada şımaranları; haddi aşanları hemen cezalandırmıyor. Halîm ismiyle onlara mühlet veriyor. Burada mesaj şu: Bu süreyi bitmeyecek zannetmesinler, geçmiştekiler için bu süre nasıl bittiyse bugün ve yarınkiler için de bitecek. Bittiğinde herkes hak ettiği sonuçları yaşayacak.

76. Âyet: Hidâyet de Artar, Dalalet de

Bu âyette hidâyetin, dolayısıyla imanın artışına dikkat çekiliyor. Bu konuda Kur’an’a genel bir bakış yaptığımızda, imandan beslenen hidâyetin artışına karşı, onun zıddı olan küfrün ve dalaletin artışını da görüyoruz.589 Burada sadece hidâyetin artışına bakacağız, dalaletin artışını ilgili âyetlere bırakacağız.

Hidâyetteki artış: Bu artış iki türlü olur. Birincisi okuma araştırma, öğrenme, tefekkürle bilgide derinleşme şeklinde olur. İkincisi bilgiyi salih amele ve güzel ahlaka dönüştürme ile oluyor. Zaten âyetin devamında da güzel işlerden (salih amelden) bahsediliyor.

Bu artışı bir kişinin mesleğinde uzmanlaşmasına, uzmanlaştıkça mesleğindeki bilgi ve tecrübesinin artışına benzetebiliriz. Bu benzetmeden devam edersek, hidâyeti artan insanın takvası da artar, takvası artan insanın büyük günahlar/yanlışlar yapma ihtimalide azalır. Fakat burada bu sûrenin 71. 72. âyetlerinde yaptığımız açıklamaları hatırlayalım. Hiçbir insanın garantisi yoktur. Hidâyeti artan insanların da büyük düşüşler yaşama ihtimali az da olsa her zaman vardır.590

Kalıcı Güzel İşler

Âyetin ikinci bölümünde sadece güzel işlerden (salih amel) bahsedilmiyor bir de ona kalıcı sıfatı (baki) ekleniyor. Burada akla bir soru geliyor: Dünya fani olunca, dünyada kalıcı iş mümkün mü? … Kalıcı olmayan dünyada kalıcı işler olmayacağına göre âyet bize şöyle bir mesaj veriyor: Bu dünya fanidir. Burada kalıcı hiçbir iş yoktur. Kalıcı işten kasıt, burada yapılan işlerinin ahirette ödül (sevap) olarak karşınıza çıkmasıdır.

Bu durumda salih amel arttıkça hidâyet artacak hidâyet arttıkça, ahirtte karşımıza çıkacak baki ödüller de artacak.

77-80. Âyet: Bütünden Sonraya Parçaya Bakış

73-76 arası âyetlerde Kur’an bize müşrik karakterini bir bütün olarak görebileceğimiz bir topluluk fotoğrafı gösterdi. 77-80 arası âyetlerde de daha fazla detay görelim diye o bütün içinde bir parçaya yoğunlaşıyor. Bu bağlamda 77. âyette haddini aşan bir insana ait şu iki özelliği bizim dikkatimize sunuyor.

Bu âyetlerde anlatılan kişi, sebepleri yerine getirince, sonucu garanti gören bir dil kullanıyor ve bu dili kullanırken, sanki Allah’tan söz almış gibi “verilecek” demekle, dolaylı olarak gaybı bildiğini de iddia etmiş oluyor.

79. ve 80. âyetler haddini aşan bu insan için şöyle diyor: Yaptığı her şey kaydediliyor. O yüzden yaptıkları yanına kalmayacak. Ne yaparsa yapsın, dünyanın fani olduğu gerçeğini değiştiremeyecek. Çokluğu ile övündüğü malını ve evladını dünyada bırakacak ve huzurumuza yalnız başına gelecek…

81-84. Âyet: Parçadan Sonra Tekrar Bütüne Bakış

Bu âyetlerde hitap tekrar parçadan bütüne dönüyor.

81. Âyet: İnsanların kendine nispet edince, onlarla övündükleri şeyler olur. Ben falanın akrabasıyım, benim falanla resmim var gibi. Bazı müşrikler için de (canlı cansız) putlara tapmak öyle bir şeydi. Onlara tapmanın kendilerine bir güç, bir üstünlük kazandıracağını düşünüyorlardı. Âyet bu yanlışa dikkat çekiyor.

82. Âyet: Bu tapılanlar bu dünyada bu işe seyirci ve sessiz kalsalar bile, ahirette bu tapınmaları inkar edecek, tapanlara düşman olacaklar. Kur’an tapanların ve tapılanların birbirine hasım olmalarını ahiret dekoru içinde bizlere gösteriyor.591

83: Âyet: Bizim günlük konuşma dilinde rahatsız etmek, başımızın etini yemek gibi anlamlarda kullandığımız “musallat” kelimesinin kök anlamında (slt) zorbalık etmek ve saldırganlık gibi bir anlam var. Bu anlamı insanın en büyük düşmanı olan şeytan için düşündüğümüzde, onun musallat olması onun şeytan olmasının gereği oluyor. Şeytanın musallat olmasına sonuç dersek, insanın tercihleri bu sonucun sebebi olabiliyor.

Bir örnek üzerinden anlatırsak, şeytanın musallat olması, evinin güvenliği için gerekli tedbirleri almayan bir insanın evine hırsızların musallat olmasına benziyor. Şeytanın musallat olmasına karşı ev sahibinin alacağı en güzel tedbir takva denilen güvenlik sistemini evine kuracak. Böylece ismi haktan hayırdan uzaklaşmak anlamına gelen şeytan da bizim manevî evimizden uzak duracak.

Şeytanın insana musallat olmasının, insanın terakkisine bakan bir yanı da var. Ona da Tefsir Usulümüzde (31) Şeytan Yasasında “Şeytanın Faydası, Zararından Çok Olabilir mi?” başlıklı yazıda değinmiştik. Oraya bakılabilir.

84: Âyet: Bu âyette geçen, sabır, acele etmeme ve mühlet verme gibi konulara önceki âyetlerin tefsirinde değinmiştik oraya bakılabilir.592

85-98 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Not: Bu bölümdeki âyetlerin çoğu için, önceki âyetlerde açıklamalar yaptık. O yüzden değerlendirmelerimiz kısa olacak.

85. Âyet: Cennete Doğru…

Bu ve bundan sonraki ahiretle ilgili âyetler sonuç eğitimi için geliyor. Bu bağlamda 85. âyeti, 63. ve 76. âyetin devamı olarak okuyabiliriz. 63. âyette cennet ve takva arasındaki ilişkiden bahsetmiştik. Burada o ilişkiye bir kere daha vurgu yapılarak şu mesaj veriliyor: Dünyada Allah’ın razı olmadığı şeylerden ne kadar uzak durursanız, cennete o kadar yakın olursunuz.

85. âyet “huzurda toplanmadan” bahsediyor. Gerisini, anlamayı diğer âyetlerde yapılan ahiret ve cennet tasvirleri üzerinden bize bırakıyor. Biz de o toplanmadan sonra gelecek mutlu sonu tahmin edebiliyoruz.

86. Âyet: Cehenneme Doğru…

Bu âyette de 85. âyete benzer bir anlatım var. Bu âyette 73-84 arası âyetlerde sıfatları öne çıkarılan müşrikleri ahirette bekleyen sonuçlara dikkat çekiliyor. Bu sonuçlar anlatılırken çöl ikliminin hakim olduğu Mekke’de müşriklerin en iyi bileceğe örnek üzerinden bir tasvir yapılıyor. Kızgın çölü cehenneme benzetirsek, bir insanın susuz olarak o çöle gitmesinin sonuçlarını her Mekkeli hayal edebiliyor.

87. Âyet: Şefaat

Şefaat konusuna Tefsir Usûlümüzde (15) Şefaat Yasası altında geniş olarak değindik. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

88-92. Âyet: Allah’ın Gazabı

Meryem sûresinin sonuna gelirken, bu âyetler, özelde Teslis inancıyla Allah’a baba, İsa’ya O’nun oğlu diyen Hristiyanlara hitap ederken, genelde Allah’ın yüceliğine, uluhiyetine, Samet ve Subhân olmasına yakışmayan her türlü beşeri (nitelemelere) yakıştırmalara da işaret ediyor.

Bu işaret üzerinden, bu yakıştırmalara karşı Allah’ın soyut olan gazabı, gökler ve yer üzerinden tasvir ediliyor. Bu tasviri biraz açarsak verilmek istenen mesajlardan biri şu oluyor: “Bu yaptığınız o kadar çirkin ki, o kadar büyük bir iftira ki, eğer bu iftira karşısında Allah (cc) sizler gibi sinirlense ve öfkelenseydi, gökler balyoz olur başınıza iner, yerler uçurum olur sizi derin kuyulara atardı. Dünya imtihan dünyası olduğu için bu öfkenin tecellisini bu dünyada görmüyorsunuz ama tasvir üzerinden bu iftiraları atanları bekleyen cehennemin nasıl bir yer olduğunu az çok tahmin edebilirsiniz… Gelin bu âyetlerden ders alın, yol yakınken tevbe ederek bu yanlışlardan vazgeçin…”

93-95. Âyet: Yalnız Gelecekler

Bu âyetler önceki âyetlerin mesajını güçlendiriyor. Bu bağlamda denilen şu: Allah yaratıcıdır, O’nun dışında her şey yaratılandır. Allah bakidir. Yaratılan her şey fanidir. Kıyametin kopuşu ile imtihan bitecek, bütün kullar O’na dönecektir. Allah’ın oğlu, kızı, yakını ve dengi olmadığı için bu konuda istisna da yoktur.

Gelecek olanlar şunu iyi bilsinler, onların dünyada güçlü olmaları, çevrelerinin geniş olmaları bu gerçeği değiştiremeyecek. Huzurumuza gelirken, yanlarında onlara yardım edecek, onlara şefaat edecek hiç kimse olmayacak. Dünyaya yalnız geldikleri gibi huzurumuza da yalnız gelecekler.

96. Âyet: Allah’ın Sevgi Yaratmasında Ön Şart

Kur’an’da aralarında farklar olan ama ifade tarzı olarak birbirine benzeyen çok sayıda âyet var. Fakat bu âyet benzeri olmayan âyetler grubunda yer alıyor. Burada şuna bir kere daha dikkat çekelim. Bu sûre içinde (15 defa) Rahmân isminin en fazla geçtiği sûre olarak da benzeri olmayan sûreler arasında yer alıyor. 15 Rahmân ismi de Allah’ın sevgi yaratmasından bahseden bu âyetin içinde geçiyor.

Sevgi ağırlıklı bu bağlamı dikkate aldığımızda, bu âyet için şunları diyebiliriz.

Bu âyette iman edip o imana yaraşır güzel işler yapmaya (salih amele) sebep dersek, Allah’ın bunu yapan kulları için, diğer kulları nezdinde sevgi yaratması bir sonuç oluyor.

Bundan şunu anlıyoruz, iman ve salih amelde bir mümini, başka insanlar nezdinde sevilen sayılan bir insan yapacak potansiyel var. Bu potansiyele cevher dersek, bu potansiyelin iman ve salih amelle işlenip açığa çıkması mücevher oluyor. Burada mücevher güzel ahlakın sembolik ismi oluyor.

Bu âyette Allah’ın müminler için sevgi yaratmasında, imanı ve salih ameli ön şart olarak okuyabiliriz. Bu ön şartı yerine getirenler şu ahlaki özelliklerin sahibi oluyorlar. Doğruluk, dürüstlük, adalet, güven verme, merhamet, inanç ve ifade özgürlüğüne saygı…

Allah (cc) bu özelliklere sahip olanlar için sevgi yaratmayı taahhüd ediyor.

Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Bu özellikleri kazanan insan olunca, neden sevilme gibi bir sonucun faili de insan olmuyor?

Evet, burada sevilme sonucunun yaratanı yani faili Allah. Âyetteki bu dil üzerinde düşündüğümüzde şunu anlıyoruz: İnsanın başarması için gereken bütün sebepleri yaratan Allah’tır. Burada insanın yaptığı şey sadece Allah’ın razı olduğu sebepler tuşuna basmaktır. Burada insana düşen başarıyı Allah’tan bilmektir. Başarıyı Allah’tan bilmenin ahlaki yansıması da tevazudur.

Cevabı özetlersek, Allah (cc) müminlerin başarıyı Allah’tan bilmesi, tevazuyu ahlak edinmesi. Kibir ve riyadan uzak durması için böyle bir dil kullanmıştır. (Allahü a’lem)

97. Âyet: Kur’an’ın Muradı, Anlaşılmak

Müjdeleme ve uyarma hakkında önceki âyetlerde açıklamalar yaptık. Bu âyette dikkat çeken nokta “Senin dilinde indirerek kolaylaştırdık.” İfadesi. Benzer ifadeleri başka âyetlerde de görüyoruz. Bu ifadelerden şunu anlıyoruz. Kur’an’ın önceliği anlaşılmaktır. O yüzden Arapça konuşan bir topluma indiği için dili Arapça olmuştur. Ondan önceki kitaplar da indiği toplum hangi dili konuşuyorsa, o dil üzerinden inmiştir.

Burada, anadili Arapça olmayan insanlar için şu tespiti yapabiliriz: “Kur’an’ı anlamadan okuyabilirsiniz. O okumadan çok fazla feyiz de alabilirsiniz ama ne kadar feyiz alırsanız alın, Kur’an’ın önceliği sizin onu anlamanız. O yüzden her zaman için anlayarak okuma öncelik olmalı…”

98. Âyet: Uyarılara Kulak Vermeyenlerin Sonu

Bu âyet hem önceki sûrelerde hem de bu sûrenin 73. âyetinde yapılan vurguyu tekrar ediyor. Burada o vurguya benzer bir vurgu var.

45/20. TÂHÂ SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-8 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

1. Âyet: Ta Ha

Ta ha ifadesi için iki anlam öne çıkıyor.

Birincisi hurûf-ı mukatta, bu anlamın geniş açıklamasını A’râf sûresinin girişinde yaptık.

İkincisi “Ey insan” manası; bu konu için de mealimizin bu sûrenin girişinde açıklama yaptık. Oralara bakılabilir.

2. Âyet: Sûrelerin Başlangıçları

Genelde, “kısa” sûrelere göre (100 âyetten fazla olan) “uzun” sûreler Allah’ın mutlak hakimiyetini öne çıkararak başlar. Allah’ın göklerin ve yerin Rabbi olduğunun anlatılması en fazla gördüğümüz örneklerin başında gelir. Fakat bu sûrede, bu konudaki istisnalardan birini görüyoruz. Sûre Allah’ın mutlak hakimiyetini öne çıkaran başlangıcı 4-8 arası âyetlere erteleyerek, burada farklı bir yol izliyor.

2. âyette şöyle deniliyor: “Biz sana bu Kur’an’ı güçlük çekmen (sıkıntıya düşmen) için indirmedik.”

Bu konuyu anlatmak için şöyle bir örnek verelim.

Varsayalım iki amir iki de memur var.

İkinci örneğin tam olarak Allah-peygamber ilişkisini yansıtamayacağını biliyoruz ama konuyu anlama noktasında bize yardımcı oluyor.

Allah’ın peygamberine emirlerini vermeden önce, onun ruh halini dikkate alması, O’nun peygamberimize olan sevgisini merhametini göstermenin yanında bize de dolaylı olarak şu mesajı veriyor: “İnsanlarla ilişkinizde onlara robot gibi mekanik davranmayın. Onların ruh halini dikkate alın. Böyle yapmanız onları daha fazla motive eder. Patron, amir gibi onun üstünde bir konumdaysanız, sadece maaş ve emir veren değil, elamanına değer veren bir insan olduğunuzu da gösterir.”

Bu açıklamadan sonra bu âyeti bir takdir ve tatlı bir uyarı âyeti olarak anlayabiliriz: Peygamberimiz vahyin mesajını insanlara ulaştırmada çok büyük bir gayret ortaya koyuyor. Gece-gündüz çalışıyor. Yorgun düşüyor. Bunun üzerine Allah (cc) dolaylı olarak şunu diyor: Ey Resulüm! İnsan üstü bir gayretle çalıştığını biliyoruz. Ama biz bu Kur’an’ı senin hayatını zorlaştırsın diye indirmedik. Bu iş bir gün değil bir ömür sürecek bir iş, o yüzden temponu biraz düşür. Katımızda en değerli amel az da olsa, devamlı olandır.593

3. Âyet: Korkanlara Öğüt Olsun

Bu âyette “korkan” anlamı verdiğimiz kelimenin Arapçası havf değil haşyet. Burada Fatır sûresi 28. âyetine bakılmasını tavsiye ediyoruz. Orada “Kulları içinde ancak âlimler Allah’tan korkarlar.” ifadesi geçmişti ve korku manası için haşyet kelimesi kullanılmıştı.

Haşyet Allah’ı tanımanın, bilmenin, O’nun insana verdiği büyük değeri fark etmenin ve sevmenin sonucunda, o sevgiyi kaybetme korkusudur. Bu korku “Kur’an’ın öğütlerini almada izlenecek yol nasıl olmalı?” gibi dolaylı bir sorunun da cevabı oluyor. Mahiyeti bu olan korkuya sebep dersek, öğüt sonuç oluyor.

Tersinden bakarsak, bu korku üzerinden kimler öğüt alamaz sorusunun cevabını da tahmin edebiliyoruz; Allah’ı tanımayanlar, bilmeyenler, O’nun insana verdiği değeri fark edemeyenler; O’nun sevgisini kaybetme korkusu yaşamayanlar öğüt alamazlar.

4. Âyet: Yaratılan Âyetlerin Şahitliği

2. âyeti istisna olarak kabul edersek, bu sûrenin bu âyetle başladığını söyleyebiliriz.

Bu âyet, “Kur’an kim tarafından indirilmiştir?” sorusuna cevap verirken, birçok sûre başlangıcında olduğu gibi yeri ve gökleri öne çıkarıyor. Daha önce çok defa ifade ettik, yer-gök ve arasındaki her şeyin ortak adı yaratılan âyet oluyor. Kur’an burada olduğu gibi çok sık bir şekilde yaratılan âyetleri indirilen âyetlerin şahidi yaparak şu mesajı veriyor: Bunları yaratan Allah olduğu gibi, Kur’an’ı peyderpey indiren de Allah’tır.

5. Âyet: Rahmân Arşa İstiva Etti

Bu konuya Mealimizin başında Meal Okuma Rehberinde (s. 67), tefsirimizde de Furkan sûresinin 59. âyetinin tefsirinde değinmiştik. Oralara bakılabilir.

6. 7. Âyet: Allah Mutlak Hakimdir

Bu âyetlerde 4. âyetin mesajına vurgu var. Bir kere daha yerin ve göklerin şahitliği öne çıkarılarak Allah’ın mutlak hakimiyetine vurgu yapılıyor.

Biz bu âyeti bir saniye gibi kısa bir zamanda okuyor ve geçiyoruz. Ama âyet dile gelse ve bize dese ki: “Dur bakalım. O kadar çabuk geçme. Şu yerle gökler arasında bir de toprak altında olan ne varsa tek tek say dese ne olur?”

Bu soruya ilimlerin günümüzden geldiği seviyeden cevap verecek olsak, bugün bilim insanları tarafından tanımlanan ne kadar bilim varsa, onların penceresinden bakacak ve gördüklerimizi anlatacağız. Bugün bilimlerin elde ettiği bilgilerin kaç cilt (ve kaç sayfa) kitapta toplanacağını bir hayal edelim, sonra bunu bizim anladığımızı ve anlatacağımızı hayal edelim ve anlatmaya başladıktan sonra da bu anlatmanın ne kadar yıl süreceğini bir hayal edelim.

İşte bu hayalin sonunda ortaya çıkan tahmini gerçek; yerden gökten bahseden bütün âyetlerin işaret ettiği gerçek oluyor ve bu gerçek bizden bunun üzerinde düşünmemizi istiyor.

Bütün-Parça İlişkisi

Kur’an’ın anlatım tekniğinde “kül”den (bütünden) bahsettikten sonra “cüz”e (parçaya) dikkat çekme yöntemi var. Bu yöntem üzerinden verilen mesajlardan biri şu: Allah sadece göklerin ilahı değildir, o yerin ve yeryüzündeki her şeyin ilahıdır. O’nun uluhiyeti güneşe hükmettiği gibi, güneşten milyar kere milyar kere küçük olan atoma da hükmediyor. Böyle bir hakimiyetin olduğu yerde “kül”de şirke yer olmadığı gibi “cüz”de de şirke yer yoktur.

6. ve 7. âyetlerde “kül” gökler ve yer olurken, “cüz” gizlinin gizlisi (küçüğün en küçüğü) oluyor. Bu âyetler 8. âyette gelecek kelime-i tevhide zemin hazırlıyor.

8. Âyet: Esmâ ile Tevhid Zikri

Kur’an’da “En güzel isimler Allah’a mahsustur.” İfadesi dört defa geçiyor.594 İlkini A’râf sûresinde görmüştük. -Geniş bilgi için oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.- İkincisini de burada görüyoruz. Buranın diğerlerinden şöyle bir farkı var. “En güzel isimler” ifadesi burada kelime tevhid ile aynı âyetin içinde geçiyor. O yüzden A’râf sûresinde yaptığımız açıklamalara burada ufak bir ilave yapmak istiyoruz.

4-7 arası âyetler, bize bütünde ve parçalarda (külde ve cüzlerde) Allah’tan başka ilah olamayacağını gösterdi. 8. âyette bu gerçek esmâ-i hüsnâ ile birlikte ilan ediliyor.

Bu konuda mesaja gitmeden önce esmâ-i hüsnâ ifadesi üzerinde durmamız gerekiyor. Esmâ-i hüsnâ ifadesi sadece Allah’ın güzel isimleri anlamına gelmiyor. Bu anlamın içinde, bu isimlere (özelliklere, sıfatlara) Allah’tan başkası sahip olamaz mesajı da yer alıyor.

Biraz açarsak, Allah’ın yarattığı insanlar O’nun Rahmân isminin tecellisiyle merhamet sahibi olabilir ama bu damla ile deniz arasındaki benzerlik gibidir. O yüzden “Yarattıkları arasında hiç kimse O’na denk, O’nun gibi Rahmân olamaz.” demektir.

İnsanda tecelli eden Alîm, Basîr, Semî’, Hakîm, Kadîr gibi bütün isimlerin de Rahmân ismi gibi olduğunu düşündüğümüzde, burada “lâ ilâhe” ifadesinde, ilâhe’nin yerine Allah’ın bütün isimlerini koyarak bir zikir çekebiliriz.

Ezberden çok anlama ve tefekküre dayanan bu zikre tevhid zikri diyoruz.595

Bu konuda kısa bir örnek verelim gerisini size bırakalım.

Lâ Rahmâne İllallah (Allah’tan başka Rahmân yok), Lâ Alîme illallah, Lâ Basîre İllallah, Lâ Kadîre illallah, Lâ Kerîme illallah, Lâ Azîze illallah, Lâ Kebîre illallah….

9-16 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

KUR’AN’IN KISSALARI ANLATMASINDAKİ ÖNCELİKLİ SEBEP

Bu sûrede 9-99 âyetler arasında Hz. Musa’nın kıssasını göreceğiz. İniş sırasından yaptığımız okumada daha önce bu kıssayı uzun şekliyle (103-171 âyetler arasında) A’râf sûresinde görmüştük. Yine iniş sırasından yaptığımız okumada Kur’an’da kıssaların uzun bir şekilde anlatılmaya başladığı ilk sûre olan Kamer sûresinde “Kur’an’ın Geçmiş Kavimlere Ait Kıssaları Anlatmasının En Önemli Sebebi Nedir?” başlığı altında, kıssaların anlatılma sebebine değinmiştik. Burada mümkün olduğu kadar orada anlattıklarımızı tekrar etmeden sadece işaret etmekle yetineceğiz.

Burada bir hususa dikkat çekmek istiyoruz. Bu sûrede ve bundan sonraki sûrelerde, Hz. Musa ile ilgili kıssalar yine gelecek ve o kıssalarda bir şey dikkatimizi çekecek. Kur’an bütün peygamber kıssalarında olduğu gibi onların hayatlarını belli bir kronoloji takip ederek anlatmıyor. İniş sürecinde ilk muhatapların neyi duymaya ihtiyacı varsa onu anlatıyor.

Böyle olduğu için de Peygamber Efendimiz bu kıssaların tamamını baştan bilmediği için, her seferinde kendisine bildirilen kadar anlatıyor. Bu da onun peygamberliğinin en güçlü şahitlerinden biri oluyor. Bu durum, aynı zamanda Kur’an’da bu kıssaların anlatılmasında en önemli sebeplerden biri oluyor. Bu konuyu hatırlattıktan sonra kıssanın tefsirine geçebiliriz.

9. Âyet: Cevabı Bilinen Retorik Soru

Retorik etkili söz söyleme sanatı demek. Retorik soru da bu sanatın bir parçası oluyor. Bu âyette böyle bir soru görüyoruz. Bu tür sorularda soru öğrenmek için sorulmuyor. Hele soran Allah olunca, onun öğrenmek için sorması asla düşünülemez. Bu yöntem eğitimde bir teknik. Bu teknik üzerinden önceden bilinen bir konuda yeni bir bölüme geçiliyor. Muhatabın zihni önceki bölümlerin hatırlatılmasıyla yeni bölümlere hazırlanıyor.

Bu soruya günümüz açısından bakarsak, bu soru, bu konuda hiç haberi olmayan Müslümanlara gerçek bir soru olarak sorulabilir. Çünkü, Kur’an’da geçen Musa-Firavun kıssası her asırda güncel olan, bu yönüyle her asra çok sayıda mesaj veren bir kıssa.

10. Âyet: Şahitik Eden Âyetler

Âyetin bu bölümünü, kısa ve uzun olarak önceki sûrelerde anlatılan Hz. Musa kıssasında görmedik. Burada ilk kez ifade ediliyor. Bu da bu bölümün girişinde ifade ettiğimiz gibi, peygamberimizin daha önce hiç duymadığı, bilmediği bir konudan haberdar olup anlatması yönüyle, bu âyet de birçok âyet gibi Kur’an’ın insan sözü olamayacağına ve peygamberimizin Allah’ın elçisi olduğuna şahitlik ediyor.

Âyetin İşârî596 Manası

Âyetin ilk okumada anlaşılan zahiri manasını mealin parantez içi açıklamalarında verdik. Verdiğimiz bu anlama “birinci derece anlam” diyoruz. Bir de ikinci dereceden işârî tefsir başlığı altında öne çıkarılan anlamlar var. Burada o anlamların birine değinmek istiyoruz.

Burada şunu bir kere daha ifade edelim. Hiçbir işârî tefsir, bağlayıcı değildir. Sadece tefekkür dünyamızı zenginleştiren, âyetin mesajına derinlik kazandıran yorumlardır.

11-14. Âyet: Âyetlerde İlginç Noktalar

Bu âyetlerin tefsirine geçmeden önce bu âyetler, başka âyetlerde bulunmayan bazı noktalara, âyetlerdeki geliş sırasına göre dikkat çekeceğiz.

Bu ilginç noktalara dikkat çektikten sonra, âyetlere bakalım.

11. Âyet: Şura sûresi 51. âyette Allah’ın peygamberleriyle konuşma şekli anlatılırken, orada ikinci konuşma şekli olarak ifade edilen perde gerisinden konuşma örneğini bu âyetlerde görüyoruz.

Burada perdeden kasıt, etrafımızı kuşatan “sebepler”. Bu konuşmada Allah (cc) genelde Peygamberlerle konuşmasında aracı olan Cebrail’i aradan çıkarıyor. O aradayken yapılan konuşmalarda genelde Cebrail, Allah’tan üçüncü tekil şahıs; O dili ile bahsediyor. Allah’ın (cc) peygamberlerle iletişimi genelde bu dil üzerinden olduğu için Kur’an’da bu dilin baskın olduğunu görüyoruz. Buradaki âyetlerde gördüğümüz “ben” dili Kur’an’da en az kullanılan dil oluyor.

12. Âyet: Âyette Geçen Üç İfadeye Bakalım.

Birinci ifade: “Ben Senin Rabbinim”

Bu ifadeyi Türkçeleştirirsek, “Ben seni terbiye edenim” olur. Bu ifadeyi açarsak, burada 6. 7. âyetlerin açıklamasında dikkat çektiğimiz vurguya benzer bir vurgu var. Bir saniyeden bile kısa zamanda okuduğumuz bu cümle, dünya büyüklüğünde anlamı içinde barındıran bir ifade.

Bu ifadeye bilimlerin bugün geldiği yerden bakarsak, “Ben seni terbiye ettim.” demek, “Ey insan! Senin Hipofiz, Tiroid, Paratiroid, Böbrek üstü, Epifiz, Timus, Mide bezi gibi ne kadar bezin600 varsa onları, o işi yapabilecek şeklide terbiye ettim.” demektir. Bu örneği, vücutta görevi olan her parça üzerinden genişlettiğimizde, (hücreler dahil) trilyonlarca parçamızın terbiye edildiğini görürüz.

Terbiyedeki bu anlam genişliğine dikkat çektikten sonra, bu âyette öne çıkan anlama gelirsek, bu ifade burada kişiye özel “Ben seni yaratan, seni terbiye eden, sana senden daha yakın olan, seni seven, sana değer veren, sana olan sevgisini göstermek için sayısız nimet veren Rabbinim.” gibi bir anlamla öne çıkıyor… (Allahü a’lem)

İkinci ifade: “Pabuçlarını Çıkar”

Bu ifade bir deyim. Deyim olarak anlamını âyetin mealinde parantez içi açıklamalarda verdik.

Üçüncü ifade: “Kutsal Vadi”

Kutsal anlamına gelen mukaddes kelimesi, Kur’an’da “mukaddes” formuyla üç defa geçiyor,601 üçü de Hz. Musa ile ilgili âyetlerde geçiyor. Bu âyetlerde kastedilen “mukaddes”ler Tuva Vadisi ve İsrâiloğullarına vaad edilen topraklar (arz-ı mevûd)602 oluyor.

İniş sırasından yaptığımız okumada “mukaddes” kelimesi ilk olarak burada geçtiği ve halk arasında da çok fazla kullanıldığı için burada bir açıklama yapmakta fayda görüyoruz. Kutsal/mukaddes kelimesi Arapça temiz, pak anlamına gelen kds kökünden geliyor. Kur’an ölçülerinde, kutsal, kutsallığı kendinden olan ve dış bir sebebe bağlı olan şeklinde ikiye ayrılıyor.

Kutsallığı kendinden olan sadece Allah oluyor. Öyle olduğu için de yine aynı kökten gelen Kuddus ismi Allah’ın sıfatı oluyor.

Bir de kutsallığı Allah’ın verdiği değere bağlı olanlar var. Kâbe, Peygamber, Kitap (vahiy) gibi…

Bu yaptığımıza kutsalın tanımı der ve bu âyetteki vadiye bu açıdan bakarsak, bu vadi (toprak parçası) üzerinde böyle bir olay gerçekleşmeden önce sıradan bir yerdi. Orayı kutsal (değerli) yapan üzerinde bu hadisenin orada yaşanması oldu.

Bu açıdan bakarsak, kutsallığını Allah’ın verdiği değerden alan her şeyin bize şöyle bir mesajı oluyor: Bizi kutsal yapan fiziki (maddi) tarafımız değil, manevî tarafımız. Manevîyatın olmadığı yerde kutsalın içi boşalır. Taşın toprağın kutsallığı öne çıkar. O yüzden, kutsalla ilişkinizde manevîyatı her zaman önde tutun.

13. Âyet: Hz. Musa’nın Seçilmesindeki Hikmet

Yukarıda burada âyetlerde öne çıkan ilginç noktalardan bahsederken “Ben seni seçtim” anlamına gelen “enâ-ḣtertuke” ifadesinin Kur’an’da sadece burada ve Hz. Musa için kullanıldığını dikkat çektik.

Ulaşabildiğimiz ne kadar tefsir ve meal varsa, onlarda bu ayrıntıya işaret edilmediğini gördük. Hikmetini düşündüğümüzde şunu fark ettik. Allah’ın (cc) sadece bu âyette Hz. Musa için kullandığı bu ifade, seçilen şeyin ona ait bir özellik nedeniyle seçildiğine işaret ediyor.

Bu işareti dikkate aldığımızda, Hz. Musa’da seçilen diğer peygamberlerde olmayan, sadece ona ait bir özellik olarak peygamberlik öncesi istemeden bir insanın ölümüne sebep olmasını görüyoruz. (Allahü a’lem)

Kasas sûresi 15. âyette geçen bu konunun hikmetine A’râf sûresinde (107-109) değinmiştik, oraya bakılabilir.

14. Âyet: Geldik En Önemli Noktaya

Bu noktada en önemli soru şu: Kur’an 9-14 arası âyetleri bize neden anlatıyor? Bu âyetlerde Allah-Hz. Musa diyalogu anlatılıyor. Bu diyalogun özünde Allah’ın kuluna vahiy verirken öne çıkan bir yakınlık var. 12. âyette geçen “Ben Senin Rabbinim”, bu âyette geçen “Ben Allah’ım” ifadeleri bu yakınlığa işaret ediyor. Bu yakınlıkta, Hz. Musa (as) bir kul olarak Allah’ı görmeden O’na ne kadar yakın olabilirse, o kadar yakın oluyor.

Bu yakınlık manevî bir yakınlık. Vahyi alan, vahye göre yaşayan, kendini vahye göre inşa eden peygamberler bu yakınlığın imtihan dünyasında olabilecek en uç noktasında bulunuyorlar.

O noktadan bize şu mesajı veriyorlar. Size tebliği ettiğimiz vahyin öncelikli görevi, Allah-kul diyalogunda, kulu Allah’a yaklaştırmaktır. Sizler de kendi çapınızda Allah’a yaklaşabilirsiniz. Bunun için ilk yapacağınız şey “pabuçlarınızı çıkarmak” olacak. “Haydi pabuçlarınızı çıkarın” ve Allah’ın razı olmadığı her şeyden uzaklaşarak işe başlayın.

Pabuçları Çıkarıp Namaz Kılmak

Bu âyette geçen “Ben Allah’ım, Bana kulluk et, (bana kulluk için) namaz kıl” ifadelerinde “ben” dili hakim.603 Kur’an’da ben dilinin öne çıktığı âyetlerde, aradaki bütün vasıtalar çıkar, bunun en net göstergesi ibadetlerdir; ibadetler içinde de namazdır. Namazda okuduğumuz Fatihalarda geçen “iyyakena’budu(Sadece sana kulluk ederim)” ifadesi Allah’ın kullandığı “ben” diline kulun verdiği karşılıktır. Kul “iyyakena’budu” dediğinde şunu demiş olur, “Allah’ım ben senden başka ilah olamayacağına iman ediyor, o yüzden de sadece ve sadece sana kulluk ediyorum.”

Bu değerlendirmeden sonra pabuçlarla namaz arasındaki ilişkiye dikkat çekerek konuyu bağlayalım. Biz her namaz öncesi pabuçlarımızı çıkarır ve Allah’ın huzuruna geliriz. Yani sembolik olarak dünyadan uzaklaşır, Allah’a yaklaşırız.

Özetlersek, 11-14 arası âyetlerde “pabuç, kelime-i tevhid, ibadet ve namaz” arasında çok önemli bağlantılara işaret ediliyor. Biz kapıyı açtık gerisini okuyucuya bırakıyoruz.

Kur’an’ın Anlatma Yöntemi Üzerine Bir Hatırlatma

Kur’an’da konular arasında keskin geçişler vardır. Bunun bir örneğini bu âyetlerde görüyoruz. 11-14 arası âyetlerde konu tevhid bağlamında akarken, hemen kıyamete geçildi. Bu geçişte muhatap Hz. Musa olmasaydı, âyetleri bağlamdan ayrı değerlendirebilirdik, ama 15. ve 16. âyetlerde muhatap yine Hz. Musa. Bu durum, arasında bağlantı yok gibi görünen âyetler arasında bağlantıyı bulma işini bize bırakıyor. Buna “iş” diyoruz çünkü Kur’an’ın konuları anlatma yönteminde, konunun ana çerçevesini ortaya koyup ipuçlarını verdikten sonra boşlukları doldurma işini okuyucuya bırakma gibi bir özelliği var.

Yönteme dair bu açıklamadan sonra, âyetler arsındaki bağlantıyı kurma “iş”ine başlayalım.

15. Âyet: Dünya İmtihan Dünyası

Dünyadaki imtihanı okuldaki imtihandan ayıran en büyük özellik bitiş saatinin belli olmaması. Okuldaki imtihanlar yarım saat veya bir saat sonra bitebilir ama dünyadaki imtihanımız, bugün, yarın, 10 yıl veya 30 yıl sonra da bitebilir. İmtihanın bitişindeki bu kapalılık, bize şu mesajı veriyor: “Küçük kıyamet olan ecel de büyük kıyamet olan son saat de her an gelebilir. O yüzden her anın son anın olabilir. Madem öyle, ibadetlerini aksatma, her gününü son gün, her namazını son namazın olarak bil…”

Evet, ecelde ve kıyametteki kapalılığın en önemli hikmetlerinden biri, bizi sürekli ahiret gitme ve Allah’ın huzuruna çıkma noktasında “hazır ol” kıvamına getirmektir. Beş vakit kılınan namazın en büyük faydalarından biri de bizi “hazır ol” kıvamında sabitlemesidir.

16. Âyet: Çoğunluk Seni Etkilemesin

Kur’an’da muhtelif âyetlerde imtihan dünyasında çoğunluğun iman etmeyeceğine, yani ölüm ve kıyamet gerçeğini unutup ahireti yok sayarak yaşayacağına işaret ediliyor.

Âyet, Hz. Musa özelinden, onun gibi iman eden bütün müminlere şu mesajı veriyor: “Çoğunluğun hevasına uyup, Allah’ı ve ahireti unutarak yaşaması sizi etkilemesin. Onların etkisinde kalırsanız, onların yaşadığı sonu yaşarsınız. Etkilenen değil, etkileyen olun.”

Âyette Hitap Hz. Musa’ya

Bu âyette dikkatimizi çekmesi gereken önemli bir nokta var. Âyette geçen “Sakın seni ona inanmaktan vazgeçirmesin; Yoksa helâk olur gidersin.” hitabında muhatap, Allah’ın peygamberi olan Hz. Musa.

Burada soru şu, “Peygamberin bile vazgeçme ihtimali var mı?” Kur’an’a göre var. Kur’an peygamberleri “melekvari” olağanüstü insanlar olarak sunmuyor. Onları bize beşer olarak tanıtıyor ve dolaylı olarak bize şu mesajı veriyor: Onların bile ayaklarının kayma ihtimali olan bu dünyada, hiçbir insanın garantisi yoktur. Ayağınızın kaymaması için, her günü son gün bilerek, her namazı son namaz olarak kılmaya devam edin.

Namaz Konusunda Bir Hatırlatma

Bu bölümde 14. âyette namaz ibadeti geçiyor. Bu vesile ile şunu bir kere daha hatırlatalım; ilk Peygamberden son peygambere kadar her peygamber İslam peygamberidir, onlara iman eden her insan Müslümandır ve her peygamberin ümmetine namaz farz olan bir ibadettir.604

Bu âyette geçen namaz bugün bizim kıldığımız (içinde âyet ve dua okuduğumuz) beş vakit namaz gibi olmasa da özü itibarıyla (kıyam ve secdesiyle) bizim namazlarımıza benzeyen bir namazdır.

Burada, bir soruyla bir noktaya daha dikkat çekelim. Hz. Musa namaz ibadetini biliyor muydu? Onun Hz. Şuayb’ın damadı olduğunu, on yıl ondan manevî eğitim aldığını dikkate aldığımızda, namaz Hz. Musa’nın bildiği bir ibadetti diyebiliriz.

17-23 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

17-23. Âyet: Âyetler Hakkında Kısa Değerlendirmeler

Bu Kıssanın Önceki Bölümlerden Farkı

Bundan önce Hz. Musa kıssasını uzun haliyle ilk olarak A’râf (103-171) sûresinde gördük. Bu sûrede orada anlatılan ve anlatılmayan şeyleri görüyoruz. Orada anlatılmayıp, burada anlatılan her şeyin Peygamberimizin peygamberliğine şahitlik yaptığını yukarıda ifade etmiştik. Onun burada altını bir kere daha çizmek istiyoruz. A’râf sûresinde Firavuna gidildiğinde âsave beyaz el mucizelerinin ona gösterilmesi anlatılırken, bu âyetlerde oraya gitmeden önce Hz. Musa’ya Allah’ın bu mucizeleri göstermesinden bahsediliyor. Bu da bize şunu gösteriyor: Peygamberimiz geçmişte hiç bilmediği bu kıssaları, Kur’an anlattıkça öğreniyor. Eğer bilseydi, önce olanı önce anlatırdı.

Önceki kıssalarda görmediğimiz her ayrıntı, bir kere daha Kur’an insan sözü olamaz gerçeğine şahitlik ediyor.

17. Âyet: Allah’ın Cevabını Bildiği Soruyu Sorması

Bu konuya yukarıda 9. âyetin tefsirini yaparken “Bilinen Retorik Soru” başlığı altında değindik.

18. Âyet: Mucizeler Peygamberler İçin Sürprizdir

Burada anlatılan mucizeye tanık olmadan önce Hz. Musa’ya “Elindeki asâ ile ilgili bir tahminde bulun” denilseydi, Hz. Musa o asânın o işleri yapabilecek hale gelebileceğini tahmin edemeyecekti.

Bu da şu iki şeyi gösteriyor:

Bu da bütün zamanlara şu mesajı veriyor: “Karşınızda size düşmanlık yapanlar, Firavun gibi güçlü olsalar bile, Allah dilerse, en zayıf görünen sebepler karşısında onları aciz bırakabilir. O yüzden elinizdeki küçük imkanları küçük görmeyin. Onların hakkını verin. Onların hakkını verdiğinizde, Allah size büyük imkanlar lütfedebilir.”

19-23 Âyet: Motivasyon İçin Oryantasyon

Oryantasyon işe yeni başlayanların, iş ile ilgili gereken tüm bilgileri edinmesi ve kısa sürede işe adapte olması için verilen bir eğitimdir. Bu eğitimin amacı, kişiyi yapılacak işe motive etmektir.

Bu âyetlerde de Hz. Musa’nın Firavuna gitmeden önce oryantasyon eğitiminden geçtiğini görüyoruz. Bu da bize şunu gösteriyor, her şeye gücü yeten, her mucizeyi yaratmaya kadir olan Allah, dünyadaki sebepleri atlamıyor. Muhatabının insan olduğunu, öğrenmesinin bir sürece bağlı olduğunu, görev öncesi göreve hazırlanması gerektiğini biliyor ve bunun üzerinden de bize şu mesajı veriyor: “‘Arkamızda Allah var.’ diye sebepleri ihmal etmeyin. Peygamberin bile görev öncesi eğitimden geçtiğini dikkate alarak, siz de bir görevde başarılı olmak için gereken bütün sebepleri yerine getirme noktasında azami gayret gösterin.”

Sadece Mucize Verilmedi, Ondan Daha Önemli Olan Vahiy Verildi

Burada yazdıklarımızın, daha önce Tefsir Usulümüzde (13) Mucize yasasında ve Meryem Sûresinde (16. âyetin öncesinde) İsa-Meryem kıssasının girişinde mucize için yaptığımız tamamlayıcı açıklamalarla birlikte okunmasında fayda var.

Hz. Musa kıssasına mucizeler öne çıkıyor ama işin aslı öyle değil. Kur’an burada da çerçeveyi çiziyor işin detaylarını anlatmayı bize bırakıyor. Bu sûrenin 13. âyetinde Hz. Musa’ya mucize verilmeden önce vahyin bilgisinin verildiğini görüyoruz. Yine bu sûrenin 49-56 arası âyetlerinde Hz. Musa’nın aldığı vahiy eğitimi sonrasında Firavun karşısında bilgi silahını nasıl etkili bir şekilde kullandığına şahit oluyor. Bunları görünce şunu diyoruz, daha önce ifade ettiğimiz gibi mucizeler, dikkatleri vahiy kaynaklı bilgiye çekmek için anlık flaş veya şimşek etkisi gösteriyor. Vahiy bilgisini insanlara ulaştırmaya asıl amaç dersek, mucizeler o amaca giderken araç oluyor.

Ayrıca Allah’ın Hz. Musa aracılığı ile Firavuna ve İsrâiloğullarına gösterdiği birçok mucize bize dolaylı olarak “Mucizelerden çok şey beklemeyenin.” mesajını da veriyor.605

24-36 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

24. Âyet: Üç Defa Tekrar Edilen “Firavuna Gidin” Emri

Bu emrin birincisini bu âyette, ikincisini ve üçüncüsünü 43 ve 47. âyetlerde görüyoruz. Bu emirlerin tekrarı, haşa Hz. Musa’nın gitmek istemeyişinden değil, gitmeye kendini hazırlama gayreti nedeniyle oluyor.

Bu arada, daha önce Meryem sûresinde Allah’ın Hz. Zekeriya ve Meryem ile diyalogunda onların alamet istemelerinde; Allah-insan diyalogunda Allah’ın kullarına karşı ne kadar hoşgörülü olduğu görmüştük.

Burada da benzer bir durum var. Allah (cc) şöyle demiyor: “Ben sana git dedim, daha niye uzatıyorsun.” demiyor. Aksine her seferinde kulunu dinliyor. Ona kendini rahatça ifade etme imkanı sunuyor. Dolaylı olarak “Allah emretti hemen yapmam gerekir deme, o emri yerine getirmek için kendini hazırla.” mesajı veriyor.

Bu mesaj günümüzde, manevî eğitimde üst ast ilişkisinde olan herkese de önemli mesajlar veriyor. Onlardan biri şu: Allah’ın bile böyle davrandığı bir durumda, insanlara kendilerini rahatça ifade etme imkanı sunmak ilk yapacağınız şeylerden biri olsun.

25-36. Âyet: Fiili Duadan Sonra Kavli Dua

Hz. Musa Allah’tan vahiy alıyor, mucizelerle destekleneceğini gözüyle görüyor. Bunların ardından “Ben hazırım hemen gideyim.” demiyor. Fiili dua anlamında elindeki imkanlar ne kadar büyük olursa olsun, kavli dua ile Allah’tan yardım istiyor. Kavli duanın birinci bölümü içe yönelik. Bu bölümde, Hz. Musa yaptığı duada Allah’tan yüreğine genişlik vermesini, böylece kendisine verilen göreve manen hazır olmayı istiyor. İkinci bölümde kendi dışında bir isteği var. Bu istek, kardeşi Harun’un ona yardımcı olması.606

DUANIN DETAYLARI

Dua konusunda, Tefsir Usulümüzde (28) Dua Yasasında yazdıklarımıza ilaveten burada çok kısa tespitler yapalım.

Duanın Mantığı

Duada Allah’ın bu dünya için koyduğu yasaları (sünnetullahı) bilmek gerekir. Bu yasalara göre Allah (cc) kulun, ona verdiği fiziki imkanlarla yapabileceği işleri ona bırakıyor.

Bu noktada bir örnek verelim, Varsayalım sizin üç kızınız var. Biri iki yaşında biri 12 yaşında, biri de 22 yaşında. Bunlar ayrı ayrı vakitlerde sizden yemek istiyorlar. Onların eğitimini düşünen, onların ellerindeki imkanları kullanarak kendilerini geliştirmelerini isteyen biri olarak yapmanız gereken makul ve mantıklı davranış nedir? Birinciye yemek yedirmek, ikinciye “Yemek masada hazır sen kendin ye.” demek, üçüncüye de “Malzemeler mutfakta, yemeğini sen kendin hazırla.” demektir.

İşte bizim istekler karşısında yardımda izlediğimiz yol, genelde Allah’ın dualarımızdaki isteklerimize cevap vermede izlediği yoldur.

Günümüz Müslümanlarının en büyük problemlerinden biri bugün dünyada var olan 1,5 milyar Müslümanın, Allah’ın verdiği imkanları kullanarak bir ve beraber olarak yapabilecekleri işleri Allah’tan istemeleridir. Yani Allah’tan kendilerine iki yaşındaki çocuk muamelesi yapılmasını beklemeleridir.

Burada Hz. Musa’nın duasında kendi eliyle gerçekleştiremeyeceği şeyleri Rabbinden istediğini görüyoruz. Bunların başında da insanın iç dünyasını anlatmada sembol olarak kullanılan yürek (sadr, kalp, akıl, duygular) geliyor. O yüzden peygamber Efendimizin en fazla yaptığı dualardan biri şu oluyor. “Allahümme sebbit kalbî alâdinik”

Bu duayı anlam genişliğini dikkate aldığımızda şöyle anlayabiliriz: “Ey Allah’ım! (Aklıma zarf olan ve tercihlerimde beni yönlendiren, duygularımı, aklımı yüreğimi) Kalbimi607(bana razı olduğun hayatı öğreten) dinin üzere sabit kıl.”

Dua İçeriği: İşimi Kolaylaştır

Bu duaya önce geniş açıdan bakalım. İnsanlık tarihinde bundan bin yıl önce insan emeği ile çok zor yapılan işler, bugün insanın o işler üzerinde araştırması, düşünmesi ve bulması sonucunda çok kolay yapılabilir hale geldi. Bu nasıl oldu? “Akla gelen fikirlerle” oldu. Biz bu âlemde her şeyin Allah’ın dilemesine bağlı olduğuna iman eden müminler olarak, düşünme araştırma gibi fiili duayı yaparken akla gelen her güzel fikrin Allah’tan olduğuna iman ediyoruz. O yüzden de işimizi kolaylaştırmasını Allah’tan istiyoruz.

Konuya Hz. Musa ve kendi dualarımız açısından bakarsak, biz insanlar olarak iç dünyamızı tam olarak kontrolde aciz kalıyoruz. Bunun sonucu olarak, istediğimiz her şey o an aklımıza gelemeyebiliyor, unutmalar, yanılmalar ve duygusal kırılmalar yaşayabiliyoruz.

Aciz kaldığımız bu ve benzeri işler için de Allah’tan yardım diliyoruz.

Duanın İçeriği: Dilimdeki Bağı Çöz

Bazı kaynaklarda Hz. Musa’nın dilinde, dudağında fiziki sorun veya kekemelik gibi bir nedenle bu şekilde dua ettiğini görüyoruz. Bu konuda ilk bilmemiz gereken şeylerden biri şu: Bunlara bir insanın kendini ifade etme noktasında yaşadığı zorluk dersek, bu zorluk o insanın kendi elinde değil, o yüzden manevî anlamda bir hata ve kusur da değil.

İkinci bilmemiz gereken şey: Peygamberlik demek, Allah’tan gelen vahyi tebliğ etmek demektir. Bu görevinin en önemli tarafı, tebliğ olunca Allah’ın gönderdiği peygamberin fiziki olarak kendini ifade etme zorluğu yaşayan biri olması, görevin amacına uygun olmaz.

Bu tespiti yaptıktan sonra burada soru şu: Hz. Musa bu duayı niçin yaptı? Hz. Musa her insanın yaşayabileceği korku ve endişeleri yaşadı. Hatta Allah tarafından da bu sürecin başından beri “korkma” diyerek, yapılan açıklamalar sakinleştirildi. Hz. Musa’nın karşısında, iktidarını korumak için geçmişte binlerce bebeğin katili olan, iktidarını korumak için her türlü zulmü yapmayı kendine hak gören zalim bir diktatör vardı. Onun tarafından yalanlanmaktan, geçmişte istemeden öldürdüğü insanın yakınları ile karşı karşıya gelmekten, bu konuda suçlanmaktan, bunlar nedeniyle içinde bir daralma, sıkılma yaşamaktan ve bunlara bağlı olarak Allah’tan kendisine verilen görevi hakkıyla yapamamanın korku ve endişesini yaşıyordu. O yüzden sadece bu sûrede, verilen görevin farklı aşamalarında (21. 46. ve 68. âyetlerde) üç defa “Korkma” diyerek sakinleştiriliyor.

Ayrıca Hz. Musa üzerinden gelecekte peygamberlerin mesajını insanlara götürecek irşat erlerine, korkmanın normal olduğu, onun esiri olmadan onun aşılabileceği uygulamalı olarak anlatılıyor.

Duanın İçeriği: “Birini Yardımcı Yap”

Yukarıda bahsettiğimiz korku ve endişelere bağlı olarak bir insanın kendini ifade etme zorluğu yaşaması normal. Bu normal olunca, bu durumlarda kendini iyi hissetmesi, görevi yaparken ortaya çıkabilecek eksikleri hatırlatması ve takviye etmesi açısından bir yardımcı her zaman iyidir.

Burada bütün zamanlarda irşat ve tebliğ yapanlara bir mesaj var: Dünyanın bin bir türlü hali var. Sizin de benzeri durumlarda yardımcılarınız olsun.

Duanın İçeriği: Yüceliği İlan Etmek

Bu ifadede Hz. Musa’nın istediği her şeyi niçin istediğini görüyoruz; istenen her şey, Allah’ın rızasını kazanma, bu uğurda O’nu, O’na ait yüce sıfatlarla tanıma ve tanıtma, anma ve anlatma gibi büyük ve değerli bir gaye uğruna yapılıyor.

Bu gayenin ortaya konması, aynı zamanda “Allah’ım ben ne yaparsam yapayım, senden ne istersem isteyeyim, senin rızanı kazanmak için isterim.” gibi bir niyet beyanı da oluyor. Niyetin böyle olması, duaların kabulünde en büyük vesile oluyor.

Duanın İçeriği: “Sen Bizi Görmektesin”

Dua hali, insanda ihsan şuurunun yani kişi Allah’ı görmese bile, Allah’ın O’nu her an gördüğüne, her dediğini duyduğuna ve her halini bildiğine iman etmek gibi büyük bir farkındalıktır. Zaten böyle iman etmese, yani kendini duyan, gören biri olmasa neden dua etsin? Hz. Musa duasında “Sen bizi görmektesin” ifadesiyle bu farkındalığı da ifade ediyor.

Burada hedef, dua anlarında yaşanan bu halin, her vakte taşınması, her vaktin bu halle yaşanmasıdır.

37-41 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Film ve Dizi Tekniği: Flashback-Flasforward608

Filmlerde, filme devam ederken, oyuncuların içinde bulundukları zamandan geçmişe (flashback) ve geleceğe (flasforward) doğru gitmeler oluyor. Bunun benzerini Kur’an’da iki şekilde görüyoruz.

Birincisi: Bu âyetlerin indiği asırda Kur’an ilk muhataplarının yaşadığı zamana şimdiki zaman dersek, Kur’an peygamber kıssaları üzerinden çok sayıda flashback örnekleri sergilerken, kıyamet, ahiret; cennet-cehennem üzerinden de çok sayıda flasforward örneği sergiliyor.

İkincisi: Bu âyette olduğu gibi Kur’an’ın anlattığı peygamber kıssalarında da benzer örnekleri görüyoruz.

Bu kıssada şimdiki zaman Hz. Musa’nın dua ettiği zaman olurken, 37. âyetle birlikte bir flashback yapılıyor ve geçmişe gidiliyor ve 41. âyetle tekrar şimdiki zamana geliniyor.

ÂYETLERİN KISA DEĞERLENDİRMESİ

37. Âyet: İstemediğin Bile Sana Verildi

36. âyet “İstediğin sana verildi.” cümlesiyle bitiyor. 37. âyette de Hz. Musa’ya bebekliği hatırlatılıyor ve o hatırlatma üzerinden dolaylı olarak “Sen istemediğin, isteyecek durumda olmadığın halde bile Rabbin sana ihtiyacın olanı verdi” deniliyor.

37. âyet ve devamı ile Hz. Musa’ya “Geçmişte sana lütufta bulunan Allah, gelecekte de bulanacaktır. Geçmişin gelecek lütufların şahididir.” mesajı veriliyor.

Motivasyona Devam

İlk olarak Firavuna gidin emri, 24. âyette verilmişti. Arada bu emir iki defa daha veriliyor ve nihâyet 44. âyette Firavuna gidiliyor.

Burada 24-44 arası âyetlerin tamamı motivasyon; yani Hz. Musa’yı göreve hazırlama; onun kalbinin mutmain olması, aldığı peygamberlik görevini içselleştirmesi ve göreve hazır hale gelmesine yönelik gelen âyetler.

Bunlar bize şunu gösteriyor: Dilediğini yapmaya kadir olan Allah sebepler dünyasında sebepleri atlamıyor. Bunun üzerinden bize şu mesajı veriyor: Allah yolunda olmanız, Allah’ın arkanızda olması, size “Allah nasıl olsa bize yardım eder dedirtmesin.” Sebepleri yerine getirme noktasında elinizdeki bütün imkanları kullanın.

38-40. Âyet: İniş Sırasında Peygamberimizden İlk Kez Duyuyoruz

Kıssanın bu bölümünü (38-40), bundan önce geçen bölümlerde (Araf 103-171) okumadık. Neden? Çünkü, peygamberimize bildirilmemişti.

Kur’an’da bu konuda onlarca örnek var; Peygamber Efendimiz daha önce anlattığı olaylara ait detayları, olayı ilk anlattığında değil, sonra anlatıyor. Bu detaylardan bahseden âyetler, her seferinde onun Allah’ın resulü olduğuna şahitlik ediyor.

Hz. Musa kıssasının burada anlatılan (38-40) bölümünü Kasas sûresinde (7-13) yeni detaylarla birlikte göreceğiz.

NOT: Kıssanın bu bölümü daha detaylı olarak Kasas sûresinde anlatıldığı için buradaki açıklamalarımızı kısa tutacağız.

Ortam Okuması: Firavunun Rüyası

Bu âyetlerin inmesinden çok önce İsrâiloğulları ataları Hz. İbrahim, İshak, Yakub ve Yusuf vesilesiyle Mısır’a yerleşmişlerdi. Aradan geçen uzun yılların sonunda Mısır’da Firavunlar609 değişmiş, Hz. Yusuf’un zamanındaki ılımlı Firavun (Reyyân b. Velîd) gitmiş, iktidarını korumak için her şeyi göze alan cani, katil, acımasız bir Firavun (2. Ramses) gelmişti.

Bu Firavun bir gün rüya görüyor. Rüyası müneccimler tarafından yorumlanıyor. Yoruma göre İsrâiloğullarından dünyaya gelecek bir çocuğun onu tahtından edeceği söyleniyor. Bunun üzerine Firavun İsrâiloğullarında yeni doğacak bütün erkek çocuklarının öldürülmesini emrediyor.

Karşımızda iktidarını korumak için her yolu mubah gören bir canavar var.

Empati Yapalım ve Kendimizi Hz. Musa’nın Annesinin Yerine Koyalım

Hamilesiniz bu fark edildiğinde, hemen yakalanacaksınız ve belki o an belki doğumdan sonra çocuğunuz öldürülecek. Karşı çıkarsanız, sizin de öldürülme ihtimaliniz var. Böyle bir ortamda doğum yapacaksınız. “Ne yapayım, nasıl yapayım?” diye düşünürken, size vahiy geliyor ve “Çocuğunu bir sandık içinde nehre bırak.” deniliyor. Bir anne için ne kadar zor bir karar.

Peki Anne Bu Kararı Nasıl Verdi?

Bu konuda kesin bildiklerimiz, bilmediklerimiz ve tahminlerimiz var.

Kesin bildiğimiz Hz. Musa’nın annesi Yakobed’in peygamber olmadığı ve ona gelen vahyin peygamberlere gelen türden bir vahiy olmadığı, normal insanların içine doğan bilgi anlamında ilham olduğu. Burada bir tahmin yürütüyoruz, bir annenin çocuğunu nehre bırakması için, “bırak” diyene çok ciddi güvenmesi gerekiyor. Bu güvenin nasıl oluştuğunu tam olarak bilmiyoruz. Ama bu konuda aşağıdaki verilerden yola çıkarak tahminde bulunabiliyoruz.

Bu bilgilerden yola çıkarak, Hz. Musa’nın annesinin tek tanrı inancına sahip bir muvahhide olduğunu söyleyebiliriz. Burada tahminlerimizde bir adım daha ileri gidip şunu da söylemek mümkün.

Özet Geçilen Yerler: Birini Öldürme, Medyen ve Hz. Musa’nın Yazgısı

40. âyette Hz. Musa’nın istemeden birini öldürmesi ve Medyen’e gitmesinden de kısaca bahsediliyor. Ayrıca âyetin sonunda onun yazgısına (kaderine) işaret ediliyor. Bu konular geniş olarak Kasas sûresinde (15-28 arası âyetlerde) gelecek. O yüzden ilgili açıklamaları oraya bırakıyoruz.

Ortam Okuması: Hz. Musa’nın Ruh Hali

Bu bölüm, Hz. Musa’nın Tur dağında ateş görmesi (9), vahiy alması (13) ve Firavuna git emriyle (24) başladı. Bu arada Musa (as) mucizelere tanık oldu, dua etti duası kabul edildi. Bebeklik ve gençlik günleri hatırlatıldı.

Burada bebeklik günleri üzerinde durmak istiyoruz. Bu konuda da kesin bildiklerimiz ve tahminlerimiz var.

Kesin bildiğimiz Hz. Musa ergen olduğunda mutlaka nehirde bir sandık içinde bulunduğunu biliyordu. Ama kendisini o nehre kim bıraktı sorusunun cevabını biliyor muydu? Bundan emin değiliz. Kasas sûresinden öğreneceğimiz üzere annesi onunla sütten ayrılana kadar beraber olmuş olabilir. Sonrasında bir daha görememe ihtimali yüksek.

Yani dememiz o ki, Hz. Musa nehre bırakılış hikayesinin, baş tarafını ya kardeşi Harun’dan öğrendi ya da burada anlatılan âyetlerden öğrendi.

Bunu kesin bilemese de şunu da kesin biliyoruz. Hz. Musa (as) bütün bu anlatılanlardan, dünyaya geldiği günden beri ilahi bir koruma ve yönlendirme altında hareket ettiğini anladı. Başlangıçta yaşadığı korku ve endişeleri azaldı. Yüksek bir motivasyon ve özgüvenle göreve hazır hale geldi.

41. Âyet: Peygamberlerin Seçilmiş Olması Torpil mi?

Allah’ın Evrene ve İnsan Hayatına Müdahalesi Nasıl Oluyor?

Bu âyetin benzeri yukarıda 13. âyette de geçmişti. Oradaki ve buradaki “seçtim” kelimelerinin arasındaki farka orada değinmiştik, burada başlıktaki iki sorunun cevabını, aşağıda vermeye çalışalım.

Allah’ın Evrene Müdahalesi

Deizmin iddia ettiği gibi,610 Allah (cc) ilk yaratılışı gerçekleştiren sonra da bir kenara çekilip olanları seyreden bir ilah değildir. Aksine kişi ile kalbi arasına giren duygu ve düşüncede onu yönlendiren bir ilahtır.

Bu konuyu iki başlıkta açalım.

Birincisi: Allah’ın iradesiz varlıklara müdahalesi.

Bu konuya daha önce değinmiştik.611 Burada tamamlayıcı bilgi olarak şunları ifade edelim. İradesiz varlıklarda sanki müdahale yok, sanki Allah baştan kâinatı; kâinat içinde dünyayı (bitkileri, hayvanları, madenleri, güneşi, rüzgarı, bulutu, yağmuru) planlamış her şey o plana göre gidiyor gibi görünüyor.

Fakat daha dikkatli baktığımızda,

Sürekli bir gözetim ve müdahalenin varlığına işaret ediyor.

İkincisi: Allah’ın iradeli varlıklara; insan hayatına müdahalesi

Burada da bir müdahale var. Allah her insanın hayatına müdahale eder.612 Peygamberlerin hayatına daha fazla müdahale eder. Kur’an’da peygamber kıssalarının anlatılmasının bir sebebi de bu müdahalelerinin yani Allah’ın müdahale ile ilgili yasasının (sünnetullahın) nasıl işlediğini göstermek içindir.

Bu konuda Hz. Muhammed’in, Musa’nın ve Yusuf’un hayatları bu müdahalenin nasıl olduğunu göstermek için özellikle seçilmiş ve detaylarına inilmiş kıssalardır.

Örneğin Hz. Musa kıssasında onun annesi tarafından nehre bırakılması, Firavunun onu sarayına alması, onun sarayda yetişmesi, sonra Hz. Musa’nın istemeden bir adamı öldürmesi, Mısır’dan ayrılması, Medyen’de Hz. Şuayb’ın kızlarına yardım edince onunla tanışması, sonra Mısır’a dönmesi.

Bu örneklere “hayatın olağan akışında sebepleri vesile yaparak dolaylı müdahale” diyoruz, bir de peygamber eliyle gösterilen (hissi) mucizeler var; onların tamamı Allah’ın doğrudan müdahalesine örnektir.

Mucizeleri saymazsak, Allah’ın müdahalelerinde şöyle bir ölçü var.

Allah (cc) müdahalesini, insanı iyi ve güzel olan şeyleri yapmaya teşvik ederek, gerekli şartları hazırlayarak yapıyor. Bu da vahiy, ilham ve olaylara yön verme şeklinde oluyor. Bu müdahaleler gerçekleşirken hiç kimse şunu diyemiyor: Ben aslında bu yaptığımı yapmayacaktım ama göremediğim bir güç beni buna mecbur etti. Her müdahale imtihan dünyasının dekoruna uygun olarak, kulun iradesini yok saymadan, özgür tercih hakkını iptal etmeden, duyguda düşüncede mutmain olma, anlama, kavrama ve razı olma şeklinde oluyor.

Bu açıklamalardan sonra başlıktaki ilk sorunun cevabına gelelim.

Eğer Peygamberlerde görevleri için gereken liyakat olmasa, yani güvenilir olmayan insan peygamber seçilse, toplumda itibarı sıfır olan, çevresinde kötü örnek olan insanlara peygamberlik verilse, peygamberlerin hayatlarında zorluk olmasa, her işleri melekler tarafından yapılsa veya her işlerini mucize ile yapsalar, o zaman bir torpil düşünülebilir. Ama bunun böyle olmadığına Kur’an’da anlatılan peygamber hayatları ve Allah’ın böyle bir şeye izin vermeyen yasaları (sünnetullahı) şahittir.

42-56 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

42. 43 Âyet: Firavuna Gidin

Buraya kadar olan âyetlerde, Hz. Musa ve kardeşi kendilerine verilen görev için manen hazırlanıyorlar. Hazırlıklar tamam olduğunda “gidin” emri bir kere daha tekrarlanıyor.

Bu âyetlerle ilgili birkaç noktaya değinmek istiyoruz.

“Mucizelerimle gidin.”

Bizim burada mucizeler manası verdiğimiz kelimenin aslı âyet. Kur’an’da âyet kelimesi üç farklı şekilde kullanılıyor.613

Dipnotta yaptığımız açıklamalar dikkate alındığında Kur’an’da âyet kelimesinin geçtiği her yerde, kelimenin aynı zamanda mucize anlamına geldiğini de düşünebiliriz. 42. âyette kastedilen mucizeye gelince, burada öncelikle hissi mucizeleri (asa ve sağ el) anlıyoruz. Bunun yanında ona verilen vahiy bilgisini de anlamak mümkün.

“Beni anmayı ihmal etmeyin”

Allah’ı anmayı gerek Allah ismiyle gerek O’nun diğer güzel isimleriyle anma olarak anlayalım. Bütün anmalardan amaç varlık gayesini anlamak ve gayeye göre yaşamaktır.

Bu gayeye göre yaşamaya (sıratı mustakimde) doğru yolda gitme dersek, o yolda Allah’ın her yaptığımızı gördüğüne, bildiğine iman ettiğimiz, bu imana göre amel ettiğimiz her anımız Allah’ı anarak yaşamaktır.

Âyette geçen bu ifadeyi böyle anlayabiliriz.

“Çünkü o azdı/tağâ”

İniş sırasından yaptığımız tefsir çalışmasında ilk sûre olan Alak sûresinin tefsirinde 6. âyette geçen “İnsan Azar” ifadesine, “Kur’an’la Yolculukta “Tağâ/Azma” Kelimesine Dikkat” başlığı altında işaret etmiştik. Burada geçen ifade için oraya bakılmasını tavsiye ediyoruz.

44. Âyet: Önce Teknik Bilgi: Kur’an Aşkın ve İçkin Dilin Kullanımı

Bu konuya burada girmemizin sebebi, âyette Türkçe de belki, umulur ki anlamı verdiğimiz “lealle” edatının geçmesi. Burada cevabını arayacağımız soru şu: Allah (cc) geçmişi, geleceği; her şeyi bildiği halde, neden burada gelecekle ilgili “belki” ifadesi kullanıyor?

Cevap: Kur’an’da Allah (cc) Aşkın ve İçkin dil kullandığı için.

Bu cevabı bu iki dilin tanımını yaparak açalım.

Aşkın dil: Allah’ın özelliklerinde sınır yoktur. O her şeyi bilen, her şeye gücü yetendir. Buna makam dersek, Allah (cc) Kur’an’da bu makamda konuştuğunda aşkın dil kullanır. Bu dilde, “belki” ifadesinde olduğu gibi bilinmezlik ve belirsizlik yoktur. Kesinlik ve netlik vardır.

İçkin dil: Bu dil, Allah’ın sınırlı dünyada, her şeyi ile sınırlı olan insanla iletişimde kullandığı dildir. Buna da makam dersek, bu makamda Allah (cc) bizim sevimizde, bizim anlayacağımız dilden konuşur. Bizim seviyemizde, gelecek tam olarak bilinmez. Biz geleceği tahmin ederiz. Tahminlerimizde olma ve olmama ihtimali vardır.

Bu açıklamadan sonra sorunun cevabına gelirsek: Allah (cc), imtihan dünyasında, sınırlar içinde yaşayan bizlerin seviyesini dikkate aldığı için “belki” ifadesini kullanmıştır. Tersi olsaydı, yani âyet şöyle olsaydı “Yumuşak söz söyleyin, kesin aklını başına alır.” veya “kesinlikle aklını başına almaz.” Bu hikmete uygun düşmeyecekti.

Allah (cc) içkin dil üzerinden bizim düşünce dünyamızı inşa ediyor: Eylemlerimizin sonucunun garanti olmadığını, sonuçların olumlu veya olumsuz olabileceğini, o yüzden olumlu sonuçlar için elden geleni yapmayı, olumsuz sonuç olursa da hayal kırıklığına uğramamayı öğreten bir dil kullanıyor.

Burada verdiğimiz teknik bilgi, Kur’an’da benzer ifadeler için referansımız olacak.

Firavuna Bile Yumuşak Dil

Kur’an’da irşat ve tebliğ; İslam’a davet ile ilgili bütün âyetlere birtakım dersek, o takımda öne çıkan âyetler var. Bu âyetlerden ikisine önceki sûrelerde değindik.614 Onların üçüncüsünü bu âyette görüyoruz.

Bu âyet Hz. Musa’nın içinden geçen şu sorunun cevabı: “Firavun gibi azgın, cani, zalim birine gittiğimde nasıl bir dil kullanayım?”

Bu soru üzerinden bütün zamanlara verilen cevap şu: Firavunu ölçü alın, dünyanın neresinde olursa olsun, benzeri insanlara giderken benzer bir dil kullanarak işe başlayın. Buna işe başlama dili diyoruz. İşin devamında, durum değişebilir. Muhatap bu dil üzerinden iletişime devam ederse, aynı dilden iletişime devam edilir. Muhatap bu dile, şiddet kullanarak karşılık verirse orada duruma bakılır. Duruma bakılırken de Müslüman için genelde iki referans vardır. Mekke dönemi ve Medine dönemi.

Mekke döneminde Müslümanların Mekke müşriklerine kullandıkları dil, Hz. Musa’nın bu âyette Firavuna kullandığı (kavli leyyin) yumuşak dil idi. Onların sertleşmesine rağmen bu dil değiştirilmedi. O sertliğin dozu artınca da güçler dengesinin aleyhte olduğu yerde, sertliğe sertlikle cevap yerine hicret tercih edildi.

Medine döneminde yine yumuşak dil kullanıldı. Bu dil karşısında şiddetin ve savaşın dilini tercih edenlere anladıkları dilden cevap verildi. Fakat orada da amaç şiddetin ve savaşın dilini kalıcı hale getirmekten daha çok karşı tarafı durdurmak, caydırmak ve yumuşak dil üzerinden diyalogun devam edeceği barış masasına oturtmaktı. Ki Hudeybiye antlaşmasıyla da bu sonuç alındı.

Yumuşak Sözün Sonuçları: Belki…

44. âyette, belki den sonra “aklını başına alma ve çekinme” gibi iki ihtimal sayılıyor. Bunlara olumlu ihtimaller dersek, olumsuzlar sayılmıyor. Olumsuz ihtimallerin sayılmaması tamamen “optimist (iyimser) ol” demek değil. Olumsuzlukların sayılmaması olmayacağı anlamına da gelmiyor. Vahyin rehberliğinde hareket edildiğinde, Allah’ın hadiselerin akışına vereceği yöne işaret ediyor.

Bu yumuşak dilin sonucunda, zahirde sonuç değişmiyor, Firavun iman etmiyor, İsrâiloğulları Mısırdan hicret ediyor gibi görünse de müspet (olumlu) hareketin sonucunda,

45. 46. Âyet: Allah’ın Diyaloga Açık Olması

Yukarıda Allah’ın aşkın ve içkin dilinden bahsettik. Burada içkin dilin, yani imtihan dünyasında sebepler âleminde endişe ve korku yaşayan insana hitap ettiği dile ait örnekleri devam ediyor.

Hz. Musa 45. âyetteki endişeleri dile getirdiğinde Allah (cc) onu “Sana kaç kere arkanda ben varım, git’ diyeceğim. ‘Sana o kadar mucize verdim, o kadar açılama yaptım hâlâ endişe ediyorsun.” demiyor.

Neden? Çünkü “git” dediği insan sebepler açısından karınca kadar zayıf, onun karşısındaki insan fil gibi güçlü. Bu durum karıncaya fil ile güreş demek gibi şey. Böylesi bir durumda insanı tanıyan bilen Allah (cc) diyalogu kesmiyor, dilini sertleştirmiyor hikmet diliyle “Korkmayın, sizinle beraberim” diyerek kuluyla diyalogunu devam ettiriyor. Bu da bütün zamanlarda ast üst ilişkisinde görev veren kişilere hikmetli dersler veriyor.

47. 48. Âyet: Firavuna Sunulan Teklif Makuldü

9. âyetten buraya kadar, Firavun karşısında bir karınca kadar zayıf görünen Hz. Musa (as) Firavunla yapacağı bu konuşmaya hazırlandı. 47. âyette bu konuşmanın başladığını görüyoruz. Konuşmada Firavundan istenen şey İsrâiloğullarını göndermesi. Bu taleple dolaylı olarak şu mesaj verilmiş oluyor: “Seninle savaşma gibi bir niyetimiz yok. Biz senin devletini yıkmak için gelmedik. Bizim senin iktidarında ve servetinde gözümüz yok. Bizim derdimiz inanç özgürlüğü; inandığımız tevdih dinini yaşayabilmek. Bunun için de buradan hicret etmek istiyoruz. Bırak bizi gidelim.”

Bu teklif, Firavundan iktidarını istemeyle kıyaslandığında yapabileceği, yaptığında da “köle iş gücü” dışında fazla bir şey kaybetmeyeceği bir teklifti. Bunu kabul etse, bu kabul otoritesinden, iktidarından, saltanatından parmak kaybetmek gibi küçük bir şey olacak ve vücut bütünlüğünü koruyacaktı. Gelecek âyetlerde göreceğiz; bu teklifi kabul etmeyerek dünyada her şeyini kaybedeceği bir süreci başlatan düğmeye basarken, 48. âyetin sonunda kendisine hatırlatılan ve onun gibi zalimleri bekleyen ahiret azabından da kurtulma fırsatını kaçırmış oluyordu.

49. Âyet: Alaycı Bir İfade “Rabbiniz de Kimmiş?”

Firavunun 49. âyetteki sorusu aslında sorudan çok “Burada benden başka Rab yok. Senin Rab dediğin de kimmiş?” gibi hem itiraz hem de alay ifade eden bir cümleydi. Hz. Musa bunu anladı ama konuşmayı kısır bir tartışma zeminine çekmek yerine, Firavundaki (sınırlı, fani, aciz) mikro Rab algısının, karşısına (bütün özellik ve güzellikleriyle sınırsız, baki, her şeye kadir) makro Rab algısı koymayı tercih etti.

Burayı biraz açalım, Firavun Rab olmayı kelimenin etimolojik (yalın, kavramlaşmamış) anlamıyla yönetici olma, sahip olma, ulu kişi olma şeklinde anlıyordu. Böyle anladığı için de âyetin de beyanı ile kavmine “Ben sizin en yüce Rabbinizim.”615 diyerek haddini aşıyordu.

Devam eden âyetler, bir hadsize had bildirecek şekilde geliyor.

Peygamberlik Yasasına İlave: Peygamberler Robot Değildir

Hz. Musa’nın ilk vahiy aldığı günden, firavunla yüz yüze temasına kadar kaç gün geçti bilmiyoruz. Ama peygamberlerle ilgili yasayı biliyoruz.616

Bildiğimiz için de hiçbir peygamber için şöyle düşünmüyoruz: Peygamber gelen vahyi ezberine alan ve sadece vahiy geldiğinde konuşun, vahiy gelmezse susan ve sessiz kalan robotvari bir insan değildir. Böyle bir peygamber anlayışı, onu küçültür. Bir örnekle anlatırsak, böyle bir peygamber, öğretmenlik imtihanında kulaklık kullanan, kulağına gelen bilgilerle imtihan kağıdını dolduran ve sınıf geçen öğretmene benzer. Peygamber böyle olduğunda, ona gelen âyetleri anlamak için emek harcama, akletme, düşünme ve araştırmayla alakalı âyetlerin bir karşılığı olmaz.

Bu nedenle biz Peygamberler için şöyle düşünüyoruz: “Bir benzetme yaparsak, gelen âyetler peygamberlerin manevî dünyalarında birer çekirdek oluyor. Onlar o çekirdekleri üzerinde aklediyor, onları içselleştiriyor, onların üzerine tefekkür denilen suyu döküyor. Onları büyütüyor, geliştiriyor onlardan hikmet meyvesi alıyorlar. Sonra da o meyveleri insanlarla paylaşıyorlar.”

Hayatını en iyi bildiğimiz Hz. Muhammed de böyle olduğunu bildiğimiz için, Hz. Musa dahil her peygamberde de benzer bir şekilde olduğunu düşünüyoruz.

0rtam Okuması: Firavunun Gözünde Musa Dünkü Çocuk

Bu konuda elimizde bilgi yok ama var olan bilgilerden yola çıktığımızda, Firavunun Hz. Musa’ya nasıl baktığını anlayabiliriz. 2. Ramses olarak bilinen Firavun, kendinden önceki Firavunun çevresinden Musa hakkında bilgileri mutlaka almıştır. O bilgilere göre Musa sarayda yetişen, dini konularda bilgisi olmayan, 20’li yaşlarda bir kişiyi öldüren ve Mısırdan ayrılan sonrasında kendisinden haber alınmayan biri.

Bu bakış açısına göre -âyetlerde geçen diyalogdan- Firavunun Hz. Musa’yı küçük gördüğünü. Onu dünkü çocuk olarak değerlendirdiğini, bu değerlendirmenin sonucunda onu “yutulacak kolay lokma" gördüğü için de muhatap aldığını düşünebiliriz.

50. Âyet: Soruya Verilen Entelektüel Cevap

Bu âyet çok önemli. Bu âyetin önemini anlamak için M.Ö. 1200 yılına gitsek ve Firavuna “Rabbiniz de kimmiş?” sorusunu sorduktan sonra “Musa’dan böyle bir cevap bekler miydin?” diye sorsak. “dünkü çocuk” olarak gördüğünü düşündüğümüz birinden bu cevabı beklemediğini tahmin edebiliriz. Sorunun cevabından sonra da konuyu değiştirme girişimi bu tahminimizi güçlendiriyor.

Aslında bu cevapta dolaylı bir Rab tarifi yapılarak, Rab olma iddiasında bulunacaklara şu mesaj veriliyor: Rab olmak için her şeyi yoktan en güzel şekliyle yaratmaya kadir olmak,617 yaratılan her şeyi varlık gayesine uygun olarak terbiye etmek gerekir. Bunları yapandan başkası Rab olmaz. Bunları yapmakta Allah’tan başkası aciz kalacağı için, -bu manada- O’ndan başka Rab ve ilah yoktur.

51. 52. Âyet: Firavun Rab Olamayacağını Anlayınca

Firavun kendi açısından dünkü çocuk gördüğü Musa’dan bu cevabı alınca normalde şöyle demesi gerekirdi. “Senin Rabbinin yaptığı da neymiş. Çocuk oyuncağı. Ben onların daha ötesini yaparım…”

Firavun cevabın içinde dolaylı olarak yapılan Rab tarifi karşısında aczini anlayınca, bunun çevresindeki insanlar tarafından da anlaşılmasından endişe ettiği için başka bir soruyla konuyu değiştirmek istedi.

Sorduğu soru günümüzde de sorulan şu soruya benziyordu: Madem senin Rabbin her şeye herkese doğru yolu gösteriyor. O zaman ilk çağlarda (geçmişte) kendilerine peygamber gönderilmediği için doğru yolu bulamayan insanların durumu ne olacak?

52. âyette Hz. Musa’nın verdiği kısa cevaptan, bu sorunun konuyu değiştirme amaçlı olduğunu anladığını görüyoruz. O yüzden de cevabı oldukça kısa tutup, “Rabbin de kimmiş?” sorusunun cevabına kaldığı yerden devam etmeyi tercih ediyor.

O cevaba geçmeden 52. âyetteki cevap üzerinde kısaca duralım. Bu kısa ve kapalı cevap aslında şöyle bir dolaylı cevabı da veriyor: Bu konuları anlamak için önce temel seviyede bir tevhid dersi alman ve Allah’ı tanıman gerekiyor. O’nu doğru tanıdığında ilk bileceğin şey O’nun mutlak adil olduğu ve zerre kadar haksızlık yapmayacağıdır. O yüzden biz tevhid dersine kaldığımız yerden devam edelim.

53. 54. Âyet: Tevhid Dersine Devam

Bu âyetler 50. âyetteki cümleyi açıklayan bir içerikte geliyor.

Âyetleri bu bağlamda okursak, âyetler Allah’ın Rab (terbiye etme) ismini terbiye edilmiş (terbiye edildiği için yaratılışı, fıtratı, varlık gayesi üzerine hareket eden) yer, gök, yağmur ve bitkiler üzerinden örneklendiriyor.

Bu örneklerden sadece “yer”e yoğunlaşırsak, âyette “yer” bir beşiğe benzetiliyor. Bu benzetmede; insan bu beşikte yatan bebek oluyor, dünyadaki sayısız nimet bu bebeğin hizmetinde olan hizmetçiler oluyor. Bebek ne kadar büyürse büyüsün ne kadar güçlenirse güçlensin doğumundan ölümüne kadar birçok ihtiyacını karşılama noktasında hep aciz kalıyor kalıyor. Yani bebek olarak geldiği dünyada bebek olarak yaşıyor ve özellikle ihtiyarlığın ilerleyen aşamalarında bebek gibi aciz olarak bu dünyadan gidiyor. Bu tespitimizi daha anlaşılır yapmak için şu soruların cevabın bakalım.

Sadece bir insanın vücudu için bir örnek verelim. Eğer insan vücudu bir bina olsaydı, atomlar da o binanın tuğlaları olsaydı, -çok kaba bir tahminle- o binanın yapımı için 7 katrilyon atomun üst üste ve yan yana konması gerekecekti. Sadece bir binanın inşaatı 100 milyar yıl sürecekti.

Beşikteki bebeğin en büyük özelliği nedir? İhtiyaçlarını kendisinin karşılama noktasında aciz olmasıdır. Verdiğimiz örnekle birlikte bu gerçeği dikkate aldığımızda, Kur’an’ın beşik benzetmesi ile bize çok önemli mesajlar veriyor.

Seleke, Meslek

Âyette var olan işârî manalardan birine dikkat çekmek istiyoruz.

Âyetin “onda size yollar açan” ifadesi yer alıyor. Bizim “açan” manası verdiğimiz kelime Arapça metinde “seleke” şeklinde geçiyor. Meslek kelimesi ile seleke kelimesi aynı kökten geliyor. Bu bilgiyi dikkate aldığımızda âyette geçen ifadenin hakiki ve mecaz olarak iki anlamı oluyor.

Hakiki anlamıyla âyet bildiğimiz yollara, geçitlere işaret ederken, mecazi anlamıyla dünya hayatında mesleki bilgilerle; yani fizik, kimya, tıp, biyoloji gibi ilimlerle ulaştığımız imkanlara işaret ediyor. (Allahü a’lem)

Fiziki yollar bize bir yerden bir yere ulaşma; seyahat etme imkanı sunarken, mesleklerin açtığı yollar bizlere fikren ve ilmen terakki etme, böylece dünyevi-uhrevi saadete ulaşma kapılarını aralıyor.

Bu işârî anlam daha fazla tefekkürle zenginleştirilebilir. Biz sadece dikkat çekmek istedik.

55. Âyet: Yemek Yemek Aslında Element Yemektir

Biz bu fani âleme topraktan yaratılarak geliyor, toprak yiyor, sonra toprak oluyor, sonra da baki bir hayat için topraktan diriliyoruz. Böylece toprakla iç içe bir hayat yaşıyoruz. 55. âyette geçen “topraktan yarattık” ifadesine bu açıdan bakarsak, topraktan ayrı olduğumuz bir an bile yok.

Bunu açalım. Bugün şu gerçeği biliyoruz: Toprakta yüze yakın element bulunuyor.618 Biz hayatımızın devamı için 30 kadar elementi topraktan alıyoruz.619

Bu durumda aslında biz,

Bu ve benzeri gıdaları yerken vücudumuzun ihtiyacı olan A, B, C, D gibi vitaminleri de almış oluyoruz. Bu durumda bizim adına yemek dediğimiz şeyler, tamamı topraktan gelen elementler, mineraller ve vitaminler oluyor. Konuya böyle baktığımızda, topraktan yaratma bir defa olan biten bir yaratma değil, yediğimiz her şeyle devam eden bir yaratma ve yaşatma oluyor. Allah’ın bizi bu dünyada bu şekilde yaratıp yaşatması, ahirette bir kere daha yaratabileceğine en büyük delillerden oluyor.

56. Âyet: Âyetin İki Farklı Okunuşu

Bu âyette gösterilen mucizeler hakkında, yine bu sûrenin 42. âyetinde değerlendirmeler yaptık. Bu âyette geçen mucizeleri iki türlü okuyabiliriz.

Birinci okuma sûredeki bağlam üzerinden olur. Bu okumada kastedilen mucizeler; 42. âyette ifade ettiğimiz gibi yaratılan âyetler ve indirilen âyetler olur.

İkinci okuma, Kur’an’daki bağlam üzerinden olur: Bu iki mucize ile birlikte ona gösterilen bütün hissi mucizeler olur.

Burada her ikisini anlamak da mümkün. Çünkü işin sonunda Firavun bunların tamamı karşısında aciz kalmasına rağmen bunları inkar etmiş biri olarak öldü.

57-76 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

57-76: ÖN BİLGİ

Hz. Musa (as) kıssasında bu bölüm daha önce A’râf sûresinde 111-126 âyetler arasında anlatıldı. Biz, burada orada anlatılanların devamı niteliğinde açıklamalar yapacağız.

Önce A’râf sûresiyle buradaki âyetler arasındaki farka dikkat çekelim. A’râf sûresinde (103. âyet) Hz. Musa doğrudan Firavuna gidiyor ve birkaç âyet sonra (109. âyet) sihirbazlarla olan diyalog başlıyor. Burada kıssa 9. âyette başladı. Arada anlatılanlardan sonra ancak 57. âyette konu sihirbazlara geldi. Âyetlerin bu şekilde gelmesi ve konuların bu şekilde sıralanması bize bir kere daha şunu gösteriyor: Hz. Muhammed Allah’ın peygamberidir. Âyetler üzerinde hiçbir şekilde tasarrufu yoktur. Ne gelirse, ne kadar gelirse o kadarını duyuran bir elçidir. Bu da Kur’an’ın insan sözü olamayacağının şahididir.

57. Âyet: Firavun Gündem Değiştiriyor

Bu sûrede Firavunla ilk diyalog 47. âyette başladı. 57. âyete kadar sihir konusu hiç gündeme gelmedi. Gündem 49. âyette ifade edildiği gibi Firavunun “Rabbin de kimmiş Ey Musa?” sorusuna verilen cevapla akıp giderken, Firavun sorusuna aldığı cevaplardan hiç de memnun kalmadı. Çünkü o kendisini Rab olarak gören biri olarak, Musa’nın yapacağı Rab tarifinin, kendisiyle kıyaslandığında, güneşin karşısında mum gibi çok sönük ve silik kalacağını zannediyordu.

Buradaki âyetlerde geçmiyor ama A’râf sûresindeki âyetlerden (105-110) öğreniyoruz, Hz. Musa mucize getirdiğini söylüyor, Firavun da o mucizeleri göstermesini istiyor. Mucizeleri gördükten sonra şehirlere haber gönderip sihirbazların toplanmasını emrediyor.

Burada Firavunun amacı “Rabbin kimmiş Ey Musa?” sorusu ile başlayan diyalogun yönünü zayıf kaldığı fikir tartışmasından ve sözlü iletişimden, güçlü olduğunu düşündüğü sihir alanına çevirmekti.

Bunu neden yaptığına aşağıda değinelim.

Tabanı Konsolide Etmek İçin Atılan İftira

Firavun Hz. Musa’yı dünkü çocuk gibi görmüş, bu nedenle sorduğu bir iki soru karşısında onun “peygamberlik iddiasında bulunan bir yalancı” olduğunu ortaya çıkaracağını düşünmüştü. Ama işler istediği gibi gitmedi. Onun yaptığı etkili konuşmanın ve gösterdiği mucizelerin, çevresindekileri etkilediğini düşünerek, tabanı konsolide etme (birleştirme, sağlamlaştırma) adına Hz. Musa’ya iftira atarak şöyle dedi: “Bizi yurdumuzdan çıkarmak için mi geldin?” Bu ifadenin içinde, sahip olduğumuz iktidarı, zenginliği ve gücü ele geçirmek istiyorsun, dün burada köle olan İsrâiloğullarını efendi, bizi de köle yapmak istiyorsun gibi anlamlar vardı.”

Bu söylem dünden bugüne bütün diktatörlerin yaptıkları “vatan elden gidiyor” edebiyatının bir benzeriydi.

Hz. Musa’nın en baştan beri böyle bir iftirayı haklı kılacak en ufak bir iması dahi olmadı. Onun talebi tam aksi yönde “İsrâiloğulları ile birlikte Mısır’dan gitmekti.”

58. Âyet: Diktatör Hastalığı: Güce Bağlı Körlük

Gücün; güçlü olmanın birtakım artıları yanında eksileri de var. Onlardan biri de zayıf yanlarını görememe, görse bile güçlü olduğunu düşünerek o yanları önemsememektir. Firavunda da bunu görüyoruz.

Firavun bu noktaya gelene kadar Hz. Musa ile kurduğu diyalogdan birtakım dersler çıkarabilir, onu karşısında mağlubiyet yaşama ihtimali olduğunu düşünerek, onunla olan görüşme ve konuşmalarını halkın görmeyeceği bir alanda sürdürebilirdi. Ama öyle yapmak yerine sihirbazlarına olan yüksek güvenin getirdiği özgüvenle, Hz. Musa’yı halkın önünde bir müsabakaya çağırdı. Amacı sonucundan emin olduğu müsabakaya halkı şahit tutmak, iktidarı karşısında Musa’nın yaşayacağı mağlubiyeti herkese göstermekti.

Bu özgüvenin sonucu olarak ona “yeri ve zamanı sen seç” dedi.

59. Âyet: Hz. Musa’nın Yaptığı Riskli Seçim

Hz. Musa-Firavun karşılaşması, başından beri bir karınca ile bir filin karşılaşmasına benziyordu. Güçler dengesinin tamamen aleyhine olduğu bu şartlarda Hz. Musa Allah’a olan imanı ve o imanla gelen güvenin sonucunda Firavunun “yeri ve zamanı sen seç” teklifine, yaşanacakları çok sayıda insanın şahit olacağı bir bayram gününü seçerek cevap verdi.

Bu seçimin her iki taraf için artıları ve eksileri vardı. Galip gelinmesi çok büyük bir artı iken, mağlubiyet çok ciddi eksi; olumsuz sonuçlar doğurabilirdi.

ARA BİLGİ: 60-76 arası âyetler hakkında yapacağımız açıklamaları, benzer âyetlerin olduğu A’râf sûresinde (111-126) yaptığımız için, buradaki açıklamalarımızın bazıları çok kısa olacak.

60. Âyet: Buradaki 60. âyetle A’râf sûresindeki 111 ve 112 âyetler benzer bir içeriği sahip fakat lafızlar aynı değil. Bu bize neyi gösteriyor: Peygamber Efendimizin kendisine vahyedilen bilgideki bir tek harfe bile müdahale etmediğini gösteriyor. Eğer Kur’an bazılarının ifade ettiği gibi manası Allah’a lafzı peygambere ait bir metin olsaydı, Peygamberimiz aynı olayı, aynı kelimelerle anlatabilirdi. Ama öyle olmuyor. Aynı olayda kelimeler nasıl geliyorsa, harfini değiştirmeden olduğu gibi anlatıyor.

61-64. Âyet: Bu âyetlerde A’râf sûresinde görmediğimiz bir ayrıntı daha görüyoruz. Burada Hz. Musa gelen sihirbazları müsabaka öncesi uyarıyor. Sihirbazlar oraya gelmeden önce Hz. Musa ile Firavun arasında yaşananları duymuşlardı ama gözleriyle görmemişlerdi. O yüzden uyarıları ciddiye almadılar ve doğrudan Firavunla kafa kafaya verip müsabakada izleyecekleri yöntem üzerine konuştular. Bu konuşma bir yönüyle motivasyon konuşmasıydı.

Bu âyetlerde doğrudan geçmiyor ama A’râf sûresinde geçmişti (113,114), Sihirbazlar galip geldiklerinde ne alacaklarını sormuşlar, Firavun da onlara vereceği ödülü söylemişti. 64. âyetin sonun da buna işaret var.

65-69. Âyet: Bu âyetler de benzer ifadelerle A’râf sûresinde (115-119) geçiyor. Burası için de 60. âyette anlattıklarımızı tekrar ediyoruz.

Burada A’râf sûresinde geçmeyen bir ifade var. O ifade sihirbazların sihirlerini atmalarıyla Hz. Musa’nın içinde hissettiği korku. Allah (cc) önceki âyetlerde (21, 46) olduğu gibi burada da (68) Hz. Musa’yı “korkma” diyerek sakinleştiriyor.

70-73. Âyet: Bu âyetlerde anlatılan konu A’râf sûresinde (120-126) geçti. Âyetlerde aynı konu aynı kelimelerle anlatılmıyor. Her iki âyet grubu okunduğunda şu görülecek, orada verilen detaylara burada, burada verilen ayrıntılara orada değinilmiyor. O nedenle yukarıda 60. âyette anlattıklarımızı burası için de tekrar ediyoruz.

74-76. Âyet: Sonuç Eğitimi

Hz. Musa’nın yaptığı davete vahyin rehberliğinde bir hayat yaşamaya davet dersek, bu âyetler bütün zamanlara hitap ederek, o davete “hayır” ve “evet” demenin sonuçlarından bahsediyor. Bu sonuçları, önceki sûre ve âyetlerde sonuç eğitimi başlığı altında anlattığımız için oraya havale ediyoruz.620

77-82 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

77-82: ÖN BİLGİ

Tavsiyemiz, bu âyetlerin tefsiri okunmadan önce, A’râf sûresinde 127-137. âyetlerin okunması. Çünkü burada Mısır’dan hicret anlatılıyor. Sihirbazların secde etmesinden hicrete kadar geçen süre içinde Mısır’da çok ciddi olaylar yaşanıyor. Onların ardından hicret gerçekleşiyor.

Hicretten sonra yaşananlara baktığımızda, her iki sûrede de konular benzeşirken detaylarda burada (Taha) ve orada (Araf) anlatılan ve anlatılmayan konular var. Bu durumun verdiği mesaja 60. âyette işaret ettik.

77. Âyet: Yeni bir sayfa açılıyor. Bu sûrede üç defa geçen “korkma” ifadesinin dördüncüsü bu âyette geçiyor. Bu da bize peygamber bile olsa, Allah’tan vahiy de alsa, Allah tarafından defalarca sakinleştirilse de korkunun insani bir hal olduğunu gösteriyor.

Ayrıca Mısır’dan hicret, A’râf sûresinde ve yukarıda işaret ettiğimiz gibi, Allah yolunda yola çıkanları, gelecekte yaşanabilecek benzer durumlara hazırlıyor.

78. 79 Âyet: Firavunun ve Firavunların Sonu

İman-küfür mücadelesi bir devrin değil her devrin mücadelesidir. Musa’nın takip ettiği çizgiyi takip edenlerin karşısında firavunlar eksik olmayacak. Bu âyetlerden şunu anlıyoruz, hangi devirde olursa olsun, hangi güçlere sahip olurlarsa olsunlar eninde sonunda Musa ile temsil edilen çizgiler karşısında Firavunlar boğulmaya ve yıkılmaya mahkumdur.

Eğer yıkılmıyorsa bu onların güçlü olmasından değil, Musa tarafında olanların, kendilerine düşenleri eksik yapmasındandır.

80-82. Âyet: Kölelikten Özgürlüğe…

Nesiller boyu kafeslerde yaşayan ve evcil olarak isimlendirilen (papağan, kanarya, bülbül gibi) kuşlar vardır. Bu kuşları özgürleştirmek istediğinizde, bunlar özgürlüğe alışamaz, kafes hayatında içine nüfuz eden kafes kültüründen ve o kültürün sonucu alışkanlıklarından kurtulamazlar.

Asırlardır Mısır’da köle olarak yaşayan İsrâiloğulları da böyleydi. Hz. Musa ile başlayan özgürlük yolculuğunda bir türlü hedefe odaklanamıyor, yolda türlü türlü arızalar çıkarıyorlardı. Özgürlük yolunda, yol üzerinde puta tapan bir kavmi görmeleri ve Hz. Musa’ya “Sen de bize bir ilah yap” (Araf 138) demeleri bu arızaların ilk emarelerinden biriydi. Ardından verdikleri sözde durmayışları, verilen nimetleri unutmaları, inandıkları değerler uğrunda fedakarlık yapmakta zorlanmaları…

Burada temel soru şu: Bütün bunları Kur’an bize neden anlatıyor, bu anlatılanlar bugün bizim hangi işimize yarayacak? Bu soru için A’râf sûresindeki açıklamalarımıza ilaveten şunları diyelim: Burada konu zamandan mekandan bağımsız insan ve insan davranışları. Kur’an bize İsrâiloğulları üzerinden değişimin, dönüşümün ve eski alışkanlıklardan kurtulmanın zorluğunu anlatıyor. Bu işlerin bir günde olmayacağına süreç içinde kazanılan her olumsuz alışkanlığın yine süreç içinde değişebileceğine işaret ediyor.

Uzak ve yakın tarihe baktığımızda, köleliğe alıştığı için özgürlüğün bedelini ödemekte zorlanan ve köle kalmayı tercih eden örnekler görmek mümkün.621

83-99 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

83. 84. Âyet: “Sorun Çıkacağını Bildiği Halde, Allah (cc) Neden Çağırdı?”

Allah’ın cevabını bildiği halde soru sorma şekline “retorik soru” diyoruz. Bu soru şeklinde amaç öğrenmek değil, amaç: Bu soru şeklini bir öğretim metodu olarak kullanmak; muhatabın dikkatini çekmek, zihni az sonra başlatılacak sohbete ve o sohbet üzerinden verilecek mesaja hazır hale getirmektir.622 Biz, burada bu soruyla bu âyet üzerinden verilmek istenen mesaja yoğunlaşacağız.

Allah (cc) Kur’an’da bize kıssa anlatırken, kıssalarda geçen konuşmaların tamamını anlatmaz. Anlattığı her şey, kıssadan özellikle bize mesaj vermek için seçilmiş olan bölümlerdir.

Bu olayın geçtiği ortamı okul, İsrâiloğullarını öğrenci, Hz. Musa’yı da öğretmen olarak kabul edersek, öğretmenin görevi öğrencilerine tevhid dersi vermek. Onların eski batıl inançlarından kurtulmalarını sağlamak.

Hz. Musa bu dersi veriyor. Bu dersi verirken Allah tarafından Tur dağına çağrılıyor (Araf 142). 83. ve 84. âyetteki anlatılan olay bu sırada gerçekleşiyor. Burada bize verilen mesajlardan biri şu: Öğrencilerin belli bir kıvama gelmediği sınıflarda, öğretmenin yokluğunda sorun çıkabilir. O yüzden öğretmen kendi yokluğunda çıkabilecek sorunlar için elinden gelen bütün tedbirleri almalıdır. Burada akla şu soru gelebilir: Allah (cc) sınıfta bu sorunun çıkacağını bildiği halde Hz. Musa’yı neden çağırdı? Hz. Musa sınıfı bırakıp neden gitti? Cevap: Allah’ın bilgisi ve bilmesi zamana, sürece, olaylara bağlı bir bilme değildir. Onun bilgisi mutlaktır. Biz insanların bilmesi, öğrenmesi zamana, sürece; süreç içinde yaşadıklarımıza bağlıdır.

Hz. Musa bir insandır. Allah (cc) onun üzerinden bütün insanlara özellikle de insanlar içinde öğrenci seviyesinde olan insanların eğitiminden sorumlu olan önderlere, liderlere, öğretmenlere ders veriyor. Bu dersin konusu: Yanlıştan doğruya, kötü alışkanlıklardan güzel alışkanlıklara, kölelikten özgürlüğe geçiş süreci yaşayan öğrencilerde (toplumlarda) ortaya çıkabilecek sorunları göstermek. Dersin konusu bu olunca, başlıktaki sorunun cevabı da şu oluyor. Allah (cc) Hz. Musa dahil bütün insanlara öğreteceklerini, genelde hayatın içinde uygulamalı olarak öğretiyor. Bu âyetlerde uygulamalı eğitimden bir parça görüyoruz.

Ayrıca burada şuna da dikkat çekelim, Allah (cc) ezeli ilmiyle az (veya çok zaman) sonra kulunun başına ne geleceğini bilir. O kul peygamber de olsa Allah hikmeti gereği başa gelecek şey mağlubiyet veya ölümcül bir şey olsa da olayların akışına müdahale etmeyebilir.

Bu konuda geniş açıklama için bu süreninin 41. âyeti için yaptığımız değerlendirmelere bakınız.

85. Âyet: Samir’inin Kimliği Önemli mi?

Sâmirî kelimesi için bir şahsın özel ismi diyenler de olmuş, doğduğu büyüdüğü yere nispet edilen bir sıfat olduğunu söyleyenler de olmuş. Biz Kur’an’ın baktığı yerden bakıyoruz. Sâmirî bir insan; her devirde her toplumda örneği görülebilecek bir insan. Kur’an bize Âdem’i, Nuh’u, İbrahim’i, Musa’yı, İsa’yı, Muhammed’i ve onların karşısında yer alan müşrikleri, onlara düşmanlık eden Firavunu, Nemrudu, Ebu Cehli, onların iman etmeyen çocuklarını ve eşlerini, onları aldatan şeytanı ve onlara iman edenleri anlatırken hep insanı; insanın olumlu olumsuz sıfatlarını anlatır. Bu anlatımlarda önümüze burada olduğu gibi Sâmirî ve İsrâiloğulları gibi birey ve toplum örnekleri koymasının öncelikli hikmeti soyutu somut örnek üzerinden anlatmaktır.

Bir başka hikmet, Kur’an bir toplumu anlatırken genel uzak çekim yapan kamere kullanır. Bu kamere bize o topluma ait ana (genel) özellikleri verir, o toplumdan bir bireyi anlatırken yakın çekim kamere kullanır, o kamere bize o topluma ait ayrıntıları verir.

Biz bu bakış açısına “Kur’an’ın baktığı yer” diyoruz. Buradan baktığımızda sıfatlar bütün zamanların değişmezi ve evrensel özellikleri olarak öne çıkarken, kişi ve toplumların aidiyetleri geride ve yerelde kalıyor.

Tefsirde izlediğimiz yöntem gereği, geride ve yerelde kalanlara ihtiyaç olduğu kadar değiniyor, bugüne bakan ve evrensele hitap eden tarafları daha fazla öne çıkarıyoruz.

Bu konulara bakış açımızı bir kere daha ortaya koyduktan sonra, şu soruyla devam edelim.

Sâmirî (ve Dış güçler) Kimdir?

Günümüz diliyle konuşursak, Sâmirî dünyada dış güçler olarak tanımlayacağımız ne kadar güç odağı varsa, onların emellerine, amaçlarına hizmet edebilecek bir piyondur. Akıllı Müslüman dış güçler gerçeğini bilir. Akıllı Müslüman için ilk dış güç şeytandır. Ondan sonraki dış güçler ise adı devlet ve şahıs ismi olan piyonlardır. Burada Sâmirî vahyin güneşi altında olduğu halde, hevasına, istek ve arzularına söz geçiremeyen, Mısır’daki alışkanlıklarının esaretinden kendini kurtaramayan, böyle olduğu için de niyeti bozgunculuk olan şeytanın emellerine alet olan zavallı bir kullanışlı piyondur.

Piyonlara Karşı Yapılması Gereken Nedir?

Yapılması gereken Kur’an’a kulak vermektir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Kur’an bize İsrâiloğullarını kötüden iyiye, şirkten tevhide doğru değişim ve dönüşüm sürecinde olan bir toplum olarak anlatır.

Bu anlatının ilk muhatabı, bu âyetlerin ilk muhatabı olan Peygamber Efendimiz ve Mekke Müslümanlarıdır. O gün olan değişim ve dönüşüm bütün zamanlarda olacak. Bu gerçeği ortaya koyduğumuzda, Kur’an’ın anlattığı bu konular şu sorularımızın cevabı olur: Bu değişim ve dönüşüm olurken, hangi arızalar ortaya çıkar ve bunların çözümleri için ne yapmak gerekir?

(Birey ve) Toplum Mühendisliği Açısından (Sâmirî ve) İsrâiloğulları

Medya dilinde toplum mühendisliğini genelde olumsuz bir ifade olarak duyarız. Bu mühendisliği niyeti kötü olanlar yaptığı gibi iyi olanlar da yapar. Bu mühendisliğin temelinde bilim olarak psikoloji, pedagoji, sosyoloji ve matematik vardır.

Bu mühendisliğin yapılması için ilk olarak toplum denilen bütünün parçası olan insanı/bireyi tanımak gerekir. O yüzden toplum mühendisliği aynı zamanda birey/insan mühendisliğidir.

Bir kere daha ifade edelim, Kur’an’ın Sâmirî ve İsrailoğuları gibi verdiği birey ve toplum örnekleri, bu mühendisliğin nasıl yapılacağını göstermek içindir.

Bu mühendislik kesici bir alet gibidir, katilin (şeytanın, firavunun) elinde olursa can alırken, doktorun (peygamberin ve iyi niyetli insanların) elinde olursa hayat kurtarır.

Kur’an’ın varlık sebeplerinden biri de Müslümanlara bu mühendisliği öğreterek insanların ebedi hayatını kurtarmalarına vesile olmaktır. Bu mühendislikte matematiğe kısaca değinelim. Matematik denildiğinde illa sayılar anlaşılmaz.

Olumlu ve olumsuz davranışların (tercihlerin) toplamını bilmek, bunların hangi sonuçlar doğuracağını öngörmek de matematiktir.

Bu açıklamalardan sonra 85. âyete dönersek,

Sâmirî Fitnedir

Âyette bizim “sınadık” anlamı verdiğimiz kelime fitne anlamına gelen “fetennâ” kelimesi. Kur’an bu kelimeyi farklı anlamlarda kullanıyor. Burada imtihan anlamında kullanılıyor. Kur’an’ın imtihan için farklı kelimeler de kullandığını dikkate aldığımızda, Kur’an bütünlüğünde fitne kelimesi imtihandaki zor sorulara, imtihanda kişiyi zorlayacak durumlara işaret etmek için kullanılan bir kelime oluyor.623

Bu âyette Sâmirî önce kendi ile sınanan ve bu imtihanı kaybeden, sonra da İsrâiloğullarının kendisi ile sınandığı bir figür oluyor.

Konuya aşağıdaki âyetlerde devam edeceğiz.

85. Âyet: Lideri Sevindiren ve Üzen Şeyler

Herkesin hayatında iyi-kötü, sevindiren-üzen, olumlu-olumsuz şeyler vardır. Bunlar bireyin hayatında birden ona kadar olurken, bireylerin toplamı olan toplumlara liderlik yapan insanlarda onlarca olabilir.

O yüzden lideri sevindiren gelişmenin arkasından onu üzen bir gelişmenin olması beklenmedik bir durum değildir. Hayatın gerçeklerini bilenler için çok normaldir. Bu âyetlerde de bunun bir örneğini görüyoruz. Burada (83. 84. âyetlerde) gördüğümüz en yakın örnek, Hz. Musa’nın Tur dağına giderken yaşadığı sevinç ve mutluluk; bu mutluluğu bir an önce tatmak için acele etmesi. Orada Rabbinin huzurunda bu mutluluğu yaşamayı istemesi…

Hz. Musa tam bu mutluluğu yaşarken, hemen orada Rabbinden onu üzecek ve öfkelendirecek haberi de alıyor.

O öfkeyle kavmine dönüyor.

86-98. Âyet: Bir Tavır Koyma Olarak Öfke

86. âyetten yola çıkarak önce şunu ifade edelim. Öfkelenmek kötü bir şey değildir. Öfkenlenilmesi gereken durumlarda insani bir tavırdır. Onu sorun yapan, onun bardağın ve barajın taşması gibi taşıp, kişinin kontrolünü kaybetmesine sebep olmasıdır.

Öfkenin tanımını kısaca yaptıktan sonra âyet numaraları vererek olayların nasıl geliştiğine bakalım.

(86) Önce Anlıyor ve Dinliyor

Âyette geçmiyor ama âyeti hayatın olağan akışı içinde okuyup fotoğrafın diğer parçalarını baktığımızda, Hz. Musa Tur dağından gelir gelmez, anlamadan dinlemeden 86. âyetteki konuşmayı yapmıyor. Güncel dille konuşursak, olayların arkasında Sâmirînin olduğu bilgisi Allah tarafından kendisine verildiği halde, ilk olarak bir ön soruşturma yapıyor. Olanı biteni yüzeysel olarak anlıyor ve geçmiş konuşmalarından yola çıkarak sorular soruyor.

(87) Kavmin Bahanesi

86. âyette Hz. Musa sorular soruyor. Kavminin verdiği cevap “Suçun sahibi olmaz” deyimini hatırlatıyor; “Hata yaptık senden özür, Allah’tan da affımızı diliyoruz.” olması gerekirken, sanki iradeleri yokmuş, sanki bütün olaylar onların bilgisi haricinde gelişmiş gibi bir cevap veriyorlar. Sonra sözü mücevherlere getirip, konuya hiç alakasız bir yerden devam ediyorlar.

Aslında bütün bunlar, bizim A’râf sûresinde geniş olarak anlattığımız şu gerçeğin itirafı oluyor; “Biz Mısır’daki alışkanlıklarımızın esiri olduk. O yüzden şirkten tevhide; görünen ilahtan görünmeyen ilah inancına geçmekte zorlanıyoruz. O yüzden görünen bir ilaha tapma ihtiyacımızı içimizden atamıyoruz.”

88-90. Âyet: Bütün Zamanlara Verilen Ders

Buzağı heykeli yapımında kullanılan mücevherler için farklı bilgiler var.

Bunların üçünün de olma ihtimali var. Fakat burada daha önemli bir konu var. İnsanların inanç noktasında çok kolay bir şekilde aldatılmaya ve kandırılmaya açık olmaları.

İsrâiloğulları Mısır’da yıllarca Hz. Musa’dan tevhid dersi almışlardı. Bu dersler Mısırdan çıktıktan sonra hicret yolunda da devam etti. Bu bağlamda 89-91. âyetler “Siz bu konularda bilgiliydiniz. Putların fayda ve zarar veremeyeceğini biliyordunuz. Harun Peygamberin uyarlarına rağmen bu gerçeği nasıl göremediniz. Görmediğiniz gibi bir de nasıl Musa gelene kadar biz puta tapmaya devam edeceğiz diyebildiniz?” diyerek önceki dersleri hatırlatıyor.

Ama buna rağmen Sâmirînin yalanlarına kandılar. Sâmirî insanları kandırmak için işin içine Hz. Musa’yı da katıyor. “Unuttu” derken de onun Peygamber olmadan önce saraydaki geçmişini hatırlatıp, sözü “O da bir zamanlar Mısırdaki heykellere tapardı.” demeye getiriyor.

Bu âyetler bütün zamanlara şu dersi veriyor: Dini konular insanları aldatma ve kandırma sıralamasında en başta gelen konulardır. İnsanların saf ve temiz duygularını “şirkle” kirletmek, o insanlardan maddi menfaat elde etmek isteyen insanlar her zaman olabilir. O yüzden bu konularda çok dikkatli olun. Gerek putlara taparak, gerek şahısları putlaştırarak, Tevhid çizgisinden sapmaya sebep olacak en ufak bir eylem ve söylemden uzak durun.

92-94. Âyet: Liderin Stres ve Öfke Yönetimi

86. âyette Hz. Musa’nın öfkeyle kavmine döndüğünü gördük. Buraya kadar olan bölümde Hz. Musa’nın stres ve öfke yönetiminde dengeli olduğunu görüyoruz.

Bu âyetlerde dengenin aşıldığını, bu noktadan sonra yaptıkları için Hz. Musa’nın (Araf sûresi 151. âyette) Allah’tan bağışlanma dilediğini görüyoruz.

Bu konuyu aşağıdaki başlıklar altında açalım.

Hz. Musa Neden Öfkelendi?

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi insanda öfke bir noktaya kadar normal ve olması gereken bir davranış. Konuya Hz. Musa açısından baktığımızda onun öfkesinin arkasındaki sebep kavmine olan sevgisi. Bu sevgiyi annenin çok sevdiği yavrusunun kendine zarar verecek bir şey yaptığında, gösterdiği öfkeye benzetebiliriz. Hz. Musa puta tapmaya ahiret noktayı nazarından baktığında, o eylemi ateşe girmek olarak görüyor. Böyle gördüğü için de caydırıcı olmak için ortaya ciddi bir tavır koyuyor. Buraya kadar öfke makul. Şimdi buradan sonrasına bakalım.

Hz. Musa Neden Bağışlanma Diledi?

Hz. Musa’ya kendisi peygamber olduğu gibi kardeşi Harun’da peygamberdi. Bir yönüyle kavmi içinde onun naibi (yerine geçeni,) ve yardımcısıydı.

Ona karşı yapması gereken, çadırına çağırmak, olayları ondan dinlemek, göstereceği tepkiyi, çadırda yalnızken göstermesi gerekirdi. Böyle yapmak yerine herkesin içinde onun saçını sakalını tutması, onun otoritesini, saygınlığını sarsması, bir liderin yapmaması gereken bir davranıştı.

Hz. Musa’nın yaptığı duada kendisi için bağışlanma dilemesinin arkasında “bu davranış vardı” diyebiliriz. (Allahü alem.)

Lider Ekibinin Saygınlığını Korumalı

Kur’an’ın bu olayı bize anlatması hayata ait çok önemli dersler veriyor.

Bu olayı bir okula uyarlarsak, Müdür okulu yöneten bir yönetici olurken, öğretmenler onun ekibinden; onun yardımcılarıdır. Müdürün bir sınıfa girip, öğrenciler içinde, öğretmenini “fırçalaması” o öğretmeninin saygınlığını ve otoritesini bitirir. Müdürün yok saydığı bir öğretmen, öğrenciler tarafından da aynı muameleye tabi tutulur. Bu olayı bir aileye uyarlarsak, evde babanın çocuklarının yanında annenin otoritesini sarsması, onu aşağılaması, onun hata ve kusurlarını sayması, anneyi evde bitirir. O annenin çocuklarına (eğitim adına) bir şeyler vermesi zorlaşır.

Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Kur’an “Allah’tan bağışlanma dilenecek bir davranıştan bahsederken, dolaylı olarak bütün zamanlarda bütün yöneticilere mesaj veriyor.”

95-97 Âyet: Sâmirî’nin Günümüzdeki Karşılığı

Hz. Musa (as) bu âyetlerde Sâmirî’yi sorguluyor. Sâmirî dolaylı bir şekilde kendini övüyor. Kendinin olağanüstü güçleri olduğunu, manevî bir makam sahibi olduğunu, Allah’a yakın biri olduğunu ima eden bir savunma yapıyor. Savunmasında görünmeyen manevî varlık olan Cebrail’in iz bıraktığını söylerken, dolaylı olarak onu gördüğünü de söylemiş oluyor.

Bunları söylerken karşı tarafın kendisi hakkında, “Bu kişi Allah’ın vahiy meleğini görüyorsa, ermiş biridir. Böylesine ermiş biri buzağı heykeli yapıyorsa, onun yaptığı yanlış olamaz. Yaptığında mutlaka bir hikmet vardır.” şeklinde düşünmesini istiyor. Sâmirînin sözlerini böyle yorumlarsak, bu yorumlar günümüze hiç de yabancı gelmiyor. Dünyanın hemen her yerinde, hemen her dinde kendisinde böyle olağanüstü güçler olduğunu zanneden sahte dindarlara rastlamak mümkün.

Kur’an’ın bu kıssada Sâmirîyi öne çıkarması, hiç de sıradan bir olay değil. Kur’an onun üzerinden bu ve benzeri mesajları alıp günümüze taşımamızı istiyor. (Allahü alem)

Sâmirîyi Verilen Tecrit Cezası

Hz. Musa (as) yaptığı sorgulamada Sâmirîyi manevî anlamda bulaşıcı bir hastalığa benzetiyor ve onun bundan sonra başkalarına “şirk” hastalığını bulaştırmaması için ona tecrit cezası veriyor. İnsanlarla görüşmesi yasaklanıyor ve sürgüne gönderiliyor.

98 Âyet: Konuşmanın Özeti

Buraya kadar olanlar üzerinde düşündüğümüzde, Hz. Musa’nın olayla ilgili sorgulamaları bitiyor. Kavmini topluyor. Onlara bir konuşma yapıyor. Bu konuşmadan bu olayın bir kere daha tekrar etmemesi için yapılacakları anlatıyor ve sonuç cümlesi de olarak da bu âyette geçen ifadelerle tevhide bir kere daha vurgu yapıyor.

99. Âyet: Bu Kıssanın Anlatılma Gerekçesi

Yukarıda 9. âyette bu kıssaya başlarken “Kur’an’ın Kıssaları Anlatmasındaki Öncelikli Sebep” başlığını öne çıkarmıştık.

99. âyet ve benzeri âyetler624 bu kıssa özelinden, Kur’an’daki bütün kıssaların öncelikli olarak anlatılma sebebini ortaya koyuyor. Acizane tavsiyemiz, Kur’an’daki bütün kıssaları anlatırken, Kur’an’ın öne çıkardığı bu gerekçeyi başa koymakta fayda var.

100-114 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

ÂYETLERİN KISA DEĞERLENDİRMESİ

Buradaki âyetler sonuç eğitimi ile ilgili. Kur’an burada ahiret üzerinden bir sonuç eğitimi veriyor. Önceki sûre ve âyetlerde bu konunun üzerinde çok durduğumuz için burada sadece farklı noktalara kısaca değineceğiz. Benzer noktalar için dipnotta referans vereceğiz.

100-102. Âyet: Dünyada Hiçbir İnsan “Dirilmek Beni İlgilendirmiyor” Diyemez

Evet Kur’an’ın verdiği haberler için dünyada hiçbir insan başlıktaki cümleyi kurup, Kur’an’ın anlattığı gerçeklere yüz çeviremez. Neden? Çünkü her insan farkında olsa da olmasa da Allah’ın koyduğu yasalara tabi; doğuyor, büyüyor, yaşlanıyor ve ölüyor. Bu yasalara tabi olan her insan dirilme yasasına da tabidir: Kur’an bu gerçeği ifade ederken şöyle der: “Öldükten sonra ister kemik, ister toz, hatta İsterseniz taş ve demir olun yine de dirileceksiniz.”625

Dünya hayatı ile ilgili ciddi konularda en zayıf ihtimallere kulak veren bir insanın, ebedi hayatı ile ilgili çok çok önemli bir haber karşısında en azından şunları yapması beklenir; bu konudaki bilgilere ulaşması, onlar üzerinde araştırmalar yapması, işin uzmanlarına sorması ve sonunda “Ben bilgi ve belgelere dayanarak şu kararı verdim.” demesi beklenir.

Kur’an her insana bu yolu izlemeye davet ediyor. Bu yol izlendiğinde özelde ahiretin inkarı, genelde “Allah’ın var” dediği her şeyin inkarı, aklın inkarı ile eşitleniyor. Çünkü Allah aklı kendi varlığına şahit olabilecek bir donanımda yaratmış. O yüzden Allah’ı inkar, aklı inkar etmek kadar zor ve imkansız hale geliyor.

Kur’an’ın dayandığı zemin bu kadar güçlü olunca Kur’an bütün insanlara şu uyarıyı yapıyor: “Bu gerçekler, bu kadar ayan beyanken, bunlardan yüz çevirmek büyük günahtır. Sura ikinci defa üflendiğinde, bütün insanlar bu gerçekle yüz yüze gelecektir. O gün bu günahın ahiretteki yükü çok ağır olacak. Gelin yol yakınken dönün.”

Özetlersek, Kur’an’ın ahirete yönelik verdiği bütün sonuç eğitimlerde en büyük amaçlardan biri de bu uyarıyı yapmaktır.

103. 104. Âyet: Dekorda İki gün Var: Sonlu ve Sonsuz

İnanç dekoruna baktığımızda iki gün görüyoruz. Birincisi dünyadaki günler, diğeri de ahiret günü. Birincisi sonlu; başlayınca bitiyor, diğeri sonsuz; başlayınca hiç bitmiyor. Âyetler sonsuzluğa gittiğimizde sonlu âlem üzerinde yapacağımız konuşmaları betimliyor. Bu betimlemeyi Kur’an’da farklı âyetlerde görüyoruz. Bu âyetlerde konuşmaları aktarılan kişilerden,

Bu farklılık kişilerin bakış açısından kaynaklanıyor. Bu fark ne kadar çok olsa da şu gerçek değişmiyor: Sonsuzdan sonluya bakınca, en uzun sonlunun en kısa sonludan çok da farkı yok. Bu ve benzeri âyetlerde öne çıkan mesajlardan biri şu: ahiretten bakınca bir gün bile olmayan dünya hayatını, ebedi hayata değişmeyin. Sonu olan hayat ne kadar uzun olursa olsun, size ebedi âlemi unutturmasın.

105-107. Âyet: Mahşerin Dekoru

Bu âyetlerde mahşerin dekoru anlatılıyor. O dekora geçmeden önce bu âyetler okunduğunda akla gelebilecek bir konuya değinelim. Sonra mahşer dekoruyla devam edelim.

Kur’an’da Aşkın ve İçkin Anlatım Örnekleri

Kur’an’da ahiret ile ilgili anlatımlarda iki boyut öne çıkar. Biri tamamlanmış olmuş bitmiş bir süreç, diğeri tamamlanacak devam eden süreç. Kur’an’da birinci boyuta işaret eden çok sayıda âyet var. O âyetleri okuduğumuzda, cennetin cehennemin şu anda var olduğunu, içinde sevinenlerin ve azap çekenlerin olduğunu anlıyoruz.

Bu âyetlerde olduğu gibi İkinci boyuta işaret eden âyetlerde sürecin devam ettiğini, bu sürecin sonunda mahşerin kurulacağını, insanlara hesap sorulacağını ve onun sonucunda insanların amellerine göre cennete ve cehenneme gideceğini anlıyoruz.

Burada soru şu: Kur’an’da neden böyle bir anlatım tercih edilir?

Bu sorunun cevabına Tefsir usulümüzde, önceki bazı âyetlerde ve bu sûrenin 44. âyetinde değindik. Burada onlara ilaveten şunu ifade edelim.

Allah (cc) zamandan mekandan münezzehtir. Yani her yönüyle sınırsız özelliklere sahiptir. Bu yönüyle aşkındır; zaman üstüdür. Bir de Allah’ın sınırları olan dünyada, sınırlı zaman dilimin içinde yaşayan, öğrenmesi bir sürece bağlı olan insanı muhatap alan yönü vardır. Bu yönüyle içkindir; zaman için de konuşur. Bunlara sembolik bir dil kullanıp makam dersek, Kur’an’da Allah bu iki makamdan konuşur. Aşkın makamda süreç/zaman yoktur. Orada her şey “an”dır.

İçkin makamda zaman vardır. Oradaki konuşmalarda konular bir süreç içinde anlatılır. Konunun türüne göre geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman dili kullanılabilir. Bu açıklamadan sonra soruya gelirsek, sorunun cevabı “bizim anlayabilmemiz için” olur. Yani Allah (cc) sınırsız bir âlemde olacakları (olanları) bizim anlayabilmemiz için, bizim dünyamızda, bizim seviyemizde, bizim bildiğimiz örnekler üzerinden anlatır.

Dağlar Hakkında Gelen Soru ve Mahşerin Kuruluşu

Bu soru burada kıyameti; kıyametle koskoca kâinatın; dünyanın yıkılışını akıldan uzak gören birinin sorusu olarak geliyor. Bugünden 7. asra gidersek, o gün insanlar için yıkılması, “yerle bir” edilmesi en zor ve imkansız görünen şeylerin başında dağlar gelirdi.

“De ki” ile başlayan yerden itibaren bu âyetleri Kur’an’daki diğer kıyamet âyetleri ile birlikte okursak, âyetler bize şunu diyor: Hiç sönmez zannettiğiniz güneş sönecek, yıldızlar sapır sapır dökülecek, dağlar un ufak olacak, kabirlerdeki bütün insanlar çıkacak, herkes Rabbin huzurunda “hazır ol”da olacak, o gün mahşer meydanında büyük bir sessizlik olacak, sadece birkaç fısıltı duyulacak.

Mahşer Nerede Kurulacak?

Bu ve benzeri âyetlerden dünyada kurulacağını anlıyoruz. Fakat burada yine Kur’an’ın aşkın ve içkin anlatım örneklerinden, sınırsız âlemin dekorunun, sınırlı âlemdeki benzer örneklerden anlatılmasını hatırlarsak, bu konuda ihtiyatlı konuşmakta fayda var.

Burada kesin olan şey dirilişin olacağı, ihtiyatlı konuşmamız gereken nokta ise bunun nerede ve nasıl olacağı gibi ayrıntıya bakan tarafları. Aynen öyle de olabilir, ona benzer şekilde de olabilir.

108-110. Âyet: Mahşer Dekorunda Rahmân İsmi Üzerinden Verilen Mesaj

Daha önce ifade ettik, Allah’ın (cc) bizzat kendisinin ve Peygamberlerinin O’nu tanıtmada öne çıkardıkları isimlerin başında Rahmân ismi geliyor.

Bu âyetlerde ve takip eden âyetlerde mahşer dekorunda iki Rahmân ismi görüyoruz. Bundan şunu anlıyoruz: Nasıl ana rahminden fani dünyaya gelen her insanı Rahmân isminin tecellileri karşılıyorsa, dünya rahminden baki âleme gelenleri de Rahmân isminin tecellileri karşılayacak. Bu karşılamada Rahmânın sevgisine sevmekle karşılık verenler sevilenlere verilen ödülü almaya (cennete) doğru giderken, o sevgiye sevmekle karşılık vermeyenler hak ettikleri yere (cehenneme) doğru gidecekler.

Mahşerde Rahmân isminin öne çıkmasından şunu da anlayabiliriz. Âyetlerden ve onlardan onay alan hadislerden anladığımız kadarı ile Allah (cc) merhametinin ve bağışlamasının kapılarını sonuna kadar açacak, mahkeme örneği verirsek, sanık lehinde bütün iyi hal indirimlerini uygulayacak. Peki, bütün bunların dünyaya mesajı nedir? Birçok mesajdan biri şudur: Evet, Allah’ın rahmeti, merhameti ve bağışlaması geniştir ama bunlar, “nasıl olsa bağışlar” diye her türlü günaha giren; girdiği günahların tevbesini yapmadan O’nun huzuruna gidenler için değildir.

Bütün bunlar, Allah’ın merhametini ve bağışlamasını günahlara girmek için bahane yapmayan, girdiği günahların büyüklüğü karşısında Allah’tan ümit kesmeyen, tevbe ile O’nun huzuruna gelenler içindir.

Şefaat Konusu

Bu konuda geniş açıklamaları Tefsir Usûlümüzde (15) Şefaat Yasası’nda yaptık, ilave açıklamalarımızı da bu konudaki bütün âyetler temsil ettiğini düşündüğümüz Zümer sûresi 44. âyette yaptık. Oralara bakılabilir.

Burada 110 numaralı âyet, mahşer meydanı için şöyle bir mesaj veriyor: Allah (cc) her şeyi bilen Alîm’dir. Hiçbir aracıdan bilgi almaya ihtiyacı yoktur. O gün orada hiç kimseye haksızlık yapılmayacaktır.

111. Âyet: Hay ve Kayyum İsimleri Üzerinden Verilen Mesajlar

Mahşere ait dekorun anlatıldığı bu âyet grubunda Rahmân isminden sonra Hay ve Kayyum isimleri de öne çıkıyor. Bunların bize verdiği mesaj üzerinde düşündüğümüzde, şunu anlıyoruz: Nasıl imtihan dünyasındaki hayatımız Allah’ın Hay ismiyle; hayat vermesiyle başladıysa, ahiret hayatımız; oradaki dirilişimiz de O’nun Hay ismiyle başlayacak. Hay ismi hayat verme olunca, Kayyum ismi de bir yönetici olarak o hayatın devamı için gereken her şeyi üzerine alma ve idame etme olarak tecelli ediyor.

Bu açıklamalardan sonra mesaja gelirsek, mesajlardan biri şu: Fani hayatı veren ve onu Kayyum ismiyle devam ettiren Allah, baki hayatı da verecek ve onu da Kayyum ismiyle ebedi olarak devam ettirecek.

112. Âyet: “Korku ve Hüzün Yok”

Bu âyet 100. âyetle başlayan ahiret hayatına ait konunun devamı, orada (hakikat kastedilerek) kim ondan yüz çevirirse denmişti, burada hakikate yüzünü dönen vahyin rehberliğinde bir hayat yaşayan müminlere hitap ediliyor. Bu âyet grubu içinde geçen iki Rahmân ismiyle “orada size korku ve hüzün yoktur” mesajı veriliyor.

Kur’an’ın geneline baktığımızda, genelde cennet dekoru anlatılırken, korku ve hüznün olmayacağına vurgu yapan âyetler öne çıkar.628 Bunun sebebi dünya dekorunda bunların hayatın ayrılmaz parçası olmasıdır. Kur’an dünya dekorundaki bu gerçeğe Bakara sûresi 155. âyette şöyle işaret eder. “Andolsun ki (Biz) sizi biraz korku ve açlık (yaşatmakla, bir gün elinizden çıkması mukadder olan) mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma ile deneriz. Sabredenleri müjdele!”629

Dünyada dekor böyle olunca, ahirette cennetin dekoru da bunların olmayacağı bir yer oluyor.

113. Âyet: Kur’an’ın Dili Neden Arapça?

Kur’an’da sekiz yerde, onun dilinin Arapça olduğuna vurgu yapılıyor. İniş sırasından yaptığımız bir okumada, onlardan ilkini bu âyette görüyoruz.

Bu âyetlerin tamamı geldiği toplumda Kur’an âyetleri üzerinde düşünmeyen, âyetlerden öğüt almayan, yapılan uyarılara kulak tıkayanlara şu mesajı veriyor: “Allah’ın âyetleri size kolay anlamanız için, sizin dilinizde geldi. Artık hiçbir bahaneniz yok.”

Evet, uzun uzun yazmaya gerek yok, başlıktaki sorunun cevabı bu cevabın içinde: Anlaşılmak için. Burada şunu da ifade edelim, Kur’an’ın dilinin Arapça olması, Araplara bir üstünlük kazandırmadığı gibi, o dili de kutsal yapmıyor. Bunun nereden biliyoruz? Bu konuda şu üç noktayı bilmek yetiyor,

Bu bilgiler üzerinden verilen mesaj şu: “Dil mana denilen mektubun zarfıdır. Bu yönüyle bir araçtır. Burada amaç Kur’an’ın anlaşılmasıdır. O yüzden Kur’an ile muhatap olanlar onu hangi dilden anlıyorlarsa, o dilden okumalıdır.”

Günümüzde hemen her dilden meallerin olması, Müslümanların Kur’an’ın mesajını doğru anladıklarını gösteriyor.

114. Âyet: Konu Bağlanıyor

Kur’an’da bir konu bittiğinde diğerinin başladığını gösteren konu başlıkları yoktur ama bu âyetin yeni bir konuya geçmeden önce, önceki konuyu bağlayan bir içerikte olduğunu görüyoruz. Âyette üç nokta öne çıkıyor. Onlara kısaca değinelim.

El-Melik ve Hak isimleri üzerinden verilen mesaj

Bu iki isim 100. âyette başlayan ahiret konusunun sonunda geliyor. Bu bağlamda Melik ismi Allah’ın vaad ettiği her şeyi yapmaya malik ve kadir olduğu mesajın verirken, Hak ismi, öldükten sonra dirilmeyle, Allah’ın vaad ettiği ne varsa onların gerçek olduğunun anlaşılacağı mesajını veriyor.

Acele Etme!

Peygamber Efendimizin (sav) kendisine gelen vahyin her âyetini, çok değerli bir emanet olarak görüyor ve onlardan tek bir harfi bile unutma endişesi yaşıyordu. İşte bu ve benzeri âyetler bu konuda peygamberimizi rahatlatmak için geliyor.630

Dua Et!

Mealimizde âyetin parantez içi açıklamalarında bu duanın mahiyetine işaret ettik onu bir örnekle biraz daha açalım. İç dünyamızı bir bahçeye benzettiğimizde, inen âyetler o bahçede birer çekirdek oluyor. Bizler bahçıvan oluyoruz. İbadetleri de içine alan salih amellerimiz o çekirdeklerin suyu oluyor. Bütün bunların sonucunda ortaya çıkan güzel ahlak ise bahçemizin meyveleri oluyor. O meyveler bizim Allah’ın rızasını kazanmamıza vesile oluyor.

“Allah’ım ilmimi arttır.” duası, çekirdekten meyveye, meyveden rızayı ilahiyeyi kazanmaya kadar olan süreci içine alıyor. Neden böyle diyoruz? Çünkü amel edilmeyen ve ahlaka dönüşmeyen bilgi, yemek kitabındaki yemek tariflerine benzer. O tariflerdeki bilgilerin hiçbiri, yemeğe dönüşüp yenmediği müddetçe sahibine fayda vermez.

115-127 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

ÖN BİLGİ: ÂDEM-İBLİS KISSASI

Bu kıssa Kur’an’da (uzun-kısa anlatımlarla) 7 yerde geçiyor. Biz bu kıssa üzerinde daha önce Sad sûresinde ve A’râf sûresinde açıklamalar yapmıştık. Burada orada anlattıklarımızın tekrarını yapmadan, farklı konular geldikçe ilave açıklamalar yapacağız.

115. Âyet: Bu Kıssa Burada Neden Anlatılıyor?

Bu kıssaya yaratılışın; insanlık tarihinin başındaki ilk kıssa dersek, bu kıssada insanoğlunun en temel zaafları anlatılıyor. Onlardan biri de verdiği sözü tutamamak. Kıssa burada Hz. Âdem’in verdiği sözü unutmasına dikkat çekerek başlıyor. Bu başlangıcı bu sûrenin ana konusu olan İsrâiloğulları kıssasıyla birlikte düşündüğümüzde, İsrâiloğullarının en büyük zaaflarının Hz. Musa ve Tevrat üzerinden Allah ile yaptıkları akitleri defalarca bozmaları olduğunu görüyoruz. 115. âyete bu açıdan baktığımızda, âyet bize şunu diyor: “Kur’an kıssalarında en açık ve ibretlik örnekleriyle İsrâiloğullarında görülen bu zaaf her yerde ve her zaman Âdemoğullarının en temel zaafıdır. O yüzden bu âyeti okuyan her insan, Âdem ismi yerine kendi ismini koyarak okuyabilir.”

Âyetin mesajını böyle anladığımızda, bu kıssada 115. âyet bize şunu diyor: “Bu âyette bağlamı dikkate alarak Âdem yazan yere toplum olarak içinde yaşadığınız toplumun ismini, birey olarak da kendi isminizi yazarak okuyabilirsin.”631

Böyle okuduğumuzda âyet şöyle oluyor. “Doğrusu, Biz bundan önce de “senden ve içinde yaşadığın toplumda bütün insanlardan” söz almıştık...”

Bu okumada ilk akla gelen soru şu olacak “Ben söz verdim mi?” Evet, genelde her insan, özelde vahye (Kur’an’a) muhatap olup onu okuyan her Müslüman bu sözü vermiş, ondan bu söz alınmıştır.632

116. Âyet: Âdem’e Yapılan (ve Devam Eden) Secde

Bir önceki âyette “Âdem” yazan yere kendi ismimizi koyarak yaptığımız okumaya bu âyette de devam etmek mümkün. Hz. Âdem’e yapılan secdeyi “hizmet secdesi” olarak anladığımızda, o secde, o günden bugüne her insana ve insan topluluğuna yapılan secde olarak devam ediyor. Böyle bir okuma yaptığımızda, Allah’ın bize (bana) verdiği değeri görmüş oluyoruz.633

117. Âyet: Şeytan Bizim de Düşmanımızdır

Şeytanın Âdem üzerinden başlayan düşmanlığı her insan üzerinden devam ediyor. O yüzden Âdem yazan yere kendi ismimizi koyarak yaptığımız okumaya devam edebiliriz.634

118-120. Âyet: Âyetlerin Bütüncül Okunuşu

Bu âyetlerin tefsirini A’râf sûresinde geçen âyetlerle birlikte ele alacağız. Orada (19. âyetin tefsirinde) insanın “üç cennetinden” bahsetmiş ve Kur’an’ın cennet konusundaki âyetleri müteşabih olduğu için İslam âlimleri arasında bu konuda yaşanan ihtilafa dikkat çekmiştik. Burada o ihtilafta tarafların delil olarak kullandığı üç âyeti görüyoruz.

Bu âyetlerden 118 ve 119. âyetler tek başına okunduğunda, âyetler Hz. Âdem ve İblis kıssasının müminlere ahirette vaad edilen ebedi cennette geçtiği fikrini veriyor gibi. Bu âyetler 120. âyetle birlikte okunduğunda, kıssanın geçtiği cennetin dünyadan bir bahçe olduğu görüşü de öne çıkıyor.

Neden? Eğer bu kıssasının yaşandığı cennet ahiretteki ebedi cennet olsaydı, şeytan Hz. Âdem’e 120. âyetteki soruyu sorduğunda Hz. Âdem’in şöyle demesi lazımdı: “Burası zaten ebedi cennet, burada saltanat sahibi olduğumda sahip olacağım her şey zaten var. Neden seni dinleyeyim ki?” Böyle denmediğine göre, bahsedilen cennetin fani dünyada bir bahçe olduğu anlaşılıyor. Öyle anlaşıldığında 118-120 âyetleri bir bütün olarak okursak şöyle anlayabiliriz. “Ey Âdem! Sana verilen akıl nimetini kullandığında şu an içinde bulunduğun bahçede (cennette) barınma, giyinme, yeme, içme gibi ihtiyaçlarını (çalışıp, üreterek) karşılayabilirsin. İhtiyacın olan ama burada olmayan tek şey ebedi hayat ve sonsuz saltanat. Şeytan seni bu “yok”lar üzerinden kandırmaya çalışacak. Dikkat ol!...”

Tefsir Usulümüzde, A’râf sûresinde ve burada yaptığımız yorumlara mutlak doğru demiyoruz. Allahü a’lem diyerek İslam âlimlerinin görüşlerindeki referansları öne çıkarıyoruz.

121. Âyet: “Âdem, Allah’ın Emrine Karşı Geldi”

Bu âyeti iki bölüm halinde değerlendirirsek, birinci bölümde geçen “kendilerine mahrem yerleri göründü” ifadesi üzerinde A’râf sûresinde (20-22 âyetlerin tefsirinde) geniş olarak durduk. O yüzden birinci bölüm için oraya bakılmasını tavsiye ederek başlıkta öne çıkardığımız ikinci bölüme geliyoruz.

Kur’an’ın Hz. Âdem’in karşı gelmesini anlatırken kullandığı fiil isyan etme, asi olma gibi anlamlara gelen “asâ” fiili. Kur’an bu kelimeyi Allah’a ve peygambere isyan eden Firavun ve şeytan için; şeytanın etkisinde kalan tüm insanlar için de kullanıyor.635 Burada soru şu: Hz. Âdem’in isyanı bu isyanlardan hangisine karşılık geliyor?

İsyana 1’den 100’e kadar derece verir, Şeytan’ın ve Firavunun isyanına 100 üzerinden yüz dersek, Âdem’in isyanı 100 üzerinden 1’e yakın olur.

Neden böyle diyoruz? Çünkü isyan denen şey kıvılcıma benzer. Kıvılcım, kıvılcım olarak kalır veya ufak çaplı yangına dönüşürse mikro ölçekte bir isyan olur. Tevbe denilen suyla hemen kolayca söndürülür. Ama aksi olursa, yangında su yerine benzin kullanılırsa, (tekrar eden her günahla, yangın büyürse) bunun adı gerçek anlamda makro bir isyan olur.

Burada Hz. Âdem’in isyanını mikro ölçekte bir isyan olarak okuyoruz. Olayın bize “asâ” fiili ile anlatılmasını da bu isyanın tevbe ve pişmanlıkla kontrol altında alınmazsa, insanı küfre kadar götürebilecek bir isyana dönüşebileceğine dair bir işaret olarak anlıyoruz.

122. Âyet: Allah’ın Âdem’i Seçmesi

Hz. Âdem, Allah’ın seçilmiş peygamberidir. Bu gerçek Kur’an’ın bu ve benzeri âyetleriyle sabittir.636 Bu konuda İslam âlimleri arasında bir ihtilaf yok. Fakat, ne zaman peygamber seçildiği, onun hakkındaki ihtilaflı konulardan biridir. Biz, Tefsir usulümüzde (23) Yaratma Yasasında, “kâinatın ve ilk insanın yaratılışını” anlattığımız bölümlerde bu konuya değindik.

Burada Peygamberin günah işlemesi ve tevbe etmesi konusu da geçiyor. Bu konuda Peygamberlerin hatasız, günahsız olması anlamında “İsmet” sıfatlarının vahyi insanlara eksiksiz iletme noktasında geçerli olduğunu, onun dışında vahye uygun yaşamada peygamberlerin de hata yaptığı ama hatada ısrar etmediklerini daha önce ifade etmiştik.637

123. 127 Âyet: “İnme Nereden Oldu?”

123. âyette geçen “İnme” konusu, Hz. Âdem’in çıkarıldığı cennetin nerede olduğunu kabul etmeye göre değişiyor. Biz, Tefsir usulümüzde (23) Yaratma Yasasında âyette “inin” manasında kullanılan “hbt” kelimesinin Kur’an’da dünyada638 bir yerden bir yere inme şeklinde de kullanıldığını göstermiştik.

“Kur’an Mesânî Bir Kitap Olarak İndirilmiştir”

Başlıktaki bu cümle Zümer sûresinin 23. âyetinden. Orada Mesaninin ne anlama geldiğini mealin dipnotunda anlatmıştık. Burada yeri gelmişken o konuya bir kere daha değinmek istiyoruz.

Mesani Kur’an’ın zıddı zıddıyla anlatan bir kitap olmasıdır. İyinin kötü, cennetin cehennem ile anlatılması gibi. Bunun çok sayıda örneğinden birini de bu sûrenin 100 ve112, 123 ve 124. âyetlerinde görüyoruz.

Bu âyetleri mesani âyetlerine örnek olarak okuyabiliriz.

“Kim Hidâyete Uyarsa Sapmaz”

Bu âyeti 121. âyetin devam olarak okuyabiliriz. Orada “Âdem Rabbinin emrine karşı geldi ve (böylece) yoldan çıktı.” ifadesi atamız Âdem’deki sapmaya dikkat çekiyor. 121. âyetin tefsirinde âyette geçen “asa/isyan” fiili üzerinden bu sapmanın ufak bir sapma olduğuna işaret ettik.

123. âyet, 121. âyete atıfla geliyor ve Hz. Âdem üzerinden bütün zamanlara şu mesajı veriyor: “İnsan çift kutuplu bir varlıktır; hidâyete de dalalete de meyyaldır. Sapmama, hata yapmama garantisi yoktur. Atanız Âdem’de görülen bu sapma örneğini yaşamak istemiyorsanız, vahyin rehberliğinde hidâyete tabi olacaksınız.”

Konuya aşağıdaki başlıkla devam edelim.

Hidâyete Tabi Olmak Kolay mı?

Hidâyete yani Allah’ın vahyin rehberliğinde gösterdiği doğru yola tabi olmak dünyanın en zor işlerinden biridir. Doğru yoldan sapmaya 1’den 100’e kadar derece verirsek ve adı ufak günah olan her yanlışa “sapma” desek, geçmişten bugüne insanların (Müslümanların) hayatındaki sapma sıklığına baksak, bu işin kolay olmadığı anlaşılacak. Zaten Hz. Âdem-Şeytan ve Habil-Kabil kıssasının da insanlık tarihinin başında yer almasının en önemli hikmetlerinden biri de, -daha önce ifade ettiğimiz gibi-639 bu zorluğa işaret etmek. İmtihan dünyasının dekoru gereği, bu zorluk hep olacak. Burada önemli olan,

Özetlersek, “hidâyete tabi olmak” insanı sapmaktan korur. Ama bunun şartı, kendi ve başkalarının sapmalarından ders almak, iradeyi güçlendirmek, gayret göstermektir. Çünkü, Allah’ın vaadi bu gayretin gösterilmesiyle doğru orantılıdır.

Hidâyete Tabi Olmazsak Ne Olur?

124-127 arası âyetler bu sorunun cevabını veriyor. Bu cevaba geçmeden önce şu sorunun cevabını vermemiz gerekiyor: Hidâyete tabi olmak insanın hangi sorularına cevap verir?

Öncelikle şu sorulara: Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Niçin buradayım?

Dünyayı bir eve benzetirsek, bu evde bu soruların cevabını bilerek yaşamak, iman edenlere güven verirken, etmeyenlere korku verir.

Bu korkuyu Tefsir Usulümüzde (1) İnsan Yasasında “Dünya, Mevcut Dekoru ile Her İnsanı Korkutur” ve “Korkunun İlacı İmandır” başlıkları altında anlattık. Burada güven ve korku verir tespitimizi biraz açalım. İmanın güven vermesi; iman eden her insan bu dünyada mutlu olur, sıkıntı çekmez anlamına gelmiyor. Şu anlama geliyor: Ne kadar sıkıntı çekerse çeksin, Allah’ın ve ahiretin varlığına iman ona güven verir. Bilir ki, bu dünyada (ölümle, hastalıkla, kaza, bela ile) bir şekilde elinden çıkacak her şey ahirette ebedi olarak eline geçecek. Bu gerçeğe iman, dünyadaki en büyük sıkıntılara dayanma gücü verir.

Dünyanın korku vermesi dekorun gereğidir. Dekora baktığımızda dünyaya her gelen mecburen gidiyor. Gitme işi her an olabiliyor. Normalde böyle bir dekor korku verir. Ama ortalama ömrün 70 yıl olması, çoğunluğun ortalama ömre göre yaşaması, yine çoğunluğu ölümü akla getirmeyecek işlerle meşgul olması, bu gerçeğin tam olarak hissedilmesini engelliyor. Ama bu engelleme hayatın en temel gerçeği olan ölümü değiştirmiyor.

“Kör Olarak Dirilme Mecaz mı, Gerçek mi?”

124. âyetin parantez içi açıklamalarında da ifade ettiğimiz gibi “kör” olma manevî olarak kör gibi yaşamanın bir sonucu. Peki bu kör olma gerçek mi yoksa mecaz mı? Eğer âyeti 125. âyetle birlikte okursak, gerçek gibi duruyor. Fakat bu âyetleri Kur’an bütünlüğünde, “azabı görünce” ifadelerinin geçtiği âyetlerle640 birlikte okuduğumuzda önümüze iki ihtimal çıkıyor.

Kur’an bütünlüğünde bir okuma yaptığımızda, birinci ihtimalin daha güçlü olduğunu düşünüyoruz.

Ahiret Azabı Anlatılandan Daha Büyük

Tefsir Usulümüzde (19) Mecaz/Teşbih, (24) Cennet-Cehennem yasasında anlattık ahiret âlemi gayb âlemidir. Allah (cc) Kur’an’da o âlemi bize dünyadaki en yakın örnekler üzerinden anlatır.

O anlatımlarda hayalimizde bir cennet-cehennem algısı olur ama o anlatımın asıl mesajı şudur: Cennet de cehennem de hayal ettiğinizin daha ötesinde bir yer. 127. âyetin içinde geçen “Ahiret azabı, elbette daha şiddetli ve daha süreklidir.” cümlesi bu gerçeği ifade ediyor.

128-135 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Âyetleri Bugün Bize İnmiş Gibi Okumak Mümkün mü?

Bu tefsir çalışmasının yapılma sebeplerinin başında bunun mümkün olduğunu göstermek geliyor. Önceki sûre ve âyetlerde bunun mümkün olduğunu gösterdiğimiz gibi burada da âyetlere kendimizi muhatap yaparak bunu göstermeye çalışacağız.

128. Âyet: Helak Yasası Bugün Bana Ne Diyor?

Tefsir Usulümüzde ve önceki âyet tefsirlerinde bu konuya geniş olarak değindik. Özetle dedik ki, helak yasası Peygamber Efendimizle birlikte değişmiştir. Bu değişimin nasıl olduğunu bugün nasıl işlediğini ilgili bölümlere bırakarak bu âyet “bana ne diyor?” sorusunun cevabına bakalım.

Bana denilenlerden biri şu: Bu dünya fani. Her gelen bir şekilde gidiyor. Kimsenin yaptığı yanına kâr kalmıyor. Geçmişte helak olan kavimler bunun şahididir.

Bugün öyle bir helak olmasa bilse, her gelenin hesap vereceği âleme gitmesi, bu yasanın şekil olarak değişse bile sonuç olarak değişmediğini gösteriyor.

Yapacağın şey geçmişten ders almak, bugün onların yaptığı benzer şeyleri yapmayarak, ahirette onları bekleyen sondan kurtulmak.

129. Âyet: Helak Yasasındaki Değişikliğe İşaret

Âyet, bu âyetlerin ilk muhatabı olan Peygamberimizin ve Sahabilerin “Allah’ın müşriklere vaad ettiği azabın acele gelmesini”641 istemelerine atıfta bulunarak, Allah’ın imtihan dünyasına ezelden koyduğu yasaları hatırlatıyor. O yasalara göre, her zulmün (günahın) cezası dünyada verilmiyor. Bu ve benzeri âyetler Tefsir Usulümüzde ifade ettiğimiz gibi helak yasasının değiştiğine işaret ediyor.

130. Âyet: Sabır Namaz İlişkisi

Bu konuda benzer âyetler Kaf sûreside (39, 40) geçti. Orada sabır ve namaz konusunda gerekli açıklamaları yaptık. Burada konunun bağlama bakan tarafı üzerinde duralım.

Önceki âyetlerde Mekke’de vahyin hakikatlerinden yüz çeviren, Müslümanlara yaptıkları baskıları her geçen gün artıran müşriklere Kur’an’ın yaptığı uyarıları ve onları ahirette bekleyen sona işaret eden âyetleri gördük.

Burada Kur’an bir kere daha sabır tavsiye ediyor, sabır tavsiye ederken de o sabrı besleyen, onu güçlendiren namaza da işaret ediyor.

Kur’an’da Beş Vakit Namaz

Kur’an’a norm (kural/farz) koyan kitap olarak bakarsak, sünnette (Peygamber Efendimizizde) o norm’un form’unu (şeklini/uygulamasını) görürüz.

İslam dininde beş vakit namaza hem norm hem form (Kur’an ve sünnet) açısından bakarsak, namazın beş vakit olarak farz olduğu konusunda hiçbir şüphe olmadığı genel kabuldür. Bu konuda, gelecek sûrelerde de benzer âyetler karşımıza çıkacak. Özellikle Hud sûresi 114. âyetinde bu konunun -beş vakte bakan tarafı- üzerinde geniş olarak duracağız.

Burada namaz tesbih ilişkisine dikkat çekmek istiyoruz.

Kur’an yaratılan her şeyin üç şey yaptığını söyler: Tesbih, secde ve teslim.642

Yaratılan her şey bu üç şeyi Allah’ın dilemesiyle yaparken, insanın yapması onun özgür iradesine (tercihine) bırakılmıştır.

Özgür iradesiyle namaz kılan bir Müslüman namazda tam teslimdir. Tam teslim olmak istediğini değil, Allah nasıl istiyorsa öyle yapmaktır. Buna “hal” dersek, bu hal kâinatla hem hal olmak; yani güneşle birlikte tesbih, dağlarla birlikte secde etmek, atomlarla birlikte Allah’ın yasalarına teslim olmaktır.

Bu “hal”e zirve dersek, bir Müslüman için ideal, beş vakitte yaşanan bu hali, her vakte taşımak, her vakit tesbih, secde ve teslimiyet şuuru ile yaşamaktır. Bu şuurun adı ihsan şuurudur. Bu şuuru kazandıran namaz Kur’an’a göre en büyük zikirdir.643

131. Âyet: Ortam Okuması

Bu âyetlerin indiği ortamda, Mekke’de iki taraf vardı; Müslümanlar karınca kadar zayıf, müşrikler fil gibi güçlü. Müslüman olmak demek, her şeyi göze almak; cazip görünen dünya hayatının birçok nimetinden ayrılmaktı.

Böyle bir ortamdan bakınca, Müslümanların yaşadığı ortam gecekondu, müşriklerinki de saray gibi görünüyordu.

İşte âyet böyle ortamı betimleyerek (tasvir ederek) şu mesajı veriyor: Bir Müslüman için en büyük gaye Allah’ın rızasını ve ona bağlı olarak ahiret hayatını kazanmaktır. Bir mümin için dünyayı anlamlı yapan, bunları kazandırmasıdır. Bunları kazandırmayan bir dünyanın mümin için bir değeri yoktur.

Burada bir ortam okuması yaptık, bu okuma yanlış anlaşılmasın, bu okuma “dünyayı terk edin” demiyor; “Dünya size gayenizi unutturmasın; gayenize giden yolda, size amaç değil araç olsun.” diyor.

132. Âyet: Âyette Öne Çıkan Noktalar

Âyet bir âyet ama içerik olarak zengin. O yüzden bu âyette öne çıkan konuları aşağıdaki başlıklar altında ele alacağız.

Âyetin Muhatabı, Sen, Ben, Hepimiz…

Kur’an’ın neredeyse tamamı müminlere hitap eder. Bunu bir Genelkurmay başkanının, verilecek emri bir ordudaki bütün askerleri tek tek çağırıp onlara vermek yerine, onların komutanlarına vermesine benzetebiliriz.

Ordu komutanına verilen emir, ordudaki herkese verilmiş demektir.

Kur’an’da Peygamberimize yönelik emirlerin tamamını böyle anladığımızda, bu âyette Peygamberimizin “ehli” yani ailesi, en yakınlarından başlıyor, bütün ümmetini içine alacak kadar genişliyor. Âyetin muhatabı biz olduğumuzda, durum bizim için de aynısı olur.

Konuya aşağıdaki başlıkla devam edelim.

Namazı Emredecek miyiz, yoksa tavsiye ve teşvik mi?

Bu sorunun cevabı için Arapçada emir kelimesi üzerinde biraz düşünmemiz gerekiyor. Arap dilinde emir kelimesi “ibâha, nedb, tehdid, ta‘ciz, irşad, te’dib, dua, teşvik, tavsiye” gibi yirmiden çok mânaya gelmektedir.644 Bundan dolayı “emir” kelimesinin anlamı, sözün söyleniş tarzı, amacı, tarafların konumu, emredilen hususun mahiyeti gibi hususlar dikkate alınarak değerlendirilmelidir.

Kelimenin kök anlamına baktığımızda, en temelde öne çıkan anlam birine bir sorumluluk yüklemektir.645 Sadece namaz değil, hayatın her alanında bir kişiye sorumluluk yüklemeden önce, kişinin o sorumluğu yüklenebilecek hale (kıyama, seviyeye) gelmesi, getirilmesi için önden yapılması gerekenler vardır. Konu namaz olunca, namaz sorumluluğu ile ilgili iki noktaya dikkat çekmekte fayda var.

Birinci Nokta: Namazı emreden Allah’tır. O emri muhataplara tebliğ eden peygamberler ve onlara tabi olan insanlardır.

Allah’ın (cc) her istediğini istediği an yaptırabilecek bir gücün sahibi olmasına rağmen, imtihan dünyasında insanları emrettiği şeyleri yapmaya mecbur etmemiştir. Dileseydi, namaz vakti geldiğinde namaz kılmayan insanların görme, duyma, yürüme yetilerinde belli bir oranda azaltmaya giderek, onlara anında namaz kıldırabilirdi. Böyle yapmayarak bize şu mesajı verdi: Ben her istediğimi -anında- yaptırabilecek bir gücün sahibi olduğum halde insanlara emirlerim karşısında tercih özgürlüğü veriyorsam, bu özgürlüğü de “Dinde zorlama yoktur”646âyetiyle ilan ediyorsam, sizin bu özgürlüğe saygı duymanız gerekir.

Allah’ın emirlerini böyle anladığımızda, o emirleri teşvik ve tavsiye olarak anlarız.

İkinci Nokta: Bu emirleri böyle anladığımızda, bu emirlerin öncesinde yapılması gerekenlerin olduğunu da anlarız. Konuya âyetin de işaret ettiği gibi bir aile içerisinden bakarsak, çocukların namaza teşvik edileceği ailede öncelikle şunların olması gerekir:

Anne-Baba Örnek Olmalı: Anne-baba İslam’ı öyle güzel yaşayacak ki, o güzellik bir yemeğin güzelliği gibi bakanların iştahını açacak. Bakanlara “ye” emri vermeye gerek kalmadan, onlar da yeme arzusu uyanacak.

Anne-Baba Yöntem İzleyecek: İslam’ı güzel yaşayan aile aynı zamanda bilgili de bir ailedir. Burada bizim bilgiden kastımızın, bilginin aktarım bilgisidir. Yani psikoloji ve pedagoji ilminin rehberliğinde bir yöntem takip etmektir. Bu yönteme göre, önce “yap” denmez. Yapma istek ve arzusu uyandıracak temel bilgiler verilir. Bu konuda referansımız şu âyettir: “Sen (insanları) Rabbinin yoluna(sevgi, ilgi, bilgi ve ikna dillerini kullanarak) hikmetle, güzel öğütle çağır…647

Olması gerekenlere, bir uzmandan destek alma ve çocuğu güzel bir çevrede büyütme gibi şeyleri ilave etmek mümkün.

“Ehline Namazı Emret!” Bir Sonuç Cümlesidir

Yukarıda anlattıklarımız dikkate alındığında namazı tavsiye etmeden önce yapılması gerekenler var. Dini 10 katlı binaya benzetirsek, namaz 10. kattadır. 10. katın olması için öncesinde 9. katın olması gerekir. O yüzden dinde birinci kat (Allah’ı tanımayı sevmeyi içine alan) tevhittir. İkinci kat ahirettir… Yani sağlam bir imanın olmazsa olmazlarıdır. Bunlara sebep dersek, namaz bu sebeplerin arkasından gelir. Bu sebeplerin tam olarak yerine getirilmediği yerde namaz ibadeti ayakta duracak bir zemin bulamaz.

“Namaza Sabır ile Devam” Üzerinden Verilen Mesaj

Bu emir, ehline namazı emredene veriliyor. Yani Peygamberimiz üzerinden bütün anne-babalara. Bu emrin içinde şu emirler de var: “Sen kendin güzel örnek ol. Namazlarını kaçırma. Namazda ihsan şuurunu yakala. Yakaladığın o şuuru muhafaza etmek zordur. O yüzden zorluk karşısında diren/sabret. Geriye gitme. Yakaladığın kaliteyi koru…”

Namaz ve Rızık İlişkisi

132. âyette namaz konusundan sonra rızık konusu geliyor. Bundan arada bir bağlantı olduğunu anlıyoruz. Bu bağlantıyı şöyle açıklayabiliriz. Bu dünyada insanın peşinden koştuğu şeylerin biri de rızıktır. Hayat insanı rızkın peşinden koşmaya mecbur eder. Namazla ilgili ihmallerde en fazla öne sürülen bahanelerden biri de rızık peşinden koşmaktır. Bazıları bu bahanelere dini bir gerekçe bulmak için “çalışmak da ibadettir” derler.

Biz bu konuyu Zariyat sûresinin 56. âyetine ve onu takip eden (57, 58) âyetlere bırakıyoruz. Çünkü orada da kulluk konusunun ardından rızık konusuna geliyor. Orada “Çalışmak İbadet midir?” sorusu üzerinde geniş olarak duracağız.

133-135 Âyet: Konu Farkı Olan Âyetlerin Arka Arkaya Gelme Sebebi Nedir?

Kur’an’da aralarında konu farkı olan âyetlerin arka arkaya gelmesine dair çok sayıda örnekler vardır. İnsan eseri kitaplarda pek görülmeyen bu özelliği Kur’an’da görenler bunu anlamakta zorluk çekebiliyor. Biz bu konuya Tefsir Usulümüzde (18) Nüzul Yasasında değindik. Burada, bağlamı dikkate alarak kısaca değinelim.

Kur’an’ı hayat kitabı olarak tarif ediyoruz. Hayat kitabı 23 yıllık süreç içinde inerken, hayatın içinde aynı anda birbirinden farklı şeyler olabiliyor. Onlardan bir örneği de burada görüyoruz.

Bir kurgu yapalım, varsayalım 132. âyet Peygamberimiz akşam evindeyken iniyor ve âyet ona “ehline (ailene) namazı emret” diyor. Sonra Peygamberimiz sabah uyanıyor Kâbe’nin avlusuna gidiyor orada Mekke müşrikleri 133. Âyette geçen ifadeleri kullanıyor, devam eden âyetler de onlara cevap veriyor… Kurguda görüldüğü gibi hayatın olağan akışında birbirinden farklı konular, birbirini takip edebiliyor.

Özetlersek, Kur’an bir hayat kitabıdır, baştan sona hayatın akışına göre şekillenmiştir.

Müşriklerin Karakter Analizi

Bu âyetlerde müşriklerin iman etmemek için öne sürdükleri bahaneler üzerinden onların karakter analizi yapılıyor.

Bu analize Kur’an bütünlüğünden bakarsak, Kur’an geçmişte onlar gibi defalarca mucize görmelerine rağmen iman etmeyen insanlardan yola çıkarak onlar için şöyle diyor: “Onlara melekler inse de ölüler kendilerine konuşsa da istedikleri her şey önlerine toplansa da yine de inanmazlar.”648

Bize Bir Peygamber Gelseydi İman Ederdik

Kur’an’ın geçmişi (tarihi) anlatma sebeplerinden biri de insana, insan tabiatını tanıtmaktır. Kur’an çeşitli âyetlerinde649 geçmişte peygamber gönderildiği halde iman etmeyen toplumlar üzerinden müşriklere şöyle diyor: “Geçmişte sizin gibi ‘bize peygamber gelseydi iman ederdik’ diyenler çok oldu ama peygamber gelmesine rağmen iman etmediler.”

Burada dolaylı verilen mesaj şu: “Allah (cc) hiçbir bahaneniz kalmasın diye sizi peygambere ve vahye muhatap yaptı. Eğer bu nimetlerin kıymetini bilmezseniz, dünyadaki akıbetiniz helak yönüyle geçmiş kavimlere benzemese bile, ahiretteki sonunuz azap yönüyle onlara benzeyecek.”

Beklerken Öğrenilenler!

Yukarıda işaret ettik. İki taraftan da acele edenler vardı.

Bu arka planı dikkate aldığımızda genelde “bekleyin” şeklinde gelen âyetler, “acele etmeyin” anlamını da içine alıyordu.

Bağlamı dikkate aldığımızda “bekleme” bir eğitimi de içine alıyordu. Bekleyenler vahiyle ilk defa muhatap oluyor, Allah’ın vahiy üzerinden insanın tercihlerinin sonuçlarına, dolayısıyla sosyal hayata müdahalesine ilk kez tanık oluyor, beklerken Allah’ın insan tercihlerine bağlı takdir yasalarının işleyişini de yaşayarak öğreniyorlardı.

Hidâyet Haberlerini Bekleyin

Bu benzeri âyetler bekleme eğitimi verirken dolaylı olarak gelecekle ilgili bir haber bir de müjde veriyordu.

Âyette geçen “fe-seta’lemûne” kelimesinde, uzak geleceğe işaret eden (sevfe) zaman kipi yerine yakın geleceğe haber veren (se) zaman kipi kullanılmasından, bu işin çok da uzun sürmeyeceği haberi de verilmiş oluyor. Mekke’de bütün şartlar Müslümanların aleyhine görünürken, her geçen gün baskılar artarken, âyetin geleceğe yönelik böyle bir haber ve müjde vermesi, bu âyeti benzeri birçok âyet gibi “Kur’an’ın insan sözü olamayacağına” şahitlik eden âyetler arasına koyuyor.

Sûrede Son Âyet Üzerinden Verilen Mesaj

Bu sûrede ana konu İsrailoğularıydı. Sûrenin son âyeti de “bekleyin” diyor. Bu ikisi arasında bir bağlantı var mı? şeklinde akla gelebilecek bir soru için işârî bir tefsir yapabiliriz.

Kur’an’da hiçbir peygamberin kıssasının boş yere anlatılmadığını, Kur’an’ın baştan sona hikmetli bir kitap olduğunu dikkate aldığımızda, burada verilen mesajlardan biri şu olabilir: “Ey iman edenler! Her Musa’nın bir Firavunu vardır. Siz her şeye rağmen vahyin rehberliğinde hareket eden Musa’nın ve çağınızdaki Musaların tarafında olun. Musaların karşısında olan her firavun dünyada olmasa bile ahirette hak ettiği sonu yaşayacaktır. Siz her durumda size düşeni yaparak bekleyin. Mutlu son, güzel sonuç, güzel gelecek, takva ehli içindir “vel’âkibetulittakvâ”652

46/56. VÂKI’A SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

SÛRE HAKKINDA ÖN BİLGİ: GENEL DEĞERLENDİRME

Sûrede 96 âyet var. Sûrede üç ana konu yer alıyor. Bu konular genel hatları ile önceki âyetlerde geçtiği için burada tekrar eden yerler hakkındaki değerlendirmelerimizi, oldukça kısa tutacak, gerektikçe o bölümleri tamamlayıcı açıklamalar yapacağız.

Şimdi konulara kısaca bakalım.

Birinci Konu Ahiret

1-56 ve 83-96 arası âyetlerde baştan sona sonuç eğitimi veriliyor. Bu eğitimin detaylarına baktığımızda şunları görüyoruz.

İkinci Konu Tevhid Delilleri

57-76 arası âyetlerde vahyin rehberliğinde akla verilen tevhid dersinden çok önemli bir örnek görüyoruz. Bu örnek hem “Aklı vahyin rehberliğinde nasıl kullanabiliriz?” sorusuna hem de “İnkarı imkansız hale getirmede izlenecek yol nedir?” sorusuna cevap veriyor?

Üçüncü Konu: Kur’an

77-82 arası âyetlerde Kur’an’ın korunmuşluğundan bahsediliyor.

Bu genel değerlendirmeden sonra âyetlerin tefsirine geçebiliriz.

1-9 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Kur’an Kıyameti Neden Sıkça Anlatır?

Bu sorunun cevabına konusu kıyamet olan sûre ve âyetlerinde değindik. Burada onlara ilaveten bir hikmeti daha ifade etmek istiyoruz.

İnanç dekorunda ecelle insan hayatının ve kıyametle (kâinat) dünya hayatının ne zaman biteceği gizli bırakılmıştır. Hayatın olağan akışı içinde ölüm her an gelebilir, Kur’an’ın anlatımları içinde kıyamet de her an kopabilir. İnanç dekorunda bunların her an olabilmesindeki en önemli amaçlardan biri de insanları iyilikte/hayırda yarışa teşviktir.

Bu sûredeki ifadelerle anlatırsak, hayırda yarışta ilk hedef (sağdakilerden) iyilerden olmaktır. Ondan sonraki hedef iyiler içinde örnek olmak süretiyle öncü olanlardan olmaktır.

Bu konuyu bir örnekle anlatalım, varsayalım siz bir yerde iyilik yapma yarışı düzenliyorsunuz ve yarışmacılara diyorsunuz ki, “Sizden imkanlarınıza göre yapabileceğiniz her türlü iyiliği yapmanızı istiyorum. Ama bitiş süresini söylemiyorum. Süre bittiğinde, yaptığınız her iyiliği, binle çarpıp size geri vereceğim. Böyle yapmakla amacım “Sizde süre bitmeden önce daha fazla iyilik yapalım duygusunu canlı tutarak sizi sürekli iyilik yapmaya teşvik etmek.” …

Bu hikmeti bilenler, dünyayı terk etmezler, aksine dünyayı ahiret için bir yatırım alanı görür ve her nefesi iyilik yapmak için değerlendirirler. Aksini anlamak dini, onun kitabını ve onun peygamberini yanlış anlamaktır.653

1. Âyet: Dünyada Her İnsanı İlgilendiren Bir Vakıa/Olay Nedir?

Bu sorunun cevabı her insanı ilgilendiren bir şey olmalıdır. O da ölümdür. “Az sonra öleceksin” haberi verilen hiçbir insan “bu haber beni ilgilendirmiyor” demez, diyemez. Hayatın olağan akışı her insana her an ölebileceği haberini verirken, Kur’an her insanın üzerinde yaşadığı dünyanın kıyametle öleceğini, ölen her insanın tekrar dirileceğini haber veriyor.

Aşağıdaki başlıkla devam edelim.

2. Âyet: Kur’an’ın Verdiği Bu Haber Yalanlanabilir mi?

Normalde her haberin doğru olma ihtimali yanında, yalan olma ihtimali de vardır. Allah (cc) dünyadaki bütün insanlara bizzat kendisinin verdiği haberleri yalanlama özgürlüğü vermiştir. Bugüne kadar milyarlarca insan bu özgürlüğü kullanmış ve yalanlamış. Buna karşın milyarlarca insan da inanmış ve doğrulamış.

Biz burada olaya (dışarıdan bir gözle) objektif olarak bakalım ve her iki tarafın ne yapması gerektiğini anlatalım.

Kur’an’ın verdiği haberi yalanlayanların yapmaları gerekenler

Yapılması gerekenleri sıraladıktan sonra soralım, bunları yapmak mümkün mü?

Bu soruya içeriden biri (yani bir Müslüman) olarak cevap verelim. Biz bunların yapılmasının imkansız olduğunu gördüğümüz, bildiğimiz için iman ettik. Biz hem Tefsir Usulü hem de bu tefsir çalışmamızda bunun imkansız olduğunu çok sayıda örnekle gösterdik. Yalanlamanın imkansız olduğunu yaşayarak gören bilen birileri olarak yalanlamak isteyenlere üç tavsiyemiz olacak.

Birinci Tavsiye: “Allah yok, bu kâinat tesadüfen veya kendiliğinde oldu.” demek yeterli değil. İnsan aklı yapılan bir şeye (fiile) baktığında, onu yapmak için yapanda (failde) hangi özellikler olduğunu anlayabilir. O zaman Allah’ın varlığını kabul etmeyen birinin O’na denk bir fail kabul etmesi gerekiyor. Yani bu kâinatı fizik, kimya, biyoloji, jeoloji, astronomi gibi insanların bildiği ne kadar ilim varsa, onların daha ötesini bilen bir ÂLİM yaratabilir.

Biz aklın gözüyle Allah’tan başkasının bu özelliklere sahip olmadığını gördüğümüz için, vahyin özellikleriyle bize tanıttığı yaratıcının varlığını kabul ettik.

İkinci Tavsiye

“Peygambere yalancı” demek yeterli değil. Ona yalancı diyenin iki şey yapması lazım. (Birincisini burada yazacağız, ikincisini üçüncü tavsiyede anlatacağız.)

Bir insanın 23 yıl boyunca, tamamı yalan olan bir şeye herkesten fazla kendisinin inanmasını, tamamı yalan olan şeyler için herkesten fazla fedakarlık yapmasını, ailesini çocukları ve etrafındaki 100 binden fazla insanı buna inandırmasını kabul etmemiz gerekiyor.

Biz aklımızı gözlük yaptık, Peygamberimizin hayatına en şüpheci insanın bakacağı şekilde baktık ve o şüpheleri doğrulayan kayda değer bir şey bulamadığımız için, onun Allah’ın peygamberi olduğunu kabul ettik.

Üçüncü Tavsiye

“Kur’an bir insan tarafından yazıldı.” demek yeterli değil. Hayalen 7. asra gidip Hz. Muhammed’in bilgi seviyesini ölçmek, sonra yaşadığı (21.) asırda o bilgi seviyesinden insanlar bulup, onlara Kur’an’ın benzerini yazın demek lazım.

Biz bu konuda da aklımızı gözlük yaptık, Kur’an’a baştan sona baktık ve onun bir insan sözü olamayacağına açık ve net delillerle ortaya koyduk.

Bir Gözlem: Bu tavsiyelerden sonra da bir de gözlemimizi ifade edelim. Şimdiye kadar bu tavsiyelerimizi yerine getirerek inkar eden bir insana da denk gelmedik. İnkar edenlerin büyük bölümünün inkar işini çok ciddiye almadığını, kulaktan dolma yüzeysel bilgilerle bu işi yaptıklarını fark ettik.

Kur’an’ın verdiği haberi doğrulayanların yapmaları gerekenler

Günümüz için konuşursak, Kur’an’ın verdiği haberi doğrulayan insanların sayısı iki milyara yaklaşıyor.

Bu insanlara -işin içine kendimizi de katarak- bir tavsiyemiz olacak.

“İnanma işini ciddiye alın. ‘İman ettim’ dediğinizde, yaşadığınız hayat o imana denk bir hayat olsun. Sizin geçmiş hayatınıza bakan biri o hayatın tamamında Allah’a iman eden, ahirete iman eden, peygamberi örnek alan, Kur’an’ı kendine rehber yapan bir insan nasıl yaşarmış, bunu görsün.

Üzülerek ifade edelim, bugün sayısı 2 milyara yaklaşan Müslümanlar içinde bu görüntüyü verecek örnek insanımız oldukça az. Buna problem dersek, bu problem İslam dünyasındaki bütün problemlerin temelinde olan ve onların tamamından daha büyük bir problem. Bu problemin çözümü için şu âyete kulak vermek gerekiyor.

Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, ona indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba (gerçek anlamda, tahkiki imanla yeniden) iman edin...”654

3. Âyet: Herkesin Gerçek Değeri Ortaya Konacak

Dünya imtihan dünyası, biz burada insanların gerçek değerini bilemiyoruz. Gerçekte alçak insanlar bir şekilde yüce ve yüksek olarak görünüp gösterilirken, gerçekte değerli olan; baş tacı olacak insanlar gerçek değerini bulamayabiliyor.

Bu âyet şu mesajı veriyor: Dünyada dengesiz, adaletsiz olan her şey dengelenecek, herkes tercihlerinin sonuçlarını yaşayacak, herkesin gerçek değeri ortaya konacak.

4-6 Âyet: Dağlar Üzerinden Yeraltı Sığınaklarına İşaret

Bundan 14 asır önce “Bu dünyada en sağlam şey; en zor yıkılacak şey nedir?” diye sorulsaydı, genelde insanların göstereceği dağlardı. İşte bu yüzden Kur’an kıyamet tasvirlerinde dağları öne çıkarıyor. O tasviri bugüne getirdiğimizde, bazı zenginlerin farklı felaket senaryoları karşısında kendilerini kurtaracağını düşündükleri, yer altı sığınakları öne çıkabilir. Onlar öne çıktığında âyetin mesajı şu olur: “Yeryüzünün şiddetle sarsıldığı, dağların dağılıp toz duman olduğu bir dünyada, yerin yedi değil yetmiş kat altına da sığınsanız, kıyametten ve kıyamet sonrası hesap gününden kurtulamazsınız.”

Ön Bilgi: Kur’an’da Sağcılık Solculuk Var Mıdır?

Gelecek âyetlerde Bizim Sağdakiler ve Soldakiler anlamı verdiğimiz, bazı meallerde sağcılar ve solcular şeklinde de gördüğümüz “Ashâbu’l-meymene ve Ashâbu’l-meşeme” gibi ifadeler geçiyor.

Bu ifadeler daha önce Beled sûresinin 18. ve 19. âyetlerinde de geçmişti. Burada yaptığımız açıklamaları oradaki açıklamaların devamı olarak okuyabilirsiniz.

7-10 Âyet: Üç Grup mu? Yoksa Daha Fazla mı?

Kur’an’ın geneli için bir değerlendirme yaparsak, bu âyet bu şekliyle sadece burada geçiyor. Buradaki gruplara benzer bir tasnifi (sınıflamayı) Fatır sûresi 32. âyette görmüştük.

7. âyette üç grup görüyoruz. Bu gruplara baktığımızda bir sağdakiler var bir de sağdakiler içinde önde olanlar var. -Mealimizin girişinde bunlara iyi ve aktif iyi demiştik.- Bunun karşısında bir de soldakiler var. Peki soldakiler içinde kötü olmakta, kötülüğü teşvik etmekte önde olanlar var mı? Bunların var olduğunu bu konuya işaret eden âyetlerden biliyoruz.

O zaman bu âyetleri şöyle anlayabiliriz, Kur’an bize mahşer günü hakkında bir fikir veriyor. Sağdakilerin kendi içinde dereceleri olduğu gibi, soldakilerin de kendi içinde derekeleri655 var.

Bu âyeti böyle anladığımızda şu tespiti yapabiliriz. Allah (cc) hepsi iyi ve kötü gibi toptancı bir ayrım yapmayacak. Her şeyi bilen bir Alîm, her şeyden haberdar olan Habîr, her şeyi kaydeden bir Hafîz olarak, herkesin her yaptığını önüne koyacak. Öyle olunca iyiler arasında binlerce derece farkı, kötüler arasında da binlerce dereke farkı olacak (Allahü a’lem).

Bu konuya aşağıdaki başlıkla devam edelim.

Mahşer Ortamı Üzerinden Gruplara Tutulan Ayna

Bu tefsir çalışmasında çok defa ifade ettiğimiz gibi Kur’an’ın kıyamet ve sonrası (mahşer, hesap, cennet, cehennem) için yaptığı bütün anlatımların amacı imtihan dünyasına mesaj vermektir. Kur’an orayı, orayı anlatmak için anlatmıyor, orayı burada (dünyada) yaşayan insanlara, burada yaptıkları tercihlerin sonuçlarını görsünler diye anlatıyor.

Görüldüğü gibi işin özünde kötüyü iyi olmaya, iyiyi de daha iyi olmaya teşvik var.

Teşvik Ödüle mi, Ödülü Kazandıran Değere mi?

Bu konuda Kalem sûresinin üçüncü âyetini vesile yaparak “Hedef Ödül Değil, Hedef Ödüle Layık Olacak Ahlak” başlığı altında önemli açıklamalar yaptık. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

Bu tavsiye vesilesiyle şu gerçeği bir kere daha ifade ediyoruz: İslam dininde en büyük hedef Allah’ın rızasını kazanmaktır. Onu kazanmanın şartı güzel ahlak sahibi olmaktır. İslam’ın istediği ölçülere içinde (merkezinde emanet ahlakı bulunan) güzel ahlak sahibi olmak da iman ve ibadet ile mümkündür.656

Bu gerçeği dikkate aldığımızda her Müslümanın önünde iki büyük hedef var. Bir Allah’ın rızası, ikincisi onu kazandıran güzel ahlak. Bu durumda hem cennet hem de cehennem bunu kazanmaya teşvik için. Cennet o güzel dekoruyla diyor ki, bana gelme şartı güzel ahlak, cehennem o korkunç dekoruyla diyor ki, bana gelmeme şartı güzel ahlak.

11-26 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Genel Değerlendirme: Cennet ve Cehennemin Dünyaya Mesajı

96 âyeti olan bu sûrenin büyük bölümü ahiretten; cennetten ve cehennemden bahsediyor. O yüzden burada bir hatırlatma yapıyoruz.

Biz bu konuyu Tefsir Usulümüzde (24) Cennet-Cehennem Yasasında “Cennet-Cehennem Anlatıldığı Gibi mi? Yoksa…”, “Kur’an’ın Cenneti ve Cehennemi Anlatmasının Sebebi”, “2075’te Yaşayanlar İçin Cennet ve Cehennem Tasviri” başlıkları altında değindik.

Gelecek âyetlerde bu başlıklar altında yer alacak çok sayıda âyet var. Onları, bu referanslara havale edip, âyetler hakkında kısa bilgiler vermeye devam edeceğiz.

Bu genel değerlendirmeyi özetlersek,

Burada ve Kur’an genelindeki cennet ve cehennemle ilgili bütün âyetler sonuç eğitimi veriyor. Bu eğitimin dünyada yaşayan ve yaşayacak olan her insana mesajı şu oluyor:

11-14 Âyet: Öncülerin Farkı

Kur’an’ın öncülerde öne çıkardığı farklara bakalım.

Öncüler Mukarrabûn

Kurban ve akraba kelimeleriyle aynı kökten gelen Mukarrabûn kelimesi657 yakın olanlar değil, yaklaştırılmış olanlar demektir. Buna benzer bir ifadeyi muhlis ve muhlas kelimelerinde görmüştük.658 Muhlis ihlaslı kullar için kullanılırken muhlas ihlasa erdirilenler için kullanılıyordu.

Bu kullanımı dikkate aldığımızda da Mukarrabûn kelimesi Allah’a yakın olma gayreti ortaya koyan kullara Allah’ın bir lütfu oluyor. Bunun bu şekilde ifade edilmesi mukarrabûna şu mesajı veriyor: “Başarıyı nefsinden bilme. Bunu sen kazanmadın, sen gayret gösterdin Allah sana lütfetti.”

Burada bazı suiistimallerin önüne geçmek için bir soru soralım?

Kişi, Mukarrabûn Olduğunu Bilir mi?

Her Müslüman iyi olmayı istemeli. Bunu isteyenler, iyiler içinde daha iyi olan Mukarrabûn olmayı da isteyebilir. Bunun önünde bir engel yok aksine -yukarıda ifade ettiğimiz gibi- inanç dekorunda bunlara teşvik var.

Bilinçli Müslümanlar “ben (erdim) oldum” demezler. Onlar olmanın uzun bir süreç içinde olduğunu bilirler. Bunu bilenler “olan (eren)” kulların en büyük özelliğinin bunu ifade etmemek olduğunu da bilirler.

Ayrıcı bu kullar, asla kendilerini garanti cennetlik olarak görmezler. Sürekli havf ve reca (korku-ümit) dengesini gözetirler.

Burada şunu da ifade edelim, eğer Müslümanlar için mukarrabûn listesi yapılacak olsaydı, Hz. Ömer’in bu listenin başındakiler arasında olması gerekirdi. Onun bu konuda şöyle dediği rivâyet edilir: “Eğer ‘Bir kişi hariç, bütün insanlar cennete gidecek.’ dense, o kişinin ben olabileceğimi düşünürüm; o kadar Allah’ın azabından, gazabından korkarım. Şâyet ‘Bir kişi dışında bütün insanlar cehenneme girecek.’ denilse, o kişinin ben olabileceğimi düşünürüm; o kadar Allah’ın rahmetinden ümit varım.”659 

Öncülere Vaad Edilen Cennet Değil, Cennetler

Başlıkta özellikle vurguladık. Kur’an Adn, Firdevs, Naim gibi cennetleri anlatırken, genelde tekil değil, Firdevs cennetleri, Adn Cennnetleri ve Naim (nimetler) cennetleri şeklinde çoğul ifadelerle anlatır.

Bu da bizim yukarıdaki “7-10 Âyet: Üç Grup mu? Yoksa Daha Fazla mı?” başlığı altında yaptığımız değerlendirmeleri teyit eder.

Buna iyiler arasında ne kadar derece farkı varsa, o kadar cennet var, o cennetler arasında da o kadar derece farkı var diyebiliriz. (Allahü a’lem).

Bunları derken, iyiler içinde daha iyilere (önde olanlara) verildiği için, cennetler arasında bir derecelendirme yapsak, Naim cennetlerinin öne çıkan cennet olduğunu söyleyebiliriz.

Önceki ve Sonraki Ümmetlerden Bahseden Âyetler Hangi Sorulara Cevap Veriyor?

13. ve 14. âyete baktığımızda âyetler bize bir bilgi veriyor. Bu bilgi iki soruya cevap olarak verilebilir:

Âyetlerde geçen bilgi bu iki sorumuza da cevap veriyor. Özellikle de ikinci soruya.

Bu tespitten sonra bir oran vererek konuya devam edelim. Kesin olan şu: Öncekilerin oranı % 50’den fazla. Bu durumda önceki ve sonraki ümmetler için %70, %30 gibi tahmini bir oran koyabiliriz.

Konuya şu soruyla devam edelim?

Neden Çoğu Önceki Ümmetlerden?

İnsanlık tarihini bir binaya benzetirsek, ilk insandan bugüne kadar geçen zamanda bina için iki durum var; birincisi temel atma, ikincisi temelin üstüne kat çıkmak. Bu durumda ilk peygamberden son peygambere kadar geçen zaman temel atmaya karşılık gelse, ondan sonrakileri de temelin üzerinde; temeldeki plan ve programa göre kat çıkanlara benzetebiliriz.

Temel atmadaki zorluğu dikkate aldığımızda, yukarıda sorduğumuz iki sorunun cevabını da buluruz.

Temel atma işinin zorluğu olduğu gibi, kat çıkmanın da kendi şartlarında zorluğu vardır. Günümüz için konuşursak, İslam âleminin birçok sorunu var. Bu sorunların çözümü için çalışmak kat çıkma çalışmasıdır. Bu sorunun çözümü için çalışırken, yaşadığı hayatla etrafındaki insanlar tarafından; yalan söylemeyen, güven veren, her türlü aşırılıktan uzak duran, sade bir hayat yaşayan, lüks ve israftan kaçınan, elindeki maddi imkanları insanlığın faydası için kullanan bir insan olarak tanınmak…

Evet böyle tanınan biri için “çağımızın öncü adaylarından” biri diyebiliriz. Böyle tanınan biri olmak için çalışmak hayırda yarışmaktır.

Sağdakilerle, Öncülerin Girecekleri Cennetlerin Farkı

Bu sûrede 11-40 arası âyetlerde, Kur’an’da hiçbir sûrede görmediğimiz bir özelliği görüyoruz; burada arka arkaya iki farklı grubu, iki farklı cennet ödülü anlatılıyor.

İki âyet grubunu Kur’an bütünlüğünde okuduğumuzda, “Sadece öncülere verilen ama sağdakilere verilmeyen şunlar şunlar…” diyecek bir şey göremiyoruz. O zaman Burada soru şu: Bu iki cennetin farkı nedir?

Kur’an cennetin dekorunu dünyadaki bildiğimiz örnekler üzerinden anlattığı için biz de bu farkı iyi bilinen örnekler üzerinden anlatalım.

Varsayalım karşımızda iki zengin var; biri yüksek gelir grubunda diğeri ise en yüksek gelir grubunda.

Birinin evinde ne varsa, diğerinin evinde de genelde benzeri vardır. Fark nedir? Fark fiyattır, kalitedir, yüksel modelde daha çok özelliğe sahip olmasıdır. Fark iyi ve daha iyi, güzel ve daha güzel, lüks ve daha lüks farkı gibidir (Allahü alem)

11-40 arası âyetlerde anlatılan cennetlerin farkını bu örnek üzerinden düşünebiliriz.

15. 16. Âyet: “Mobilyalarım Nasıl Olacak?”

Bu âyetler cennetteki sarayımda “Üzerinde oturacağım mobilyalarım nasıl olacak?” gibi sorulara cevap veriyor. Cevapta sadece mobilyalardan değil, o mobilyaların özenle işlenmesinden, mücevherlerle donatılmasından bahsediliyor.

Bu cevaba, 7. asırda, orta ve alt gelir grubunun hayat standartlarından bakarsak, hemen hemen hiçbir evde olmayan, her insanın ah benim evimde de olsa diyeceği bir ortam.

17-21. Âyet: “Sarayımda hizmetçilerim ve ikramlar nasıl olacak?”

Bu âyetlerde, bu sorunun cevabını görüyoruz. Verilen cevaba yine yukarıda ifade ettiğimiz gibi 7. asrın şartlarından baktığımızda, her insanın “ah şu ikramlar bana yapılsa” diyeceği şeyler olduğunu görüyoruz.

22. 23. Âyet: Atomu Görmekle, Cennette Huri Görmek Arasındaki İlişki

Neden böyle bir başlık attık? Çünkü, cennet dekorunda yer alan huriler hem Müslümanlar hem de olmayanlar arasında tartışma konusu olabiliyor. Bu tartışmalarda bazı Müslümanlar işin magazin ve cinsellik boyutunu öne çıkarırken, olmayanlar içinden de bazıları işi alay ve eleştiri konusu yapabiliyor.

Biz Müslümanlara cennette huri olduğunu söyleyen Allah’tır (cc). Bir şeyi Allah söylüyorsa, Allah’ı tanıyan biri o konuda şöyle düşünür: “Kâinatı; güneşi, canlılarda hücreyi yaratan ve atomu canlı cansız her varlığın temel taşı yapan Allah’tır. Geçmişten günümüze kadar atomun, hücrenin ve güneşin yapısı genelde bütün insanlar, özelde işinin ehli bilim insanları tarafından magazin ve alay konusu yapılmamıştır. Aksine onlar hakkında bilgi arttıkça, onları o şekilde yaratan Allah’a takdir ve hayranlık da artmıştır…”

Bu düşünceyi merkeze koyduğumuzda, dünya dekorunda atomu, hücreyi ve güneşi mükemmel yaratan Allah’ın (cc) yarattığı cennetin dekoru bütün insanları kendine hayran bırakacaktır. Orada haksızlığın, adaletsizliğin, ahlaksızlığın zerresi olmayacaktır. Orada, insan onur ve haysiyetine yakışmayan, alay ve eleştiri konusu olacak hiçbir şey kendine yer bulamayacaktır.

Oraya giren -özellikle kadın- Müslümanların “bize haksızlık yapılmış” diyeceği hiçbir şey asla olmayacaktır. Neden böyle kesin konuşuyoruz? Çünkü Allah’ı tanıyoruz. Çünkü Allah’a imanın O’nun El-Hak, El-Adil, El-Hakim olduğuna, zerre kadar haksızlık yapmayacağına imanı da içine aldığını biliyoruz.

Buna bildiğimiz ve buna iman ettiğimiz için de şunu bir kere daha ifade edelim. Cennetle ilgili bazı eserler erkek egemen anlayış tarafından kaleme alındığı için, kadını ikinci plana koyan bir anlayış öne çıkabiliyor.

Burada şunu bir kere daha ifade edelim: Cennet dekoru ile ilgili burada bir kadının aklına gelen gelmeyen yüz tane olumsuz soru olsa, bin tane aleyhte konuşma olsa onların ortak cevabı şu olacak: Allah (cc) cennette kadına zerre kadar haksızlık yapmayacaktır. Bunun aksını iddia etmek, Allah’ın haksızlık yapacağını ima etmektir ki, bu Allah’a iftira olur ve manevî sonuçları çok ağır olur.

Cennetteki Hurilerin Dünya Kadınları Olma İhtimali Var mı?

Bu soruyu buraya alma sebebimizin bazı İslam âlimlerinin bu konuda ortaya koyduğu düşünceler. Burada o düşüncelerin çok kısa bir özetini verecek, o konudaki bazı kaynaklara işaret edeceğiz.

“Kur’ân-ı Kerîm’de, cennet hayatının dünyadaki insanî duygular paralelinde kurulacağına ve aile mutluluğunun orada da süreceğine işaret ederek mümin olan aile fertlerinin cennette birlikte bulunacaklarını haber veren âyetlerde660 dünyadaki mümin eşlerin cennette de beraber olacakları özellikle vurgulanır. Buna göre yeni bir fizyolojik ve psikolojik yapıyla yaratılacak cennet kadınlarının veya hûrilerin tercihen kişilerin kendi eşlerinden oluşacağını söylemek mümkündür.”661

Bu kaynakta, cennetteki köşklerin 70.000 kapısı olacağı, bu kapıların her birinde köşkün sahibini bekleyen birer huri bulunacağı, bunun yanında cennete giren herkese 4000 bakire, 8000 bin dul ve 100 huri verileceği gibi rivâyetlerin, hadis kriterleri açısından zayıf olduğuna dair bilgiler de yer alıyor.

Bu konuda ayrıca Prof. Dr. Emrullah Fatih tarafından yapılan HURİ GILMAN VE VİLDANLARIN KİMLİĞİ PROBLEMİ" isimli çalışmaya da bakılabilir.662

Bu kaynakta da farklı düşünen âlimlerin yanında geçmişten bugüne cennetteki hurilerin dünya kadınlarından olacağını ifade eden âlimlerin görüşleri yer alıyor.663

Bu Konuda En Makul Görüş Nedir?

Bir kere daha ifade edelim, bu konuda çok sayıda görüş var.

Bu görüşlerden erkek lehine, kadın aleyhine olmayan, Allah’ın cinsiyet ayrımı yapmakla haksızlık yapacağını ima etmeyen her görüş tercih edilebilir.

Tercih yaparken şunlara dikkat etmekte fayda var. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Kur’an’da anlatılan cennet dekoru 7. asrın Mekke-Medine toplumunun istek, arzu, özlem ve beklentilerine göre şekilleniyor. O yüzden bu konuda ortaya konacak görüşlerin “kesin böyle olacak” şeklinde ifade edilmemesinde, esnek bir dil kullanılmasında, sonunda da (Allahü a’lem) denilmesinde fayda var.

Bu açıklamalardan sonra “makul görüş nedir?” sorusunun cevabını vererek huri konusunu bağlayalım.

Allah’ın Müslümanlara vaad ettiği cennette bir protokol olacak. Bu protokolde Allah’ın cennet ile ödüllendirdiği mümin kadınlar ve erkekler en başta olacak. Bizim Kur’an’dan yola çıkarak adına Huri, Vildan, Gılman dediğimiz şeylerin tamamı cennete giren kadın ve erkeklerin hizmetinde olacaklar. Neden böyle olacak?

Çünkü hem erkek hem de kadınlar, imtihan dünyasında bir sürü zahmet çekiyorlar, birçok konuda kendilerini frenliyorlar; cennete bir emek, çaba ve gayret sonucu giriyorlar.

Burada özellikle dünya kadınlarını öne çıkarırsak, cennete bu şekilde giren kadınların, sırf cennet için yaratılan varlıkların gölgesinde silik ve sönük kalması, Allah’ın rahmeti ve adaletiyle uygun düşmez. Allah’ın adaletine uygun olan, dünya kadınlarının protokolde önde olmalardır.

Özetlersek, biz en makul olduğunu düşündüğümüz bu görüşe göre şekillenecek her türlü bakış açısının doğru olacağını düşünüyoruz. (Allah âlem)

24-26. Âyet: Cennet Bir Hak Ediş mi?

24. âyet ve benzeri âyetleri lokal okuduğumuzda, cennet insanın yaptığı amelelerin karşılığı “bir hak ediş” gibi anlaşılabiliyor. Bu konuya Kur’an genelinden baktığımızda şunu görüyoruz. Allah (cc) hayata ait bütün sermayeyi verendir; bizim cenneti kazanmak için yaptığımız her işin arkasında o sermaye ile verilen imkanlar var. Bu imkanlar olmasa cennetin olmayacağı gerçeğini bilenler cenneti bir hak ediş değil bir lütuf olarak görüyorlar.

Allah’ın bu ve benzeri âyetlerde “amellerinize karşılık” demesi de “Verdiğim sermaye ile yaptığınız her iyilik ve güzelliğin karşılığı size fazlasıyla verilecek” şeklinde bizi hayırda yarışa teşvik için söylenen ifadeler olarak değerlendirilebilir.

Boş Söz ve Selam

Bu konuda664 benzer âyetler geçmişti orada yaptığımız açıklamalara bakılabilir.

27-40 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

27-33. Âyet: Sağdakilerin Cenneti

Bu cennetle öncülerin cenneti arasındaki farka, bir önceki âyet grubunda “Sağdakilerle, Öncülerin Girecekleri Cennetlerin Farkı” başlığı altında değinmiştik. Burada âyetler hakkında kısa açıklamalar yapalım.

Öncülerin cennetinde 20. âyette “hoşlarına giden meyveler” ifadesi geçmişti. Sağdakilerin cennetinde kiraz, muz gibi meyveler sayılıyor, 32. âyette birçok meyveler deniliyor. Her iki cennette de meyve olmasından şunu anlıyoruz. Bütün cennetlerde, bütün meyve çeşitleri olacak ama cennetteki mertebe farklarına göre aralarında lezzet farkı olabilir.

Önceki âyet grubunda 17-19 arası âyetlerde öncülerin cennetindeki çeşme, testi, ibrik ve kadehlerden; bunların içindeki içeceklerden bahsedildi, burada (32. âyet) sadece çağlayarak akan sudan bahsediliyor. Orada (21. âyette) bahsedilen kuş etinden burada bahsedilmiyor.

Özetlersek, bu âyet gruplarından şunu anlıyoruz, yeme içme adına aklınıza ne geliyorsa, onun çok ama çok ötesi cennette sizi bekliyor olacak ve bunlar hiç yasaklanmayacak.

34-38. Âyet: Cennet İçin Yepyeni Bir Yaratılış

Bu âyet grubunda konunun akışını 35. âyette geçen “hünne” müennes (dişi) zamirinin merci belirliyor o yüzden teknik bir ayrıntıya kısaca değinmemiz gerekiyor.

“Hünne” Zamirin Merci Nedir?

34. âyette geçen “furuşin” kelimesinin hakiki ve mecazi iki anlamı var. Hakiki anlamı yere yayılan; üzerine yatılan veya oturulan döşek demek. Bu kelimenin bir de “kadın” manasında kullanılan kinaye anlamı var. Bu anlamı da “Râgıb el-İsfehânî'nin el-Müfredât fî Garîbi'lKur'ân” adlı eserinde f-r-ş maddesinde görüyoruz. Orada Müellif şöyle diyor: “فِرَاش kelimesi, eşlerin her birisi için kinâye yapılır. Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: اَلْوَلَدُ لِلْفِرَاشِ : Çocuk yatağa aittir[Çocuk, onu doğuran kadının kocasına aittir]. فُلاَنٌ كَرِيمُ الْمَفَارِشِ : Falan kişinin hanımları iyidir.”

Biz 34. âyetin Arapça çevirisinde döşek manasını verirken, parantez içi açıklamasında da kadınlar/eşler manasını verdik. 35. âyette de mecazi manayı dikkate alarak “hünne” zamirinin mercini (gittiği yeri) yine parantez içi açıklamada eşler olarak ifade ettik.

Bazıları, firaş kelimesinin hakiki manasını dikkate alıp, 35. âyette geçen “hünne” zamirinin mercini döşekler olarak kabul edip âyette geçen “yeniden yaratılışın” döşekler için geçerli olduğunu ifade ediyorlar.

Biz cennette insanın asli unsur olduğunu, taht, döşek, ibrik, kadeh, kiraz, muz gibi şeylerin de dekorda bir ayrıntı olduğunu dikkate alarak mecazi mananın tercihini daha doğru bulduğumuz için burada tefsirimizi mecazi mana üzerinden yapacağız.

Ayrıca bu âyet olmasa bile, hatta Kur’an’da hiçbir âyet olmasa bile, insanın yeniden dirilişin ardından cennete girdiğinde cennet ortamına uygun olarak yeniden yaratılacağı herkesin ortak kabulüdür. Kaldı ki, bu konuya işaret eden âyetler de var. Mesela Kur’an’da iki âyette “Biz onların göğüslerinde kinden ne varsa çekip almışız.665 İfadesi geçiyor. Biz bu âyetlerde “kin”in alınmasını, sadece kinin alınması olarak anlamıyoruz, bir insanda kin ile temsil edilen ne kadar olumsuz düşünce varsa onların da alındığını anlıyoruz.

Neden böyle anladığımızı aşağıdaki başlık altında anlatalım.

Kadın (Erkek) Cennet İçin Yeniden Yaratılıyor

Allah insanı imtihan dünyası için yarattığında, onu (hayra ve şerre meyilli olarak666) çift kutuplu yaratıyor. Bu imtihanda ondan hayra meyletmesini, şerden uzak durmasını istiyor. Yani bir nevi “Sen şerre meyleden özelliklerinle cennete giremezsin, onlardan arınman lazım” diyor.

Biz de imtihan boyunca hayra yakın, hayrın içinde, şerden uzak; arınmış olarak yaşıyoruz. Böyle yaşamanın sonucu olarak cennete girecek kıvama geliyoruz. Allah (cc) bu kıvama gelen kullarına ödül olarak cenneti veriyor: Onları cennet dekoruna göre; tamamen hayrı isteyecek bir formada yeniden yaratıyor. Bazıları “cennette insanın her istediği olacak”667 gibi âyetleri magazinleştirip kötü şeyleri istemesinden bahsediyorlar.

İnsanın öfke ve kinden arınmış bir şekilde yeniden yaratılışı için bir benzetme yaparsak, bir robot düşünelim, bu robotu üreten firma bu robotun kötülük istemeyle ilgili bütün özelliklerini iptal ediyor. Tamamen iyilik için programlıyor. İyilikten başka bir şey istemiyor. Kadın erkek insanın cennet için yeniden yaratılışını bu şekilde anlarsak az önceki âyeti “cennette insanın (hayır adına) her istediği olacak” şeklinde anlayabiliriz.

36. 37. Âyet: Eşlerine Düşkün Yaşıt Bakireler

Bu âyetlerle ilgili değerlendirmelerimizi yukarıda 22. ve 23. âyetlerde huriler için yaptığımız değerlendirmelerin devam olarak ele alacağız.

Bu âyetlerde eşlerine düşkün, yaşıt bakireler olarak yeniden yaratılışlarından bahsedilen dünya kadınları yukarıda ifade ettiğimiz gibi cennet protokolünde en üst seviyede yerlerini alıyorlar. Cennet dekorunda isimleri geçen huri, gılman ve vildan gibi bütün görevliler protokolde hizmetli sınıfında yer alıyor; bir emek ve gayret sonucu cennete giren insanlara hizmet ediyorlar.

38-40. Âyet: Sonrakilerden Olarak Sağdakiler İçinde Yer Alma İhtimalimiz Yüksek

Bu âyetlerin yukarıda geçen 11-14 arası âyetlerle bağlantısını kuracağız.

Orada “Çoğu önceki ümmetlerden/Birazı da sonrakilerdendir.” İfadesi geçmişti. Burada ise “Bunların bir kısmı önceki ümmetlerdendir./Bir kısmı da sonrakilerdendir.” İfadesi geçiyor.

11-14 arası âyetlerde tahmini olarak önceki ümmetler için “%70 sonrakiler için %30 oranı vermiştik. Bu âyetler için de âyette geçen ifadelerden yola çıkarak öncekilerin ve sonrakilerin oranı için % 50-50 diyebiliriz.

Bu durumda öncekilerden sonra gelen bizlerin hayırda yarışta sağdakiler içinde olma ihtimalimiz öncülerin içinde olma ihtimalimize göre daha yüksek. Ama Allah’ın izniyle öncülerden de olabiliriz.

Bu faslı şu dua ile bitirelim: Rabbimiz bizi hayırda yarışanlardan; o yarışta önce sağdakilerden, sonra da öncülerden olmayı nasip eylesin.

41-56 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Ön Bilgi: Hatırlatma

Bu âyet grubunun tefsirinde, yukarıda 11-26 arası âyetlerin tefsirine başlarken “Genel Değerlendirme: Cennet ve Cehennemin Dünyaya Mesajı” başlığı altında yazdıklarımızın hatırlanmasında fayda görüyoruz. Orada cehennem konusunda daha önce geçen sûre ve âyetlerde yazdıklarımız için referans vermiştik. Burada onların devamı olarak kısa açıklamalar yapacağız.

41-44. Âyet: Soldakilerin de Öncüleri Olacak mı?

Bu sûrede 7-10 âyetlerin tefsirinde şöyle bir değerlendirme yapmıştık: “7. âyette üç grup görüyoruz. Bu gruplara baktığımızda bir sağdakiler var bir de sağdakiler içinde önde olanlar var. Mealimizin girişinde bunlara iyi ve aktif iyi demiştik. Bunun karşısında bir de soldakiler var. Peki soldakiler içinde kötü olmakta, kötülüğü teşvik etmekte önde olanlar var mı? Bunların var olduğunu bu konuya işaret eden âyetlerden biliyoruz.”668

Burada o âyetlerin içeriğine dikkat çekelim; Kur’an cehennemliklerin konuşmalarını anlatırken, “kendilerine uyulanlar ve uyanlar şeklinde bir ayrım yapar. Burada uyulanlara önder, öncü ve lider dersek, diğerleri onlara tabi olan kişiler oluyor. Bu durumda solcular içinde kötü, daha kötü, çok daha kötü gibi gruplar olduğu; onların kötülük derecelerine göre azabın farklı olduğu cehennemlerin de olduğunu kabul etmenin önünde bir engel görünmüyor. (Allahü a’lem)

41-44. Âyet: Tercihlerinin Sonucu

Bu âyetlerde cehennemden bir bölümün tasviri yapılıyor. Bu tasvirde azabın insanın içine işleyeceği, kaynar suların arasındaki çırpınışları, kapkara boğucu bir duman, serin ve hoş olmayan bir ortam anlatılıyor. Bu tasvir üzerinden dünyaya verilen mesaj şu: Bu sonucu yaşamak istemiyorsanız, yol yakınken dönün.

45. 46. Âyet: Ne Yaparsak Cehenneme Gireceğiz?

Bu âyetlerde bu sorunun cevabı özetleniyor. Burada lüks ve sefahatten bahsediliyor. Bunun arkasında zenginlikle şımarma, onun arkasında da Allah tarafından emanet olarak verilen nimetlere “benim” deme, “benim olanla istediğim gibi yaşarım” deme yanlışı var.

46. âyette büyük günah vurgusu var. Bu konuya Necm sûresinin 32. âyetinin tefsirinde “Benim İçin Hangisi Daha Tehlikeli, Ufak Günahlar mı Büyük Günahlar mı?” başlığı altında değinmiştik oraya bakılabilir.

Burada şunları ifade edelim. İnsan ufak veya büyük günah işleyebilir. Bunların ardından tevbe edebilir. Bu âyette dikkat çekilen nokta günahta ısrar. “Günahta ısrar” demek, günahta ısrarın sembol ismi olan şeytanın adımlarına tabi olmak onun arkasından onun gideceğe sona adım adım gitmektir.

Âyetler “Günahta ısrar edildiğinde ne olacağı?” sorusuna cevap veriyor.

47. 48. Âyet: Ahireti İnkar

Kaynaklarımıza baktığımızda müşriklerin tamamının Allah’a iman ettiğini, iman edenler içinde bir kısmının ahirete iman etmediğini görüyoruz. Bu konuya yakından baktığımızda, onların Allah inancının Kur’an’ın tarif ettiği Allah ve ahiret inancı olmadığını söyleyebiliriz.

Bu âyetlerde müşrikler içinde Allah’a iman eden ama ahireti inkar eden bir grubunun dünya hayatındayken sordukları sorulara yer veriliyor. Bu sorular cevabı öğrenilmek için sorulan sorular değil, inkarda ısrarın göstergesi olan sorular. Bunlara retorik soru da deniliyor.669

49. 50. Âyet: Soruların Cevabı

Bu âyetlerde önceki âyetlerde geçen soruların cevabı veriliyor. Cevap verilirken soru içinde olan öncekilerin yanına sorunun içinde olmayan sonrakiler de konuluyor ve şu mesaj veriliyor: Önceki atalarınız da siz de sizden sonra kıyamete kadar gelecek bütün insanlar Allah’ın dilediği bir vakitte mahşer meydanında toplanacaksınız.

51-56. Âyet: Cehennemdeki Menü: Zakkum Ağacı ve Kaynar Su

Bu âyetlerin merkezinde Zakkum ağacı yer alıyor. Kur’an’da doğrudan üç âyette geçen,670 İsra sûresinde ise kendisinden lanetlenmiş ağaç olarak bahsedilen Zakkum ağacı Kızıldeniz tarafında Tihame bölgesinde yetişen, kışın yapraklarını dökmeyen bodur bir ağaçtır. Tadı ve kokusu kötü olan bu ağaç zehirli bir özsu içerir. O nedenle bu ağaçla temas edenlerde bir çeşit deri hastalığı görülür.

“Kur’an bu ağaçtan neden bahsediyor?” diye bir soru sorduğumuzda, bu sorunun cevaplarından biri şudur: Kur’an genelde (bu âyetlerde susamış deve örneğinde olduğu gibi) bilinmeyenleri bilenenler üzerinden anlatır. Cehennem azabı dünyada tam anlamıyla örneği olmadığı bizim için bir bilinmeyen. Kur’an bu bilinmeyeni bilinen en yakın örnek üzerinden anlatıyor. Bu anlatımı kaynar su ile birlikte düşünürsek, bu âyetler üzerinden dünyaya verilen mesaj şu: “Dünyada asla yemem diyeceğiniz şeyler, cehennemde sizin yiyecek ve içecekleriniz olacak. O kaynar suları içtikçe yanacak, yandıkça içeceksiniz. Böyle bir azabı yaşamak istemiyorsanız, gelin yol yakınken dönün.”

57-76 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Ön Bilgi: Yaratılanların Yaratılacaklara Şahitliği

Kâinat; dünya ve içindekiler yaratılan, kıyamet sonrası ahiret; cennet ve cehennem ise vaad olunan; yaratılacak olanlar. Kur’an defalarca yaptığı gibi, bu âyet grubunda öncekileri sonrakilere, yaratılanları yaratılacaklara şahit yapıyor.671

Burada bunun örneklerini göreceğiz. Örnekleri okurken okuyucuya bir tavsiyemiz olacak; âyetleri 21. Asrın Bilgi Seviyesinden Okuması.

Kur’an dersine girdiği öğrencilerin bilgi seviyesini dikkate alan bir öğretmen gibi, bu âyet grubundaki örnekleri 7. asrın bilgi seviyesinden anlatıyor. Biz burada yapacağımız okumada bu asrın bilgi seviyesine -daha önce değindiğimiz için- kısaca değineceğiz, detaylarını okuyucularımıza bırakacağız.

57. Âyet: Muhatabı Akıl Olan Sorular

Kur’an ezbere içi boş bir iman istemiyor. Davet ettiği bütün insanları yaratılan âyetler üzerinde düşünmeye çağırıyor. Bunu yaparken de insanı insan yapan, insanı Allah’a/vahye/dine muhatap yapan akla hitap ediyor. Bu hitap âyetlerde sorular üzerinden oluyor. Bu sorularda amaç aklı harekete geçirmek, amaç vahyin ortaya koyduğu hakikatleri tasdik etme (doğrulama) potansiyelinde yaratılan akla görevini yaptırmak.

O yüzden âyette geçen ve s-d-k kökünden gelen “tusaddikûn” fiili, doğrulama, doğru olduğunu tasdik etmek gibi anlamlara geliyor.

Bu âyetlerde sorulan sorular üzerinden aklın önüne iki seçenek konuluyor. Bu sayılanları yaratan kim? Allah mı? Başkası mı? Akıl bu soruya “Allah’tan başkası yarattı.” diyemeyecek şekilde yaratılmıştır.

Evet, sözde “Allah’tan başkası” demek kolaydır ama aklı ve mantığı kullanarak bu işin ispatını yapmak imkansıza yakın zordur.

Örnek verelim. Dünyaca ünlü bir beyin cerrahının yaptığı ameliyat için “hayır o yapmadı şu yaptı” diyen bir kişinin, o genel cerrahın karşısına, onun bilgi, eğitim ve tecrübe seviyesine denk birini koyması gerekiyor. İş ile o işi yapan arasında; o işi yapmak için gerekli özellikler arasında bir denklik olması gerekiyor.

Bu gerçeğe dünyada her insanın kabul ettiği evrensel bir yasa dediğimizde, bu kâinatı ve içindekileri “Allah’tan başkası yarattı.” diyecek birinin, kâinatı yapma işini, yapmak için gereken özelliklere sahip birine işaret edip, onu kabul etmesi gerekiyor.

Böyle bir kabul yerine, akılsız şuursuz tesadüfü, kendi kendine olmayı kabul etmek, beyin cerrahı yerine aklı, gözü, kulağı, eli ayağı olmayan birinin o ameliyatı yaptığını kabul etmeye benzer ki, dünyada hiçbir akıl böyle bir şeyi kabul edemez.

Şu soruyla devam edelim,

İnsan Bir Yaratıcının Varlığını Kabul Etmeli mi?

İnsan aklı, cevabını bulamadığı sorularda, insanı rahatsız edecek şekilde yaratılmıştır. Gece, evin içinde bir ses duyan insan, o sesin kaynağını bulursa rahat eder, bulamazsa endişe eder.

Aynen bunun gibi, bu dünyada çok basit şeylerin failini merak eden her insan, “Bu kâinatı kim yarattı?” sorusu üzerinde düşünür ve kendince bir cevap bulur. Bu cevap üzerinden bir yaratıcının varlığını kabul eder.

Doğruluğuna bakmadan bu kabulleri dikkate alırsak, başlıktaki sorunun cevabı olarak “etmeli” diyebiliriz.

Allah’ı Yaratıcı Olarak Kabul Etmemenin Şartı Nedir?

Allah insana tercih özgürlüğü vermiş. Bu özgürlüğün içinde “O’nun varlığını kabul etmemek” de var.

Allah’ın varlığını kabul etmeyen bir insan, eğer (bir fikir, düşünce ve kanaat sahibi olarak) kendini ciddiye alıyorsa, yaratıcı olarak kabul ettiği varlığın, kâinatı yaratacak özelliklere sahip olması gerektiğini de kabul etmesi gerekiyor. Yani “X” yarattı derken, “X”in atomdan güneşe, güneşten galaksilere kadar her şeyi yaratabilecek bir ilmin, kudretin sahibi olduğunu, fizikten kimyaya, kimyadan biyolojiye, biyolojiden jeolojiye, jeolojiden astronomiye kadar bugün bilim insanları tarafından bilinen (ve bilinmeyen) ne kadar bilim varsa onları en üst seviyede bildiğini kabul etmesi gerekiyor.

Akıl “X”i yaratıcı olarak kabul eden her insana, “X”i bu şekilde bir varlık olarak kabul etme şartı koşuyor.

Bugün üzülerek ifade edelim, Allah’tan başka bir yaratıcı kabul edenler aklın ortaya koyduğu bu şartı yerine getirmiyorlar. Adı tesadüf olan, ilmi, iradesi olmayan, peygamber ve vahiy göndermeyen, özellikleri hakkında bilgi vermeyen bu sözde yaratıcıyı kabul ediyorlar.

Biz bu konuda akla gelebilecek soruların cevabını Tefsir Usulümüzde (2) Aklın İşleyiş Yasasında bahsettik. O yüzden bu konuya burada nokta koyuyor, âyetlerin tefsirine devam ediyoruz.

58-73. Arası Âyetlerde Seçilen Nimetler

Âyetlerin tefsirine geçmeden önce seçilen nimetlerden bahsetmek istiyoruz.

Bu nimetlerin en büyük özelliği kuşatıcı; yani dünyada insana verilen her nimetle bağlantılı olmaları. Kur’an burada bu nimetleri, insanlara verilen tüm nimetlerin özeti olarak sayıyor diyebiliriz.

Ayrıca bu bölümde meni, tohum, su ve ateşle ilgili sorulan her sorunun cevabı, 57. âyetteki “Sizi Biz yarattık tasdik etmeniz gerekmez mi?” sorusunu tasdik eden bir cevap oluyor. İnsan sorulara verdiği cevaplarda özetle şöyle diyor: “Ey Rabbim! Meniye, tohuma, suya ve ateşe baktım, onlar üzerinde düşündüm ve onları ve beni Senin yarattığını tasdik ediyorum.”

Şimdi ilgili âyetlerde bu tasdikin nasıl olduğuna bakalım. Burada bir noktaya daha dikkat çekelim, 57. âyetin açıklamalarında ifade ettiğimiz gibi bu tasdik vahyin rehberliğinde hareket eden akılla olacak.

58-62 Âyet: Birinci Nimet: (Meni) İnsan Olmak

Meni’yi “Ben Yarattım” Diyebilme Şartı

Bu âyetler ve bundan sonraki âyetlerde geçen konular için ortak bir kurgu yapalım. Bu kurguda varsayalım bu dünyada insan dışındaki (taş, toprak, bitki ve hayvan gibi) varlıklar da insan gibi akıllı, şuurlu olsun.

Bu kurguya göre muhataplarımız şunlar: İnsanlar, hayvanlar, bitkiler, taş, toprak, güneş gibi cansızlar, tabiat ve tesadüf gibi yaratıcı olduğu kabul edilen şeyler.

59. âyetteki soruyu, biraz değiştirerek muhataplarımıza soruyoruz: “Onu (meniyi) siz mi yaratıyorsunuz yoksa Allah mı?” Yine varsayımlar üzerinden gidelim, muhataplarımızdan tabiat veya tesadüf672 çıkıyor diyor ki, “Onu ben yarattım.”

“Onu ben yarattım” cümlesini kurmak kolay. Ya ispatı! İspatı imkansız çünkü “meni”yi ben yarattım diyen birinin aşağıda dipnotta673 bir kısmını saydığımız bilimleri bilmesi gerekiyor. Hadi bildiğini kabul edelim, yoktan bir meni yaratıp önümüze koyması gerekiyor. Bunu yaparken de bir türün menisi değil, meniden yaratılan milyonlarca farklı canlının menisini yaratmalı, her yarattığı meni içeriği bir birbirinden ayrı olmalı…

Özetlersek, Allah’tan bir başka bir yaratıcı kabul eden kişinin meniyi yaratabilecek özelliklere sahip olan birini kabul etmesi gerekiyor. Yani “meni tesadüfen oldu” diyorsa, tesadüf denen şeye Allah’a denk bir ilim, irade ve kudret vermesi gerekiyor. Biz bugüne kadar, yaratılışı Allah’tan başkasına verenler arasında, yaratıcı olarak kabul ettikleri şeylere Allah’a denk özellik veren görmedik. Genelde kabulleri bir ezber. “Şu yarattı” diyorlar sonrası yok…

Oysaki, sonrası olmalı, şöyle demesi gerekir “Biz akıllı ve şuurlu insanların tamamının yaratmakta aciz kaldığı şeyleri, yarattığını kabul ettiğimiz varlığın bizlerden daha akıllı ve şuurlu olduğunu da kabul ediyoruz.”

Ölümlü Olmamız Neye Şahitlik Ediyor?

60. âyet dolaylı olarak şunu diyor: Meniyi siz yaratsaydınız, büyük ihtimal onu ölümsüz olacak şekilde yaratacaktınız. Onu sizin yaratamayacağınızın bir şahidi de yaratılan her şeyin ölümlü olması, ölümlü olanlar içinde, öleceğini bilen, ölümün korku ve endişesini hisseden tek varlık olan insanın bunun önüne geçemeyişi meniyi yaratmadığının ve yoktan yaratamayacağının en büyük şahididir.

62. âyet, bizleri bu konu üzerinde derinlemesine düşünmeye davet ediyor. Düşündüğümüzde şunları görüyoruz. Allah’ın takdiri ile doğuyor ve ölüyoruz; dünyaya geliyor ve gidiyoruz. Yine Allah’ın takdiri ile biz gidince benzerlerimiz geliyor. Bütün bunlar Allah’ın bizi bilmediğimiz bir âlemde yeniden dirilteceğine şahitlik ediyor.

63-67 Âyet: İkinci Nimet: (Tohum, Çekirdek) Bitkiler

Tohumu “Ben Yarattım Diyebilme Şartı

Burada, yukarıda “Meni’yi “Ben yarattım” diyebilmenin şartı” başlığı altında yaptığımız kurguda meninin yerine tohumu koyalım; meni için söylediklerimizin aynısını tohum ve çekirdekler için de söylüyoruz.

Burada farklı olarak şunu ilave edelim, eğer onların tesadüf ve tabiat tarafından yaratıldığı kabul edilirse, bu sözde yaratıcıların aşağıda dipnotta işaret ettiğimiz ilimleri bilmesi gerekiyor.674

“Var”ın, Yok’luğunu Düşünme

64. âyetteki soru üzerinde düşündüğümüzde, tohum ve çekirdeklerin Allah’ın dilemesiyle yetişip büyüdüğünü anlıyoruz. 65. âyet olaya tersinden bakmamızı istiyor ve diyor ki: Dileseydik öyle değil de kuru bir çöp yapardık. 66. ve 67. âyet kuru bir çöp olduğunda, yaşanacak borçlanma ve iflas gibi sonuçlara işaret ediyor.

Bu tersinden bakmaya bir yöntem dersek, Kur’an her “var”ın, “yok”luğu üzerinden bir tefekkür yapmamızı istiyor. Neden? Çünkü bu dünyada her varın kıymetini anlama, yokluğunu yaşamaya bağlanmış. Yokluğu yaşanan nimet, varlığında daha kıymetli oluyor. O yüzden bu âyetlerde geçen tohum, çekirdek, su, ateş gibi nimetlerin yanına, el, ayak, göz, kulak ve akıl gibi hayatın devamı için gereken nimetleri koyup onların yokluğu üzerinde de tefekkür edebiliriz.

Bu tefekkürün sonunda şunu anlıyoruz: Verdikleri olmasaydı, biz var olamazdık, verdikleri olmasaydı, verdiklerini O’ndan başka yoktan yaratıp bizim istifademize sunacak hiçbir şey yoktu.

68-70. Âyet: Üçüncü Nimet: Su

Kur’an, dünyadaki hayatın devamında olmazsa olmaz olan nimetler üzerinden yaptığımız tefekkürü “Su” nimetiyle devam ettiriyor. Bu tefekkürde yukarıda ele aldığımız “meni” ve “tohum” tefekküründe izlediğimiz yolu izleyebiliriz.

Burada farklı olarak şunu ilave edelim, eğer “su” nimetinin tesadüf ve tabiat tarafından yaratıldığı kabul edilirse, bu sözde yaratıcıların aşağıda dipnotta işaret ettiğimiz ilimleri bilmesi gerekiyor.675

Bu konuya farklı bir açıdan aşağıdaki başlıkla devam edelim.

“Buluttan Yağmuru Ben İndiriyorum?”

69. âyet dolaylı olarak başlıktaki soru üzerinde düşünmemizi istiyor. Bunu düşündüğümüzde, “Buluttan yağmuru ben veya o indiriyor” diyeceğimiz şeyin (tabiat, tesadüf) önce kâinatı ve dünyayı, atmosferi ve güneşi yoktan yaratması, sonra denizleri yaratması, sonra güneşle suyu buharlaştırması, sonra rüzgarları yaratması, sonra bulutları yaratması sonra da yağmuru yağdırması gerekecekti. Bunu yapabilecek hiç kimsenin ol(a)mayışı, Allah’tan başka ilah ol(a)mayacağının varlığına şahit oluyor.

Ya Gökten İnen Su Tuzlu Olsaydı

70. âyet, 65. âyette olduğu gibi “var”lığın kıymetini anlamamız için “yok”luğu üzerinden düşündürüyor. Düşünelim; buharlaşıp göğe çıkan su tuzlu olsaydı, yağmur tuzlu yağsaydı ve bu iş dünyanın yaratılış aşamasında olsaydı, yeryüzünde canlılık olmazdı.

Bu iş bugün olsa, bugünden itibaren yağmur sürekli tuzlu yağsa, yeryüzündeki bütün akarsu, göl ve yer altı suları tatlıdan tuzluya dönüşecek ve kısa sürede ekosistem bozulacak hayatın devamı zorlaşacaktı.

71-73 Âyet: Dördüncü Nimet: Ateş

Önceki âyetlerde meni, tohum, çekirdek ve su için yazdıklarımız ateş için de geçerli. Onları burada tekrar etmeden farklı bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz. Bu âyet grubunun merkezinde ateş var. Âyetlerde ateş ve ağaç (odun) arasında kurulan bağlantıdan, onun ısınma ve aydınlatma yönüyle öne çıkarılan bir nimet olduğunu anlıyoruz. O asırda ısınma ve aydınlanma denildiğinde ağaç (odun), tezek, saman ve bazı (bitkisel ve hayvansal) yağlar öne çıkıyordu.

Günümüzde güneş enerjisi, petrol türevleri (benzin, motorin, fuel-oil), doğal gaz, nükleer yakıtlar, biyokütle (biyogaz), alternatif yakıtlar (hidrojen, etanol, biyodizel) gibi enerji kaynakları kullanılıyor.

Konuya böyle baktığımızda, bu âyet grubunda öne çıkan ateşin, bir nimet olarak bütün zamanlara hitap ettiğini düşünebiliriz.

Kur’an’da Bize Bırakılan Yerler: “Dileseydik…”

Kur’an bazı konularda bilginin tamamını değil bir kısmını verir, gerisini bulmayı bizim gayretimize bırakır. Önceki âyet grubunda tohum için “Dileseydik onu kuru bir çöp yapardık…”, “Dileseydik onu tuzlu yapardık…” ifadeleri geçti. Nimeti varlığı üzerinden anlatırken, yokluğu üzerinde de düşünmemizi istedi.

Merkezinde ateş olan bu âyet grubunda bunu yapmadı, bunu düşünmeyi bize bıraktı. Bize bırakılan yerde şöyle bir soru sorabiliriz, “Dileseydi Allah ateşi (ve türevlerini) yakmaz ve ısı (enerji) vermez bir şekilde yaratabilirdi, o zaman ne olurdu?”

O zaman ateş ve türevlerinin verdiği faydalardan büyük ölçüde yararlanamayacaktık…

74. Âyet: Konuyu Özetleyen Âyet: Tesbih

Kur’an, yaratılan her şeyin yaratılış gayesine uygun hareket etmesini tesbih kelimesiyle anlatır. Bağlamı dikkate aldığımızda, önceki âyetlerde geçen meni, tohum, çekirdek, su ve ateş varlık gayelerine (Allah’ın onlara verdiği göreve) uygun hareket ederek Allah’ı tesbih ediyorlar. 74. âyet onların tesbihleri üzerinden insana şu mesajı veriyor: “Ey insan! Yaratılan her şey yaratılış gayesine uygun hareket edip Allah’ı tesbih ederken, sen de bu gerçeği gör ve yaratılış gayene uygun hareket ederek Rabbini tesbih et.”

Konuya farklı bir açıdan bakarsak, insan dışındaki her varlık Allah’ın dilemesiyle, O’nun yasalarına teslim oluyorlar. Bu teslimiyete “Müslüman olmak” diyoruz. Teslim oldukları için de istediklerini değil, istenileni yapıyorlar. Tesbih aynı zamanda bu teslimiyetin de adı oluyor.

Bunun üzerinden insana verilen mesajlardan biri şu: “Ey insan! Yaratılan her şey Allah’ın dilemesiyle Müslüman oluyor. Senin Müslüman olman da senin iradene bırakılıyor. Haydi sen de istediğini yaparak değil, Allah nasıl istiyorsa öyle yaşayarak Müslüman ol.”

Azîm İsmiyle Tesbih Arasındaki Bağlantı

Bağlantı Azîm isminin sebep, tesbihin sonuç olmasıdır.

Bir Müslüman, Kur’an’ın (vahyin) rehberliğinde kâinattaki yaratılan âyetleri bir kitap gibi okur, bu okumada meni, sperm, tohum, çekirdek, bulut, yağmur, su, ateş, güneş, petrol, doğalgaz gibi sayısız nimet üzerinde tefekkür eder. Bu tefekkürün sonucunda Allah’ın El-Azîm olduğunu; yani mutlak gücünü, sonsuz kudretini, engin büyüklüğünü görür, anlar ve bunun sonucunda, Subhanallah, Elhamdülillah ve Allahüekber gibi en büyük ifadelerle o büyüklüğü içine alan sözlerle Allah’ı tesbih eder.

Burada bir noktaya daha değinelim. İnsanın iki ağırlığı vardır. Biri fiziki ağırlığı diğeri anlam ağırlığı. Fiziki ağırlık terazi de görülür. Anlam ağırlığı Allah’a saygıda sevgide ve itaatte görülür.

Fiziki ağırlık maddi gıdalarla bağlantılıdır. Anlam ağırlığı tesbihle; Kur’an’ı ve kâinat kitabını okumayla, anlamayla ve yaşamayla bağlantılıdır.

Kişi Allah’ın (Azîm, Kebîr, A’lâ, Celîl, Mecîd gibi kelimelerle ifade edilen) büyüklüğünü anladıkça, anlam ağırlığı artar. Yani Allah’ın büyüklüğünü anladıkça manen Allah katında büyür ve büyük bir değer kazanır.

Bu büyük anlama 76. âyette “büyük şahitlik” olarak ifade ediliyor.

75. 76. Âyet: Kur’an’ın Çok Katmanlı Dili

Kur’an bazen bir anlamı öne çıkarırken o anlam içine mecazi anlamları da koyar. 75. âyette bunun önemli örneklerinden birini görüyoruz.

Burada, yıldızlar kelimesiyle kastedilen hakiki/lafzi anlam gökteki yıldızlar. Âyet bunun üzerine yemin ediyor. Bu yemin daha önce de ifade ettiğimiz gibi “Onları (yıldızları) yaratan ile bunları (vahyi) gönderen aynıdır.” anlamında yaratılan âyetlerin indirilen âyetlerin doğruluğuna ve aynı kaynaktan (Allah’tan) geldiğine şahitlik ediyor. Buna birinci anlam diyoruz.

İkinci anlam, yıldızlarla kastedilenin Kur’an âyetleri olması. Bu âyetlerin indiği 7. asırda gökteki yıldızlar insanların gece karanlığında doğru yolu bulmalarına yardımcı oluyordu, Kur’an da insanlara doğru yolu gösteren bir kitap olduğu için onun âyetlerine de yıldız (necm) denilmiş.

Üçüncü anlam, Kur’an âyetleri sözel olarak doğru yolu gösteren yıldızlar, o âyetleri okuyan, anlayan yaşayan ve insanlara taşıyan peygamberler ve onlara her asırda tabi olan müminler yeryüzündeki görsel yaşayan yıldızlardır.

Bu üç anlamı 75. âyettte birleştirirsek âyeti şöyle anlayabiliriz. “(Yaratılan âyet olarak gökteki) Yıldızların yerleri (birer yıldız gibi hayatın her alanında insanlara doğru yolu gösteren Kur’an âyetleri, o âyetleri okuyan, anlayan, yaşayan peygamberler ve onlara tabi olan yeryüzünün manevî yıldızları) şahit olsun.”

Bu üç anlamı aynı âyette buluşturduğumuzda, şahitlik büyüdü. O kadar büyüdü ki, yaratılan her şey Allah’ın varlığına birliğine, indirilen vahiylerin O’ndan geldiğine, Peygamberlerin O’nun tarafından gönderildiğine şahitlik eder hale geldi. İşte 76. âyet bu şahitliğe Azim yani muazzam çok büyük bir şahitlik diyor.

İki “AZÎM” Üzerinden Verilen Mesaj

74. âyette Azim ismi “Azîm olan Rabbini tesbih et” ifadesi içinde geçti. 76. Âyette bizim büyük şahitlik dediğimiz ifade de de Azîm ifadesi büyük anlamında geçti. Burada soru şu: Bu iki Azîm üzerinden verilen mesaj nedir?

(74. âyette geçen) Birinci Azîm de Allah (cc) Azîm ismiyle kâinatta tecelli ediyor. Bu tecelli başta meni, tohum, su ve ateş gibi, bütün nimetleri temsil eden külli (kapsayıcı) nimetler üzerinden gösteriliyor. Mümin bu tecelliyi kâinat kitabında görüyor, okuyor anlıyor ve Rabbini tesbih ediyor.

(74. âyette geçen) İkinci Azîmde de bu tecellinin, kapsama alanında yer alan yaratılan, indirilen ve yaşayan âyetlerin şahitliği büyük şahitlik olarak ifade ediliyor.

Yani Azîm olan Allah, Azîm ismiyle kâinata tecelli ediyor, o tecelli Azîm ismiyle anlatılan bir şahitlik olarak ortaya çıkıyor.

Kur’an Korunmuş Bir Kitaptır

77-82 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Ön Bilgi: Bu Bölüm ile Önceki Bölüm Arasındaki Bağlantı

Önceki bölümdeki son âyetlerde yıldızların şahitliğine ve o şahitliğin çok büyük şahitlik olduğuna işaret edildi. Biz mealimizde hem parantez içi anlamda hem de 75. âyetin tefsirinde yıldızlarla kastedilenin her biri necm/yıldız olan Kur’an âyetlerine de işaret olabileceğini söyledik. 77. âyet ve sonrası bu işârî manayı kuvvetlendirecek şekilde geliyor.

Bu durumda iki âyet grubu arasındaki bağlantıyı şöyle ifade edebiliriz. Kur’an yaratılan âyetlerden olan yıldızları ve onların yerlerini (yörüngelerini) indirilen âyetlerin zarfı olan Kur’an’ın doğruluğuna, değerine ve yüceliğine şahit yapıyor. Bu ön bilgiden sonra âyetlerin tefsirine geçebiliriz.

77. Âyet: Allah’ın İkramı Olarak Kur’an

Bizim mealimizde “Değeri çok büyük Kur’an” anlamı verdiğimiz, diğer birçok mealde “şerefli/değerli Kur’an” anlamı verilen ifadenin Arapçası metinde “kur-ânunkerîm” şeklinde geçiyor.

Burada soru şu: öncelikli anlamı ikram (lütuf, ihsan) olan kelimeye neden şerefli ve değerli manası veriliyor? Bu soruya bir soruyla cevap verelim: Eğer sorulsaydı, Allah’ın insanlara yaptığı ikramlar içinde en değerlisi hangisi? Allah’ın insanlara yaptığı ikramlar içinde insanın manevî değerini yükselten, ona hem Allah hem de insanlar yanında şeref/yücelik kazandıracak ikram hangisi? Verilecek cevaplardan biri de Kur’an olurdu?

İşte bu nedenle kerim kelimesine, insana kazandıracağı değerler nedeniyle bu anlam veriliyor diyebiliriz. (Allahü a’lem)

78-80. Âyet: Kur’an (3+1) Korunmuş Kitaptır

Bu konuya Tefsir Usulümüzde (17) Vahiy Yasasında “Üçüncü Bölüm: Vahyin Korunma Yasası” başlığı altında değindik. Burada oraya ilaveten şunları ifade edelim. Başlıkta da işaret ettiğimiz gibi Kur’an için dört koruma var.

Birinci koruma: Kaynağından peygambere gelene kadar olan koruma. Bu âyetlerde bahsedilen korumu bu koruma. Bu korumayı biraz açalım. 7. asrın Mekke’sinde müşrikler cinlerin, falcıların, kahinlerin medyumların, sihirbazların, müneccimlerin gaipten; gökten haber getirdiklerine ve gelen haberlere müdahale edebileceklerine inanıyorlardı.

Kur’an bu âyetlerle bu inanca bir gönderme yaparak diyor ki: Vahiy, Allah nasıl göndermişse aynen öyle peygambere gelmiştir. Ona hariçten hiçbir şey karışmamıştır.

İkinci koruma: Peygamberin vahyi aldıktan sonra, onu sahabilere duyurana kadar geçen zaman diliminde, yani Peygamber Efendimizin hafızasında korunması. Ona da Kur’an birkaç yerde işaret ediyor.

Üçüncü koruma: Gelen vahyin; Kur’an’ın iniş ve tamamlanış süresi olan 23 yıl içinde korunması. Onu Tefsir usulünde (17) Vahiy Yasasında anlattık.

Dördüncü koruma: Kur’an’ın mana, mesaj ve hedeflerinin korunması. Bu koruma Sahabeden sonra gelen Müslümanlara yani bizlere bırakılmıştır.

Burada bir soru soralım: Bu bağlamda Hicr sûresinin 9. âyetini676 nasıl anlayacağız? Burada sıraladığımız dört korumadan üçü Allah’ın koruma vaadinin içine giriyor. Geçmişten bugüne geçen zaman şahittir ki Allah gönderdiği kitabını korumuştur. Bugün dünyada milyonlarca basılmış Kur’an var.

Burada asıl soru, “Dördüncü koruma”da işaret ettiğimiz Allah’ın bize bıraktığı alanda koruma işinin hakkını verip veremediğimiz.

Bu sorunun cevabını okuyuculara havale ederek âyetlerin tefsirine devam ediyoruz.

81. 82. Âyet: Kur’an Küçümsenebilir mi?

Bu âyetleri daha iyi anlamak için 7. asrın Mekke’sine gittiğimizde edebi sanatlarda kendilerini çok üstün gören Mekke müşriklerinin “Ne var ki bunda, daha iyisini bizim şairlerimiz de yazar” diyerek Kur’an’ı küçümsediklerini görüyoruz.

Onlar bu küçümsemeyi yaparken, hiç farkında olmadan Kur’an’ın insan sözü olamayacağını da ilan ediyorlardı. Çünkü küçümsemenin arkasında, Peygamberimizi küçümseme vardı. Onlar Peygamber Efendimizin geçmiş hayatını çok iyi biliyor, Kur’an’da yazılanlarla onun arasında bağlantı kuramıyorlardı.

Basit bir örnek verirsek, Peygamberimizi ilkokul birinci sınıf öğrencisi seviyesinde görürken, “ondan böyle bir kitap çıkmaz” diyorlardı.

Onların bu ve benzeri düşüncelere sahip olduğunu bilen Kur’an, onlara bu konuda defalarca meydan okudu.677 Ama “küçük” gördükleri kitabın karşısına büyük bir kitap koyamadılar.

Bu konuya, önceki âyetlerde geniş olarak değindiğimiz için oraya havale ediyoruz.

Kur’an Bir Rızık mı?

82. âyette kaynak dili (Arapça) esas alsaydık motamot çeviri şöyleydi: “Ve rızkınızı mutlaka yalan saymaktan ibaret mi kılıyorsunuz?” Ama biz hedef dili (Türkçe) esas alınca âyete şöyle meal verdik: “Bu nimete teşekkürünüz, onu yalan saymanız mı olmalıydı?” Burada bizim “nimete teşekkür” anlamı verdiğimiz kelime âyette “rızık” olarak ifade ediliyor. Yani Allah (cc) bu âyette Kur’an’dan rızık olarak bahsediyor.

Bu durumda başlıktaki sorunun cevabı şu oluyor: Nasıl maddi bedendeki canlılığın devamı için yaratılan nimetler rızıksa, manevî bedendeki (ruh, mana, ahlak) canlılığın devamı için gönderilen Kur’an’da bir rızıktır.

Kur’an’ın burada rızık anlamı öne çıkınca, 77. âyette geçen “Kur’ânun Kerîmun” ifadesindeki ikram kelimesi daha iyi anlaşılıyor. Allah (cc) kullarını sayısız nimetlerle rızıklandırırken, Kur’an’ı bir rızık olarak ikram ediyor.

Kur’an burada hem rızık oluyor hem de verilen rızıkları, veriliş amacına uygun kullanma konusunda rehber oluyor.

Müslümanlar Kur’an’ı Yalanlayabilir mi?

Âyetin ilk muhatabı Allah’ın -ebedi hayatı kazandırması için- manevî bir rızık olarak ikram ettiği Kur’an’ı yalanlayan müşrikler. Biz önceki âyetlerde müşriklerin yalanlama gerekçelerine işaret ettik.

Bunun yanında âyetleri, bugün kendi nefsimize okuyarak başlıktaki soruyu sorduk ve soruların cevaplarına da önceki âyetlerde işaret ettik. Konuyu oraya havale ediyoruz.678

83-96 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Ön Bilgi: Büyük Kıyametle Başlayan Sûre, Küçük Kıyametle Bitiyor

Sûrenin 1. âyeti kâinat/dünyayı bekleyen sondan, yani kâinatın ölümünden büyük olay/Vakıa olarak bahsetti. Şimdi burada konu insanın ölümüne geliyor. Buna “küçük kıyamet” diyoruz. Bu küçük kıyametin ardından, büyük kıyametin anlatıldığı âyetlerden (1-6) sonra gelen üç grubu (sağdakiler, soldakiler ve öncülere) dikkat çekiliyor.

Böyle bir okuma yaptığımızda sûrenin büyük kıyametle başlayıp, küçük kıyamete dikkat çekerek bittiğini görüyoruz.

Bu kısa açıklamadan sonra âyetlerin tefsirine geçebiliriz.

83-87. Âyet: Âyetlerin Bağlam ile Birlikte Okunuşu

Bu âyet grubunu önceki (77-82) âyet grubu ile birlikte okursak, yalanlama ile canın boğaza dayanması arasında bir bağlantı görüyoruz. Âyetlerin devamından anlaşıldığı gibi burada canı boğazına gelen, ölüm döşeğinde yatan kişi ve onun çevresindekiler âyetleri yalanlıyorlar.

Burada yukarıda geçen 60. ve 61 âyetlere bir atıf yapılıyor ve dolaylı olarak şu deniliyor: “Sizler, size hatırlatılan ölümü; ölümden sonra dirilişi ve hesap gününü yok sayarak yaşadınız ama bugün yok saydığınız ölüm karşınıza çıktı. Bütün bunları yok sayarken gücünüze, servetinize, ilminize ve gelişen teknolojinize güvenmiştiniz, haydi onları kullanarak çıkmakta olan canı geri getirsenize… Getiremeyeceksiniz. Ölüm onu götürdüğü gibi sizi de yok saydığınız hesap gününe götürecek ve bütün bir hayatın hesabını vereceksiniz. Gelin yol yakınken; can boğaza gelmeden önce bu âyetlere kulak verin…”

“Can Boğaza Gelip Dayandığında”

83. âyette geçen “Can boğaza gelip dayandığında” ifadesi benzer bir şekilde ve buradaki âyetlerin tefsirini yapan bir içerikle Kıyamet sûresinin aşağıdaki âyetlerinde geçiyor.

26. Hayır! Can boğaza gelip dayandığı zaman (ölüm bu kişilere kendini hatırlatır.)27. (Çevresindekiler panikler) “Bunu iyileştiren, kurtaran yok mu?” diye sorarlar.28. (En iyi doktorlara, en iyi hastanelere giderler. Ölüm karşısında bütün sebeplerin çaresiz kaldığını gördüklerinde) Artık ayrılık vaktinin geldiğini kendisi (ve çevresindekiler) de anlar.29. (Ölüm korkusundan eli) Ayağı birbirine dolaşır.30. (Artık) O gün (onun küçük kıyâmeti kopmuştur. Büyük kıyâmetin ardından) sevk edileceği yer, yalnızca Rabbinin huzurudur.”

Kıyamet sûresinden mealini verdiğimiz bu âyetlerin altında tefsirine de bakılabilir.

“Biz Ona Sizden Daha Yakınız”

85. âyettte “Biz ona daha yakınız” anlamına gelen “nahnu akrabuileyhi” ifadesi aynı şekilde daha önce Kaf sûresinde 16. âyette “Biz ona şah damarından daha yakınız.” şeklinde geçmişti.

Bu âyeti, o âyette “ALLAH’IN YAKINLIĞINI AKLA YAKLAŞTIRAN ÖRNEKLER” başlığı altında yaptığımız değerlendirmelerle birlikte okuyabilirsiniz. O okumaya şunları ilave edebiliriz. 85. âyet dolaylı olarak şu mesaj veriyor: Bugün ölüm döşeğinde yatan insana Allah ruhundan üflemişti.679 O yüzden ona ruhu kadar yakındı. Şimdi o, Allah’tan geldi, tekrar Allah’a dönüyor.680

83-93. Küçük Kıyametten Sonra Üç Grup

Önceki âyetlerde canı boğazına gelen insan üzerinden bir küçük kıyamet tasviri yapıldı, şimdi bu âyet grubunda sûrenin başında bahsedilen üç gruptan kısaca bahsediliyor.

Birinci Grup: Bu gruptakilerden 10-26 arası âyetlerin başında öncüler olarak bahsedilmişti. Burada (88. âyet) ise öncüler denilmiyor 11. âyette “mukarrabûn (yaklaştırılmış)” olarak ifade edilen sıfatları ve onlara verilecek ödülün ismi (89. âyet, Naim cennetleri) geçiyor.

İkinci Grup: 8. âyette sağdakiler olarak ifade edilen ikinci grup burada (90, 91) yine sağdakiler olarak geçiyor.

Üçüncü Grup: Bu gruptan 9. âyette soldakiler olarak bahsedilirken burada yalanlayan sapıklar olarak bahsediliyor.

Böylece sûrenin başı ile sonu arasında bir uyum öne çıkıyor.

Bu üç grup için sûrenin girişinde gerekli açıklamaları yaptık. O yüzden burada yapacağımız açıklamaları oraya havale ediyoruz.

96. Âyet: Azîm Olan Rabbini Tesbih et

Bu âyette geçen ifadenin bir benzeri bu sûrede 74. âyette geçmişti. Oradaki yazdıklarımızı da dikkate alarak sûreyi bağlarsak âyetin mesajını şöyle ifade edebiliriz: Ey iman edenler! Hayırda yarışın.

Bu yarışta,

Bu hedeflere ulaşmak için yapacağınız şey: varlık gayenize uygun bir hayat yaşamakla Azîm olan Rabbin adını tesbih etmek olsun.

47/26. ŞU’ARÂ SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-9 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Ön Bilgi: Sûre Hakkında Genel Değerlendirme

Bu peygamber kıssalarının tamamında peygamberlerin geliş sıralarına göre bir kronoloji gözetilmiyor. Gözetilse sıralama şöyle olacaktı. Hz. Nuh, Hud, Salih, İbrahim Lut, Şuayb, Musa.

Bu peygamberlerden Hz. Musa ve İbrahim öne alınıyor, diğerleri geliş sırasına göre anlatılıyor.

Bu genel değerlendirmeden sonra âyetlerin tefsirine geçelim.

2. Âyet: Kur’an Kitap mı?

Bu konuya Tefsir Usulümüzde (17) Vahiy Yasasında değinmiştik. Burada oraya ilaveten bir tespit yapalım. Kur’an’ın 23 yıllık iniş sürecinde, bu âyette olduğu gibi Kur’an’da geçen bütün “El-Kitap” ifadeler hakikat değil mecazdır. Çünkü, Kur’an’ın iki kapak arasında Mushaf ismiyle kitaplaşması 23 yılın içinde olmadı.

Bu gerçeği dikkate aldığımızda, Kur’an’da geçen ve Kur’an’a işaret eden bütün “El-kitap” ifadeleri ya (iniş sırasında henüz kitap olmamış) Kur’an’ın âyetlerine ya da (Kur’an’da Levh-i Mahfûz, Kitâb-ı Hafîz, Kitâb-ı Meknûn, Kitâb-ı Mübîn, Ümmü’l-Kitâp gibi) onun geldiği kaynağa işaret eder.

Âyetlerde geçen El-kitap kelimesinin bunlardan hangisine işaret ettiğini bağlamdan anlayabiliriz. Burada âyetlere işaret ettiğini görüyoruz.

Kur’an ve Ekmek Apaçık mı?

Bu konuda meal okuma rehberimizde681 yaptığımız açıklamalara bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz. Onlara ilaveten burada bir örnek daha vermek istiyoruz.

6 yaşında bir çocuğa soruyoruz, “Şu masadaki ekmeği görüyor musun? O ne işe yarar? Çocuk cevap veriyor: Evet görüyorum. O biz insanlar tarafından yenir. Aynı çocuk 26 yaşında bir gıda mühendisi oluyor, 250 gram ağırlığında bir ekmeği laboratuvar ortamında inceliyor ve ekmekle ilgili dipnottaki bilgileri bizimle paylaşıyor.682 Burada soru şu ekmekle ilgili bilgiler bu insan için 6 yaşında ve 26 yaşında apaçık biliniyor muydu?

Cevabımız iki şekilde oluyor:

Birincisi: 6 yaşındaki bir çocuk için, ekmeğin temel bir gıda maddesi olduğu apaçık biliniyor.

İkinci: Aynı çocuk gıda mühendisi oluyor; ekmek hakkında bilgisi artıyor ekmekle ilgili bütün detayları apaçık biliyor.

Bu örnekte bir şeyin apaçık olmasında seviyeler olduğu görülüyor. Aynen bunun gibi Kur’an âyetleri de akıl baliğ olan her insan için temel bilgiler noktasında bir hidâyet rehberi olması yönüyle apaçık bir kitaptır. Ama detayları, o detaylar hakkında insanın eğitimi, araştırması ve bunlara bağlı olarak bilgisi arttıkça “açılan” bir kitaptır.

Biz bu tefsir çalışmamızda, burada verdiğimiz ekmek örneğine 7. Asırda yüzeysel olarak anlaşılan ama günümüzde derinlemesine anlaşılan şeyler üzerinden benzer örnekleri çokça veriyoruz.

3. Âyet: Rahmet Peygamberi

Allah (cc) Peygamber Efendimizi bize “Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” âyetiyle tanıtıyor. Peygamber Efendimiz 23 yıllık peygamberliğinin her aşamasında eylem ve söylemleri ile bu tanıma uygun hareket ediyor.

Peygamber Efendimizin ümmetine; İslam’a davet ettiği insanlara olan sevgisini gösteren en önemli âyetlerden birini burada görüyoruz.683

Peygamber Efendimiz insanlar iman etmiyor diye, üzülüyor bu üzüntü kendine (sağlığına) zarar verecek seviyeye geldiğinde Allah (cc) peygamber Efendimizi sevdiğini, değer verdiğini ve takdir ettiğini hissettiren bir dille uyarıyor. Bu tonda bir uyarı ile âyeti şöyle anlayabiliriz. “Sevgili Peygamberim, insanları o kadar çok seviyorsun ki, onların davetine gelmeyişi karşısında onları nasıl bir sonun beklediğini biliyor, bir annenin çocukları için endişe etmesi gibi büyük bir endişe yaşıyorsun. Burası imtihan dünyası, sen sana düşeni yaptıktan sonra, kimsenin tercihlerine karışamazsın. Artık kendini üzme…”

Peygamberi (as) Doğru Anlamanın Sağlaması Nasıl Yapılır?

Bu soruya farklı cevaplar verilebilir. O cevaplardan bir de insanların iman etmeyişleri karşısına -iki yönlü- üzülmek ve dertlenmektir.

İki yönlü dememizin sebebi şu: Peygamber Efendimiz ve sahabiler bu âyetlerin indiği günlerde, inandıkları davayı en güzel şekilde temsil ediyorlardı. İçlerinde dava adına kötü örnek olan bir tane sahabi yoktu.

Peygamber Efendimizi doğru anlayan bir dava insanı günümüzde iman etmeyenlere üzülürken, ondan daha fazla iman ettiği; “Ben Müslümanım” dediği halde kötü örnek olanlar için üzülmeli.

Neden daha fazla diyoruz, çünkü şu an için âlem-i İslam’ın en büyük ama en büyük problemlerinden biri: Allah’ın dininin güzelliğine denk güzellikte bir temsilinin ve tebliğin olmayışıdır.

Bu anlattıklarımızı dikkate alarak bu âyeti kendimize okursak, âyet bize şunu diyor: “Davet ettiğiniz insanlar iman etmiyorlar diye (onları davetle görevli olan Müslümanlar güzel örnek olmuyorlar diye) o kadar çok üzülüyorsunuz ki, neredeyse kendinize kıyacaksın!”

Başlıktaki sorunun cevabına gelirsek, bu âyeti günümüzde bu şekilde anlayanların Peygamberimizi doğru anladıklarını söyleyebiliriz.

Âyetin Bağlam ile Birlikte Okunuşu

Bu okumayı daha iyi yapma adına 2. âyetten yola çıkarak şu soruyu soralım. Kur’an, İslam’a davet edilen müşrikler için apaçık bir kitap mıydı? Bu soruya vereceğimiz cevap çok önemli. “Kur’an apaçık kitaptır” ifadesini imtihan dünyası ile birlikte düşünmek gerekir. Böyle düşündüğümüzde, imtihanın doğası gereği Kur’an’da imana dair konular kapalı bırakılmıştır. Yani Allah, melekler, ahiret gibi konular apaçık görünür değildir.

Bunları dikkate aldığımızda Kur’an’ın apaçık bir kitap olması, imtihan dekoru içinde, o dekoru bozmadan konularını ve o konular için gösterdiği delilleri açık ve net bir şekilde sunmasıdır.

Gelecek âyet de bu bağlama uygun şekilde geliyor

4-6. Âyet: Burası İmtihan Dünyası, Dekoru Değişmeyecek

4. âyet bütün zamanlara şunu diyor: Allah aciz değil. Allah her şeye kâdirdir. Dilese, dilediği an bütün insanlar melekler gibi itaatkar olur. Ama dilemiyor. Çünkü burası imtihan dünyası, bu dünyada O’nun koyduğu yasalar kıyamete kadar değişmeyecek.

Burada Rahmân İsminin Gelmesi

Âyetleri bağlam ile birlikte okumaya devam edersek, burada Rahmân isminin gelmesi akla gelebilecek şu soruların cevabı oluyor:

Bu soruların akla gelebileceği bir noktada Rahmân ismi öne çıkıyor bu ve benzeri sorulara şu cevapları veriyor:

Burada şunu da ifade edelim, elbette 5. âyette Rahmân isminin gelmesinin başka hikmetleri de olabilir. Biz burada, bizim anladığımız hikmetleri sıraladık.

Dekorda Yüz Çevirmek, Yalanlamak ve Alay Etmek

Başlıktaki bu ifadeler 5. ve 6. âyetlerde geçiyor. Bu ifadeler bize imtihan dünyasının dekorunu anlatıyor. Başta peygamberimiz olmak üzere iman etmeyenlerin durumuna üzülen herkese, “Üzülmeniz güzel ama bu üzülme kendinizi helak edecek (sağlığınıza zarar verecek) seviyeye çıkmasın. Çünkü ne yaparsanız yapın imtihan dünyasının dekorunda az veya çok her zaman yüz çevirenler, yalanlayanlar ve alay edenler olacak.” diyor.

Bunların yanında, inandığı halde inandığı gibi yaşamayan, kötü örnek olmasıyla insanların İslam’dan uzaklaşmasına sebep olanlar da olacak. Yani siz size düşeni yapmaya devam edin. Çünkü öncelikle siz sizden sorumlusunuz; siz size düşeni yapmaktan sorumlusunuz.

Bu arada yalanlama konusunda Maun sûresinin tefsirini yaparken 1. âyetle ilgili “Dini Yalanlamak, Peygamberi Yalanlamaktır” başlığı altında yazdıklarımızın okunmasını önemle tavsiye ediyoruz.

7. 8. Âyet: Bağlam ile Birlikte Okunuş

Bu âyeti önceki 2. âyet ile birlikte okuyabiliriz. 2. âyette Kur’an için apaçık kitap denildi. Biz devam eden açıklamalarda Kur’an’ın apaçık olmasını farklı açılardan anlatırken, onlardan birinin de ortaya koyduğu delillerin apaçık olması demiştik. 7. ve 8. âyetlerde bütün bu delilleri temsil eden delillere işaret ediliyor.

Yeryüzüne, yeryüzündeki suları içen, oradan yetişen bitkileri yiyen canlılara baktığımızda, onların tamamı şu gerçekleri apaçık ortaya koyuyor: Bütün bunlar Rahmân olan Allah’ın ikramıdır. O’nun varlığına ve yine O’nun var dediği ahiretin varlığına şahittir. Bütün bu deliller, aklını vahyin rehberliğinde kullanıp iman etmek isteyenler için yeterlidir.

9. Âyet: Azîz ve Rahîm Esmâsı Üzerinden Verilen Mesaj

Bu sûrede, bize yedi Peygamber kıssası anlatılıyor. Her kıssasının sonunda Azîz ve Rahîm esmâsı geliyor. Kıssaların öncesinde (9. âyet) ve sonrasında (217. âyet) gelen isimleri de sayarsak bu sûrede toplamda Azîz ve Rahîm isimleri 9’ar defa geçiyor.

Burada iki şey yapabiliriz, ya bu konuya hiç temas etmeyiz ya da Kur’an’da bir şey varsa -biz anlasak da anlamasak da- mutlaka bir hikmeti vardır deyip hikmetini arayabiliriz.

Biz Allahualem diyerek hikmetine bakacağız. Azîz ismi: Allah’ın bütün özelliklerinin toplamından ortaya çıkan üstünlüğü, büyüklüğü ve mutlak gücü anlatan bir isimdir.684

Şimdi Azîz isminin bu anlamını dikkate alarak bu ismin Rahîm ismiyle birlikte geçtiği yerler üzerinden verilen mesaja bakalım.

Bu isimler 9 yerin 8’inde “iman etmeyenlerden” bahseden (8, 67, 103, 121, 139, 158, 174, 190) âyetlerin arkasında gelirken 217. âyette yine iman etmeyenlerden bahseden (201. âyet) âyetin arkasından geliyor. Bu bağlamı dikkate aldığımızda Azîz ismi için burada şu tespiti yapabiliriz: Azîz olan Allah, imtihan dünyasında, imansızlık ve onun bir uzantısı olan şirk en büyük zulüm olduğu için685 bu zulmü yapan zalimleri ya dünyada cezalandırır ya da cezalarını ahirete bırakır. İmhal eder (mehil verir, erteler) ama asla ihmal etmez.

Aziz ismi bu mesajla gelirken, onun yanında gelen Rahîm ismi de şu mesajı veriyor: Allah’ın sınırsız gücünden zalimler korksun ama iman edenler korkmasın. O gücünü asla kötüye kullanmaz. Rahmeti dünyada tam olarak görünmese bile, ahirette Rahîm ismiyle tam olarak tecelli edecek.

Kısaca özetlersek, Allah burada geçen Azîz ismi üzerinden zalimlere korku verirken, Rahîm ismiyle iman edenlere ümit veriyor. Azîz ismi zalimlere, yanlıştan dönün derken, Rahîm ismi müminlere doğru yolda devam mesajı veriyor.

Sûrenin sonunda (217. âyet) gelen Azîz ve Rahîm isimleri de, Peygamberimiz özelinden, bütün zamanlarda gelecek Müslümanlara Allah’a güvenin, O’na tevekkül edin mesajı ile bu konuya nokta koyuyor.

10-68 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Ön Bilgi: Kıssa Hakkında Genel Değerlendirme

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi kıssalar için Kur’an’da en fazla yer alan kıssa Hz. Musa-Firavun kıssası.

Kur’an ilk sûrelerde Hz. Musa ve Firavundan birer âyetle sadece ismen bahsederken, Kamer sûresinde konuya kısa bir giriş yaptı, A’râf sûresinde konuyu geniş olarak işledi. Taha sûresinde de konuyu hem tekrar etti hem de farklı yönlerine işaret etti.

Burada ise konuyu tekrar etmenin yanında farklı açılardan yine farklı yönlere temas ediyor. Burada, bu kıssa vesilesiyle aşağıdaki sorunun cevabına bir kere de işaret edelim,

Kur’an Neden Musa-Firavun Kıssasını Çok Tekrar Ediyor?

Çok tekrar konusunda ayrıca değindiğimiz yerler oldu ama burada şunları ilave edelim. Biz bu tekrarları şu an elimizin altında olan Mushaftan okuyoruz. Bir tekrardan diğerine -sayfaları çevirerek veya fihriste bakarak- saniyeler içinde ulaşıyoruz.

Ama âyetlerin indiği 7. asra gittiğimizde durum öyle değil. Tekrar dediğimiz âyetler bazen aradan bir iki yıl geçince veya beş altı ay geçince karşımıza çıkıyor. Bu tespitimizi şu bilgiyle destekleyelim. İniş sırasından en az 20 âyet ve üstüyle Hz. Musa’dan, Firavundan ve İsrâiloğullarından bahseden sûrelere baktığımızda. Kur’an genelinde yedi sûre görüyoruz.686 Bunlar arasında da yıl ve ay aralığı görüyoruz. Yani demek istiyoruz ki, evet bir tekrar var ama bu tekrarlar geniş bir zaman aralığında yapılan tekrarlar.

Şu soruyla devam edelim: Bu kıssa neden çok tekrar ediyor? Bu kıssada geçen Mısır, Peygamberimizin hayatında Mekke’ye, Firavun ise Mekke’nin zengin, şımarık ve güçlü zenginlerine benziyor. Mısır’dan vaad edilmiş topraklara hicret Müslümanların Mekke’den Medine’ye yapacağı hicrete karşılık geliyor.

Bu benzerlik üzerinden bu kıssa ilk muhatapları olan Müslümanlara zayıfın güçlüyle mücadelesinde strateji dersleri veriyor. “Firavun karşısında duruşunu değiştirmeyen Musa gibi, siz de Mekke müşrikleri karşısında duruşunu değiştirmeyin.” diyor.

Kıssada Farklı Bir Okuma Yöntemi İzleyeceğiz

Bu kıssadaki benzer konuların tefsirini daha önce A’râf ve Taha sûresinde geniş olarak yaptığımız için bu kıssanın tefsirinde farklı bir yöntem izleyeceğiz. Bu yöntemde hayalen bu sûrenin indiği asra gideceğiz, Mekke’de Kur’an’ın iniş sırasında 6. yılda bu sûreye muhatap olan bir Sahabinin yerine kendimizi koyacak ve âyetleri o bağlamda “Bana/Bize ne diyor?” sorusu ile birlikte okuyacağız. Neden böyle yapacağız? Çünkü, bu yöntem Kur’an’dan istifade etmede, onun mesajlarını içselleştirip çağımıza taşımada çok verimli bir yöntem. Ayrıca bu yöntem tekrar eden kıssalarda, tekrar algısını azaltıyor, her seferinde okuyucuyu kıssanın farklı bir yönüne muhatap yapıyor.

Haydi başlayalım.

10. 11. Âyet: Müşriklerin İleri Gelenlerine Gidin!

Hz. Musa’nın yerine Sahabileri (dolayısıyla kendimizi), Mekkeli müşriklerin yerine Firavunu (çağımızdaki benzer zalimleri) koyunca âyeti başlıktaki gibi okuyoruz. Sahabiler bu emri aldıklarında, “müşriklere gitmek” demek, bir karıncanın bir filin karşısına çıkması gibi bir şeydi. Mekke’de zulmeden, güçlü olduğu için her türlü haksızlığı yapmayı kendine hak gören bir düzen vardı. Sahabe böyle bir güce karşı “git” emri almıştı. Mekke’de her geçen yıl bu güce karşı gitmek zorlaşıyordu. Çünkü müşriklerin Mekke’deki baskısı her geçen gün daha da artıyordu. Bu âyetler bütün zamanlara şunu diyor: “Zalime karşı sessiz kalmayın.687 Zulme sessiz, hissiz, tepkisiz kalmak o zulmün pasif ortağı olmaktır. Elinizdeki imkan bir kuşun gagasındaki suyu yangına taşıması kadar az olsa bile, sessiz kalmayın. Tarafınızı seçin. Tarafınızı belli edin.”

Giderken de onu tahrik edecek bir dil kullanmayın, tam aksine onu yumuşatacak, onun daha da sertleşmesine bahane olmayacak yumuşak bir dil kullanın.688

12. 13 Âyet: Kur’an’da Tarihe Objektif Bakış

Hz. Musa-Firavun kıssasında en çok öne çıkan kelimelerden biri de “korkmak” oluyor. Buna Taha sûresinde işaret ettik. Burada Kur’an’ın kıssa anlatırken ne kadar objektif olduğunu görüyoruz. Hz. Musa gibi bir liderden bahsediyor ama ondan bahsederken olağanüstü bir kahraman olarak bahsetmiyor. Korktuğunu, endişelendiğini, geçmişinde bir sabıkası olduğunu gizlemiyor.

Böyle yaparak, bize hem tarih yazmada hem de liderlere bakışta, onları başkalarına anlatmada objektif olmayı öğretiyor.

Korkmak Normal

Korkmanın zaaf olduğu yerler var. Eğer korku seni esir alıyorsa, seni yapabileceklerinden alıkoyuyorsa o bir zaaftır. Ama korku hissetmene rağmen, tedbirini alarak onun üzerine gidebiliyorsan, görevini yerine getirmek için elinden geleni yapıyorsan, korku gâyet insanı bir duygudur.

Burada Hz. Musa’nın korkusu üzerinden hem bu âyetin ilk muhataplarına hem de içinde bizlerin de olduğu bütün zamanlardaki muhataplarına şu mesaj veriliyor. “İnandığınız değerleri, tebliğ ederken sizler birer robot değilsiniz. İnsansınız o yüzden birtakım endişelere kapılarak korkmanız gâyet normal. Korkunun esiri olmayın, onun yönetilebilen bir duygu olduğunu bilin ve ondan kurtulmaya çalışın.”

13. âyette Hz. Musa bu mesajın gereğini yaparak Allah’tan yardım istiyor. Bu yardımda Harun’un istenmesi, bize şu mesajı veriyor: Korkuyu gidermenin yolu bu tür görevlere giderken, yalnız gitmemektir; mutlaka size yardımcı olacak kişilerle gitmeye çalışın.

14. Âyet: Korkunun Sebebi: Geçmiş

Bu âyetlerde korkunun sebebine kısaca değiniliyor, gelecek âyetlerde (18-21) bu konu biraz daha açıklıyor. Bu âyetler hem sahabiye hem de bize şu mesajı veriyor: Allah yolunda insanları iyiye güzele davet ederken, birileri sizin geçmişinizi kurcalayabilir. Geçmişte yaptığınız hataları önünüze koyabilir.

Burada yapacağınız iki şey var:

Birincisi: Eğer bu geçmiş siz Müslüman olmadan önce yaşanmışsa, isteyerek veya istemeyerek bir suça karışmışsanız, bunun da üzüntüsünü ve pişmanlığını yaşamışsanız Müslüman olduktan sonra böyle bir geçmişe takılmayın. O geçmişi önünüze getirenlere de aldırmayın. Eğer “Allah’ın geçmişinde yanlış olanlar, gelecekte asla iyi ve doğru olamaz.” diye bir hükmü olsaydı tamam. Ama böyle bir şey yok. Tam aksine Allah (cc) “Ey (hayat nimetini israf etmek sûretiyle) kendilerine kötülük edip (günahta) aşırı giden kullarım (sakın ha!) Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin!”689 diyor.

İkincisi: Siz Müslüman olduktan sonra, geçmişinizde bir Müslümana yakışmayacak davranışlar sergilerseniz, böyle bir geçmişi Allah bağışlasa bile, bazı insanlar, sizi karalamak, sizin şahsınızda yaptığınız irşat ve tebliği etkisiz kılmak için kullanabilir. Burada yapacağınız şey onlara malzeme verecek her türlü söylem ve eylemden sakınmak olmalı. Çünkü bir Müslüman için, iyi bir geçmiş, iyi bir gelecek için en güçlü ve etkili referanslardan biridir.

15-17 Âyet: Gidin ve Deyin ki: Talebimiz Özgürlük

15. âyette “Allah’ın yolunda olanlarla birlikte olduğu” mesajı verilerek,690 korku ve endişelerimiz gideriliyor. 16. âyette “Gidin ve görevinizi yapın” emri bir kere daha tekrar ediliyor. Peki gittiniz talebeniz ne olacak? Hz. Musa’nın 17. âyetteki “İsrailoğularını bizimle beraber gönder” talebenin, hem bu âyetlerin indiği 7. asırda hem de bütün zamanlardaki karşılığı özgürlük talebedir. Baskıcı ve zorba topluluklara gönderilen bütün peygamberlerin talebi bu olmuştur. Bu talebin diğer adı inanç ve ifade özgürlüğüdür.

Bu özgürlük talebi biz Müslümanların dünyanın her yerinde hem kendimiz hem de farklı inançta olan insanlar için isteyeceğimiz bir değerdir.

18-22. Âyet: Kendini Savunmak Bir Haktır

Bu konuya 14. âyette değindik. Burada Hz. Musa’nın geçmişi önüne konuyor. Kendisi için yapılan iyilikler sayılırken, onun istemeden yaptığı kötü iş bir kere daha önüne geliyor. Bu âyetler bütün zamanlara şunu diyor: “Sizin de geçmişiniz önünüze gelebilir. Geçmişte birtakım insanlara minnet borcunuz olduğu gibi istemeden yaptığınız yanlışlar da olabilir. Ne olursa olsun, onlar sizi esir almasın. Böylesi durumlarda suçluluk psikolojisiyle geleceğe yönelik adımları atmaktan vazgeçmeyin. Medeni bir şekilde kendinizi savunun.”

Not: İki Kelimenin Kullanımına Dikkat

19. âyette “kâfirîne” 20. Âyette de “dâllîne” kelimeleri geçiyor. Bu kelimeler Kur’an’da genelde inançla bağlantılı kullanılırken, bu âyetlerde (nankör ve kendini kaybetmek anlamına da gelebildiği için) inançtan bağımsız kullanılıyor. Burada böyle bir kullanım olduğuna dikkat çekmek istedik.

23-51. Âyet: Soru-Cevap, Mucize ve Sihirbazlar

Bu âyet grubunda Firavunun sorularını ve Musa (as) verdiği cevapların çok kısa bir bölümünü görüyoruz. Bu ve benzeri sorulara verilen cevapları daha geniş olarak Taha sûresinde görmüştük. Burada âyetlerin günümüze bakan taraflarına değineceğiz. Âyetlerin bize verdiği mesajlara bakalım,

Birinci Mesaj: Bu gruptaki âyetler genel olarak bize şunu diyor: Muhatabınıza gitmeden önce onu tanıyın, ondan gelebilecek soru ve isteklerin neler olabileceği üzerinde çalışma yapın ve konulara kendinizi hazırlayın.

İkinci Mesaj: 25. 27. 29. âyetler bize: “Muhataplarınızın siz konuşurken konuyu değiştirme girişimleri size (deli diyerek) hakaret etmesi ve sizi zindanla tehdit etmesi duruşunuzu değiştirmesin.” diyor.

Üçüncü Mesaj: Peygamberlerin gönderildikleri toplumlarda işe mucize ile başlamadıklarını bilin. Ayrıca Kur’an’ın anlattığı peygamber kıssaları içinde en fazla mucize gösteren peygamberlerin başında Hz. Musa’nın geldiğini de bilin. Bu mucizeleri görmesine rağmen Firavunun kavminden çok az sayıda sihirbazlar hariç iman edenler olmadığını da bilin. Ayrıca Hz. Musa’nın mucizelerine şahit olan İsrâiloğullarının Kızıldenizi geçtikten sonra hicret yolunda, sanki hiç mucize görmemişler gibi defalarca verdikleri sözleri bozduklarını hatta buzağıyı ilah edindiklerini de bilin. Bunları bildikten sonra mucizelerden çok şey beklenmeyeceğini de bilin.

Dördüncü Mesaj: A’râf sûresinde sihirbazlar için şöyle demiştik: “Sihirbazın en büyük özelliği gerçekte olmayan bir şeyi olmuş gibi göstermesidir. Daha basit ifadeyle söylersek sihirbazlık insanları ustaca kandırmak, aldatmak sanatıdır. Bu özelliği öne çıkardığımızda sihirbazın günümüzdeki karşılığı amacı dışında, halkı kandırmak için kullanılan medya olur.”

Bu tespiti günümüze getirirsek, günümüz fravunlarının en büyük silahlarından biri de medyadır. Medyayı hakkı batıl göstermede, doğruyu yanlış göstermede, işlerine gelmeyen insanları karalamada kullanıyorlar. Bunlara karşı verilecek bireysel ve örgütlü (dernek, vakıf, devlet ile) mücadelelerde en büyük silah “doğruluk” olmalı.

Doğruluğun yani “el-emin” olmanın ne kadar güçlü bir silah olduğunu, Peygamber Efendimizin 23 yıllık peygamberliğinde gördük. Peygamberimiz davasının başında dipteyken de davasının zirvesine çıktığında da duruşunu değiştirmedi. Her durumda mümin (güven veren insan olma) sıfatının hakkını verdi. Tersi olsaydı, -şunu çok rahat diyebiliriz- Peygamberimiz ne peygamber olabilirdi, ne insanların hidâyetine vesile olabilirdi ne de ortada bütün insanlara model olabilecek bir asr-ı saadet olabilirdi.

52-68. Âyet: Allah’ın Kurduğu Tuzak Nasıl İşler?

Bundan önce geçen sûre ve âyetlerde, Müslümanlara karşı kurulan tuzaklar karşısında, Allah’ın tuzak kurmasından ve O’nun kurduğu tuzakların nasıl işlediğinden bahsettik.691 Bu âyetlerde de tuzağın nasıl işlediğini görüyoruz. Firavun bu tuzaktan kurtulabilirdi, Hz. Musa onun sorularına cevap verdiğinde iman etseydi, mucizeleri gösterdiğinde iman etseydi, sihirbazlar iman edince iman etseydi, tuzağın işlemesini önleyebilirdi. Ama o yanlışta ısrar etmeyi tercih etti, tercihleri Allah’ın takdirlerine sebep oldu.

Şehirlere tellal göndererek ordu topladı (53), İsrâiloğullarının savaş kabiliyeti olmayan zayıf bir topluluk olduğuna dikkat çekerek askerlerini motive etti (54). Bununla kalmadı biz onların sonunu getirmezsek, onlar bizim sonumuzu getirecek iftirasını attı (55). 57. âyet “Bu tercihlerinin sonucu olarak biz onları, çok sevdikleri mallarından, mülklerinden, bir daha dönemeyecek şekilde ayırdık.” diyor.

Âyetler buraya kadar tuzağın nasıl işlediğini gösterdi. Bundan sonraki âyetlerde (60-67) tuzağın nasıl son bulduğu anlatılıyor.

Özetlersek, Allah’ın tuzak kurması, müminlere tuzak kuranların tuzaklarını boşa çıkarma, müminlere yapmak istediklerini onlara yaşatma şeklinde vuku buluyor.

Bütün bunlar Allah’ın Azîz ve Rahîm isminin (68) tecellisi oluyor.

69-104 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

69-73. Âyet: Sorularını Silah Yapan Peygamber: Hz. İbrahim (as)

Geniş anlamda Hz. İbrahim (as) kıssasını ilk olarak Meryem sûresinin âyetlerinde gördük. Burada olduğu gibi orada da 1. âyetin ardından ikinci âyet soru cümlesiydi. Hz. İbrahim’le alakalı bundan sonra gelecek kıssalarda da genelde sorma ve sorgulama şeklinde gelişen olaylar göreceğiz. O yüzden ona “sorularını silah yapan peygamber” diyoruz.

İniş sırasında âyetlerin bu içerikte gelmesi, Müslümanlara Mekke müşrikleri karşısında strateji öğretiyor; âyetler dolaylı olarak “siz de İbrahim gibi sorularınızı silah yapın” mesajı veriyor.

Hz. İbrahim, Retorik Soru692 ile Konuyu Açıyor

Hz. İbrahim (as) 70. âyette sorduğu sorunun benzerini Meryem süreside babası ile baş başa olduklarında ona sormuştu. Şimdi burada babasının da içinde olduğu bir gruba soruyor. Sorudan şunu anlıyoruz, bu soru cevabı öğrenilmek için sorulan bir soru değil, bir konuyu bir sohbeti başlatmak için sorulan (retorik) bir soru.

Verilen cevapta da dolaylı olarak şu deniyor: “Bu soruları daha önce de sordun, gördüğün bildiğin gibi putlara tapıyoruz. Sen ne dersen de tapmaya da devam edeceğiz.”

Geleneği Sorgulayan Sorular

Hz. İbrahim iki soru soruyor (72, 73); bu sorular görünen ilaha tapanlara sorulan sorular. Sorular çok basit sorular. Normalde cevabın şu olması gerekiyordu: Evet bizim ilah diye taptığımız bu varlıklar bizi işitiyor. Bize şu şu faydaları verdiği gibi, bizi şu şu zararlardan koruyorlar.”

Bu cevabı veremiyorlar. İşte silah olarak kullanılan soruların amacı bu: Sorgulatmak, düşündürmek. Asırlarca pas tutmuş akılları harekete geçirmek.

74-76. Âyet: Verilen Cevap Bir İtiraf

Verilen cevapta bir söylenen var bir söylenmeyen.

Bu cevabı aşağıdaki başlıkta açalım.

Verilen Cevap Her Asırda Taze

Hz. İbrahim’in muhatapları bu cevabı verdiği gibi, son peygambere muhatap olan Mekke müşrikleri de aynı cevabı veriyordu.693

Peki o cevap bugün yani 21. asırda hâlâ veriliyor mu? Bugün bu cevap kavli (sözlü) olarak az seslendirilse bile, fiili olarak oldukça yaygın. Hemen her dinden, o dine o dinin yaşandığı toplumda doğduğu için mensup olan, o mensubiyetin üzerine dinin kaynaklarını okuyarak bilgi koymayan milyonlarca insan var. Bunlar içinde bu işle hiç ilgilenmeyen, bilgilenme ihtiyacı görmeyenler, sorma, sorgulama yapmayan insanlar var.

Kendi gözlemlerimizi anlatalım; “ben Müslümanım” diyen ama namaz kılmayan, namazın ne olduğunu bilmeyen, kelime-i şehadet getiremeyen çok insanı hem bizzat hem de sosyal medya üzerinden gördük. Yaşlılar içinde, “biz atadan nineden böyle gördük böyle yapıyoruz” diyen çok sayıda insana da şahit olduk.

77. Âyet: Tapanlara Değil, Tapılana Düşmanlık

Fatır sûresinin 6. âyetinde geçen “şeytan sizin için bir düşmandır;” ifadesinin tefsirini yaparken, bu konuya farklı bir açıdan değinmiştik. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

Orada şunu demiştik, Allah (cc), her insanın hidâyete erme ihtimali olduğu için, müminlere düşmanlık yapan hiçbir insanı düşman olarak tanımlamıyor. Burada da benzer bir şey görüyoruz. Hz. İbrahim tevhid inancına davet ettiği insanları değil, onların taptıkları putları düşman olarak tanımlıyor. Bunu doktorun hasta ile hastalığı ayırıp, hastaya dost hastalığı düşman, itfaiyenin yanana dost, yangına düşman olmasına gibi anlayabiliriz.694

Asırlar Değişince Yöntem Değişebiliyor

Bir din var bir de dini anlatmada yöntemler var.

Dinin tevhid, nübüvvet, ahiret, ibadet, hukuk ve ahlak ilkeleri bütün zamanların değişmezidir. Geçmişte her asırda gelen peygamberler değişmiş ama gelen peygamberlerin tebliğ ettiği bu ilkeler hiç değişmemiştir. Değişen peygamberlerin muhataplarına göre belirledikleri yöntem olmuştur.

Kur’an bütünlüğünde Hz. İbrahim’in (as) hayatına baktığımızda burada putlara düşman olduğunu ifade eden Hz. İbrahim (as) başka bir zaman putları kırıyor. Bu kırma işini açıktan aleni bir şekilde yapmıyor, puta tapanlara ders verme onları düşündürme amacıyla yapıyor. Bu konunun detaylarını Enbiya sûresinde 58-64 arası âyetlerde ve tefsirinde okuyabilirsiniz.

Hz. İbrahim kendi çağında muhataplarına karşı bu yöntemi izlerken, Peygamber Efendimiz 7. asırda Mekke müşriklerine karşı farklı yöntem izliyor. Bu yöntem, Peygamber Efendimize ve onun şahsında Müslümanlara şunu diyor: “Onların, Allah’ın peşi sıra yalvarıp yakardıklarına (putlarına) sövmeyin, (eğer söverseniz) sonra onlar da haddi aşarak, bilgisizce Allah’a söverler.”

Bu yöntem gereği Peygamber Efendimiz ve Sahabiler hiçbir puta sövmüyor, hiçbir putu kırmıyor, hiçbir puta kulluk etmiyorlar. Mekke’nin fethine kadar geçen (21 yıllık) zaman içinde insanlara putlardan vazgeçme bilinci veriliyor. İnsanlar bu bilince sahip olduklarında putları kendi elleriyle kırıyorlar.

Bu konuya ilgili âyetler geldiğinde devam edeceğimiz için burada nokta koyuyoruz.

78-82 Âyet: Parçalar Üzerinden Verilen Tevhid Dersi

Kâinat veya hayat denilen bütünü oluşturan parçalar üzerinden tevhid dersi verilmesine dair bir örneği Necm sûresinde (43-49 arası âyetlerde) görmüştük. Orada güldüren ağlatan, öldüren dirilten, erkek dişi çiftleri yaratan, zenginlik veren ve geri alan, gökteki Şira yıldızını yaratan Allah (cc) denilmişti.

Burada da benzer bir şey görüyoruz. Burada soru şu: Neden böyle bir yöntem izleniyor? Bu konuya Tefsir Usulümüzde (10) İnkar Küfür Yasasında ve Necm sûresinin ilgili âyetlerde değinmiştik. Burada onların devamı olarak şunları ifade edelim.

İmtihan dünyasının dekoru gereği nimeti veren (Allah) görünmüyor, her nimet adına sebepler dediğimiz (meyve ağaç, yağmur bulut, ısı güneş, süt inek, bal arı, çocuk anne gibi) aracılar üzerinden geliyor.

Dekor böyle olduğu için, insanların bir kısmı getiren vasıtaları gönderene ortak yaparak veya aracılarla gelen faydaları onlardan bilerek Allah’a şirk koşuyor ve müşrik sıfatını alıyorlar. Kur’an bu parçalı dekorda bütünü gösterme adına parçalar üzerinden tevhid dersi veriyor. Bu açıklamalardan sonra verilen dersin ayrıntılarına bakalım.

83-89. Âyet: Hz. İbrahim’den Örnek Bir Dua

Peygamberler bizim manevî öğretmenlerimizdir. Bu öğretmenlerden birçok şey öğrenmenin yanında -sembolik dille ifade edersek- Rabbin kapısına gitme, orada hacatını dile getirmenin adabını da öğreniriz.

Bize öğretmenlik yapan bu duanın detaylarına bakalım.

Salihlerin arasında olmayı amel-i salih ile birlikte düşünmek lazım. Öyle düşündüğümüzde bu dua “Allah’ım beni fayda verme niyeti ile iyilik ve güzellik üreterek yaşayan insanlarla birlikte eyle.” duası olur.

Burada akla şöyle bir soru gelebilir. Hz. İbrahim’e hikmet zaten verilmişti, o zaten Salihlerdendi, neden böyle bir dua yaptı. Buna iki cevap verebiliriz:

Birinci: Yukarıda ifade ettiğimiz gibi peygamberler bizim manevî öğretmenlerimiz, bu makamda bize dua öğretiyorlar.

İkincisi: Salih “olma” duası, “olma”nın bir tavanı olmadığı, olma bir terakki ve tekamül olduğu için, olmaktan daha zoru kalmak olduğu için hep devam eder. Bunun bir örneğini günde beş vakit kıldığımız namazlarda, 40 rekatta, 40 defa okuduğumuz “Bizi dosdoğru yola ilet” duasında görüyoruz.

Bu konuyu Fatiha sûresininin tefsirinde “Doğru Yolun Tam Ortasındayken, Doğru Yolu Bulmak İstenir mi?” başlığı altında ele aldık ve özetle şunu dedik: Namaz kılan bütün Müslümanlar doğru yolda oldukları halde, günde 40 defa bu duayı tekrar edenler. Neden? Doğru yolu bulmak zordur, ondan daha zoru bir ömür, her hadise karşısında doğru tercihlerle doğru yolda kalmaktır.

Özetlersek, Salihlerden olma duasını da böyle anlayabiliriz.

90. 91. Âyet: Sonuç Eğitimi Başlıyor

Önceki sûre ve âyetlerde çok defa karşımıza çıkan sonuç eğitimi bu sefer ahiret geleceği üzerinden veriliyor. Kur’an dünyada gönderilen peygamberlerin davetleri karşısında, insanların yaptıkları ve yapacakları tercihlerin sonuçlarını gösterirken şu mesajı veriyor: Cenneti istiyorsanız, Allah’ın razı olduğu özellik ve güzellikleri kazanacaksınız, cehenneme girmek istemiyorsanız, Allah’ın razı olmadığı her şeyden uzak durma gayretini ortaya koyacaksınız.

92-104. Âyet: “Gelin Yol Yakınken Dönün!”

Buradan sonra âyetler cehennemden, cehenneme giriş sebeplerinden ve orada pişmanlık içeren konuşmalardan bahsediyor. Bütün bu konuşların mesajı 102. âyette özetleniyor. “Ah keşke bizim için (dünyaya tekrar) bir dönüş daha olsa da, mü’minlerden olsak!”

Evet, çok defa tekrar ettiğimiz gibi Kur’an’da genelde ahiret; cennet ve cehennemle ilgili tüm âyetler orayı anlatmaktan daha çok dünyada insanları cennete götürecek güzel işlere teşvik, kötü işlerden sakındırmak için anlatılır. Cehennemle alakalı bütün âyetlerin ortak mesajı başlıkta verilen mesajdır.

105-122 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Ön Bilgi: Kıssanın Önceki Bölümleri

Bu kıssayı geniş olarak Kamer (9-16) ve A’râf (59-64) sûrelerinde gördük. Burada hem orada anlatılan bazı konulara dikkat çekiliyor hem de farklı konulara yer veriliyor. Biz burada farklı yönlere yoğunlaşarak âyetler hakkında değerlendirme yapacağız.

Tekrar Bir İhtiyaç mıdır?

Kur’an’da farklı konu ve kıssaların tekrarına bazı sûrelerde değindik. Burada tekrarın ayrı bir yönüne dikkat çekeceğiz.

Eğitimin, gelişimin, tekamülünün, terakkinin, terbiyenin, yetiştirmenin kısaca olgun bir insan inşa etmenin hedef olduğu yerlerde tekrar bir zarurettir. İstisnası var mı bilmiyoruz, dünyada hiçbir insan “Ben 0-18 yaş arası, anne-babamdan bir duyduğum şeyin tekrarını duymadım.” diyemez. Yine 0-18 yaş arası öğretmeni için de aynı cümleyi kuramaz. Eğitim ve gelişim aşamalarında mutlaka aynı ve benzer içerikte cümleler defalarca tekrar edilir. O yüzden terakkinin olduğu yerde tekrar bir ihtiyaçtır ve zarurettir. Kur’an’da tekrarları eleştirmek, hayatın bu gerçeğini görmemek demektir. Aşağıdaki başlıkta konuya devam edelim,

Bu Âyetler İndiğinde Sahabenin Psikolojisi

Bu kıssaları bugün okuyan biz Müslümanlar genelde milyonlarca Müslümanın yaşadığı, beş vakit ezanların okunduğu, dini yaşama konusunda hiçbir baskının korkunun olmadığı aksine teşvikin olduğu ortamlarda bulunuyoruz.

Bu ortamlardan çıkalım, kendimizi bu âyetlerin indiği 7. asrın Mekke’sine ışınlayalım. Bugüne göre tam tersi bir ortam var. Böyle bir ortamda sahabenin içinde bulunduğu psikolojiyi düşünün; Mekke’de baskılar her geçen gün artıyor. Habeşistan’a hicret yapılıyor. Bazı Müslümanlar işkence görüyor. Kısaca yarına çıkma ihtimali yok…

Böyle bir ortamda en büyük ihtiyaç nedir? Okumaya devam edelim

Moral ve Motivasyon Bir İhtiyaçtır

Böyle bir ortamda bu kıssaların tamamı sahabeye moral ve motivasyon veriyor. Bu bağlamda en fazla öne çıkan mesaj şu oluyor: Yalnız değilsiniz. Size bu vahiy ve peygamber aracılığı ile bu dini gönderen Allah, gönderdiği peygamberlerine ve onlara iman edenleri yalnız bırakmadı.

Peygamberimize inen bütün âyetler, Allah’ın yaşananları gördüğüne, bildiğine ve imtihan dünyasının dekoru içinde yol ve yön göstermesine şahitlik ediyordu. Bugünkü dille bir benzetme yaparak söylersek, Müslümanlara görev veren Allah (cc), telefon hattının öbür ucunda, sürekli canlı bağlantı halinde, ihtiyaç olduğunda yol ve yön gösterme işini sürekli yapıyor. Bu ne verir? Moral. Bu ne yapar? Motive eder.

Özetlersek, bu tür âyetleri anlamadaki en önemli zorluk, âyetlerin o günkü ortamdan bağımsız, bugünün şartlarında okunmasıdır. Âyetler iniş sırasından ve indiği ortamın şartları dikkate alınarak okunduğunda ekmek, su ve hava gibi ihtiyaç olduğu görülecektir.

Tekrarla ilgili bu genel açıklamalardan sonra, yine kıssanın indiği ortama ve bugüne verdiği mesajları öne çıkaran değerlendirmeler yaparak dersimize devam edelim.

105-122. Âyet: Gemi’yi İnşa İşini Aksatmayın

Denizin olmadığı yerde gemi inşa etmek aklın alacağı bir iş değildi. Hz. Nuh Allah’tan “gemi yap” emrini aldığında, “Allah’ım sen önce denizi yarat, ben sonra gemiyi yapayım.” demedi. Neden demedi? Çünkü iman etmişti. Çünkü iman ederken önce seni ve ahireti göreyim de öyle iman edeyim dememişti. O biliyordu ki, imtihan dünyasında en önemli imtihan Allah’a güvenip güvenmeme imtihanıydı. O Allah’ın kendisine güvenenleri yolda bırakmayacağına güçlü bir şekilde iman etti. Onun imanı bu âyetlere muhatap olan ilk Müslümanlara şu mesajı veriyordu: “Şu an sizin Mekke’nin zor şartlarında İslam dinine iman etmeniz, Nuh’un gemi yapmasına benziyor. Siz gemi yapma işini aksatmayın, Allah (cc) günü geldiğinde o gemiyi Medine’de yüzdürecek, o gemi gelecekte milyonlarca insanın manevî tufanlardan kurtulmasına vesile olacak.”

Bu kıssadaki en önemli mesajlardan birine işaret ettikten sonra diğerlerine de kısaca işaret edelim.

Yalanlamak

Peygamberlerin daveti karşısında iki şık var. Doğrulamak veya yalanlamak. İman etmek doğrulamak olurken -105. âyette işaret edilen- yalanlamak inkar etmek oluyor. Bu iki şık her peygamberin hayatında görüldüğü gibi onların mesajını kendi çağına taşıyan her insanın karşılaşacağı bir vakıadır.

Yalanlamanın Ardından Kardeş Vurgusu

Yalanlamadan bahseden âyetin hemen arkasında 106. âyette kardeş vurgusu yapılıyor. Peygamberlerin yüzlerce, binlerce insana gönderildiğini dikkate aldığımızda, bu kardeşlikten kastedilenin biyolojik değil manevî kardeşlik olduğu anlaşılıyor.

Peygamber açısından “manevî kardeş” demek, gönderildiği insanları ırk, din, dil, milliyet ayırt etmeden; insan olduğu için seven, insan olduğu için onlara değer veren demektir.

Peygamber muhataplarına sevgi temelli baktığı için, yalanlama ve benzeri hakaretlere karşı ilk tepkisi sabır oluyor. Sabrettiği için de onların kendisine davrandığı gibi davranmıyor; kendine, misyonuna ve konumuna uygun bir davranış sergiliyor.

“Bu duruşun bütün zamanlara mesaj nedir?” dersek; Vahyin rehberliğinde, peygamberlerin örnekliğinde hareket eden bir Müslüman olarak manevî kardeşlik duygusu bizim de takip edeceğimiz bir çizgi olacak. Karşı taraf bizi başka bir seçeneğe mecbur etmedikçe bu çizgiden ayrılmamak için elimizden geleni yapacağız. Çünkü, bize örnek olarak anlatılan Peygamberlerin hayatlarında bunu görüyoruz.

Güvenilir Elçi Vurgusu ve Ücret Konusu

Hz. Nuh 107 ve 109. âyetlerde güvene ve ücrete vurgu yapıyor. Bunun öncelikli sebebi şu: İnsanlık tarihinde herkesin kabul ettiği bir gerçek vardır: Bir dava adına ortaya çıkan insanların niyetleri sorgulanır. Bu kaçınılmaz bir gerçektir. Bu dava ne kadar büyük ve önemli olursa sorgulama da o kadar çok olur. İşte bu nedenle, İslam davası adına ortaya çıkan her insan, niyetindeki saflığı, temizliği, güzelliği davranışlarında göstermek mecburiyetindedir.

Mecburiyet diyoruz, çünkü mecbur. Neden? Eğer bunu göstermezse, insanların onun davetine gelmesine engel olmak isteyenlere fırsat verir. Bununla da kalmaz, gelmeyen insanların gelmeyişinden manen sorumlu olur? O yüzden İslam davetçisi güven vermek zorundadır. Güven vermenin en önemli göstergelerinden biri de yapılan iş için karşılık beklememektir.

Bu karşılık sadece para olarak anlaşılmamalı, kendine saygı ve hürmet beklemek, yakınlarına çıkar sağlamak, makam, mansıp beklemek gibi bir toplumda karşılık olarak anlaşılacak her şey bunun içine girebilir.

Bunları söylerken, Kur’an’da ismi geçen peygamberlerden hayatlarından şunu da biliyoruz. Bu konuda bir insan ne kadar hassas davransa da ona çamur atanlar mutlaka olacaktır. Burada önemli olan onlara aleyhte kullanacakları malzemeleri vermemektir. Biz elimizden geleni yapmakla sorumluyuz…

Neden En Düşük Seviyeler Önce Tabi Oluyor?

İstisnaları olmakla birlikte, genelde bir toplumda yüksek statüye sahip olan insanlar bir şekilde bir şeylere bağlı oluyorlar. O yüzden onların bir taraftan başka tarafa geçmelerinin riskleri (makamını, imkanlarını, servetini kaybetme gibi) büyük olabiliyor. Bu kişiler daha çok rüzgarın yönüne, ortaya çıkan hareketin sonuçlarına bakarak yön ve yol belirleyebiliyorlar.

Ama toplumda o sistemden beslenmeyen ve beklentisi olmayan üstün altındaki gruplar da tarafını seçme daha kolay olabiliyor. Bu geçişler -yine istisnaları olabilir ama- samimi herhangi bir beklenti içine girmeyen insanlar tarafından oluyor.

Burada şöyle bir soru akla gelebilir,

Peygamberler Ezilen Sınıflara mı Hitap Ediyordu?

Peygamberler toplumun her kesimine hitap eder. Bu hitabı yaparken de gelene “gelme” demezler. Yani “Sen fakirsin, sen kölesin, sen geçmişte bir sürü günah işlemişin.” demezler. Gelen insanları davet ederken de günümüz diliyle söylersek, “Ben senin işsizlik problemini çözeceğim, bir yerlere atanmanı sağlayacağım, sana dünyada standartları yüksek bir hayat sunacağım.” gibi dünyevi hiçbir vaadi öne çıkarmazlar. Genelde vaatlerin odak noktası, dünyada imanla gelen huzur, ahirette ise ebedi saadettir. Davetin özü böyle olduğu için, davete icabet eden hiçbir insan “maddi olarak daha iyi şartlarım olacak” diye geçiş yapmaz. Özellikle Hz. Nuh’un daveti ve bu âyetlerin indiği şartlar için konuşursak, bütün geçişler samimidir ve bu geçişlerde toplumun her kesiminden insan görmek mümkündür.

111. âyette Hz. Nuh’a düşmanlık edenlerin sözleri tamamen gurur ve kibirden kaynaklanan bir karalama kampanyası.

Tehdit Zirveye Çıktığında, Yardım Geliyor

116. âyette taşa tutmaktan bahsediliyor. Taşa tutmak o günün dünyasında kişiyi boyuna kadar toprağa gömüp, başını taşlarla ezme cezasıydı. Yani katletmekti. Buna bardağı taşıran son damla dersek, bu tehdit kafirlerin helak, müminlerin de felah sürecini başlatan bir hamle oluyor.

Gemiyle Gelen Kurtuluş

Hz. Nuh’un kavminin kurtuluşunu anlatan 119. âyet, aynı zamanda, bu âyetlere muhatap olan müminlere de şöyle bir müjde veriyordu: “Siz duruşunuzu değiştirmezseniz, Allah er ya da geç sizi Mekke’nin manen fırtınalı denizinden alacak, inandığınız değerleri rahatça yaşayabileceğiniz sahillere sizi ulaştıracak. Sabredin…”

Aziz ve Rahîm Olan Allah

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi bu sûrede her kıssa bu iki esmâ ile bitiyor. Azîz Allah sonsuz gücüyle her şeye kadir olduğuna işaret ederken, Rahîm ismi yolunda sebat edenlere, dünyada olmasa bile ahirette mutlaka rahmetiyle kucaklayacağı müjdesini veriyor.

123-140 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Ön Bilgi: Kıssa Hakkında Kısa Açıklama ve Kronolojik Sıra

Hz. Hud ve gönderildiği Ad kavminin kıssasını daha önce iki sûrede (Kamer sûresi 18-22, A’râf sûresi 65-72) geçti. Burada, bu sûredeki 7. kıssadan üçüncüsü olarak geliyor.

Yukarda ifade ettik burada ilk iki kıssa (Hz. Musa ve Hz. İbrahim) kronolojik sıradan bağımsız gelirken, bu ve bundaki sonraki kıssalarda kronolojik bir sıra takip ediliyor. Kronolojik sıra takip eden beş kıssada (Yalanlama, kardeşlik vurgusu, güvenilir elçi olma, ücret istememe gibi) genelde ortak konulara vurgu yapılıyor. O vurgulara bundan önceki Hz. Nuh kıssasında değindik. Burada sûrenin farklı yönlerine odaklanacak ve onları üzerinden verilen mesajlara bakacağız.

123-127. Âyet: Sakınmaya (Takvaya) ve İtaate Yapılan Vurgu

Bu sûrede geçen yedi peygamber kıssasında, yalanlamanın yanında en fazla vurgu yapılan konulardan biri de takva konusu. Âyetlerde “sakınmaz mısınız?”, “Allah’tan sakının ve bana itaat edin” manası verdiğimiz ifadeler genelde şu iki formun içinde geliyor: “elâ tettekûn(e)”, “Fettekû(A)llâheveatî’ûn(i)” Bu âyetler vesilesi ile takva/sakınma ve itaat üzerinde durmak istiyoruz.

Her gelen peygamber bu konuya vurgu yapıyor. Neden? Çünkü, bu konu her insanı ilgilendiriyor. Allah (cc) her şeyi yaratan, bütün nimetleri veren bir ilah olarak bu imtihan dünyasında sınırlar (had, hudud) çiziyor ve ölçüler koyuyor. Her gelen peygamber kavmine, önceden vermesi gereken, zemin hazırlamaya yönelik temel bilgileri verdikten sonra bu sınırlar hakkında bilgi veriyor. Sınırların içinde kalan alan helal/meşru daire olurken, sınırların dışında kalan alan haram/yasak, sakınılması gereken alan oluyor.

“Hayat benim dilediğim gibi yaşarım.” diyenler sınır tanımazken, hayata bir emanet olarak bakanlar, emanetleri kullanırken sakınma/takva şuuruyla kullanıyorlar. Bu konu o kadar önemli bir konu ki, Hz. Âdem ve eşinin yasak ağaçla sınavında da sınavın merkezinde helal ve haram alan/daire vardı. Yaklaşılmaması, sakınılması gereken yasak ağaç haram dairede dururken, Âdem ve eşi helal dairenin içindeydi. Allah’ın yaklaşma emrine rağmen Âdem ve eşinin ağaca yaklaşmasını anlatan bu kıssa, insanlık tarihinin en başında, insanın en temel zaafına; “kendini tutamamaya” dikkat çekiyordu.

Özetlersek, insanın kendini tutma ve tutamama imtihanı her asırda her gün yaşanan bir imtihan. O yüzden her gelen peygamber “sakınmaz mısınız ve itaat edin” uyarı ve hatırlatmasıyla bu konuya vurgu yapıyor. Çünkü adına hata, yanlış, yasak, kötü, haram ve günah dediğimiz her şey insanın kendini tutamamasının bir sonucu oluyor.

128-134. Âyet: Vereni Unutturan Nimet, Nikmet Olur

Hz. Hud ve Ad kavmi kıssasına, buradaki âyetlerle birlikte bütüncül baktığımızda, bugünkü dille ifade edersek kavmin kendi çağında diğer ülkelere nispetle yüksek teknolojiye sahip olduğunu, büyük bir medeniyet kurduğunu, o medeniyette modern şehirler inşa ettiğini söyleyebiliriz.

Burada geçen âyetlerden şunu anlıyoruz: Büyük nimetlere sahip olan her birey ve toplumun başına gelen manevî afet Ad kavminin de başına gelmiş.

Nedir bu manevî afet? Allah’ın yaratıp insana ikram ettiği her nimetin amacı vereni hatırlatmak, vereni sevdirmek, verene olan şükrü artırmaktır. Böyle oluyorsa nimet nimettir, tersi oluyorsa nimet nikmet yani azap sebebidir.

İmtihan dünyasının dekoru gaflete, unutmaya uygun olduğu için, genelde Kur’an’da gönderilen her peygamber böyle manevî bir afet yaşayan kavme, hatırlatma, uyandırma, uyarma için gönderilmiştir.

Bu âyetlerde de bunun örneklerini görüyoruz. Örnekleri olabildiği kadar “bize ne diyor?” formatında günümüz diliyle anlatmaya çalışacağız.

Özetlersek, buradaki âyetlerin hiçbirinde sayılan nimetleri kullanmayın denilmiyor, aksine “Onları size veren Allah’ın razı olmadığı şekilde kullanmaktan sakının.” deniliyor.

135-140. Âyet: Yanlışta Israrın Sonu

135. âyette Hud, uyarıları dinlemeyen, yanlışta ısrar eden kavmini bekleyen sona dikkat çekiyor. Onları kardeşleri gibi seven bir insan olarak onlar adına endişelerini dile getiriyor.

Kavmi onun dile getirdiği şeylerin hiçbirini umursamıyor, onu yalanlamaya devam ediyor. Bu işi yaparken de “Boş yere uğraşma, bize senin öğütlerin fayda vermez, biz atalarımızın yolundan gidiyor, onların geleneklerini takip ediyor, bahsettiğin azaba da inanmıyoruz.” manasına gelecek sözler söylüyorlar. Kur’an’da geçen bu sözleri, onlar hakkında verilen helak hükmünün gerekçeli kararından bir bölüm olarak okuyabiliriz.

141-159 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Ön Bilgi: Daha Önce Geçen Bölümler

Bu kıssayı bundan önce biraz geniş olarak üç sûrede (Şems 11-15, Kamer 23-32, A’râf 73-79) gördük. O sûrelerde gerekli açıklamaları yaptık. Bu kıssa burada geçen yedi kıssadan 5.si. Bu kıssaların aynı konulara vurgu yapan âyetleri var, onları önceki bölümlere havale edip, burada kıssanın farklı yönlerine kısa değinmeler yapacağız.

141-159. Âyet: Kısa Değerlendirmeler

141. âyette Hz. Salih her peygamberin yaşadığı hakaretle karşı karşıya geliyor. Ona “yalancı” diyorlar ama o dosdoğru bir hayat yaşayarak onları haklı çıkaracak her türlü söylem ve eylemden kaçınıyor. Bu kaçınmanın günümüze verdiği mesajlardan biri şu: İman edenlere düşmanlık edenler her zaman olabilir ama size düşen onların aleyhinizde kullanacağı malzemeleri onlara vermemektir.

142. âyette önceki kıssaların başında gördüğümüz ve gerekli açıklamaları yaptığımız “kardeşleri ve sakınma” vurgusunu görüyoruz.

143. âyette önceki kıssalarda gördüğümüz güvenilir elçi vurgusunu görüyoruz.

144. âyette sakınma ve itaate bir kere daha vurgu yapılıyor.

145. âyette buradaki kıssaların beşinde de geçen “hiçbir ücret istemiyorum” ifadesini görüyoruz.

146-149 arası âyetlerde kıssanın ilerleyişi önceki kıssalarla benzerlik gösteren konulardan ayrılıp Semud kavmine doğru geliyor.

Bu âyetlerde Semud kavminin, kendilerinden önceki Ad kavmi gibi yaşadıkları bölgede güçlü bir medeniyet kurduklarını görüyoruz. Günümüz diliyle ifade edersek, Semud kavmi de Ad kavmi gibi yüksek teknolojiye sahip güçlü bir medeniyet kurmuştu. Bu medeniyeti kurarken, Ad kavminin yaşadığı helaki doğal sebeplere bağladıkları için, dağların içinde mağaralarda daha sağlam yaşam alanları inşa ettiler. Bu yönüyle kendilerini güvende hissediyor, “Ad’ın başına gelen doğal afet/helak bizim başımıza gelmez.” diye düşünüyorlardı.

Hz. Salih (as) bu âyetlerde, böyle düşünen bir kavmi uyarıyor: Bu uyarıda “Sağlam binalar yapmayın, dünya nimetlerinden yararlanmayın.” uyarısı yok. Bu uyarıda “Ne kadar sağlam binalarda yaşarsanız yaşayın, ölüm, yaşlanma, hastalık, bela musibet gibi gerçeklerin olduğu bir dünyada asla kendinizi güvende hissedemezsiniz, eğer kendinizi güvende hissetmek istiyorsanız Allah’a ve ahirete iman etmeniz gerekiyor. O yüzden gaflete dalmayın, ahiret hayatına hazırlık yapın.” mesajı var.

150-152 arası âyetlerde Semud kavmi özelinde bütün zamanlarda görülen bir sosyolojik gerçeğe işaret ediliyor. Semud kavminden bir kısım insanlar sürü psikolojisiyle yaşıyorlar. Kur’an Semud kavmi içinde azgınlıkları ile öne çıkan, kavmin içinde oligarşik bir düzen kuran dokuz kişilik çeteden bahsediyor.697 Hz. Salih, kavmine “Bir sürü psikolojisiyle azgınların emrine uymayın, onlar yeryüzünde fesat çıkarıyor.” derken bu çeteyi kastediyor. “Bu çetenin emirlerine değil, Allah’ın emirlerine itaat edin, itaat konusunda da beni örnek alın.” diyor.

153. âyette Semud kavminin kendilerini uyardığı için teşekkür etmeleri gereken insana yaptıkları hakaretten bir örnek daha görüyoruz.

154-159 arası âyetlerde kavmi Hz. Salih’den mucize istiyor. Bu mucizeye konu olan deveden, kıssanın geçtiği önceki sûre ve âyetlerde geniş olarak bahsettik. Onlara ilaveten burada devenin su içme hakkı üzerinden günümüze verilen mesajlardan biri de temel canlı hakları. Günümüzde insan hakları olarak ifade edilen haklara, Kur’an’ daha geniş bir açıdan baktığı için biz bütün canlıları içine alacak bir ifade kullandık.

Kur’an, deve üzerinden “canlıların en temel haklarına dokunmayın” diyor. Yaşama hakkı en temel hakların başında gelir. Yaşamın devamı için havadan, sudan ve topraktan da yararlanmak önemli bir haktır. Kur’an bu haklara dokunulduğunda ekosistemin ve toplumsal düzenin bozulacağına işaret ediyor. Bu düzeni bozanlara Allah (cc) helak cezası verirken, günümüzde bu düzeni bozmanın sonuçlarını yaşatarak ceza verebiliyor.

Sûrenin sonunda gelen Azîz ve Rahîm esmâsına yukarıda işaret etmiştik.

160-175 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Ön Bilgi: Daha Önce Geçen Bölümler

Bu kıssa Kur’an’da yedi sûrede geçiyor. Bundan önce bu kıssayı Kamer (33-40) ve A’râf (80-84) sûrelerinde faklı yönleriyle gördük. Burada, önceki açıklamaların tekrarını yapmadan yeni değerlendirmeler yapacağız.

Kıssalarda Ortak Nokta: Sınırı Aşma

Buradaki kıssaların ortak noktalarından biri de bahsi geçen kavimlerin Allah’ın koyduğu sınırlardan sakınmaması, o sınırları aşması. Firavun ve kavmi, Hz. İbrahim’in kavmi, Nuh’un kavmi, Ad ve Semud kavimleri Allah’ın peygamberi ile duyurduğu sınırlara riâyet etmediler. Bu sınırlara riâyet etmeme konusunda en fazla öne çıkan kıssalardan biri Lut kavminin kıssası.

İşte Kur’an bu kıssa üzerinden insanın ilahi sınırları aşmasını anlatırken, o sınırları aşma konusunda en aşırı giden bir kavimden örnek veriyor.

Bu sınır aşma örnekleri üzerinden verilen mesajlardan biri de şu: Sınırları aşma yangına benzer. Başladığında nerede duracağını bilemezsiniz. O yüzden tedbiri en baştan almalı, en baştan Allah’ın koyduğu sınırları aşmaktan sakınmalı.

160-175. Âyet: Kısa Değerlendirmeler

160-164 arası âyetlerde önceki kıssaların başlangıcında gördüğümüz yalanlanma, kardeşlik, sakınma, itaat ve ücret vurgusunu bu kıssanın ilk âyetlerinde de görüyoruz.

165-166âyetlerde bir soru ve arkasından bir tespit görüyoruz. Sizin için yarattığı eşler ifadesi, sınır içinde kalan helal alana işaret ediyor. Helal alanda cinsel ihtiyacı gidermek mümkünken, erkeklere yönelmek, yönelirken de bunu başkasının evine gelen erkek misafirlere tecavüz etmeye kadar götürmek kavmin azgınlıkta indiği dip seviyeyi gösteriyor.

167. âyette Türkçemizdeki “yavuz hırsız ev sahibini bastırırmış” deyiminde anlatılan durumun yaşandığını görüyoruz. Yanlış yapmada dip yapan insanlar, sanki yanlış yapan Hz. Lut’muş gibi onu tehdit ediyorlar.

Bu durumu yukarıda anlattığımız “sınırı aşma” konusunda verdiğimiz yangın örneği ile birlikte okumak gerekir. Manevî yangın öyle bir noktaya gelmiş ki, toplumda kuralları kötüler koyuyor, kimin iyi kimin kötü olduğuna onlar karar veriyor. Bu da bütün zamanlara şu mesajı veriyor: Sizin küçük gördüğünüz günahlar, bir gün toplumdaki bütün iyileri tehdit eden dev bir canavara dönüşebilir. O yüzden tedbirlerinizi baştan alın. Tedbir deyince de aklınız ilk gelen tedbirler cezalar olmasın. İlk tedbiriniz eğitim sisteminde manevî kaliteyi artırmak olsun…

168. âyette kullanılan dil: Bu âyette kullanılan dile ayrıca dikkat çekmek istiyoruz. Benzer bir dili 77. âyette Hz. İbrahim’de de görmüştük. O “benim düşmanım sizsiniz” demek yerine “sizin taptığınız putlar” demişti. Burada da Hz. Lut “sizden nefret ediyorum” demiyor, “sizin yaptığınız işten nefret ediyorum” diyor. Bu söylem, çamura düşen altına çamur muamelesi yapmıyor, çamurla altını birbirinden ayırıyor.698

Burada bir şey daha görüyoruz, kavminin azgınlığına rağmen Hz. Lut onları kazanma niyetini öne çıkarıyor. Kullandığı dil ile sonuna kadar onları kazanma gayretini gösteriyor.

169-170. Âyette elinden geleni yapmasına rağmen kavmini durduramayınca onların şerrinden kurtulmak için Rabbine dua ediyor. Rabbi Rahîm ismiyle onu ve iman edenleri onların şerrinden kurtarıyor.

171. Âyette Hz. Lut’un eşine ayrıca dikkat çekiliyor ve şu mesaj veriliyor: “İyinin yanında durmak sizi iyi yapmaz. Allah katında iyilerden olmak iman etmeyi, o imana yaraşır güzel davranışlar sergilemeyi gerektirir.”

172-175. âyetlerde azgınlıkta dip yapan, o güne kadar eşi benzeri görülmemiş bir çirkinliğe imza atan kavim, o güne kadar pek eşi benzeri görülmemiş bir azaba; taş yağmuruna maruz kalıyor.

176-191 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Ön Bilgi: Önceki Bölüm

Bu kıssanın önceki bölümünü A’râf sûresinde (85-93) görmüştük. Orada kıssanın öne çıkan yönleri; özellikle terazi ve ona bağlı olarak hak, hukuk, adalet gibi konular üzerinde durmuştuk. Burada faklı yönlerine kısaca işaret edeceğiz.

176-191. Âyet: Kısa Değerlendirmeler

176-180 arası âyetlerde önceki kıssalarda olduğu yalanlama, sakınma, güvenilir olma, itaat ve ücret konularına değiniliyor. Bunlar hakkında, önceki kıssaların başlangıçlarında (özellikle Nuh ve Ad kavminde) açıklamalar yapmıştık. Oraya bakılabilir.

181-184âyetlerde Hz. Şuayb kıssanın ana konusu olan ölçme, tartma konusu öne çıkıyor. Bu konuyu bağlam ile birlikte düşündüğümüzde önceki peygamberlerin kıssalarında farklı konularda gördüğümüz sınır aşma; ilahi yasalara uymama bu kıssada terazi ile öne çıkıyor.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi bir toplumda terazinin ayarını bozmak, uzun vadede o toplumda her şeyin ayarının bozulması gibi bir sonucu beraberinde getiriyor. O yüzden Kur’an, bu kıssanın geçtiği üç sûrede de (Araf, Şuara ve Hud) bu konuya vurgu yapıyor.

185-187 âyetlerde uyarılara teşekkür etmesi gereken kavminin, Hz. Şuayb’a yaptığı hakaretleri görüyoruz.

188-191 âyetlerde Azîz olan Allah (cc), Hz. Şuayb’in kavminin azap isteklerine helak ile cevap veriyor. Onlar helak olurken, Allah (cc) Rahîm ismiyle müminleri koruyor ve kolluyor.

Burada bir hususa dikkat çekmek istiyoruz. Kur’an’da anlatılan kıssalarda olayların gerçekleşme hızı, bizim Kur’an’da onları okuma hızımızda olmaz. Konuya Kur’an bütünlüğünde baktığımızda genelde şöyle olur: Haddi aşan, Peygamberlerini yalancılıkla suçlayan kavim, (burada 187. âyette gördüğümüz gibi) “Haydi doğru söylüyorsan vaad ettiğin azabı getir de görelim.” der. Onlar böyle deyince, burası imtihan dünyası olduğu için genelde azap hemen gelmez. Azap hemen gelmeyince haddi aşıp azabı isteyenler “demek ki azap yokmuş” diyerek daha da şımarırken, müminlerin imtihanı zorlaşır. İmtihanın zorlaştığı anlarda şeytandan genelde şu manada vesveseler gelir: “Bu peygamberi Allah gönderseydi, vaad ettiği azap gerçekleşirdi. Gerçekleşmiyorsa siz kandırılıyorsunuz…” İman edenler içinde tereddüt yaşayanlar olabilir, bu vesveseleri güçlü imanıyla aşanlar olabilir.

Kısaca, kavimlerin istedikleri azap hemen gerçekleşmeyebilir. Gerçekleşmeyince imtihan dünyasındaki imtihan ağırlaşarak devam eder.

192-223 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

192. Âyet: Referansınız Kim?

Bu âyeti günümüze getirip okursak, âyet başlıktaki sorunun cevabı oluyor. Nasıl oluyor açalım. Biz bu Kur’an “Allah’ın kelamıdır” dediğimizde muhatap soruyor “Referansınız kim?” Cevap: Referansımız “Bu kitap atomdan güneşe kadar âlemleri yaratan Allah tarafından gönderilmiştir. O yüzden bizim bu konudaki referansımız Allah’tır.” Biz Allah’ın Kur’an’a referans olmasını Tefsir Usulümüzde ve Tefsirimizde “Üç Ev” modeli üzerinden geniş olarak açıkladık. Burada şu ilaveyi yapalım. Allah’ın (cc) bu ve benzeri âyetlerde “alemlerin Rabbi” demesi yaratılan her şeyi terbiye eden, yaratılan her şeyle ilgili yasaları koyan anlamına geliyor. Bu anlamı dikkate aldığımızda âyetin mesajı şu oluyor: Bu kitap sıradan birinden gelmemiştir. Bu kitap atomu, hücreyi, insan bedenini, dünyayı ve kâinatı mükemmel bir şekilde yaratan, onların işleyişi ile ilgili bütün yasaları koyan, koyduğu yasalarla bilim insanlarına öğretmenlik yapan Allah tarafından indirilmiştir. Yarattığı âlemler nasıl mükemmelse indirdiği kitap da öyle mükemmeldir. Yarattığı âlemleri nasıl ondan başkası yaratmakta aciz kalıyorsa, indirdiği kitabın bir benzerini ortaya koymada da bütün yaratılanlar aciz kalır.

193-195. Âyet: Arapçaya Vurgu Neden?

Arapçaya vurgu aslında “anlama” vurgudur. Bu vurgu üzerinden “Kur’an’ı anlamanız ve başkalarına anlatmanız için sizin dilinizden indirdim.” mesajı verilir. 196. âyette daha önceki kitaplara yapılan vurgudan şunu anlıyoruz. “Size, sizin anlayacağınız dilden indirilen vahiy, bundan önceki toplumlara da onların anlayacağı dilden indirildi.”

Bu şu demek: “Arapça özel bir dil değil, Arapça Allah’ın ilk insandan bugüne bütün vahiylerini göndermek için kullandığı bir dil değil; Arapça siz Arap olduğunuz için size vahyin mesajını ulaştırmak için kullanılan bir dildir.”

7. asırda vahyin muhatabı Türkler veya İngilizler olsaydı vahyin dili o diller olacaktı.

Özetlersek, dil bir araçtır. Burada amaç dilin zarf olduğu anlamı mesajı insanlara taşımaktır.

196. Âyet: Tevrat’ın, İncil’in ve Kur’an’ın Kaynağı Sümerliler mi?

Dinlerin kaynağının Sümerliler olduğuna dair birtakım iddialar zaman zaman sosyal medyada ateist çevreler tarafından gündeme getirilir. Bu âyet vesilesiyle, burada bu iddiaya da cevap olacak bazı değerlendirmeler yapmak istiyoruz.

Kur’an’ı bir bütün halinde okuyan her okuyucu Kur’an’da şu gerçekleri görür.

Allah’ın yeryüzüne ilk peygamberden son peygambere kadar 124 bin peygamber gönderdiğini kabul edersek, her peygamber aynı dini tebliğ etmiştir. Yapılan bu tebliğin içinde şunlar kesin olarak vardır: Allah’a iman, ahirete iman, peygamber iman, vahye (kitaplara) iman, imanın şehadetle ilanı, ahlak ve (şekil ve sayı yönüyle değişse bile) ibadetler.

Neden bu kadar kesin konuşuyoruz? Çünkü bunlar Allah’tan gelen bir dinin olmazsa olmazlarıdır. Bunlardan biri olmazsa din olmaz. Din varsa bunlar kesin olarak vardır. Buna “gerçek” der ve bu gerçeği kabul edersek, İslam dininin ve ona kaynak olan Kur’an’ın ve Kur’an’dan önceki (Tevrat, İncil gibi) kitapların izleri geçmişte bir peygambere muhatap olan her medeniyette görülebilir. Bundan daha tabii bir şey olamaz.

Bunun olması o medeniyetlerin İslam’a kaynak olmasına değil, her asırda özü aynı olan İslam’ın, peygamberler tarafından onlara tebliğ edildiğinin ve onlardaki tevhid inancına ilahi vahyin kaynak olduğuna şahittir.

197. Âyet: Neden Medine’de Yaşayan İsrâiloğullarına İşaret Ediliyor?

Bu sorunun cevabı müşriklerin iddiaları; müşriklerin Kur’an için öne sürdükleri iddiaların başında onun “Muhammed tarafından uydurulduğu” yalanı geliyordu. Buradaki âyetleri böyle bir arka planın önünde okuyabiliriz. Öyle bir okuma yaptığımızda 197. âyet Mekke müşrikleri özelinden bütün zamanlara şunu diyor: “Eğer bu Kur’an’ı Tevrat ve İncil’den hiç haberi olmayan Muhammed’in kendinin yazdığını iddia ediyorsanız yapacağınız şu: Onun Hz. Musa ve İsa hakkında anlattıklarını Medineli komşunuz olan Yahudilere gösterin. Onlar size derse ki, bu Muhammed’in anlattıklarının bizim kitabımızda olanlarla hiçbir alakası yok, anlattıkları tamamen uydurma. O zaman o Allah’ın peygamberi değildir. Ama onlar derse ki, hayatında eline Tevrat ve İncil almamış, 40 yaşından sonra anlattıklarını, 40 yaşından önce hiç kimseye anlatmamış biri, bizim kitaplarımızda olan bilgileri, sanki o bilgilerin yaşandığı zamandaymış gibi tüm detayları ile anlatıyorsa o kişi Allah’ın peygamberdir. Çünkü bunları kendisine Allah’tan vahiy gelmeyen biri anlatamaz.”

Allah (cc) Medine’de yaşayan insaf sahibi Yahudilerin böyle diyeceğini bildiği için, Peygamberimize gelen bilgileri Yahudi âlimlerin bilmesini burada delil olarak gösteriyor.

198. 199. Âyet: Müşriklerin Bahanesi

Âyetler müşriklerin bir iddiasına işaret ediyor. İddia da müşrikler şöyle diyor: “Bu kitap Arapça, o yüzden bu kitabı Muhammed uydurdu. O bize dili Arapça olmayan bir kitap getirsin inanalım.” 199. âyet, Kur’an onların istediği gibi inse de müşriklerin yine inanmayacağını söylüyor. Nitekim Kur’an bu konuda bir başka sûrede şöyle diyor: “(Mekke müşriklerinde bahane bol!) Eğer Biz Kur’an’ı yabancı bir dille gönderseydik (o zaman da) “Neden, onun âyetleri açıkça beyan edilmedi? Dil yabancı, muhatap Arap! Olur mu öyle şey?” diye itiraz edeceklerdi…”703

Âyetlerin ortaya serdiği gerçek şu: “İmtihan dünyasında iman etmek istemeyen insan, kendisiyle çelişme pahasına bahane bulabiliyor.”

Bu dünya böyle bir dünya, burada iman etmek için sayısız delil varken, inkar etmek isteyen de kendine birçok bahane bulabiliyor…

200. 201 Âyet: Kalpleri Mühürleyen Kim?

Burada, Allah’ın kalpleri mühürlemesi anlamına gelecek şekilde “inkâr duygusunu günahkârların kalplerine yerleştirdik.” İfadesi geçiyor.

Biz bu konuda tefsirimizin önceki bölümlerde geniş açıklamalar yaptık.704 O açıklamalara ilaveten burada şunu diyelim. Bu tür âyetlerin tamamında kulun özgür tercihi sebep olurken, Allah’ın o tercihe göre takdiri sonuç oluyor. Yani hiçbir şekilde Allah öyle takdir ettiği için, tercih öyle oluyor değil. Öyle olsa imtihan dünyasının bir anlamı kalmaz, öyle olsa günah işleyenleri cezalandırmak haksızlık olur.

Bir de 201. âyeti peygamberimiz ve sahabilerden hiçbiri “Allah müşriklerin kalplerine inkar duygusunu yerleştirmiş, onlar azabı görünceye kadar inanmazlar, o yüzden onları İslam’a çağırmayalım.” demedi. Başta peygamberimiz bu âyeti böyle anlasa, hiç kimseyi davet etmez, O zaman da ondan başka iman eden insan da olmazdı. Bu durumda âyeti şöyle anlıyoruz: “Allah (cc) bu tür âyetlerle insanları tercihlerinin sonuçları üzerinden uyarıyor. Biz kimin kalplerinin mühürlü olduğunu bilemeyiz. O yüzden bize düşen güzel örnek olmak ve örnek hayatımızla irşat ve tebliğ yapmak olmalı.”

202-204. Âyet: İnsan Karakterinden Bir Resim

Genelde bütün Kur’an kıssaları, özelde bu âyette anlatılan “tip”ler bize ayna tutar. Bu aynada insan karakterinin farklı açılardan resimleri vardır. O resimlerden birini burada görüyoruz.

Bugün dünyada Allah’ı ve ahireti inkar eden insanlar, ölüp dirildiğinde burada inkar ettikleri gerçekleri karşılarında gördüklerinde mutlaka büyük bir pişmanlık yaşayacaklar ve “Rabbimiz ne olur bizi dünyaya gönder de iman edelim ve iyi işler yapalım.”705 diyecekler.

Neden bu kadar kesin konuşuyoruz? Çünkü “Dünyada ufak tefek olumsuz işlerin ardından baştan bilseydim böyle yapmazdım, ah keşke olayları başa sardırabilsem.” diyen insan, mahşeri ve cehennem azabını gördüğünde kesin büyük bir pişmanlık yaşayacak. İşte bu âyetlerde, insanların inkar ettikleri; yok saydıkları şeyler karşılarına çıksa ilk verecekleri tepki anlatılıyor.

Burada âyeti devam eden bağlamıyla okuduğumuzda kastedilen azap kıyamet veya bir şekilde ölümle yüzleşme anı olsa da âyetin mesajı değişmiyor. Âyet inkar ettiği gerçekler karşısına çıktığında insanın vereceği ilk tepkinin resmini veriyor.

Konuya devam edelim,

205-207. Âyet: Yıllarca Yaşasa da Sonuç Değişmez

Bu âyeti ilk olarak Fatır sûresinin 37. âyetinde geçen ““Size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi?” ifadesiyle birlikte okuduğumuzda âyet bize şunu diyor, insanlar akıl baliğ olduktan sonra az veya çok yaşasalar da onlara asla haksızlık yapılmayacak.

Bu âyeti bu sûrede geçen 200. âyetle birlikte okuduğumuzda âyet bize şunu diyor: “Allah (cc) tercihleri sonucunda birinin kalbine inkar duygusunu yerleştirmiş ve o kalbi mühürlemişse, o kalbin sahibi yıllarca yaşasa da sonuç değişmez.” Burada önemli bir noktanın altını çizmek istiyoruz. Burada geçen âyetler, Kur’an’ı bütüncül olarak okumayı zorunlu kılıyor. Bütüncül bir okuma yapıldığında “parça”da anlaşılma zorluğu yaşanan âyetler “bütün”de yerli yerine oturuyor. Bu bütüncül okumadan sonra âyetlerin mesajına gelirsek, âyetler bütün zamanlara şunu diyor: “Ne kadar uzun yaşarsanız yaşayın, dünya nimetlerinden ne kadar çok faydalanırsanız faydalanın eğer iman etmezseniz, yaşadığınız bu hayatın size ahirette hiçbir faydası olmayacağı gibi, şükrü yapılmayan nimetler, nikmet (azap) sebebi olacak.”

208. 209 Âyet: Allah Zerre Kadar Zulmetmez

Bu iki âyet önceki âyetlerin mesajını daha açık ve anlaşılır hale getiriyor. Önceki âyetlerde, gönderilen peygamberlerden, müşriklerin getirdikleri bahanelerden, Allah’ın inkarı kalplere yerleştirmesinden bahsedildi.

Önceki âyetlerde yaptığımız açıklamaları da dikkate alırsak, bu âyetlerde şu mesaj veriliyor: Allah (cc) bu dünyaya koyduğu değişmez yasa gereği verdiği hayatı alır. Alma şekli bazen helak ile de olabilir başka şekilde de olabilir. Nasıl alırsa alsın hayatını aldığı insanlara mutlaka hayattayken uyarıcılar göndermiş ve doğru yolu bulabilecek fırsatları onlara vermiştir. Allah (cc) bu fırsatları sunmadığı hiçbir insanı cehenneme atmaz. Çünkü o asla ve kata zalim değildir. O mutlak adildir.

210-212. Âyet: Müşriklerin Çıkardığı Gazeteye Tekzip

Bu sûrenin ismi şairler anlamına gelen Şuara. Sûrenin girişinde o günkü şairlerin günümüzde medyaya karşılık geldiğini söylemiştik. Burada da söz bu âyetler üzerinden şairlere (224-227) doğru gidiyor.

O günün şairlerine (dili iyi kullanan ediplere) gazeteci dersek, onların gazetelerinde en çok öne çıkan haberlerden biri de vahyin kaynağını bulandırmaya yönelik haberlerdi. Bazen “onu Muhammed’e başkası yazdırdı” diyor, bazen “Muhammed kendisi uydurdu” diyor bazen de “bu âyetlerden ona şeytandan, cinlerden geliyor” diyorlardı. Bu propagandaya “psikolojik harp tekniği” dersek706 müşrikler bunu çok sık yapıyorlardı. İşte Kur’an’ın bu âyetlerinin arka planında böyle bir propaganda vardı.

Bu bağlamı dikkate aldığımızda 210. âyet bu müşrik gazetelerin haberlerine bir tekzip olarak geliyor.

Konunun devamını, Allah’tan peygambere gelene kadar vahye şeytanlar dahil hiç kimsenin müdahale edemeyeceğine işaret eden âyetlere, o âyetler için yaptığımız açıklamalara havale ediyoruz.707

213-220. Âyet: Peygamberimiz Üzerinden Bütün Zamanlara Verilen Emirler

Bilinçli bir Kur’an okumada, daha fazla istifade etme adına, âyetleri okurken oradaki muhatapların yerine kendimizi koyabilir, özellikle peygamberimize hitap eden her âyeti doğrudan veya dolaylı olarak üzerimize alabiliriz. Burada öyle yapacağız.

213. âyet üzerinden bir ortam okuması yapabiliriz. Burada soru şu: Allah peygamberine neden böyle söyler? 40 yaşına kadar Mekke’deki putları ilah yerine koyup onlara yalvarmayan Peygamberimizin, 40 yaşında vahiy aldıktan sonra bu işi yapmak istemesi imkansız. Bu imkansız olunca, bu tür âyetlerden şunu anlıyoruz: Peygamber Efendimiz üzerinde “putlara tapma onlara yalvarma konusunda müşriklerin baskısı çok fazla. Bu dış baskı nedeniyle 213. âyet Peygamber Efendimiz üzerinden önce sahabileri sonra da arkadan gelecek bizleri uyarıyor. Uyarının özü şu: “Tevhid çizgisinde yaşamaya devam edin. Dış baskılar duruşunuzu değiştirmesin.”

214. âyet Peygamber Efendimiz üzerinden bütün zamanlara “yakın akrabalarınızı uyarın” diyor. Yakın akrabaları uyarmadan önce yapacağımız en önemli iş “sen önce kendini uyar” uyarısını almamak için önce kendimizi uyarmak olmalı. “Kendimizi uyarmak” demek, “Uyardığımız insanlara örnek olacak, onlara rol model olacak kıvama gelmek.” demek. Bundan sonra da yakından uzağa doğru bütün insanları uyarmak. Uyarma işini yaparken de bu işi Kur’an ve sünnet ölçülerinde yapmak.708

215. âyeti okumadan önce bu sûrenin 114. âyetini Hud sûresinin de 29. âyetini hatırlayalım. O âyetlerde Hz. Nuh’tan yanındaki fakir, gariban insanları kovması istenmiş o da “ben iman edenleri kovacak değilim” demişti.

215. âyetten yola çıkarak bir ortam okuması yaptığımızda benzer bir talebin Mekkeli müşriklerden de geldiğini ona karşı Rabbimizin Peygamber Efendimize iman edenlere zengin-fakir ayrımı gözetmeden “sahip çık” emrini verdiğini görüyoruz. Bu emir çok önemli. Bu emri günümüze taşırsak bu emir bize “İrşat ve tebliğde zengin fakir ayrımı yapmayın. Toplumun her kesimine ulaşabilecek yöntemler geliştirin.” mesajı veriyor.709

216. âyet, 213. âyeti vesile yaparak ifade ettiğimiz gibi bize Mekke’deki baskıcı ortam hakkında fikir veriyor ve diyor ki, “Mekke’de müşrikler sana karşı gelseler de sana baskı yapsalar da onların yaptığı her şeyden uzak dur.” Bu âyeti günümüze taşırsak, “Şartlar ne olursa olsun, Allah’ın razı olmadığı şeyler uzak duracağımız şeyler olmalı.”

217. âyet “Sadece Allah’a tevekkül et” demiyor. “Bu tevekkülü Azîz ve Rahîm esmâsı üzerinden yap.” diyor. Bu âyeti sûrenin bütünüyle birlikte okursak, Azîz ve Rahîm isimleri bu âyete kadar 8 âyette kıssa sonlarında geçti. Bunu dikkate aldığımızda âyet şunu diyor: “Bu tevekkülü ilk kez sen yapmayacaksın. Senden önce Hz. Musa, İbrahim, Nuh, Hud, Salih, Lut, Şuayb (as) da yaptı. Sen de onlar gibi Rabbine güven, sen de onlar gibi Rabbine tevekkül et. Azîz ismiyle onların düşmanlarına hak ettikleri sonu yaşatan, Rahîm ismiyle o peygamberleri ve ümmetlerini koruyup kollayan Allah, seni ve etrafındaki müminleri de koruyacaktır.”

218-220. âyetler kendisine güvenip tevekkül edeceğimiz Rabbimizi bize tanıyor. O Allah ki, Peygamberi gece namaza kalktığında, gündüzleri mescitte ibadet eden müminler arasında olduğunda onun bütün yaptıklarını görüyor (Basîr), duyuyor (Semî’) ve biliyor (Alîm). Bize verilen mesaj: Peygamberine bu kadar yakın olan Allah, peygamberinin öğrettiği yoldan Allah’a yaklaşmak isteyen her Müslümana gayreti ölçüsünde yakındır.

221. 223. Âyet: Onu Şeytanlar İndirmedi Ama Bunları …

Bu âyetleri 210. âyetle bağlantı kurarak okuyabiliriz. Müşrikler dolaylı olarak Peygamberimize vahyi şeytanın getirdiğini söyleyince Allah (cc) 210. âyette böyle bir şeyin olmadığını söyledi. Bu âyetlerde de o iddiaya şöyle bir gönderme var. “Benim peygamberime ne şeytan indi, ne de şeytandan vahiy geldi. Ama isterseniz şeytanın kime geldiğini, içinizden hanginize hangi vesveseyi verdiğini haber vereyim mi?” 222. ve 223. âyetler de isim verilmeden sıfatlar üzerinden şeytanın kimlere ineceğine işaret ediliyor.

Bu âyetler üzerinden müşriklere şu deniliyor: “Şeytanın indiği insanı arıyorsanız, Bu yaşına kadar hiç kimseye kötülük yapmamış, hiç kimseye iftira atmamış, yalan söylememiş bir insana bakmayın, içinizde yaptığı kötülüklerle, attığı iftiralarla, söylediği yalanlarla şeytanlaşmış insanlara bakın.”

224-227 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

224-227. Âyet: Şairlere (Müzisyenlere) Gelince Hepsi Bir Değildir

Bu âyetlere bütünlük içinden baktığımızda Kur’an’ın şairleri ikiye ayırdığını görüyoruz. O yüzden genelleme yaparken dikkat etmek gerekiyor. Bir meslek içinde kötüler çok olsa bile, orada genellemeden kaçınmak gerekir.

Bu âyetlere peygamberimizin 23 yıllık hayatı içinden baktığımızda Mekke döneminde İslam’ın aleyhinde çalışan şairlere karşı Medine döneminde İslam’ın lehinde çalışan, yazdıkları şiirler nedeniyle Peygamber Efendimiz tarafından takdir edilen şairler de görüyoruz.710

Bu tespitten sonra başlıktaki müzisyenlere de dikkat çekmek istiyoruz.

Şairler sözü kullanır. “Söz haramdır söz helaldir” denilmez. Söze (sözcüğe, kelimeye) bardak olarak bakarsak, söz bardağı içinde taşıdığı anlama göre hükmünü alır.

Müzik ve müzisyenlerin sözleri de böyledir. Kur’an nasıl şairler için genelleme yapmıyorsa, müzisyenler için de genelleme yapmamak gerekir. Sözün gücünü lehte kullanan müzisyenle, aleyhte kullananları birbirinden ayırmak gerekir. Burada, günümüzde müzik konusunda genelleme yapan, ona haram olarak bakanların varlığını bildiğimiz için sözü şairler üzerinden müziğe de getirdik.

Mealimizin giriş bölümünde şairler için şu ifadeleri kullanmıştık; “Şâirler” anlamına gelen “Şu’arâ” kelimesi, şuur ve kıl anlamına gelen şa’r kelimeleri ile aynı kökten gelir. Bu durumda şiir, şuurun eseridir. Şâir ise sezgileri kıl kadar ince olan şuurlu insan demektir. Şâir sesin değil, özün ve sözün sanatkârıdır. Kur’an şâirleri ikiye ayırır; yeteneğini Allah yolunda kullananlar, yeteneğini Allah yolunda olanlara karşı kullananlar. Kur’an’ın yerdiği şâirler ikincilerdir.”

227. âyeti referans yaparak aynı ifadelerin “iman edip iyi işler yapan, Allah’ı çok çok anan” müzisyenler için de kullanılabileceğini düşünüyoruz.

Şairlerle İlgili Âyetlerin Bağlam (Şeytan) ile İlişkisi

224. âyet gelen âyetleri “ve” bağlacıyla önceki âyetlere bağlıyor ve bize bu âyetleri bağlamı dikkate alarak okuyun mesajı veriyor.

210, 221, 222 ve 223. âyetleri hatırlayarak bir okuma yaparsak, 224. âyet şöyle diyor: “Şeytanın kime indiği, attıkları iftiralar ve yalanlar ile şeytanın amacına en iyi kimin hizmet ettiğini görmek istiyorsanız azgınlıkta şeytanla yarışan şairlerinize bakınız.”

Şairler: Her Vadiden Yazan Köşe Yazarları

Kur’an 225. âyetteki “Her vâdide şaşkın şaşkın dolaşmak” ifadesini bir mecaz, bir deyim olarak kullanıyor. Şairlere müşrik medyanın satın alınmış yandaş köşe yazarları olarak baktığımızda bu mecaz ve deyim patronun emrinde olan, anladığı anlamadığı her konuda kalem oynatan, kendisinin yapmadığı şeyleri yapmış gibi anlatan gazetecilere karşılık geliyor.

Şairin de gazetecinin de sözün gücünü kullandığını dikkate aldığımızda o günün şairleri günümüzün gazetelerindeki yazarlara karşılık geliyor tespitimiz yerine oturuyor.

Zalimlere Karşı Şiir (Sözün Gücü) Silahınız Olsun

227. âyet ilginç bir şekilde bitiyor. Bu bitiş bütün sûrenin özeti oluyor. Nasıl olduğunu anlatalım. 227. âyetin birinci bölümünü, bu sûrenin tamamıyla bağlantı kurarak okuduğumuzda âyet şöyle oluyor:

“Ancak (Hz. Musa, İbrahim, Nuh, Hud, Salih, Lut ve Şuayb gibi) iman edip iyi işler yapanlar, (onlar gibi) Allah’ı çok çok ananlar ve (onlar gibi) haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini (en güçlü sözle; söze güç katan vahiyle) savunanlar (karşı taraf mecbur etmedikçe silah kullanmayanlar, sözün gücünü keşfedip, her devirde onu silah olarak kullananlar) başkadır.”

Âyetin böyle anlamaya müsait olduğunu düşünüyoruz. Bu sûreye hem sûre hem de Kur’an bütünlüğünden baktığımızda âyet adeta bize “beni böyle anlayın” diyor.

Âyeti böyle anladığımızda âyetin ikinci bölümünü şöyle okuyoruz: “(Müslümanlar yaşadıkları çağda, vahiyden beslenen sözün gücünü keşfettiklerinde, onların karşısında duran) Zalimler de nasıl bir yıkımla alt üst olacaklarını yakında bilecekler.”

Bu Sûredeki Yedi Peygamber de Sözün Gücünü Kullandı

Bu sûrede ismi geçen yedi peygamberin hiçbiri kendilerine düşmanlık yapanlara karşı silah kullanmıyorlar. Karşı taraf tahrik etse bile, sözün gücünü bırakıp silahın gücünü tercih etmiyorlar. Onlar duruşlarını değiştirmeyince Azîz ve Rahîm olan Allah şartları onların lehine değiştiriyor.

Benzer bir şeyi Peygamberimizde de görüyoruz; Peygamber Efendimiz 13 yıl süren Mekke döneminde sözün gücünü kullanmakta ısrar ediyor. Medine’de düşmanlar başka seçenek bırakmayınca silahın gücünü tercih ediyor ama önüne peygamberliğinin 19. yılında barış fırsatı geldiğinde Hudeybiye antlaşmasıyla tekrar sözünün gücünün ortaya çıkacağı barış ortamını

Mekke’de Vahyin Rehberliğinde 7. YIL

48/27. NEML SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-6 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

7. YILA BAŞLARKEN ÖNEMLİ BİR HATIRLATMA

İniş sırasından Kur’an’ın tefsirini yapıyoruz. Tefsirde izlediğimiz bu yöntem bir nevi 23 katlı bina yapmaya benziyor. Bu benzetmeden devam edersek, Kur’an’da alt katlarda olan konuları üst katlarda -gerekmedikçe- bir kere daha anlatyoruz, alt (önceki) katlarda anlatmışsak dipnotlar üzerinden oraya havale ediyoruz. İşin doğası gereği, üst katlara çıktıkça, alt katlara havale etme daha da artacak.

Bu açıdan bakıldığında, okuyucu için bir sonraki katın anlaşılması bir önceki katın bilinmesine bağlı oluyor.

Okuyucu bu çalışmayı istediği kattan okuyabilir. Ama bizim tavsiyemiz, daha verimli bir okuma için 1. yıldan başlanması olacak.

7. YIL İÇİN BİR HATIRLATMA DAHA, “GÜNCEL BİR OKUMA YAPACAĞIZ”

Evrensel Tefsir çalışmamızda buraya kadar Kur’an’a ait birçok konuyu ele aldık. Hemen hemen bütün temel konulara değindik. Bundan sonrasında 7. asırda (yaklaşık 1400 yıl önce) inmiş olan âyetleri, “dün indi bizde şimdi okuyoruz” tazeliğinde okuma yöntemine daha fazla ağırlık vereceğiz.

Böyle bir okuma yapacağımız ve âyetlerin tamamı “Bugün Bana Ne Diyor?” formatında olacağı için, -çok gerekmedikçe- ayrıca “Bana Ne Diyor?” bölümü açmayacağız.

Bu iki küçük açıklamadan sonra âyetlerin tefsirine geçebiliriz.

1. Âyet: İki Kitap: Kaynak ve Oradan Gelen Su

Bu âyette iki kitap geçiyor. Biri Kur’an diğeri kitab-ı mubîn. Burada soru şu: “Bunları aynı mı ayrı mı?”

Teknik detayları bir tarafa bırakırsak biz, Kur’an’da Kur’an ve Kitap kelimelerini aynı cümlede gördüğümüz her âyette şunu düşünebiliriz;

Basit örnekle ifade edersek, Kur’an bardakta bize ikram edilen manevi su’dur. Kitap da o suyun geldiği (sınırları olmayan) kaynaktır.712

2. Âyet: Bağlamın Tespiti

Bu âyeti bağlam ile birlikte okursak, “Kur’an’da geçen bütün kitap ifadeleri mecazidir.” demiştik. Yani 23 yıl boyunca Kur’an’da -Tevrat, İncil- hariç kitap şeklinde geçen ifadelerden kastedilenlerden hiçbiri fiziki kitap değildir. Ya vahyin âyetlerinin o güne kadar inen toplamıdır ya da vahyin kaynağı olan levh-i mahfuza işarettir.

Burada soru şu: Madem kitap kelimesini Kur’an mecazi olarak kullanıyoruz, o zaman bu mecazin hakikati nedir?

Bu mecazin hakikatini Kadir sûresinin şöyle ifade ettik: O gece inen ölçüdür: Allah’ın razı olduğu ölçülerdir. Bu ölçülere yasa, kanun, kural, ilke, prensi de diyebiliriz.

Bağlamı böyle tespit ettiğimizde, bu âyette anlatılan Kur’an’ın hidayet rehberliği ilkeler ve ölçüler üzerinden olur.

Bağlamı böyle tespit ettikten sonra 2. âyetin tefsirine geçebiliriz.

Kur’an (Hayatın Her Alanında) Bir Hidayet Rehberidir

Kur’an’da farklı şekillerde en fazla yapılan vurgulardan biri Kur’an bir hidayet rehberi (kitabı) olmasıdır. Buna bizde bu âyetlere gelene kadar 10 yerde vurgu yaptık. Burada bu âyet vesilesiyle o vurguyu açmak istiyoruz.

Kur’an’ın hidayet kitabı olması onun hayatın içindeki alanını daraltmaz, onu sadece “dini konularda” hidayet rehberi yapmaz. Kur’an hayatın her alanında gerçekten hidayet rehberidir.

Bunu açalım; Kur’an ölçülerinde hayat “dininin karıştığı ve karışmadığı alan” diye ikiye ayrılmaz. Neden çünkü, hayatın kendisini yaratan Allah’tır, hayatın içinde yapılan (doğru-yanlış, iyi-kötü, helal-haram, günah-sevap) her şey Allah’ın verdiği nimetlerle yapılır. Yani çıkıp hiç kimse “Ben şu şu işleri Allah’ın verdiği nimetleri kullanmadan yapıyorum o yüzden Allah’a verecek hesabım yok.” diyemez

Gerçek bu olunca, dinin hayatın her alanını nasıl düzenlediğine bakalım.

İslam dinine göre hayat üç alandan ibarettir. Din bu üç alanı düzenler.

Birinci alan: Allah-insan ilişkisidir. Bu alanda ilişkinin hem normu (kuralı) hem formu (şekli) Allah tarafından belirlenmiştir.

İkinci alan: İnsan kendi ile ilişkisidir. Bu alanda konu insanın bedenidir. Bu ilişkinin merkezinde verilen her nimetin emanet olması vardır. Emanet olan nimetlerin nasıl kullanılacağı konusunda kurallar emanet sahibi tarafından belirlenmiştir.

Üçüncü alan: İnsan-toplum, insan-çevre (bitki, hayvan, doğa) ilişkisidir. Bu ilişkide insanın bütün ilişkileri Allah’ın verdiği nimetler üzerinden olur. O yüzden bu ilişkinin çerçevesi de Allah tarafından belirlenmiştir.

Buraya kadarı özetlersek, Kur’an bu üç alanda insana hidayet rehberliği yapar. Yani doğru yolu bulmada rehber olur.

Bunun nasıl olacağını aşağıdaki başlıkta açalım.

Kur’an’ın Üç Alandaki Rehberliği

Birinci alana taabbudi (iman, ibadet ve kulluk ile ilgili alan diyoruz. Bu alanda ilişkiyi Allah (cc) belirler. Kur’an’ın hidayet rehberi olmasında en fazla öne çıkan alan burasıdır. Çünkü bu alanda ilişkinin şeklini bulma ve belirleme insana bırakılsaydı, insan aklı bunu Allah’ın istediği şekilde bulamayacaktı.

İkinci alana “emanet ahlakı tarafından belirlenen alan” diyoruz. Bu alanda insan bedene/hayata bedelini ödeyemediği için “hayat benim dilediğim gibi yaşarım” diyemez. Kur’an bu alanda da hidayet rehberidir. Verilen her nimetin veriliş amacına göre kullanılması noktasında rehberlik eder. Bu rehberlikte en güzel örnek, Hz. Muhammed’dir (sav).

Üçüncü alana “ölçününün adalet olduğu alan” diyoruz. Kur’an’ın inişinin tamamlandığı 7. asrı baz alırsak, insan-toplum insan-çevre (bitki, hayvan, doğa) ilişkisi sürekli gelişerek ve büyüyerek değişir. Varsayalım 7. asırda bir toplumun yönetilmesi için 100 yasa varsa, bugün Türkiye ölçeğinde bir ülke için (bütün kanun, tüzük, genelge, kural, kaideleri içine alan) yasa sayısı 100 binden çok fazladır.

İlk iki alan bütün zamanların değişmezidir. Bu üçüncü alanda ise ihtiyaçlar (sorunlar, suçlar) değiştikçe, onları karşılama araçları (şekli) değişir. O yüzden Kur’an burada hidayet rehberliğini uzun bir liste üzerinden yapmaz. Tek bir şey söyler: Adil olun. Kur’an’ın kastettiği adaletin içinde hak, hukuk, doğruluk, dürüstlük, liyakat gibi bütün erdemler vardır.

Üçüncü alanın bütün zamanlara mesajı şudur: Ey insan! Bu alanda binlerce farklı iş yapsan da hepsini Allah’ın verdiği nimetlerle yapıyorsun. O’nun verdiği nimetlerle yaptığın her işte adil olmak zorundasın. Olursan ahirette seni güzel bir karşılık bekleyecek, olmazsan, adil olmadığın her konuda hesap vereceksin.

Özetlersek, hayata bu üç alandan baktığımızda, hayatın tamamı Kur’an’ın kapsama alanına girdiği için, Kur’an hayatın her alanında hidayet rehberdir. Âyette geçen büşra/müjde kelimesi de onun rehberliğine tabi olanlara, dünyada ve ahirette güzel sonuçları müjdeliyor.

3-5. Âyet: Namaz, Zekat ve Ahiretin Ortak Noktası: Ayrılmak

Kur’an’da 28. âyette namaz ve zekat kelimeleri aynı âyetin içinde gelir.713 Burada onlardan bir örnek görüyoruz. Bu örneğin en önemli tarafı hem aynı âyette hem de devam eden iki âyette konunun ahiretle birlikte gelmesidir.

Burada bu üç şeyi bir araya getiren sebebe yoğunlaşacağız.

Bu sebebi tek bir kelime ile ifade edersek o kelimenin adı “ayrılmak” (terk) olur. İnanç dekorunda ahiret (ölüm, kıyamet) insana “sen burada kalıcı değilsin, “sen burada kavuştuğun her nimetten bir gün, onların hesabını vermek üzere ayrılacaksın” mesajını verir.

Ahiretin hayatın bütünü üzerinden verdiği bu mesajı, ölüm her ana indirir. Hayatın akışında ölümün ne zaman olacağındaki belirsizlik, insana “Her an bu dünyadan ayrılabilirsin mesajını verir.”

Bu mesajları dikkate aldığımızda İslam dininde namaz ve zekat gibi bütün ibadetler insana bu ayrılmanın provasını yaptırır;

Böyle değerlendirdiğimizde, bütün bu ayrılışların ortak adı ecel provasıdır; insan, her an gelme ihtimali olan ölüm gelmeden önce, sembolik olarak ibadetlerle bu dünyadan kendi iradesiyle ayrılır.

Bütün bu ibadetleri temsilen namazı öne çıkarırsak, günde beş defa dünyada herhangi bir şeyden ayrılıp Allah’ın huzuruna giden insan dünyaya şu mesajı verir: (Ezan ile) Allah günde beş defa beni huzuruna çağırdığında, dünyada hiçbir şey O’nun ile benim arama giremez. O çağırdığında meşgul olduğum şeylerle bağlantıyı keser O’nun huzuruna giderim. Çünkü ben Allah’a bağlıyım, dünya ve içindeki her şeye karşı bağımsızım.

Özetlersek, namaz günde beş defa diğer ibadetlerle birlikte, ahirete iman eden insandaki bu inancı besliyor. Bu bilince sahip olan bir Müslüman için her namaz bir ecel, ahiret ve diriliş provası oluyor.

4. 5. Âyetler şunu diyor: Dünyaya ne kadar bağlanırsanız bağlanın, ölüm bir gün gelecek ve mecburen ayrılacaksınız. Ayrıldığınızda dünyanın bağımlısı olmuş olanları bekleyen acı sonla karşılaşacaksınız. Bu sonu yaşamak istemiyorsanız gelin yol yakınken geri dönün. Gelin iman ve ibadetlerle dünyaya karşı bağımsızlığınızı, Allah’a karşı bağlılığınızı ilan edin.

6. Âyet: Allah Hakîm ve Alîm’dir

Burada soru şu: Bu iki isim neden bu âyet grubunun sonunda geldi?

Kur’an’da âyet sonlarında gelen isimler, genelde şu sorunun cevabı oluyor: “Burada anlatılan konuların arkasında Allah’ın hangi isimleri var?”

Bu isimler burada gelmekle şu mesajı veriyorlar: Kur’an’ı apaçık bir kitap olarak gönderen, onu insanlığa hidayet rehberi yapan, onun içinde namaz ve zekat gibi ibadetleri emreden Allah (cc) her işinde hikmetle hükmeden Hakîm, her şeyi en iyi bilen Alîmdir.

Bu mesajı biraz daha açarsak bu mesaj bize dolaylı olarak şunu diyor: “Allah (cc) sıradan biri değildir. Allah “üç evin”714 de sahibidir. Dünya ve beden evini mükemmel yaratan, onlara, bütün bilim insanlarını hayran bırakan yasalar koyan Allah’ın, iş İslam evine gelince (haşa) amatör davranması, ‘insanların saçma, mantıksız ve gereksiz’ diyebileceği kurallar koyması imkansızdır.”

7-14 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Ön Bilgi: Kıssanın Önceki Bölümleri

Bu kıssa Kur’an’da en fazla anlatılan kıssaların başında geliyor. Bu kıssa ile ilgili kronolojiyi Kamer sûresinin 41-45 arası âyetlerinin tefsirini yaparken vermiştik. Bu kıssa hakkında geniş açıklamaları da Kamer sûresinden sonra A’râf (103-171), Tâhâ (9-98), Şu’arâ (10-67) sûrelerinin tefsirinde yapmıştık. Burada Neml sûresinde 7-14 arası âyetlerde açıklamalarımız devam edecek.

7-14. Âyet: Hz. Musa (as) Kıssası ile İlgili Genel Değerlendirmeler

Bu kıssasının buradaki âyetlerinde anlatılan konuları bu kıssanın önceki bölümlerde geçti, gelecek bölümlerde de farklı bağlamlar içinde yine geçecek. O yüzden buradaki değerlendirmelerimizi oldukça kısa tutacağız.

Önce şu soruyla başlayalım, bu kıssa burada niçin anlatılıyor?

Cevabımızı bir kurgu içinde verelim. Mekke’yi bir okul, Sahabileri o okulun öğrencileri, Kur’an’ı o okulun müfredatı, Peygamberimizi de okulun öğretmeni olarak kabul ettiğimizde, bu soruya verilecek cevaplardan biri şu olur: Öğretmen geçmişte geniş olarak anlattığı dersin bir kere daha hatırlanması için, ders hakkında çok kısa bir özet veriyor.

“Bu özete neden ihtiyaç var?” denilirse, daha önce de ifade ettiğimiz gibi Hz. Musa kıssasında Mısır, Mekke’ye karşılık gelirken, Firavun da müşriklere karşılık geliyor. Bu bağlamda bu özet üzerinden şu mesaj veriliyor: Firavun karşısında Musa’yı yalnız bırakmayan Allah, müşrikler karşısında da sizi yalnız bırakmayacaktır. Siz çağınızın Musa’sı olursanız, içinde yaşadığınız Mekke’de şartlar ne kadar zorlaşırsa zorlaşsın, vahyin rehberliğinde çıktığınız yoldan dönmezseniz, Allah aleyhte görülen şartları lehinize çevirecek… Haydi durmak yok. Yola devam…

Özetlersek, burada bu âyetlerin mesajını indiği bağlamı dikkate alarak vermeye çalıştık. Bu âyetler hakkında geniş bilgi için daha önce geçen bölümlerde yaptığımız açıklamalara bakılabilir.715

15-44 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Ön Bilgi: Kıssanın Önceki Bölümleri

Bu kıssayı Sâd sûresinde iki bölüm halinde gördük; sûrenin 17-26. âyetleri arasında ilk olarak Hz. Davud’un kıssasını, hemen ardından 30-40 arası âyetlerde onun oğlu olan Hz. Süleyman’ın kıssasını gördük.

Burada yaptığımız değerlendirmelerden önce orada yaptığımız açıklamaların okumasında fayda görüyoruz.

Ön Bilgi: Alternatif Yorum

Kur’an’da bazı âyetlerde “bir”den farklı anlamlar olabiliyor, tefsircilerimiz o âyetler hakkında farklı yorumlar yapabiliyorlar. Biz Açıklamalı Mealimizde, Hz. Süleyman kıssasında geçen cinlerle ilgili âyetlerde geleneğimizin kabul ettiği anlamı öne çıkarmıştık. Tefsir çalışmamızda da o anlamın yanına, öne çıkan alternatif yorumlardan birini ekledik. Böylece okuyucularımıza ilgili âyetler için iki farklı yorum sunmuş olduk.

Ön Bilgi: Kıssa Hakkında Genel Bir Değerlendirme

Bu sûrede 15-44 arası âyetlerde anlatılan bu kıssa burada oldukça geniş bir yer tutuyor. Kıssanın sadece 15. âyetinde Hz. Davud’dan kısa bir cümleyle bahsedilirken, sonraki bütün âyetler Hz. Süleyman ve onun etrafında gelişen olaylardan bahsediyor. Hz. Davud’dan bir cümleyle bahseden âyetin kısa mesajı şu: “4. yılda anlatılan konuları bir kere daha hatırlayın, onun üzerinden verilen liderlik (yöneticilik) eğitimini bireyden topluma hayata taşımaya çalışın. Servet sahibi, zengin bir insan olmak hedefiniz olsun ama servetin size sahip olmasına izin vermeyin…”

Hz. Davud için yapılan kısa hatırlatmadan sonra, bu kıssaya aşağıdaki başlıklar altında giriş yapabiliriz.

Kıssanın Öncelikli Anlatılma Sebebi

Birinci sebep: Daha önce de ifade ettiğimiz gibi716 Kur’an’daki bütün kıssaların öncelikli hedefi, Peygamber Efendimizin peygamberliğine şahitlik etmek; bu şahitlik üzerinden Kur’an’ın insan sözü olamayacağını ilan ve ispat etmektir.

Bu kıssa da indiği asırdan itibaren bu işi yapıyor ve bütün zamanlara şu mesajı veriyor: “Bu kıssada anlatılanları Peygamber kendisine gelen vahiyle duyana ve duyuruna kadar kendisi de bilmiyordu. 47 yaşına gelene kadar ondan bu âyetlerde anlatılanları hiç kimse duymamıştı.”

Özetlersek, “Bu neyin şahididir?” Bu, Kur’an’ın insan sözü olamayacağının şahididir.

İkinci sebep: Hz. Davud ve Süleyman peygamberler, Yahudi geleneğinde daha çok kral olarak kabul edilir ve peygamberlik statüleri Yahudiler arasında İslam'daki kadar belirgin değildir. Ayrıca, Kitab-ı Mukaddes'te onlar hakkında bazı tartışmalı anlatımlar ve eleştiriler bulunmaktadır. Bu bilgileri dikkate aldığımızda, Kur'an'ın bu kıssalar üzerinden Müslümanlara doğru bilgiler verdiğini ve onları gelecekte Medine'de karşılaşacakları Yahudilerle olan diyaloglara hazırladığını söyleyebiliriz. Kur'an'ın buradaki, peygamberlerin saygınlığını korurken, aynı zamanda Ehl-i Kitap ile olan ilişkilerde Müslümanlara rehberlik etmeyi amaçlamaktadır."

Kıssasının Bağlamı, İndiği Zamana ve Bugüne Mesajı

Bu kıssanın bağlam komşusu 7-14 arası âyetlerde geçen Hz. Musa-Firavun kıssası. O kıssa “Siz çağınızda Musa olursanız, Allah onun önündeki engelleri kaldırdığı gibi sizinkini de kaldırır.” mesajı vermişti.

Bu kıssa da burada hem indiği asrın Müslümanlarına hem de bütün zamanlardaki Müslümanlara Hz. Süleyman’ın yöneticisi olduğu adil, zengin ve güçlü devlet üzerinden şu mesajı veriyor: “En iyi Müslüman (dünyayı terk eden, bir lokma bir hırka felsefesiyle yaşamayı fazilet bilen) fakir Müslüman değildir. Sizler kendi çağınızda hem İyi Müslüman hem de adil, zengin, güçlü ve refah seviyesi yüksek bir ülkenin vatandaşları olabilirsiniz.”

Bu açıdan baktığımızda daha önce de tekrar ettiğimiz gibi Hz. Davud ve Süleyman Peygamberlerin Kur’an kıssaları arasında yer almalarındaki en büyük hikmetlerden biri de Müslümanlara ahlaki olarak güzel örnek olmanın yanında zenginleşmiş, gelişmiş bir birey/toplum ve devlet olma hedefi vermektir.

Bu açıklamalardan sonra aşağıdaki âyetlerde-adına hissi mucize dediğimiz- bazı peygamber mucizeleri geçtiği için mucize konusunda önceki yaptığımız açıklamalara ilaveten yeni açıklamalar yapmak istiyoruz.

Geçmişten Günümüze Mucizelere Bakışı

Geçmişten bugüne Kur’an üzerinde çalışma yapanların mucizelere bakışı genelde üç başlık altın olmuş.

Biz bu tefsir çalışmamızda üçüncü bakış açısını tercih ettik ve bunun gerekçelerini önceki bölümlerde geniş olarak açıkladık. Burada farklı bir bakış açısı ile önceki açıklamalarımızı özetleyelim.

Şimdi âyetlerin tefsirine geçebiliriz,

15. Âyet: İlmi Kim Verdi?

Genelde dünyaya gelen her insan kendi çabasıyla az-çok ilim öğrenir. Buna peygamberler de dahildir. O yüzden peygamberlere ait ilmi ikiye ayırmak gerekir birincisi kesbi ilim: Yani peygamberlerin her insan gibi araştırıp, emek harcayarak elde ettikleri ilimlerdir. İkincisi de Allah tarafından kendilerine verilen vahiydir.

Bu tür âyetlerde kastedilen ilim, ilmin tamamı değil, vahiy olan kısmıdır.

Bu ve benzeri âyetlerle ilgili olarak bu tespitin çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Bazıları peygamberleri olduğundan daha büyük gösterme adına, onlara gelen her ilmin ve onlardan sadır olan her sözün de vahiy olduğunu söylüyorlar. Böyle söylemek o peygamberi büyütmez aksine küçültür ve onu örnek alınamaz bir insan haline getirir.717

Tevazu Dersi

15. âyetin 2. cümlesi şöyle “Bizi, mü’min kullarının birçoğundan üstün kılan Allah’a hamd olsun.”

Bu cümle şu iki şekilde de olabilirdi: “Bizi bütün insanlardan üstün kılan...” veya “Bizi bütün müminlerden daha üstün kılan…”

Neden böyle olmadığına bakalım. Birinci cümleyi kurmuyorlar, eğer birinci cümleyi kursalardı yaptıkları kıyas maddi bir kıyas olacak ve anlam şöyle olacaktı: Dünyada zengin ve güçlü ülkeler var bizi onlardan daha güçlü yapan Allah’a hamd olsun.”

İçinde “mümin” kelimesi geçen bir cümleyi kurmaları kıyasın manevi olduğunu gösteriyor. Baba-oğul bu iki peygamber bu kıyası yaparken bize iki noktada tevazu dersi veriyorlar.

Özetlersek, onların tevazu dersi bütün zamanlara şu mesajı veriyor: Ne kadar başarılı olursanız olun, başarı sizi değiştirmesin, sizi şımartmasın. Başarıyı Allah’tan bilip, şükrü ve hamdi ona yapın.

16. Âyet: Kuş Dili Öğretilmesi Bir Mucize mi?

Eğer Kur’an’da bu âyetten -birkaç âyet- sonra Hz. Süleyman’ın karıncalarla ve Hüdhüd kuşu ile konuşmasından bahsedilmeseydi, bu hadiseye “mucize değil” diyebilirdik. Kur’an bu âyeti buraya koyarak, “gelecek hadiseleri bu âyetten bağımsız okumayın, Kur’an’ı, Kur’an’la tefsir edin mesajı veriyor.” Öyle yaptığımızda hem bu âyet hem de (yerinde gerekçelerini açıklayacağız) karınca ve Hüdhüd konuşmaları mucize oluyor.

Şu soruyla devam edelim,

Kuş Dili Öğretilmesi Neden Mucize?

Not: Burada araya bir not girelim, biz gelecek âyetlerde Hz. Süleyman’ın sadece kuşla (Hüdhüd) değil, karınca ile konuşmasından yola çıkarak buradaki âyeti daha genel olarak “hayvanlarla iletişim dili” olarak anlıyoruz. Neden? Çünkü, Hz. Süleyman’a kuş dili öğreten Allah (cc) dilerse diğer hayvanlarla iletişim kurmayı da öğretebilir. Bunun önünde bir engel yok.

Bu notu paylaştıktan sonra başlıktaki sorunun cevabını verelim. Gelecek âyetlerde göreceğimiz karınca ve kuş ile o şekilde konuşma örnekleri, Allah tarafından öğretilmeseydi hem Hz. Süleyman’ın hem de bütün insanların öğrenmekte aciz kalacağı bir olay olduğu için mucizedir.

Bu Mucizenin Bugüne Mesajı Nedir?

Sadece bu mucize değil, Kur’an’daki her mucize insanlara özellikle bilim insanlarına şu mesajı verir: “Bu mucizelerin aynısını yapmakta aciz kalsanız bile yakın benzerlerini yapmanız mümkün. Haydi çalışın, gayret edin…”

Geçmişten günümüze bilim insanları hayvan davranışları üzerinde yaptıkları çalışmalarda onların farklı durumlarda çıkardıkları farklı seslerden ve kuyruk hareketlerinden aralarında ortak anlaşma dili kullandıklarını fark ediyorlar…

17. Âyet: Orduda Cinlerin ve Kuşların Bulunması Bir Mucize mi?

Aynı kıssa içinde başka âyetlerde718 geçen şeytanı da dikkate alırsak, başlıktaki sorunun yanına şu soruyu da koyabiliriz. “İnşaat işçiliği ve dalgıçlık yapan şeytanların varlığı da bir mucize midir?”

Bunların mucize olamayacağına dair karine (işaret) olmasıydı, “bunlara mucize” derdik ama bunların mucize olmayacağına dair bazı karineler var. Onları aşağıda iki başlık altında anlatmadan önce bu konuda yanlış anlamaların önünü geçmek için buraya iki önemli not düşmek istiyoruz.

Önemli Not 1: Cin, Şeytan ve Melek Vardır

Biz, mevcut Kur’an âyetlerinden yola çıkarak Allah’ın insan dışında cin/şeytan ve melek isimleriyle görünmeyen varlıklar yarattığına iman ediyoruz. Burada “mucize” yok dediğimizde bu ifademiz cinlerin inkarı anlamına gelmeyecek.

Ayrıca Tefsir Usulümüzde (30) Cin Yasasında geniş olarak açıkladığımız gibi cinlerin ve onlar içinde insana apaçık düşman olan iblis/şeytan isimli cinin bizim fiziki dünyamıza müdahalesinin “vesvese”719 ile sınırlı olduğuna inanıyoruz.

Bu kabulün bir gereği olarak Hz. Süleyman kıssasında “cin/şeytan” ismiyle geçen bütün varlıkların, bizim fiziki dünyamızdaki -biz insanlar gibi etten, kemikten- varlıklara karşılık geldiğini düşünüyoruz.

Önemli Not 2: Cinler konusunda Ana ve Tali Konu Ayrımı

Varlıkları Kur’an âyetleri ile sabit olan720 cinlerin varlığına iman ana konudur. O cinler içinde şeytan ismiyle anılan cinin insanın düşmanı olduğuna, bu düşmanın insana vesvese ile zarar vereceğini kabul de ana konuya dahildir. Bunların inkarı bu âyetlerin inkarı anlamına geleceği için, bu inkarı yapan kişinin din ila bağlantısı kesilir.

Bu âyetlerin varlığını kabul ettikten sonra cinlerin (şeytanın) insan hayatına vesvese dışında müdahale ettiğine dair hiçbir âyet yoktur. O yüzden bu konu (ikinci dereceden) tali bir konudur.

Biz ve onlar şartları birbirine çok benzeyen iki ayrı imtihan salonunda imtihan olan öğrenciler gibiyiz. Varlığımızı sürdürme konusunda bizim onlara ihtiyacımız olmadığı gibi, onların da bize ihtiyacı yoktur.721

Özetlersek, onların varlığını inkar etmeden, onların bizim dünyamıza müdahale yapabilme konusu yoruma açık bir konudur.

Bu önemli açıklamalardan sonra konuya girebiliriz.

Hz. Süleyman’ın Emrinde Cinlerin ve Şeytanların Var Olması Mucize midir?

Bu olayın mucize olarak kabulünün önünde bazı engeller var. Şimdi beş madde altında bu engellere işaret edelim:

Birinci engel: İslam'ın temel inançlarından biri olan gayba (görünmeyene) iman prensibi, bu durumla çelişmektedir. Allah'a, ahirete, meleklere iman nasıl gaybın konusu ise, cin ve şeytanlar da aynı şekilde gaybi varlıklardır. Dünya hayatı bir imtihan yeri olduğuna göre, gaybi varlıkların görünür hale gelmesi, imtihanın özüne ve amacına uygun düşmez. Bu durum, adeta sınav sırasında cevap anahtarının açıklanması gibi olur ki, bu durum imtihanın anlam ve önemini ortadan kaldırır.

İkinci engel: Kur'an-ı Kerim'de açıkça belirtildiği üzere, şeytan insanın ezeli düşmanıdır ve kıyamete kadar bu düşmanlık devam edecektir. Bu, değişmez bir ilahi kanundur. Kur'an'da bu kanunun hiçbir istisnası belirtilmemiştir. Dolayısıyla, şeytanın Hz. Süleyman'ın emrine girmesi, Kur'an'ın genel mesajıyla ve bu değişmez kanunla çelişmektedir. Bu durum, olayın mucize olma ihtimalini ciddi şekilde zayıflatmaktadır.

Üçüncü engel: Farz edelim ki bu kanun değişti ve cinler Hz. Süleyman'ın emrinde görev aldı. Bu durumda, cinlerin Süleyman'ın (as) gücüne muazzam bir güç kattığını kabul etmemiz gerekir; görünmez olan, mesafeleri ışık hızında kat edebilen varlıkların oluşturduğu bir orduyu hiçbir güç yenemez. Cinler, kendileri görünmeden ve hiçbir kayıp vermeden tüm düşman ordularını anında etkisiz hale getirebilirler. Böylesine güçlü varlıklar varken, orduda insanlara yer vermenin bir anlamı kalmaz.

Dördüncü engel: Eğer bu cinler görünür hale gelerek normal insanların gücüyle eşitlenmişlerse, o zaman neden özellikle cinlere ihtiyaç duyuldu? Bu durumda cinlerin varlığı anlamsız hale gelir. Çünkü zaten insanlar da aynı işleri yapabiliyorsa, cinlerin özel bir rolü kalmaz.

Beşinci Engel: Âyetlerde bahsedilen cinlerin ve şeytanların yaptığı işler, aslında olağanüstü veya sadece onların yapabileceği türden işler değildir; orduda savaşmak, inşaat yapmak, denize dalmak gibi işler insanların da yapabileceği işlerdir. Allah (cc), hiçbir peygamber için değiştirmediği yasasını, insanların zaten yapabileceği işler için neden değiştirsin? Eğer ortada insanların kesinlikle yapamayacağı, sadece dünya dışı varlıkların yapabileceği işler olsaydı, belki bu durum anlaşılabilirdi. Ancak böyle bir durum söz konusu değildir.

Bu beş engel, bu olayın mucize olarak kabul edilmesini oldukça zorlaştırmaktadır. Bu durumda soru şu:

Bu Varlıkların Fiziki Karşılığı Nedir?

Bu sorunun cevabı için, Hz. Süleyman'ın yaşadığı çağa gidip yöneticisi olduğu ülkenin demografik yapısına, ordusunu oluşturan unsulara ve tarihsel bağlama kısaca bakmamız gerekiyor.

Ülkenin Demografik Yapısı:

Ordunun Yapısı:

Tarihsel Bağlam:

Burada yaptığımız değerlendirmelere, referans olması için şu sorunun cevabı ile devam edelim.

Kur’an Cin ve Şeytan Kelimelerini İnsanlar İçin Kullanıyor mu?

Başlıktaki sorunun cevabı “evet”tir. Kur’an burada örneklerini verdiğimiz âyetlerde aksine ihtimal olmayacak şekilde cin ve şeytan kelimesini insanlar için de kullanıyor.

Ayetlere bakalım.

Burada akla şöyle bir soru gelebilir “Bu âyetlerde Kur’an şeytan kelimesini insanlar için kullanıyor, cinler nerede?”

Onun cevabını Kehf sûreesi 50. âyet veriyor. Âyet “O cinlerdendir” diyerek şeytanın tür olarak cinlerden olduğunu ifade ediyor. Yani şeytan cindir. Kur’an şeytan kelimesini insanlar için kullandığında, aynı zamanda cinler için de kullanmış oluyor. Bu yüzden ayrıca bir delil aramaya gerek yok.

Özetlersek, “Hz. Süleyman kıssasında bahsedilen cinler ve şeytanlar insandır.” tespiti altı boş bir yorum değil. İlgili âyetler okunurken, okuyucu bu yorumu da değerlendirilebilir.

18. 19. Âyet: Karıncalarla Konuşmak Mucize mi?

Biz bunun müzice olduğuna inanıyoruz. Bunun gerekçelerini aşağıda sıralayalım.

Birinci gerekçe: 16. âyette ifade edildiği gibi Hz. Süleyman’a kuşların dilinin öğretilmesi. Biz bu kuş dilini daha geniş anlamda hayvanlarla iletişim dili olarak anlamıştık ve şu mesaja dikkat çekmiştik: “Biz Süleyman’a bir mucize olarak hayvanlarla iletişim kurmayı öğrettik, onun hayatında bunun örneklerini gördüğünüz zaman ‘Nasıl olur?’ falan diyerek şaşırmayın. Bu bir mucizedir.”

İkinci gerekçe: Günümüzde bilim insanları, gelişen teknoloji üzerinden yaptıkları gözlemlerin sonucunda karıncalar arasında iletişimin nasıl olduğuna dair dipnotta özetini verdiğimiz bilgilere ulaştılar.726 Eğer âyette karıncalar dünyasında dipnottakine benzer bir iletişimden bahsedilseydi, buna olağan bir hadise diyebilirdik. Ama âyette olağanüstü; aynıyla benzerine hiçbir insanın şahit olamayacağı bir hadise gerçekleşiyor. O yüzden bu hadiseye “mucize” diyoruz.

Bu gerekçelerden sonra bu mucize ile ilgili akla gelebilecek sorulara geçelim.

Bu Hadisede Anlatılan Karıncalar İnsanlar Olabilir mi?

Bu olayın mucize olmadığını söyleyenler, burada Kur’an’ın sembolik bir dil kullandığını, kıssada geçen olayın insanların yaşadığı bir vadide geçtiğini, burada konuşanın ise o vadideki halkın yöneticisi olan bir kraliçe olduğunu ifade ediyorlar.

Bunun böyle olmadığını düşünürken iki gerekçemiz var;

Bu konuya aşağıdaki başlıkla devam edelim.

“Senarist, senaryoya karıncaları neden dahil etti?”

Eğer, Neml sûresinin 18. 19. âyetlerini bir film senaryosundan bir sahne olarak okusaydık, başlıktaki soru akla gelecekti.

Bu sorunun cevabını vermek için bu âyetlerin indiği zamanda tarihi arka plana ve Kur’an’ın bu kıssa üzerinden vermek istediği mesaja bakmamız gerekiyor.

Tarihi arka plana baktığımızda Yahudiler Hz. İsa’yı, Lût’u peygamber olarak kabul etmedikleri gibi Hz. Davud ve Süleyman’ı da biz Müslümanların anladığı manada bir peygamber olarak kabul etmez, onlara bazı çirkin fiilleri isnat ederler.

O fiillerden ikisini burada paylaşmak istiyoruz.

Tevrat’ta

Bu anlatıma karşın Kur’an Hz. Davud’u ve Süleyman’ı adil,728 tam bir teslimiyetle729 Allah’a yönelen730 güzel kul731, doğru hüküm veren732 yöneticiler olarak tanıttı. Bu tanıtımın sözde kalmaması ve bir uygulama içinde gösterilmesi gerekiyordu, Kur’an burada babayı da temsilen oğlu Süleyman üzerinden bir örnek verdi.

Bu örnek şunu diyordu: Davud ve onun tarafından en güzel şekilde yetiştirilen oğul Süleyman sizin zannettiğiniz gibi biri değil. Bunlar en zayıf, en aciz varlık olan karıncanın hukukunu bile gözetirler. Onlara bile haksızlık yapmayan, onlara bile merhamet eden bu insanların bilerek ve isteyerek insanları zulmetmesi mümkün değildir. Çünkü bunlar vahyin rehberliğinde yaşayan tevhid ehli peygamberlerdir.

Bu açıklamalardan sonra başlıktaki soruya gelirsek, filmin senaryosunda “Büyük bir devletin başında, güçlü bir ordunun komutanı olan Hz. Süleyman’ın merhametini, adaletini ve haksızlıktan sakınmasını gösterecek zayıf ve savunmamız bir varlık olmalıydı. Bu varlık karınca oldu.”

Özetlersek, burada bu iki Peygamberi yanlış tanıyan ve tanıtanlara verilen mesaj şu: Karıncanın hukukunu gözeten bu insanların gözetmeyeceği hukuk yoktur.

Çağları aşan ve bugünlere verilen mesaj da şudur: Sizi büyük yapan dünyaya hükmetmeniz değil, sizi büyük yapan dünyaya hükmederken, bir karıncanın bile hukukunu gözetmenizdir.

Burada dişi karınca üzerinden verilen mesajlar da var. Ona da aşağıdaki başlıklarda değinelim.

Kıssada Öne Çıkan İki Önemli Nokta

Birinci Nokta: Bu kıssanın 18. âyetinde şu cümle geçiyor; “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin; Süleyman ve (güçlü) ordusu farkına varmadan sizi ezmesin!” Karıncaya bu cümleyi Allah (cc) söyletiyor. Bu cümle, “Senarist, senaryoya karıncaları neden dahil etti?” başlığı altında verdiğimiz mesajı da güçlendiriyor.

Bu cümle şunu diyor: Hz. Süleyman bir canlıya bilerek asla zarar vermez. Eğer bir zarar vermişse bu kesin bilmeden, farkına varmadan olmuştur.”

İkinci nokta da bu cümlenin mesajını güçlendiriyor.

İkinci Nokta: Kıssanın 19. âyetinde şu cümle geçiyor; “Ya Rabbi gerek bana ve gerekse ana-babama bağışladığın nimetlere şükretmemi ve (verdiğin her nimetle) hoşnut olacağın iyi işler yapmamı (ne kadar güçlü olursam olayım, en zayıfın hakkını gözetmeyi bana) nasip eyle, rahmetinle (kereminle) beni (razı olduğun) iyi kullarının arasına kat.” Bu âyete Sâd sûresi 35. âyetinin başındaki “Rabbim beni bağışla…” duasını da ilave edelim.

Bu âyet de Hz. Süleyman’ı yanlış tanıyan ve tanıtanlara şunu diyor: “Eğer Hz. Süleyman’ı tanıtacaksanız böyle tanıtın. O Rabbinin nimetlerine şükreden, nankörlük etmeyen, iyi kullardan olmak için elinden geleni yapan, zulmün her türlüsünden sakınan, en ufak bir hata yaptığında el açıp Rabbinden bağışlanma dileyen güzel bir kuldu.”

Kur’an Neden Dişiyi/Kadını Öne Çıkarıyor?

Çok ilginçtir Kur’an’da kadına ayrı yer veriliyor. Mesela sûrelere bakıyoruz,

Burada soru şu! Bütün bunlar tesadüf mü? Bütün bunların 7. asrın Mekke’si özelinden o asırda bütün dünyada, değil yönetici olmak insan olarak hak ettiği muameleyi göremeyen; ezilen, yok sayılan, değeri verilmeyen kadınlara yönelik bir mesajı yok mu?

Elbette olmalı. İşte o mesaj:

Kur’an’dan Kadınlara Özel Mesaj

“Ey Mekke’de ve dünya genelinde yok sayılan kadınlar; Kur'an'dan size bir müjde: Başkaları sizin kadrinizi kıymetinizi bilmese de siz Allah katında çok değerlisiniz.

Tarihin her döneminde, sizler sevginin, şefkatin merhametin, fedakarlığın sembolü oldunuz.

Ey kadınlar! Sizlerde

Hedeflerinizi büyük tutun, engelleri aşın, haksızlığa karşı sesinizi yükseltin! Ezilmeyi, hor görülmeyi, yok sayılmayı bir kader olarak görmeyin.

Çünkü sizler:

Unutmayın! Allah sizin yanınızdadır ve her zaman sizin için en iyisini diler. Yolunuz açık, kalbiniz ferah olsun!

20-22. Âyet: Hüdhüd ile Diyalogun Mucize Olması

Mucizeyi hem mucizeye vesile olan peygamberin hem de mucizeye şahit olan insanların aynıyla benzerini yapmakta aciz kaldığı olaylar olarak tanımlamıştık.

Hz. Süleyman’ın Hüdhüd ile diyalogunda, olayın bir mucize olduğunu anlıyoruz.

Bunun gerekçelerini şöyle ifade edebiliriz.

Birinci gerekçe: 16. âyette ifade edildiği gibi Hz. Davud ve Süleyman’a kuş dilinin öğretilmesi. Hüdhüd ile diyalogu mucize olarak kabul etmezsek, karşımıza “Kuş dili neden öğretildi?” sorusu çıkacak.

Eğer bu öğretilme işi bilim insanlarının kesbi olarak (gözlem yaparak, araştırarak) öğrenebileceği bir şey olsaydı, bu âyette bu konu öne çıkmaz ve “Allah tarafından öğretildi” vurgusu yapılmazdı.

Bu vurgu yapılıyorsa, demek ki bu öğretilmenin Hz. Süleyman’ın hayatında bir karşılığı olacak. O karşılığın da Hüdhüd kuşuyla konuşma ve karıncanın konuştuklarını anlama şeklinde olduğunu düşünüyoruz.

İkinci gerekçe: Hissi mucizeleri mucize yapan en önemli olgu onun sebep-sonuç ilişkisi üzerinden akılla izah edilememesidir. Allah’ın o konuda koyduğu normu (normal alanı yani yasayı) değiştirmesidir. Bunu en net şekilde Hz. Musa’nın yılana dönüşen asasında (bastonunda) gördük. Bir baston için yere atıldığında norm yani olması gereken o bastonun tahtadan bir baston olarak kalmasıydı. Ama Allah yasayı değiştirince imkansız mümkün oldu ve baston Firavunun sihirbazlarının attıkları sihirleri yutan bir yılana dönüştü.

Bu açıklamadan sonra Hüdhüd’e gelirsek, burada norm yani normal olan kuşun insanla konuşamamasıdır. Ama bastonu yılana dönüştüren Allah için imkansız mümkün olmadığı için bu mucize gerçekleşmiştir.

Üçüncü gerekçe: Bu gerekçe diğerleri kadar güçlü değil ama onların varlığını kabul ettiğimizde bu da tamamlayıcı bir gerekçe oluyor. Âyetten anladığımız kadarı ile bu iş kısa bir zaman içinde oluyor. Hz. Süleyman’ın yaşadığı Küdüs ile Sebe Melikesi Belkıs’ın yaşadığı Yemen bölgesinde yer alan Ma’rib şehri arasındaki mesafe yaklaşık 2800 km. Bu mesafe bugün arabayla gidiş-geliş (saatte 100 km. hızla hiç durmadan) 64 saatte alınırken, (günde 30-40 km. yol alan) at ile yaklaşık 200 günde, (günde 300-500 km. yol alan) hüdhüd kuşuyla da 12-14 günde kat ediliyor.

Ayette Hüdhüd’ün iki defa gidip geldiğini görüyoruz. Bu âyette Hüdhüd’ün bir insanın lakabı olduğunu düşünürsek, âyette bahsedilen işin 400 günde (1 yıl bir ay gibi bir sürede) gerçekleştiğini kabul etmemiz gerekecek. Bu işin bir mucize olarak bir kuş tarafından gerçekleştiğini düşündüğümüzde toplam süre 24 günü geçmeyecek.

Bu kıyaslama bize bu işin bir mucize olduğunu kabul etmenin daha uygun olduğunu gösteriyor.

Dördüncü gerekçe: Bu gerekçede bir itiraza cevap var. Bu olayın mucize olmadığını ileri sürenlerin gerekçelerinden biri de kuşun taşıyabileceği ağırlık ve mektubun yazıldığı malzemenin ağırlığının kıyaslanmasıdır. Bu itirazı ileri sürenler “Vücut ağırlığı en fazla 80 gram olan Hüdhüd kuşunun kil tablete ve taşa yazılacak bir mektubu taşıması imkansızdır.” diyorlar.

Bu olay bir mucize ama yine de akla yaklaştırmak için bazı teknik bilgileri paylaşalım. Bugün kullandığımız kağıdın ilk örneklerinin M. S. 105 yılında Çinliler tarafından bulunduğunu biliyoruz. Hz. Süleyman’ın yaşadığı M. Ö. 10. asırda kağıt yokken yazı malzemeleri sadece taş ve kil tabletlerden ibaret değildi. Bunlardan daha hafif olan deri, parşömen ve papirüs gibi malzemeler de vardı. Mektubun bir papirüse733 yazıldığını kabul edersek. Teknik bilgiler şöyle olur: Sadece âyette yazan kelimelerin mektuba yazıldığını düşünürsek, papirüse yazılan ifadeler 13 kelimeden ibaret olan şu ifadeler olur. “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla, bana karşı büyüklük taslamayın, teslimiyet göstererek bana gelin!”

Bu sözlerin yanında biraz daha açıklayıcı ifadeler olduğunu kabul edersek, bunların yazıldığı bir mektubun tahmini en-boy ölçüleri en fazla 8 cm x 12 cm. ağırlığı da en fazla 1 gr. Hüdhüd kuşu da vücut ağırlığının %20’si kadar (yani maksimum 16 gr.) bir ağırlığı taşıyan bir kuş. Bu bilgileri dikkate aldığımızda, olayın mucize olduğunu kabul etmeyenlerin en önemli iddialarından birinin çok da güçlü olmadığı görülüyor.

Özetlersek, ilk iki gerekçe bu olay bir mucizedir diyor. Diğer iki gerekçe de bu olayın bir mucize olduğu kabulünü güçlendiriyor.

Ortam Okuması: Hz. Süleyman ile Hüdhüd’ün Konuşması Nerede, Nasıl Oldu?

Kur’an bu konuda çok fazla bilgi vermiyor. Ama biz verilen bilgileri ipucu olarak değerlendirirsek, bu konuşmanın nasıl bir ortamda geçtiğini tahmin edebiliriz.

Ortamı böyle betimlersek, Hz. Süleyman böyle bir ortamda, kuşlara önceden verdiği görevin raporunu almak için geliyor. Bu rapor için çok net bir saat belirliyor. O saatte orada olmayan Hüdhüd’ün nerede olduğu soruyor.

Gelmediğini, geç kaldığını fark edince de ona ceza vereceğini söylüyor. Hz. Süleyman’ın bu sert tavrı aşağıdaki soruyu akla getiriyor.

Hz. Süleyman Karıncaya Karşı Yumuşak, Hüdhüd’e Karşı Sert. Neden?

Hayatın içinde insanın farklı rolleri/pozisyonları vardır. Her insan bebek olarak geldiği bu dünyada hayatın olağan akışında abi, abla, torun, anne-baba, amca, dayı, hala, teyze, enişte, gelin, patron-işçi, (emir veren) komutan-(emir alan) asker, yönetici-yönetilen gibi konum/makam/pozisyon sahibi olur. Bu pozisyonların her birinde insan aynı olamaz.

(İçinde 10 bin askerin olduğu) bir tümen komutanı Tümgeneral düşünün bu generalin orduda disiplinli olması gerekir. Tümgeneralin ülke savunmasına zarar verecek ihmaller karşısında büyük tepkiler vermesi bunları affetmemesi gerekir. Ama aynı Tümgeneral oğlunun kızının evine gittiğinde dört yaşındaki torununa “Sevgili torunum var mı bir emrin.” der. O hata yaptığında o hatalara karşı müsamahalı davranır. Onunla oynar. Onu sırtına bindirip gezdirir.

Bu tenakuz değildir. Bu hayatın içinde bulunduğu konumun gereğini yapmak, hakkını vermektir. Tersi olsa o sorun olur.

Hz. Süleyman’ı da böyle düşünmek gerekir;

Dünyanın en zayıf varlığı olan karınca karşısında alabildiğinde şefkatli; bu ona yakışandır. Bu onun zayıfa karşı ne kadar merhametli olduğunun, hak hukuk gözettiğinin göstergesidir.

Aynı Süleyman (as) o günün şartlarında dünyanın en güçlü ordusunun komutanı sıfatıyla oldukça yerinde bir duruş sergiliyor. Ordu demek disiplin demektir. Disiplinin olmadığı yerde ordu bir yığın, bir kuru kalabalıktır.

Orduda en önemli birimlerin başında istihbarat gelir. Ordu istihbarat bilgisinin doğruluğuna göre pozisyon alır. Yanlış bir istihbarat orduyu zalim yaparken birçok insanın da mazlum olmasına sebebiyet verebilir.

O yüzden Hz. Süleyman (as) her pozisyonda olması gerekeni yaparak bütün zamanlarda gelecek yöneticilere “denge” (nerede ne nasıl ve ne kararda yapılır) dersi veriyor.

İstihbarat Raporu

Bu âyetlerde ordunun istihbarat biriminde görevli elamanlara bağlı çalışan Hüdhüd’ün verdiği raporu görüyoruz.

Şimdi bu raporun alt başlıklarına bakalım.

23. Âyet: Neden Başka Bir Yer Değil de Sebe (Belkıs’ın) Ülkesi?

M. Ö. 10. asırda önce Hz. Süleyman’ın başında olduğu İsrail krallığının konumuna sonra da komşularına ve yöneticilerinin cinsiyetine bakalım.

Krallığın Konumu: İsrail Krallığı, Orta Doğu'da, Lübnan'ın güneyinde, Ürdün'ün batısında ve Akdeniz'in kıyısında yer alıyordu.

Ülkenin konumunu ve komşularını verdikten sonra gelelim başlıktaki soruya, “Evet, neden bu ülkeler değil de Sebe ülkesi?”

Buradan sonra aşağıdaki başlıkla devam edelim.

Senaristin, Senaryoda Bir Kadın Oyuncu Tercihi Neden?

Bu sorunun cevabına “Kur’an’dan Kadınlara Özel Mesaj” başlığı altında değindik. Burada ona ilaveten şunları diyelim, Kur’an’da ne varsa, hikmetiyle, mesajıyla var.

Allah (cc) bu kıssada Sebe’den başka bir ülke de tercih edebilirdi ama başında bir kadının yönetici olduğu ülkeyi tercih ediyor.

Bu tercihi bir senaristin senaryoda yaptığı tercih gibi değerlendirirsek, bu tercih bize şunu diyor: “Ey 7. asrın erkek egemen toplumu. Kadından yönetici olamaz gibi bir ön yargınız varsa, kadınların yönetici olduğu ülkeler kötü yönetilir şeklinde düşünüyorsanız, işte size kadının yönetici olduğu bir ülke; bu ülkeye bakın ve kadınlar hakkındaki ön yargınızı değiştirin. Kadını yok saymayın. Kadınların önünü açın. Belkıs örneğinden yola çıkarak onlara fırsat verildiğinde bunun sonuçlarını görün…”

24. Âyet: Güneşe Secde, Gerçekten Güneşe Secde midir?

İnsan akıllı bir varlık; bu varlık saçmalık yapsa bile genelde bir gerekçeyle yapar. Putlara (cansız varlıklara) tapmak onlara ilah muamelesi yapmak saçmalıktır ama bu saçmalığın arkasında bir gerekçe vardır.

Bu tür varlıklara tapanların çoğu o gerekçeyi bilmese, atadan dededen gördüğü için öyle yapıyor olsa bile, onlar içinden az da olsa bazı insanlar “neden taptıkları” sorusuna kendilerince “makul” cevap vereceklerdir.

Bu açıklamadan sonra hayalen Sebe ülkesine gidelim ve Belkıs’ın halkına soralım; güneşe tapmanızın gerekçesi nedir?

Muhtemel cevaplardan biri şu olacaktı:

Sonuç olarak, güneş bizim için sadece bir gök cismi değil, hayatın kaynağı, düzenin simgesi ve ilahi gücün temsilcisidir. Bu nedenle ona tapmayı ve saygı göstermeyi önemli bir görev olarak kabul ediyoruz.

Özetlersek, örnekte görüldüğü gibi yaptığımız empati sonucunda, tapılan şeye, o şey ne olursa olsun insanlar sembolik bir anlam yüklüyor, o anlam üzerinden kendince tapınıyor. Mekkeli müşriklerin kendilerince buldukları makul gerekçe “putların onları Allah’a yaklaştırması ve bu yakınlığın sonucu olarak onlara şefaat edecek olmasıydı.”735

Şeytanın Yanlışı Güzel Göstermesi

Şeytan, dışımızdaki kötünün adıdır. Aynı zamanda kaynak itibarıyla her türlü kötülüğün de sembol ismidir. Nefsimizin şerre/kötüye/fücura bakan tarafı da içimizdeki kötünün adıdır. Her şeyin zıddıyla var olduğu bu İmtihan dünyasında bunlar hayrın, iyinin, güzelin karşısında “zıt olmanın” gereğini yaparlar. Bunu yaparken de bir insanı bozmaya (kötü yapmaya) büyük kötülüklerden başlamazlar. Çünkü insan doğası büyük kötülüklere hemen birden meyletmeyecek şekilde programlanmıştır. O yüzden dışımızdaki kötü insanı kandırmak için taktik kullanır. Bu taktiklerin en başında “Yaptıkları işleri onlara güzel göstermek.” vardır. Bu taktikte bir şeyin kötü tarafı %90 ise, şeytan onda var görünen/zannedilen %10 iyi tarafı öne çıkarır.

Bu bir balık avcısının denizde avlanırken, oltaya balığın sevdiği (yersem fayda göreceğim diyeceği) yemi takmasına benzer.

Bu oltaya yaklaşan balıklar/insanlar, o yemi yemek için bir önceki güneşe tapma başlığında gördüğümüz gibi gerekçe üretirler. O gerekçeler insanı şeytanın manevi bataklığına çeken yem olur. İnsan yemlendikçe bataklığa doğru çekilir. Artık bir noktadan sonra yemlenen insan gemlenmiştir, bilerek veya bilmeyerek şeytanın amacına hizmet eden bir varlığa dönüşür.

Özetlersek, hemen her insan şeytan tarafından kandırılmıştır. Bunun yaygın örneği yalan söylemektir. Şeytan oltaya yalanın birkaç faydasını takar. O faydaya aldanan, o aldanma ile o an için günü kurtaran insan, kan kaybeden bir hasta gibi itibardan (güven veren bir insan olma özelliğinden) kaybetmeye başlamıştır. Günümüzde bu kaybın sonuçlarını görmek için birey toplum olarak İslam ülkelerine bakmak gerekir. Hemen hemen birçok toplumsal kalite ölçen endekslerde son sıralarda yer alıyorlar.

Şeytanın Amacı: Allah’a Secde Edilmesin

Kur’an secde kelimesini ibadetin bir parçası olarak kullanmanın yanında, genel anlamda Allah’a itaatin sembolü olarak da kullanıyor.

Bu âyette geçen secde güneşe karşı fiziki anlamda bir secde olarak anlaşılabileceği gibi, Allah’a itaatsizliğin sembolü olarak da anlaşılabilir.

Böyle anladığımızda yeryüzünde bütün insanlar ikiye ayrılır; secde (itaat) edenler ve etmeyenler.

Şeytan kendi iradesiyle itaatsizlerin safında yer alırken, sadece bununla kalmıyor, bütün insanların da o safta yer alması için çalışmayı kendine görev biliyor.736

25. 26. Âyet: Gökler, Yer, Büyük Arş ve Kelime-i Tevhid İlişkisi

Bu âyetler güneşe secdeden sonra geliyor. Konuya buradan bakarsak, âyetler “mikro”nun karşısına “makro”yu koyuyor.

Arş, Allah’ın kainatı; kainatın içinde milyarlarca galaksiyi ve yıldızı kuşatan hakimiyetini, kudretini, egemenliğini temsil ederken, gökler ve yer bu hakimiyet alanında, insanın içinde yaşadığı yere işaret ediyor.

Bu işaret üzerinden şu mesaj veriliyor: “Ey (insanlar) Sebe halkı! Bir tarafta güneş dahil güneşten büyük milyarlarca galaksiye ve yıldıza hükmeden Allah varken, neden O’na değil de O’nun sınırsız mülkünde bir mahluk (yaratılmış) olan ve nokta kadar yer tutmayan güneşe secde ediyorsunuz? … Yaratılanlara değil, yaratana secde edin.”

Bu mesajı 25. âyette gelen Lâilâheillallah’a bağlarsak ikinci mesaj şu oluyor: “Allah’tan başka ilah yoktur.” demek, birçok anlamı içine aldığı gibi şu gerçeği de içine alır: “Allah’tan başka (Hâlık) yaratan yoktur. Yaratılan hiçbir şey ilah olamaz.”

27. Âyet: Hüdhüd’ün Getirdiği İstihbaratın Sorgulanması

Bu âyette bağlamı dikkati aldığımızda konu ülke savunması, ordu ve istihbarat ile ilgilidir. Gelişmiş ülkelerde istihbarat birimlerinin çalışma yöntemine baktığımızda, genelde istihbarat birimleri gelen bilgiye hemen “doğru” demezler. Her zaman için yanlış olma ihtimaline bakar. Buna kural dersek, bir devlet başkanı olarak Hz. Süleyman’ın bizzat kendisinin bu kurala uyduğunu ve Hüdhüd’ün getirdiği istihbaratı sorguladığını görüyoruz.

Bu kuralın arkasında şöyle bir istihbarat ilkesi vardır: İstihbarat Bilgileri Kesin Doğrulanmadığı Müddetçe “Zan”dır.

O yüzden istihbarat birimlerinin öncelikli görevi, bu zannı olabildiği kadar kesin bilgi seviyesine çıkarmaktır.737

“Geçmişten günümüze istihbarat birimlerinde bu hassasiyet gösterilmediğinde, (hatta bilerek) yanlış istihbaratla hareket edildiğinde ne olur?”738 sorusuna örnek teşkil edecek birçok üzücü olay vardır.

Özetlersek, Kur’an’ın asıl işi hidayet rehberliği olmasının yanında, “âyette kullanılan dil” üzerinden hayatın geneli için hayati ehemmiyeti olan konularda da bütün zamanlara mesaj veriyor.

Kıssada Anlatılanların Anlatılmayanlara Dair Verdiği İpuçları

Daha önce ifade etmiştik, Kur’an “leb”der, gerisini “leblebi” diyerek tamamlamayı bize bırakır.

Bize bırakılan yerlere baktığımızda şu noktaları görüyoruz.

Birinci Nokta: Hüdhüd kuşunu bir operasyon biriminin başında ekip başı olarak düşünebiliriz. Neden? Çünkü yaptığı görevde “doğruluk” çok önemli. İstihbarat birimlerinde ekip demek, birbirini doğrulayan, yanlış yapmayı azaltan yapı demek.

İkinci Nokta: Küdüs’ten Yemen/Ma’rip arası mesafe yaklaşık 2800 km. Bu mesafeyi uçarken, mektubu taşıma görevinde yorulanın mektubu diğerine verdiğini düşünürsek, birden fazla kuşun varlığı makul oluyor.

Üçüncü Nokta: Bize göre en önemli nokta burası; bu kadar geniş ve güçlü bir istihbarat ağı olan Hz. Süleyman’ın Hühhüd ve ekibine sadece âyette anlatılan görevleri vermediğini, mektubu bıraktıktan sonra, Belkıs’ın bir heyetle Küdüs’e gelmesini havadan takip etme ve belli aralıklarla bilgi verme görevini verdiğini de düşünebiliriz.

Dördüncü Nokta: Bunların yanında Hz. Süleyman’ın bu ekibi çoğaltıp, ülke sınırlarında kritik noktalarda görevlendirdiğini düşünmenin önünde bir engel yok.

Özetlersek, bizim “leb”den “leblebi” anlama yöntemi Kur’an’da birçok âyet için kullanılabilir. Burada en önemli ölçülerden biri şu: “Önce âyetin amacı/maksadı ve sınırları belirlenecek, sonra o amaca uygun olarak, o sınırların dışına çıkmadan anlam genişlemesi yapılacak.”

Biz bu çalışmamızda, ilgili âyetler geldikçe bu yöntemi kullanıyoruz.

29. Âyet: Genel Değerlendirme: Mektubun Mesajı

Bu bölümde 29-35 arası âyetlerde Hadhüd’ün mektubu bırakmasından sonra Sebe ülkesinde yaşanan gelişmelere bakacağız.

Ayette geçen ifadeyle söylersek Belkıs mektubu aldığında mektup için çok değerli, çok önemli mektup anlamında “kitâbun kerîm(un)” diyor.

Burada da “leb” ve leblebi yöntemini kullanırsak, o mektubu bulup, bu sözleri söylemesi, bizim âyette yazanları okuma hızımızda olmuyor.

Öncesinde şunlar oluyor: Mektup bulunuyor, Belkıs mektubu okuyor, istihbarat elemanlarına “Böyle bir mektubun” kimden gelmiş olabileceğini araştırma görevi veriyor. Onlardan gelen rapor sonucunda mektubun Süleyman’dan geldiğini anlıyor.

Tabi bunu anlarken bir şey daha anlıyor: Biz sınırları, askerleri, istihbaratı, kalesi, sarayı olan güçlü bir ülkeyiz ama buna rağmen, Süleyman bu mektubu bizim hiç haberimiz olmadan kapımızın önüne bırakacak kadar güçlü bir ülkenin lideri.

Özetlersek, evet, bunlar âyette yazmıyor ama hayatın olağan akışı böyle düşünmeyi gerektiriyor. Böyle düşündüğümüzde mektubun Belkıs ve ekibinin haberi olmadan saraya kadar gelmesi, mektubu içinde yazanlardan daha etkili hale getiriyor.

30. 31. Âyet: Mektuptaki Besmelenin Mesajı

Dileyen mektupta yazılanların, bu âyetlerde yazılanlar kadar olduğunu düşünebilir. Fakat, Kur’an’ın kıssaları detaylı anlatmama yönteminden yola çıkarsak, burada mektup içeriğinin bize özetlendiğini düşünebiliriz.

Bu özette birtakım işaretler var.

Birinci işaret: “Mektup Süleyman’dan (geliyor) ve Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla (başlıyor.)” Belkıs bu şekilde başlayan mektubu okuduğunda o gün Müslüman değildi. O yüzden mektubun bu kısmını tam olarak anlamamış olabilir. Mektubun bu kısmı çok ama çok önemli bir mesaj veriyor.

Bu mesaja gitmeden önce bu âyette geçen besmele için şu bilgiyi de vermemiz gerekiyor. Bu besmele sûre başlarında geçen (114 –1 =) 113 besmeleyi, sûre içinde âyetler arasında geçen tek besmele olarak 114’e tamamlıyor.

Neml sûresi 30. âyetteki besmelenin Kur’an’dan bir âyet olduğu kesinken, sûre başlarındaki tüm besmeleler için bu konuda ihtilaf vardır. Ağırlıklı görüş, onların sûreler arasında bir ayraç görevi gördüğü ve o sûrelerden bir âyet olmadığı şeklindedir.

Bu teknik bilgilerden sonra gelelim besmelenin mesajına: Bu konuda yazacaklarımız Alak sûresinde 1. âyetin tefsirinde “Bir Farkındalık İfadesi Olarak “Besmele” başlığı altında yazdıklarımızın devamı olacak.

Besmele çekmek, “Ben farkındayım.” demektir. Yani “Ben bana verilen, benim hizmetime sunulan tüm nimetlerin benim değil bende emanet olduğunun farkındayım. Bu ontolojik gerçeğin farkında olduğum için neye başlarsam başlayayım benim olanla değil, bende emanet olanla başlıyorum.”

Bu farkındalığın bir devlet başkanı olarak Hz. Süleyman tarafından diplomatik bir mektuba yazılmasında “Bismillah” şu anlama geliyor.

“Ben sınırları şu kadar geniş olan, ekonomisi bu kadar zengin olan, ordusu bu kadar güçlü olan bir ülkenin yöneticisiyim. Elimdeki bu gücün bir emanet olduğunu biliyor, o emaneti emanetin sahibinin koyduğu ölçülere göre kullanıyorum.

Rahmân ve Rahîm kısmı da şu anlama geliyor: “Ben gücün zirvesinde olsam da bu gücü Rahmân ve Rahîm olan Allah’ı tanıtmak ve sevdirmek için kullanıyorum. Bu ismin Allah’ın en baskın (önce çıkan) esması olduğunu bildiğim için kişiliğimi ve karakterimi bu iki ismin baskın olacağı şekilde inşa ediyorum.”

Rahmân ve Rahîm isimleri için yaptığımız bu tespitin referansı (bu sûrenin 18, 19. Âyetlerinde geçen) karınca vadisinde yaşanan olaylar oluyor.

Ayetteki besmele için bu açıklamaları yaptıktan sonra akla gelebilecek şu soruyla devam edelim.

Besmele Kur’an’da Farklı Peygamber Kıssaları Varken Neden Bu Kıssada Geçiyor?

Yukarıda yaptığımız açıklamaları, sizi bu sorunun cevabına hazırlayan ön bilgiler olarak da okuyabilirsiniz.

Kur’an’da anlatılan kıssaların tamamı bir bütünün (puzzle) parçalarıdır. O bütün içinde Hz. Davud ve Süleyman kıssasının görevi bütün zamanlardaki Müslümanlara şu mesajı vermek: “İslam fakirlerin dini değildir. Bu dinde fakirlik kader değildir. Hem güzel ahlak sahibi bir Müslüman olmak hem de çağında en zengin, en güçlü bir devlet olmak mümkün. Böyle olmak hedefiniz olsun. Bu hedefe giden yolda başta bütün peygamberler, sonra Hz. Davud ve Süleyman rol modeliniz ve rehberiniz olsun.

Eğer bir gün sizler de çağınızda bu güce veya bu gücün üstünde bir güce erişirseniz, o gücün bir emanet olduğu gerçeğini unutmayın. O gücü Allah adına, Allah’ın razı olduğu ölçüler içinde, O’nu tanıtmak, O’nu sevdirmek için kullanın. Böyle bir kullanımın sembolü olan Besmeleyi söylem ve eylemleriniz baş tacı yapın.”

Bu açıklamalardan sonra doğrudan başlıktaki sorunun cevabına gelirsek (Allahü a’lem) cevap şu: Bütün peygamberlerin dini İslam’dır. Bütün peygamberler ve onlara tabi olanlar mümin ve Müslümandır. Bütün kıssalar bir bütünün parçasıdır. Bu bütün içinde Hz. Davut ve Süleyman’ın kıssası zirvedir. Bu yönüyle bütün zamanlar için bir hedeftir.

Bu hedefin öne çıktığı kıssada yer alan besmele yukarıdaki mesajın devamı olarak şunu diyor: “Gücün zirvesine çıktığınızda güç size, o gücün emanet olduğunu unutturmasın, güç sizi şımartmasın, güç sizi zalim ve merhametsiz yapmasın. Bunun için de Bismillahirrahmanirrahim bütün söylem ve eylemleriniz başında olsun. Onu başına koyamayacağın her iş başlamayacağınız, terk edeceğiniz iş olsun.”

31. 32. Âyet: Mektuptaki İki Sembol Kavram

Besmeleyle başlayan mektupta şu kısa cümle yer alıyor. “Bana karşı büyüklük taslamayın, (itaat ve) teslimiyet göstererek bana gelin!”

Birinci sembol “büyüklük” ikinci sembol “teslimiyet” kavramı.

Bu iki kavramı bu sûrenin 23-26âyetleri arasında uygulama içinde gördük; “Büyülük taslayan şeytan, amellerini (işlerini) güzel göstererek Sebe yöneticilerini ve halkını kandırıyor. Halk güneşe secde ediyor.”

Bu bilgiyi dikkate aldığımızda 32. âyette geçen mektup Sebe kraliçesi Belkıs’ının şahsında tüm yöneticilere şu mesajı veriyor: “Bir şeytan hastalığı olan kibir sizin de hastalığınız olmasın, teslimiyet göstererek davetime icabet edin.

Mektupta Geçen “Bana” Ayrıntısı

Ayette iki defa “bana” ifadesi geçiyor.

Mektubun bir özet olduğunu dikkate aldığımızda şunu anlıyoruz, Hz. Süleyman (as) bu mektubu iki sıfatla yazıyor. Birinci sıfatı İsrail devletinin kralı, ikinci sıfatı Allah’ın elçisi/peygamberi.

Mektupta geçen “bana” ifadesi ikinci sıfatı temsil ediyor. Öyle olunca buradaki “bana” ifadeleri şu anlama geliyor: “Elçiye karşı büyüklük taslamak, Onu gönderene karşı büyüklük taslamaktır. Elçiye itaat elçiyi gönderene itaattir. Elçiye teslim olmak, elçinin davetine icabet etmek elçiyi gönderen Allah’ın davetine icabet etmektir.”

Konuya buradan bakarsak mektubun başındaki Besmele, bu mektubun Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın dinine bir davetiye olduğunu gösteriyor.

Bu davetiyeyi parça yapar, Hz. Süleyman’ın liderliğine bir bütün olarak bakarsak, bu mektubun sadece Sebe ülkesine değil, o gün için ulaşılabilen bütün ülkelere gönderildiğini, Sebe ülkesinin öne çıkmasının da yukarıda ifade ettiğimiz gibi kadın yönetici ayrıntısı üzerinden Mekke toplumu özelinden dünya geneline İslam’ın kadına bakışı hakkında fikir vermek için olduğunu söyleyebiliriz.

32-35. Âyet: Senaryoda Dikkat Çeken Ayrıntılar

Bu âyet grubunu da bir senaryo gibi okursak, senaristin bizim dikkatimizi çekmek için senaryoda öne çıkardığı bazı noktaları görüyoruz. Şimdi onlara bakalım.

Birinci Nokta: İstişare Eden Bir Lider

32. âyette “Bu mesele hakkındaki görüşlerinizi istiyorum. Ben size danışmadan hiçbir konu hakkında karar vermem.” ifadesi geçiyor.

Önceki âyetlerde senaryoda kadın bir yönetici yer almıştı. Bu âyette o yöneticinin yönettiği devletin modeline dikkat çekiliyor.

Bu modelin, günümüzden 3 bin yıl önce M. Ö. 10. asırda ortaya konduğunu dikkate alırsak, bu modele günümüz diliyle “ortak akıl” diyebiliriz.

Kur’an burada Sebe ülkesinde insanlar güneşe tapıyor diye onların her şeyi kötüymüş gibi yaklaşmıyor, âyetleriyle onay verdiği bu modele (şura, istişare)739“Siz de böyle davranın” dercesine uygulama içinde örnek veriyor.

Ayette geçen “Ben size danışmadan hiçbir konu hakkında karar vermem” ifadesi, bütün zamanlarda aileden ülkeye yönetme işinin olduğu her yere şu mesajı veriyor: “Siz de yapacağınız işlerde, önce işin uzmanların danışın, öyle karar verin.”

İkinci Nokta: Liderin Danışmanlara Verdiği Yetki

33. âyette “ferman senindir; düşün ve ne emredeceğine sen karar ver.” ifadesi geçiyor.

Kur’an burada bize çok kısa bilgi veriyor. Biz bundan şunu anlıyoruz: Lider danışmalarına yetki veren, bu yetki kapsamında kendisinin hoşuna gidecek gitmeyecek her şeyi duymak isteyen insandır. Aksi olsa danışmanın bir anlamı kalmaz. Bu açıdan baktığımızda bu âyette kendilerine danışılan kişiler, kraliçeye danışılan konuda gerekli bilgileri veriyorlar sonra da “Bu konuda lider olarak son sözü söylemek sana düşer.” diyorlar.

Ayet -yukarıda senaryo örneğinde olduğu gibi- dolaylı olarak yine bütün zamanlarda danışman bulunduracak liderlere ve onlara danışmanlık yapacak uzman kişilere “siz de böyle yapın” mesajı veriyor.

Üçüncü Nokta: Ülkeler Arası Güç Kıyaslaması

Yine 33. âyette şöyle bir ifade geçiyor; “Biz son derece güçlü ve savaşçı bir milletiz.” Yine senaryo mantığı ile konuya bakarsak, “Bu ifadenin orada durmasının mutlaka bir hikmeti var.” diyor ve o hikmetlerden birinin şu olduğunu düşünüyoruz. Bu ifade Hz. Süleyman’ın devletini, başka devletlerle kıyaslamamızı istiyor. Yani verilen mesaj şu: “Hz. Süleyman’ın devletinin karşısında öyle zayıf kolay yutulur lokma olan bir devlet yok. Tam tersine çağında diğer ülkelerle kıyaslandığında güçlü ve savaşçı bir millet var. Bu devletin Hz. Süleyman’ın üstünlüğünü kabul etmesinden yola çıkarak, onun devletinin ne kadar güçlü bir devlet olduğunu anlayabilirsiniz.”

Ayetteki ayrıntının bu kıyası yapmamız için orada yer aldığını düşünebiliriz.

Dördüncü Nokta: M. Ö. 10. Asrın Dünya Düzeni

34. âyette “Krallar (herhangi) bir ülkeye girdikleri zaman, oranın düzenini altüst ederler ve halkının ileri gelenlerini aşağılık hale getirirler.” İfadesi geçiyor. Bu ifade M. Ö. 10. asırda Hz. Süleyman’ın çağdaşı olan krallar bir ülkeye girdikleri zaman ne yaparlar?” sorusuna cevap veriyor.

Burada “Hz. Süleyman ne yapar?” sorusuna da karınca vadisinde yaşanan diyalog dolaylı olarak şu cevabı veriyor: “Hz. Süleyman bütün çağdaşlarından farklı. Çünkü o zalimlerin korkulu rüyası olurken, zayıf ve mazlumların koruyucusu ve kollayıcısıdır.”

Beşinci Nokta: Hediye ve Elçi Göndererek Nabız Yoklamak

Önce şu tespiti yapalım. O gün de bugün de devletler arası ilişkide, devlet başkanları arasında hediyeleşme geleneği vardır. Bu geleneğin örneğini Peygamber Efendimizin hayatında da görmek mümkün.

35. âyetten Belkıs’ın Hz. Süleyman’dan gelen bu mektup üzerine pahalı hediyelerle birlikte bir heyet gönderme kararı aldığını görüyoruz.

Bu hediye gönderme işini iki türlü okuyabiliriz, birincisi yukarıda ifade ettiğimiz gibi devletler arası gelenektir. İkincisi de bu geleneğin bir stratejik amaç için kullanılmasıdır.

“O amaç ne olabilir?” dersek; o amaç zaman kazanma ve o zaman içinde Hz. Süleyman’ın yönettiği ülkeyi tanıma, gücünü ölçme, o güç karşısında alacağı tavrı belirleme olabilir.

Özetlersek, biz hediye ve elçi göndermede bu ve benzeri amaçlar olduğunu düşünüyoruz.

36. Âyet: “… Fiyatı Olan İnsanların Değeri Yoktur.”

Bu âyette Kur’an bize her zaman olduğu gibi özet bir anlatım yapıyor. Bu özete “leb” dersek, leblebiyi anlamayı bize bırakıyor. Bu özette Hz. Süleyman’a sunulan hediyeler var. Bu hediyelerin üç şekilde olma ihtimali var.

Birinci ihtimal hediyeler az ve değersiz olabilirdi. Eğer böyle olsaydı Peygamber ahlakına sahip olan Hz. Süleyman karşı tarafı küçümseyecek şekilde “Çok mu fakirsiniz, bana bunları mı layık gördünüz?” tarzında bir şey demezdi.

İkinci ihtimal hediyeler o gün için devletler arası ilişkide abartısız makul seviyede olabilirdi. Eğer böyle olsaydı Hz. Süleyman bunu bir gelenek olarak gayet normal görürdü ve hiçbir şey demezdi.

Üçüncü ihtimal hediyelerde ülkeler arası geleneğin çok üstünde büyük bir abartı var. Hz. Süleyman’ın nazik, kibar ve diplomasinin bütün inceliklerini bilen bir lider olduğunu dikkate aldığımızda 36. âyetteki tavrı ortaya koymasının gerekçesinin bu ihtimal olduğunu düşünüyoruz.

Günümüz anlayışı ile söylersek bu ihtimalin arkasında şu kabul var: “Her insanın bir fiyatı vardır. Onu verdin mi istediğini yaptırırsın.” Bunu bilen ve itibarına değer veren (küçük-büyük fark etmez bütün) yöneticiler hediye almaktan kaçınırlar. Kaçınmayıp alan insanlar, verene karşı kendini ezik, minnet altında hissedebilir. “Adamın o kadar hediyesini aldık, şu işini yapmazsak ayıp olur.” diye içinden geçirebilir.

Özetlersek hediyeler üzerinden bir sürü suiistimallerin yaşandığı bir dünyada yaşıyoruz. O yüzden değeri olan insanların fiyatı yoktur. Fiyatı olan insanların da değeri fiyatı kadardır.

37. Âyet: Bir Peygamber Bu Sözleri Niçin Söylemiş Olabilir

O asırda âyette geçen sözleri söyleyen bir Peygamber değil de referansı din olmayan sıradan bir yönetici söyleseydi, “bu sözler söylenebilir, o günün dünyası güçlünün zayıfı ezdiği, onu haraca bağladığı bir dünya idi o yüzden bunlar normal” derdik.

Ama konu peygamber olunca, bir peygamberin asla yapmayacağı, yapamayacağı, yaptığında da o söylem ve eylemin peygamberlik makamı ile bağdaşmayacağı durumlar vardır.

Nedir onlar?

Neden bu kadar net konuşuyoruz? Çünkü bunları yapan peygamber olamaz. Peygamberlerin gönderilme sebebi böyle yapanlara engel olmak olunca, bir peygamberin bunları yapması düşünülemez.

Ayette Hz. Süleyman’ın ilgili sözleri söylemesinin nedeni söylenmiyor. Onu tahmin etme ve bulma işi bize bırakılıyor. Nasıl bulacağımız belli, Peygamberin asla yapmayacağı şeylerin ve yapacağı şeylerin listesini yapacak, yapacağı şeylerden en makul olanı tercih edeceğiz.

Peki bu tercih ne olabilir?

Bu tercih bizim bilmediğimiz ama Hz. Süleyman’ın kendisine gelen istihbaratlar sonucunda ortaya çıkan bir makul bir gerekçedir.

O ne olabilir? Sebe ülkesinde inanç üzerinde bir baskı olması olabilir, Sebe ülkesinin Hz. Süleyman’ın ülkesi için bir tehdit olması olabilir…

Özetlersek, âyette bahsedilen gerekçe her ne ise o gerekçe bir peygamberin yapmayacağı şeylerden biri olamaz.

38. Âyet: Genel Değerlendirme

Bundan sonra gelecek âyetlerde Belkıs’ın Hz. Süleyman’ın yapmış olduğu İslam’a daveti kabul edip Müslüman olduğunu göreceğiz.

Bu bölüme bu âyetteki önemli bir noktaya dikkat çekerek başlayalım.

Hüdhüd Görevde

Yukarıda ifade etmiştik, Hühhüd Hz. Süleyman’ın başında olduğu devletin güçlü ve sürekli aktif olan bir istihbaratının sembol ismi. Bu isim mektubu bıraktıktan sonra da Hz. Süleyman’a istihbarat sağlamaya devam ediyor.

Devam eden âyetlerden,

Onun yola çıktığını öğrenen Hz. Süleyman o gelmeden önce tahtın getirilmesini konuşuyor.

39. Âyet: Cinler ile İlgili Bakışımızın Özeti

Biz hem tefsir usulü çalışmamızda hem de tefsir çalışmamızda cinlerle alakalı şu tespiti yaptık. “Cinler ve insanlar iki ayrı varlık türüdür. Bunlar kendilerine özgü iki ayrı imtihan dünyasında sınav olur. Allah (cc) bu imtihanda cinlerin tamamına değil cinler içinde kendisi de bir cin olan şeytana insanlar alemine müdahale izni vermiştir. Bu izin sadece ve sadece “vesvese” ile sınırlıdır. Kur’an’a göre onun dışında cinler aleminden insanlar alemine müdahale mümkün değildir. Gerçek bu olduğu halde insanlık tarihinde “cinler” ile ilgili bütün anlatımlar bilinmeyen, görülmeyen, izah edilemeyen olayların bu varlıklarla açıklanmasından ibarettir.”

O zaman soru şu:

Hz. Süleyman Kıssasında Cinler Neden Öne Çıkarılıyor?

Bu soru vesilesiyle önceki bölümlerde cin ve şeytan hakkında yaptığımız açıklamalara yenisini ekleyeceğiz.

Önce doğrudan sorunun cevabını verelim sonra açıklamasını yapalım.

Cevap: İmtihan dünyasında her şeyi yerli yerine oturtmak için.

Açıklama: Kur’an ölçülerinde cinler (şeytanlar) alemi insanlar aleminden ayrıdır ve o alemin bu aleme etkisi ancak vesvese ile sınırlıdır.

Gerçek bu olduğu halde Allah (cc) imtihan dünyasına bu formu (şekli) verdiği halde, bu form zaman zaman deforme olmuş; cinlerin (şeytanların) insanlar alemine müdahalesi vesvesenin üstüne çıkmış; falcı, büyücü, kahin, sihirbaz gibi bir çok insanın cinlerle görüştüğüne; gaybı bilme, sihir yapma, fal bakma gibi olağanüstü güçlere sahip olduğuna inanılmış.

Bunun yanında insanların karşısında aciz kaldığı (hastalık, doğal afet, açıklanamayan) birçok şey yine cinler ve şeytanlarla irtibatlandırılmıştır.

Bütün bunların sonucunda Allah’ın form (şekil) verdiği imtihan dekoru tanınmaz hale gelmiş; böyle bir dekorda insan bu olağanüstü güçler karşısında aciz, zayıf, pasif ve korkak bir varlık konuma indirgenmiştir.

İşte böyle deforme olmuş bir dekora Allah (cc) Hz. Davut ve Süleyman Peygamber üzerinden müdahale ediyor. Tabir caizse taşları yerli yerine koyuyor.

Taşlar yerli yerine konulduğunda bu imtihan dünyasında en üstün varlığın insan olduğu, insanın bu dünyada hem (atomdan güneşe, kuştan yaprağa kadar) yaratılan mucizelerden hem de peygamber eliyle gösterilen (hissi) mucizelerden ilham alarak ilim ve teknolojinin imkanlarıyla hayatın içinde aktif olabileceği, hadiselere yön verebileceği gösteriliyor,

Yine taşların yerine konmasıyla cinlerin (şeytanlar) hayata vesvese dışında müdahale edemeyeceği, cinlerle bağlantılı olduğu, onlardan haber aldığı, gaybdan haber verdiği, olağanüstü güçlere sahip olduğu zannedilen insanların gerçekte böyle bir güce sahip olmadığı gösteriliyor.

Özetlersek, bu kıssa ile imtihan dünyasının asli formu gösteriliyor. Taşlar yerine oturuyor. Cin/şeytan gibi olağanüstü güçleri olduğuna inanılan varlıkların insan hayatına Allah’ın çizdiği sınırların dışında müdahale edemeyeceği uygulama içinde örnekler üzerinden gösteriliyor.

Bu konuyu gelecek başlıklar altında biraz daha açacağız.

Senaryoda Cin/İfrit Ayrıntısı

Bu sûrede cinleri ilk olarak orduda (17. âyet) asker olarak gördük. Şimdi burada İfrit olarak görüyoruz. Orduda asker olan cinleri, bizim dünyamızın dışındaki cinler olarak anlamanın önündeki engelleri 17. âyetin tefsirinde sıraladık. O engellerin varlığını kabul ettiğimizde, Hz. Süleyman’ın kıssasında geçen cinler o günün dünyasında, ülkeye çalışmak için veya savaşlarda esir oldukları için dışarıdan gelen yabancılar oluyor.

Bunlardan biri de ifrit.740

Eğer Allah (cc) ifritin insan-ifrit, insan-cin kıyaslamasında olağanüstü bir varlık olarak tanınmasını isteseydi, 39. ve 40. âyette anlatılan dekor içinde hiyerarşik olarak onu kitaptan bilgisi olan varlığın altına değil üstüne koyardı ve tahtı getiren o olurdu. Bu âyetleri bir film senaryosu gibi okursak, senarist bu ayrıntıya özellikle giriyor. Özellikle bu filmde kendisinde olağanüstü güçler olduğu zannedilen ifrite kitaptan bilgisi olan başrol oyuncusunun gerisinde figüran rolü veriyor.

Bu rol üzerinden bütün zamanlara verilen mesajlardan biri şu oluyor: Bu dünyada yaratılanlar içinde insandan daha üstün hiçbir varlık yok.

Şimdi şu soruyu soralım bu âyetlerde kendisinden bahsedilen kişi kim?

39. Âyet bu kişiyi bize anlatırken “‘ifrîtun mine-lcinni/cinlerden bir ifrit” ifadesiyle anlatır. Biz bu surenin 17. Âyetinin tefsirinde Hz. Süleyman kıssasında cin kelimesiyle anlatılan varlıkların imtihan dünyasının dekoru dikkate alındığında, Hz. Süleyman’ın ülkesine, ülke dışından gelen yabancılar olma ihtimalinin güçlü olduğundan bahsettik. Bu varlıkların Kur’an’da bahsedilen ateşten yaratılmış cinler olarak kabul edilmesinin önündeki engelleri anlattık.

O anlatımın devamı olarak burada “cinlerden bir ifrit” olarak anlatılan kişinin Hz. Süleyman’ın ülkesine dışarıdan gelen bir yabancı olduğunu, kabiliyetleriyle diğer yabancılardan üstün olduğu içinde Hz. Süleyman’ın yakınında görev aldığını düşünüyoruz.

Neden böyle düşünüyoruz?

Neden ifritin ateşten yaratılan bir cin olma ihtimalini uzak görüyoruz?

Bu sorulara bu surenin 17. âyetindeki gerekçelerin devamı olarak cevap verelim.

Eğer Hz. Süleyman’ın yanında bulunan kişinin ateşten yaratılan cinlerden biri olduğunu kabul edersek, böyle bir varlığı imtihan dünyası içinde açıklayamayız. Neden? Bunu bir örnek içinde anlatalım.

Varsayalım 21. asırda, yani bugün Suudi Arabistan kralının adı Süleyman olsun, bu Süleyman’ın cinlerden ifrit adında bir danışmanı olsun. Bu danışman cinler içinden en azgın, en kötülerden biri olsun.

Varsayalım oldu. Yine varsayalım bütün dünya televizyonları bu olağanüstü olayı haber yaptı. Ne olur?

Bu örnekte görüldüğü gibi olay bir varlığın ismini bir âyetin içinde okumakla bitmiyor. O varlık kabul edildiğinde beraberinde akla zincirleme sorular geliyor. Makul cevapları olmayan bu sorulara “Allah dilerse her şey olur.” demek, imtihan dünyasını dekorunu bozuyor, İslam dinini ve peygamber kıssalarını rasyonel zeminden uzaklaştırıp bir masal bir efsane haline getiriyor.

Biz bütün bunları dikkate alarak âyette cinlerden bir ifrit olarak bahsedilen kişinin bizim dünyamızdan bir insan olduğunu değerlendirmenin makul bir yorum olacağını düşünüyoruz.

40. Âyet: Kitaptan İlim Verilen Kim?

Bu sorumuza bu sûrenin 15. âyetinde geçen “Andolsun ki Biz Dâvûd’a ve Süleyman’a ilim verdik.” ifadesi cevap veriyor.

Biz bu âyetlerin akışından bir Peygamber olarak Hz. Süleyman’ın insanlar arasındaki önyargıyı düzeltmekle de vazifeli olduğunu anlıyoruz.

Hz. Süleyman, Allah’ın izniyle tahtın getirilmesi mucizesine doğrudan vesile olabilirdi. Yani 38. âyette geçen “o tahtı hanginiz getirebilirsiniz” sorusunu hiç sormayabilirdi. Ama sordu. Bu soruyla o günün toplumunda kendisinde olağanüstü özellikler olduğu düşünülen ifriti öne çıkardı. Ardından gösterdiği mucize ile kitaptan ilim verilen kendisinin bu işe vesile olduğunu gösterdi.

Burada soru şu:

Bu Mucize Bütün Zamanlarda Yaşayan İnsanlara Ne Diyor?

Bu soruya cevap için denilenlerden iki şeyi öne çıkaracağız.

Birincisi: Peygamber mucizeleri bu dünyada insanların ilim, bilim ve teknolojinin imkanlarıyla ulaşabileceği sınırları gösteriyor. Bu sınırlar bize şunu diyor: “Ey insanlar! Mucizelerin faili Allah’tır. O yüzden onları aynıyla yapamazsınız ama o mucizelerden ilham alıp benzerlerini yapma ihtimaliniz her zaman var. Bu konuda aradığınız bilgi kainat denilen dev kütüphanedeki kitaplarda mevcut;

İkincisi: Bu mucize bize şunu diyor: “Ey insanlar! Bu dünyada donanım olarak en üstün varlık sizsiniz. Sizler geçmişten bugüne öğrenerek gelişiyorsunuz. Bilmediğiniz, korktuğunuz, karşında aciz kaldığınız hadiseler olabilir. Onları bu dünya dışından varlıklara/cinlere bağlamayın. Onlarla bağlantısı olduğu iddia eden kahin, sihirbaz, büyücü gibi insanlara inanıp aldanmayın. Cinlerin sizin dünyanızla ilişkisi şeytan üzerinden size sadece vesvese vermekle sınırlıdır. Onun dışında size bir zarar vermeleri mümkün değildir. Bu dünyada karşısında aciz kaldığınız birçok hadiseyi aşabilecek donanım siz de var. Peygamber mucizelerinden ilham alarak, Allah’ın yaratılan âyetlerini fizik, kimya ve biyoloji gibi bilimler ile okuyarak bu işi yapabilirsiniz…”

Getirilen Taht Bir Sembol Olarak Ne İfade Ediyordu?

M. Ö. 10. asrın dünyasında bir tahtın sembolik olarak ne anlama geldiğine bakalım;

Egemenliğin, hakimiyetin, otoritenin, meşruiyetin (yönetme hakkının) gücün, iktidarın, bağımsızlığın, adaletin, bilgeliğin, zenginliğin, refahın, tarih, kültür ve geleneğin devamının sembolüydü.

Bunlardan daha önemlisi, onun başkalarının eline geçirilmesi de ele geçirenlerin hakimiyetinin, diğerlerinin de mahkumiyetinin, esaretinin ve bitmişliğinin sembolüydü.

Yani taht hiç de sıradan bir şey değildi. Onun Hz. Süleyman tarafından oraya getirilmesi, Sebe ülkesinin oraya getirilmesine denk veya Sebe ülkesinin tamamen fethine denk bir sembolik anlam ifade ediyordu.

Belkıs oraya geldiğinde taht üzerinden Belkıs’a verilecek mesajlardan biri şuydu: “İstersem, ordularımla ülkene, ülkende sarayına, sarayında tahtın olduğu salona girer ve oraya oturabilirim. İktidarımın bu gücü var. Sana tavsiyem bu güce karşı gelmek yerine bu gücü kabul et.”

Başarı/Zafer/Zirve Ahlakı

Hz. Davud ve Süleyman kıssası için bütün zamanlardaki Müslümanlara gösterilen hedef demiştik. Âyetlerin akışından adım adım Hz. Süleyman’ın zirveye çıkışını izledik; ona ilim verilmesi, Kuş dili öğretilmesi, ordularındaki ihtişam, karıncalara karşı merhamet ve inceliği, istihbarat ve diplomasideki başarısı son olarak fethin sembolü olan tahtı getirmesi onu zirveye taşıyan adımlar oldu.

Burada diplomatik başarıyı açmak istiyoruz. Belkıs’ın 34. âyette geçen “Krallar (herhangi) bir ülkeye girdikleri zaman, oranın düzenini altüst ederler ve halkının ileri gelenlerini aşağılık hale getirirler.” Şeklinde bir cümlesi vardı.

Hz. Süleyman bu yola başvurmadı. Başkalarının kan dökerek, can yakarak aldığı sonucu o diplomasiyle (softpower/yumuşak güç) kullanarak aldı.

Bu fethe başarı dediğimizde âyette geçen başarıyı Allah’tan bilme anlamındaki şu ifade bize başarı ahlakını öğretiyor; “hâżâminfadlirabbî.”

(30. 31. âyetteki) Besmele(yani Allah’ın verdiği emanetler) ile işe başlama bilincine sebep dersek, “haza minfadli” ifadesi bu sebebi takip eden sebeplerin toplamından ortaya çıkan sonuç oluyor. Sonuç/başarı Allah’tan biliniyor.

Sınav İçinde (Daha Büyük) Sınav

Bu dünya imtihan dünyası; o yüzden ergenlikten ölüme kadar; iyi-kötü, hayır-şer, doğru-yanlış yaptığımız her işte sınavdayız. Sınavda olmadığımız bir an yok. Âyette bildirilen sınav içinde sorumluluk ve sonuçları noktasında ağırlığı çok olan bir sınava dikkat çekiliyor.

Bu sınavda lider büyük bir başarıya imza atıyor. Bu başarı ile sınandığını biliyor. Eğer bu sınavda “Ben olmasaydım bu başarı olmazdı.” veya halkı, “Sen olmasaydın bu başarı olmazdı.” deseydi, bu sözler başarıyı “kişi”den bilmek olacaktı.

Ayetin devamında şükür ve nankörlük ifadeleri bu tespiti tamamlıyor; başarının şükrü onu Allah’tan bilmek olurken, (o başarının Allah’ın verdiği imkanlarla kazanıldığını unutup) kendinden bilmek nankörlük oluyor.

Âyetin Sonundaki Esma: Ganî ve Kerîm

Ayetin sonunda gelen bu isimler, yukarıdaki tespitlerimizin referansı oluyor.

Ganî ismi diyor ki: Allah’ın Ganî ismi Süleyman’ın mülkünde zenginlik olarak tecelli ederken, Kerîm ismi de bu zenginliğin Allah’ın ikramı olması şeklinde tecelli ediyor.

Peki bu ikramın şükrü nedir? Cevap: İnfaktır/cömertliktir; O’ndan geleni, O’nun razı olduğu yerlere vermektir.

41. 42. Âyet: Kendimizi Belkıs’ın Yerine Koyalım

Daha önce ifade ettik, senaryo ve sinema tekniğinde olduğu gibi Kur’an kıssalarında ana hatlar anlatılır boşlukları doldurma seyirciye bırakılır. Burada boş bırakılan yerler, tahtın gelmesi, taht geldikten sonra Belkıs’ın Küdüs’e gelmesi ve onun Hz. Süleyman tarafından karşılanması… Bunlar olurken, Hz. Süleyman emrindekilere “tahtı tanınmaz hale getirin” diyor.

Hz. Süleyman bunu yapmayabilir, Belkıs tahtı gördüğünde hemen onun kendi tahtı olduğunu anlayabilirdi. Ama senaryoda araya bir “merak” unsuru ekleniyor. Burada bir empati yapar, kendimizi Belkıs’ın yerine koyarsak, kraliçe hayatının en büyük şoklarından birini yaşıyor.

Ülkesinde en korunaklı, en sağlam sarayların içinde bulunan tahtını karşısında görüyor. Büyük ihtimal ilk hissettiği ama ifade edemediği şey şu: Demek ki, Süleyman hakkında duyduğum her şey doğru. Bu tahtı buraya getiren bir gücün önünde hiç kimse duramaz. İyi ki buraya gelmeden önce iyi bir ön araştırma yapıp Müslüman olarak gelmişim.”741

Bunlar içinden geçerken, âyetin devamında Müslümanlığını ilan ediyor.

Âyette İki Anlamın Birlikte Verilmesi

Ayette “…doğru yolu bulabilecek mi, yoksa doğru yolu bulamayan kimselerden mi olacak” anlamına gelen şöyle bir ifade geçiyor. “etehtedî em tekûnu mine-lleżîne lâ yehtedûn(e)” Bu ifadede bildiğimiz hidayet kelimesi kullanılıyor.

Bu kullanım iki anlamı birlikte veriyor.

Kraliçe Belkıs, öncesinde yaptığı araştırmaların ardından ve tahtın getirilmesine de bizzat tanık olduktan sonra doğru yolu buluyor.

Özetlersek hem tahtını tanıyor hem de doğru yolu bularak Rabbini tanıyor.

43. 44. Âyet: Seyircinin Aklına Gelen İki Soru

Bu âyetleri yine bir senaryo akışında okursak, bu filmi seyreden seyircilerin aklına iki soru geliyor.

Birinci soru: Belkıs bugüne kadar neden iman edemedi? 43. âyet bu sorunun cevabını veriyor. Bu cevabı açarsak, Belkıs da birçokları gibi şirk inancının baskın ve yaygın olduğu bir geleneğin içine doğdu. Kavmi inkarcı olunca o da inkarcı oldu.

İkinci soru: O çağda Hz. Süleyman gibi güçlü, zengin bir yöneticinin ülkesinde teknoloji hangi seviyeye gelmişti? 44. âyet de bu sorunun cevabını veriyor.

NOT: Kıssaya Farklı Bir Açıdan Bakış

Bu sûrede Hz. Süleyman kıssası 15. âyetten başladı 44. âyette bitti. Biz bu kıssaya çok büyük bir önem atfediyoruz. O yüzden bu kıssanın 29âyetle en fazla yer aldığı bu sûrede bu kıssaya özel bir açıklama yapmak; aşağıdaki başlıklar altında bu kıssaya farklı bir açıdan bakmak istiyoruz.

Allah’ın Yasalarının Çıktısı Nedir?

Burada ele alacağımız konularda, üç başlıkta da “çıktı” kelimesi kullanıyoruz. Bu bir metafor, analoji (benzetme). Hemen herkes bilir, bilgisayarda bir yazı yazdığımızda, yazıcıdan (Printerdan) onu çıktısı alınır. Çıktıya sonuç da diyebiliriz.

Bu açıklamadan sonra konumuza başlayalım.

Allah’ın iki türlü yasası vardır.

Birincisinde Allah (cc) tabir caizse bilgisayardaki dosyayı kudret ve ilim kalemiyle kendisi yazar ve “Ol/kün” tuşuna basar. O tuşa bastığında, yazıcından çıkan çıktının adı içinde atomdan güneşe kadar her şeyin olduğu kainattır.

Allah (cc) bu çıktıdan sonra, bu çıktıyı tamamlayacak ikinci bir çıktı vaad eder. Onun adı da içinde cennet-cehennem olan ahirettir. Kıyametle kainat/dünya görevini tamamladıktan sonra Allah (cc) bir kere daha “Ol” der. O emirle birlikte ahiret hemen oluverir.

Birinci çıktı fanidir. İkinci çıktı bakidir. Fani olan baki olanın, gerçekleşeceğine en güçlü şahittir.

Birinci çıktı fani olduğu ve dünya her gelenin gittiği, her başlayanın bittiği, her güzelliğin solduğu, söndüğü bir imtihan yeri olduğu için, onda Allah’ın yasalarındaki mükemmellik tam olarak görünmez. Ahiret ondaki eksiği tamamlamak ondaki haksızlıkları dengelemek için vardır.

Buna rağmen birinci çıktıdaki atom, hücre, dünya, güneş ve galaksilerdeki muhteşem işleyiş Allah’ı tanıtır; O’nun gücü, kudreti, ilmi, iradesi ve diğer birçok güzelliği ve özelliği hakkında fikir verir.

Buraya kadar iki türlü yasadan birincisini anlattık. Bu konuya aşağıdaki başlıkla devam edelim.

İslam Dininin Çıktısı Nedir?

Birinci yasada Allah (cc) kainat ile ilgili yasalarında dosyayı yazan ve “Ol” tuşuna basarak çıktıyı ortaya koyandı.

İkinci yasada Allah (cc) bilgiyi/vahyi verendir. O bilgiyi yazıya dökme ve onun çıktısını ortaya koymayı peygamberlerin örnekliğinde insanlara bırakandır.

Allah (cc) dilese burada işi insana bırakmaz birinci yasada olduğu gibi “ol” tuşuna basar ve bu basmanın sonucunda bütün insanların baktığında hayran kalacağı bir İSLAM MEDENİYETİ ortaya çıkardı. Ama o zaman dünyada imtihan olmazdı. İmtihan olmadığı için manevi gelişme ve terakki de olmazdı…

Bu açıklamalardan sonra gelelim başlıktaki sorunun cevabına,

İslam Dininin Çıktısı Olarak Hz. Davud ve Süleyman Kıssası

Bu kıssanın ilk anlatıldığı sûre olan Sâd sûresinde ve bu sûrenin 15. âyetinden sonra yaptığımız açıklamalarda Kur’an’ın bu kıssayı neden anlattığına değinmiştik.

Şimdi burada onların devamı olacak bazı açıklamalar yapacağız.

Kur’an bu kıssayı Peygamber Efendimizin peygamberliğinin 4. yılında Sahabenin önüne koyuyor ve oradan bütün zamanlara şu mesajı veriyor: “Ey 7. asrın Mekke’sinde vahye muhatap olan ilk Müslümanlar. Şu an yolun başındasınız. Allah (cc) sizden öncede vahiy ve peygamberler gönderdi. Size bir medeniyet kurmak için gerekli bütün malzemeleri/yasaları veriyor. “Bu malzemelerden bakanları, görenleri kendine hayran bırakan bir medeniyet çıkar mı?” diyorsanız, işte Hz. Davud ve Süleyman’la kurulan medeniyet. O medeniyet sizin hedefiniz olsun.”

Biz bu medeniyete “İslam’ın çıktısı” diyoruz. Yani Allah’ın verdiği malzemeyle/vahiyle ortaya konulan model diyoruz.

Bu modelin günümüzdeki parametrelerine, yani Hz. Süleyman döneminde kurulan medeniyetin, G7 olarak ifade edilen günümüzdeki karşılığına -gelişmiş ülkelerin toplam özellikleri üzerinden- bakalım.

Özetlersek, Hz. Süleyman’ın yönettiği devletin günümüzdeki çıktısının bu özelliklere sahip bir ülke/devlet olduğunu düşünüyoruz.

İslam Dininin Çıktısı Çad, Nijer, Mali, Somali… Olabilir mi?

Bu ve benzeri ülkeler, dünya gelişmişlik endeksinde son 10 yılın ortalamasında genelde en az gelişmiş 10 ülke arasında bulunuyor.

Bu ülkeler hakkında bazı bilgileri paylaşmak istiyoruz.

Bu ülkeler dünya yolsuzluk endeksinde en üst sıralarda yer alıyor. Bu ülkeler yeni doğan bebek ölümlerinde en üst sıralarda yer alıyor.

Şu en temel gerçektir: “Bir ülkede cehalet, tembellik, fakirlik, yolsuzluk yaygınsa, o ülkelerde akşamdan sabaha Kur’an okunsa, o ülkede her köşe başında cami olsa o ülke sözde İslam ülkesi olabilir ama dünyadaki bütün Müslümanların ‘İşte İslam dininin çıktısı’ diyeceği, herkesin örnek olarak göstereceği bir ülke olamaz.”

Bu örneği neden verdik? Bazıları hâlâ din ile gelişmişlik arasında bağlantı kuramıyor. Bazıları bu dünyada dilencinin efendiye, alan elin, veren ele İslam’ın güzelliklerini anlatamayacağı gerçeğini hâlâ göremiyor.

Üzülerek ifade edelim, biz günümüzde İslam dininin doğru bir şekilde tanınmasının, bilinmesinin ve insanlar tarafından tercih edilmesinin önündeki en büyük engelin örneğini verdiğimiz ülkelerdeki Müslümanlar olduğunu düşünüyoruz. Bazıları bunları İslam’ın çıktısı görüyor. Çıktısı böyle olan bir dinin bu asra; insanlığa fakirlikten, cehaletten, yolsuzluktan, savaşlardan başka bir şey veremeyeceğini düşünüyoruz.

Bize düşen onları haksız çıkaracak örnekleri çoğaltmak, haklı çıkaran örnekleri de azaltmak.

Özetlersek, Hz. Süleyman kıssasını Kur’an İslam’ın bir çıktısı olarak sunuyor. Bu çıktıyı hem Kur’an’a ilk muhatap olan Mekke Müslümanlarına hem de gelecekte muhatap olacak bütün Müslümanların önüne bir hedef olarak koyuyoruz.

Aşağıdaki başlıkta teknik bir ayrıntıya değinelim.

Hz. Davud ve Süleyman Müslüman mıydı?

Bu konuda daha önce açıklama yapmış ve şöyle demiştik. İlk peygamberden son peygambere kadar bütün peygamberlerin dininin ortak adı İslam’dır, onlara tabi olan insanların ortak sıfatı mümin ve Müslümandır.

Bu gerçeği dikkate aldığımızda Hz. Davud’un ve Süleyman’ın yöneticisi olduğu İsrail Krallığı Müslümandır. Öyle olduğu için de bütün zamanlarda gelecek Müslümanlar için bir model ve hedeftir.742

45-53 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Ön Bilgi: Hatırlatma

Bu kıssayı daha önce Şems (11-15), Kamer (23-32), A’râf (73-79) ve Şu’arâ (141-159) sûrelerinde görmüştük. Burada orada yazdıklarımızı dikkate alarak âyetler hakkında kısa değerlendirmeler yapacağız.

Bu değerlendirmelere geçmeden önce, bu kıssaların geneli için çokça sorulan “Aynı kıssalar Kur’an’da farklı zamanlarda neden tekrar ediliyor?” sorusuna cevap verelim. Biz bu soruya önceki kıssalarda farklı açılardan cevap vermiştik.743 Burada onlara ilaveten bir cevap daha verelim.

Ön Bilgi: “Muhammed’in Hocaları”

Tırnak içinde yazdığımız başlıktaki bu yazı, bazı Youtube kanallarında ve bu konuda müstakil yazılan kitaplarda geçiyor. Bu tür yazılardaki en büyük iddialardan biri de Kur’an’ın başkaları tarafından Peygamberimize öğretildiği ve onun da bunu kendisinin uydurduğu şeklinde.

Bunun olamayacağının delillerinden biri de bu kıssa. Bu kıssa İncil’i, Tevrat’ı içine alan Kitab-ı Mukaddeste geçmiyor.

Burada Kur’an’ı Peygamberimizin başkalarından öğrendiğini iddia edenlere sorulacak soru şu: “Hz. Muhammed, Kitab-ı Mukaddeste geçmeyen kıssaları kimden öğrendi?” Böyle bir soru sormadıkları gibi, Kur’an’da olan ama Kitab-ı Mukaddeste olmayan kıssaları bilerek gündemlerine almıyorlar. Amaçları, iddialarına uygun bir algı meydana getirmek.

Kur’an’da yer alan Semud kavmine aitâyetlerin tamamı bu iddiayı çürüten delillerden biri oluyor.

Hayatın Olağan Akışında Tekrar Bir İhtiyaçtır

Doğada ve hayatın içinde ilk insandan bugüne (nefes almak gibi) her an, (uyku ve yemek gibi) her gün, (ayın evreleri gibi) her ay, (mevsimler gibi) her yıl tekrar eden hadiseler vardır. Onların tekrarı hayatın devamı için olmazsa olmazdır. Bu tekrarlar “olmasın” demek, “hayat devam etmesin” demektir.

Bu tekrarlara hayatın devamı için “ihtiyaç” dersek, insanın sosyal ve manevi hayatında da tekrarlar bir ihtiyaçtır.

Örnekler verelim.

Bu örnekleri onlarca örnekle çoğaltmak mümkün. Bu yazımız bu konudaki önceki yazılarımızla birlikte Kur’an’daki tekrarın indiği zamanın ve zeminin bağlamı içinde, o şartlar dikkate alındığında şöyle algılanıyordu: “Allah bizi seviyor, bize değer veriyor, neye ihtiyacımız varsa onu bize peygamberi vasıtasıyla duyuruyor…”

Onlarla bizim farkımız şu: Onlar bağlamın, sürecin, zamanın, olayların içinde bu âyetleri duyuyordu biz bağlamdan uzak sayfa çevirme hızında bu âyetleri okuyor ve o yüzden bu tekrarların bir ihtiyaç olduğunu anlamakta zorlanıyoruz.

Bu ön bilgiden sonra, bu kıssa ile ilgili önceki yaptığımız açıklamaları dikkate alarak âyetlerin kısa tefsirine geçebiliriz.

NOT: Bana Ne Diyor?

5. yılın yarısından sonra “Bana Ne Diyor?” sorusuna cevap olarak yazdığımız bölümleri, metnin içinde vermiş, “Özetlersek” ifadesinde de özetlemiştik.

Bu kıssada geçen âyetleri, bugün bize inen, bize hitap eden âyetler olarak okuyacak ve değerlendirmelerimizi o şekilde yapacağız.

45. Âyet: İrşat ve Tebliğ Yaptığımızda Bizi Bekleyen Sonuç

Vahiy Allah’tan peygamberimize geldi, peygamberimizde bize ulaştırdı, bize ulaştırmasındaki amaçlardan biri de bize gelen vahyi okumamız, anlamamız, yaşamamız, yaşantımızla güzel örnek olarak başkalarına anlatmamızdı. Yani “elçinin elçisi” olmaktı.744

Bu sorumluluğu hisseden Müslümanlar irşat ve tebliğ yaptıklarında onları bekleyen sonuçlardan biri de bu âyette anlatılan durumdur. Şimdi bu durumun analizini yapalım.

Kur’an’da geçen “Allah’a kulluk edin” ifadeleri bir sonuç cümlesidir. Bu sonuç cümlesinden önce, Allah’ı tanıtmak gerekir. Bu tanıtımdan sonra karşı tarafın tepkisi ne olursa olsun, bize düşen bu tanıtımı en güzel şekilde yapmaktır.

Bu tanıtımı yaparken muhataplarımızı kardeşlerimiz gibi görmemiz gerekir. Kardeş gibi görmek, laf olsun diye söylediğimiz bir ifade değil. Bir Müslüman için, bütün “müminler kardeştir”745, mümin olmayan bütün insanlar da İslam’a davet edilen kardeş olma adaylarıdır.

İslam’a daveti en güzel şekilde yaptıktan sonra âyette bahsedilen durum yaşanma ihtimali yüksek olan sonuçlardan biridir. Onların bizi hasım olarak görmesi ve ona göre tavır alması ihtimaller dahilindedir. Peki bu durumda ne yapacağız? Bu sorumuzun cevabını gelen âyette görüyoruz.

46. Âyet: Şiddet Yönteminiz Olmasın

Gelen âyet, bize bir yöntem öğretiyor. Bu yönteme daha önce “Soruları silah yapmak” yöntemi demiştik. Burada onu görüyoruz. Âyette sorulan sorunun özünde şu var: “Tamam iyilik yerine kötülüğü seçtiniz, davetimizi kabul etmediniz. Bu tercihinizin gerekçesini anlatabilir misiniz?

Bu soru çok önemli. Bu soruda dolaylı olarak şu var: “İnsan akıllı bir varlık. Bir tercih yapıyorsa, bir şeye ‘hayır’ diyorsa mutlaka bir açıklaması vardır. Buyur anlatacağın bir şey varsa seni dinlemeye hazırım.”

Bunu derken bir Müslüman şunu bilir: Allah’ın dini güneş gibidir. Benim elimde güneş var, güneşin karşında ışık kaynağı olarak çıkacak her şey mum gibi zayıf kalacaktır.

Bu gerçeği bilen Müslümanlar karşı taraf mecbur etmedikçe şiddeti bir yöntem olarak seçmez. Tercihini kasları güçlü olanın tercih edeceği bokstan yana değil, fikirleri güçlü olanın üstün geleceği satrançtan yana yapar.

Ayetin devamı bize şunu diyor: “Allah (cc) bağışlanma ve tevbe talebiyle kendine yönelen insanlara kapısını sürekli açık tutuyor. Size düşen bu gerçeği onlara duyurmak olsun.”

47. Âyet: Uğursuzluk

Bu âyette uğursuzluk konusu öne çıkıyor. Biz bu konuda hem mealimizde parantez arası açıklamalarda hem de A’râf sûresinin 131. Yasin sûresinin de 18. âyetinin tefsirinde gereken açıklamaları yaptık oraya bakılmasını tavsiye ederek devam edelim.

48. Âyet: Dokuz (Oligarkın) Kişinin Günümüzdeki Karşılığı

Semud kavmine ait kıssa Kur’an’da farklı sûrelerde geçiyor. Fakat bu âyette yer alan “Dokuz kişi” sadece bu âyette geçiyor.

Bu dokuz kişi gerçekten dokuz kişi olabileceği gibi, o kavmin içindeki 9 büyük kabileyi/grubu temsil edebilir. Bunlara günümüz ifadesiyle gücü, sermayeyi elinde tutan seçkin grup anlamında oligark, bunların güdümünde olan düzene de oligarşi diyoruz.

Genelde Kur’an’daki bütün peygamber kıssalarında, “mele” yani kavmin ileri gelenleri olarak tanıtılan ve Mekke’de Daru’n-Nedve’de Peygamber Efendimize muhalefet edenlerin tamamı oligarktır.

Oligarklar günümüzde geçmişte olduğu gibi “çıplak” bir şekilde ortada görünmüyorlar, genelde medya, lobi, vakıf, dernek, düşünce kuruluşu gibi legal görünümlü yapılar içinde (maaş, reklam ve sponsorluk ile besledikleri) maşaları üzerinden görünüyorlar.

Kur’an 48. âyet üzerinden bütün zamanlara karşınızda böyle bir güç odağı olabilir mesajı veriyor.

Peki “Bu güç odağı ne yapar?” sorusuna gelen âyetler cevap veriyor.

49. Âyet: Varlığınızdan Rahatsız Olur ve Tuzaklar Kurar

Bu âyet dolaylı olarak Peygamberimize ve onun peygamberliğine iman eden ilk Müslümanlara şu mesajı veriyor: “Ben size Semud kavmi üzerinden sizi bekleyen geleceği haber veriyorum. Bunu bir erken uyarı olarak anlayın ve tedbirinizi alın.”

Tam da bu âyetlerin indiği yıl, Mekke’de Müslümanlara karşı uygulanan boykotun başladığı yıl oluyor. Bu boykot üç yıl sürüyor ve bu süre içinde Müslümanlara ağır ambargolar uygulanıyor.

Böyle bir ortamda 49. âyet Semud kavmindeki 9 kişiyi anlatırken, onlar üzerinden Mekke’deki müşrik oligarkların içlerindeki niyetleri de deşifre ediyor.

Tuzak Kuranların Kimliği

Ayetten şunu anlıyoruz. Tuzak kuranlar mertlik yapmıyorlar. Mert olan çıkar açıkça derki “Ben sana düşmanım seni ortadan kaldırmak istiyorum.”

Bu dokuz kişi, âyette suikast olarak ifade edilen tuzağın doğası gereği bu işi gizlice yapacaklar. Yaptıktan sonra da “bizim bu işle alakamız yok” diyecekler. Günümüz diliyle söylersek, bu yöntemde amaç kamuoyuna şirin ve saygın görünmeye devam etmek, tepkilerinin hedefi olmamak, maskeler arkasından maşalarla işi bitirmek.

Günümüzdeki Tuzaklar

Semud kavminde o gün dokuz kişi tarafından planlanan bu tuzak, günümüzde istihbarat birimleri tarafından psikolojik harp teknikleri kullanılarak yapılıyor.

Bu işin uzmanları, hedefe koydukları ülkelerin, grupların, yapıların psikolojisini, sosyolojisini, dinini, tarihi ve kültürünü çok iyi biliyorlar. Bu bilmeye bağlı olarak onların neye nasıl tepki vereceğini de öngörebiliyorlar.

Güncel bir örnek verelim, bu uzmanlar (Maddi anlamda) fonladıkları birine İslam ve Müslümanlar aleyhinde bir şey yaptırıyorlar. Bunu yaparken Müslümanlar içinden “Radikal” olarak tanımladıkları kişilerin verecekleri tepkiyi biliyorlar. O tepki üzerinden Müslümanları ifade özgürlüğüne tahammülleri olmayan, fikir yerine güce, şiddete, baskıya başvuran insanlar olarak etiketliyorlar.

Burada amaç İslam’ı şiddetle, terörle, radikalizm ile eşitlemek.

Allah’ın Kurulan Tuzakları Boşa Çıkarması

Allah’ın tuzaklara müdahalesi genelde vahiy üzerinden oluyor. Vahyin verdiği ilkeleri yol haritası yapan müminler bu tuzaklara düşmüyorlar.

Bu ilkelerin en başında her durumda fikri cihadı tercih etmek, karşı taraf mecbur etmediği müddetçe silahlı cihattan uzak durmak.

Peygamber Efendimizin hayatında ve bu âyetler üzerinden ona örnek gösterilen Hz. Salih’in hayatında ilk tercih barış ve diyalog yollarını açık tutmak.

Kur’an’da ismi geçen 25 peygamberin hiçbirinin şiddete başvurmadığını, vuranlarında mecbur kalınca bu yöntemi kullandıklarını dikkate aldığımızda Kur’an bunun üzerinden bütün zamanlara şu mesajı veriyor: Tuzakları boşa çıkarmanın yolu, onların sizi şiddete yönlendiren tuzaklarına düşmemek, mecbur kalmadıkça şiddetin her türlüsünden uzak durmaktır.

50-53. Âyet: Herkes Tercihlerinin Sonuçlarını Yaşar

Kur’an âyetlerinden tercihlerin sonuçlarının yaşanmasına baktığımızda, müminler ve kafirler için farklı durumlar karşımıza çıkıyor.

Bu farklı durumların olması, imtihan dünyasında imtihan dekorunun gereği.

54-58 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Ön Bilgi: Hatırlatma

Bu kıssayı daha önce Kamer (33-40), A’râf (80-84) ve Şu’arâ (160-175) sûrelerinde görmüştük.

Burada orada yazdıklarımızı dikkate alarak âyetler hakkında kısa değerlendirmeler yapacağız. Bu değerlendirmelere geçmeden önce bir ön bilgi daha vermek istiyoruz.

Ön Bilgi: Kur’an İnsan Sözü Olabilir mi?

Biz tefsir çalışmamızda bu soruyu çok soruyor, olamayacağına dair örnekleri veriyoruz. Bu örneklerden biri de Hz. Lût’un kıssası. Günümüzde Kur’an’ın Peygamberimiz Efendimiz tarafından yazıldığını iddia edenler şöyle diyorlar: “Mekke’de Tevrat’ı, İncil’i içine alan Kitab-ı Mukaddes hakkında bilgisi olan Varaka bin Nevfel ve Zeyd bin Amr bin Nüfeyl gibi insanlar vardı. Muhammed anlattığı bütün kıssaları onlardan öğrenip yazdı..."

Burada soracağımız soru şu: Kitab-ı Mukaddes Hz. Lût’u nasıl anlatıyor, Kur’an nasıl anlatıyor?” Eğer Kur’an da Hz. Lût’u aynen Tevrat’ta geçtiği şekliyle anlatıyorsa, o zaman denilebilir ki, “Muhammed Tevrat’tan öğrendiği şeyleri Kur’an âyetleri olarak yazmış.”

Ama böyle bir şey yok. Tevrat, Hz. Lût’tan bahsediyor ama onun peygamber olduğundan bahsetmiyor. Ayrıca Tevrat’ta Hz. Lût’a “kızları ile ensest ilişkiye girdi. Onlardan çocuk sahibi oldu.” iftirası atılıyor. Bu çok ağır, çok korkunç bir iftira.746

Eğer Peygamber Efendimiz (haşa) Kur’an’ı kendisi uydursaydı, Hz. Lût hakkında Kur’an’a yazdığı her şey aynen Tevrat’ta yazıldığı gibi olmalıydı. Ama tam tersi oluyor. Özelde Hz. Lût, genelde bütün peygamber kıssalarında Peygamber Efendimize gelen Kur’an âyetlerinde Tevrat’ın doğruları tasdik edilirken, yanlışları tashih ediliyor. O tashihlerden biri de Hz. Lût kıssası üzerinde yapılıyor.

Günümüzde Peygamber Efendimizin Kur’an’ı başkalarından öğrendiğini iddia edenler, burada bahsettiğimiz gerçekleri bildikleri halde, yazdıkları kitaplarda ve hazırladıkları Youtube videolarında bu gerçeklere yer vermiyorlar…

Özetlersek, Peygamber Efendimiz 40 yaşında peygamber olup, kendisine gelen âyetlerde geçen kıssaları anlattığında, ona dost düşman hiç kimse şunu demedi, “Bugün anlattığı şeyleri, gençliğinde ondan çok duymuştuk.”

54. Âyet: Filmin Öncesini Anlama İşi Bize Bırakılıyor

Hz. Lût’un kıssası Kur’an’da yedi farklı sûrede anlatılır. Onun hayatına bir film olarak bakarsak, iniş sırasından yaptığımız okumada en son anlatıldığı Ankebut sûresi (28-35) hariç, sûrelerin tamamında konuya başından girilmez.

Elbette her peygamberin hayatında olduğu gibi, onun peygamberlik hayatında da kavmine gelme, onlarla birlikte yaşama, onlarla iyi insani ilişkiler kurma, onlar tarafından güvenilir bir insan olarak bilinme, vahiy aldıktan sonra inanç noktasında onlara güzel örnek olma, Allah’ı en güzel şekilde tanıtma gibi süreçler mutlaka yaşandı…

İşte Kur’an Hz. Lût’ta bu bölümleri hiç anlatmaz. Onu anlattığı her yerde konuyu hep kavminde işlenen çirkin fiile getirecek şekilde bir başlangıç yapar. Burada da onu görüyoruz.

Burada bir başka şey daha görüyoruz. Ona da aşağıdaki başlık altında değinelim.

Neden “Tubsirûne” Kelimesi Seçildi?

Ayetin Arapça metninden bir okuma yaptığımızda bizim âyette “göz göre göre” anlamı verdiğimiz kelimenin “tubsirûn(e)” olduğunu görüyoruz.

Kur’an, Hakîm olan, her işi hikmetli olan Allah’tan geldiği için, biz Kur’an’da ne varsa, onun mutlaka bir hikmeti olduğuna inanıyoruz. Bu hikmetleri o anki bilgimizle anlamasak bile, bu durum orada bir hikmet olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Arapçada görmekle ilgili başka kelimeler de varken747 bu âyette basiret kelimesiyle aynı kökten (bsr) gelen bir fiil kullanılıyor. Bu fiil, buradaki görmenin çevredeki fiziki nesneleri görmekten daha çok, görünenin ötesini görmeyi, “bugün haz veren o tercihin” gelecekteki toplumsal sonuçlarını görmeye işaret ediyor.

Bu sonuçlar nelerdir? Aşağıdaki başlıkta onlara değinelim.

Eşcinselliğin Olası Sonuçları

İslam dini bir şeye yasak derken, o yasağın sonuçlarını dikkate alarak yasak der. Onun yasak dediği bazı şeylerde yasağın gerekçeleri herkes tarafından anlaşılır ve hiç kimse itiraz etmez; cinayet, hırsızlık, rüşvet gibi...

Bazı şeyler de vardır ki, insanlar o yasaklardan zevk/keyf/haz alır; sonuçlarına bakmadan günlük düşünür. Bu tür yasakların bir örneği de eşcinselliktir.

Konuya “hayat benim dilediğim gibi yaşarım” diyenlerin penceresinden baktığımızda, bu bir özgür tercihtir. Kişi dilediği gibi yaşar.

Ama konuya İslam’ın baktığı yerden baktığımızda, İslam dini bütün insanlara mülkiyet yasasını hatırlatır. Bu yasaya göre bu dünyada insanın bedelini ödemediği şeyler onun değildir. Ona verilmiş emanetlerdir. Bu emaneti veren de Allah’tır. Bu emanetin nasıl kullanılacağına dair ölçüleri koyan da Allah’tır. Bununla birlikte İslam dini açısından eşcinsellik ailenin ve neslin sağlıklı, sıhhatli bir şekilde devamı için en fazla önem verilen konulardan biridir.

Bu açıdan bakıldığında eşcinsellik demek, üremenin durması demek. Ürümenin durmasına toplumsal açıdan ve bir ülkenin/devletin geleceği açısından bakarsak: Ailenin bitmesi, doğumların azalması, yaşlı nüfusun artması, sağlık ve yaşlı bakım giderlerinin yükselmesi, çalışan nüfusun ve üretimin azalması, ülke savunmasının tehlikeye girmesi ve uzak gelecekte o ülkenin/devletin/toplumun bitmesi demektir.

Geniş Kitlelerde Eşcinsellik, Denenmemişi Denemektir

Geçmişte toplumlar daha dindar, daha muhafazakar idi. O yüzden eşcinselliğin yayılması, öyle bir hayatın kamusal alanda anayasal haklara sahip olarak yaşaması gibi şeyler söz konusu değildi.

Günümüzde bazı ülkeler, eşcinsellere evlenme, sperm bankasından, taşıyıcı anneden veya evlat edinerek çocuk sahibi olma hakları veriyor ve verdiği hakları da yasalarla güvence altına alıyor.

Bu durum insanlık tarihinde daha önce hiç denenmemiş bir durum. Bunun sonuçları ne olur? Ne olacağına âyette “görmenin ötesini; tercihlerin sonuçlarını görme” anlamında kullanılan “tubsirune” fiili üzerinden bakalım.

Konuya buradan baktığımızda aşağıdaki başlığımda öne çıkardığımız sorunun cevabını da görmüş olacağız.

İslam Dininde Eşcinsellik Neden Yasak?

Geçmişten günümüze doğan, büyüyen çocuklara baktığımızda bunlara, fıtratın fabrika ayarlarında, aile denilen bahçede büyüyen bitkiler diyebiliriz.

Şimdi insanlık yeni bir şey deniyor: Gey ve lezbiyen evlilik. Buna yaşam tarzı dersek, bu yaşam tarzı sosyal medya, dizi, film ve birtakım idoller üzerinden özendiriliyor, teşvik ediliyor.

Şimdi bir hayal kuralım ve o hayal üzerinden bu özendirmenin ve teşvikin sonuçlarına bakalım.

200 yıl sonra bu hayalin sonucu/çıktısı ne olur?

İnsanlık tarihinde bu durum şimdiye kadar hiç bu çapta/büyüklükte denenmedi. “Denense ne olur?” sorusunun cevabını görmek için 200 yıl beklemeye gerek yok. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi üremenin yavaşladığı ve buna bağlı bir sürü olumsuz sonucun ortaya çıktığı bir topluma doğru gidiş olacak.

Bu konudaki lokal örneklere bakalım.

Bütün bu lokal, örneklere baktığımızda, bu işin %100 seviyesinde yaşandığı bir toplumda sosyal sorunların artacağını, toplumsal bitişin, tükenişin hızlanacağını söylemek hiç de zor değil.

Başlıktaki sorunun cevabına referans olacak bu açıklamalardan sonra sorunun cevabına gelirsek, İslam dini Allah’ın dinidir. Allah parçayı gördüğü gibi o parçaların oluşturduğu bütünü de görendir. O yüzden dindeki yasaklar bütünü gören; bütün içindeki bütün tercihlerin sonuçlarını bilen Allah tarafından konulan yasaklardır. Bu yasakların büyük sonuçlarını bugünden görememek, kıvılcımın bütün ormanı yakabileceği ihtimalini yok saymaya benzer.

Özetlersek, geçmişten bugüne insanoğlu -maalesef- birçok şeyi deneme yanılma yoluyla öğrendi. Yanılgı büyük olduğunda sonuçları da ağır oldu. Allah (cc) eşcinsellik gibi bir tercihin sonuçlarının ağır olacağını bildiği için toplumsal anlamda eşcinselliğin yaşanmadığı Mekke döneminde, yedi sûrede bu konuyu gündeme getiriyor. Bu konu üzerinden geleceğe şu mesajı veriyor: Geçmişte bu tercihleri yapan toplumlarda çok kötü sonuçlar yaşandı. Gelecekte bunun yaşanmamasını istiyorsanız, bu konuda alabileceğiniz her tedbiri baştan alın. Kur’an’da size yedi kere yapılan bu uyarıyı da 7’nin katları olan 70, 700 kere yapılmış bir erken uyarı olarak kabul edin…”

55. Âyet: Basiret Karşısında Cehalet

54. âyette Kur’an basireti öne çıkardı. 55. âyette de “techelûn(e)” kelimesiyle cehaleti öne çıkarıyor.

Kur’an ölçülerinde cehalet “okuma-yazma” bilmemek değildir. Kur’an’a göre cehalet yaratılan âyetleri; insanın fabrika ayarları olan fıtratı okuyamamaktır. Bu yönüyle, ilim, bilim penceresinden kainat kitabını okuduğu halde, kainatın yaratılışını akıldan, bilimden, bilinçten uzak tesadüfe vermek büyük bir cehalettir.

Günümüz diliyle söylersek bu âyette kastedilen cehalet, psikoloji, sosyoloji gibi bilimler üzerinden eşcinselliğin gelecekteki sonuçlarını okuyamamaktır. Onun gelecekte sonuçları ağır olacak sosyal ve manevi yangınlara sebep olacak bir kıvılcım olduğunu bugünden fark edememektir.

56-58. Âyet: “Eğrilerin Doğruları Eğri Görmesi”

Buradaki âyetlerin benzerini A’râf sûresinin 82-84 arası âyetlerde gördük. Yukarıdaki başlık ve onun devamında gelen “Hz. Lût’un İman Etmeyen Karısı Üzerinden Verilen Mesaj”, “Benzeri Görülmeyen Helak” başlıkları altında gereken açıklamaları yaptık. Oraya bakılmasını tavsiye ediyoruz.

59-64 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Allah’ı Tanımada ve Tanıtmada Bir Yöntem Olarak Kıyas

Bu dünyada insanın farkında olarak veya olmayarak en çok yaptığı şeyin adı kıyastır. Bir cümlede “daha” ifadesi geçiyorsa orada kesin kıyas vardır. Daha ifadesini (yoksa, en, misliyle, kıyasla, kat be kat gibi eş ve yakın anlamlıları ile birlikte) hafızalardan silsek, konuşma dilinde “fark” ifade etmek zorlaşır, her şeyin “aynılaşması” gibi bir sorun yaşanır; fiyat farkları, kalite farkları, iyilikten, kötülükten, büyüklükten, küçüklükten kaynaklanan farkların izahı imkansız hale gelir.

Hemen herkesin kabul edeceği bu tespite göre, hayatın akışında, iletişimde çok önemli bir yeri olan kıyas, Kur’an’ın Allah’ı tanıtmada en çok kullandığı yöntem olarak karşımıza çıkarıyor.

Neml sûresi 59-64 arası âyetlerde geçen “yoksa” ifadesi altı defa geçiyor. Bunların tamamında Kur’an yaratılanlarla yaratanı kıyaslamamızı istiyor. Bunun yanında aynı âyetlerde beş defa “Allah ile birlikte başka bir ilah, öyle mi?” ifadesi geçiyor. Bu ifade bize dolaylı olarak şunu diyor: “Araştırın bakalım, Allah ile O’nun yanında, O’na denk, O’na ortak başka bir ilah olabilir mi? Kıyaslayın bakalım, yarattıkları içinde O’nun gibi yoktan yaratan, O’nun sahip olduğu özelliklerle O’na denk olan biri var mı?”

Özetlersek, Kur’an bütün bu âyetlerle aklı harekete geçiriyor. Akla “Haydi, oku, araştır, yaratılanlarla yaratanı kıyasla ve cevabını bana söyle!” diyor.

Biz burada âyetlerin dediğini yapmak için, onların tefsirine başlayalım.

59. Âyet: Hamdele ve Salvele Ne Demek?

Biz Müslümanların sohbet geleneğinde bir mecliste (camide, mescitte, salonda) sohbete/vaaza başlanacağı zaman Elhamdülillah diyerek Allah’a hamd, Salavat getirerek Peygambere selam etmek o konuşmanın bereketi adına çok güzel bir gelenektir.

Bu geleneğin Kur’an’daki referansı bu âyettir. Bu âyet Kur’an’da “elhamdülillah” ifadesinden sonra “ve selamün” lafzının geçtiği tek âyettir.

Euzu besmeleden sonra “Elhamdülillahi rabbil aleminvessalatüvesselamü ala rasulina muhammedin...” şeklinde ifade edilen hamdele ve salveleyi basit anlaşılır bir dille ifade edersek şu manaya gelir: Allah’ım sana teşekkür ederiz. Seni bize tanıtan, bize senin tarafından sevilme ve rızanı kazanma konusunda örnek olan peygamberlerine salat (destek) ve selam (teslimiyet) ederiz. Yani tam bir teslimiyetle onların bize bıraktığı davayı desteklediğimizi kavli ve fiili olarak ilan ederiz.”

Özetlersek, burada özet olarak ifade ettiğimiz hamdele ve salveleye ait mana yapılan sohbet ortamındaki konuya göre daha zenginleştirilebilir. Ama işin özünde şükür, destek ve teslimiyet vardır.

Genel Bir İfadeyle Kıyas Başlıyor

“Allah mı daha hayırlıdır, yoksa ortak koştukları (sözde ilahlar) mı?”

Bu soru muhatapları düşündürüyor. Soru üzerinde düşündüğümüzde kıyasın genel olduğunu görüyoruz. Şöyle ki, Allah her şeyi yaratan, insanların Allah’a ortak koştukları şeylerde yaratılanlar arasından çıkıyor. Bu durumda kıyaslama şöyle oluyor: Yaratan mı hayırlı yaratılanlar mı, baki olan mı hayırlı, fani olanlar mı, ölümsüz olan mı hayırlı, ölümlü olan mı, ilmi, iradesi, gücü, kuvveti sınırsız olan mı, sınırlı olanlar mı…?

Bu şekilde başlayan kıyas gelecek âyetlerde alan daraltmayla devam ediyor.

60. Âyet: Kimler İlah Olamaz!

Buradan sonra gelen âyetlerin tamamında akıl harekete geçiriliyor, harekete geçen akıl düşünmeye başlıyor. Akıldan “Kim ilah olabilir, kimler ilah olamaz?” sorusunun cevabını bulması isteniyor.

Ayet aklın önüne şunu koyuyor: Birine ilah (yaratıcı, ibadete layık) diyebilmen için, onun gökleri, yeri, gökten inen suyu, o suyla sulanan bahçeleri, o bahçelerde yetişen ağaçların her birini tek tek yaratması lazım. Bunları kim yaratabilir? Bu konuda Allah’ın yanına yaratmada ona denk olabilecek başka bir ilah koyabilir misiniz?

Hem yaratılana hem de yaratana ilah demek, yaratılanı yaratana denk görmek adalet mi? Böyle yapmak bir sapma değil mi?

Bu soruları özellikle sorduk. Nedenini aşağıdaki başlıkta anlatalım.

“Adl” Kökünden Öne Çıkan İki Anlam: Adalet ve Sapma

Bizim mealde “yoldan çıkma” anlamı verdiğimiz ve âyetin son kelimesi olan “ya’dilûn(e)” adalet kelimesiyle aynı kökten geliyor.

“Adl” kelimesi hem adalet hem de yoldan çıkma/sapma anlamını içinde barındırıyor.

Bu durumu dikkate aldığımızda âyetin verdiği mesajlardan biri de şu oluyor: İlah olmak, yaratıcı olmak Allah’ın hakkıdır. Bu hakkı ona vermemek, kainat büyüklüğünde bir haksızlıktır. Bu haksızlığı yapmak, doğru yoldan sapmaktır.

61. Âyet: Yeryüzüne ve Denizlere Bakın

60. âyette sayılan nimetlerin yerine bu sefer yeryüzü ve denizler konuluyor ve şu sorular soruluyor. “Kim kendisine kulluk edilmeye daha layık? İlah diye taptığınız varlıklardan hangisi yeryüzünü yaşamaya elverişli kılabilir? Hangisi iki denizin arasını749 koyduğu yüzey gerilimi yasası ile ayırabilir? Bunları yaratan ve bunlarla ilgili yasaları koyan Allah’ın yanında ortak olarak koyabileceğiniz bir ilahınız var mı? Taptığımız putlar bu işlerde Allah’a yardımcı oluyor diyebilir misiniz?”

Ayet aklın önüne bu soruları koyuyor. Bu sorular üzerinde düşünen akıl “Allah’ın yanında O’na denk başka bir ilah olamaz.” gerçeğini ilan ediyor.

62. Dualara Cevap Veren mi? Sizi Halifeler Yapan mı?

Bu âyet grubunda sorulan “Kim ilah olabilir mi?” sorusu farklı örnekler üzerinden devam ediyor.

Ayeti iki başlık altında inceleyelim.

Dualara Cevap Veremeyenler İlah Olabilir mi?

Bizim mealimizde “sıkıntıya düşen” anlamı verdiğimiz “mudtarra” kelimesi bu formda sadece bu âyette geçiyor. Bu kelime ile anlatılan ortamı bütün sebeplerin bittiği, çaresizliğin tam olarak hissedildiği bir ortam olarak düşünebiliriz.

Böylesi ortamlarda bütün sebepler ölü gibidir. Bütün ümitler bitmiştir. Allah’ın böylesi durumlarda yardım etmesi, o duruma düşen insanlar tarafından “Artık bana Allah’tan başka hiç kimse yardım edemez.” sözü ile anlatılır. Böylesi bir durumda yardım geldiğinde -anlayan- için o yardımı Allah’tan başkasının yapamayacağı ayan beyan bellidir. Âyette anlatılan durumu böyle düşünebiliriz.

Sizi Halifeler Olarak Yaratamayanlar İlah Olabilir mi?

Halife kelimesi, kelime olarak öncekinin ardından gelen demek. Kur’an’da “halife” kelimesinin geçtiği hiçbir âyette bu kelime, Peygamberimizin vefatından sonra siyasi liderlik anlamında ortaya çıkan halife anlamında kullanılmıyor.

Kur’an bu kelimeyi iki manada kullanıyor.750 Birincisi insana verilen sorumluğu hissettirme, ikincisi de yeryüzünde her insanının ve insan topluğunun öncekinin ardından gelmesi; birbirinin yerini alması ve neslin devamı anlamında kullanıyor.

Olaya bu açıdan baktığımızda âyetin sorusu şu oluyor: Böyle bir şeyi Allah’tan başka kim yaratıp yapabilir? Sözde ilahlarınız arasında bunu yapabilecek olan var mı?

63. 64 Âyet: Yaratılan Âyetlerin Şahitliği Devam Ediyor

Bu bölümdeki âyetler genelde aynı formatta tevhide vurgu yaptığı için bu iki âyeti oldukça özet vereceğiz. Bu iki âyette, yaratılan âyetlerden şunlar öne çıkıyor:

Bu iki âyette ve önceki âyetlerde bahsedilen nimetlerin tamamı şu mesajı veriyor: Bizi Allah’tan başkası yaratamaz. O yüzden Allah ile birlikte O’nun dengi veya ortağı olarak hiçbir ilah olamaz.

Özetlersek, bu bölümdeki konu, “hangisi daha hayırlı?”; “Allah mı daha hayırlıdır, yoksa ortak koştukları (sözde ilahlar) mı?” sorusu ile başladı. Sonra ardından beş âyette şu soru tekrar edildi; “Allah ile birlikte başka bir ilah öyle mi?” Yukarıda örneklerini verdiğimiz yaratılan âyetler üzerinden Allah’tan başka ilah olamayacağı gerçeği makul bir şekilde izah ve ilan edildi.

65-81 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

65-69. Âyet: Ahirete İman ve Bağlam İlişkisi

Bu âyetlerde konu ahirete iman. Bu konuya girmeden önce bu âyetlerin (öncesiyle) bağlam ilişkisine bakalım.

İmtihan dünyasında genelde bütün insanların Allah-insan, din-insan ilişkisinde yaşadıkları ölçü dışına çıkmaların büyük bölümünde ahirete imandaki zafiyet vardır.

Yani ahirete imanla, Allah’ın hayata koyduğu ölçülere uyma konusunda doğru orantı vardır. İman arttıkça ölçülere uymada hassasiyet artarken, azaldığında752 hassasiyet azalıyor.

Önceki âyetlerde Allah’tan başka ilah edinenlerden bahsedildi. Ondan öncesinde Lût kavminden bahsedildi, bu ve benzeri konuların ahirete imanla doğrudan ve dolaylı bağlantısı var.

Bu bağlam ilişkisine dikkat çektikten sonra buradaki konuya gelirsek, 65. 66. âyetler dolaylı olarak şunu diyor: İnsan meraklı bir varlıktır. En çok merak ettiği konuların başında gayba iman gelir. Gayb içinde de ahiret hakkında verilen bilgiler her insanın hayatını doğrudan etkileyen en önemli bilgilerdir. Bu bilgiler en doğru kaynaktan insanlara peş peşe geldiği halde o âyetlere karşı kör ve sağır kesiliyorlar. Öyle bir gerçek yokmuş gibi yaşamayı tercih ediyorlar.

67. 68. âyetler bu tercihi yapanların ahiretin inkarı için ileri sürdükleri gerekçeleri öne çıkarıyor. Kur’an bu gerekçelere farklı âyetlerinde cevap veriyor. Biz bu cevabı Yasin sûresinin 79. âyetinde “Ahiretin Varlığı Nasıl İspatlanır?” başlığı altında anlattık ve referanslar verdik. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

Oraya bakıldığında, Kur’an’ın ahiretin varlığına dair âyetlerine masal diyenlerin, söyledikleri her şeyin masal olduğu anlaşılacak.

69. âyet dolaylı olarak şunu diyor: “Yeryüzünde sizden önce de Allah’tan gelen âyetlere masal diyenler oldu. Onların öyle demeleri ölüm gerçeğini ve onları bekleyen akıbeti değiştirmedi. Akıbetiniz onlar gibi olmasın istiyorsanız, Kur’an’ın ahiret konusunda önünüze koyduğu haberlere bir kere daha bakın…”

70. Âyet: Kameralar Yakın Çekimde

Önceki ve sonraki âyetler bize ortamı betimliyor. Peygamber Efendimiz kendisine gelen âyetleri duyuruyor ama müşrikler, bu âyetlere masal diyor, peygamberimiz için türlü türlü tuzaklar planlıyorlar…

Bu âyetlere bir film akışı içinde bakarsak, 70. âyet seyircilerin aklına gelecek şu sorununun cevabını veriyor: Peygamberimiz müşriklerin bu sözleri karşısında acaba ne hissediyor? Âyetten üzüldüğünü ve Allah’ın onu teselli ettiğini anlıyoruz.

Bu teselli de “üzülme/canını sıkma” ifadesi üzerinden veriliyor. Aşağıdaki başlıkta bu ifade üzerinde durmak istiyoruz.

Kur’an “Üzülme” Diyorsa Üzülmeyecek miyiz?

Kur’an’da “üzülme” anlamına gelen “lâ tahzen” ifadesi yedi âyette geçiyor. Bunun yanında Kur’an’da müşriklerin yaptıklarını kastedilerek Peygamberimize hitaben “seni üzmesin” anlamında “lâ yahzunke” formunda beş âyet yer alıyor.

Bunları dikkate aldığımızda burada soru şu: Allah peygamber Efendimize “üzülme” deyince, Peygamber Efendimiz bunu bir emir kabul edip üzülmemiş midir?”

Allah’ın kelamını en iyi anlayan ve Allah’ın muradını en iyi bilen biri olarak Peygamber Efendimiz bu sözlerin tamamını teselli başlığı altında “kendini helak edecek şekilde üzülme” olarak anlamıştır.

Bunu nereden biliyoruz? Peygamber Efendimizin hayatından biliyoruz. Bu âyetlerden sonra Peygamber Efendimizin “Ben elimden geleni yaptım, milletin ne hali varsa görsün. Bundan sonra ben kendi işime bakarım. İbadetlerimi yaparım. Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmam.” dememiştir.”

Bunları neden diyoruz? Çünkü İslam’ı anlatırken ufacık bir dirençle karşılaşınca bu sözlerin benzerini söyleyen Müslümanların varlığını biliyoruz.

Özetlersek “İnsanlar iman etmiyorlar diye üzülmek güzel bir sünnettir.” Buradaki âyetlerden kastedilen kişinin kendini helak edecek seviyede üzmemesidir.753

71-73 Âyet: Allah’ın Halîm Olduğunu Bilmiyorlar

Allah (cc) Halîm isminin gereği olarak bu dünyada insanları hemen cezalandırmıyor, onlara süre veriyor. Bu gerçeği bilmeyenler de Allah’ın Kur’an’daki vaadleri hemen gerçekleşmeyince, bunu Peygamber Efendimize karşı alay konusu yapıyorlar. Âyetlerde bu konu gündeme geliyor.

Bu âyette geçen konuyla ilgili önceki yaptığımız açıklamalara bakılmasını tavsiye ederken754 burada âyette geçen bir ifade üzerinden şu başlığı bir kere daha atmak istiyoruz.

Kur’an İnsan Sözü Olamaz

72. âyet şöyle: “Çabucak gelmesini istediğiniz şeyin bir kısmı herhalde yakında başınıza gelecektir.” Âyette “gelmesini istediğiniz” ifadesiyle kastedilen ahiretteki büyük azap. Âyette “bir kısmı yakında başınıza gelecek” ifadesiyle bu büyük azaptan önce gelecek ve ona göre “tadımlık” olacak bir azaptan daha bahsediliyor.

Bu azaba, iniş sırası üzerinden yaptığımız bu tefsir çalışmasında 4. yılda inen Kamer (45. âyet) ve Sâd(11. âyet) sûrelerinde ilgili âyetlerde “Kur’an İnsan Sözü Olamaz” başlıkları altında değindik. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

Oraya bakıldığında, “başınıza gelecek” denilen azap orada haber verilen Bedir ve sonrasında Mekke’nin fethine kadar müşriklerin yaşayacakları mağlubiyet acılarına işaret olarak değerlendirilebilir. (Allahü a’lem)

“Onların Çoğu Şükretmezler”

73. âyeti bağlam ile birlikte okursak, âyet bize şunu diyor: “Eğer işlenen her günahın cezası peşin verilseydi, hayat yaşanmaz olur, dünya da imtihan dünyası olmazdı. Allah’ın kulalarını uyarması, azabın çabucak gelmesini isteyenlere, azabı peşin vermemesi de bir şükür konusudur. Ama bu gerçekten gafil olanlar birçok nimetin şükrünü yapmadıkları gibi, bu nimetin de şükrünü yapmıyorlar.”755

74-79. Âyet: Allah Bir Kere Daha Tanıtılıyor

Kur’an baştan sona Allah-alem, Allah-Âdem (insan) ilişkisini anlatır. Bu ilişkide Kur’an farklı yönleriyle insana Allah’ı tanıdır.

Burada o âyetlerden bir kısmını görüyoruz.

Ayetlerin mesajını şöyle özetleyebiliriz: Ey Rasulüm! Ve ey Rasule tabi olan müminler! Zannetmeyin ki, Allah yaşadıklarınızdan haberdar değil. Hayır. Allah her şeyi bilir. O’nun bilgisi dışında olan hiçbir şey yoktur. Müşriklerin ve münkirlerin (inkar edelerin) yaptıklarına müdahale etmemesi, haberi yok anlamına gelmesin. Bu durumu imtihan dünyasında dekorun bir gereği olarak “mutlaka bir hikmeti vardır” başlığı altında değerlendirebilirsiniz.”

76. Âyet bu özeti doğrulayan bir örnek olarak geliyor. Bu âyet üzerinden şu mesaj veriliyor: “Rabbinizin her şeyi bildiğinin bir kanıtı da İsrailoğullarına gönderdiği âyetleri ve o âyetler üzerinde onların yaptığı tahrifatı bilmesi, onlar hakkında gelen Kur’an âyetleriyle bütün bunlardan sizi haberdar etmesidir.”

77-79. Âyet, önceki âyetlerin devamı olarak geliyor ve Peygamber Efendimiz üzerinden iman edenlere şu mesajı veriyor: Size hidayet konusunda rehberlik yapan bu kitabın arkasında Azîz olmasıyla her şeye gücü yeten, Alîm olmasıyla her şeyi bilen Allah vardır. Allah’ın bu dünyadan sonra bir de hesap günü vardır. O gün bugün dünyada yaşadığınız ve yaşayacağınız tüm ihtilaflarda Allah hakem olacak ve hükmünü verecektir. Siz bu gerçeği bilerek Rabbinize tevekkül edin.”

80. 81. Âyet: Sana Düşen Elinden Geleni Yapmak

Bu âyet 70. âyeti açıklar mahiyette geliyor. Orada “üzülme” demişti. Burada ilave açıklama yapılıyor. Açıklamanın özeti şu: “Rasulüm burası imtihan dünyası. Allah kulunun tercihlerine bakar ve takdirini ona göre yapar. Tercihini inkardan yana yapanlar, ne yaparsan yap seni duymazlar. Sen ancak tercihini imandan yana yapanlara duyurabilirsin. O yüzden sana düşen elinden geleni yapmaktır. Duymayanlar nedeniyle kendini fazla üzme. Onlar her devirde olacaktır…”

82-93 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

82-85. Âyet: Dabbetü Arz Ne Zaman Ortaya Çıkacak?

Bu âyette geçen ve yerden çıkan canlı anlamına gelen dâbbetü’l-arzın, bir kıyamet alameti olarak kıyamet öncesi ortaya çıkacağı şeklinde bir anlayış var. Biz bu anlayışın imtihan dünyasının dekoruna uygun olmadığını düşündüğümüz için, mealimizde bunun kıyamet sonrası ortaya çıkacağını ifade ettik.

Şimdi burada bu tercihimizin gerekçesini anlatalım.

Birinci Gerekçe: Bu gerekçemizde nakli (yani vahyi) öne çıkarıyoruz. 82, 83 ve 84. âyetleri birlikte okuduğumuzda, 82. âyette önceden verilen bir sözden ve o sözün yerine getirilmesinden bahsediliyor. 83. âyette o söz yerine geldiğinde her ümmetten âyetleri yalanlayanların bir araya toplanacağından bahsediliyor. 84. âyette, toplanan kişilere Allah’ın (cc) hitabını görüyoruz.

Ayetleri bir bütün olarak okuduğumuzda önceden verilen ve yerine getirilen sözün kıyamet olduğu net bir şekilde anlaşılıyor. O anlaşıldığında dâbbetü’l-arzın da kıyamet sonrası ortaya çıkacağı anlaşılıyor.

İkinci Gerekçe: Bu gerekçemizde aklı öne çıkarıyoruz ve kıyamet öncesi bir alamet olarak ortaya çıkan dâbbetü’l-arzın yaptığı konuşmaya bakıyoruz. Dabbe insanların Allah’ın âyetlerine inanmadığını söylüyor.

Eğer dabbenin yapacağı sadece buysa, bunda olağanüstü bir şey yok. Bunu o gün irşat tebliğ yapan her Müslüman da söyleyebilir.

Ama dabbe ortaya çıktığında onun çıkışı olağanüstü bir hadise olacaksa, onun çıkışını dünyadaki bütün insanlar duyacaksa, bu duymaya bağlı insanlar hidayete erecekse bu durum imtihan dünyasının dekoruna uymuyor. Bu durum imtihan devam ederken, cevapların tahtada görünmesi gibi imtihanın doğasıyla bağdaşmayan, insanların tercih özgürlüğünü ortadan kaldıran, onları inanmaya mecbur eden bir mucize oluyor.

Üçüncü Gerekçe: Dâbbetü’l-arzın kıyamet öncesi ortaya çıkacağını iddia eden rivayetlerin birbiriyle çelişmesi.

Çelişen rivayetlere baktığımızda, Mekke’de Safa tepesinde756, yine Mekke’de Ecyad kalesinde757, Sedom denizi olarak ifade edilen Lût gölünden758, Kızıldeniz kıyılarını kapsayan geniş bir alanı içine alan Tihame’deki vadilerden759 ortaya çıkacağı söyleniyor.

Nerede ortaya çıkacağı çelişkili olduğu gibi, nasıl olduğu ve çıktıktan sonra ne yapacağına dair de birçok çelişki var.760

Özetlersek, bütün bu gerekçeler Dâbbetü’l-arzın kıyamet sonrası ortaya çıkacak bir varlık olduğunu gösteriyor.

Dabbetü’l-Arz Nedir? Kimdir? Nasıl Bir Şeydir?

Dâbbetü’l-arzın kıyamet sonrası ortaya çıkacak bir varlık olduğunu kabul ettiğimizde onu Kur’an’a ait sembolik bir dil olarak kabul edebiliriz.

Neden? Çünkü biz Tefsir Usulümüzde (19) Mecaz/Teşbih Yasasında Allah’ın gayb alemine ait konuları bizim fiziki dünyamızda bizim anlayabileceğimiz objeler üzerinden anlattığını ifade ettik. Bu konuda Allah’ın (cc) fiziki bir eli, yüzü, kürsüsü olmadığı halde bu sembolleri kullanmasına işaret ettik.

Ayetlerin bağlamını dikkate aldığımızda dâbbetü’l-arz için şöyle okuma yapabiliriz. 66. âyette müşriklerin peş peşe gelen âyetlere rağmen ahirete iman konusunda şüphe içinde oldukları anlatılıyor. Bu ve benzeri âyetlerden şunu anlıyoruz. Müşrikler ölüp toprak altına giren (67. âyet) insanların bir daha oradan çıkmayacağını, dünyada yaptıkları işlerin bir daha önlerine gelmeyeceğine inanıyordu. Bunların olacağı söylendiğinde de söyleyenlerin sözlerine “öncekilerin masalları” diyorlardı (68. âyet).

İşte böyle bir tarihi arka planın olduğu yerde Kur’an 82. âyette dünyada toprağın altına giren her şeyin, ahirette toprağın üstüne çıkmasını, insanlar hakkında şahitlik yapmasını toprağın altından çıkacak bir canlı sembolü (dâbbetü’l-arz) üzerinden anlatıyor.

Özetlersek, dâbbetü’l-arzı Allah’ın âyetlerini yalanlayanların bu yalanlamasına şahit olan her şeyin (her insanın, her nimetin) sembolü olarak görebiliriz. Bu semboller mahşer günü çıkacak ve diyecekler ki “Ey Rabbimiz! Biz şahidiz bu kişiler seni tanıtan ve diriliş gününden haber veren âyetleri yalanladılar.” Allah (cc) bunun üzerine şahitliği doğrulama adına 84. âyette ifade edilen soruları soracak. Böyle bir ortamda âyetleri yalanlayanların söyleyecek tek bir kelimeleri olmayacak (85. âyet).

86. Âyet: Âyetler Üzerinden Tefekkür

Bu âyette Allah’ın âyetlerini yalanlayanlara o âyetler bir kere daha hatırlatılıyor. O âyetleri temsilen yaratılan âyetlerden geceye ve gündüze; birinde uykuya, dinlenmeye, diğerinde çalışıp kazanmaya işaret ediliyor.

Bize birer delil olarak sunulan gece ve gündüze “parça” der ve bu delilleri günümüzün bilgi seviyesinden okursak, Kur’an bu parçalar üzerinden gece ve gündüzün nasıl olduğunu düşünmemizi istiyor. Bunları düşündüğümüzde gece ve gündüzün, dünyanın kendi ekseni etrafında 1670 km. hızla dönmesiyle olduğunu öğreniyoruz. Öğrendiklerimiz arttıkça hayretimiz artıyor. Hayretimiz arttıkça Allahüekber derken hissettiklerimiz artıyor. Bunlar artarken Allah’ın âyetlerini inkarın imkansız olduğuna imanımız da artıyor.

87-90. Âyet: Olan, Olacak Olana Şahid Oluyor

Bu âyetleri 86. âyetle birlikte okursak, (dünyayı da içine alan) kainat Allah’ın “ol” demesiyle oluyor. 87. âyette bahsedilen ahiret alemi ise Allah’ın “ol” emri vermesiyle olacak. Bu (86, 87) iki âyette “olan”, “olacak olana”, “yaratılan”, “yaratılacak olana” şahit gösteriliyor.

Aynı şahitliği 88. âyetle, arkasından gelen 89 ve 90. âyetlerde de görüyoruz. Onlarda da önce yaratılan dünyaya; dünya içinde birer sanat eseri gibi duran dağlara ve bulutlara işaret ediliyor, takip eden âyetlerde iyi ve kötü amellerle gelenleri, ahirette bekleyen sona işaret ediliyor.

Kur’an’da dünya-ahiret şeklinde arka arkaya gelen çok sayıda âyet var. Burada da bunlardan bir örnek görüyoruz.

Bu örnekte dikkat çeken bazı noktalara aşağıdaki başlıklarda değinmek istiyoruz.

Kur’a İnsan Sözü Olamaz

Dağların Bulutlar Gibi Yürümesi

Burada iki başlık kullandık. Hayalen 7. asra gidelim ve o asrın astronomi bilgi seviyesinden “Dağların bulutlar gibi yürüdüğü” cümlesini kurmayı deneyelim. O günün bilgi seviyesinde, dünyanın sabit olduğu, güneşin de onun etrafında döndüğü zannediliyordu.

O zannın bir sonucu olarak bu âyet ilk tefsirciler tarafından, 87. âyette anlatılan sura üflenme/kıyamet hadisesi ile birlikte değerlendirilmiş, kıyamet günü hareketsiz, sabit duran dağların paramparça olacağı ve parçaların birer toz bulutu gibi sağa sola saçılacağı anlatılmış.

Bu bir yorum. Eğer gerçekten dünya sabit olsaydı ve 88. âyeti kıyamet bağlamında değerlendirmek tek seçenek olsaydı. Bu yorumu yapar ve geçerdik.

Ama yukarıdaki açıklamalarımızda Kur’an’da “olan”ın, “olacaklara”, yaratılan dünyanın/kainatın, yaratılacak ahirete; cennete-cehenneme şahit olmasından bahsettik.

Bu şekilde bir değerlendirmede dünya/kainat Allah’ın sonsuz kudretinin, ilminin ve iradesinin şahidi oluyor. Böyle bir şahitlikte bulutlarla birlikte dünyanın dönüyor olduğu bilgisine 7. asırda işaret edilmesi, Kur’an’ın insan sözü olamayacağına en büyük şahitlerden biri oluyor.

Bu âyetin 7. asrın bilgi seviyesinde söylenemeyeceğine iki işaret var.

Özetlersek, 7. asrın bilgi seviyesinde hem dünyanın dönmesinin hem de gökte hareket eden bulutların dünyanın dönüş yönünde hareket etmesinin insanlar tarafından bilinemeyeceğini biliyoruz. Bunu bildiğimizde bir kere daha şunu fark ediyoruz. 88. âyette anlatılan bilginin kaynağı insan olamaz. O yüzden de Kur’an bir insan sözü olamaz.

Allah’ın Her Şeyi Yerli Yerinde Yaratması

88. âyette “Bu, her şeyi sağlam ve yerli yerinde yapan Allah’ın (muhteşem bir) sanatıdır” ifadesi geçiyor. Bu ifade bu formatta sadece bu âyette geçerken, bu âyetin içinde geçen ve bir şeyi yerli yerinde mükemmel762 yapma anlamına gelen “etkane” fiili de Kur’an’da sadece bir kere ve bu âyette geçiyor.

Bu ifadenin burada yer alması, âyetin konusunu kıyamet öncesi yıkılacak bir dünya olarak anlamak yerine, mükemmel yaratılışı ile dünyayı/evreni ahiretin varlığına şahit olarak anlamanın referansı oluyor.

Böyle anladığımızda 88. âyet bize şunu diyor: “Şu anda kendini güneşin etrafında 107 bin km/s. hızla dönen, bu dönüşü yaparken de kendi etrafında 1670 km/s. hızla dönen bir arabada hayal et. Yaşadığın (21.) asırda şu an bunun hayali bile zor görünüyor. Senin hayal etmekte zorlandığın bu şeyleri, her şeyi en mükemmel şekilde yerli yerince yaratan Allah, bundan binlerce yıl önce yarattı ve düzene koydu.

Şimdi bu düzene yakından bak, güneşin ve dünyanın yaratılışında bir hata olsaydı, bu hareketin arkasındaki yasalarda bir kusur olsaydı, bu kusursuz düzen olabilir miydi?”

“Olamazdı” diyoruz. Bunu dedikten sonra da günümüzün bilgi seviyesinden bakarak, bu mükemmel işleyişin arkasındaki yasalara kısaca işaret edelim.

“Bu yasalar bize ne diyor?” sorusu ile konuya devam edersek, bu yasalar bize şunu diyor: “Bizim yasalarımızı, bu yasaları bulan insanlar koymadı. Bizim yasalarımızı bu alemi/kainatı/evreni yoktan yaratan Allah koydu. Kainatı yaratamayan bu yasaları koyamaz, bu yasaları koyamayan bu mükemmel düzenin sanatkarı olamaz.”

Soru: Evrende Kaos mu Var, Düzen mi?

88. âyette geçen “Bu, her şeyi sağlam ve yerli yerinde yapan Allah’ın (muhteşem bir) sanatıdır” ifadesi nedeniyle başlıktaki sorunun cevabını burada ele almayı tercih ettik.

Önce bu iki kavramın tanımını yapalım.

Bu tanımları yaptıktan sonra “Yaşadığımız dünyada kaos olsaydı ne olurdu?” bir bakalım.

Evet, bu dünyada kaos olsaydı, biz bütün bu sorulara “bilmiyorum” diyecektik. Bunları bilemediğimiz yerde yasalar, kurallar olmadığı için bilim ve bilimsellik de olmayacaktı.

Evet, kaosun göstergesi olan bu şeylerin hiçbiri yok. Bunların yokluğu düzenin varlığını gösteriyor.

Bugün günümüzde “düzen yok kaos var” diyenlerin en çok kullandığı delilerden biri iklim/hava durumu. Yani yarın, gelecek hafta, gelecek ay havanın nasıl olacağının bilinmemesi. Eğer buna “kaos, belirsizlik ve düzensizlik” dersek, aslında bunun düzeni öyle olmasıdır. Yani ona ait yasaların öyle olacak şekilde konmasındandır. O da yerin çekmesi gibi dünyanın her yerinde her an, her gün aynı olsaydı, dünyadaki iklim, bitki ve canlı çeşitliliği olmazdı.

Ayrıca şunu da ifade edelim. İklim (hava durumu) kaotik değil. O bile bir düzen içinde hareket ediyor. Günümüzde meteoroloji bilimin geldiği noktadan hava durumuna baktığımızda, bir bölgede geçmiş 50 yılın verilerinde Nisan ayına bakıldığında, o bölgede gelecek Nisan ayı ile ilgili çok az hata payı ile tahmin yapmak mümkün. Bu da bize orada bile bir düzenin olduğunu gösteriyor.

Bunun yanında başkaca bizim kaos olarak gördüğümüz şeyler için şu üç durum söz konusu,

Özetlersek, her şeyi yerli yerinde mükemmel yaratan Allah (cc) bu kainatı belli bir düzen içinde yaratmıştır.

91-93. Âyet: Son Üç Âyet

Son üç âyet, orta uzunlukta olan bu sûrede konuyu bağlayacak şekilde geliyor. Âyetlere kısaca bakalım.

91. âyet: Bu âyette kullanılan dil ilk inen âyetler arasında yer alan Kureyş sûresinin diline benziyor. Orada “Kâbe’nin Rabbine kulluk etsinler;” denilmişti. Burada yine Kâbe’ye vurgu yapılarak dolaylı olarak şu mesaj veriliyor: “Ben, Kâbe’nin etrafındaki putlara değil, Kâbe ile bu beldeye saygınlık kazandıran Allah’a kulluk etmekle emrolundum.”

92. âyet: Bu âyet inanç özgürlüğüne vurgu yapıyor. Önceki âyetten devam edersek mesajlardan biri şu oluyor: “Bana ve bütün insanlara Kur’an’ı okumamız, anlamamız ve Müslüman olmamız emredildi ama bu konuda ben dahil hiç kimse hiç kimseyi zorlayamaz. Bana ve benim yolumu takip edenlere düşen sadece hikmetli bir dille, en güzel şekilde uyarmaktır. Dileyen iman eder, dileyen inkar eder. İman eden kendisine büyük iyilik yaparken, inkar eden kendisine büyük kötülük yapar.”

93. Âyet: Övgü ve Delil Arasındaki İlişki

Bu âyetin üzerinde biraz durmak istiyoruz.

Biz Elhamdülillah yani “övgünün/hamdin tamamı Allah içindir” derken, bu ifadeyi bir sonuç cümlesi olarak kullanırız.

Bizi bu sonuca götüren Allah’ın kainat kitabıyla kendini tanıtması ve atomdan güneşe yarattığı her şeyi varlığına delil yapmasıdır.

Bilinçli bir şekilde yapılan hamdin arkasında bu delillerin araştırılması, bilinmesi, onlarda tecelli eden ilmin, sanatın, kudretin fark edilmesi ve bu farkındalığın hamd ve övgüyle ifade edilmesi vardır.763

Özetlersek, delilleri/eserleri üzerinden Allah’ı tanıyan biri O’na hayran olur ve bu hayranlığını Elhamdülillah ile ifade eder.

Zor Kullanan Değil, Ortaya Delil Koyan İlah

93. âyet şu sorunun cevabını veriyor: “Allah nasıl bir ilah? Kulunu inandırmak için güç kullanır mı?”

Ayet diyor ki: “Hayır, hayır. Allah sonsuz gücün sahibidir. Dilediğine dilediği an istediğini yaptırabilir ama burası imtihan dünyası olduğu için koyduğu yasaya başta kendisi uyar ve kimseyi iman etmesi için zorlamaz. Allah kullarının önüne delil koyan ilahtır. Allah bu deliller üzerinden kullarına karşı ikna dili kullanan bir ilahtır. Kendisi böyle yaptığı için, kendisini tanıtan herkesin de bu ölçüler içinde hareket etmesini ister.”

92. âyette Allah’ı en doğru şekilde tanıyan ve tanıtan peygamber Efendimizin de 93. âyetin işaret ettiği çizgide hareket ettiğini görüyoruz.

Deliller İman Etmeye Mecbur Etmeyecek

Bu âyetin indiği ortam üzerinden konuşursak, Allah (cc) kainatı/dünyayı yaratmakla baştan sayısız delil ortaya koymuş. Bu âyette gelecekte bu delillere ilaveten başka delillerde göstereceği ifade ediliyor. O delillerin ne olduğu konusunda farklı şeyler söylemek mümkün ama biz herkesin kabul edeceği bir şey söyleyelim. O deliller ne olursa olsun, imtihan dünyasının dekoruna uygun olacak. Gösterilecek delillerin hiçbiri görenleri iman etmeye mecbur etmeyecek.

Ayetin son cümlesi: “Rabbin, yaptıklarınızdan habersiz değildir.”

Yani ne yaparsanız yapın, O’nun haberi olduğunu, O’nun bildiğini bilerek yapın.

49/30. RUM SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-7 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

1. Âyet: Hurûf-ı Mukattanın Mesajı

Hurûf-ı mukkatta hakkındaki genel değerlendirmelerimize A’râf sûresinin girişinde geniş olarak yer verdik. Oranın devamı olarak şunu ifade edelim. Kur’an’da 29 sûrenin başında geçen hurûf-ı mukatta, bütün Kur’an harflerini temsil eder ve bu temsil makamında Kur’an adına meydan okur. Bu meydan okumanın özeti şudur: “Ey Kur’an’a insan sözü diyenler! Kur’an’ın yazımında kullanılan harfleri siz de kullanıyorsunuz, madem onun insan sözü olduğunu iddia ediyorsunuz, haydi siz de aynı harfleri kullanarak onun benzeri bir kitap ortaya koyun.”

Geçmişten bugüne insanlar Allah’ın yarattığı güneşi yaratmada nasıl aciz kaldılarsa Allah’ın gönderdiği kitabın da benzerini ortaya koymada öyle aciz kalmışlardır.

2-4 Âyet: Bu Mucizeye Yönelik Eleştiriler

Biz, Kur’an’ı insan sözü olarak kabul edenlerin hangi âyete hangi itirazı getirdiklerini -işimiz gereği- biliyoruz. Burada şunu ifade edebiliriz, bu âyetlerde anlatılan mucize onların inkarında en fazla zorlandığı mucizelerin başında geliyor. Yazdıkları ve yaptıkları videolar izlendiğinde, konuya vakıf olanlar ortada manipülasyon (doğrunun tamamını söylemeden, eksik bilgilerle muhatabı yönlendirme) olduğunu hemen fark ediyorlar.

Biz burada yapacağımız açıklamalarda, bu konudaki manipülasyonları dikkate alarak doğrudan veya dolaylı olarak onlara da cevap vereceğiz.

Konuya şu başlıkla giriş yapalım.

Hz. Muhammed’in Gaybtan Verdiği Haberler

Bu sûrede verilen gaybi haber, Peygamber Efendimizin önceki verdiği gaybi haberlerin hiçbirine benzemiyor. Bu gaybi haberin önemine geçmeden önce Peygamberimizin vermiş olduğu gaybi haberlere üç noktada genel bir bakış yapalım.

Birincisi nokta: Geçmişe dair verdiği haberler. Peygamber Efendimiz 40 yaşında peygamber olduğunda, peygamberlik sonrası geçmiş peygamberlere ait kıssaların hiçbirini, hiçbir insan ondan o şekliyle duymadı. Peygamber Efendimiz de anlattığı her şeyi gelen vahiyle öğrendi.

İkinci nokta: Uzak geleceğe dair verdiği haberler. Bu haberlerden kastımız Peygamber Efendimizin kıyamet ve sonrasında mahşerde; cennet ve cehennemde yaşanacaklara dair verdiği haberler. Bu konuda anlattıklarını da peygamber olmadan önce hiç kimse ondan duymadı. O da anlattığı her şeyi gelen vahiyle öğrendi.

Üçüncü nokta: Yakın geleceğe dair verdiği haberler. Bunun örneklerini verdik. Peygamber Efendimiz Mekke’de peygamberliğinin ilk yıllarında gelecekte güzel günlerin geleceğine, müşriklerin hezimete uğrayacağına dair haberler veriyor.764

Rum sûresinin bu âyetlerinde verdiği gaybi mucize bu üçüncü noktayla ilgili. Fakat bu haberin çok önemli bir farkı var. Çünkü bu haber Mekke-Medine sınırlarının dışında yaşanan ve yaşanacak olan bir olayla ilgili. Bu yönüyle bu gaybi haberin Kur’an’da başka hiçbir örneği yok.

Burada bahsi geçen mucizenin farkını söyledikten sonra konuya devam edelim.

İki Tarihi Arka Plan

Tarihi arka plandan kastımız, bu âyetlerin indiği zaman diliminde Rumlarla Sasanilerin, Mekke’de Müslümanlarla müşriklerin arasındaki ilişkinin nasıl olduğu konusu. Şimdi bunlara bakalım,

Rum-Sasani765 İlişkisinde Tarihi Arka Plan

Bu tarihi arka planda şunu görüyoruz. Ateşe tapan ve putperest olan Sasaniler müşriklerin inancına yakın dururken, temelinde vahiy, kitap, peygamber ve Allah’a iman olan Hristiyanlık Müslümanlara yakın duruyor.

Mekke’de Tarihi Arka Plan

Mekke’nin kuzeyinde yaşanan Rum-Sasani savaşlarında Müşrikler ve Müslümanlar kendilerine yakın olanları destekliyorlardı. Bu destekte müşrikler moral üstünlük kazanma adına şunları diyorlardı: “Siz ve Rumlar ehli kitapsınız. Biz ve İranlılar ise putperestiz. Bizim kardeşlerimiz sizin kardeşlerinize galip geldiği gibi biz de size galip geleceğiz.766

Rum-Sasani savaşı hakkında inen âyetlerin iniş sebebi olarak da ifade edebileceğimiz tarihi arka plan özet olarak böyleydi.

Âyetler İmkansız Görünene Mümkün Diyor

Yukarıda verdiğimiz 610-619 arası kronolojiye bakıldığında Rumlar ağır bir yenilgi alıyorlar. Kur’an bu ağır yenilgiyi kastederek “Rumlar yenildi” diyor. Eğer bir insan Rumların ne kadar büyük bir yenilgi aldığını yerinde ve bütün detaylarına vakıf olarak görseydi ve “Rumlar yenildi” deseydi, bu insana bu ağır yenilgiden sonra “Rumlar yakında yenecekler” cümlesini kurmak imkansız gibi görünürdü.

Açıklamalı mealimizin girişinde ifade ettiğimiz gibi, böyle bir cümle kurmak, boks ringinde aldığı yumruklardan sonra 20 yerinde kırık olan bir boksörün, kendini o hale sokan boksörü, ezici bir galibiyetle yeneceğini söylemesi gibi bir şeydi.

Ortamın tasvirini yaptıktan sonra şu soruyla devam edelim.

Sasanilerin Yenileceğini Söylemek Mucize mi?

Mucize “Olağanüstü olan ve benzerini yapma konusunda bütün insanların aciz kalacağı bir şey” olarak tarif edilir.

Dünya savaş tarihi hakkında yüzeysel bir bilgiye sahip olan her insan şunu bilir. Nice galip devletler mağlup olmuştur, nice mağluplar da galip gelmiştir. Yani mağlubiyetten sonra galibiyet insanların aciz kalacağı işlerden değil.

Buna gerekçe dersek, Kur’an’ın “Muhammed tarafından uydurulduğunu” ve insan sözü olduğunu iddia edenler, bu gerekçeden -ve aşağıda işaret edeceğimiz başka gerekçelerden- yola çıkarak bu âyetlerin mucize olamayacağını söylüyor.

Peki bu durum karşısında biz Müslümanlar ne diyoruz?

“Bu bir mucizedir.” diyoruz ve gerekçelerimizi aşağıda gelecek bir kaç nokta altında şöyle ifade ediyoruz.

Birinci nokta: Bilinçli bir Müslüman delilleri sıraladıktan sonra Allah’a iman eder. Yine delillerini sıraladıktan sonra Hz. Muhammed’in Allah’ın peygamberi olduğuna iman eder. Yine delillerini sıraladıktan sonra Kur’an’ın Allah kelamı olduğuna iman eder. Bunlara iman edince Allah’tan peygambere bu âyetler dahil bütün Kur’an âyetlerinin gelmesi mucizedir. Neden? Çünkü, Cebrail’den vahiy alma konusu Allah’ın dilemesiyle olan ve “Aynısını biz de yapalım” diyen herkesi aciz bırakan bir mucizedir.

İkinci nokta: Evet, bu olayda mağlubiyetten sonra bir galibiyetin olma ihtimali insanlar tarafından söylenebilirdi ama buna hiç kimse “kesin %100 olacak” diyemezdi.

Bu âyetlerde Allah (cc) üç ila dokuz yıllık zaman dilimi için kullanılan “Fî bid’isinîne” ifadesiyle olacak dediği olayın olma süresine bir üst sınır koyuyor. Bu üst sınırın konması olayın olmama ihtimalini sıfırladığı için biz iman edenler açısından mucize oluyor.

Üçüncü nokta: 3. âyette geçen “Fî ednâ-l-ardi ” ifadesi iki anlama geliyor. Birinci anlamı (olayın meydana geldiği) yerin (Mekke’ye) en yakın yer olması. İkinci anlamı yeryüzünde deniz seviyesinden en alçakta olan yer olması.

Biz mealimizde birinci anlamı verdik. Ama ikinci anlam da mümkün. Malum yeryüzünde deniz seviyesinden en düşük olan yer 420 metre ile Lût gölü. Yukarıda verdiğimiz kronolojiye baktığımızda 613-614 yıllarında Rumlar ile Sasanilerin Şam ve Küdüs civarında savaştığını ve Küdüs’ü işgal ettiklerini görüyoruz. Ufak bir araştırma yaptığımızda Küdüs ile Lût gölü arasındaki mesafenin 40 km. olduğunu öğreniyoruz. Bu durumda Kur’an’da geçen “en yakın/alçak yer” ifadesinin Lût gölüne işaret etme ihtimali yükseliyor. Neden çünkü 7. asırda dünyada hiçbir insan o gün için Lût gölünün yeryüzünün en alçak yeri olduğunu bilmesi imkansızdı.

Bu üç nokta bizim bu olayı mucize olarak kabul etmemizin gerekçesi oluyor.

Ama burada birinci noktada işaret ettiğimiz hususu biraz daha açarak ifade edelim. Bizim bir olayı mucize olarak kabul etmemizde, temel kabullerimiz olan Allah’a, peygambere, kitaba iman sıralaması ilk referanstır. Temel kabuller ne kadar güçlü olursa, Kur’an’da anlatılan konulara ve konular içinde yer alan mucizelere iman da o nispette kolay oluyor.

Bu açıklamalardan sonra aşağıdaki başlıkta bu mucizeye karşı yapılan itirazlara bakalım.

Ateistlerin İddiaları

Burada bir takım ateist, deist ve agnostik yazar ve YouTuber’ların görüşlerine birkaç nokta altında cevap vereceğiz.

Birinci nokta: Doğrunun tamamını söylemiyorlar. Doğrunun tamamını söyleseler Rumlar ve Sasanilerin yaptığı savaşın Şam Küdüs civarında da olduğunu, Şam’dan Küdüs’e giden Sasani ordusunun Lût Gölünün767kenarından geçtiğini de söylemeleri gerekiyor. Bunu söylemek yerine 611-612 yıllarına Antakya da olan savaşı öne çıkarıyor, buranın da Mekke’ye hem uzak olduğunu hem de yer yüzünün en alçak yeri olmadığını söyleyerek kafa karıştırıyorlar.

İkinci nokta: Onların dilinden ifade edersek şöyle diyorlar: “Her şeyi bilen Tanrı neden tam bir tarih vermek yerine, 3-9 yıl arasında kesin olmayan, belirsiz ve tahmini bir zaman aralığı veriyor?”

Bunun cevabı imtihan dünyasının dekoru. Bu dekorda Allah-insan ilişkisinde kullanılan dil; bu dilde Allah (cc) gelecekte olacakları vaad ediyor. Ama bu vaatlerin ucunu açık bırakıyor. Mesela Allah (cc) yarattığı kainatın ve insanın ömür süresini bildiği halde, bunu bildirmiyor. Allah (cc) yaratılan âyetlerde kullandığı ucu açık dili burada indirilen âyetlerde de kullanıyor.

Peki, bunda amaç nedir? İnsanların imtihanı. Bu imtihanda Allah’ın vaadleri karşısında iman edenler ve inkar edenlerin test edilmeleri.

Bu testte insanlar Allah’a güvenmekle sınanıyor. Bu sınamada mümin olup Allah’a güvenenler, “Bir şeye Allah olacak diyorsa, biz onu olmuş biliriz.” derlerse kazanıyorlar, güvenmeyenler de “Ne zaman gerçekleşecek bu vaad?” diye, Allah’ın vaadini alaya aldıklarında kaybediyorlar.

Özetlersek, Rum sûresinde geçen “Fî bid’isinîne” ifadesi Allah-insan ilişkisinde geleceğe dönük “ucu açık” vaadlerde kullanılan dilin bir örneğidir.

Üçüncü nokta: Bahis şirketlerinde yapılan bahisleri nazara vererek olayı basit görüyorlar. Yukarıda “Sasanilerin Yenileceğini Söylemek Mucize mi?” başlığı altında biz de dünya savaş tarihi hakkında az-çok bilgisi olan her insanın mağlup bir ordunun galip gelebileceğini tahmin edebileceğini söyledik. Bu mümkün ama “dünyada her mümkün olan olmuştur veya olacaktır” diye bir kaide yok.

Bunlar mümkün ama mümkün olmasına rağmen örnekleri yok denilecek kadar az. Yani şunu demek istiyoruz. “Bunu azıcık savaş tarihi bilen insanların da tahmin etmesi de mümkün.” diyenlerin benzer şartlarda yaşanmış örnek göstermesi gerekiyor.

Yani şunu demeleri lazım. “Falan tarihte falan devlet tam da Rumlar gibi mağlup olmuştu. Kendilerini yenen ülkeyi yenme ihtimali sıfıra yakındı, biri çıktı, hem de bir tarih aralığı vererek o yenilen ülkenin, kendini yenen ülkeyi yeneceğini söyledi ve o ülkede yendi.” Burada soru şu var mı böyle biri? Varsa gösterin. Biz yaptığımız araştırmada tarih vermeden tahmin yapanlar gördük768 ama bu sûrede olduğu gibi spesifik bir örnek görmedik.

Dördüncü nokta: Bir kısım ateistler bu konuyu değerlendirirken şöyle diyorlar. “Muhammed bir konuda (haşa) atıyor, attığı tutmadığı zaman da attığını tevil ediyor, attığına mensuh, yeni atacağı şeye de nâsih diyor.769 Bu (Rum-Sasani) konuda da attığı tarih tutmasaydı, mutlaka bir tevil yapar, ona mensuh der olayı kapatırdı.”

Bu iddiayı ortaya atarken de Enfal sûresindeki 65 ve 66. âyetleri delil gösteriyorlar.

Biz ilgili âyetleri burada vereceğiz. Âyetlerdeki parantez içi açıklamalar ateistlerin iddialarına kısmen cevap veriyor. Biz detaylı cevabı Enfal sûresinin tefsirine bırakacağız.

Ayetler şöyle:

65. Ey Nebî! (Gerektiğinde) mü’minleri(moral ve motivasyon açısından yüreklendirerek) savaşa teşvik et. Eğer sizden (ölümü hayattan daha ziyade arzulayan, şehitlik mertebesini her türlü ganimetin üzerinde gören) sabırlı yirmi kişi bulunursa (ölümden korkan, hayatta kalmak için cepheden kaçma dâhil her şeyi yapabilecek) iki yüz kâfire galip gelirler. Eğer sizden (aynı ölçülerde) yüz kişi olursa, kâfir olanlardan bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar (şehitlik gibi bir gayesi olmayan, ölümün hakikatini) anlamayan (dünyevi menfaat için savaşan) bir topluluktur.

66. Allah içinde bulunduğunuz durum itibarıyla sorumluluğunuzu hafifletti. Çünkü sizde (zaman zaman gaflet ve yılgınlık, zaman zaman da aşk, şevk, heyecan ve şehitliği arzulama noktasında) zafiyet olduğunu gördü. (Bu yeni duruma göre) Eğer içinizden (cesur ve) sabırlı yüz kişi olursa, iki yüz kâfiri yenebilir. Bu vasıfta bin kişi de Allah’ın izniyle iki bin kişiye galip gelir. (Bire on, bire iki gibi oranlar görecelidir. Bunun üzerinden verilen mesajların biri de şudur: Siz değişirseniz Allah şartları lehinize veya aleyhine değiştirebilir. Öyleyse sabır ve tahammül gücünüzü sürekli yüksek tutmaya çalışın. Çünkü) Allah (sebepleri yerine getirip) sabredenlerle beraberdir.”

Özetlersek, inanç dekorunda var olan hiçbir mucize, imtihan dünyasının bir gereği olarak gösterildiğinde herkesi iman etmeye mecbur edecek şekilde olmuyor. Biz iman edenler delillerimizi ortaya koyarken, inkar edenler de burada örneğini verdiğimiz türden gerekçeler bulabiliyorlar. Bize düşen burada olduğu gibi delillerin gücünü, gerekçelerin de doğru olmadığını göstermek…

5. Âyet: Allah Nasıl Yardım Eder?

Bu âyet yukarıda bahsedilen mucize bağlamında başlıktaki sorumuzun cevabını veriyor.

Allah’ın yardımı hakkında ilk bileceğimiz şey bu yardım garanti bir yardım değildir. Yani “Ben şimdi yardım istedim, o yardım hemen şimdi kesin gelecek.” Şeklinde bir yardım değildir. Bu tamamen Allah’ın dilemesine bağlıdır. Genelde geliş şekline baktığımızda, bu yardımlar hiç beklenmedik anda, hiç umulmadık bir yerden gelebiliyor. Gelirken de hiç tahmin edilmeyen şeyler vesile olabiliyor veya geç geliyor veya hiç gelmiyor. Bu konulara Tefsir Usulümüzde (28) Dua Yasasında değindik.

Bu açıklamalardan sonra buradaki yardıma bakarsak, 7. yıl Müslümanların Mekke’deki en zor yıllarına; boykotun başladığı zamana denk geliyor. Böyle bir zamanda ilk iman eden Müslümanlardan “Mevcut vahiy tecrübenizden yola çıkarak, böyle bir ortamda ne tür âyetler iner?” diye bir tahminde bulunmaları istenseydi, ilk tahminleri ya sabır konulu âyetler ya da geçmişte benzer sıkıntıları yaşamış peygamberlerin kıssaları olacaktı…

Ama “Rumlar yenildi ve yenecek.” şeklinde bir âyeti tahmin etmek çok zordu. İşte bu yönüyle böyle bir zaman diliminde Allah’ın yardımı sürpriz olarak geliyor. O günlerde Ehli kitabı temsil eden Rumların putperestlere mağlubiyeti müşriklere moral üstünlük verirken, bu âyetler moral üstünlüğü Müslümanların lehine çeviriyor. Müşrikler bu olayın sonuçlarının kendilerini haklı çıkaracağını beklerken, tam tersi bir sonuçla karşılaşıyorlar.

Özetlersek, bu ve benzeri birçok âyet, hayatın olağan akışı içinde Allah’ın yardımının nasıl geleceği konusunda bizlere fikir veriyor.

Azîz ve Rahîm Esması Üzerinden Verilen Mesaj

5. âyet bu iki esma ile bitiyor. Bu isimler geldikleri yerlerde akla gelecek sorulara cevap veriyor. Burada sorular şunlar: Bu kadar zor şartlarda aleyhte görünen bir durum lehe dönüşebilir mi? Allah bu yardımı niçin yaptı?

6. Âyet: “Allah Vaad ettiyse Olmuş Bilin”

Bu âyet ve benzeri âyetler yukarıda “Fî bid’isinîne” hakkında yaptığımız açıklamaların referansı oluyor. Bu âyet, bu âyetin indiği günlerde “Acaba bu kadar büyük bir mağlubiyet yaşayan Rumlar galip gelebilir mi?” şeklinde akla gelecek soruya: “Allah diyorsa olmuş bil” cevabını veriyor.

“İnsanların Çoğu Bilmez”

6. âyetin bu bölümü, yukarıda yaptığımız açıklamaların referansı oluyor. Âyetin bu bölümü bize dolaylı olarak şunu diyor: Bu dünya imtihan dünyası. Buranın kendine özgü bir dekoru var. Bu dekor içinde insanlar hangi mucizeyi görse, içlerinden onu inkar edenler mutlaka olacak. Hatta çoğunlukta olacak. O yüzden inanırken ve taraf seçerken parmak hesabı yapmayın, sayısal çokluğa da bakmayın. Sürü olmayın. Birey olun ve aklınızı kullanın.

7. Âyet: Basiret: Görünenin Arkasını Görmek

Basiret kavramı hakkında daha önce bilgi vermiştik.770 Bu âyette “Onlar” derken kastedilen 6. âyetin sonundaki “çoğunluk.”

Dünya ortalamasında insanların çoğunluğunun avam (bilgi seviyesinin düşük) olduğu bilinen bir gerçek. Bu insanların en büyük özelliği görüneni görmeleri, görünenden sonuca gitmeleri, hatta bazen “ben gördüğüme inanırım, görmediğime inanmam” demeleri ve buna bağlı olarak bir sürü psikolojisiyle hareket etmeleridir.

Bu âyet, burada gelmekle bize Mekke özelinde yaşanan bir örnek üzerinden bu konuyu anlatıyor.

Mekke’de peygamberliğin 7. yılında Allah’ın bir vaadi var. Bu vaatte bahsedilen konunun dış yönüne bakanlar, iki imkansız görüyor;

7. âyet, 6. âyetteki çoğunluğu kastederek onların dünya hayatının dış yönüne baktıkları için zahire (gördüklerine) göre karar vereceklerine işaret ediyor.

7. âyetin ikinci bölümü olan “Ahiret konusunda ise tamamen gaflettedirler.” ifadesinde ilginç bir durum var. Âyetteki ahiret kelimesi ilk olarak kıyamet sonrası yaşanacak zamana işaret ediyor gibi. Ama ahiret kelimesine sözlük anlamından bakarsak, “ahir” son demek. Yani öncesinde “son”dan bir önce var. Bu manayı dikkate alırsak, 6. âyetin sonunda işaret edilen çoğunluk hem dünyada yaşanan hadiselerin sonuçlarından gafil, hem de dünya hayatından sonra gelecek olan ahiret hayatının sonuçlarından gafil. Ahirette onları bekleyen kötü sonun sebebi de dünyadaki bu gafletleri oluyor.

8-27 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

8. Âyet: Bağlam ile Birlikte Okuma

Önceki âyet grubunda 4. âyette geçen “Fî bid’isinîne” ifadesi nedeniyle “Ateistlerin İddiaları” başlığı altında Allah-insan ilişkisinde öne çıkan dile dikkat çekmiş ve ucu açık bir dil kullanıldığını ifade etmiştik.

Bu âyette Allah’ın yaratılan her şeye muayyen bir süre vermesinden bahsediliyor. Bu sûrenin en büyük özelliği, ne zaman biteceğinin belli olmaması. Biz insanlar için konuşursak, geldiğimiz bu dünyadan 1-80 yaş arasında, bize verilen tahmini süre içinde her yaştan gitme ihtimalimiz var.

Buna “yasa” dersek, bu yasada tam olarak bir tarih verilmiyor. Allah-insan diyalogunda dil bu yasayı göre şekillendiği için “Fî bid’isinîne” örneğinde net bir tarih verilmemesi bu yasanın gereği oluyor.

Bağlama dikkat çektikten sonra aşağıdaki başlıkla devam edelim.

Ön Bilgi: Âyette Geçen “bi’l-hakki” Kelimesi

Hak kelimesi Kur’an’da 287 defa geçiyor. 8. âyette geçen “bi’l-hakki” formu, toplam “hak” kelimesi içinde 50 defa geçiyor. Geçtiği yerlerinin 10 tanesinde bu âyette olduğu gibi gaye/amaç anlamında kullanıyor.771

İniş sırasından yaptığımız bir okumada gaye/amaç anlamında kullanıldığı ilk âyetin Rum sûresinin 8. âyeti olduğunu görüyoruz. O yüzden burada varlığın gayesi/amacını konusunu öne çıkaracağız.

Her “Var”ın Bir Gayesi Var

Var772 olanları üçe ayırırsak,

Bu tasnifte (sınıflamada) karşımıza üç gaye çıktı. Bu gayelere tek tek değineceğiz. Şimdi şu soru ile konuya devam edelim.

Allah’ın Gayesi/Amacı Nedir?

Bu soru çok farklı konuları içine alan bir soru. Biz bu soruda bir alan daraltması yapacak konuyu Allah’ın her varlığa gaye vermesiyle sınırlayacağız.

Şimdi soruya bu alandan bakalım ve başlıktaki sorunun cevabını verelim. “Allah” demek, “anlam” demektir. Yani Allah’ın (cc) anlamsız, (mantıksız/saçma/gereksiz) hiçbir şey yapması mümkün değildir.”

Bizim Allah’a bir şekilde doğada yarattığı ve dinde hüküm olarak koyduğu her şey için “Ey Rabbimiz! Böyle yapmakla, böyle emretmekle amacın/gayen/hedefin nedir?” şeklinde bir soru sorma imkanımız olsaydı, Allah’ın (cc) vermeyeceği cevap kesin olarak şu olacaktı: “Yarattım ama bir amacım yok, öylesine yarattım. Emrettim ama gerekçesini bilmiyorum, öylesine emrettim.”

Neden bu kadar net konuşuyoruz? Çünkü Allah (cc) bize kendini Alîm, Hakîm ve Hak olarak tanıtıyor. Kendini böyle tanıtan birinin gayesiz bir şey yaratması, yarattığı ve emrettiği işler için makul bir gerekçe açıklayamaması imkansızdır.

Buna bir ön kabul dersek, bilim insanları bu ön kabule göre şekil almışlardır. İstisnalarını görmedik ve duymadık ama bu dünyada dini alanı dışarıda tutarsak, hiçbir bilim insanı yaratılan hiçbir şey için “gereksiz ve boşuna yaratıldı” dememiştir; “yaşadığımız asırda sahip olduğumuz bilgi seviyesiyle tam olarak anlamıyoruz” demiştir ama “biz anlamıyorsak bunun yaratılışı saçma” dememiştir.

Biz Müslümanlar bu ontolojik gerçekten yola çıkarak şunu kabul ederiz: “Atomdan, hücreye, hücreden güneşe yaratılan âyetleri gayesiz (amaçsız, hikmetsiz) yaratmayan Allah’ın kurallarını koyduğu İslam dininde neyin yapılmasını istiyorsa, onun mutlaka makul bir gerekçesi vardır. Aksi imkansızdır.”

Bu tespitten sonra yaratılan varlıkların gayesine gelelim.

İnsan Dışındaki Varlıkların Gayesi

Allah (cc) her şeyi gayeli yaratınca, insan dışındaki varlıklardan gayesi olmayan hiçbir varlık yok ama bizim henüz varlık gayesini anlayamadığımız şeyler olabilir. Anlamadığımız şeyler bundan 5000 yıl önce çok fazla iken, ilimlerin gelişmesiyle “Hâ demek ki bu gereksiz değilmiş. Demek ki şu fayda için yaratılmış.” diyoruz.

Bizim fayda olarak nitelendirdiğimiz bu olguyu Kur'an, fıtratın gereğini yerine getirme anlamında tesbih, secde ve teslimiyet olarak ifade etmektedir.773 Yani, her varlık yaratılış amacına uygun hareket etmektedir.

Bu hareket üzerinden insana verilen mesaj şu: “Ey insan! Değer sıralamasında senden aşağıda olanların bile bir varlık gayesi varsa, senin de mutlaka bir varlık gayen var. Onu bul ve ona uygun yaşa.”

Burada önümüze çıkan sorular şunlar:

İnsanın Varlık Gayesi Nedir? İnsan Varlık Gayesini Nasıl Bulur?

Önce şunu ifade edelim, insan doğası/donanımı gereği her yaptığını (doğru-yanlış, helal-haram fark etmez) bir amaç için; bir gerekçeyle yapar. Mesela yüz farklı iş yapan insana aynı anda “Bu yaptığını niçin yapıyorsun, amacın nedir?” sorusunu sorsak, aklı ve mantığı olan hiçbir insanın “Bilmiyorum, öylesine yapıyorum” deme ihtimali aklın ve mantığın çalışma yasasına göre sıfırdır. “İnsanlar zevkine, keyfine, öyle canım istedi, kendimi eğlendirmek, mutlu etmek istedim.” diyebilir ama “bunu yapma amacım yok” demez.

Bunun yanında hayatın olağan akışında aktif olan yasalar her insanı gaye/amaç edinmeye zorlar. İstisnaları olmakla birlikte, mesela sağlıklı beslenmek, iyi bir eğitim almak, iyi bir meslek sahibi olmak, iyi bir insan olmak, başarılı olmak, zengin olmak… hemen hemen her insanın hedefidir.

Yani insan gayesiz olamaz. İyi kötü, doğru yanlış mutlaka bir gayesi olur. Burada önemli soru şu “İnsan varlık gayesini nasıl bulur?”

Bu sorunun cevabına birbiriyle bağlantılı aşağıdaki beş nokta üzerinden gidelim.

Birinci Nokta: İnsan Ölümsüzlüğü Arzular

İnsan beden ve ruh, madde ve manadan oluşan iki boyutlu bir varlıktır. Bedeniyle sınırlı/ölümlü iken, ruhuyla sınırsız/ölümsüzdür. Sınırsız/baki sınırlı/faniye sığmayacağı için, insan bu fani dünyada beka arar. Bu arayışın adı ölümsüzlüğü arzulamaktır.

İnsan bu dünyada çok şeye (servete) sahip olduğunda, ölümle ondan ayrılması zor gelir. Bu zorluk onu ölümsüzlüğü aramaya iter.774 Bu arayışla insanoğlu daha sağlıklı yaşayacak şekilde ömrünü uzatma yollarını bulsa bile ölümsüzlüğü bulamayacak. Neden çünkü, ölümsüzlüğü/sınırsızlığı aradığı dünya/kainat ölümlü/sınırlı. O yüzden ölümlünün içinde ölümsüzlüğü, sınırlının içinde sınırsızlığı arayan insanlar bu dünyada varlık gayelerini bulamazlar. Bulamamanın insana mesajı şudur: Sen buralı değilsin, sen burası için yaratılmadın.

İkinci Nokta: Varlık Gayesini Bulmak İçin Tefekkür

8. âyetin Arapça metni “kendi kendilerine hiç düşünmediler mi anlamına gelen “Eve lemyetefekkerû fî enfusihim” sorusu ile başlıyor.

Bu soru bize şunu diyor: Varlık gayesini bulmak için düşünmek gerekiyor.

Düşünelim, kendimizi bir robot olarak farz edersek, üretici firma bize hangi özelliği vermişse, dışımızda o özelliğin karşılığını var etmiştir. Mesela görme özelliği vermiş, o özelliğin aktif olacağı güzel bir ortam inşa etmiş. Kulak için sesleri, dil için tatları, burun için kokuları, akciğer için havayı, mide için gıdaları var etmiş.

Robot örneğinin hakikatine gelelim, görmeye, duymaya, tatmaya istek ve ihtiyaç dersek, bu isteklerimizin fazlasıyla karşılandığını görüyoruz.

Bizim bu isteklerimizin yanında -yukarıda birinci noktada ifade ettiğimiz gibi- ebedi yaşama, ölmeme gibi çok büyük bir ihtiyacımız da var.

Burada soru şu: Ebedi yaşamaya kıyasla çok geride kalan ihtiyaçları fazlasıyla karşılayan Allah’ın onlara göre çok daha önemli bir ihtiyacı karşılamaması mümkün mü?

İşte bu noktada Allah’ın Hakîm ismi öne çıkıyor ve şunu diyor: Her şeyi hikmetli yaratan Allah’ın böyle bir şey yapması imkansızdır.

Bu tespitimizi hayatın içinden örneklendirelim.

Bir çiftçi düşünün, bahçesindeki elma ağacının iyi bir elma meyvesi vermesi için gereken bütün ihtiyaçlarını karşılıyor ama meyveler olduğunda pazara götürmek yerine, onları çöpe atıyor.

Bu örneği üretilen ve üretildikten sonra pazara sürülmek yerine imha edilen bütün ürünler için düşünebiliriz.

Şimdi dünyada normal şartlarda aklı başında hiçbir insanın yapmayacağı bu saçmalığı, her şeyi hikmetli yaratan Allah yapar mı?

Bu dünyada donanım olarak bütün varlıklardan üstün yarattığı insanın her türlü ihtiyacını karşılayan Allah, o insanın en büyük ihtiyacı olan ebedi yaşama ihtiyacını karşılamaz mı? Kabri bir çukur yapar, onu oraya çürümesi için atar mı?

Üçüncü Nokta: Tefekküre Devam

Varlık gayesini arayan insan elindeki paraya baksın. Normal şartlarda bütün insanlar elindeki parayı harcayacağı zaman onun satın alma gücüne denk bir ürün arar ve o parayı o ürüne verir. Varsayalım insan elindeki 500 lirayı 50 liralık bir ürüne verdi bunun avamca ifadesi büyük kazık yemektir. 300 liralık ürüne verdiğinde zarar etmektir. 600 liralık bir ürüne verdiğinde bunun adı kar etmektir.

Burada soru şu elindeki parayı harcarken zarar etmekten kaçınan insan kendini; ömrünü/hayatını/vaktini nasıl harcamalı? Hiçbir maddi değerle ölçülmeyecek bu hayatın ederi/dengi nedir?

Bu hayatın ederi bu dünyada yoktur. Çünkü bu dünyada ele geçen her şey elden gidecektir. Öyle ise hayatın ederi ele geçince elden gitmeyen bir şey olmalıdır. Bunun adı da Allah’ın rızasıdır.

Evet bu tefekkürlerin ardından konuyu toparlarsak, Allah (cc)âyette ifade edildiği gibi her şeyi belli bir amaç belli bir gaye ile yaratmıştır insanı da O’nun rızasını kazanma gibi büyük bir gaye ile yaratmıştır.

Onu kazanmanın yolu kendini gerçekleştirmektir. Fıtrat adını verdiğimiz donanımla alt sınırdan başladığı bu dünya hayatında vahyin rehberliğinde peygamberin örnekliğinde üst sınıra, kıvama, insanı kamil olma yoluna koyulmasıdır.775

Özetlersek, bu konu geniş bir konu, burada bu konuya birkaç noktada değindik, gelecek âyetlerde konunun farklı yönlerine değineceğiz.

Âyetin İkinci Bölümü

Yukarıda yaptığımız açıklamalara âyetin birinci bölümü dersek, âyetin ikinci bölümü şöyle: “…İnsanların birçoğu Rablerinin huzuruna çıkacaklarını inkâr ediyorlar.”8. âyetin bu bölümüyle 6. âyetin “Allah sözünden caymaz; fakat insanların çoğu bilmezler.” bölümü arasında bir benzerlik var.

Orada Allah’ın vaadine insanların çoğunun inanmayacağı vurgulanırken burada maalesef insanların çoğunun ahireti inkar edeceğine, hayatı dünya hayatından ibaret bilerek varlık gayelerini unutacaklarına işaret ediliyor.

Ayetin ikinci bölümü dünya genelinde bütün zamanlarda çoğunluğun fotoğrafını verirken, ahirete iman edenlere de dolaylı bir mesaj veriyor: “Ben Müslümanım diyenler için ahireti inkar uzak bir tehdit ve tehlike olurken, ona “var” dediği halde o yok gibi, onu unutarak yaşamak çok ciddi bir yakın tehdit ve tehlikedir.”

9. Âyet: Gücünüz Allah’ın Yasaları Karşısında Aciz Kalacak

Ayet Bu âyet, 8. âyetin devam olarak geliyor ve “tefekküre devam edin” diyor.

Tefekküre etmek için yeryüzünü bütün asırları, bütün mekanları kapsayacak şekilde hayalen dolaşıyor ve şunu görüyoruz. Hiçbir asırda hiçbir mekanda ölüm öldürülememiş. İnsanların ömrü biraz uzamış ama hiç kimse ölümü durduramamış. Her gelen gitmiş, her başlayan bitmiş.

Asırlar birbirini takip etmiş, her asırda gelenler, bir önceki asra göre ilim ve teknolojide daha ileri olmuşlar, daha güçlü medeniyetler kurmuşlar ama Allah’ın değişmez yasaları karşında aciz kalmışlar.

Bu değişmez yasaların bütün asırlara verdiği değişmez mesaj şu: “Ey insan! Bu fani dünyada fani olan hiçbir şey sana gaye olamaz. Onları kendine gaye yapman, 1 ton altın verip 1 gram bakır almaya benzer. Gel vahiyle peygamberle önüne konulan açık delillere kulak ver. Gel kendine yazık etme.”

10. Âyet: Ey Müşrikler Siz de Sasaniler Gibi Yenileceksiniz

Bu âyetteki müşrikler Mekke’nin müşrikleri. Yani karınca kadar gücü olan ilk Müslümanlar karşısında fil gibi duran oligark yapı.

3. âyette Kur’an nasıl “Rumlar yenecek” dediyse 10. âyette de aynı anlama gelecek bir ifadeyi dolaylı olarak şöyle ifade ediyor: “Bugün Müslümanlara kötülük yapan, bunları yaparken güce tapan, bunları yaparken işin sonunun nereye varacağını düşünmeyen o müşriklerin sonu kötü olacak. Yani bugün ezmek için her şeyi yaptıkları insanlar karşısında yenilecekler. Ezmek istedikleri onları ezmeyecek. Onlara insanlık dersi verecek.”

11-16 Âyet: Bağlam ile Birlikte Okursak

Önceki âyetler bu âyetlere zemin hazırladı.

Bu bağlamın verdiği mesajlardan biri şu: “Allah’ın dünyadaki vaatleri nasıl gerçekleşecekse bir gün ahiret vaadi de gerçekleşecektir. O diyorsa olmuş gibi iman eden.”

Sonuç Eğitimi

Bu âyetler, Kur’an’da çokça karşımıza çıkan ve kendisi üzerinden tercihlerimizin sonuçlarıyla bizi yüzleştiren, o yüzleşmede bize sonuç eğitimi veren ahiret âyetleri olarak geliyor ve bize şu evrensel mesajı veriyor: “Ey insan! Dünyadaki geçmişin ahiretteki geleceğini belirleyecek. O yüzden Yaptığın iyiliklerle dünyanı cennete çevirirsen seni cennet bekleyecek, yaptığın kötülüklerle dünyanı cehenneme çevirirsen seni cehennem bekleyecek. Karar senin…”

17-18 Âyet: Tesbih ve Namaz Vakitleri

Kur’an’da en fazla geçen kavramlardan biri de tesbihtir. Kur’an’daki anlatımları betimlersek (sözle resmedersek) kainat insan-ı kübra (büyük insan) olur. Bu insan ontolojik olarak Müslümandır. Var olduğu günden beri istediğini değil, istenileni (verilen görevi) yapar. Bu açıdan bakıldığında kainatın dini İslam’dır. Kainatın bu özelliği Kur’an’da tesbih, secde ve teslimiyet gibi üç kavramla anlatılır.776

Buradaki âyetlerin benzeri daha önce Kaf (39) ve Tâhâ (130) sûrelerinde geçmişti. Burada onlara ilaveten namazın farklı bir yönüne değineceğiz.

Namazın Kainatla Senkronize Edilmesi (Namaz Tesbih İlişkisi)

Kur’an’da tesbih kelimesinin (İsra 44’de olduğu gibi) bazen zamandan bağımsız bazen de belli bir zaman/vakitle birlikte kullanıldığını görürüz.

Vakte bağlı kullanıldığı altı yerde genelde, “Allah’ı tesbih et” manasında “vesebbih bil’aşiyyivel-ibkâri” sabah ve akşam vakitleriyle birlikte geçiyor.

Bu âyetlerde ve benzeri birkaç âyette de777 bu iki vaktin yanına öğle, ikindi ve yatsı da ekleniyor.

“Bunun anlamı nedir?” denirse bunun anlamlarından biri şudur: Bir insan-ı kubra olarak kainat her daim namazdadır. Beş vakit namaz kılmak, beş vakit namazdaki o teslimiyet şuurunu her vakte taşımak kainat ile birlikte namazda olmaktır; kainatla birlikte teslimiyet, secde ve tesbih halinde SENKRONİZE (eş zamanlı) uyum halinde hareket etmektir.

Bu şuurla namaz kılan bir Müslüman beş vakit kıldığı namazda kendisini şöyle bir cemaat-i kübra (bütün bir topluluk) içinde hayal edebilir. Kainat mescit oluyor, Peygamber Efendimiz imam oluyor. Peygamberimize kadar gelmiş geçmiş bütün peygamberler ilk safta yerine alıyor. Her asırda peygamberlere tabi olan bütün Müslümanlar peygamberlerin arkasındaki saflarda yerini alıyor. Atomdan-güneşe kadar kainatta yaratılan her şey de insanların arkasındaki saflarda yerini alıyor.

İşte bu cemaati kübra tam bir teslimiyet, secde ve tesbih haliyle namaz kılıyor. İşte namaz böyle külli (büyük) bir mananın zarfı oluyor. Böyle bir namazdaki Subhanallahın, Elhamdülillahın ve Allahüekberin anlamı kainat kadar büyük oluyor. Kur’an böyle bir namazı en büyük zikir778 olarak tarif ediyor.

Bir dua ile özetleyelim: Rabbimiz namazlarımızı bu büyük mananın zarfı eylesin, Rabbimiz bizleri bu büyük manayı fark edenlerden, beş vakit namazda yakaladığı ihsan şuurunu779 her vakte taşıma gayreti gösteren bahtiyarlardan eylesin.

Ön Bilgi: Âyet Kelimesi Hakkında Genel Bir Değerlendirme

Kur’an’da en fazla geçen kelimelerden biri de (382 adet geçen)âyet kelimesidir. Bu 382 kelimenin 12 tanesi “Onun âyetlerindendir” anlamına gelen “Veminâyâtihi” formunda gelir. Bu 12 ifadenin 7 tanesini Rum sûresinde karşımıza çıkar. Onlardan biri hariç altısı 19-25 arası âyetlerde yer alıyor.

Bir noktaya daha dikkat çekelim 21-24 arası âyetlerin baş tarafı “Veminâyâtihi ” ifadesiyle başlarken, son cümleleri O’nun âyetlerinde (düşünenler, bilim insanları/alimler, işiten kulak verenler ve aklını kullananlar için) ibretler/dersler/mesajlar vardır şeklinde biter.

Bu noktalara dikkat çektik çünkü âyetler hakkında daha önce ifade ettiğimiz şu bilgiyi hatırlayalım. Kur’an âyet kelimesini üç farklı şekilde kullanır.

Bu üç âyetin ortak özelliği üçünün de bütün zamanlarda bütün insanları aynıyla benzerini yapma konusunda aciz bırakan mucizeler olmasıdır.

Yani Kur’an’da nerede bir âyet kelimesi görüyorsak, orada şunu çok rahat söyleyebiliriz. O âyet bir mucizedir.

Bu bilgiyi daha önce vermiştik şimdi bu bilgiyi burada nasıl kullanacağımıza işaret edelim.

Burada “O’nun âyetleri” anlamına gelen “Veminâyâtihi ” ifadesini, “O’nun yarattıklarının benzerini bütün insanların yapmada aciz kalacak” şeklinde okuyabiliriz.

Bu hatırlatmayı yaptıktan sonra âyetlerin/mucizelerin tefsirine geçelim.

19-27. Âyet: Yaratılan Âyetlerin Şahitliği

19. âyetten sonra gelen 6âyetin ilk cümlesi “Veminâyâtihi ” ile başlıyor. 19. âyette “Allah’ın ölüden diriyi diriden ölüyü çıkarmasına” da âyet dersek buradaki âyetlerin tamamı yaratılan âyetlerin şahitliğinden bahsediyor. Biz birazdan bu âyetlere bakacağız ama öncesinde şunu bir kere daha ifade edelim: Burada ki âyetler yaratılan tüm âyetleri temsil ediyor; yaratılan âyetlerin ortak şahitliği olan “Allah’tan başka ilah olamaz” gerçeğini bir kere daha ilan ediyor.

Şimdi âyetlere bakalım.

19. Âyet: Âyetin mesajı şu: “Ölüp toprak olduğumuzda nasıl dirileceğiz?” diyorsanız, yeryüzüne bakın. Her kış ölen, her bahar tekrar dirilen bitkiler üzerinde bir düşünün.780

20. Âyet: Bu âyette 19. âyetin mesajına vurgu yapılıyor. Biz bu âyetin işaret ettiği konuyu önceki âyetlerde (Tâhâ sûresi 55) “Yemek Yemek Aslında Element (Toprak) Yemektir” başlığı altında değerlendirdik ve şu mesajı verdik: “Topraktan yaratma her doğan insanla, topraktan gelen besinleri yiyen her insanla her gün devam ediyor.”

21. Âyet: Sadece Burada Geçiyor, O yüzden Özel Bir Âyet

Kur’an’da bazı âyetler var ki, onlar içerik ve ifade olarak Kur’an’da sadece bir yerde geçiyor; 21. âyet o âyetlerden biri.

Bu âyetin şöyle de bir özelliği var. Bu âyet “Kur’an’da aile konusunda ilk başa konacak âyetlerden biri hangisidir?” sorusunun da cevabıdır. Biz aile konusuna Nisa (kadınlar) sûresinde ayrıca yer vereceğimiz için burada bu âyetin sadece anlam sahası içinde kalacak, âyetin önemine binaen yapacağımız tefsirde âyette öne çıkan ifadeleri altı noktada ele alacağız.

Birinci Nokta: “Ve minâyâtihi /O’nun âyetlerindendir”: Âyet böyle başlamakla bize şunu diyor: Bu âyette gelecek her şey Allah’ın varlığının birliğinin delillerindedir.

İkinci Nokta: “ḣalekalekum/Sizi Yaratması”: O sizi yaratmasaydı ve yaratmaya bağlı sizlere ihtiyacınız olan donanımı vermeseydi ne olurdu? O’nun yoktan yaratıp verdiklerini, Ondan başkasının veremeyecek olması, O’nun varlığının en güçlü şahitlerindendir.

Üçüncü Nokta: “minenfusikumezvâcen/Kendi nefsinizden eşler (yaratması)” Bu âyet öncelikle şu mesajı veriyor: Erkek hangi özden yaratıldıysa, kadın da ondan yaratılmıştır. Kadının yaratılışını erkekten aşağı gösteren hiçbir söz Kur’an’dan onay almaz.

Bu âyetin sonunda âyet bizi düşünmeye teşvik ediyor.

Düşünelim, Allah insanı yaratsa ama eş yaratmasaydı, Allah bütün canlıları yaratsa onlara eşler yaratmasaydı, ne olurdu? … Hiçbir canlının türü, nesli devam etmezdi…

Burada eş kelimesi üzerinde de biraz düşünelim. Âyette geçen kelime “zevc”. Bu kelime sağ ayaktaki ayakkabının soldaki eşi gibi. Aynı değil ama ayrı da değil. Bir bütünün iki parçası; biri olmazsa diğer eksik oluyor. Birbirini tamamlıyor. Bu âyeti Allah kadında eksik olanı tamamlamak için erkeği, erkekte eksik olanı tamamlamak için kadını yarattı şeklide de anlayabiliriz.

Dördüncü Nokta: “liteskunûileyhâ/ iç dünyanızda huzur ve dinginliğe kavuşasınız”

Ayette geçen “liteskünü” kelimesi “skn” kökünden sakin olmak, sükun bulmak anlamına geliyor. Bu anlam yakınlık kurma, kaynaşma, huzur ve mutluluk bulma, rahatlama gibi anlamları da içine alıyor.

Bu kısa teknik bilgiden sonra konuya şöyle bir giriş yapalım.

İnsanın iki türlü ihtiyacı vardır.

Bu iki ihtiyaç arasında benzerlikler var; her iki ihtiyaç da karşılanmadığında insan huzursuz olur.

Genelde aile denilen sıcak bir ortama doğduğumuz için yokluğunu ilk anda pek fark etmiyoruz ama hiç sevgi, hiç takdir görmeden, hiç değer verilmeden sürekli yok sayılarak büyüyen bir çocuk/insan hayal edelim. Sonra bunun bir değil, binleri, milyonları bulduğu ülkeleri hayal edelim. Sonra da bunların ortaya çıkaracağı sorunları bir düşünelim…

İşte çoğumuzun yokluğunu yaşamadan büyüdüğümüz bu nimetlerin sunulduğu ortamın adı ailedir. O yüzden Kur’an aileye çok önem verir. O yüzden Kur’an aile birlikteliğine zarar verecek hiçbir eylem ve söyleme onay vermez.

Beşinci Nokta: “vece’alebeynekummeveddetenverahmeten”

Bu noktada iki konuya değineceğiz.

Birincisi âyette geçen “ce’ale” fiili diğeri de meveddet ve rahmet arasındaki fark.

Ce’ale ve halaka fiilleri ikisi de yaratma anlamında kullanılan fiillerden. Allah (cc) âyetin birinci bölümünde halake fiilini, meveddet ve rahmeti anlatırken de ce’ale fiili kullanıyor.

Halaka fiilinde genelde insanın aciz kalacağı yoktan yaratma (veya yaratılandan yeni bir şeyler yaratma) tarafı öne çıkarken, ce’ale fiilinde insan için mümkün olan yapabilme, dönüştürme, geliştirme tarafı öne çıkıyor.

Bu nüansları dikkate alarak âyete baktığımızda, Kur’an’ın insanı yoktan yaratılmasını ve ona manevi donanım verilmesini halaka fiili ile, insana verilen donanım içinde birer çekirdek olarak verilen sevgi ve rahmet/merhamet ahlakının geliştirilmesini de ce’ale fiili ile anlattığını görüyoruz.

“Bunun mesajı nedir?” diye sorduğumuzda: Mesajlardan birinin şu olduğunu düşüyoruz. Âyet bize diyor ki: Ey insan! Allah (cc) senin maddi/fiziki ve manevi tarafını yarattı; göz kulak, el ayak, karaciğer, dalak gibi fiziki tarafının gelişimini kendi üzerine alırken, manevi tarafını çekirdek olarak yarattı onun terbiyesini/geliştirilmesini/inşasını (önce anne-baba, sonra öğretmenler üzerinden) sana bıraktı. Bunları ne kadar çok geliştirirsen, aile yuvanı o kadar çok güzelleştirirsin.

Ayette verilen mesaja dikkat çektikten sonra bir başka noktaya geçelim.

Altıncı Nokta:meveddeten verahmeten” âyetin bu bölümünde bizim sevgi ve şefkat anlamını verdiğimiz “Meveddet ve Rahmet” şeklinde iki farklı kelime kullanılıyor.

Meal, sınırları dar bir çalışma olduğu için, orada izah edemedik. Burada bu iki kelime arasındaki farka dikkat çekmek istiyoruz.

Normal şartlarda gerçekleşen ideal bir evlilikte eşler evlenirken birbirlerinin iki tarafına bakarlar. Bir dış (fiziki güzellik) diğer iç (ahlak; karakter, kişilik, huy, davranış).

Cümlenin başına normal ve ideal kelimelerini koymamızın sebebi evlilikte fiziki güzelliğin yok sayılamayacağına dikkat çekmek. Çünkü normal bir evlilikte eşlerden hiçbiri “Ben evleneceğim kişinin ahlakına bakarım, ahlakı güzel olduktan sonra yaşı 70 de olsa fark etmez.” demez.

İstisnaları bir kenara koyup, buna evliliğin doğası veya realitesi dersek, âyetin bu realiteye dikkat çekmek için iki farklı kelime kullandığını söyleyebiliriz.

Bu bağlamda “vdd” kökünden türetilen meveddet kelimesi fiziksel çekimi, güzelliği de içine alan bir sevgi olurken, “rhm” kökünden türetilen rahmet/merhamet kelimesi ahlak, kişilik, karakter gibi manevi özellikleri içine alan bir sevgi oluyor.781

Yine ideal bir evlilikte, evlilik bu iki sevgi üzerine kuruluyor. Bu iki sevgiye evliliğin motoru diyoruz. Bu motorlardan fiziki özelliklere bakan taraf 50’li yaşlarda yaşlanmaya bağlı olarak geriye giderken, manevi taraf karşılıklı sevgi, paylaşma, fedakarlık, değer verme gibi davranışlarla daha da güçleniyor ve eşler arasında güçlü bir “hukuk” meydana geliyor.

21. âyetin önemini öne çıkaran bu noktalardan sonra, bu âyetle ilgili değerlendirmelerimizi şu başlık altına yapacağımız değerlendirmelerle sonlandıralım.

“Aile Allah’ın Âyeti Oluyor”

Bu tespit bu âyetin ruhu oluyor. Allah aileye çok ama çok önem veriyor. Neden? Çünkü İslam dinine bir medeniyet projesi dersek, Allah o projenin hayata geçmesinde en önemli görevi anne-baba üzerinden aileye veriyor. Aileler, Kur’an ve sünnet ölçülerinde Allah’ın razı olduğu fert ve toplumu üreten birer atölye gibi çalışıyor. Onlardaki kalite toplumun/ülkenin/devletin kalitesi olarak hayata yansırken, onlardaki kalite eksiliği tam tersi bir yansıma olarak karşımıza çıkıyor.

Bugün, adına İslam ülkesi dediğimiz toplumlarda tam tersi bir yansıma varsa, bu sorunun asıl sebepleri aile denilen atölyedeki işçilik kalitesinde aranmalardır.

O yüzden bir Müslüman’ın İslam anlatmaya ve yaşamaya başladığında ilk başlayacağı yer kendisi ve ailesidir. Kendisi ve aile hayatıyla başkalarına örnek olamayanların, İslam’ın insanlığa vaad ettiği huzuru, mutluluğu kendi ailelerinde yaşayamayanların İslam adına insanlara ne verebileceği üzerinden bir kere daha düşünmek lazım.

Özetlersek, 21. âyet bize “düşün” dedi. Biz de yukarıdaki gibi düşündük. Çıkardığımız sonuç şu: Aile, Allah’ın en önemli âyetlerinden biridir. Onu en güzel şekilde inşa etmek her Müslümanın öncelikli görevidir.

22. Âyet: Kur’an’da Bir Kere Geçen Âyet

Rum sûresi ilklerin öne çıktığı bir sûre olmaya devam ediyor. Bu bağlamda 22. âyet de dillerdeki ve renklerdeki farklılığa dikkat çekme noktasında sadece bu sûrede geçiyor.

Ayetin bu özelliğine dikkat çektikten sonra bir başka özelliğine daha dikkat çekelim. Âyet önce bütünü, sonra parçayı, önce küllü, sonra cüzü zikrediyor.

Burada gökler ve yer bütünü, diller ve renkler cüzü temsil ediyor. Bunlar üzerinden şu mesaj veriliyor, bütünü yaratan kim ise, parçaları yaratan da O’dur. Küllü yaratan ilah kim ise, cüzleri yaratan da O’dur. Çünkü bütün bunları Allah’tan başka yaratabilecek ilah yoktur.

Burada soru şu: “Kur’an neden böyle bütün ve parça örneği veriyor?” Cevap: Kur’an bu tür âyetler üzerinden “Atomdan güneşe kadar, kainatta şirke zerre kadar yer yok.” mesajı veriyor.

Bir başka mesaj

Bu âyetler bize şu mesajı da veriyor: Allah (cc) aynı içinde her gün/her an ayrı yaratmaya kadirdir.

Bu şu demek,

“Aynı”lara “bütün” der, “ayrı”lara “parça” dersek, burada da yukarıdaki mesaja vurgu yapılıyor. “Aynı”ları yaratan kim ise, “ayrı”ları yaratan da O’dur. Bu bütünlük içinde şirke asla kat’a yer yoktur.

Gökler, Yer, Diller ve Renkler Birer (Aciz Bırakan) Âyettir

19-25 arası âyetlerin tefsirine başlarken bir ön bilgi vermiş ve orada “Kur’an’da geçen her âyet kelimesiyle kastedilen mucizedir.” demiştik.

O bilgiden yola çıkarak bu âyette geçen gökler, yer, diller ve renkler için de mucize diyoruz.

Kur’an bu mucizeyi indiği 7. asrın bilgi düzeyinden yüzeysel olarak anlatıyor. Bu anlatımın gelecek asırlara mesajı şu oluyor: “Ey insanlar! Kur’an’ın önceliği (Allah-insan ilişkisinde tevhid, iman, nübüvvet, ahiret, ahlak gibi konularda) hidayet rehberi olmaktır. O yüzden bu konuları öne çıkarıyor, insan-toplum ilişkisine dair konular için ölçüler koyup, işaret ediyor. Bilimlerin alanına giren konuların detaylarını, gelişen ilim ve teknolojinin rehberliğinde öğrenmeyi size ev ödevi olarak veriyor.”

Bu mesajı alan bizlere düşen, bu âyetlere günümüzde bilimlerin geldiği noktadan bakmak. Biz bir tefsir çalışmasının çerçevesini aşmadan bu konulara bakıyoruz.

Diller ve Renkler konusu Kur’an’da sadece bu âyette geçtiği için onlara burada bakacağız. Gökleri, korunmuş tavan/atmosferden bahseden Enbiya sûresi 30. âyete, yeri de gökteki yedi kata karşılık yerde yedi kata işaret eden Talak sûresi 12. âyete bırakacağız. Aşağıdaki başlıkla devam edelim

Diller Âyettir782

Kur’an bize “diller bir âyettir” derken, bunu 7. asrın bilgi seviyesinden söylüyor. O söylem bize şunu diyor: Sen bu âyete yaşadığın asrın bilgi seviyesinden bak.

Bakalım. Bakacağız ama baştan şunu ifade edelim. Bu konu bizim uzmanlık alanımız değil. O yüzden vereceğimiz tüm bilgiler bir fikir verme adına yüzeysel ve izaha muhtaç olacak.

Haddimizi bildiğimizi ifade ettikten sonra dillere baktığımızda şunu görüyoruz, Kur’an dillerdeki farklığa işaret ederken, aynı zamanda insandaki konuşma yeteneğine, o yeteneğin aktif olmasına sebep olan donanıma da işaret ediyor.

İşarete bakalım. Biz Türkler Türkçe konuşuyoruz. Bizim dilimizde ağaç diye bir kelime var. Bu kelime bizim ağzımızdan çıktığında soru şu: Bu kelime hangi aşamalardan geçerek çıktı? Şimdi buna bakalım.

Karşımızdaki kişi bizim ağzımızdan çıkan ağaç sesini duyduğunda o ses çıkarken saniyeler içinde bizim içimizde eşgüdümlü olarak bütün bunlar ve daha fazlası oluyor. Bizden çıkan şeyleri duyan kişide de duyma ve anlama eylemi yine böyle bir donanıma bağlı oluyor.

Peki bütün bunları anladığımızda ne oluyor? Dillerin, konuşmanın aynıyla benzerini yapma noktasında âyet/mucize olduğunu anlıyoruz.

Özetlersek, 7. asrın insanı bu âyeti duydu ve anladı, 21. asrın insanı olarak bizde duyduk ve anladık. Lafız aynı ama anlam, anlama kapasitemiz arttıkça artıyor. Biz bu artışı mealimizde “Kur’an lafzıyla 23 yılda inen, manası ile kıyâmete kadar inmeye devam edecek olan bir kitaptır.” cümlesiyle ifade ettik.

Özetlersek, Kur’an dillerden bahsederken, aslında dolaylı olarak insanın içindeki donanıma da işaret ediyor. İşaret edilen yere baktığımızda dillerin ürettiği anlamın arkasında eşsiz bir donanım görüyoruz ve buna âyet/mucize diyoruz.

Renkler de Âyettir

Renklerin âyet/mucize oluşunu anlatırken alışılmışın dışında bir yol izleyeceğiz. Bu yolda 'Kur'an neden insan sözü olamaz?' ve 'Kur'an'ın benzeri neden yazılamaz?' gibi soruların cevabını da vermeye çalışacağız.

Kur'an'ın benzerini yazmaya kalkışan biri, Rum sûresi 22. âyeti "Renkleri farklı farklı yaratmam benim âyetlerimdendir." şeklinde yazabilir mi?” Elbette, okuma yazma bilen herkes bu cümleyi yazabilir.

Ancak burada çok önemli bir nokta var: Kur'an'ın benzerini ortaya koymak, sadece kelimeleri sıralamak değil, o cümlelerin ifade ettiği yaratma eyleminin faili olmaktır. Yani, yazdığınız her cümlenin arkasındaki bilgiye, güce ve iradeye sahip olmanız gerekir.

Örneğin, renkleri farklı yaratmak için, insanın iç dünyasında şu muhteşem süreçleri yaratmak gerekir:

Ve dahası... Bunlara "renklerin oluşması için bedenin iç tarafında olanlar" dersek, işin bir de dış tarafı var. "Renkleri farklı farklı yaratmam benim âyetlerimdendir." cümlesinde kendisini özne olarak yazan kişinin şunları da yaratması gerekiyor: Bilim insanlarına göre renkleri görmemizin hikayesi şöyle:

Bu bilgileri daha da çoğaltmak mümkün. Biz bunların fikir vereceğini düşünerek, bu bilgilerin mesajına geçiyoruz.

Bu bilgiler bize diyor ki, 22. âyeti "Renkleri farklı farklı yaratmam benim âyetlerimdendir." diye okuma yazma bilen her insan yazabilir. Ama orada yazan renkleri; renklerle bağlantılı olan güneşi, gözü, deriyi ve genleri içine alan, birbiriyle bağlantılı onlarca şeyi yaratmada bütün insanlar aciz kalır.

Bütün insanların aciz kalması, başta sorduğumuz “Kur'an neden insan sözü olamaz?” ve Kur'an'ın benzeri neden yazılamaz?” sorularının da cevabı oluyor.

Özetlersek, Kur'an bize “7. asırda inen ve bilimsel konulara işaret eden âyetleri kendi çağınızda ilimlerin geldiği seviyeden okuyun.” diye ev ödevi veriyor. Biz de o ödevi yerine getirme adına burada bir örnek sunduk. Bu örneğin Kur'an'da bilimsel konulara işaret eden bütün âyetler için uygulanabileceğini söyleyerek bu âyet hakkında yaptığımız açıklamalara nokta koyuyoruz.

NOT: Renkler Hakkında Önemli Bir Bilgi

Biz burada renkler konusunu insanla sınırlı tuttuğumuz için çok kısa anlattık. Bir de hayvanlar, bitkiler dağlar ve topraklar var.783 Mesela hayvanlardan bukalemun, ahtapot, kalamar, mürekkep balığı, bitkilerden bir asma türü olan chameleonvine ve duyarlı mimosa gibi renkten renge girenler var. Bunlar hakkında araştırmayı okuyucularımıza bırakıyoruz.

23. Âyet: Uyumak Bir Âyet (Mucize) mi?

Bu soruya cevap vermeden önce bir insan bedeninde uyuma işinin nasıl olduğuna bakalım.

Varsayalım Akşam saat 22.00 oldu. Beynimizdeki biyolojik saat, "suprakiasmatik çekirdek" olarak bilinen bir bölge tarafından kontrol ediliyor. Bu çekirdek, gün ışığının azalmasıyla birlikte uyku hormonu olarak da bilinen melatonin hormonunun salgılanmasını tetiklemeye başlıyor. Bundan sonrasında uyku geliyor ve biz uykuda derinleşmeye başlıyoruz. Bu derinleşmeye 1, 2, 3 şeklinde sıralanan NREM evreleri deniyor.

Gece Boyunca: NREM 1, 2 ve 3 evreleri döngüsel olarak tekrarlanıyor. Her döngü yaklaşık 90 dakika sürüyor. Gece boyunca, 4 ila 6 REM uyku evresi de yaşarız. Bu evrelerde rüyalar görürüz ve beyin dalgalarımız uyanıkken ki kadar hızlı hale gelir. REM uyku evreleri, hafızanın pekiştirilmesi, öğrenme ve duygusal düzenleme gibi önemli işlevler için gereklidir.

Sabah: Uyku evrelerinin sonunda, NREM 1 evresine geri döneriz ve yavaş yavaş uyanırız. Göz kapaklarımız açılır ve uyanıklık hissi geri döner.

Peki “Biz uyurken bedende ne oluyor?” dersek: Şunlar oluyor.

Bu açıklamalardan sonra gelelim, başlıktaki soruya, bizim özetlediğimiz ama işin uzmanları tarafından çok daha detaylı olarak anlatılabilecek olan uyku bir mucize mi?

Bu soruya bir soruyla cevap verelim. Allah, insan dahil bütün canlıları uyuma özelliği olmadan dünyaya gönderseydi ve bütün canlılara uyama özelliğini monte etmeyi insanlara bıraksaydı insanlar bu iş karşısında aciz kalır mıydı? Mesela “Beyinde “suprakiasmatik çekirdek" bölgenin ve melatonin hormonunun eksikliğini fark edip bunu yoktan yaratıp oraya yerleştirebilir miydi? Uykunun insan bedenine verdiği faydayı verebilecek başka bir alternatif yaratabilir miydi?” gibi sorulara “Hayır, bu konuda bütün insanlar aciz kalır.” dediğimizde uykuya mucize demiş oluyoruz.

Kişinin Rızkını Araması Bir Âyet (Mucize) mi?

Ayette bizim “Allah’ın lütfundan (nasibinizi) aramanızdır.” manası verdiğimiz ifade orijinal metinde “vebtiġâukumminfadlihi” şeklinde geçiyor.

Kur’an rızkın aranmasını da bir âyet/mucize olarak anlatıyor. Bakalım mucize mi?

Daha önce bu sûrenin 8. âyetinin tefsirinde “İkinci Nokta: Varlık Gayesini Bulmak İçin Tefekkür” başlığı altında anlattık, insan iç dünyasında donanım olarak hangi ihtiyaçlarla yaratılmışsa, o ihtiyaçlar onun dışındaki dünyada da yaratılmıştır. Bu yaratılanlara biz hayvanlardan ve bitkilerden gelen gıdalar diyoruz.

İnsanın bedenindeki bütün ihtiyaçların dünya denilen geniş sofrada yaratılması bize şu mesajı veriyor: İnsanı bu ihtiyaçlarla yaratan kim ise, o ihtiyaçların karşılandığı geniş dünya sofrasını yaratan da odur.

Bu kısa açıklamadan sonra başlıktaki soruya gelirsek, soruya yine soruyla cevap verelim: Allah insanı ihtiyaçları ile yaratsaydı ama o ihtiyaçların karşılandığı bir dünya sofrasını onun önüne koymasaydı, insanlar havadan suya, sudan güneşe, ottan ete, süte, meyveye sebzeye bütün ihtiyaçlarını yoktan yaratabilir miydi? Bu soruya “hayır” dediğimizde başlıktaki sorunun cevabı şu oluyor: Evet insanın Allah’ın yarattığı gıdalara ihtiyaç duyması ve o ihtiyaçların dünya denilen sofrada karşılanması dünya büyüklüğünde büyük bir âyettir/mucizedir.

24. Âyet: Şimşek, Yağmur ve Ondan Öncekiler Âyet (Mucize) mi?

Burada âyet bize parçaları gösteriyor. Bu parçalara bütün içinden bakarsak.

Yağmur âyeti bundan sonra devreye girer.

Bu sıralamaya zincir dersek bu sıralamada Güneş, rüzgar, bulutlar, gök gürültüsü, şimşek, yağmur ve yerçekimi âyetleri karşımıza çıkıyor.

Yani dünyanın bir yerinde yağmur yağacaksa, bizim burada çok kısa özetleyerek anlattığımız hava olayların olması gerekiyor.

Baştaki soruya gelirsek, ona da soruyla cevap verelim. Bütün bunları Allah yaratmasaydı, insanlar bütün bunları yaratabilir miydi? Bu soruya da “hayır” dediğimizde bütün bunlara âyet/mucize demiş oluyoruz.

Burada âyetin metninde kendisinden “berk” olarak bahsedilen şimşeğe dikkat çekmek istiyoruz.

Şimşek yerin ve göğün çok önemli bir ihtiyacını karşılıyor. Şöyle ki;

Şimşek, azot moleküllerinin oluşmasına yardımcı olur. Atmosferde bulunan azot ve oksijen molekülleri, şimşeğin oluşturduğu yüksek enerjili elektrik sayesinde birleşerek azot oksitleri oluşturur. Bu azot oksitleri yağmurla toprağa ulaşarak bitkiler tarafından kullanılabilir hale gelir. Bitkiler için gerekli olan azot, protein sentezi ve büyüme için önemlidir.

Şimşek, ozon tabakasının onarımına katkıda bulunur. Yıldırım düşmesi, atmosferdeki azot oksitlerini artırır. Bu azot oksitleri, ozon tabakasının zararlı UV ışınlarını absorbe etmesine yardımcı olan ozon moleküllerinin oluşumuna katkıda bulunur.

Şimşek, topraktaki elektrik dengesini sağlar. Atmosfer ve yer arasındaki elektrik dengesinin korunması için yıldırımlar önemli bir rol oynar.

Bu açıklamalar şimşeğin de bir âyet/mucize olduğunu gösterirken, Allah’ın yarattığı her şeyi hikmetli yaratmasına da şahit oluyor.

25. 26. Âyet: Göğün ve Yerin Duruşu ve Boyun Eğmeleri Âyet (Mucize) midir?

Kur’an göğün ve yerin duruşunu ve boyun eğmesini 7. asrın bilgi seviyesinden anlatıyor. Göğün ve yerin duruşunu “kâme” fiiliyle anlatırken bunların boyun eğmesini de gönülden itaat etme anlamına gelen “kânitûn” kelimesiyle anlatıyor.

Biz bu iki fiile sembolik bir anlam yüklersek, Kur’an yeri ve göğü ayakta duran bir hizmetçiye benzetiyor. Bu hizmetçi gönüllü olarak insana hizmet ediyor ve ona hal diliyle “Bir emriniz var mı sayın halifem?” diyor. Halifenin fıtri duası bir emir oluyor ve hizmetçiler insana ihtiyaçlarını sunuyorlar.

Kur’an’ın bu konuyu o asrın bilgi seviyesinden bu iki fiil ile anlatması, mecazi bir anlatım.

21. asırdan baktığımızda, biz bu işin hakikatini Fatır sûresinde 41. âyetin tefsirinde “Kâinatı Ayakta Tutan Kuvvetler” başlığı altında anlattık. Oraya bakıldığında başlıktaki sorunun cevabı da “evet” olduğu görülecek.

27. Âyet: Kur’an’ın Yaratılan Âyetlerden Bahsetmesindeki Temel Sebep

“Kur’an’ın baştan sona insanın maddi ve manevi tarafını da içine alacak şekilde sürekli atomdan güneşe yaratılan âyetlerden bahsetmesi en temelde iki şey içindir. Biri tevhit diğeri ahiret. Yani bütün yaratılan âyetlerin öncelikli görevi Allah’ın varlığına şahitlik etmektir. İkinci olarak da başta ahiret olmak üzere O’nun “var” dediği her şeyin varlığına şahitlik etmektir.

Bu âyette de onu görüyoruz. Rum sûresinde buraya kadar olan âyetlerin çoğunda yaratılan âyetlerden bahsedildi. Bu âyette söz döndü dolaştı geleceği yere geldi.

Geldiği bu yerde verilen mesaj şu: Göklerde ve yerde yaratılan her şey Allah’ın sıfatlarına yani sınırsız özellik ve güzelliklerine işaret eder. Başta kudret, ilim ve irade gibi sıfatların sahibi olan Allah’ın vaad ettiği yeniden diriliş mutlaka gerçekleşecektir.784

Bu bölüme burada nokta koyuyor ve yeni bir bölüme geçiyoruz.

Âyette Geçen Önemli Cümle

Ayette “Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar O’nundur.” anlamı verdiğimiz bir cümle geçiyor. Bu cümle çok önemli ve üzerinde derin düşünmeyi gerektiriyor. O yüzden bu cümlenin tefsirini bu manayı daha kapsamlı bir şekilde ifade eden ve Nahl sûresi 60. âyette geçen “En yüce (isim ve) sıfatlar ise Allah’a aittir.” ifadesiyle birlikte tefsir edeceğiz.

28-40 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Ön Bilgi: Âyetle İlgili Bir Not

Bizim mealimizde izlediğimiz bir yöntem var. O yöntem gereğince mealini verdiğimiz âyetleri kaynak dil Arapçadan hedef dil Türkçeye çevirirken bir önceliğimiz var.

Bu öncelik, Türkiye ortalamasında bir dini bilgisi olan hemen her Müslümanın âyetleri anlaması. Önceliğimiz bu olunca âyetin özünü koruyarak, hedef dilde anlaşılır bir meal ortaya koymaya çalışıyoruz.

Eğer böyle yapmasaydık, bu bölümün ilk âyeti olan 28. âyeti şöyle de verebilirdik: “Size kendi nefislerinizden bir örnek verdi: 'Size rızık olarak verdiğimiz şeylerde, sağ ellerinizin malik olduklarınızdan, sizinle eşit olup kendi kendinizden korktuğunuz gibi kendilerinden de korktuğunuz (veya çekinip saygı duyduğunuz) ortaklar varmıdır? “İşte biz, aklını kullanabilen bir kavim için âyetleri böyle birer birer açıklarız.”

Bu mealde, meali hazırlayan yazarın önceliği kaynak dili olabildiği kadar az açıklama ve yorumla hedef dile çevirmek. Hedef bu olunca meal bu şekilde kapalı oluyor.

Biz mealimizde rızık kelimesine servet, sağ ellerin malik olduğuna köle, korkmayı da saymak, saygı duymak olarak ifade ettik.

O yüzden bizim verdiğimiz meal işini özünü koruyarak şu şekilde oldu. “(Ey Müşrikler) Allah (mülkünde ve hükümranlığında ortağı olmadığını anlamanız için) size kendi hayatınızdan bir misal vererek şunu soruyor: Kölelerinizi size verdiğimiz servetin ortakları olarak görmeye, servetinizi onlarla eşit şekilde paylaşmaya ve kendinizi efendi saydığınız gibi onları da efendi saymaya razı olur musunuz? (Şimdi siz, sizin olmayan, sizde emanet olan nimetler üzerindeki tasarruf hakkınıza, hakkı olmayanları ortak etmiyorsunuz ama her şeyin sahibi olan Allah’a ortaklar koşuyorsunuz.) İşte, Biz aklını (mantığını) kullanan bir toplum için delillerimizi böyle açıklıyoruz.”

Mealde izlediğimiz yönteme dair kısa bilgiden sonra âyetlerin tefsirine geçebiliriz.

28. 29. Âyet: En İyi Bildikleri Örnek Üzerinden Verilen Ders

Eğitimde şöyle bir yöntem vardır. Muhatabın az bildiği veya anlamakta zorluk çektiği hatta anlamamakta ısrar ettiği konularda ona en iyi bildiği örnekler üzerinden anlatım yapılır.

7. asırda hem Mekke’de hem de dünya genelinde kölelik çok yaygındı ve kölelere “mal/eşya” gözüyle bakılıyor, insan yerine konmuyordu.

Allah (cc) Kur’an’ı vasıta yaparak onların bu yanlışı üzerinden onlara iki şey anlatıyor. Birini doğrudan anlatıyor diğerini ima yoluyla dolaylı anlatıyor.

Doğrudan anlattığı şu: “Siz sizin servetinizde hiç hakkı olmayan kölelerinizi servetinize ortak yapmıyorsunuz.” Bu tamam. Peki böyle yapan sizler, neden Allah’ın uluhiyetinde/ilahlığında/hakimiyetinde zerre kadar payı olmayan putları O’na ortak yapıyorsunuz? Sizin ölçülerinizde hakkı olmayana pay vermemek bir adaletse, neden köle karşısında adil olurken Allah karşısında dürüst olmuyorsunuz? Neden yaptığınızın çifte standart olduğunu anlamıyorsunuz?”

Mesaj şöyle devam ediyor: Ben sizi insan olarak yarattım. Mahlukatın en üstünü yaptım. Siz gidiyorsunuz, varlık ve değer hiyerarşisine göre sizden daha değersiz varlıklar/putlar karşısında onlara efendi kendinize köle muamelesi yapıyorsunuz. Yaptığınız insan onur ve haysiyetine hiç yakışıyor mu?

Dolaylı anlatımda da çok önemli bir mesaj öne çıkıyor. Ona aşağıdaki başlık altında değinelim.

Yaratılan Her Şey Kölenizdir Ama Köleleriniz Köleniz Değildir

Bu başlık kapalı. Bunu açalım.

Allah (cc) 7. asrın Mekke’sinde Mekke müşriklerine şirk karşısında tevhidi anlatırken onların en iyi bildiği bir örnek üzerinden misal veriyor. Bu misalde ima şu: Köleden misal veriyorum ama zannetmeyin ki bunu onaylıyorum. Düşünürseniz bunun üzerinden size ikinci bir ders daha veriyorum.

İkinci ders şu: Kur’an’ın yaratılan her şeyi içine alacak şekilde ortak kullandığı ifadelerden biri de secdedir. Melekler tarafından Hz. Âdem’e yapılan secde sembolik bir secdedir. Bu sembolik secde insan dışındaki bütün varlıkların insana hizmet için yaratıldığının ve insana verilen değerin göstergesidir.

İnsan dışındaki her varlığın insana hizmet için yaratılmasına, onların insana köle olması dersek, bunun üzerinden insana verilen mesaj şudur: “Yaratılan her şey insanın kölesidir ama insan hiçbir zaman insanın kölesi değildir. Yani “kölemiz” dediğiniz insanlar, sizin köleniz olamaz. Tamam İslam gelmeden önce bu vardı. Ama İslam geldikten sonra ‘böyle gelmiş böyle gider” diyemezsiniz. Onların şartlarını kötüden iyiye doğru evrilecek şekilde yeniden düzenleyin.”

Allah Saptırır mı?

29. âyetin şirke bakan kısmına yukarıda değindik. Âyette “Allah’ın saptırmasından” bahsediliyor. Bu konuda da daha önce açıklamalar yapmıştık. Oraya bakılmasını tavsiye ediyoruz.785

30. Âyet: Çok Çok Önemli Bir Âyete Geldik: Fıtrat Âyeti

Kur’an’da birçok konu (ve kavram) var. Onlarla alakalı da birçok âyet var. Ama bazı âyetler var ki, o konuyu temsilde öne çıkar. Bu âyetlere takım dersek, o âyet takımın kaptanı olur. Mesela ruh konusunda İsra sûresi 85, nefis konusunda Şems sûresi 7, 8, fıtrat konusunda da Rum sûresinin bu âyeti takım kaptanı olurdu. O yüzden Kur’an’da fıtrat âyeti denildiğinde genelde kastedilen bu âyettir.

Şimdi bu âyeti aşağıdaki başlıklar altında değerlendirelim.

Ruh Üflemek ve Fıtrat Arasındaki İlişki

Fıtrat konusunu anlatmaya ruhtan başlamanın doğru olduğunu düşünüyoruz. Kur’an’da Allah’ın kendi ruhundan üflemesinden bahsediliyor. Bu konuyu ilk olarak Sâd sûresi 72. âyette görmüş, orada kısa açıklamalar yapmıştık. Oradaki açıklamalarımızı burada biraz genişletelim. Ama şunu baştan söyleyelim. Ruh, fıtrat, nefis, vicdan, akıl, kalp gibi iç donanımlarımızın tamamı gözün gördüğü alanın dışında bizim için gaybi bir konudur. Olay gaybi olduğu için, Allah (cc) gayba ait olan bu konuyu bizim anlayabileceğimiz örnekler üzerinden anlatıyor. Böyle anlattığını kabul ettiğimizde “ruhumdan üfledim” ifadesi sembolik bir ifade olup şu anlama geliyor. “Ben, bende olan sınırsız özelliklerimin bir kısmını sınırlı olarak yaratığım varlıklarda tecelli ettirdim.”

Ruhu üflemeyi böyle anlarsak, şu tespitleri yapabiliriz.

Allah (cc) ruh üfleme (tecelli/donanım/varlık gayesi verme) işini bütün varlıklara yapıyor. Bu varlıklar içinde insan en üstün olduğu için sadece onunkini zikrediyor.786 Biz bundan, en üstün olandan aşağı doğru bütün varlıklarda var olan tüm donanımın Allah’tan olduğunu anlıyoruz.

Şimdi bu anladıklarımızı Allahü a’lem diyerek açalım.

Allah-insan arasında, varlıklara donanım yükleme işi ruh üfleme ifadesiyle anlatılıyor.

Şöyle bir ortam hayal edelim. Sadece Allah (yaratan) var. Yaratılan hiçbir şey yok. Sembolik bir dille söylersek, Allah (cc) o yoklukta adı kainat olacak bir balon yaratıyor. O balonun içine (güzel isimleri ile tecelli ediyor) üflüyor. O üflemeyle kainat Enbiya sûresi 30. âyette anlatıldığı gibi yaratılışına alt sınırdan başlıyor ve yaklaşık 14 milyar yılda gelişe gelişe canlıların yaşayacağı hale/kıvama geliyor. O kıvama gelen kainatta taştan toprağa, gezegenden galaksiye kadar bütün cansız varlıklar, varlık gayelerine uygun hareket ediyorlar.

Sembolik dille devam edelim. Allah (cc), kainat canlıların yaşayabileceği kıvama gelince canlılar içinde önce bitkilere, sonra hayvanlara sonra insana ruh üflüyor (tecelli ediyor). İşte biz bütün bu üflemelere bir benzetmeyle Allah’ın ilgili varlıklara yazılım yüklemesi, onları programlaması diyoruz.

Böyle dediğimizde fıtrat her varlığa ayrı ayrı yüklenen bir yazılım/program oluyor. Bu programda her varlık fıtratının gereğini yerine getiriyor.

Bütün bu ruh üflemelerden sonra fıtratın gereğini yerine getirmeler bir alt sınırdan başlıyor, bir üst sınıra doğru yani kıvama ve kemale doğru gidiyor. Bu gidişe terakki ve tekamül deniliyor.787

Ruh üflemeyle fıtrat arasındaki ilişkiyi böyle anlayıp anlattıktan sonra aşağıdaki başlıklarla devam edelim.

Fıtrat Nedir?

Fâtır sûresinin mealinde giriş bölümünde fıtratın kelime anlamı üzerinde durmuş ve orada bazı açıklamalar yapmıştık. Onun ve yukarıda anlattıklarımızın üzerinden devam edelim.

Fıtrat ruh üflemeye bağlı olarak insana ve diğer bütün canlılara verilen bir donanımdır. İnsanın biyolojik tarafı dahil,788 bu donanımı Allah nasıl hangi amaca doğru, hangi varlık gayesini yerine getirmek üzere yarattıysa o görevi yerine getirir. İnsan müdahalesi olmadığı müddetçe o alanın dışına çıkamaz.

Bu fıtratların hiçbiri değişmeyecek. Kur’an’da bu fıtratların faaliyetleri; varlık gayelerini yerine getirmeleri tesbih, secde ve teslim kelimeleri ile anlatılır.789

İnsanın Fıtratı

İnsan fıtratının diğer varlıkların fıtratından farkı şu: Diğer varlıklar imtihan dünyasında imtihan olmadığı için yaratılıştan fıtratlarının gereğini yapıyorlar ve bunun dışına çıkamıyorlar.

İnsan imtihan olduğu için, fıtratın yanında kendisine akıl, irade ve hayra ve şerre meyledebilen bir nefis verildiği için fıtratının dışına çıkabiliyor.

İnsanın fıtratı bir pusula gibidir, kendisine verilen donanımı doğru bir şekilde kullanabilirse, yaratıcıyı bulabilecek, iyi ile kötü arasında ayrım yapabilecek, hayırlı olana meyledebilecek şekilde yaratılmıştır.

Bu haliyle fıtrat insana verilen bir alt yapıdır. İslam dini ise bu fıtrat üzerine inşa edilen bir üst yapıdır. İkisi arasında -birbirine tam denk gelen, birbirini tamamlayan- cıvata-somun ilişkisi gibi bir ilişki vardır.

Bu ilişkide İslam dini fıtrata rehberlik yapar.

Özetlersek, insan dışındaki bütün varlıklar fıtratının dışına çıkamazken, insan bu kainatta bunu yapabilecek olan tek varlık olarak yaratılmıştır. Böyle olmasa dünyada imtihanın bir anlamı olmazdı.

Bu konuya şu sorularla devam edelim.

Fıtrat Bozulur mu, Fıtrat Değişir mi?

Bu soruya iki farklı cevabımız olacak.

Birisi insan dışındaki varlıkların fıtratı. Bu fıtrat insan müdahalesi olmadığı müddetçe değişmez. İnsanlar gelişen teknolojiyle müdahale etmedikleri müddetçe bitki bitki olmanın, hayvan da hayvan olmanın gereğini yapmaya devam eder.

İnsanın fıtratına gelince bu fıtrat pusulanın gösterdiği yönden ayrılabilir, bozulabilir ama yaratıcıyı bulabilme ve hayra meyledebilme özelliğini ölene kadar kaybetmez.

Neden bu kadar kesin konuşuyoruz? Çünkü bizim bu dünyada İslam dininin dışında kalan hiçbir insan için “bu insan kesinlikle iman etmez ve edemez” deme durumumuz ve hakkımız yok.

Bunun sebebi, o insanda fıtratın bozulduktan sonra düzelebilme özelliğinin değişmemesidir; yani yaratıcıyı bulabilme, O’na yönelebilme, hayra meyledebilme özelliğini kaybetmemesidir.

Burada bazıları Allah’ın kalpleri mühürlemesinden yola çıkarak bu ifadelerimize farklı bir açıdan bakabilir ama o noktada şunun bilinmesi gerekir. Allah’ın bilmesi ile bizim bilmemiz ayrıdır.

Eğer biz insanlar, “Allah’ın kimin kalbini mühürlediğini bilseydik, hangi insanın ne yaparsak yapalım kafir olarak öleceğini Azrail’den duysaydık.” o zaman şunları diyebilirdik: “Şu insanın fıtratı bozuldu, artık ne yapsak düzelmez. Onun için hiçbir şey yapmaya gerek yok. Onun kafir olarak ölmesi kesindir.”

Böyle bir şeyi hiçbir insan diyemez. Bu durumda ölene kadar her insanın fıtratının gereğini yapma, yaratıcıyı bulma ve hidayet davetine “evet” deme ihtimali hep vardır.

Bu ihtimalin varlığı insan fıtratının da temel özellikler noktasında ne kadar bozulursa bozulsun düzelebileceğinin göstergesidir.

Özetlersek, “insanın fıtratı değişmez” dediğimizde bu “fıtrat bozulmaz” demek değildir. Bozulduktan sonra düzelebilme özelliği değişmez demektir.

Fıtrat Değişmiyor. Peki Dinde Değişme Olur mu?

“Allah’ın yarattığı fıtrat değişmez.” dediğimizde, o fıtratı muhatap alan, o fıtrat alt yapısı üzerinde bir üst yapı olarak inşa edilen İslam dini de değişmiyor.

Neden değişmiyor? Eğer dinin konusu inşaat teknikleri, ulaşım vasıtaları, tarım araçları, savunma silahları olsaydı zaman değiştikçe, teknoloji geliştikçe din de değişecekti. Ama dinin konusu insan. Yani doğma, büyüme, yaşlanma, hastalanma, sevinme, üzülme ve ölme gibi bütün özellikleri ile bütün zamanlarda insan değişmeyince onu muhatap alan din de değişmiyor.

Burada, bu konuyu açmak için bir soru daha soralım.

Din İlk Peygamberden Son Peygambere Kadar Hiç mi Değişmedi?

Yukarıda “İnsan bütün zamanlarda değişmeyince onu muhatap alan din de değişmedi.” dedik.

İlk peygamberlerin içinde yaşadığı topluma getirdiği vahyin özünde ne varsa, son peygamberin getirdiği vahiyde de onlar var.

Vahyin özünü açalım;

Dine “paket program” dersek, din bunlar olduğu için Allah’ın dini olurken, bunlar olmadığında, din Allah’ın dini olmaktan çıkıyor. 30. âyette geçen ve bizim “işte bu dosdoğru din” manası verdiğimiz “żâlike-ddînu-lkayyimu” ifadesi bu gerçeği ifade ediyor.

Burada din konusu açılmış bir başlık daha atalım.

Her Peygamber Evrensel miydi?

Bu başlık garip gelebilir. Bu başlığı şu soruyla açalım. İlk peygamberden son peygambere kadar kaç peygamber geldi? Bu konuda 124 ve 224 bin gibi tahmini rakamlar verilse de bu sorunun kesin cevabı şu: İhtiyaç kadar. Bu şu demek: Dünyanın tamamını imtihan salonu olarak kabul ettiğimizde, kendisine teklif/davet gitmeyen insanların imtihandan muaf olduğu gerçeğini dikkate aldığımızda, mutlak adil olan Allah’ın adaleti, dünyada doğmuş ölmüş bütün insanlara peygamber göndermeyi gerekli kılıyor.791 Aynı adalet, gönderilen her peygamberin paket program dediğimiz dini sunmasını da gerekli kılıyor. Yani hiçbir Peygamberin dini anlatırken, ahiretten, İbadetlerden, haramlardan, helallerden bahsetmemesi mümkün değil. Bu gerçeği kabul ettiğimizde ortaya çıkan gerçeği bir bahçe örneği ile anlatalım.

Bütün dünya bahçe oldu, farklı zamanlarda bu bahçenin farklı yerlerine aynı çekirdekler (paket programlar) ekildi. O çekirdeklerden aynı ağaç ve meyveler çıktı.

O yüzden yeryüzünde bugüne ne kadar az-çok tanınan ne kadar din varsa, o dinlerde bu paket programdaki değerlerden bazıları mutlaka var.

Bu açıklamadan sonra başlıktaki sorunun cevabına gelelim.

İlk peygamberden son peygambere792 kadar, onların yaşadığı zaman diliminde teknoloji gelişmemişti. Gönderilen peygamberlerin isimleri, gönderildikleri yerler ve zamanlar ayrı idi ama paket program aynıydı.

Bu anlattıklarımızı daha anlaşılır hale getirmek için okul örneği verelim. Varsayalım dünya bir okul, bu okulda 124 bin sınıf var. Teknoloji gelişmediği için sınıflar birbirinden uzak yerde. Bütün sınıfları bir yerde toplamak da imkansız. Bu durumda okulun kurucusu, nerede sınıf varsa oraya bir öğretmen gönderiyor, gönderdiği öğretmenler aynı mesajla gidiyor. İşte bu nedenle gidilen sınıflar ve gönderilen öğretmenler farklı olduğu halde, paket program/din aynı olduğu için yerele gönderilen her peygamber muhatapları itibarıyla yerel, onlara sunduğu mesaj itibarıyla genel/evrensel oluyor.

Konu buraya geldiğinde akla şöyle bir soru geliyor.

Allah (cc) Günümüzde Neden Peygamber Göndermiyor?

Neden göndermiyor? Çünkü, Allah (cc) son peygamberden sonra eğer peygamber göndermeye devam etseydi, paketin içindekiler aynı olacaktı. Yani vahiy denilen mektupta yazanlar aynı olacaktı.

Bu durumda başlıktaki sorunun cevabı şu: Allah (cc) dünyanın her yerine paket programı çekirdek olarak ulaştırdı. Bütün insanları işin özünden haberdar etti. “Hâtemü'n-nebiyyîn”793 yani peygamberlerin sonuncusu olarak, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’yı son ve evrensel peygamber olarak gönderdi.

Allah (cc) son peygamberden sonra peygamber gönderseydi, değişen sadece peygamberin ismi olacaktı. Paket program aynı olacaktı. Paket program elimizde olduğu için göndermeye gerek yok.

Konuya bir soruyla devam edelim.

İslam Dini Bütün Çağlarda Yaşayacak İnsanların İhtiyacını Karşılar mı?

Bu soruyu bir soruyla açalım. İnsanların hangi ihtiyaçları var.

İhtiyaçlarımızı, karşılayabileceğimiz ve karşılayamayacağımız olarak ikiye ayırdığımızda, dinin öncelikli görevi bizim karşılayamayacağımız ihtiyaçların karşılanmasıdır. Yukarıda bahsettiğimiz paket programın öncelikli amacı bu ihtiyacı karşılamaktır.

Paket programın bizim karşılayabileceğimiz ihtiyaçlara bakan taraftaki görevi bize kendimizin yapabileceği işleri öğretmek değil. Allah (cc) o ihtiyaçları verdiği donanımla bizim karşılayacağımızı bildiği için o alanda sadece sınırları belirliyor. O alana içinde doğruluk, dürüstlük, hak, hukuk olan adalet ilkesini koyuyor. Daha önce ifade ettik, bu dünyada bu ölçünün dışında kalan hiçbir şey yok; “Doğru ve dürüst olun, haksızlık yapmayın!” denildiğinde, bu emrin kapsama alanı dışında kalan tek bir eylem ve söylem yok.

İnsanların ihtiyaçlarına bu şekilde bakarsak, Kur’an ve onunla şekillenen İslam insanlara sundukları paket programla, onların bütün zamanlardaki bütün ihtiyaçlarını karşılıyor.

Kur’an’ın Sümer Tabletlerinden Alıntı Olduğu İddiası

Bu iddiayı, “İslam dinindeki öğretilere Sümer tabletlerinde rastlandı." şeklinde akşam haberlerinde duysak. Yukarıda anlattığımız bilgileri dikkate alarak “bundan daha normal bir şey olamaz” deriz.

Hatta Sümerlerin yanına onlarla çağdaş olan olmayan ne kadar medeniyet varsa onları da koyalım. Onların tabletlerinde de benzer bilgiler olduğunu varsayalım. Yine şaşırmayız. Çünkü dinin paket programı binlerce peygamberle bütün dünyaya duyuruldu.

Ara Başlık: Dinin Nüzul Sebebi Nedir?

30. âyet İslam’ı fıtrat dini -yani ona aradığını bulmada rehberlik yapan bir din- olarak tanıttı. O yüzden buraya din ile ilgili bir ara başlık koyarak yukarıda bahsettiğimiz “paket programa” bir vurgu yapmak istiyoruz.

Başlıktaki soru genelde “Şu veya bu âyetlerin nüzul/iniş sebebi nedir?” şeklinde sorulur. Başlıktaki sorunun cevabını öğrendiğimizde, öğrendiğimiz şey Kur’an âyetlerinin %80’inin inişi hakkında bize kesine yakın bilgi verecek.

Bu açıklamadan sonra gelelim başlıktaki sorunun cevabına. Dinin iniş sebebi; imtihan dünyasının dekorundan kaynaklanan sorular ve o soruların cevabı bulunamadığında ortaya çıkacak endişe ve korkuları gidermektir. Kısaca güven vermektir. Evet, korkutan dekor içinde güven vermek.

Daha önce de bahsettik794 imtihan dünyasının dekoruna dinden; vahiyden, peygamberden bağımsız bakıldığında insanı korkutur. Bunlardan bağımsız bakıldığında “Nereden geldim, neden buradayım, nereye gidiyorum?” sorularının cevabı olması gerektiği gibi bulunamaz. Bulunacak her şey tahminlere bağlı zanlar olur.

Bu durum sadece imtihan dünyasının dekoru için geçerli değildir. Bir insan gözü bağlı bir yere getirilse ve kendisini oraya kimin getirdiğini bilemese, orada neden bulunduğunu bilemese, oradan sonra nereye gideceğini bilemese bu insan korkar. Bu durum her insan için geçerli gayet insani bir durumdur.

İşte din, bilinmezlerin çok olduğu dünyaya peygamberler vasıtasıyla Allah tarafından bir paket program olarak gönderiliyor. Bu paket program bu dünyayı imtihan dünyası olarak tanımlıyor ve bu dekorda peygamberler akla gelen soruları şu özet cevabı veriyorlar:

Özetlersek, din (ve onun ruhu, kalbi, beyni olan vahiy/Kur’an) endişe ve korku veren dünya dekorunda insana güven vermek için indirilmiştir.795 O güvenin bulunması da din denilen paketin içindeki programın açılıp, aktive edilmesine bağlıdır. Kıyamete kadar dünyanın dekoru değişmeyeceği için dinin ihtiyaç olması gerçeği de değişmeyecektir.

31. Âyet: Âyetler Arasındaki Bağlantı

30. âyet “yüzünü çevir”, yani “Ona yönel” anlamında “ekim vecheke” ifadesiyle başlamıştı. 31. âyet yine benzer anlamında “Munîbîneileyhi/Ona yönel” ifadesiyle başlıyor.

30 ve 31. âyette aynı kökten gelen (bizim kalın/bold olarak yazdığımız) üç kelime geçiyor 30. âyette “ekim (vecheke)”, “(żâlike-ddînu-l) kayyimu” 31. âyete “veakîm (û-ssalâte)” bu üç kelimede ayağa kalkma anlamına gelen “kvm” fiilinden türetiliyor. Burada soru şu: Bundan ne anlamalıyız? Bundan anlayacağımız şeylerden biri şu: Kur’an bize diyor ki: Din üzerinden yüzünü Allah’a çevirmek, O’na yönelmek namazla olur. Namazla Allah’a yönelmek sağlam (kayyim) olan din ile, teslimiyet üzerinden sağlam bir bağlantı kurmaktır.

“Bu bağlantının anlamı nedir?” diye soru sorduğumuzda biz sorunun cevabını bu sûrenin 17. ve 18. âyetlerinin tefsirinde “Namaz Tesbih İlişkisi” başlığı altında anlattık oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

31. âyetin devamında, “müşriklerdenolmayın.” dendiği için, tefsirimize aşağıdaki sorunun cevabı ile devam edelim.

Bir Müslüman İçin En Yakın Tehdit ve Tehlike Nedir?

Bu sorunun cevabına şirk diyoruz. Bu sorunun cevabı şirk olduğu için 30. âyette fıtrat dini olan İslam’dan bahsedildikten sonra 31. âyette “müşriklerden olmayın” ifadesi geçti.

Biz bu ifadeyi “Özelde Müslümanlar genelde bütün insanlar için en yakın tehdit ve tehlike şirktir.” olarak anlıyoruz.

Bunun sebebine kısaca değinelim. Sembolik dille konuşursak inanç dekorunda üç şey var.

Geçmişten bugüne bütün insanlar bu sebepler karşısında üç farklı duruş sergilediler.

Yani geçmişten bugüne insanların ürettikleri bütün sözde yaratıcı/tanrı/ilah/put ne varsa onların tamamı Allah’ın yarattığı sebepler arasından çıktı.

Bu noktada bilinçli bir şekilde söylenen “Eşhedü en La ilahe illallah” ifadesinde “ilahe” kelimesi yaratılan bütün sebepleri temsil eder. Bunu söyleyen kişi sebeplerin yani yaratılanların ilah olamayacağına olan şahitliğini ilan eder.

Kelime-i şehadete İslam’ın beş şartından ilki dediğimizde, bu ilk şart bir ilan olur. Diğer gelecek (namaz, oruç, hac ve zekat gibi) dört şart da bu sözlü ilanın ispatı olur. Bu dört şart içinde günde beş vakit kılınan namaz ispat noktasında en güçlü şahitlerden biri olur. Namazın bu güçlü şahitliğine Ankebut sûresinin 45. âyetinde ela alacağız.

Özetlersek, bu yakın tehlike ve tehditten korunmasının yolu güçlü bir iman ve onun aktif hale gelmesi olan ibadetler oluyor.

32. Âyet: Dinlerini Parçalayanlar Kimler?

Bu âyeti önceki iki âyetin devamı olarak okur ve tevhide dinin “bütün”lüğü dersek, şirk bu bütün içinde yaratılan parçalara ilahlık vermek oluyor. Kur’an bütündeki parçalara ilahlık vermeyi dini parçalamak olarak ifade ediyor.

Kur’an dini şirkle parçalama noktasında Tevbe sûresi 30. âyetinde şöyle diyor: “Yahudiler, ‘Üzeyr Allah’ın oğludur.’ dediler. Hristiyanlar ise ‘Mesih, Allah’ın oğludur.’ dediler. Bu önceki inkârcıları taklit ederek ağızlarında geveledikleri sözlerdir…”

Mefhum olarak ifade edersek 32. âyet şöyle devam ediyor: “Dinlerini parçalayanlar bu parçalamanın bir sonucu olacak çeşitli gruplara ayrıldılar. Her grup kendini doğru zannettiği için, inancıyla övünmeye başladı.”

Bu durumu para örneği ile anlatabiliriz. Varsayalım elimizde üzerinde 1000 tl. yazan bir kağıt para var. Bu kağıt para bir bütün olarak var olduğu müddetçe değerlidir, önemlidir ve gerçek bir paradır. Ama 10 farklı insan çıkar, bu parayı 10 parçaya bölerse, her insanın elinde paradan bir parça olur ama o parça gerçek olmaz.

Kur’an’ın 30, 31, 32âyetlerini bir bütünlük içinde okursak, Kur’an’ın 30. âyettinde “żâlike-ddînu-lkayyimu” dediği sağlam din, yani İslam (tevhid) dini üzerinde 1000 tl. yazan paraya benziyor.

Biz yukarıda 30. âyetini tefsirini yaparken “Din İlk Peygamberden Son Peygambere Kadar Hiç mi Değişmedi?” başlığı altında “paket program” ifadesini kullandık. Bu paket programda gerçek dinde bulunması gereken özellikleri saydık. Bu özelliklerden biri olmadığında din, Allah’ın dini olmaktan çıkıyor, içine beşer/insan görüşleri karışmış dinlere dönüşüyor. Bu dönüşümde en zararlı unsurun adı şirk oluyor. Tevhid dininin içine şirkten damla/parça girse, dinin bütünlüğü bozuluyor.

İşte Kur’an 30, 31 ve 32. âyetlerini bir bütün olarak sunmakla, dinin bütünlüğü bozulduğunda ortaya çıkacak bölünme ve parçalanmalara işaret ediyor.

33. Âyet: İnsan Karakterine Ait Bir Resim

Bu âyet ve benzeri sekiz âyette796 insan karakterindeki değişkenliğe ait bir resim görüyoruz. Bu resim bize 30. âyette anlatılan insan fıtratını; o fıtrat vahyin rehberliğinden ayrılırsa sonuçlarının ne olacağını bir örnek üzerinden bize anlatıyor.

Bu örnekte üç nokta öne çıkıyor:

Birinci Nokta: Eğer bu âyette konu cansızları temsilen güneş, bitki ve hayvanları temsilen ağaç ve karınca olsaydı, onların fıtratlarında bir değişme olmayacaktı. Ama konu insan fıtratı olunca, bu fıtrat, fıtrata yaratılış gayesinde rehberlik yapan dinden uzaklaştığında dengesiz, çelişkili ve iki yüzlü davranabiliyor.

İkinci Nokta: Âyetteki kişi Allah’a iman ediyor ama bu iman her durumda davranışlara yön veren bir bilinç ve farkındalık olarak içselleştirilmemiş. Bu noktada âyet bize taklidi (gelenekle gelen) imanın nasıl arızalar vereceğini de gösteriyor.

Üçüncü Nokta: Şirkin yakın tehdit ve tehlike olması anlatılıyor. Yukarıda şirki anlatırken, şirk koşulan şeylerin genelde insan ile Allah arasındaki bazı değerli, önemli, büyük görülen, uğurlu ve kutsal olduğu zannedilen sebeplerin arasından çıktığını söylemiştik.

İnsanların sıkıntı ve zorluk yaşadığı anlar genelde sebeplerin bittiği, tükendiği, yetersiz kaldığı anlar oluyor. Sebeplerin bittiği yerde insan bütün sebepleri yaratan Allah’a yöneliyor. Ama insan rahata erdiğinde kendisine emniyet ve güven veren, onu zorluk ve sıkıntı yaşamaktan koruyan sebepler ona Allah’ı unutturabiliyor. Allah’tan bilmesi gereken huzur ve güveni, sağlık ve sıhhati servetinden, gücünden ve benzer şeylerden bilmeye başladığında farkında olmadan şirke kapı aralamış oluyor.

Bu üç noktaya dikkat çektikten sonra gelelim şu sorunun cevabına;

Sıkıntı Yaşadığımız ve Rahata Erdiğimiz Zamanlarda Dengeli Duruş Nasıl Olmalı?

Sıkıntısız, sorunsuz bir hayat her insanın isteği; hayata bir emanet olarak baktığımızda olması gereken de bu. Her insan elinden geldiği kadar hayati tehlikeye sebep olacak her şeye karşı tedbirini almalı.

Ama hayatın bin bir türlü hali var, bir gemideyken dalgalar, bir uçaktayken türbülans, bir arabadayken frenin patlaması veya buzda kayma veya bir hastalık sonucu organını veya hayatını kaybetme riski her insanın başına gelme ihtimali olan vakıalardan.

Bir Müslüman için sıkıntılı zamanlarda ve sonrasında rahat kavuştuğunda dengeli duruş: Zor zamanda nasıl Allah’ı hatırlıyorsa, nasıl O’ndan yardım diliyorsa, rahata kavuştuğunda da Allah’ı hatırlamalı ve O’ndan yardım istemeli.

Bu iki durumu, bir örnekle anlatalım.

Olmaz ama varsayalım her zaman 5 yaşında olan ve büyümeyen bir çocuk var. Bu çocuk yere düştüğünde kalkmak için babasından yardım ister. Peki yerden kalktıktan sonra yine yardım isteyecek mi? Bu seferde tekrar düşmemek için babasından onu tutmasını ve bırakmamasını ister.

İşte biz insanlar; ne kadar zengin, güçlü ve sağlıklı olsak da Allah’ın büyüklüğü karşısında hiç büyümeyen bütün zamanlarda O’nun yardımına muhtaç çocuklar gibiyiz.

Zor zamanlarımızda, sebepleri yerine getirmenin yanında Ondan yardım istemekten daha doğalı yok. Ama rahata erdiğimizde, elimizdeki sebepler/imkanlar nedeniyle O’nu unutmak gibi bir risk var. İşte burada denge adına yapacağımız dua şu: “Ey Rabbimiz! Zorluk anında senin yardımını istediğimiz gibi, varlık rahatlık anında da senden yardım istiyoruz; servetimizin, gençliğimizin, gücümüzün ve diğer bütün imkanlarımızın bize seni unutturmaması konusunda bize yardım et. Yoklukta seni nasıl arıyor ve anıyorsak, varlıkta, o varlığı senden bilmeyi, O varlığı razı olduğun şekilde kullanmayı bizlere nasip eyle!”

Özetlersek, vahyin rehberliğinde hareket ettiğimizde, sıkıntı yaşadığımız ve rahata erdiğimiz zamanlarda dengeli duruşun nasıl olduğunu öğreniyoruz.

34. Âyet: Nimetlere Nankörlük

Ayeti bağlam ile birlikte okumamız gerekiyor. Öyle bir okumada verilen nimetlerin başında, bedenimiz ve bedeni bütün canlılardan farklı yapan donanımımız; o donanım içindeki fıtratımız, o fıtrata doğruyu bulması için içimizde rehberlik yapan aklımız, dışımızda rehberlik yapan peygamberimiz ve vahyimiz (Kur’an’ımız) geliyor.

Bu nimetler insana doğru yolu gösterirken ve bunların yanında Allah’ı tanıtmak ve sevdirmek için verilmiş sayısız nimet varken, bu nimetlerin toplamı O’nun ortağı olamayacağını ilan ederken, O’na ortak yakıştırmak çok ama çok büyük nankörlüktür.

Ayetin sonu şu sorunun cevabı oluyor: “Neden bu büyük nankörlük dünyada büyük bir ceza ile karşılık görmüyor?” Cevap: Burası imtihan dünyası, burada geçici bir yararlanmaya izin veriliyor ama ahirette mutlaka hesabı soruluyor.

35. Âyet: Ne Yaparsanız Yapın, Makul Bir Gerekçe ile Yapın?

Bu âyeti de bağlam ile birlikte okuduğumuzda âyet bize öncelikli olarak şu iki şeyi diyor:

Bir: Allah size akıl verdi, akıl sahibi bir insan olarak yapmanız gereken yaşadığınız hayatı gerekçelendirmek. O’na ortak koşarken diyebilir misiniz “Bize de Allah’tan vahiy geliyor, o vahiy bizim tercihlerimizi doğruluyor?”

İki: Sürü psikolojisiyle yaşamayın; “Biz bir geleneğin içine doğduk, atalarımız böyle yaşarken ve yaparken gördük” demeyin. İman ediyorsanız da bir deliliniz olsun, inkar ediyorsanız da bir deliniz olsun,797 neden böyle yapıyorsun/yaşıyorsun diye sorulduğunda verecek makul bir cevabınız olsun.”

36. Âyet: Nankör İnsan Karakterinden Bir Fotoğraf Daha

33. âyette insan karakterine ait bir fotoğraf gördük, 34. âyette bu fotoğraftaki insanın nankör olduğunu öğrendik. Bu âyette de o fotoğrafın yanına bir fotoğraf daha konuyor ve bu fotoğraf bize şunu diyor: Nankör insana rahmet tattırma, sevgi gösterme adına 1000 nimet verirsin, -bir gerekçeyle- 1001. nimeti vermediğinde, önceki verilmiş her şeyi unutur verilmeyenden yola çıkarak tavır alır.

Bu tavır, vermediğinin bir’i görüp, verdiğin bin’i unutan bir çocuk tavrıdır. Bir büyüğün bu tavrı sergilemesi psikolojide “yetişkin çocuk” kavramıyla anlatılır.

Bu âyette önemli bir mesaj daha var ona da aşağıdaki başlıkta değinelim.

“Hayır” Allah’tan Peki “Şer” Kimden?

Bu sorunun cevabına giderken Nisa sûresinin 79. âyetine açıklamaları ile birlikte bakalım.798 “(Ey insan! Şunu iyi bil ki, kendi iradenle elde ettiklerin de dâhil) Sana gelen her iyilik (–o iyilikleri yapabilecek sermayenin sahibi olduğu için–) Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise (–Allah’ın iyilik yapman için sana verdiği o sermayeyi kötüye kullandığın için–) nefsindendir…”

Bu âyeti hafızamıza alalım ve 36. âyete bir kere daha bakalım.

36. âyet şöyle gelmiyor: İnsanlara kendi elleriyle kazandıkları bir rahmet tattıracak olsak, bununla övünüp şımarırlar. Fakat kendi elleriyle işledikleri (günahları) yüzünden başlarına bir fenalık gelse…”

Neden? Çünkü, Rahmet Allah’ın verdiği sermaye üzerinden gelince, insanın kendi kazandığı olmuyor. Fakat, fenalık/şer o sermayenin, amacı dışında kullanılmasına bağlı bir durum olduğu için, insanın kendinden oluyor.

Burada kısaca üzerinde durduğumuz konu Kur’an’da Allah-insan arasındaki dilin anlaşılması adına çok önemli bir örnek. Bu konuya geniş olarak Nisa sûresinin 78. ve 79. âyetlerinde değineceğiz.

37. Âyet: Bir Âyet Nasıl Yanlış Anlaşılır?

Evet, başlıktaki gibi bir soru gelse, o yanlış anlamaya örnek gösterilecek âyetlerden biri de bu âyettir.

Bu âyeti Kur’an bütünlüğünden bağımsız okuduğumuzda âyet bazıları tarafından şöyle anlaşılıyor. “Rızkı veren Allah’tır. O dilediğine çok, dilediğine az verir. Biz ne yaparsak yapalım sonuç değişmez.”

Ayet böyle anlaşıldığında birçok insanın fakir, birçok ülkenin geri kalmasının sebebi (haşa) Allah oluyor. İşin daha kötüsü bu durum değişmez bir kader gibi anlaşılıyor.

Eğer Kur’an’ın muhatabı güneş, ağaç gibi iradesiz varlıklar olsaydı, âyet böyle anlaşılabilirdi ama Kur’an’ın muhatabı tercih özgülüğü olan insan. Bu durumda Allah’ın insan iradesine bağlı bütün dilemelerinde, o dilemenin/takdirinin yönünü belirleyen insanın tercihleridir.

Buna “yasa” dersek, bu yasa Allah’ın imtihan dünyasına koyduğu en temel yasalardan biridir.

Evet, insanın hücre, beyin, mide, dalak gibi fiziki tarafında bütün şekillenmeler Allah’ın dilemesiyle olur. Ama insanın manevi tarafında Allah’ın dilemesi insana verilen donanımın iyi veya kötü kullanımına bağlı şekillenir.

Bu yasayı anladığımızda 37. âyeti şöyle anlarız. “Allah rızkı (insanların tercihlerine/gayretlerine/çalışmalarına bakarak) dilediğine bol bol vermekte, dilediğininkini de daraltmaktadır.”

Rızkın daralması veya genişlemesinde Allah’ın ölçüsü kişinin inancı değildir. Kişinin emeğidir. Kişi Müslüman olsa ama tembel olsa, okumasa, araştırmasa, kendini geliştirmese, planlı programlı işler yapmasa rızkın daralma yasası devreye girer. Kişi kafir olsa ama çalışkan olsa, okusa araştırsa, kendini geliştirse, Ar-Ge kursa, planlı programlı işler yapsa rızkın genişleme yasası devreye girer.

Bu konuda âyet var mı diyenler olursa, bu konuda Allah’ın imtihan dünyasına koyduğu bütün yasalar birer âyettir. Bunun yanında da elbette Kur’an’dan da âyetler vardır.799

Özetlersek, dileriz bu âyet Kur’an bütünlüğünde bu şekilde doğru anlatılır ve anlaşılır.

Burada akla şöyle bir soru gelebilir.

Allah (cc) Neden Kur’an’da Böyle Bir Dil Kullanıyor?

Cevap tevhide vurgu yapmak için.

Kendilerine dileme özgürlüğü verilen insanlardan bazıları dileyen kendileri olunca yaratanın da kendileri ve veya yaratılan varlıklardan biri olduğunu zannediyorlar. Bu yanlış zan şirke (putlara) kapı açıyor.

İşte, Kur’an insanlar için manevi yönden en yakın tehlike ve tehdit olan şirke giden bütün kapıları kapatmak için “Her şey Allah’ın dilemesiyle oluyor anlamına gelecek” böyle bir dil kullanıyor.

Bu dil imtihan dünyasındaki şu gerçeği yok saymıyor, aksine onu içine alıyor; “Tercih (bir şeyi yapmayı dileme) insandandır, o dilemeye bağlı olarak O’nun bütün sonuçlarını yaratmak Allah’a aittir.”

Kur’an’daki bu dili şöyle de anlayabiliriz. Kainatta hakimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır. İmtihan dünyasında ise insana irade verilmesine bağlı olarak hakimiyet kayıtlı ve şartlı (tercihlerinin sonuçlarını yaşama şartına bağlı) olarak insana verilmiştir.

38. Âyet: Söz Yavaş Yavaş Rızık Üzerinden Zekata Geliyor

Önceki âyetler üzerinden söz buraya nasıl geldi bir bakalım.

Özetlersek, 30. âyetten sonra gelen âyetler 38. âyette anlatılan infak/zekat konusuna zemin hazırladı.

Ara Bilgi: Zekat Konusu

Biz bu konuda önceki âyetlerde birtakım açıklamalar yaptık. Özellikle bu konuya geniş yer verilen Bakara sûresinde801 bu konuyu geniş olarak ele alacağız. O yüzden burada dipnottaki referanslara dikkat çekerek,802 yine bu konuyla bağlantılı olan diğer âyetin tefsirine geçiyoruz.

39. Âyet: Faizi İhtiyaç Olmaktan Çıkarmanın Yolu Nedir?

Faiz bir ihtiyaç mı? Cevap: Paraya ihtiyacı olan bir insan, faizsiz bir para bulamadığında, faizi kendisi için bir ihtiyaç karşılama aracı olarak görebilir.

Kur’an’da sekiz yerde faiz anlamında geçen riba kelimesi genelde geçtiği yerlerde, bağlam olarak bu âyette olduğu gibi zekat, infak, sadaka ve borç verme gibi ifadelerle birlikte geçer.803

Kur’an böyle yaparak faizin çözümünü de söylemiş oluyor. Nasıl?

Faiz Konusunda Tedricilik805

Kur’an; namaz, zekat, içki, kumar gibi konularda, konuya son şeklini vermeyi zamana yayıyor. İnsanlara bazı şeyleri “yapın” demeden önce onları o verilecek emre hazırlayan bir süreç takip ediyor. Buna “tedricilik” diyoruz. Bu yöntemi faiz konusunda da görüyoruz. Kur’an faize Bakara sûresinde(275-279) “haram” demeden önce bu âyette, “bereketi yoktur” diyerek o harama insanları hazırlıyor.

Biz faiz konusuna Bakara sûresinin ilgili âyetlerine geniş olarak değineceğimiz için konuya burada noktaya koyup, diğer âyetin tefsirine geçiyoruz.

40. Âyet: Allah’a Kim Ortak Olabilir?

Bu âyette söz, önceki âyetlerden buraya kadar çeşitli vesilelerle değinilen şirke geliyor ve âyet çok kısa olarak “Allah kimdir?” sorusuna cevap veriyor.

“Allah (cc), şu imtihan dünyasında insanları yaratandır. Onlara hayat verendir; verdiği rızıklarla o hayatı devam ettirendir. Sonra bir vesileyle o fani hayatı geri alacak ve arkasından ebedi olarak geri verecek olandır.”

Bu cevap üzerinden müşriklere denilen şu: “Eğer Allah’tan başka bir ilah olacaksa, O’na birini ortak koşacaksanız, o ortaklarda bu özelliklerin olup olmadığına bakın. Eğer araştırmalarınızda yaratılanlar arasından bunları yapabilecek birini bulursanız, onu Allah’a ortak olarak görebilirsiniz. Ama bulamazsanız, -ki bulamayacaksınız- o zaman O’nun her türlü eksikten münezzeh olduğunu ve yüceliğini ilan makamında şu gerçeği ilan etmeniz gerekir: Lâ ilâhe illallah.”

41-60 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

41. Âyet: 7. Asırda Bu Âyet İhtiyaç mıydı?

41. âyet, Kur’an’da çevre bilinci kazandırma noktasında Rahmân 8, Hicr 19 ve Kamer 49. âyetlerle birlikte en fazla öne çıkacak âyetlerin arasında yer alıyor.

Bu âyet okunduğunda başlıktaki soru akla gelebilir.

Şunu biliyoruz günümüzde dünyayı bir eve benzetirsek, bu evde yaklaşık sekiz milyar kişi ile birlikte yaşıyoruz. Bu kadar çok insanın yaşadığı bir evde, çok ciddi çevre sorunlarının yaşandığı bir gerçek. Bugünden tedbir alınmazsa bu sorunların yarınlarında dünyayı yaşanması zor bir yer haline getirmesi de bir gerçek.

Fakat şunu tam olarak bilmiyoruz. Bu âyetlerin indiği 7. asırda dünyada çevre sorunları hangi boyuttaydı? Bu sorunların insan sağlığı üzerindeki etkileri nasıldı?

Bu konuda tahminlerimiz var. O asır için bilim insanları dünya nüfusu hakkında 400 milyon gibi bir tahminde bulunuyorlar.

Şimdi 400 milyon insanın yaşadığı dünyadaki çevre sorunlarına bakalım,

Evet, yaklaşık 400 milyon insanın yaşadığı dünyada bu sorunlar vardı. Bu sorunlara o gün için “mikro ölçekte sorun” dersek, bu sorunların tamamını ve bunlara eklenen sanayileşme ve teknolojinin gelişmesiyle gelen sorunları bugün “makro ölçekte” yaşıyoruz.

Burada çok önemli bir tespit yapmak istiyoruz. Evet, günümüzle kıyaslandığında o gün dünya nüfusu çok azdı ama teknoloji günümüzde olduğu kadar gelişmediği için, çevreden kaynaklanan sorunların insan hayatına (sağlına, yaşama süresine) etkisi çok fazlaydı.

Konuya o gün için dünya genelinden bakarsak, insanların geçim sıkıntısı ve güvenlik endişeleri çok fazlaydı. Mevcut imkanlar yetersiz olduğu için çevre sorunlarının insan hayatı üzerindeki olumsuz etkileri gündemin ilk sıralarında yerini almıyordu.

İşte böyle bir dünyada Kur’an birçok insanın gündeminde olmayan bir meseleyi, kendine gündem yapıyor. Bu gündem üzerinden bütün insanlara zaman üstü şu mesajı veriyor: “Ey insanlar! Nasıl bedeniniz Allah’ın size verdiği bir emanetse, çevre/doğa da bir emanettir. O emanet aynı zamanda bütün insanlarla birlikte sizin evinizdir. Kendi evinizi kirletmekten nasıl sakınıyorsanız, doğayı kirletmekten de o kadar çok sakının. Neden? Çünkü, eviniz kirden yaşanmaz hale gelse, değiştirirsiniz ama doğayı/dünyayı değiştiremezsin. O yüzden doğanın dengesini koruma, onu gelecek nesillere yaşanabilir bir ev olarak bırakma konusunda bilinçli davranın.

Küresel ısınma, iklim değişikliği, hava ve su kirliliği, biyolojik çeşitlilik kaybı gibi birçok çevre sorunu ile karşı karşıya olduğunuzu ve bunların insanlar için ciddi bir tehdit olduğunu unutmayın. Bu sorunların çözümü konusunda “Bana ne düşüyor, ben ne yapabilirim?” gibi soruları mutlaka kendinize sorun. Bu bağlamda tüketim alışkanlıklarınızı yeniden gözden geçirin. Atıklarınızı azaltmaya, sürdürülebilir enerji kaynaklarına yönelmeye, böylece enerji tasarrufu yapmaya, doğaya/çevreye karşı saygılı bir şekilde yaşamaya özen gösterin.”

7. Asırda Mikro Sorunların, Hayata Yaptığı Makro Etkiler

Yukarıda, 7. asırda dünyada yaşanan çevre sorunlarını günümüzle kıyaslayarak “mikro” dedik ama bunun -o gün için insanlar çok farkında olmasa da- çok ciddi “makro” sonuçları vardı.

Neden? Evet sorunlar günümüze göre küçüktü ama sorunlar karşısında imkanlar ve o imkanlara bağlı tedbirlerin yeterli olmayışı sorunların etkisini büyütüyordu.

Bu etkilere birkaç noktadan bakalım.

Birinci Nokta: Hastalıklar. Kirli su ve gıdalar, kolera, tifo, dizanteri gibi birçok hastalığa yol açmaktaydı. Bu hastalıklar, özellikle çocuklarda ve zayıf bireylerde ölümcül olabiliyordu. Bunun yanında özellikle şehirlerde yoğunlaşan hava kirliliği, solunum yolu hastalıklarına ve kalp-damar hastalıklarına yol açıyordu. Yine bunun yanında düzenli atık yönetiminin olmaması, sinek ve fare gibi vektörlerin807 üremesini ve salgın hastalıkların yayılmasını kolaylaştırıyordu.

İkinci Nokta: Yetersiz beslenme: O dönemde tarım teknikleri gelişmemiş ve gıda üretimi sınırlıydı. Bu durum, yetersiz beslenmeye ve protein eksikliğine yol açmaktaydı. Yetersiz beslenen bireyler, hastalıklara karşı daha dirençsiz hale geliyordu.

Üçüncü Nokta: Yaşam Koşulları: Çok ciddi bir hijyen/temizlik sorunu vardı. Bu sorun enfeksiyonların ve hastalıkların yayılmasını kolaylaştırıyordu. Özellikle şehirlerde yoğunlaşan nüfus, hijyen eksikliğini ve hastalıkların yayılmasını daha da artırmaktaydı.

Dördüncü Nokta: Doğal Afetler: Teknoloji gelişmediği, eldeki imkanlar sınırlı olduğu için salgın hastalıklar, kuraklık, sel deprem gibi doğal afetlerin etkileri çok büyük oluyordu. Bu afetler, gıda ve su kaynaklarını tahrip ederek ve yaşam koşullarını zorlaştırarak insan sağlığını ve ömrünü olumsuz yönde etkiliyordu

Özetlersek, bu ve benzeri sorunlar o günün dünya nüfusu dikkate alındığında küçük ölçekte hadiselerdi ama o günün imkanlarının yetersizliği karşısında sonuçları çok büyüktü.

Bunun en büyük sonuçlarından biri de bebek ve çocuk ölümlerinin çok fazla olması ve ortalama insan ömrünün günümüze göre çok kısa olmasıydı.

7. Asırda Mekke’de Küresel Ölçekte Bir Çevre Sorununu Gündeme Getirmeye Gerek Var mıydı?

Bu âyetlerin indiği günler, Mekke’de ilk Müslümanların hayatlarının en zor günlerinin başlangıcıydı. Mekkeli müşrikler ilk Müslümanları inançlarından döndürmek için onları ve onlara destek verenlere ciddi bir boykot uyguluyorlardı. Bu boykotta onlarla ticaret yapmıyor, onların ticaret yapmasını engelliyorlardı. Bu engellemelere bağlı ciddi sorunlar ortaya çıkmaya başlıyordu.

Yani Müslümanların gündeminde birinci madde bu sorunlardı. Bu sorunlar, o sorunların dışındaki her şeyi unutturuyordu. Eğer, o gün gazete, tv, sosyal medya olsaydı birinci gündem maddesi bu sorunlar olacaktı.

İşte böyle bir ortamda vahiy denilen tv’yi açıyorsunuz, Rum sûresinin bu âyetlerini duyuyorsunuz.

Burada durup düşünelim, eğer o günkü müşriklerin ve bugünkü ateistlerin dediği gibi Kur’an’ı (haşa) Muhammed kendisi uydursaydı, Rum sûresinin 41. âyeti hiç akla gelir miydi? Yani gündemde çok ciddi sorunlar varken, hiç gündem olmayan çevre sorunlarıyla ilgili bir âyetin gelmesi “ne alaka” gibi bir şeydi.

610 yılından 622 yılında Medine’ye hicret edene kadar Mekke’de yaşananlara ve inen âyetlere baktığımızda, inen âyetler o gün yaşanan sorunlarda Müslümanlara rehberlik yaparken, onlara şu mesajı da veriyordu: “Siz bugün yerelde yaşıyorsunuz ama Allah sizi evrensel bir mesajın ilk muhatapları yaptı. Allah sizin geçici gündemler içinde boğulmanızı istemiyor. Sizlerin pergel gibi bir ayağı yerele, bir ayağı evrensele mesaj veren insanlar olmanızı istiyor. O yüzden, evrensel bir dil kullanarak, evrendeki/dünyadaki sorunları dile getirerek sizi geleceğe hazırlıyor.”

Özetlersek, gerçekten Kur’an’ın 7. asrın Mekke’sinde hiçbir insanın aklına gelmeyecek çevre sorununu küresel bir dil kullanarak gündeme getirmesi, onun Allah kelamı olduğunun ve yerelden evrensele hitap etmek için geldiğinin delillerinden biri olarak karşımıza çıkıyor.

42. Âyet: Mümin ve Çevre Bilinci

Genelde meal ve tefsirlerde 41. âyetten 42. âyete geçerken sanki bağlantı yokmuş gibi geçilir. Doğrudan bir bağlantı görülmese bile, âyetler üzerinde düşündüğümüzde bu iki âyeti birbirinin devamı olarak okumanın mümkün olduğunu görüyoruz.

Bağlantı kurduğumuzda 42. âyeti şöyle okuyoruz: “42. (Ey insanlar!) “Yeryüzünde dolaşın da (yeryüzünde fesat çıkaran, doğal dengeyi bozan, o bozmaya bağlı olarak ciddi anlamda çevre ve sağlık sorunları yaşayan) önceki milletlerin sonlarının nasıl olduğuna bir bakın.” Onların çoğu Allah’a (inanmanın gereğini yapmayan, temizlik konusunda Allah’ın koyduğu ölçülerinin yanına kendi yanlış ölçülerini koyan O yüzden de O’na) ortak koşan kimselerdi.”

Ayetin son bölümünde şirkten bahsedilmesi, 42. âyetin 41. âyetle bağlantısını kurmayı zorlaştırıyor görünse de durum öyle değil. Şirke, inanç konusunda bir “arıza/sorun” desek, çevreyi/doğayı kirleterek yeryüzünde fesat çıkarmak da bir arıza/sorundur.

Küresel bir problem olan çevre problemini, İslam ülkeleri özelinde değerlendirirsek, çevre kirliği doğrudan dinin en temel konulardan biri olan temizliğin konusudur. Temizlik konusunda ne kadar âyet, hadis varsa bunlar doğrudan veya dolaylı olarak çevreyle bağlantılıdır.

Bu bilgiyi paylaştıktan sonra 42. âyeti bir de şöyle okuyabiliriz.

42. (Ey Müslümanlar!) Yeryüzünde dolaşın, dolaşmaya kendi evinizden, kendi, mahallenizden, kendi şehrinizden, kendi ülkenizden başlayın. Eğer evleriyle, caddeleriyle, sokaklarıyla, ormanlarıyla, denizleriyle, dağlarıyla temiz bir toplum değilseniz, siz İslam adına güzel örnek olamazsınız. Varlığınız insanları İslam’a çekmez iter. Temiz olma görevini fertten topluma, şehirden ülkeye yerine getirmediğinizde, Allah’ın temizlik emrini yerine getirmemiş olursunuz.

Özetlersek, âyeti bu şekilde okumayı zorlama bir tevil gibi görenler olabilir ama Kur’an okurken alıngan olursak, her âyeti okurken “Bize ne diyor?” sorusunu sorarsak, burada anladıklarımızı anlamanın önünde bir engel yok.808

43-60. Âyet: Kısa Değerlendirmeler

Sûrenin bu bölümündeki âyetler hakkında daha önce açıklamalar yaptığımız için, önce âyet numarasını verip sonra kısa değerlendirmeler yapacağız.

Aşağıdaki üç âyette söz ahirete geliyor ve ahiret üzerinden bizlere sonuç eğitimi veriliyor. Şimdi âyetlere tek tek bakalım.

43. Âyet: Bu âyeti 30. âyetle birlikte okuyabiliriz. O âyette “Bir hanif olarak yüzünü İslam’a çevir!” manasında “Feekimvechekeliddîni hanîfâ” denmişti. Bu âyette de benzer bir ifade geliyor. Bu ifadede “Yüzünü doğru/sağlam olan İslam dinine çevir” anlamında “Feekimvechekeliddîni-lkayyimi” deniyor.

Bunun yanında 43. âyette bu çevirme işinin ölüm gelmeden mahşer meydanı kurulmadan önce olması gerektiğine, mahşer meydanı kurulduğunda, insanların ölmeden önce yüzünü doğru dine çevirenler ve çevirmeyenler şeklinde ikiye ayrılacaklarına dikkat çekiliyor.

44. Âyet: Bu âyeti 37. âyetle birlikte okuyoruz. Orada Allah’ın dilemesinden bahsedilmiş biz de o dilemenin insanın tercihine bağlı olduğunu söylemiştik. 44. âyette “Kim inkarı isterse, kim de faydalı güzel iş yaparsa” şeklinde bir ayrım var. Bu ayrım Allah’ın insanlar hakkındaki dilemesinin, insanın tercihine bağlı olduğunu gösteriyor. Kısaca herkes dünyadaki tercihlerinin sonucunu yaşıyor.

45. Âyet: Bu âyeti 44. âyetle birlikte okursak âyet bize şunu diyor: Dünyadan ahirete gelen her insan bagajı ile birlikte gelecek. Bagajından çıkanlar gideceği yönü belirleyecek. Yani her insan cennetini veya cehennemini dünyadan ahiret taşıyor. İç dünyasını cennet yapanlar, dış dünyasını cennete çevirme niyet ve gayretiyle yaşayanlar cennete giderken, bunun tersini yaşayanlar hak ettiklerini yaşayacaklar.

Burada 45. âyetin sonunda geçen bir cümleyi aşağıdaki soru ile açalım.

Allah (cc) Sadece Kafirleri mi Sevmez?

Ayet “Allah kafirleri sevmez.” diyor. Biz de bu tefsir çalışmasında uyguladığımız yöntem gereği her âyeti “Bugün indi ve bize hitap ediyor.” şeklinde okuyunca hitabı genişletiyoruz. Evet “Allah kafirler sevmez.” ama “Allah kafir sıfatı taşıyanları yani bir Müslüman’ın uzak durması gereken özellikleri üzerinde taşıyanları da sevmez.

Mesela:

Bu tür davranışlar İslam’ın özüne aykırıdır. Bunlar ve benzerleri bir Müslüman’da olmaması gereken özelliklerdir. Bunları üzerinde taşıyan hiçbir Müslümana “kafir” diyemeyiz. Ama bunları üzerinde bulunduran her Müslüman “Allah’ın sevmediği bir özellik ben de var.” diyerek bir özeleştiri yapmalı…

Özetlersek, evet “Allah kafirleri asla sevmez” bu doğrudur. Fakat şu da doğrudur: Üzerinde kafir sıfatı taşıyan Müslümanların da Allah’ın sevgisini kaybetme ihtimali her zaman için vardır. O sıfatlardan bir an önce kurtulmak gerekir.

Ön Bilgi: Yağmur Hakkında

Biz yağmur hakkında daha önce geçen sûre ve âyetlerde bilgi verdik.809 O yüzden burada yağmur ile ilgili âyetlerin sadece bağlam içindeki bağlantılarına işaret edeceğiz.

46. Âyet: Kur’an’ın Yağmuru Bir Metafor810 Olarak Kullanması

Kur’an’da bir âyette yağmurun oluşma ve yere düşme sürecinde görev alan rüzgar, bulut gibi sebepler sayılıyorsa bunda amaç coğrafya dersi vermek değildir. Amaç bu yaratılan âyetlerin indirilen âyetlerin zarfı olan Kur’an’da geçen konuların doğruluğuna şahit yapılmasıdır.

Bu şahitlik genelde iki noktada yoğunlaşır.

Bu bağlantı kurmanın adı “metafor” oluyor. Bu metafor üzerinden genelde iki mesaj veriliyor: Nasıl yağmur rahmet oluyor, nasıl yağmur ölü toprağı diriltiyorsa, yağmur gibi rahmet olan vahiy ve peygamberler de ölü gönülleri diriltmek üzere gönderilmiştir.

Allah nasıl yağmurla ölü toprağı diriltiyorsa, ölüp kabre girmiş insanları da bir gün mutlaka diriltecektir. Yaptığı yapacaklarının teminatıdır ve şahididir.

47. Âyet: İslam Dininde Deliller Apaçık mı?

Rahmet olan yağmur gibi rahmet olan peygamberlerde nerede büyük insan topluğu varsa oralara gönderildiler. Gittikleri her yerde insanların önüne apaçık deliller koydular. Burada soru şu? O deliller herkes için apaçık mıydı? Bu konuda A’râf sûresinde 1. âyetin tefsirinde üçüncü nokta altında gerekli açıklamaları yaptık oraya bakılmasını tavsiye ediyoruz.

48. 49. Âyet: Yağmur

Bu âyette konu tekrar yağmura geldi. Bu konuda 46. âyette değerlendirmeler yapmıştık.

50. Âyet: Öldükten Sonra Dirilme

Bu konuda geniş açıklama için Mealimizde Rum sûresinin (bu sûre) girişinde ve Yasin sûresinde 79. âyette “Ahiretin Varlığı Nasıl İspatlanır?” başlığı altında ve takip eden âyetlerde yaptığımız açıklamalara bakınız.

51. Âyet: Nankörlük

Bu konuyu da önceki âyetlerde ela almıştık. Bu konu için Adiyat sûresinin tefsirinde yaptığımız açıklamalara, bu sûrenin 34. âyetinin tefsirinde, Abese sûresinde 17-23 arası âyetlerin tefsirinde “Ben Nankör müyüm? “1’i Verene Teşekkür Ediyor, 1000’i Vereni Görmüyorsan Sen …” ve Yasin sûresinde 35. Âyetin tefsirinde “Tavuk Yumurta, Arı Bal, İnek Süt Vererek Şükreder, İnsan…?” başlığı altında yaptığımız değerlendirmelere bakınız.

52. 53. Âyet: Allah Yolunda Davet

Bu âyetler Allah yolunda insanları hakka hakikate davet edenlere şunu diyor: “Bazı insanlar vardır onlar maddi olarak yaşıyordur ama manen ölü gibidir. Ölülere duyuramadığınız gibi onlara da duyuramazsınız. Bu konuda hiç kimseyi de zorlayamazsınız. Size düşen her durumda güzel örnek olmaktır.”

Bu âyetlerin benzeri daha önce geçmişti. Geniş açıklamalarımızı oraya havale ediyoruz.811

54. Âyet: Hayat Geri Vitesi ve Freni Olmayan Bir Araba Gibidir

Bu âyetten şunu anlıyoruz, eğer hayat bir araba olsaydı, onda geri vites ve fren olmayacaktı. Doğumla çıkılan hayat yolunda hiçbir insan “20’li yaşları çok sevdim burada frene basayım, bu yaşların keyfini çıkarayım.” diyemediği gibi, “Çocukluğumu çok özledim, geri vitese takayım ve o yaşlara döneyim.” de diyemiyor.

Bu araba beden denilen kaporta içindeki bütün insanlara şunu diyor: “Ey insan! Ne kadar güçlü olursan ol, senin gücün hayat arabasını durdurmaya yetmeyecek. Sana emanet olarak verilen güç bir gün elinden çıkacak. Aciz geldiğin dünyadan aciz gideceksin. Mecburen gideceğin ahirette cennete girmek istersen, cennetini burada inşa edeceksin. Burada iç dünyasında cenneti inşa edemeyenlere, güzel örnek olarak etrafını cennete çevirme niyet ve gayretini ortaya koymayanlara ötede cennet yok...”

55-57. Âyet: Hayat Bir “An” Kadar Kısadır

Bu âyette anlatılan konunun benzeri hakkında Tâhâ sûresinde 103 ve 104. âyetlerin tefsirinde “Dekorda İki gün Var: Sonlu ve Sonsuz” başlığı altında bilgiler verdik. O bilgilerin üzerine şunları ilave edelim.

Kur’an bu ve benzeri âyetleri vesile yaparak bize ahiretten (sonsuzdan) dünya hayatına (sonluya) baktırıyor. Sonsuzdan sonluya bakıldığında en uzun sonlu “an” kadar oluyor.

Şimdi bunun nasıl olduğunu bir örnek üzerinden anlatalım.

Varsayalım bir araba galerisi var. Galerinin karşılıklı iki duvarında boydan boya aynalar var. Galerinin ortasında da tek bir araba var. Bu tek araba karşılıklı aynalar sayesinde onlarca araba olarak görünüyor. Galeri sahibi aynalara baktığında “benim onlarca arabam var” diyebilir. Ama gerçekte tek bir arabası var.

Hayat da böyledir.

Varsayalım karşımızda 70 yaşına kadar yaşama ihtimali olan 35 yaşında bir insan var. Bu insanın bir geçmiş aynası var bir de gelecek aynası. Geçmiş aynasına baktığında hafızasındaki kayıtlardan geçmiş 35 yılı görüyor. Gelecek aynasına baktığında gelecek 35 yılı da hayal ediyor. Ama gerçek nedir? Gerçek kişinin o “an” içinde yaşadığı “an”dır. Neden? Çünkü geçmiş gitmiş bir daha gelmeyecektir. Geleceğin de gelmesi kesin değildir.

70. yaşına gelmiş bir insanın “hayatım” dediği şey, geçmişe uğurladığı “an”ların toplamıdır.

Bu gerçeği önümüze koyduğumuzda bir “an”dan ibaret olan dünya hayatını ebedi hayata tercih etmek büyük bir aldanmadır. Ne gibi? Bir milyar lirayı bir liraya değişmekten daha büyük bir aldanmadır. Asr sûresinde “insan hüsrandadır/zarardadır” denirken kastedilen zararlardan biri de bu aldanmadır.

56. âyetin son bölümünde “Fakat siz bu gerçeğe inanmak istemediniz.” İfadesinde kastedilen gerçeklerden biri de burada anlattığımız “an” gerçeğidir.

Bu bağlamın devamında gelen 57. âyet “an”ı ebedi zamana değişenlere şu iki mesajı veriyor:

Özetlersek, bu gerçekleri unutarak “an”ı yaşamak gaflet olurken, bu gerçeği bilerek “an”ı yaşamak büyük bir farkındalık oluyor.

58. Âyet: Öğretmen Öğrencileri İmtihana Hazırladı

Dünya imtihan dünyası olunca, Kur’an hem ders kitabı hem de öğretmen oluyor. Öğretmenimiz bizi imtihanda çıkacak her konuya verdiği misallerle hazırladı. Hangi tercihleri yaparsak doğru olacağını, hangi tercihleri yaparsak yanlış olacağını peygamber kıssalarında iyiler ve kötüler üzerinden bize gösterdi.

Yani âyet diyor ki, bahane yok. Öğretmen imtihanda çıkacak bütün sorular hakkında önceden verilmesi gereken bütün bilgileri anlaşılır misaller eşliğinde verdi. Ahirete geldiğinizde hiçbir mazeret kabul edilmeyecek.

Ayetin ikinci bölümünde şöyle bir ifade geçiyor. “Şimdi sen onlara (istedikleri türden bir mucize veya) âyet getirsen, inkâr edenler (yine inanmaz812)…”

Biz bu konuya A’râf sûresinde 160. âyetin tefsirinde “Çok Mucize Görmekle Çok İyi İnanma Arasında Doğru Orantı Var mı?” başlığı altında değindik oraya bakılmasını tavsiye ediyoruz.

59. Âyet: Kalplerin Mühürlenmesi

Kur’an’da 15 defa tekrar edilen “kalplerin mühürlenmesi” ifadesi mecazi bir ifadedir. Biz A’râf sûresinin 100. âyetinde “Peki, Kalplerin Mühürlenmesi Ne Demek?” sorusuna verdiğimiz cevapta bu konuya değindik. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

60. Âyet: Sabret

Bu âyeti bu sûrenin 1-6 arası âyetlerinde anlatın ve yakın bir gelecekte Rumlar galip gelecek o gün siz de sevineceksiniz âyetiyle birlikte okumak gerekir. Öyle okuduğumuzda bu âyet “Allah’ın vaadi gerçekleşeceği güne kadar sabredin.” diyor.

Sabır konusunda daha önceki sûrelerde gerekli açıklamaları yaptığımız için, oralara bakılmasını tavsiye ediyoruz.813

50/70. ME’ÂRİC SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

Ön Bilgi: Tefsir Usulü Mecaz/Teşbih Yasası (Ek Bilgi)

Tefsir Usulümüzü hazırlarken, onu bir bagaj gibi düşündük, o bagaja ilgili konuların (yasaların) giriş bölümlerini koyduk, gelişme bölümlerini de o konularla ilgili âyetlerin geldiği sûre ve âyetlere bıraktık.

Gelişme bölümünü sonraya bıraktığımız yasalardan biri de Mecaz/Teşbih Yasasıydı. Şimdi Mearic sûresinin ilk âyetlerini vesile yaparak o yasanın devamı olan bilgileri aşağıdaki ana başlık altında paylaşacağız.

ALLAH, AN, TECELLİ ve ZAMAN

Giriş: Kur’an Okurken Seviye Atlamak Gerekli mi?

Miraç kelimesinin çoğulu “Mearic”tir. Bizim mealimizde “yükselme dereceleri” anlamını verdiğimiz Mearic kelimesi aynı zamanda sûrenin de ismidir. Bu sûrenin ilk âyetlerinde miraçtan, meleklerin ve ruhun elli bin yılda yükselmesinden bahsediliyor.

İniş sırasından yaptığımız okumada bu konu bu sûrede önümüze geldi. Biz mealimizin giriş bölümünde bu konuyla ilgili 1. level (seviye) diyebileceğimiz seviyeden bilgiler verdik. Şimdi burada level/seviye atlayacağız.

Burada şöyle bir soru akla gelebilir.

Neden seviye atlıyoruz, bu seviyeden gitsek olmaz mıydı?

Bu sûrede önümüze 3. âyette miraç, 4. âyette “meleklerin ve ruhun süresi 50 bin yıl olan bir günde yükselme” konusu geldi.

Bunların yanında Kur’an’da bazı âyetlerde Allah’ın aşkın ve içkin bir dil kullanması, bu bağlamda Kur’an’ın bizim sınırlı dünyamızda, bize sınırsız alemlerden bahsetmesi…

Kur’an okurken bu ve benzeri konuların sık sık karşımıza çıkması, tefsir usulü açısından bu konuları daha iyi ve doğru anlamak için bir bakış açısı ortaya koymamızı gerekli kıldı.

Bu konuda bizi böyle bir bakış açısı ortaya koymaya iten sebeplerden biri de klasik meal ve tefsirlerde bu konuda iki ucun öne çıkması,

Bu konu önemli ve hassas bir konu olduğu için konunun başında iki uyarı yapmak istiyoruz.

İki Önemli Uyarı

Bu kısa açıklamadan sonra uyarımıza gelirsek, bir Müslüman Kur’an’ı ve İslam’ı anlamada kaç level atlarsa atlasın, hangi seviyelere ulaşırsa ulaşsın adı her zaman kuldur. Ona yakışın tevazudur. Dipnotta örneklerini verdiğimiz sözlerden ve benzerlerinden kesinlikle kaçınması gerekir.

Bu uyarı ve açıklamalardan sonra bu tür konuları anlatırken izleyeceğimiz Kur’ani yönteme de dikkat çekmek istiyoruz.

Sınırsız Alemi, Sınırlı Alemde Anlatmada İzlenecek Yöntem

Kur’an’ın temel konusu sınırlı (görünen alem) ve sınırsız (gayb, görünmeyen) alemdir. Kur’an bize sınırlı alemi anlatırken, onun içinde sınırsızı da anlatır. Bu anlatı içinde kainat/dünya görünen/sınırlı tarafta yer alırken, Allah, melek, ahiret; cennet, cehennem sınırsız tarafta yer alır.

Kur’an bize sınırsız alemi anlatırken, sınırlı alemde onu anlamamızda bize yardımcı olacak objeler kullanıyor. Mesela Allah’ı bize anlatırken O’nun elinden, yüzünden, arşından, kürsüsünden bahsetmesi gibi…

Bu anlatım karşısında,

Aynı durum burada Mearic sûresinde yer alan âyetler için de geçerlidir.

Biz bu çalışmada lafız olarak anlamaya birinci seviye diyoruz. Lafzın işaret ettiği manayı anlama gayretine de seviye atlama diyoruz.

Seviye atlamazsak,

Kur’an’ın “Allah’ı hiçbir şeye benzetmeye izin vermeyen” âyetleri818 böyle düşünmeye onay vermiyor. Bu durumda seviye atlamak, Kur’an’ın sınırsız (gayb) aleme dair anlattığı şeyleri, sınırlı alemde teşbih, mecaz ve semboller üzerinden anlatmak Kur’an’ın onay verdiği bir yöntem olarak karşımıza çıkıyor.

Kur’an’a ait bu yöntemi ortaya koyduktan sonra konumuza aşağıdaki başlıkla giriş yapabiliriz.

Kainat ve Zaman

Bu başlığı aşağıda Allah ve Zaman başlığı takip edecek. Kainat ne kadar büyük olursa olsun, yaratılan bir alem olduğu için mutlaka sınırları var. Sınırları olan kainat içinde zaman göreceli; bu göreceli zamanı bir kurgu içinde anlatalım.

Varsayalım dünya dışındaki dört gezegende hayat var, sizin de orada çalışan arkadaşlarınız var. Onlara soruyorsunuz, bizim dünyadaki gün ve yılımızla kıyaslarsanız, sizin orada bir gün kaç saat, bir yıl kaç gün?

Bu örnekleri diğer gezenleri de buraya alarak çoğaltabilirdik ama bu kadarından şunu anlıyoruz: Bu kainatta zaman izafi/görecelidir. Zamanın göreceli olduğu bu kainatın neresinde yaşarsak yaşayalım üzerimizden zaman geçiyor. Hangi konuyu konuşursak konuşalım, zamandan bağımsız konuşamıyoruz. İşte bu nedenle, Kur’an her şeyi zaman üzerinden anlayan bizlere, anlattığı bazı konuları bizim algımız üzerinden anlatıyor.

Bu açıklamayı buraya koyarak diğer başlığa geçelim.

Allah ve Zaman

Biz yaşadığımız dünyada her şeyi zaman içinde anladığımız için Kur’an bize Allah katında bir günden bahsediyor. Bu bir günü “el, yüz” örneklerinde olduğu gibi aynen kabul edersek, “Allah katında gün varsa, ay da vardır, ay varsa yıl ve yıllar da vardır…” dememiz gerekecek. Bunu dediğimizde (haşa) Allah’ı yarattığı zamanın içinde olan, üzerinden zaman geçen biri olarak kabul etmemiz gerekecek…”

“El, yüz” örneğinde olduğu gibi böyle bir kabulün imkansız olması, Allah-zaman ilişkisini lafzî değil, lafzın işaret ettiği mana içinde anlamamızı zorunlu kılıyor.

Burada soru şu:

Allah-Zaman İlişkisini Nasıl Anlayacağız?

Biz insanlar, anladığımız her şeyi yaratılan alemin olguları içinde anlıyoruz. Yaratılan alemin dışını anlamaya çalışırken de mecburen yaratılan alemin ifadelerini kullanmak zorunda kalıyoruz.

Bu soruya cevap verirken de öyle yapacağız.

Kainat ve içindekiler “zaman”dadır, Allah ise “an”dadır. “An” ezel ve ebed kelimeleriyle anlatılıyor. Orada ön-arka, alt-üst, baş-son, önce-sonra, geçmiş-gelecek yoktur. Orada sınırsızlık; orada hep şimdi vardır.

Bu ifadeleri biraz açalım; bizim içinde yaşadığımız kainatın ömrünün 14 milyar yıl olduğunu kabul edersek, bu 14 milyar yıl, 1114 milyar yıl bile olsa bu uzun zaman dilimi Allah için başı-sonu içi dışı aynı anda bilenen bir “an”dır.

Bizim sınırlı dünyamız içinden çok zor anladığımız ve anlattığımız sınırsızlık ve o sınırsızlığın Allah için “an” olması gerçeği, her insanın anlayamayacağı bir konu olduğu için, Allah (cc) muhatabı insan olan Kur’an’da, sınırsızda olanı sınırlının, “an”da olanı zamanın içinde anlatan bir dil tercih etmiş.

Kur’an’da Allah’a ait fiilleri “yaptı, yapacak” zaman kipleri ile anlatan ifadelerin tamamı bu dilin tecellisidir/yansımalardır.

Aşağıdaki başlıkta bu konuyu devam.

Allah Nasıl Tecelli Eder?

Bu konuyu yukarıdaki anlatımların üzerine inşa ediyoruz. Sınırlı alemden, sınırsızı anlamaya çalıştığımız için mecburen sembolik bir dil kullanacağımızı bir kere daha ifade edelim.

Henüz kainat yaratılmadı. Allah (cc) “an”da; bütün özellik ve güzellikleriyle sadece O var, O’ndan başka bir hiçbir şey yok.

Kainat isimli dev binanın planı, projesi mesabesinde olan bu ilmi vücuda “ol” emrini verdiğinde bugün içinde yaşadığımız kainatın olma süreci başlıyor.

“Ol” emriyle başlayan bu sürece tecelli diyoruz. Yine sembolik dille ifade edersek, kainat (ve içindeki her şey) sınırlı bir ayna oluyor, Allah (cc) sınırsız özellik ve güzelliklerini bu aynada tecelli ettiriyor. Aynada görünen “O” değil. O’ndan gelen tecelliler oluyor.

Allah’ın İki Yönü Aşkın ve İçkin

Kelam ilmi bize Allah’ın sıfatlarını tanıtırken, iki başlık altında anlatır.

Selbi sıfatlar, Subuti sıfatlar820; bu iki sıfatın farkı şöyle ifade edilir. Selbi sıfatlar Allah’ın zatına ait özelliklerdir. Sadece O’na hastır. Subuti sıfatlar ise Allah’ın yarattığı varlıklarda tecelli eden özelliklerdir.

Aşkın ve içkin farkını bilen müminler Allah’ın içkin içinde sınırlı tecelli ettiğini bilir. Yani sınırlı tecelli, sınırsız özellik ve güzellikleri olan Allah’ı tanımada yetersizdir/eksiktir. Bilinçli bir şekilde (Allah her türlü eksiklikten uzaktır anlamına gelen) Subhanallah demenin arkasında bu eksiliği bilmek vardır.

Kur’an okuyan bir Müslüman için Allah’ın aşkın ve içkin yönünü bilmek çok önemlidir.

Bu dili hayatın içinden bir örnekle anlatmaya çalışalım. Aynı zamanda buraya kadar biraz soyut giden anlatımı somut örnekler üzerinden daha anlaşılır hale getirmeye çalışalım.

Her Anne-Babanın Aşkın ve İçkin Yönü Vardır

İfade kolaylığı için aileden anneyi öne çıkaran bir dil kullanalım. Mesleği öğretmenlik olan anne beş yaşında bir çocuğun baktığı yerden “Benim annem her şeyi bilir” şeklinde bilinen bir yetişkindir.

Burada sembolik dile geçiş yapalım. Varsayalım annenin bilgisi çocuğun sınırlı bilgisini aşan sınırsız bilgi olsun. Annenin sınırsız bilgi sahibi olmasına onun “aşkın” tarafı diyoruz. Anne bu seviyeden konuşsa, çocuk bu seviyede olmadığı için anne çocuğuna bilgi olarak bir şey veremeyecek. Anne ne yapıyor? Çocuğun seviyesine iniyor, aşkın karşısında içkin olan onun dünyasına giriyor orada sevgi, ilgi ve o seviyeden bilgi vermek olarak tecelli ediyor.

O tecellide çocuğun sınırlı bilgisini dikkate alan bir dil kullanıyor. Kendisi ateşin yaktığını bildiği halde, “hadi gel seninle ateşin yakıp yakmadığını, ona elini değene acı verip vermeyeceğini öğrenelim” diyor. Bu konuda birkaç örnek gösterdikten sonra bugün seninle “Ateşe dokunursak elimizin yanacağını öğrendik. Yarın da seninle yemekte çatal, kaşık ve bıçak kullanmayı öğreneceğiz.” diyor.

Anne çoğunun sınırlı dünyasında (içkin içinde) öğrettiği her şeyi aşkın/yetişkin dünyasında biliyor ama içkinde tecelli ettiğinde, içkinin anlayacağı dili kullanarak geçmiş ve gelecek zaman kiplerini kullanıyor.

Allah-insan ilişkisi aynen böyle demiyoruz. Ama bu örneğin aşkın-içkin ilişkisini anlama adına çok ama çok önemli olduğunu düşünüyoruz.

Kur’an’ın aşkın olan Allah’ın içkindeki tecellisi olduğunu dikkate aldığımızda aşkın-içkin konusunu doğru bir şekilde bilmenin Kur’an’ı doğru bir şekilde anlama adına çok önemli olduğunu düşünüyoruz.

Özetlersek, bizim anlaması ve anlatılması zor olan konuya girme sebebimiz: İleri seviyede bir Kur’an okumada bu konuyu bilmenin gerekli olmasıdır.

Bu konuyu bilmek çok önemli olduğu için bu konuda örneklerimize devam edelim.

Kainat Bir Trafodur, Tecelliyi 220 Volta İndirir

Burada trafo örneği vereceğiz; malum elektrik, üretildiği elektrik santrallerinden evlerimize gelirken, ilk çıktıkları noktadaki yüksek voltajla evlerimize ulaşmazlar. Evimizin bulunduğu yere yakın bir yerde bir trafoya gelirler. O trafo, oraya gelen yüksek voltajlı elektriği, evlerimizdeki elektrikli aletlerimizin kullanabileceği seviyeye (220 volt) indirir.

Trafonun işlevini kısaca anlattıktan sonra gelelim konumuza.

Allah (cc) aşkın yönüyle sınırsız özellik ve güzelliklerin sahibidir. Burada yine sembolik bir dil kullanarak anlatalım, O'nun sınırsız özellik ve güzelliklerinin tecellisini çok yüksek voltajlı (mesela 380.000 volt) elektriğe benzetirsek, bu tecelli karşısında maddi hiçbir şey dayanamaz; paramparça olur.

O yüzden Allah (cc) kainatı bir nevi trafo olarak yaratıyor. Bu trafo, kaynaktan gelen yüksek voltajlı elektriği, 380.000 volttan 220 volta indiriyor.

Bunun bir örneğini Kur'an'da Allah-insan (Hz. Musa) diyalogunda da görüyoruz. O diyalogda Hz. Musa (as) Allah'ı görmek istiyor, Allah (cc) dağa tecelli ediyor, dağ paramparça olduğunda şunu anlıyoruz: Allah'ın (cc) aşkındaki mutlak özellik ve güzellikleri ile doğrudan içkine/kainata/dünyaya/dağlara tecelli etse, kainat buna dayanamaz, paramparça olur.

Bu örnekten sonra bir örnek daha verelim.

Ruh Üflemek (Balona Üflemek)

Aşkın-içkin, sınırsız-sınırlı, an-zaman ilişkisini anlama adına bir örnek daha verip, konuyu Mearic sûresinde öne çıkan miraca getireceğiz.

Rum sûresi 30. âyetin tefsirinde balon örneği vermiş ve Kur’an’da Allah’ın insana varlık aleminde ihtiyacı olan donanımı yüklemesini “ruh üflemek” kavramıyla anlattığını ifade etmiştik. Burada o kavramı bütün varlıkları içine alacak şekilde genişletiyoruz.821

Bu durumu yine sembolik dille anlatırsak bu genişlik içinde “ruh üfleme” diğer bir tabirle ilahî tecelli dört aşamada oluyor.

Bu ruh üflemelerin hepsinde ortak bir nokta var o da her varlık, varlık sahasına bir alt sınırdan geliyor ve üst sınıra doğru terakki ve tekamül ediyor.

Birincisi “halk” tarafında, diğer “hulk” tarafında oluyor.822

Halk tarafı insanın maddi/biyolojik/fiziki tarafı oluyor. Bu tarafta alt sınır sperm, üst sınır insanın yetişkin hali oluyor. Bu taraf yemeye içmeye bağlı gelişiyor.

Hulk tarafı insanın (ruhunu, fıtratını, nefsini ve ahlakını içine alan) manevi tarafı oluyor. Bu tarafta alt sınır manevi donanım oluyor. Üst sınır güzel ahlak sahibi insan oluyor. Bu tarafın gelişimi, terakkisi, tekamülü (anne-baba, öğretmenler üzerinden) insanın kendisine bırakılıyor.

Buraya Kadarı Özetlersek: Biz Ne Yaptık? Miraç Yaptık…

Buraya kadar anlattığımız her şeyi aşağıda “Farklı bir açıdan Miraç” başlığı altında yazacaklarımıza zemin hazırlamak için yazdık.

Miraç kelimesi “yukarıya doğru yükselmek” anlamına gelir. Biz burada bu yazıyı yazarken manen yükseldik. Bedenimiz bulunduğumuz yerdeyken, fikrimiz, düşüncelerimiz, hayalimiz, anlayışımız ve kavrayışımız yükseldi. Maddi boyutta yerimizde dururken, manevi boyutta içkinden aşkına, sınırlıdan sınırsıza, zamandan an’a doğru bir yükseliş yaşadık.

Bütün bunlardan sonra sıra miracın tanımını yapmaya geldi. Onu da aşağıda yapalım.

Farklı Bir Açıdan Miraç Nedir?

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi miraç kelimesi yukarı doğru yükselmek anlamına geliyor. Kur’an’da bu kelime insanı yukarı doğru yükselten bir araç olan merdiven için de kullanılıyor.823

Bu sûrenin 3. âyetinde miraç kelimesi, “Mina(A)llâhiżî-lme’âric” âyeti içinde çoğul formda geçiyor. Âyetin tefsirinde de ifade edeceğiz bu âyet bize şu anlamları veriyor:

Bunun tek istisnası yukarıda “halk ve hulk” kavramlarını anlatırken ifade ettiğimiz gibi insanın manevi tekamülü/yükselmesi/miracıdır. Orada Allah (cc) insana hem yükselebilecek hem de alçalabilecek bir donanım veriyor. Bu donanımı asansöre benzetiyoruz.

Sembolik dille konuşursak her insanın manevi tarafı bu asansörün içinde yaratılıyor. Bu asansördeki insanlara Allah (cc) peygamberler aracılığı ile vahiy gönderiyor. Bu peygamberler o insanlara asansörü tanıtıyor. Asansörün içinde yukarı çıkaran ve aşağıya indiren düğmelere basılırsa bunun hangi sonuçları olacağını anlatıyor.

Özetlersek, bu sûrede geçen mearic (miraçlar) ifadesini vesile yaparak buraya kadar yaratılan her varlığın miracını anlattık.

Müminlerin manevi miracına mealimizde; bu sûrenin ve İsra sûresinin girişinde değindik. Peygamber Efendimizin miracına İsra sûresinin 1. âyetinin tefsirinde değineceğiz.

Şimdi Mearic sûresine girişi niteliğinde olan açıklamalardan sonra sûrenin tefsirine geçebiliriz.

1-17 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

1-5 Âyet: Tarihi Arka Plan ve Âyetlerin Tefsiri

Bu bölümdeki âyetler için önce genel manada kısa bir tefsir yapacak, sonrasında bazı noktalara yoğunlaşacağız.

7. asırda Mekke’deyiz. İlk âyetin indiği günden bugüne yaklaşık yedi yıl geçmiş. Bu âyetler Mekke’de ilk Müslümanlar için en ağır günlerin yaşanmaya başladığı 7. yılda yani boykot yılının başında iniyor. Bu yedi yıl içinde birçok defa Allah’ın müşriklere (hesap sorma ve gelecek azapla ilgili) vaadini duyuyoruz.

Müminler de müşrikler de bu vaadin ne zaman yerine getirileceğini soruyorlar.824

Biz 1. âyette “âyet soyut kalmasın” diye bu iddiaları seslendiren müşriklerden Nadr bin Haris’in ismini yazdık. Ama oraya birçok müşrikin ismini yazmak da mümkündü.

Hatta bazı zayıf rivayetlerde azabın ne zaman geleceğini soran kişinin Peygamber Efendimiz olduğunu da görüyoruz. Bu da mümkün. Çünkü yukarıda ifade ettiğimiz gibi bu soru her iki taraftan da geliyor.

Şimdi gelelim bu soruya verilen cevaba.

2. ve 3. âyette bu soruya şu manada bir cevap veriliyor:

İşte böyle bir azametin, büyüklüğün, kudretin ve yüceliğin sahibi olan Allah (cc) bir şeye “olacak” diyorsa, onu “olmuş” bilin.

Süresi 50 Bin Yıl Olan Bir Günde Yükseliş Nasıl Oluyor?

4. âyette, aşkın olan Allah’ın yarattığı içkin (kainat) alem içinde meleklerin ve ruhun 3. âyette anlatılan yükselme derecelerinin sahibi Allah’a yükselmesi anlatılıyor.

Bu örnek çok ama çok ilginç bir örnek. Âyette anlatılanları yine sembolik dilin imkanlarını kullanarak anlamaya çalışalım.

Ayette maddi olmayan varlıklar var; melek ve ruh. Bu iki varlık yerden/dünyadan/içkinden aşkına doğru yükseliyorlar/çıkıyorlar. Bu yükselmede varış süresi bir gün. Bu bir günün biz insanların dünyasındaki süresi 50 bin yıl.

Burada bizim için kapalı kalan birkaç nokta var.

Bu soruların cevabını değineceğiz ama bu sorular aslında bize şunu diyor: Bu tür âyetlerde bir güne, bin yıla, elli bin yıla takılıp kalmayın. Bunların tamamı Allah’ın şu içkin olan kainatın büyüklüğünü anlamanız için kullandığı sembolik ölçüler. Bunların tamamı mecaz. Bunların hakikati, kainatı bir çekirdek gibi alt sınırdan yaratmaya başlayan Allah’ın onu ve içindekileri yüceltmesinde ve yükseltmesinde (mearic) ulaşılan üst sınır (büyüklük) hakkında sizlere fikir vermektir.

İşin hakikati (Allahü a’lem) bu.

Bu hakikatin içinde biz insanlar için zaman var ama melek ve ruh için zaman yok. Neden?

Ama biz yine de bir mesafe olduğunu varsayarak yukarıdaki iki soruya cevap vermeye çalışalım.

Melek ve ruh madde değil. O yüzden onların ışık hızından daha fazla gittiğini kabul etmemiz lazım. Işık hızının saniyede 300 bin km. olduğunu kabul ettiğimizde melek ve ruh için (öyle bir şey yok ama bir fikir vermek için) 600 bin km. tahmini yapalım.

Daha da basitleştirelim melekler ve ruh saniyede 600 bin km. hızla giden bir uçak içinde (olmaz ama olduğunu düşünelim) yerden arşa, sınırlıdan sınırsıza, içkinden aşkına çıkıyor. Bu durumda Kur’an’ın burada mecazi olarak verdiği 50 bin yıl, saniyede 600 bin km. hızla giden varlıkların kat ettiği mesafe oluyor.

Bu mesafeyi insanların 21. asırda geliştirdiği en hızlı vasıta ile gittiğini düşünürsek bu 50 bin yıl tahminen ne kadar? Şu an için insanların uzaya çıkışta geliştirdikleri uzay araçlarının ulaşabildiği hız saatte 28 bin km.825 50 bin yılı bu hızla gittiğimizi hayal edersek, biz insanların meleklerin kat ettiği mesafeyi kat etmesi 3.86 milyar yıl sürüyor. 3.86 milyar yıllık mesafeyi kat etmek için ortalama ömrü 100 yıl olan 38.6 milyon nesil gerekecek.

Kainatın büyüklüğü hakkında fikir vermek için verdiğimiz bu rakamlar doğru mudur? Bilim insanları şu an için kainatta 2 trilyon galaksi olduğunu, ortalama bir galaksinin başından sonuna kadar olan mesafenin 100 bin ışık yılı olduğunu, insanların saatte 28 bin km. hızla giden bir vasıtayla bu mesafeyi 3.75 milyon yılda kat edebileceğini söylüyorlar. Bu sadece bir galaksi, bunun yanına 2 trilyon daha koyalım…

Şimdi burada duralım ve konuya girerken yazdığımız şu cümlenin devamını bir kere daha okumanızı isteyelim. “Bu tür âyetlerde bir güne, bin yıla, 50 bin yıla takılıp kalmayın…”

Bunların tamamı mecazdır. Bu mecazi anlatım Allah’ın muhteşem kudretini anlatır. Bu kudretin vaad ettiği her şeyi yerine getirebilecek bir gücün sahibi olduğunu anlatır. O’nun sonsuz kudreti karşısında dünyayı yaratmak mümkün olduğu gibi ahireti yaratmanın da mümkünü olduğunu anlatır.

Bu anlatılanlardan sonra 5. âyet peygamber Efendimizin şahsında bütün zamanlarda gelecek olan müminlere şu mesajı verir. 4. âyette melekler ve ruh hakkında verilen ölçüler üzerinden, kainatı yaratan Allah’ın ne kadar büyük, ne kadar güçlü olduğunu anladığınız. Allahüekber derken arkanızda böyle bir gücün olduğunu bilin, bu güç şu imtihan dünyasında “sabredin” diyorsa, “vardır bunda bir hikmet” deyip sabredin.826

“Şimdi Sen Güzelce Sabret”

Bu cümle 5. âyetin meali. Kur’an’da Sabır kelimesi 103 defa geçiyor. Bu 103 yerden 3’ünde sabır kelimesi yanında cemil/güzel sıfatıyla birlikte “Sabrün Cemil” şeklinde geliyor.827

Bu ifadeyi buradaki bağlam içinde iki şekilde anlayabiliriz.

Birincisi dar anlamda; 5. âyet ilk muhataplara diyor ki, burası imtihan dünyası, burada Allah müşriklere gelecek azaptan bahsediyor ama bu azap bazen tadımlık olarak dünyada gelse bile, genelde ahirete kalıyor. O yüzden şu an içinde bulunduğunuz zor günlerin bugünden yarına hemen geçeceğini zannetmeyin, bu süreç uzayabilir, Allah’ın müşriklere tadımlık ceza vermesi Medine’ye kalabilir. Bugüne kadar sabrettiniz, bundan sonrası için de duruşunuzu değiştirmeyerek güzel bir sabırla sabretmeye devam edin.

İkincisi geniş anlamda; 5. âyet Kur’an’ın bütün zamanlardaki muhataplarına Mearic (miraçlar/yükselmeler) üzerinden şu mesajı veriyor: insanın manevi olarak alt sınırdan üst sınıra terakkisi ve tekamülü; kamil insan olma süreci kolay değildir. Bu süreç; bu süreçte yapılması gerekenlerin hakkıyla yapılması, kıvamın yakalanması ve onun bir ömür korunması çok ciddi bir emek ve gayret isteyen bir iştir. Zor olan bu yolda, bu zorlukları aşmak için sabrün cemil/güzel bir sabır gerekir.

Özetlersek, âyet Allah’ın kendisine verdiği potansiyel üzerinden kendi manevi miracına çıkacak; kendini gerçekleştirecek, kamil insan olma yolunda terakki ve tekamül edecek her insana şunu diyor: Bu iş emek ister, gayret ister bir de sabır ister. O sabır sabr-ı cemil yani güzel sabır olursa netice de güzel olur.

6-9 Âyet: Bunu Yaratan Kudret İçin İmkansız Yoktur

Burada söz yine Allah’ın kıyamet vaadine geliyor. Kur’an’da yüzlerce örnekte gördüğümüz gibi, önce gökler, yer/dünya/kainat üzerinden Allah’ın sınırsız gücü anlatılıyor, sonrasında “o güç için imkansız yoktur, o olacak demişse, olmuş bilin” mesajı veriliyor.

Bu âyetlerde de bunu görüyoruz.

10-14 Âyet: “Mahkemede Rüşvet Verir Kurtarırız”

Bu âyetlerin bir tarihi arka planı var. Bu arka planında genelde bütün dünyada, özelde 7. asrın Mekke’sinde kabilecilik, kavmiyetçilik, aşiretçilik gibi kendine yakın olanı bir şekilde koruma ve kayırma duygusu vardı.

Bu duygu Mekke’de o kadar güçlüydü ki, bir kabileye mensup olan kişi, şunu çok iyi bilirdi “Biz dostuz, dostlarımız bizi korur. Bir suç işemişsek mutlaka fidye verip bizi kurtarır. Yani gücümüzün göstergesi servetimiz o kadar büyük ki, onu ortaya koyduğumuzda çözülmeyecek işimiz yoktur.”

Bu tarihi arka planı bugünkü dille söylersek: “Biz tanınmış bir aileyiz. Satın alamayacağımız insan yoktur. Herhangi bir mahkemede aleyhimize bir şey olduğunda rüşvet verip kendimizi kurtarırız.”

İşte Kur’an bu anlayışın hakim olduğu bir dünyanın önüne bir ahiret manzarası koyuyor ve o manzara üzerinden şu mesajı veriyor: Ey insanlar! Ey insanlar içinde günahkar olanlar! Dünyanın bütün servetleri sizin olsa, o servetle dünyada kendinizi kurtardığınız gibi ahirette de kurtaracağınızı zannediyorsanız. Bilin ki çok ama çok büyük bir yanılgı içindesiniz. O servetin ahirette size hiçbir faydası olmadığı gibi, o servetin emanet olduğunu unutmanızın, o serveti veriliş amacı dışında kullanmanızın büyük bir cezası olacak. Bu gerçekle yüz yüze gelmeden önce aklınızı başınıza alın. Kurtuluşun yolunu Peygamberin davet ettiği dinde arayın…”

15-17 Âyet: Cehennem: Benim Elimden Seni Hiç Kimse Kurtaramaz

Kur’an’daki bütün cehennem tasvirlerindeki amaç orayı anlatmak değildir. Orası hakkında fikir verip, insanları dünyadaki yanlıştan caydırmaktır. Bu âyetlerde anlatılan cehennem lisan-ı haliyle bütün insanlara şunu der: “Öldükten sonra bana geldiğinde, seni benim elimden kimse kurtaramaz. Benden kurtulmanın yolu dünyada; verilen her nimeti emanet bilmekten, o emanetleri veriliş amacına uygun kullanmaktan geçiyor. Bunu da sana İslam dini öğretiyor. O dine girip örnek bir Müslüman olduğunda, bana gelmeden benden kurtulma yolunu bulmuş oluyorsun.

18-34 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

18-21. Âyetler: Bir Karakter Analizi

Kur'an-ı Kerim, çeşitli vesilelerle insan karakterini analiz eder. Bu analizlerde, insanın iç dünyasındaki niyetler ve bu niyetlerin dışa yansıması olan davranışlar ele alınır. Bu âyetler adeta bir ayna görevi görerek, insana kendi iç dünyasını dışarıdan seyretme ve kendisiyle yüzleşme fırsatı sunar.

Benzer bir karakter analizini, bir önceki sûre olan Rum sûresinin 33. âyetinde de görmüştük. Orada "İnsan Karakterine Ait Bir Resim" başlığı altında, sıkıntı anında Allah'a yönelen ancak rahata erince unutanların betimlemesini yapmıştık.

Mearic sûresinin 18-21. âyetlerinde ise şöyle bir karakter resmediliyor:

  1. Öncelikle, serveti yığma hırsına kapılmış bir insan tasvir ediliyor.

  2. Bu insanın doyumsuzluğundan bahsediliyor.

  3. Elindekiler azaldığında veya elinden alındığında, sanki o nimetler kendi malıymış gibi, emanet değilmiş gibi ve sanki bir gün ölümle onlardan ayrılmayacakmış gibi tepki veriyor.

  4. Bu kişinin sızlandığını, feryat edip şikayetçi olduğunu görüyoruz.

  5. Kaybettikleri kendisine geri verildiğinde ise, bunların emanet olduğunu unutuyor, onları kendi malı zannediyor ve Allah yolunda infak etmek yerine cimrilik ediyor.

Bu âyetler, tüm zamanlarda Kur'an'a muhatap olanlara şöyle sesleniyor: "Ey insan! Kur'an aynasına bak. Burada resmedilen karaktere benziyor musun?... Eğer benziyorsan, bil ki burada yığdığın ve seni cömert olmak yerine cimri olmaya sevk eden servetin, ahirette sana ve sevdiklerine hiçbir fayda sağlamayacak, aksine başına bela olacak. Gel, yol yakınken bu yanlıştan dön. Kölesi olduğun nimetlerin aslında emanetçisi olduğunu hatırla."

"Peki, bunu nasıl hatırlayacağım?" diye soracak olursan, cevabı genel olarak ibadetlerde, özel olarak da namaz ve zekat ibadetlerinde bulabilirsin.

Gelecek âyetlerde bu ibadetlere bakalım.

22-34 Âyet: Âyetler Arası İlişki

18-21 arası âyetlerle 22-34 arası âyetlerdeteşhisin ardından tedaviyi ortaya koyma gibi ilişki var.

İbadetler ve salih ameller üzerinden bu söylem eyleme dönüştüğünde, verilen nimetlerin emanet olduğu biliniyor, emanetin sahibinin razı olduğu hayat, bir hayat tarzı haline geliyor.

Bu kısa girişi aşağıdaki başlıklarla bu konuyu açalım.

Önce Teşhis Sonra Namaz ve Zekat Üzerinden Tedavi

Kur’an ölçülerinde bir insanın başına gelebilecek en büyük manevi musibet kendisine emanet olarak verilen nimetlere “benim” demesidir. Böyle diyen biri haliyle şunları da der: “Hayat benim dilediğim gibi yaşarım”, “Mal (para/servet) benim dileğim gibi harcarım.”

18-21 arası âyetlere baktığımızda böyle diyen bir insanda en fazla görülen manevi hastalıklardan biri de bencillik ve bencillik semptomları olarak bilinen cimrilik/pintilik.

Kur’an 22. âyet ve sonrasında bu hastalığa yakalanmamanın, yakalanılmışsa kurtulmanın yolunun nereden geçtiğini müminlere ait özellikler üzerinden anlatıyor. Bu özelliklerden namazı ve zekatı (22-25 âyetlerde) en başa koyarken, 34. âyette namaza bir kere daha vurgu yapıyor.

Burada soru şu: Namaz828 ve Zekat829 neden bu kadar önemli?

Kur’an namaz ve zekatı şekilde farklı, özde aynı ikiz kardeş gibi görüyor. Ne zaman birinden bahsetse, diğerini genelde hemen yanı başına koyuyor.830

“Neden bu kadar önemli?” sorusuna aşağıdaki başlık altında değinelim.

Namaz ve Zekat Dünyaya Karşı Bağımsızlık İlanıdır

Bu dünyada mutlak (sınırsız) özgürlük yoktur. Neden? Çünkü, insan ontolojik olarak (yaratılıştan) dünyaya bağlı yaratılmıştır. Yemede, içmede, nefes almada, kısaca hayatının devamı için tüm ihtiyaçlarında dünyaya bağlıdır. Yani hiçbir insan “Ben bağımsızım, ben güneşle, havayla, suyla (daha binlerce nimetle) bağlantımı keserek de yaşarım.” diyemez.

Din, dekoru böyle olan dünyada insana bir teklif sunar: “Bu teklif vereni (Allah’ı) verilen (nimetler) her şeyden daha fazla sevme, verene bağlılığını göstererek verilenlere karşı bağımsızlığını ilan etmek.” teklifidir.

İman etmek ve bu imanı kelime-i şehadet ile ilan etmek bu teklifin söylem olarak kabulü olurken, bütün ibadetlerin özetini içine alan ve iki kardeş olan namaz ve zekat bu teklife verilen cevabın eylem olarak ispatı olur.

Bu ispat makamında mümin kişi, günün her vaktinde haramlardan günahlardan uzak durmanın yanında günün beş vaktinde dünyadaki bütün helallerle de bağlantısını keser.

Bu ispat makamında mümin kişi başkasının “benim” dediği nimetlere “emanet” der. Emanetin içinden bir miktarını emanetin sahibinin gösterdiği adreslere vermekle, kendi helal malıyla bağlantısını keser. Bu şu demektir: “Ben vereni verilen her şeyden daha fazla seviyorum. Veren istedikten sonra verilenlerden kendi özgür irademle ayrılmakla Allah’a olan bağlılığımı, dünyaya karşı olan bağımsızlığımı ilan ediyorum.”831

Özetlersek, iman etmek, “Ben Müslümanım.” demek, dünyaya karşı bağımsızlıkta söylemdir, tüm ibadetleri temsil eden namaz ve zekat bu söylemi ispat eden eylemlerdir. Ne gibi? “Ben güneşim” diyen güneşin bu söylemini ışık vermekle ispat etmesi gibi. Ne gibi? “Ben kayısı ağacıyım” diyen ağacın, bu söylemini kayısı meyvesi vererek ispat etmesi gibi…

“Allah (cc) Benim Hakkımı Fakire Ver Diyor mu?” Evet…

Bu sorunun doğrudan cevabını bu bölümde 24. âyette “Mallarında belli bir hak vardır…” ifadesinden öğreniyoruz.832 Bu ve benzeri âyetlerin üzerinde düşündüğümüzde malımız (servetimiz) dediğimiz her şeyin emanetçisi olduğumuzu ve gerçek sahibinin Allah olduğunu anlıyoruz. Nasıl anlıyoruz? Daha önce ifade ettik, Allah ilk sermayemiz olan bedenin sahibidir. İlk sermayemiz olmasa ikinci sermayemiz olan; ev, araba, mal, mülk olmayacağı için, Allah ikinci sermayemizin de dolaylı olarak sahibidir.

Buna “farkındalık” diyoruz. Bu farkındalığa sahip olan Müslüman, bedenini emanet gördüğü gibi servetini de emanet görür. Bunu gördüğünde o emanet üzerinde asıl hak sahibinin Allah olduğunu anlar. Bunu anladığında başlıktaki soruya “evet” der.

Burada “evet” söylem olur, Allah yolunda ihtiyaç sahiplerine vermek o söylemi ispat eden eylem olur.

Ahiret İman ile “Tek Nefes” Arasındaki Bağlantı

26. âyet iman eden Müslümana ait özellikleri sayarken “hesap gününü tasdik etmeyi” öne çıkarıyor. Neden? Çünkü, bir Müslümanın aldığı nefes dahil her şeyi ama her şeyi ahiretle doğrudan bağlantılıdır. Değer biçilmeyen tek bir nefese (sembolik olarak) “bir milyar” dersek, nefesin bu değerini bilen her Müslüman ahirette bu “Bir milyarı nereye harcadın?” sorusunun kendine sorulacağına kesin iman eder ve o nefesi değerine uygun işlerde harcar.

Allah’ın Azabından Korkmak Ne Demektir?

Bilinçli bir Müslüman için bu sorunun cevabı doğrudan azaptan korkmak değildir. 27. âyette bahsedilen azaba “sonuç” dersek, korkulan şey o sonucu hak etmeye götürecek sebepler ve o sebeplere bağlı olarak kaybedilecek şeylerdir.

O sebeplerin toplamına “Allah’ın razı olmadığı her şey” diyoruz. O sebeplere bağlı kaybedilecek şeylere de “Allah’ın sevgisini/rızasını ve buna bağlı örnek bir Müslüman olma vasfını kaybetmek.” diyoruz.

Bunları kaybetmek, annenin sevgisini kaybetmek korkusu ile onun sevmediği şeylerden uzak durma korkusuna benzer. Bu yönüyle bu korku güzel bir korkudur; korkan kişiyi, korktukça Allah katında sevimli ve değerli yapan bir korkudur.

“İman Ettim.” Cenneti Garantiledim mi? Hayır…

27. âyet ve benzeri âyetler bu sorumuza “hayır” diyoruz. Dünya imtihan dünyası olduğu için, bu dekorun yasaları imtihanın sonuna (son nefese) kadar hiç kimsenin “Ben garanti cennetliğim” demesine izin vermiyor. Havf-reca arasında bir hayat yaşanmasını istiyor.

Cinsellik Bir Emanettir

Sûrenin 29. âyetinde müminlerin iffetlerini ve namuslarını korumalarından bahsediliyor. Devamında da bu korumada eşlerine ve aralarında evlilik sözleşmesi bulunan cariyelerine istisnası getiriliyor. Biz bu konuyu Nisa sûresinde aile, evlilik, köle, cariye konusunda geniş olarak değerlendireceğiz. O yüzden burada sadece 32. âyet üzerinden işin emanet konusuna bakan tarafına dikkat çekeceğiz.

Bir Müslüman hayata/bedene/vücuda “benim” demez “bende emanet” der. Bunlara “bütün” dersek, bütün emanet olunca bütünün bütün parçaları da birer emanet oluyor. Cinsellik; cinsel organlar, cinsel çekicilik de bu bütünün içindedir.

Her yerde, herkes içinde konuşulması doğru olmayan cinsellik basit bir konu değil; her yetişkinin belli ölçülerde bilmesi gereken, hemen her insanın evlenirken dikkate aldığı, evli her insanın belli bir yaşa kadar ayda birkaç defa yaptığı ve evlilik bağlarının güçlü kalması için de yapılması gereken bir iştir. Evlilik bağlarının ve duygusal yakınlaşmanın güçlenmesi, eşlerin aile dışında başka arayışlara girmemesi için de çok önemlidir.

Bu önemli konu imtihan dünyasında insanın kendini kontrolde en fazla zorlandığı konudur. Günaha girme noktasında bir anket yapılsa, cinsel konular, yalan ve gıybetten sonra en çok işlenen günahlar arasında yer alabilir.

Bu zorluğu aşmada ve kendini kontrol etmede şu sorunun cevabı çok önemlidir. “Hayat (beden, vücut, güzellik, cinsel cazibe) kimin?

“Benim” diyen dilediği gibi yaşar. “Ben de emanet” diyen de emanetin sahibinin koyduğu ölçülere göre yaşar.

Adına mantık dediğimiz aklın işleyiş yasaları, insan için “hayat kimin?” sorusuna “benim” demeyi imkansız kılıyor. Bu soruya “benim” demeye izin vermiyor.

Neden? Çünkü akıl evrensel bir yasa olan mülkiyet yasasını biliyor. Bu yasaya göre insan bedelini ödediği şeye “benim” derken, bedelini ödeyemediği şeye “benim” diyemiyor. Mutlaka “ben de emanet” demesi gerekiyor.

Bu noktada emanetin sahibi; kişi kime, neye inanıyorsa o oluyor. Bu bir ateist için doğa, tabiat, tesadüfler olurken, Allah’a iman edenler için de Allah oluyor. Ama asla kişinin kendisi olmuyor.

Bu gerçek bilindiğinde genelde tüm insanlar için, özelde bütün “ben Müslümanım” diyenler için “hayat benim dilediğim gibi yaşarım” ifadesinin akli, mantıki bir karşılığı olmuyor.

Akli ve mantıki karşılığı olan şey şu oluyor: “Hayatım, bedenim bende emanettir, o emaneti dilediğim gibi kullanamam, bedeni dilediği zaman dilediğim yerde, dilediğim kişilere teşhir edemem. Emanetin sahibinin koyduğu ölçülere uymam gerekiyor.”

Özetlersek, İslam dininde haram-helal, cinsellik, tesettür, aile gibi konuları konuşmaya başlarken, başlangıç noktası emanettir. Bu konuların emanet gerçeğini kabul eden insanlarda bir karşılığı olacak ama diğerleri kendilerinin olması imkansız olan hayata “benim” deme yanılgısı ile yaşayacaklar.

“Ben Mümin” Demek Sözleşmeyi Kabuldür

32. âyetin değerlendirmesini yaparken şunu hatırlatalım. Arapçada emanet, emniyet ve mümin kelimeleri aynı kökten gelir. Bu kelimelerin Türkçe anlamlarının merkezinde güven vermek vardır. Bu küçük hatırlatmadan sonra konumuza başlayalım.

Daha önce “Kur’an okumak Allah ile insan arasındaki sözleşmeyi okumaktır.” demiştik.833 Burada, oranın devamı olarak şunları ifade edelim;

Kur’an’ı bir sözleşme olarak okuyan kişi sözleşmenin tarafı olan Allah’ın verdiklerine ve vereceklerine (vaadlerine) bakar. Verdikleri tüm nimetlerdir. Verecekleri de o nimetleri amacına uygun kullanmanın sonucunda (güzel ahlak kazanma, buna bağlı Allah’ın rızasını kazanmaya bağlı olarak) verilecek olan cennettir.

İnsan bu sözleşmenin muhatabı olarak yazılanları okur. Yazılanları okumak, anlamak ve kabul etmek imandır. -Bu imanın içinde verilen her nimetin emanet olduğunu bilmek de vardır.- Kişi bu imanla mümin sıfatını alır.

(Güvenilen, güven veren anlamına gelen) Mümin sıfatı insan-Allah ilişkisinde şu anlama gelir. “Allah’ım sahibi göründüğüm bütün nimetlerin emanet olduğunun farkındayım. Bu emanetleri amacına uygun olarak kullanma konusunda bana güvenebilirsin.”

Mümin sıfatı insan-toplum ilişkisinde şu anlama gelir: “Ey insanlar! Ben sahibi göründüğüm her nimeti emanet biliyorum, emanetleri veriliş amacına uygun kullanmaya gayret ediyorum. O yüzden benim elimden, dilimden emin olabilirsiniz. Yani benden size zarar gelmez.”

Özetlersek, burada anlattıklarımız Kur’an’ı okumanın, anlamanın sonucunda ortaya çıkan bir farkındalıktır. Bu farkındalığa sahip olan bir mümin için “Ben Müminim” demek şu anlama gelir: “Allah’ım bana verdiğin her nimeti veriliş amacına uygun kullanacağıma dair sana söz veriyorum. Bu konuda bana güvenebilirsin.”

Söz, Eylemin Kıblesidir

32. âyette emanetin imanla bağlantısını kurmak, imanı sözleşmeyi kabul ve söz vermeyle eşitlemek aynı zamanda, vahyin rehberliğinde fıtratının gereğin yapmak oluyor.

Bu eşitlemeye “bilinç” dersek, bu bilince sahip olan bir Müslümanın ağzından çıkan her söz, o söze bağlı her türlü davranışın/eylemin/hareketin yolunu ve yönünü gösteren kıblesi olur.

Böyle olan bir müminin sözüyle eylemi arasında çelişki görülmez. Böyle olan bir müminde söz ve öz, söz ve eylem arasında muhteşem bir uyum vardır.

Mümin Önce Şahitleri Dinler Sonra Şahitlik Yapar

33. âyetteki şahitlik hukuki durumlarda mahkemede şahitlik olarak anlaşılabiliyor. O şahitlik, Müslümanın külli (bütünü kuşatan büyük) şahitliği içinde önemli bir cüzdür (küçük parça).

Önce külli şahitliğe bakalım.834 Yaratılan her şey ontolojik (yaratılıştan) Allah’ın varlığına birliğine ve insana verdiği değere şahit olmak için yaratılır.

Bu şahitler ezan okur. Bunların okuduğu ezan, şuursuz varlıklar tarafından hal lisanı ile sessiz okunan ezandır. Bir de bu ezan seslendirilmesi vardır ki, onu tüm şuurlu varlıkları temsilen okuyan kişinin sıfatı müezzindir.

Müezzinin okuduğu ezanın özeti şu anlama gelir: “Biz vahyin rehberliğinde Peygamber Efendimizin örnekliğinde, akıl gözü ve kalp kulağı ile kainat kitabını okuyor, bu okumanın sonucunda Allah’tan başka ilah olamayacağını ilan ediyoruz.”

Ezan ile sembolize edilen şahitlik şahitliğin söylem halidir, ezandan sonra kılınan namaz ise şahitliğin eylem halidir.

Bu külli şahitlikten sonra mahkemeye gelirsek, mahkemedeki şahitliğin özünde de bu şahitlik vardır. Bilinçli Müslümanın mahkemede Hakim karşısında durmasının ve şahitlik yapmasının anlamı şudur: Ben Müslümanım ben yalan söylemem. Ben burada, bu küçük mahkemede; büyük mahkeme olan mahkeme-i kübrada hakimler hakimi Allah’ın huzurunda hesap verme şuuru ile duruyorum. O yüzden benim haktan, hukuktan, adaletten ayrılmam inandığım değerlere ihanettir.

Özetlersek, yalan doğruluğun, dürüstlüğün, güvenin ve bunlarla beraber kazanılan itibar ve şerefin katilidir. Bir müminin yalan söylemesi, çevresinde güvenilmez bir insan olarak bilinmesi, kendine yapabileceği en büyük kötülük olurken ve inandığı değerlere de çok büyük zarar verir.

Namazı Korumak, Namazdaki Duruşu Korumaktır

Kur’an bu sûrede 23. ve 24. âyette namaza değindi. 34. âyette, “Onlar namazlarını korurlar” diyerek bir kere daha namaza vurgu yapıyor.

Bilinçli bir Müslümanın namazını koruması, namazın onu koruduğunu bilmesindedir. Bu konuda Kur’an’da namaz konusunda en kapsayıcı âyetlerden biri olan Ankebut sûresinin 45. âyetini paylaşalım. “(Resûlüm!)…namazı dosdoğru kıl. Muhakkak ki, (Allah huzurunda ihsan şuuru ile kılınan bir) namaz (bu şuur muhafaza edildiği müddetçe insanı) hayâsızlıktan ve (her türlü) kötülükten alıkoyar…”

Namazın insanın her türlü kötülükten korumasının şartı, beş vakit namazda Allah huzurunda olma bilincinin her vakte taşınmasındandır.

Beş vakit namazda yakalanan duruşun adı teslimiyet duruşudur; istediğini değil istenileni yapma anlamında teslimiyet duruşudur. Bu duruş kainatta atomdan güneşe bütün varlıklarla senkronize835 olan duruştur.

Namazı korumak bu duruşu korumaktır. Bu duruş kaledir. Bu kale müminin şeytandan Allah’a sığındığı kaledir. Bu sığınağın sağlamlığı namazdaki sağlam duruşunun yaşanması ve korunması ile doğrudan alakalıdır.

Şimdi bu duruşun, önceki âyetlerle bağlantısını kuralım. Bu duruşu koruyan/muhafaza eden bir Müslümanın;

İşte namaz bir mümini bunları yapmaktan koruyan, bunları yapmayı zorlaştıran bir ibadettir.

Özetlersek, İnanç dekorunda namazın varlık sebeplerinden biri de bu koruyucu ve zorlaştırıcı özelliğidir.

35-44 ARASI ÂYETLERİNTEFSİRİ

35-39 Âyet: Ortam Okuması

Hayalen 7. asırda Mekke’deyiz. Müşriklerin baskıları sürekli artıyor. Düne kadar Müslümanları yok sayan müşrikler, onların sayısı artınca, onları hor ve hakir görmeye başladılar.

Bu âyetlerde onun bir örneğini görüyoruz; müşriklerde kibir tavan yapmış. Onlara göre kendileri her şeyin en iyisine en güzeline layık. Eğer cennete girecek, orada Allah’ın ikramlarına mazhar olacak biri varsa onlar olmalı.

38. ve 39. âyet, hor ve hakir gördükleri müminlere cennette yapılacak ikramlarla alay eden müşriklere şu mesajı veriyor: Her insan (sperm, yumurta, zigot gibi) aynı özden yaratıldı; hiçbir insanın yaratılıştan, soyundan, ırkından, milletinden gelen bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük takva iledir. Yani Allah’ın razı olmadığı her şeyden sakınmak, O’nun razı olduğu her şeye layık olduğu önem ve değeri vermekten geçer.

40. Âyet: Kur’an’da Bilimsel Dil

Daha önce ifade etmiştik, Kur’an’da bilimsel dil, ilkokuldan üniversite sona kadar olan zaman dilimini içine alan bir eğitim sisteminde kullanılan dile benzer. Bu dilde öğretmen her şeyi bilen olsa bile, girdiği sınıftaki öğrencinin seviyesini dikkate alması gerekir.

İşte bu nedenle Kur’an’daki bütün bilimsel âyetlerde seviye 7. asrın bilgi seviyesinden verilir. 40. âyette de bunu görüyoruz. O gün Mekke’de yaşayan insanlar doğular ve batılar ifadesinden, bir yıl içinde güneşin onlarca farklı yerden doğup battığını anlayabiliyorlardı.

Bugüne geldiğimizde, biz bugün, dünyanın kendi ve güneş etrafında döndüğünü bu dönüşün günlerde uzama ve kısalma, mevsimlerde değişme gibi sonuçlarının olduğunu bildiğimiz için bu âyeti özüne sadık kalarak daha farklı yorumlayabiliyoruz.836

Kur’an bir hidayet kitabı olduğu için burada amaç coğrafya ve astronomi bilgisi vermek değil. Amaç âyette de ifade edildiği gibi Allah’ın Rab olmada (terbiye sistemindeki) büyüklüğü/gücü göstermek.

Bu güç üzerinden öne çıkan mesajlardan biri şu: Ey müşrikler! Siz inkar etseniz de alaya alsanız da Allah ahireti yaratacak, mümin kullarına cennette ebedi ikramını yaparken size de layık olduğunuz sonu yaşatacak.

Bu son, geçmişte kavimlerin helaki şeklinde olduğu gibi, bugün ağır yenilgiler yaşama şeklinde olabilir, yarın da ahirette büyük pişmanlıklar yaşama şeklinde olabilir. Gelin yol yakınken Kur’an ve peygamberin davet ettiği doğru yola; İslam’a gelin. İslam’a geldiğinizde uzağa gitmeyeceksiniz, atanız İbrahim’in dinine gelmekle kendinize, özünüze gelmiş olacaksınız.

41-44 Âyet: Allah’ın Gücünün Karşısında…

40. âyetin görevi bir kere daha Allah’ın gücündeki sınırsızlığı göstermekti. O güç gösterildikten sonra gelen âyetler üzerinden şu mesajlar veriliyor.

41. âyet: Ne yaparsanız yapın Allah nurunu tamamlayacak.837 O yüzden Geçmişte bu gücün karşısında kimse duramadı siz de duramayacaksınız.

42. âyet: Allah sonsuz gücünün yanında sonsuz da merhametlidir. O yüzden bu merhametin bir gereği olarak dünyada yanlış yapan kullarını anında cezalandırmıyor. Halîm isminin gereği olarak onlara mühlet veriyor.

43. 44: O mühlet bir gün bitecek, bir gün mutlaka o girdikleri kabirden bütün bir hayatın hesabını vermek için çıkacaklar. Çıktıkları gün derin bir zillet, utanç ve pişmanlık yaşayacaklar. İşte onlar böyle bir günle iş işten geçmesin diye önceden uyarılıyorlar.

Mekke’de Vahyin Rehberliğinde 8. YIL

51/10. YÛNUS SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-10 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

1. Âyet: Hikmet Dolu Kitap, Hikmet Dolu Kitaba Şahit

Bu sûre de hurûf-ı mukatta ile başlayan sûrelerden. Benzeri âyetlerde daha önce yaptığımız açıklamalarda şunu demiştik. Kesik harfler anlamına gelen hurûf-ı mukatta yaratılan ve indirilen âyetlerin en ufak parçalarını temsil eden birer semboldür. Bu sembolün bütün zamanlara verdiği mesajlardan biri şu: “Atom denilen harflerle yazılan bu kainat kitabını kim yarattı ise, Elif, be, te, se… gibi harflerle yazılan Kur’an’ı gönderen de O’dur. Nasıl bütün insanlar kainat kitabındaki yaratılan âyetlerin benzerini yaratmakta aciz kalıyorsa, indirilen âyetlerin de benzerini ortaya koymakta aciz kalacaklardır.”

Bu kısa hatırlatmadan sonra bu tefsir çalışmamızda daha önce üzerinde durduğumuz838 hikmet kavramına burada farklı bir açıdan bakalım.

Bir büyük ev düşünelim, bu evde salonda olması gereken eşyalar mutfakta, mutfakta olması gerekenler banyoda, banyoda olması gerekenler yatak odasında…

Bu ev için tespitimiz şu: Bu evin sahibi, evdeki eşyaları yerli yerine koymamakla hikmetsiz hareket etmiştir. Tersi olsaydı, hikmetli hareket etmiş; hikmetle hükmetmiş (karar vermiş) diyecektik.

Bu ev örneğinden yola çıkarak biz insanların üç evine bakalım.839

Bu soruya önceki iki ev şu cevabı veriyor. “Bizi hikmetle yaratan ve kurallarımızı koyan Allah olduğu gibi, gönderdiği vahiyle bu evin kurallarını koyan da Allah’tır. Bu iki ev nasıl mükemmelse, bu iki evde nasıl her şeye hikmetle hükmedilmişse, aynen öyle de İslam evi de mükemmeldir, onun kural ve kaideleri için de hikmetle hükmedilmiştir.”

Burada şu soruyla devam edelim,

İslam Dini de Güneş Gibi Mükemmel mi?

Güneşin mükemmel olduğunu nereden biliyoruz? Şimdiye kadar hiçbir bilim insanının, “Ben güneşin yapısını eksik, yetersiz, mantıksız ve saçma buluyorum.” dememesinden biliyoruz.

Peki İslam’ın mükemmel bir din olduğunu nereden biliyoruz? Önceki başlık altında anlattığımız iki evi mükemmel yaratan Allah’ın üçüncü evini de mükemmel yaratacağı ön kabulünden biliyoruz.

Peki, İslam evi mükemmel mi?

Diğer iki ev nasıl mükemmelse, İslam evi de mükemmel demek zorlaşıyor.

O zaman bir daha soralım, İslam evi gerçekten mükemmel mi?

Evet, o da Allah’ın yarattığı ve yasalarını koyduğu her şey gibi mükemmel. O zaman soru şu: Madem mükemmel neden bu mükemmellik herkes tarafından fark edilmiyor?

Cevap: İki parçadan oluştuğu için; görünen ve görünmeyen.

Bu dünyada bütün insanlar İslam dinini ilk olarak görünen parça içinde tanıyorlar. Görünmeyen parça iman edip mümin olunduğunda aktif hale geliyor.

Görünen parça üzerinden dine bakmak ve onu anlamak şuna benzer.

Nasıl bu iki örnekte de görünen tarafın mükemmelliği (eksiğinin tamamlanması), görünmeyen tarafın eklenmesiyle anlaşılıyorsa, İslam dininde de görünen tarafı mükemmel yapan görünmeyen tarafın ona eklenmesidir.

Eğer Allah (cc),

Bütün bunlara şahit olan insanların tamamı İslam dini mükemmel diyecekti.

Özetlersek, İslam dini kainatı ve insan bedenini mükemmel yaratan Allah’ın dinidir. Kainat ve insan bedeni nasıl mükemmel ise İslam dini de öyle mükemmeldir. Onun mükemmelliğinin anlaşılması iman etmeye ve iman edilen hususların anlaşılmasına ve yaşanmasına bağlı olduğu için herkes tarafından anlaşılamayabiliyor.

2. Âyet: Önceki Değerlendirmelerimize Bakınız

Bu âyette üç nokta öne çıkıyor. O noktalara önceki âyetlerde değinmiştik. Burada sadece bir hatırlatma yapalım.

Bu hatırlamalardan sonra burada Peygamberimize sihirbaz denmesi hakkında önceki yazdıklarımıza, aşağıdaki başlıkta ufak bir ilave yapalım.

“Sihirbaz” Demek Gizli Bir Takdir İfadesidir

Bu âyetler bi’setin (Peygamber Efendimizin peygamberliğinin) 8. yılında iniyor. Eğer geçmiş sekiz yıl içinde Peygamber Efendimiz Mekke’de hiçbir varlık gösteremeseydi, vahiy diye söylediği sözler herkes tarafından söylenebilen sıradan ifadeler olsaydı, Mekke’de “Muhammed’e” kimse iman etmez. Müşrikler de onu ciddiye almazdı.

Ama tam tersi bir durum ortaya çıktı. Sıradan gördükleri bir insan ile onun geçmiş sekiz yılda Mekke’de yaptığı etki üzerinde bir türlü bağlantı kuramıyorlardı. Bağlantı kuramadıkları için de karşısında benzerini ortaya koymakta aciz kaldıkları âyetlere mucize demek yerine sihir diyorlardı. Ama bunu derken de böyle demenin “gizli bir takdir ve hayranlık” ifadesi olduğunu dolaylı olarak itiraf ediyorlardı.

Böyle yapmakla sadece kendilerini kandırdılar. Çünkü yaptıkları kara propaganda istedikleri sonucu vermiyordu.

3-10 Âyet: Olanı Olacaklara Şahit Yapmak

Bu bölümdeki âyetlerde Kur’an’da çok sık karşımıza çıkan bir yöntem görüyoruz. Allah (cc) “Ol” emriyle olmuş olanları, yine “Ol” emriyle olacak olanlara şahit yapıyor.

3. âyette göklerin ve yerin altı evrede yatılışını anlattıktan sonra 4. âyette sözü öldükten sonra dirilmeye getiriyor. Burada verilen mesajlardan biri şu: Allah’ın “Ol” demesiyle olanlar, “Ol” demesiyle olacakların şahididir. Yoktan yaratan, yarattıklarını neden bir kere daha yaratamasın ki?”

5. 6. âyetle, ondan sonra gelen 7-10 arası âyetlerde “Olanı, olacaklara şahit yapmayı” görüyoruz.

Bir fark var, 5. 6. âyetlerde 3. âyette özet geçilen altı evrede yaratılıştan bir detay veriliyor. Güneşten, aydan, geceden, gündüzden, göklerde ve yerde yaratılan şeylerden bahsediliyor. Bu bahsedilenlere “Olanlar” dersek, bunlar 8-10 arası âyetlerde anlatılan ahiretin; cehennemin ve cennetin yaratılışına şahit yapılıyor. “Bunları yaratan kudret, onları da yaratacaktır. Allah diyorsa, olmuş bilin.” mesajı veriliyor.

Şahitlik yapan bu âyetlere genel bir bakış yaptık, şimdi bazı detaylara bakalım.

3. âyette arş ve şefaat detayı görüyoruz.

Önce arş konusuna değinelim. Arş kelimesi yükseklik ve yüksek yer anlamına gelir. Kur’an’da mecazi olarak taht manasında kullanılır. Bu mecazi anlatımda taht bir semboldür; mutlak kudretin, egemenliğin, hâkimiyetin ve yönetmenin sembolüdür.843

Şefaat konusuna gelince, âyet yaratma ve hükmetme üzerinden tevhide vurgu yaptıktan sonra, şefaat konusuna işaret ediyor. Bu konuda O’nun izni olmadan bu işin olamayacağına dikkat çekiliyor.844

4. âyette Kur’an’ın insan sözü olamayacağına dair çok sayıda işaretten birini görüyoruz. Kur’an’ın güneşten ve aydan bahseden âyetlerini daha önce gördük ve gelecek sûrelerde de göreceğiz.845 Bu âyetlerde 7. asrın astronomi bilgisiyle net olarak bilenemeyecek “güneşin ışık veren, ayın da ışığı yansıtan” olduğu gerçeğine işaret ediliyor. Biz bu konuda Furkan sûresi 61. âyette değerlendirmeler yaptık. Oraya bakılabilir.

10. âyette selam konusu geçiyor. O konu için de Meryem sûresinin tefsirinde 62. âyette yaptığımız açıklamalara bakınız.

11-20 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

11. Âyet: “Allah da Sizin Gibi Acele Etseydi Ne Olurdu?”

Kur’an’da Enbiya sûresi 37. âyette insanın aceleci; sabırsız bir tabiatla yaratıldığı ifade ediliyor. Bu âyette de o tabiatın hayır ve şer karşısındaki duruşunu görüyoruz.

Bu âyeti Mearic sûresinin başındaki 1-5 arası âyetler için yaptığımız “Tarihi Arka Plan” değerlendirmesinin devamı olarak okuyabiliriz.

7. asırda Mekke’deyiz. Müminler bir boykota maruz kalmış. Allah’ın müşriklerin başına getireceği azabın bir an önce gelmesini istiyorlar. Müşrikler ise “Hani bizim başımıza gelecek azap, daha niye gelmedi? diye alay ediyorlar.846

İşte âyet böyle bir arka planın önünde iniyor ve şu mesajı veriyor: “Allah Halîm’dir. Sizin gibi acele etmez. Eğer acele etseydi, bugün kıyamet kopar, yarın hesap veriyor olurdunuz.”

Bu âyet dolaylı olarak Mearic sûresinde 5. âyetin devamı olarak müminlere yönelik sabır tavsiyesini tekrarlıyor.

12. Âyet: Dolaylı Müjde ve Ama…

Bu âyette dolaylı bir müjde var. Bu müjdede verilen mesaj şu: Ey iman edenler! Şimdi Mekke’de bir boykot yaşıyorsunuz. Boykotun şartları her geçen gün ağırlaşıyor. Sizler ayakta, oturarak, yan yatarak her durumda dua ediyorsunuz, bilin ki Allah bu dualarınız kabul edecek ve bu sıkıntı kalkacak AMA; o sıkıntı kalktığında sizi bekleyen bir tehlike var. O tehlikenin adı gaflet; yani Allah’ın yaptığı yardımı unutmak. O yüzden zor günlerde Allah’ı andığınız gibi rahata erdiğinde de Allah’ı anmayı, zorluğu kaldıranın da arkadan gelen rahat etme nimetini verenin de Allah olduğunu unutmayın.847

13. 14. Âyet: Burası İmtihan Dünyası

7. yılda Mekke’de Müslümanların Boykot nedeniyle yaşadığı sıkıntılar artarken, bu âyetler müminlere imtihan dünyasının dekorunu bir kere daha hatırlatarak -dolaylı olarak- şunu diyor: “Siz ilk değilsiniz. Sizden önce de gelen geçenler oldu. Onlar içinde de doğru yolu bulanlar ve yanlışta ısrar edenler oldu. Onlar gitti, şimdi onların yerine siz geldiniz. Allah onları imtihan ettiği gibi sizi de imtihan ediyor; sizin de nasıl davranacağınızı görmek istiyor. Şu ana kadar her şeye rağmen güzel bir duruş sergilediniz, bundan sonrası için de aynı duruşu devam ettirin.”

15-17. Âyet: Mekke’de Müşriklerin Sabit Gündemi

Bu âyetlerin indiği günlerde Mekke’de müminler için gündem “sabır”dı. Müşriklere gelince, onların gündemi, Peygamber Efendimizden vahyi duydukları ilk günden bugüne âyetlere iman etmemek için sürekli bahaneler üretmekti. Çok sık gündeme getirdikleri bahanelerden biri de “Allah’tan gelen bir vahiy yok, Muhammed bu âyetleri kendisi uyduruyor.” iddiasıydı.

15. âyette de o bahanenin farklı bir şekilde seslendirilişini görüyoruz. Diyorlar ki, “Biz getirdiğin bu Kur’an’ı beğenmedik, ya bize başka bir Kur’an getir ya da bunu değiştir.”

Gelecek veya değişecek Kur’an’dan beklentileri şu: Onların putlarına dokunulmayacak, onların yaşam tarzlarına karışılmayacak, mevcut sömürü düzeni devam edecek…”

Peygamber Efendimiz bu teklifi kabul etmesinin imkansız olduğunu ifade ettikten sonra onların aklına hitap ederek 16. âyetteki şu soruyu soruyor: “Ben peygamber olmadan önce, benim ömrümün 40 yılı sizin içinizde geçti. Hiç yalan söylediğime şahit oldunuz mu? Bana vahiy geldikten sonra anlattığım şeylerin hiçbirini daha önce anlattığımı duydunuz mu?”

Bu konuya bu sûrenin 38. âyetinde devam edeceğimiz için burada nokta koyuyoruz.

18. Âyet: Konu Yine Şefaat

Zümer sûresi 44. âyetinde “Kul li(A)llâhi-şşefâ’atucemî’ân/Deki Şefaatin tümü Allah’dır.” Yani O’ndan bağımsız, O’dan izinsiz şefaat mümkün değildir. Gerçek böyle olduğu halde müşrikler taptıkları putların ve kutsal gördükleri şeylerin onlara şefaat edeceğini iddia ediyorlardı. 18. âyet üzerinden onlara şu deniliyor: “Siz, Allah’a göklerde ve yerde O’nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz!?”848

19. Âyet: “İnsanlar Tek Bir Ümmetti”

“İnsanlar tek bir ümmetti” ifadesi Kur’an’da dört yerde geçiyor.849 Onlardan ilkini bu sûrede görüyoruz. Ümmet kelimesi az veya çok insan toplukları için kullanılan bir kelime.850 Bu toplulukların ümmet olabilmesi için ortak özellikleri; ortak değerler etrafında birleşmesi ve bir birlik oluşturması gerekiyor.

Kur’an dipnotta verdiğimiz iki âyette (Enbiyâ ve Mü’minûn) ümmet kelimesini İslam dini anlamında kullanıyor.

Bu kullanımdan yola çıkarak biz bu âyeti şöyle anlıyoruz. “İnsanlar, başlangıçta imtihan dünyasında ilk peygamber Hz. Âdem etrafında aynı inanç esaslarına iman ederek bir araya gelmiş bir topluluktu.”

Bu anlamı dikkate aldığımızda Kur’an bu tür âyetler üzerinden bize “Dini İslam olan bir ümmet olun” yani “Ortak değerler etrafında birleşin, birlik olun; bölünmeyin parçalanmayın mesajı veriyor.”

Bu âyetler indiğinde bu mesajın muhatabı ilk Müslümanlardı. Sayıları 300-400 civarında bir topluluktu ama onlar bir ümmetti.

Bu âyeti bağlam ile birlikte okursak, âyet ilk Müslümanlara şunu diyordu: Mekke’nin zor şartlarında (Allah, ahiret, peygamber, vahiy, ibadet, ahlak gibi) ortak değerler etrafında dini İslam olan bir ümmet oldunuz. Bundan sonra yapacağınız geçmişte sizin gibi ümmet olmuş Müslümanların yaşadıklarından ders alıp, onların yaşadığı ihtilafları yaşamamak için elinizden geleni yapmaktır.

Rabbinden Geçen Söz Nedir?

Ayetin ikinci bölümünde şöyle bir ifade geçiyor: “Eğer Rabbinden (insanın yeryüzü hayatı hakkında cezaların hemen verilmemesi, nihai hükmün ahirete bırakılması hususunda) bir söz geçmemiş (bu konuda bir yasa olmamış) olsaydı, ayrılığa düştükleri konuda hemen aralarında hüküm verilirdi.”

Bu âyet hem ilk muhataplara hem de bütün zamanlarda gelecek Müslümanlara şu mesajı veriyor: Dünya imtihan dünyası, bu dünyada ihtilafların olması kaçınılmaz. Bu ihtilaflar inancın en temel konularında olabileceği gibi ayrıntılarda da olabilir. Bu ihtilafların çözümünde Allah’tan doğrudan bir müdahale beklemeyin. Allah’ın size gönderdiği vahiyden ve o vahyin rehberliğinde hareket edecek olacak aklınızdan bekleyin.

İhtilaflar Karşısında Duruşumuz Nasıl Olmalı?

Bu konuda bir Müslüman olarak ilk yapacağımız şey: Tarihten ders almak olmalı; hem insanlık tarihi hem de İslam tarihi genel bir bakışın yanında özel bir bakış yaparak “ihtilaflar tarihi” olarak da okunabilir.851

Böyle okunduğunda şu görülecek, insanın olduğu yerde ihtilaf kaçınılmaz bir gerçektir. Bu gerçek karşısında, ihtilafı kıvılcıma veya yangına benzetirsek genelde iki duruş vardır: Yangına benzinle gidenlerin duruşu, yangına su ile gidenlerin duruşu.

Yangına benzinle gidenler hem başkalarının yanmasına hem de kendilerinin yanmasına sebep olurken, yangını söndürmeye çalışanlar, söndüremeseler bile, niyetlerinin şahidi olan samimi gayretlerini ortaya koymuş olurlar. Ameller niyetlere göre olduğu için de Allah onların bu gayretlerinden razı olabilir.

20. Âyet: Mucize İstiyorlar

Müşrikler inanmamak için sürekli bahane getiriyorlardı. Bu âyette “Bize bir mucize göster.” diyorlar. Âyetin devamında Peygamber Efendimizin “Ben gaybı bilmem” ve “bekleyin bakalım” demesinden anlıyoruz ki istenilen mucize Allah tarafından vaad edilen kıyamet ve arkasından gelecek azap.

İstenilen azabın neden hemen gelmediği de bu sûrenin 11. âyetinde Allah’ın kainattaki yasalarının işleyişi üzerinden anlatılıyor; orada Allah’ın Sabûr ve Halîm olmasına, mühlet vermesine ve şerri/azabı vermede acele etmeyeceğine vurgu yapılıyor.

21-36 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

21-23. Âyet: İnsan Karakterinden Fotoğraflar

Kur’an bizi bize tanıtmaya devam ediyor, âyetleriyle bize ayna tutuyor ve bu âyetler üzerinden şu mesajı veriyor: Zor ve sıkıntılı zamanlarda Allah’ı anan, O’ndan yardım isteyen, sonra O yardım geldiğinde O’nu unutan, O’nu yok sayarak yaşayan nankörler gibi olmayın.”

Bu sûrenin 12. âyetinde de geçen bu konu için Rum sûresinin 33 ve 36 âyetlerinde gerekli açıklamaları yaptık. O yüzden konuyu burada kısa tutuyoruz.852

24. 25. Âyet: Kimi Daha Çok Seviyorsun, Verilenleri mi Vereni mi?

Ayette bir betimleme yapılıyor; bu betimlemede bereketli bir arazidesiniz. Yağmur yağıyor, ortalık yemyeşil oluyor, bağlar bahçeler bol bol ürün veriyor, tam ürünleri hasat edecekken, gelen bir afet hepsini alıp gidiyor.

Bu betimlemede bize dünyanın fani yüzü gösteriliyor. Bu yüzünde Allah’ın yasası şöyle işliyor: Allah önce veriyor, sonra -bir afetle veya başka bir vesile ile) alıyor. Bütün verme ve almalarda ortak bir soru var o da şu: Kimi daha çok seviyorsun, verilenleri (nimetleri) mi, (o nimetleri) vereni mi?

Özetlersek, bu âyet imtihan dünyasında işin özünü özetliyor. Bu konuda Kur’an’da çok sayıda âyet var. Onlardan biri olan ve Kalem sûresinde 17. âyette geçen Bahçe sahipleri hakkındaki yazdıklarımıza bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

Fani Olanı Değil Baki Olanı Gaye Yapın

24. âyette dünyanın fani yüzü gösterildi. 25. âyet vahiy, peygamber ve din üzerinden Allah’ın ebedi olana davetine işaret ediyor. Bu, “Şu fani olan dünyayı terk edin.” demek değil. Bu “Fani dünyayı gaye yapmayın, fani dünyayı baki gayelere giderken vasıta yapın.” demektir.

26. 27. Âyet: Allah Kötülere Adildir Fakat Müminlere…

Bu ve benzeri âyetlerde Allah (cc) kötülük yapanlara yaptıklarının karşılığını vereceğini söylerken onlara adil davranıyor. Fakat iş müminlere geldiğinde onlara lütfuyla muamele ediyor. Hak ettikleri “bir” ise, onlara birden fazla veriyor. Peki ne kadar veriyor? Kur’an’ın geneline baktığımızda bunun 10 kat olacağını öğreniyoruz.853 Bu konuda hadislere baktığımızda,854 verilecek karşılığın 700 kata kadar çıkacağını öğreniyoruz. Bunları öğrenip üzerinde düşündüğümüzde şunu anlıyoruz, Allah’ın lütfu, keremi, cömertliği sınırsız olunca karşılık vermede bir üst sınır.

İslam dini bu âyet ve hadisler üzerinden bize şu mesajı veriyor: “Siz iman edenler olarak varlık gayenizi iyilik yapmak olarak tanımlayın, bir ömür boyunca iyilik üreten fabrika gibi çalışın. İyilik yapmayı bir ahlak haline getirin. İyiliklerinizin karşılığını insanlardan değil sadece Allah’ta bekleyin. Verilecek karşılığı da düşünmeyin. Çünkü Kerîm olan Allah’ın ikramında sınır yoktur.”

28-30. Âyet: Mahşerde Geçen Konuşmalar

Kur’an’da sonuç eğitimi en sık verilen eğitimlerden biri. Bu âyetlerde bu eğitimin bir parçası olarak dünyada Allah’tan başkalarını Allah’a eş ve ortak koşanların durumu tasvir ediliyor.

Bu konuda daha önceki âyetlerde gelmişti, biz değerlendirmelerimizi o âyetlerde yaptık, Oraya bakılmasını tavsiye ediyoruz.855

31-38 Âyet: Sorular Silahınız Olsun

Bu tür başlıkları atmamızın sebebi İslam’da cihadı savaş, kılıcı İslam’ın sembolü olarak görenlere şu mesajı vermek:

Kur’an birçok âyette olduğu gibi burada 31-38 arası âyetlerde de soruları müşriklere karşı silah olarak kullanıyor. Nasıl kullandığını önceki âyetlerde ifade ettik. Oraya bakılmasını tavsiye ediyoruz.856

Ayrıca bu ve benzeri âyetler okunduğunda müşriklerin Allah’a iman ettiği anlaşılıyor. Bu imanın nasıl olduğu konusunda da önce yaptığımız açıklamalara bakılmasında fayda görüyoruz.857

Bu açıklamalardan sonra, bu bölümdeki âyetlerde öne çıkan konular hakkında değerlendirmelere geçebiliriz.

Sorular Aklı İnanmaya Mecbur Ediyor

Ayetlerde öne çıkan sorular şunlar:

Biz iman edenler bu sorulara “Allah” diyerek cevap veriyoruz.

Bu cevaba giderken, atadan dededen duyduğumuz taklidi bilgilerle gitmiyoruz. Bizi bu cevaba götüren Allah’ın insana bahşettiği en değerli nimet olan akıldır.

Bu konuya aşağıdaki başlıkla devam edelim.

“Akıl Ya Allah’ı Ya da O’na Denk Bir Yaratıcıyı Kabul Etmek Zorundadır”

Bu başlık çok iddialı olduğu kadar çok da doğru, çok da güçlü bir başlık.

Kur’an 31-38 arası âyetlerde sorduğu soruları sadece müşriklere sormuyor, bütün zamanlarda gelecek bütün insanlara soruyor. Başında normal seviyede bir akıl taşıyan bütün insanların bu soruya vereceği cevap bellidir. Şimdi o cevaba bakalım.

İnsan aklı varlığını kabul ettiği bir şeyi, hangi özelliklere sahip olan birinin yapabileceğini de bulabilir. Mesela salondaki masanın varlığını kabul eden bir akıl, “O masayı hangi özelliklere sahip olan biri yapabilir?” sorusuna da cevap verebiliyor. Kendisi veremese bile o alanda uzman olanı bulur, sorar, öğrenir ve o cevabı verir. Dünyada bunun istisnası yok. Evet, bu kadar net ve kesin konuşuyoruz.

Aynı akla “Bu kainatı ve içindekileri yaratan, akşamdan sabaha onlara rızıklarını veren kimdir?” diye sorduğumuzda, akıl uzmanlara danışarak bu kainatı hangi özelliklere sahip birinin yarattığını bulabilir. Uzman akla şunu der: “Bu kainatı yaratmak için fizikten kimyaya, jeolojiden astronomiye, biyolojinden matematiğe; insanların bildiği ve bilmediği bütün ilimleri bilmek gerekiyor. Onları bilen biri ancak bu kainatı yaratabilir.”

İşte bu noktada yeryüzünde bütün insanlar hangi yaratıcıyı kabul ederlerse etsinler, o yaratıcıda bu özelliklerin olduğunu mecburen kabul etmeleri gerekiyor.

“2 + 2 kaç yapar?” sorusunda eşittirin (=) karşına 4 rakamını koymaya insanı mecbur eden akıl ve mantıktır. Oraya 5 koyduğunda “olmaz” diyen mantıktır. Oraya 15 koyduğunda “kesinlikle olmaz. Çok ciddi saçmaladın” diyen de mantıktır.

Aynen bunu gibi “Kainatı ve içindekileri hangi özelliklere sahip olan biri yapabilir/yaratabilir?” sorusunun karşısına, aklı “Bunu şu 99 özelliğe858 sahip olan biri yapabilir.” demeye mecbur eden de aynı akıl ve mantıktır.

Bu durumda yeryüzünde yaşayan tüm insanlar neye ve kime inanırsa inansın, yaratıcı olarak kimi ve neyi kabul ederse etsin, onda 99 özelliğin varlığını da kabul etmeleri, o özellikler olmadığında o kabul edilen şeyin yaratıcı olamayacağını da kabul etmeleri gerekiyor. Akıl, mantık ilim, irade kullanan her insanın geleceği nokta bu noktadır.

Şimdi burada çok önemli bir tespit yapacağız. Allah (cc) dileseydi aklı kendisini bulmaya ve yaratıcı olarak kabul etmeye mecbur olacak şekilde de yaratabilirdi. Ama o zaman imtihan olmazdı.

Allah (cc) aklı, kendisine kendi sahip olduğu özelliklere denk bir yaratıcıyı bulmaya mecbur etti. Kendisine imanı da bizim tercihimize bıraktı.

Biz, bize peygamberle gelen vahiy üzerinden Allah’ı ve O’nun özelliklerini tanıyoruz, sonra 99 özellik noktasında O’nun dengi var mı? Ona bakıyoruz. Yaratılanlar arasında O’nun dengini bulamayınca da “O’nun dengi yoktur. O’ndan başkası bu kainatı yaratamaz” anlamını da içine alacak şekilde “Lâilâhe illallah” diyoruz.

Özetlersek, akıl bütün insanlara “‘Bu kainatı kim yarattı?’ sorusuna cevap olarak ya ‘Allah’ diyeceksin, ya da O’na denk olan birini söyleyeceksin.” diyor. Akıl, görünenler arasında Allah’ın dengini bulamadığında, görünmeyen Allah’a iman devreye giriyor. Bu kabul bilinçli bir imanın kısa hikayesi oluyor.

Bundan sonra gelecek âyetlere kısaca değinerek dersimize devam edelim.

32. Âyet “Allah hakkında (yukarıda bahsettiğimiz şekliyle) gerçek budur” diyor ve akla soruyor: “Gerçek bu olduğu halde nasıl doğru yoldan sapabiliyor, nasıl Allah’ın dengi olmayan varlıkları yaratıcı olarak kabul edebiliyorsun?”

33. âyeti yukarıdaki açıklamalarla birlikte okuduğumuzda “Onlar inanmazlar” sözünün nasıl gerçekleştiğini ve “Onlar” ifadesiyle “aklını kullanmayanların” kastedildiğini anlıyoruz.

34. âyet yine akla sesleniyor, “Yoktan yaratma konusunda Allah’ın dengi var mı?” sorusunu soruyor. Sonra bir daha soruyor. “Dengi olmadığı halde nasıl oluyor da haktan yüz çeviriyorsunuz?”

(Hakka Giden) Doğru Yol Nasıl Bulunur?

35. âyette hitap bu âyetin ilk muhatapları olan müşriklere. Biz bu hitabı yerelden evrensele taşıyalım ve bütün insanlara soralım: “Ey insanlar! (Gönderdiği vahiy ve peygamber aracılığı ile) Allah’tan başka sizi hakka yani mutlak doğru olan yola iletecek biri var mı?”

Bu soruya cevap için şu soruya cevap vermek gerekiyor “Doğru yol nedir?”

Bu sorunun cevabı için kısa bir açıklama yapalım.

Bu dünyanın bir dekoru var. Bu dekorda her insan bu dünyaya önce geliyor sonra kesin olarak gidiyor. Buna “gerçek” dersek, bu gerçek herkes tarafından biliniyor ve hiç kimse tarafından değiştirilemiyor. Yani her insanın her an en çok sevdiği anne-baba, çocuklarından, evinden, barkında, malından, mülkünden ayrılma ihtimali hiç değişmiyor. Ölüm ile bu ihtimal gündeme geldiğinde bazı insanlar konuyu değiştiriyor ama gerçek hiç değişmiyor. Korku veren bu dekor insanı ona güven verecek doğru yolu bulmaya zorluyor.

Bu noktada, böyle bir ortamda “İnsana güven verecek doğru yol nedir?” sorusunu bir kere daha soralım ve cevabı verelim.

Doğru yol: “Ben bu dünyaya nereden geldim, niçin buradayım, buradan sonra nereye gidiyorum?” sorularına cevap veren kim ise, onun yoludur.”

Bu sorulara cevap verecek olan birinin şunları diyebilmesi lazım: “Ey insanlar! sizi yoktan ben yarattım, sizi, vahyin rehberliğinde kendinizi gerçekleştirmeniz, güzel ahlak sahibi olmanız ve bunlara bağlı olarak ebedi cenneti kazanmanız için bu dünyaya gönderdim.”

Bunları kim diyebilir? Yukarıda “Akıl Ya Allah’ı Ya da O’na Denk Bir Yaratıcıyı Kabul Etmek Zorundadır” başlığı altında yazdıklarımız bu bölüm için de geçerli. Akıl araştırdığında, bunları yaratılan hiçbir varlığın diyemeyeceğini anladığında, Allah’ın ve O’nun gönderdiği vahyin rehberliğinde, peygamberin örnekliğinde doğru yolu buluyor.

36. âyet 35. âyetin devamı olarak geliyor. Oradaki “hakkın” (gerçeğin, doğru yolun) karşısına burada “zan” yani doğru olduğu zannedilen yollar (inançlar, ideolojiler) konuluyor.

Zan konusunda önceki âyetlerde gerekli açıklamaları yaptığımız için859 bu bölüme burada nokta koyuyoruz.

37-47 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Tehditler Ne Zaman Gerçekleşecek?

38. Âyet: “Kur’an’ı Muhammed Uydurdu” İddiası

Tırnak içinde verdiğimiz bu ifade, Kur’an’a ilk muhatap olan müşriklerin sürekli tekrarladıkları bir iddiaydı. İspatla(na)mayan bu iddia o günden bugüne hâlâ devam ediyor.

O yüzden biz bu konuya, önceki âyetlerde her vesileyle değinmeye çalıştık.860 Burada da 38. âyette geçen ifadeleri vesile yaparak aşağıdaki başlık altında bir noktaya dikkat çekeceğiz.

“Kur’an’ı Muhammed Yazdı” Diyenlerin Cevap Veremediği Sorular

Bizim bu tefsir çalışmamızda en çok vurgu yaptığımız konulardan biri de “Kur’an’ın insan sözü olamayacağı” gerçeğidir.

Bu konuda vurgu yapmamızın sebebi şu: Ateistler açısından inanç noktasında Müslümanların kafasını karıştırmak için, Allah’ın varlığı ile Hz. Muhammed’in peygamberliği konusu kıyaslandığında, peygamberlik konusu üzerinden şüphe atmak daha kolay görünüyor.

Bu konuda şüphe atanlar, belli alanlara yoğunlaşırken, cevabını veremeyecekleri sorulardan uzak duruyorlar. Bu sorulara daha önce değindiğimiz için, onlardan birkaçını buraya yazacak, yazdıklarımızın detayları için bir önceki dipnotta verdiğimiz başlıklara işaret edeceğiz.

Özetlersek Peygamber Efendimiz hakkında gerçek olmayan birçok iddiayı seslendirenler, sıra bu sorulara geldiğinde görmezden geliyorlar.

39. Âyet: Kur’an’ı Yalanlamak Dini ve Peygamberi Yalanlamaktır.

Bu âyetin tefsiri için önceki âyetlerde Maun Sûresinin 1. âyetinin tefsirinde “Dini Yalanlamak, Peygamberi Yalanlamaktır” ve Tin sûresinin 7. âyetinin tefsirinde “Dini Yalanlamak Mümkün mü?” başlıkları altında yaptığımız açıklamalara bakınız.

40. Âyet: Teselli

Peygamber Efendimiz (sav) şu gerçeği biliyor: Dünyanın en doğru ve önemli işini yapıyor. Davet ettiği din insanların ebedi hayatını kurtaracak. İstiyor ki herkes iman etsin. Bu uğurda gece-gündüz koşturuyor… İşte bu noktada bu tür âyetler geliyor ve Peygamber Efendimizin şahsında onun gibi insanları İslam’a davet edenlere şu mesajı veriyor: “Size düşen inandığınız değerler adına güzel örnek olmak ve elinizden geleni yapmaktır. Her devirde inananları ve inanmayanların olması da bu imtihan dünyasının değişmez gerçeğidir.”

41. Âyet: Tavsiye: Gerilimi Artırma, Barış Ortamını Koru

Teselliden sonra tavsiye geliyor.

Siz bir Müslüman olarak, insanlara Allah’tan gelen en doğru bilgileri götürüyorsunuz ve sizi yalanlıyorlar. İşte bu noktada Allah’tan (cc) tavsiye geliyor. “Gerilimi artıran bir dil kullanma. İnsanlara mesajını ulaştırabileceğin diyalog yollarını açık tutmak için barışı; barışık olmayı tercih et…”

Bu konuda daha önce geniş açıklamalar yapmıştık oraya bakılabilir.861

42-44 Âyet: Bakıyor Göremiyor, Dinliyor Duyamıyor. Nasıl Oluyor?

Kur’an’da bu tür âyetler görüyoruz.862 Göz kulak gibi sağlam azalar sayılıyor ama onların, sağlam oldukları halde fonksiyonlarını yerine getirmediği anlatılıyor.

Aslında bunların tamamı sembolik anlatımlar. Çünkü bizim bütün azalarımız akıl, mantık ve irade denilen karar merkezden gelen talimatlarla çalışan neferlerdir.

Konuya bu açıdan baktığımızda duyu organlarımızın tamamı aklın anlama araçlarıdır. Böyle olduğu için kurduğumuz cümleler genelde şöyledir: Görünce anladım, duyunca anladım, tadınca anladım, koklayınca anladım, dokununca anladım.

Örneklerde görüldüğü gibi bu duyuların arkasında anlama aleti olan akıl olmasa, bu duyular görevlerini yerine getiremeyecekler. Bu durumda insanda duyu organlarını kullanarak anlama işini yapan akıldır.

Bütün insanların aklı ikiye ayrılır. Görüneni gören akıl, (basiret ve ferasetle) görünenin arkasını gören akıl.

Özetlersek, Kur’an’da bahsedilen duyu organlarının tamamının arkasında aktif olan akıldır. Aklın sahibi, görünenlere vahiyden bağımsız bakarsa, sadece görünenleri görür, vahyin rehberliğinde bakarsa görünenin işaret ettiği (Allah, ahiret gibi) şeyleri görür.

İnsan Kendine Nasıl Zulmeder?

Kur’an, zulüm kelimesini her türlü haksızlığı içine alacak şekilde adaletin zıddı olarak kullanır.863 Her türlü haksızlık içinde 44. âyette vurgulanan insanın kendine zulmetmesi de vardır.

İnsanın kendine zulmetmesini/haksızlık etmesini bir örnek üzerinden anlatalım. Elinizde 1000 lira var. Onu 1 lira bile değeri olmayan bir şeye veriyorsunuz. Bu yapılan 1000 liraya haksızlıktır. Onu değeri 1000 lira olan bir şeye verdiğinizde hakkını vermiş oluyorsunuz. Onunla 10 bin lira değerinde bir şey aldığınızda büyük kar etmiş oluyorsunuz.

İnsan bu dünyada değeri hiçbir şeyle ölçülmeyecek bir varlıktır. İnsanın ömrünü sadece dünya için yaratılmış gibi, ona harcaması 1 milyar liranın 1 liralık bir şey için harcanmasından daha büyük bir haksızlıktır (zulümdür).

Ayetin metni açık olduğu için biz sadece, konunun zulüm boyutuna değinmeyi yeterli gördük.

45. Âyet: Dünya Hayatı “An”dan İbarettir

Bu âyetin benzeri âyetler geçti.864 Öncelikle orada yaptığımız açıklamalara bakılmasını tavsiye ettikten sonra burada bağlam ile birlikte bir okuma yapmak istiyoruz.

Bir önceki âyetlerde1000 lira ve 1 lira örnekleri vermiş ve 1000 liranın 1 liralık bir şeye harcanmasının, 1000 liraya zulmetmek/haksızlık yapmak olduğunu ifade etmiştik.

Burada, bir örnekle o konuya devam ediyoruz. Sonsuz ve sınırsız bir zaman dilimi olan Ahireti 100 milyar liraya benzetirsek, sonlu dünyanın değeri onun yanında 1 lira bile etmiyor. Bu durumda sonluyu sonsuza tercih etme büyük zarar olurken, sonlu ile sonsuzu satın almak çok büyük, çok karlı bir alışveriş oluyor.865

Özetlersek bu âyet bize şunu diyor: Sonsuzun yanında “gündüzün bir parçası kadar” kısa olan dünya hayatı size Allah’a kavuşmayı, ebedi hayatı ve onu kazandıracak amelleri unutturmasın.

46. Âyet: Peygamber Ölümlüdür Mesajı Ölümsüzdür

Bu âyetin en önemli mesajlarından biri budur. Bu âyeti 7. asrın Mekke’sindeki tarihi arka planla birlikte okursak, Mekke’de ağır bir boykot yaşanıyor, müşrikler peygamberimizin ve ona iman edenlerin “kökünü kurutmaya” çalışıyor. İşte tam da böyle bir ortamda geleceğe dönük şöyle bir müjde geliyor. “Ey Resûlüm! Her fani gibi sen de ölümlüsün ama senin ölümlü olman insanlara tebliğ ettiğin davanın da ölümlü olduğu anlamına gelmiyor. Sen bir gün ölsen bile, Allah’ın senin vesilenle vaad ettiği her şey bir bir gerçekleşecektir. Sana bugün hayatı zindan etmek isteyenler, (ahirette) bize geldiklerinde müminlere hayatı zindan etmek neymiş görecekler.”

Bu âyet bu yönüyle Kur’an’ın insan kelamı olamayacağına da delil oluyor. Çünkü Mekke’nin o günkü şartlarında yarına çıkma ihtimali bile zor görünen müminlerin, Allah’ın vaad ettiği müjdelerin dünyaya bakan tarafını yakında göreceklerinin söylenmesi mevcut şartlarda çok zor görünüyor. Bu zor şartlarda bu ve benzeri âyetlerdeki müjdelerin duyurulması, Kur’an’ın kaynağının beşeri değil, ilahi olduğuna şahitlik ediyor.866

47. Âyet: Mahkemede Duyuranlar ve Duyanlar Yüzleştirilecek

Bu âyette bahsedilen konu için dipnottaki referanslara bakılmasını öncelikle tavsiye ediyoruz.867

Biz bu tefsir çalışmasında şuna çok vurgu yaptık.

Konuyu böyle anladığımızda şu tespiti yapıyoruz: Her Müslümanın önce temsil sonra da tebliğ görevi vardır. Bilinçli bir şekilde “Ben Müslümanım” demek, “Ben Müslüman olmanın bana yüklediği görev ve sorumlulukların da farkındayım.” demektir.

Bu tespitin ardından âyeti şöyle anlıyoruz: Her ümmetin içinde davet edenler ve edilenler, duyuranlar ve duyanlar vardır. Ahirette her iki tarafta sorguya çekilecek,

Duyuranlara (Peygamberlere ve onlara tabi olanlara) şu sorulacak: Duymanın hakkını güzel bir şekilde duyurarak verdiniz mi? İnsanların bakınca imreneceği örnek bir hayat ortaya koydunuz mu?

Duyanlara da şu sorulacak: “Duymanın hakkını verdiniz mi? Duyduğunuz halde neden duymayanlar gibi yaşadınız?”

Özetlersek, bu tür âyetlerin yerelden evrensele; bütün zamanlarda, bütün insanlara özelikle de irşat ve tebliğ işinden birinci derece sorumlu Müslümanlara hitap eden şekliyle böyle okunmasının önemli olduğunu düşünüyoruz.

48-60 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Atom Ağırlığınca Bir Şey

48. 49. Âyet: Allah’ın Vaadi ve Olağanüstü Peygamber Algısı

Bu âyetlerde bahsedilen vaat konusuna daha önce değindik.869 O yüzden bu âyetlerde farklı bir noktaya dikkat çekeceğiz.

Müşrikler içlerinden ve onlara göre sıradan bir insanın peygamber olmasını bir türlü kabullenmiyorlardı. Bu bakış açısı üzerinden geçmişten bugüne; Müslüman toplumlara gelirsek, onlardan bazıları önlerinde onlara lider (olacak) olan insanlarda insanüstü meziyetler arıyor, onlardan keramet bekliyor, onların bir takım söz ve davranışlarına büyük anlamlar yüklüyorlar.

İşte bu âyette öne çıkarılan peygamber görüntüsü bütün zamanlara şu mesajı veriyor: “Her peygamber gibi son peygamber de bir beşerdir. Kendisine vahiy gelmesi dışında hiçbir ayrıcalığı yoktur.870 Normalde gaybı bilmez. Gayb adına verdiği her bilgi Allah’ın bildirmesiyle, yine Allah’ın bildirdiği kadardır.”

Bu mesajdan şunu anlıyoruz: Allah (cc) peygamberine vermediği özellikleri, peygamber olmayanlara hiç vermez. O yüzden günümüzde bazı Müslüman gruplardaki (keşif, keramet, kainat imamı gibi) olağanüstü özelliklere sahip bir lider imajının İslam dininde bir karşılığı yoktur.871

50. 51. Âyet: Azap Ne Zaman Gelecek?

Müşriklerin bu sorularının altında azabın geleceği vakti öğrenme niyeti yoktu. Onlar (haşa) Peygamberimize yalancı dedikleri için, onun yalanını ortaya çıkarma gibi bir niyetle bu soruları soruyorlardı.

Kur’an da burada dolaylı olarak şunu söylüyor: “Azabı illa dünyada peşin olarak beklemeyin, azap dendiğine ilk aklınıza gelen ahiret azabı olsun. O da size gece-gündüz her an gelme ihtimali olan ölüm kadar yakın. Şunu iyi bilin sizi o azaba götürecek ölüm alametleri geldiğinde, ‘son anda iman ederim’ diye düşünüyorsanız, o iman kabul edilmeyecek. O zaman size ‘şimdi mi!’ denilecek. Gelin iş işten geçmeden hemen şimdi iman edin.”

Bu konuya bu sûrede Firavunun Kızıldeniz’de boğulurken son anda iman etmesini anlatan 90-92 âyetlerde devam edeceğiz. O yüzden burada nokta koyuyoruz.

52-55. Âyet: Allah’ın Vaadi Haktır

Bu bölümdeki âyetleri 48 ve 49. âyetler ve onların dipnotundaki bilgilerin devamı olarak değerlendireceğiz.

Kur’an geçmişten bugüne yaratılan her şeyi, yaratılacakların yani Allah’ın vaad ettiği her şeyin şahidi yapıyor ve şu net mesajı veriyor: “O olacak demişse, olmuş bilin.”

Bu konuyu örnekler üzerinden açalım. Hayal dünyamızda kendimizi kainatın yaratıldığı ilk güne ışınlayalım. Karşımızda bir gaz bulutu var. Bize o gün deselerdi ki, bu gaz bulutundan Allah koskoca bir kainat yaratacak,

Yine bize o gün bize ortada hiçbir insan, hayvan ve bitki yokken deselerdi ki, şu bir damla sıvıdan, şu ufacık çekirdeklerden Allah milyarlarca insanı, hayvanı ve bitkileri yaratacak…

O gün, ortada hiçbir örnek olmadığı için bu sözlere inanmak zor olabilirdi ama bugün geldiğimiz noktada “yaratılacak” denilen her şeyin yaratıldığına bizzat şahitlik ediyoruz. Bu noktada bütün bunları yaratan Allah’ın ahireti yaratma vaadi önümüze konuyor. Biz geçmişte yaratılanlara şahit olduğumuz için, yaratılacaklara da yaratılmış yani “olmuş” gibi iman ediyoruz.

Bu imanın zirvesinde olan Peygamber Efendimiz 53. âyette vaad edilen azabın gerçekliğine şahitlik ediyor.

Bu noktada 54. âyet özel bir mesajla geliyor;

54. Âyetin Özel Mesajı

Âyet bize dolaylı olarak şunu diyor: “Şu an dünyadayken, henüz fırsat varken, ahiret azabından kurtulmanız için yapmanız gerekenler çok kolay şeyler; Allah’ın emirlerine itaat edeceksiniz; O’nun razı olduklarını yapacak, olmadıklarını yapmayacaksınız. Ama ahiret azabından kurtulmak için bu kolayı yapmazsanız, iş ahirete kaldığında bütün dünyanın serveti sizin olsa, kurtulmak için onu vereceksiniz ama o orada hiçbir işe yaramayacak.”

Bu anlattıklarımızı basit bir misalle anlatırsak, âyet diyor ki: 100 lira tutarında ödemen gereken bir borç var. Zamanında ödersen, hem o 100 liran sana geri verilecek hem de üstüne 100 milyar lira alacaksın.872 Ama ödeme gününü geçirirsen 100 milyar versen bile o borcu ödememenin cezasından kurtulamayacaksın.

55 ve 56. Âyetler önceki âyetlerin mesajını güçlendirecek şekilde geliyor.

Özetlersek, aşağıda gelecek âyetlerde bu konuya temas eden âyetler olacak. Açıklamalarımıza oralarda devam edeceğimiz için burada nokta koyuyoruz.

57. Âyet: Kur’an Aynı Zamanda Şifadır

“Şifa” kelimesi Kur’an’da altı âyette geçiyor. Bunların üçünde Kur’an şifa veren bir kitap olarak tanıtılıyor.873

Bu âyette Kur’an’ın (öğüt, şifa, hidayet, rahmet) dört faydası sayılıyor. Bu dört fayda sayılırken ilk fayda tüm insanlar içine alırken, sonraki üç fayda sadece müminler için sayılıyor.

Bir örnekle anlatırsak bundan şunu anlıyoruz: Kur’an manevi bir eczanedir; bu eczanede tüm insanlara fayda verecek öğüt ve şifa vardır ama bunlardan fayda görmek; Allah’ın rahmetine nail olmak HİDAYET; yani Kur’an rehberliğini kabul etmeye, onun rehberliğinde bir mümin olarak yaşamaya bağlanmıştır.

Şimdi bu kısa açıklamanın ardından bu dört faydaya değinelim.

Birincisi Kur’an’ın Öğüt Olması:

Bu konu Kur’an’da en çok geçen konulardan biri; biz bu konuya önceki âyetlerde874 çok sık değindiğimiz için burada onların devamı olarak şunu diyoruz: hayatın içinde yaratılan her şeye Allah’ın insana ikramı olarak bakarsak, Kur’an bu ikramlar için bir kullanma kılavuzu olur. Bir kılavuz olarak Kur’an hayatın her alanında; kıyamete kadar karşımıza çıkacak her konuda bize öğüt verir.

Bu ifade biraz abartı gibi görülse de öyle değildir; Kur’an bize ölçüler verir. Bu ölçülerin başında (doğruluğu, dürüstlüğü, hakkı, hukuku içine alan) adalet vardır. Kur’an adil olun der: Kur’an bir ölçü ve ilke olarak bu öğüdü verdiğinde hayatın içinde bu öğüdün dışında kalan; istisna olan hiçbir şey yoktur. Bu öğüdün başında Allah’ı tanıtmak gelir, Allah tanındığında ikinci öğüt, sahibi göründüğümüz her şeyin emanet olduğu gerçeğidir. Üçüncü öğüt emanetlerin emanet sahibinin razı olduğu şekilde kullanılmasıdır… öğütler böyle devam eder gider…

İkincisi Kur’an’ın Şifa Olması:

Kur’an’ın şifa olması, “Kur’an’da üç âyette geçiyor” demiştik, bu âyeti o âyetlerle birlikte okuduğumuzda bu âyetlerde kastedilen şifanın öncelikle manevi şifa olduğunu anlıyoruz.

Neden böyle anlıyoruz? Çünkü Kur’an İsra sûresinde (82. âyet) “Kur’an müminler için şifadır.” derken, bunun hemen karşısında “Zalimlerin (inanmayanların) ise ziyanını artırır.” diyor. Fussilet sûresine bakıyoruz (44. âyet) yine benzer bir şey görüyoruz. Orada da inanan ve inanmayan kıyası yapılıyor.

Bu konuya neden özellikle değiniyoruz? Çünkü bu konu suiistimal ediliyor. Kur’an’ın modern tıbbın alanına giren ne kadar fiziki hastalık varsa onlar için de şifa olduğu söyleniyor. Bu konuda insanlara muskalar yazılıyor, anlamını bilmedikleri şeyleri defalarca tekrar etmeleri söyleniyor ve böylece insanların Kur’an’a olan imanları suiistimal ediliyor.

Burada dengeli duruş adına bir ölçü var: Maddi manevi tüm hastalıklarda şifanın kaynağı Allah’tır. Bu gerçeğe iman eden bir mümin, bütün maddi hastalıklarından kurtulmak için önce Allah’a dua eder; bu dua işin kavli tarafıdır. İşin fiili tarafında sebeplere müracaat edip doktora da gitmesi gerekir. Doktora gitmek bir fiili duadır. Yani duanın bir parçasıdır. Bu yönüyle dua bir terapidir ve tedavinin de parçasıdır.

Burada şunu bilmekte fayda var, Peygamber Efendimiz (sav) hastalıklardan şifa için dua etmiş875 ve duayı tavsiye etmiştir ama dua tavsiye ettiği hiçbir insana “Ben sana muska yazıyorum, senin doktora gitmene gerek yok.” dememiştir.

Altını çizdiğimiz bu cümleye dair Peygamber Efendimizden hiçbir rivayet yoktur.

Önemli gördüğümüz bu uyarıdan sonra gelelim Kur’an’ın şifa olmasına,

Daha önce ifade ettik, bu dünyanın dekoruna Allah’tan, ahiretten, vahiyden ve peygamber bağımsız bakıldığında bu dekor (“Nereden geldim, neden buradayım, buradan sonra nereye gideceğim?” gibi) bazı temel sorulara cevap veremediği için insanı korkutur. İslam dininin temsilcisi olan Kur’an (sorulara verdiği cevaplarla) bu korkunun ilacını getirir. Bu ilaç alındığında korku gider, güven gelir. Bu güvenin geldiği kimseye Allah’a güvendiği için manevi şifa bulan insan manasında “mümin” denilir.

Bu kapsayıcı şifanın yanında detaylara inildiğinde Kur’an hayatın her alanında, manevi her problem için şifadır.

Burada çok geniş olan bu konuya şu soruyla bitirelim,

Kur’an’dan şifa bulmanın sağlaması nasıl yapılır?

“İyi”leşmekle yapılır. Yani “iyi”lik, güzellik üreten, tüm canlılara fayda vermeyi kendine gaye edinen, elinden, dilinden (her türlü söylem ve eyleminden) emin olunan, güven veren bir insan olmakla yapılır. Böyle olmuyorsa, ilacı kullanan kişi de bir sorun var demektir.

Özetlersek, bu konu geniş bir konuydu ama gelecek âyetlerde de işin farklı yönlerine değineceğimiz için burada nokta koyuyoruz.

Üçüncüsü Kur’an’ın Hidayet Olması:

Hidayet konusunu da önceki âyetlerde değindik,876 burada onların devamı olarak şunları ilave edelim.

Fatiha sûresinde âyetlerin dizilimine baktığımızda, 5. âyette “Allah’ım sadece sana kulluk ederiz ve sadece senden yardım dileriz” dedikten sonra manevi kulağımız şöyle bir soru duyuyor “En çok hangi konuda yardım istersen, yardım listesinde en başa neyi koyarsın?” 6. âyette bizim bu soruya cevabımız doğru yol manasını da içine alan "hidayet” oluyor. Evet, Allah’tan tek bir şey iste denilse, hidayetin önemini ve kıymetini bilenler en başta onu ister. Neden? Çünkü, bir mümin bilir ki, bir insan Allah’ın razı olduğu doğru yolda değilse, yaptığı hiçbir doğrunun ahirete bakan yönüyle hiçbir faydasını görmeyecektir.

“Doğru yolda gitmenin veya gitmemenin en büyük alameti nedir? Doğru yolda olmanın ve olmamanın sağlaması nasıl yapılır?” diye bir soru gelse, bu sorulara cevabımız şu olur: Doğru yolda olanlar hayata emanet olarak bakarlar. Öyle baktıkları için de verilen her nimetin emanet olduğunu bilir, o emanetleri verenin razı olduğu “yoldan” kullanmayı en büyük gaye edinir.

Doğru yolda olmayanlara gelince bunun en büyük alameti şu cümledir: “Hayat benimdir, dilediğim gibi yaşarım.” Bu cümleyi sözle davranışla ifade eden bir insanın bu dünyada yaptıkları kendine göre iyi olsa bile, o iyilerin ahirete yönelik hiçbir faydası olmayacaktır.877

Dördüncüsü Kur’an’ın Rahmet Olması:

Kur’an, dünya denilen parçaya, “Allah, dünya, ahiret” bütünlüğü içinde bakmayı öğreten, bu bütünlük içinde “Nereden geldim, neden buradayım ve nereye gideceğim?” gibi insanların en temel sorularına en doğru cevabı vermesiyle Allah’ın rahmetinin göstergesidir.

Kur’an, gönderildiği peygamberin alemlere rahmet olduğunu duyuran, ona tabi olan her müminin de bulunduğu yere rahmet olma potansiyeli olduğuna işaret eden bir hitaptır. Bulunduğu yere rahmet olan insanın evi cennet köşesinden bir köşe olur, ailesi çevresindeki bütün ailelere örnek olur. İslam’a davetinde ondaki baskın dil, sevgi, ilgi, bilgi ve hikmet dili olur. İnandığı her şeyi severek yapar, sevdirerek yapma yolunu tercih eder…

Özetlersek, KUR’AN, öğütlerine kulak veren insanların manevi hastalıklarına şifa olan, onların hidayetlerine vesile olan, onları bulundukları yere rahmet yapma potansiyeli olan bir hitaptır.

58. Âyet: Kur’an, Dünyadaki Her Şeyden Daha Hayırlıdır

Burada Kur’an ile kastedilen yukarıda saydığımız; onunla gelen dört fayda, o dört fayda ile kastedilen de onlarla özetlenen İslam dini ve o dinle bizi şereflendiren Allah’tır (cc).

Şimdi aklın penceresinden, naklin (âyetin) bize sunduğu bilgiye bakalım, gerçekten Kur’an bu dünyadaki her şeyden daha hayırlı mı?

Dünyadaki bütün insanları temsilen bir insan düşünün, bu insan hayatı, yaşamayı, eşini, çocuklarını, bir ömür boyu biriktirdiği servetini çok seviyor. Bu adam yetmiş yaşına geliyor ve önünde iki seçenek var;

Burada soru şu: Hangisi daha değerli? Ebediyen kaybedecekleri mi, yoksa kaybedeceklerine ebediyen sahip olmanın yolunu öğreten Kur’an mı?

Özetlersek, bu soruya “Kur’an” demek, “Onunla kastedilen (İslam, Allah’ın rızasını kazanma) benim için her şeyden daha önemli ve daha değerli.” demektir.

59. Âyet: “Haram-Helal” Deme Yetkisi Kimde?

Bu ve benzeri âyetler daha önce geçti, dipnotta verdiğimiz âyetlere bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.878

60. Âyet: “Allah’tan Rol Çalmayın!”

Bu âyeti 59. âyetin devamı olarak okuduğumuzda, bu âyette ahiretin varlık sebeplerinden biri bize hatırlatılıyor: “Ahirette ağzınızdan çıkacak her sözün hesabını vereceksiniz.”

Bu hatırlatma üzerinden âyet bütün zamanlara şunu diyor: “Allah’tan rol çalmayın, kendinizi (haşa) O’nun yerine koyarak “Şu haram, bu helal deme yetkisini kendinizde görmeyin. Bir kıyamet günü ve arkasından bir hesap günü gerçeği olduğunu unutmayın.”

Ayetin ikinci bölümü bize şunu diyor: “Bu gerçeğin hatırlatılması ve unutulmaması için Allah (cc) insanlara lütfu kereminden vahiy ve peygamber gönderdi. Bu konuda, bu nimetlerin kıymetini bilme adına Rabbinize şükredin.”879

61-71 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

61. Âyet: “Bu Âyet Bana Hitap Ediyor”

Dini konularda belli bir alt yapısı olan her Müslüman Kur’an’daki her âyeti “Bana doğrudan veya dolaylı olarak hitap ediyor.” diyerek okuyabilir.

61. âyet “Doğrudan bana hitap ediyor.” diyerek okuyacağımız âyetlerin başında geliyor. Bu âyetin verdiği mesajın benzerini Kaf sûresinde 16-17. âyetlerde görmüştük.880 Bu âyetler ilgili değerlendirmeleri oraya havale ederek burada verilen mesajı bir cümleyle özetlemek istiyoruz. Âyet bize şunu diyor: “Öyle bir hayat yaşa ki, her yaptığın işi, Allah’ın şahit olduğunu bilerek yap.”

Böyle bir hayat yaşanabilir mi? Cevap: Yaşanabilir. Çünkü İslam dininde beş vakit namazın hayatın içinde yer almasının en önemli sebeplerinden biri de böyle bir hayatın yaşanmasına vesile olmaktır.

Bunu biraz açalım. Namaz kılan her Müslüman -eğer gaflet halinde değilse-namazda olduğu anlarda, Allah’ın huzurunda olma şuuruyla namaz kılar. Bu anlar Allah’ın her yaptığına şahit olduğuna imanın zirve yaptığı anlardır. Dinin istediği beş vakit namazda yaşanan ve adına ihsan şuuru denilen bu şuurun hayatın her vaktine taşınması, her yapılan işin, Allah’ın huzurunda olma şuuruyla yapılmasıdır.

Özetlersek, böyle yapıldığında Allah’ın şahit olduğu bir hayat yaşama hedefi için çok önemli bir niyet ve gayret ortaya konmuş olacak.

Ön Bilgi: Önden Önemli Bir Hatırlatma

Bu yazıda, evrenin en büyük gök cisimlerinden maddenin en küçük yapı taşı olan atom ve atom altı parçacıklara kadar geniş bir yelpazede bilgi sunmaya çalışacağız. Amacımız, bu karmaşık konuları herkesin anlayabileceği bir dille aktarmak. Bu yazıda bilimsel doğruluğa azami özen göstermekle birlikte, bazı noktalarda konuyu daha anlaşılır kılmak için benzetmeler ve basitleştirmeler yaptık. Özellikle elektron, kuark ve lepton gibi atom altı parçacıkların boyutları hakkında verdiğimiz bilgiler, kesin ölçümlerden ziyade anlaşılmayı kolaylaştırmak için kullanılan yaklaşık değerlerdir.

Bu yazının öncelikli amacı fizik ve astronomi dersi vermek olmadığı için bu durumun bu konunun uzmanları tarafından anlayışla karşılanacağını düşünüyoruz.

Atom Altı Parçacıklara İşaret

Bu âyetlerin indiği 7. asırda insanlar atomu bilmiyorlardı ama günümüzde Arapçada “atom” kelimesi için kullanılan “zerre” kelimesini, küçük şeyleri anlatmak için kullanıyorlardı. Ama hiçbir anlatımda bugünkü bilinen manada atom ve atom altı parçacıklar kastedilmiyordu.

Burada önemli olan, Kur’an’ın gelişen bilim sayesinde ancak 1808 yılında varlığı bilinen atom ve atom altı parçacıklar hakkında o günden insanların düşünce dünyalarına bir tohum ekmesi ve o tohumun o gün fark edilmese bile bugün fark edilir hale gelmesidir.

Hangisi Daha Büyük; En Büyük mü, En Küçük mü?

“TON 618” mi, Daha Büyük, Atom mu, Daha Büyük?

Bu yazı önemli olduğu için bu yazıyı bu iki başlık altında yazmayı tercih ettik.

7. asırda 61. Âyet Mekke’ye indiğinde okuyan her Müslüman şunu anladı: “En küçüğü de en büyüğü de yaratan Allah’tır. En küçükten en büyüğe kadar her şeyi yaratmada Allah’a eş ve ortak olacak hiçbir ilah yoktur. Yani kainatta şirke zerre kadar yer yoktur.”

Burada soru şu: Biz bugün 21. asırdayız ve “Biz bu âyeti nasıl anlamalıyız?”

Cevap: İlk muhatapların anladığı şekli ilk seviye olarak başa koyacağız, o seviye üzerinde yükselmeye çalışacağız. Bunu yaparken de burada her zamanki yaptığımız gibi çok kolay bir anlatım yolu tercih edeceğiz.

Önce atoma bakalım, atomda bilinme sırasına göre, önce atom bilindi sonra atom altı parçacıklar olan çekirdek, proton, nötron, elektron, kuark ve leptonlar bilindi.

Bunların küçüklüğünü anlamadan önce, bunları içinde barındıran atomun küçüklüğünü anlamak için şöyle bir soru soralım: Atomlar üst üste konsa “Kaç atom üst üste konduğunda bir milimetre yüksekliğe ulaşır?” sorusunun kabaca cevabı yaklaşık 10 milyon atomdur.

Atom dediğimizde işte böyle küçük bir alemi kastediyoruz. Şimdi bu küçük alemde atom altı parçacıklara, yani âyetin işaret ettiği atomdan daha küçük parçalara bakalım.

Buraya kadar kainatta en büyük cisim olan atomun küçüklüğünü anlamaya çalıştık, şimdi bir de en büyük cisme bakalım.

En küçüğü ve en büyüğü hayal dünyamızda canlandıracak şekilde betimledikten sonra gelelim başlıktaki soruların cevabına.

Karşımızda iki büyük var; Fiziki açıdan (kapladığı alan yönüyle) büyük olan elbette TON 618. Sanat yönüyle bakarsak atom.

Eser Küçüldükçe Sanat Büyür

Sanatçılar arasında şöyle bir kabul vardır: Eser küçüldükçe sanat büyür. Teknoloji ürünlerine eser dersek, ilk kullanılan bilgisayarların, fotoğraf makinelerinin, diyaliz aygıtlarının yerini bugün daha ufakları alıyor. Bunların yanında mikroçiplere, nano teknolojik ürünlere sadece işaret edelim.

Bu açıdan baktığımızda atomun içinde mikro ölçekte bir güneş sistemi görüyoruz. Yani atomu yaratan sanatkar güneş sistemindeki imzayı atomun üzerine ve içindeki en ufak parçalara da atmış ve bütün zamanlara şu mesajı vermiş: “Güneş sistemini yaratan kim ise, atomu da yaratan O’dur. Atomu yaratamayan güneş sistemini de yaratamaz.”

Gelmişken Atomun İçinde Biraz Dolaşalım

Atom sanat yönüyle Allah’ın fiziki eserleri içinde en büyük olan bir eserdir.

İçine girmişken içinde biraz dolaşalım.

Onun küçüklüğü için milimetrenin10 milyonda biri demiştik.

Şu soruyla başlayalım, bu kadar küçük bir alemin kendisi ve içi nasıl görülebiliyor?

Bu minik alemin içini görmek için gözlerimiz yetmiyor, hatta en güçlü mikroskoplar bile yetersiz kalıyor. Peki nasıl görüyoruz? Bilim insanları, atomu görmek için çok akıllıca yöntemler geliştirdi.

Bu durumda atomu gören gözün adı, bizdeki bütün anlama faaliyetlerinin arkasında olan ve bütün anlama araçlarına (beş duyuya) kumanda eden akıl oluyor.882

Atomun içindeyiz ve bir şey fark ediyoruz. Hani demiştik ya “Atom güneş gibi olduğunda çekirdeği 140 km. çapında (İstanbul büyüklüğünde) bir küre olur, bu küre de atomun içinde onun toplam hacminin milyarda biri kadar yer kaplıyor.”

Şimdi bu kadar küçük çekirdeğin yanından atomun içine bakıyoruz. Ne görüyoruz önce çekirdeğin etrafında dönen elektronları görüyoruz. Dönüyor diyoruz ama tam da öyle değil. Elektronlar çekirdeğin etrafında birer bulut gibi. Varlıklarını biliyoruz ama nerede olduklarını tam olarak bilemiyoruz. Bunların gerisine baktığımızda devasa bir boşluk. Peki ne hissediyoruz, kendimizi dünyadan devasa büyüklükte kainata bakar gibi hissediyoruz.

Başka ne hissediyoruz? “Allahüekber” derken kendimizi atomun çekirdeğinin içindeki kuark gibi küçük hissediyor ve o küçüklük içinde milyar kere, milyar kere, milyar kere, milyar atomdan oluşan kainatın içinde milyar kere milyar kere milyar galaksiler barındıran kainatın büyüklüğünü, o büyüklükten bu kainatı yaratan Allah’ın büyüklük, yücelik ve azametini anlamaya çalışıyoruz.

Bu konuya aşağıda iki başlık altında yapacağımız değerlendirmelerle devam edelim.

Allah nerede? Cevap: İmzasını Gördüğün Her Yerde?

İnsanın Parmak İzinden Allah’ın Tevhid İzine…

Önce “İnsan nerede?” sorusuna cevap verelim. İnsan imzasının/parmak izinin görüldüğü her yerdedir.

Bu ifadelerle ne kastettiğimizi anlatalım. Büyük ve ıssız bir ormanda yürüyorsunuz, bir taşın üzerinde “orman” yazıyor. Bundan ne anlarsınız? Bundan şunu anlarsınız, bu ormanda bulunan binlerce bitki ve hayvanın bu yazıyı yazamayacağını, bu konuda aciz kalacağını, bunu yazsa yazsa aklı, mantığı, ilmi, iradesi olan bir insanın yaptığını anlarsınız. İşte biz buna insanın imzası ve parmak izi diyoruz. O yazı varsa orada insanı görmesek bile insandaki ilmin, bilginin tezahürü, tecellisi olan yazı onun orada bulunduğuna şahittir.

Bu örnek üzerinden atoma bakarsak, bugün gelişen teknolojiyle atomun içinde ne olduğunu anlayan bilim insanlarından hiçbiri şunu diyemiyor, “Atomun içinde insan izi bulduk.” Yani “Atomun çekirdeğini Allah yaratmış, çekirdeğin içindekileri insan yapmış.” diyemiyor. Bu denmediğinde şu denilmiş oluyor: “Atomun içindeki bütün parçaların üzerinde Allah’ın imzası ve parmak izi vardır.”

Bu denildiğinde şu denilmiş oluyor, “Bu kainatta her şeyin ama her şeyin temel taşı atomdur. Bu durumda Allah’ın imzasının ve parmak izinin olmadığı zerre (kuark kadar, lepton) kadar bir alan yoktur… ALLAHÜEKBER.

62-64. Âyet: Kimin Dostusun, Allah’ın mı, Şeytanın mı?

Kur’an’da “evliyâa(A)llâhi” Allah’ın dostları, “aduvva(A)llâhi”883 Allah’ın düşmanları, “evliyâe-şşeytâni”884 Şeytanın dostları gibi ifadeler geçiyor.

Şimdi bu ifadelere tek tek bakalım.

Allah’ın dostları: Veli kelimesinin çoğulu olan ve Kur’an’da evliyaullah şeklinde geçen bu ifade günümüzde belli birtakım insanlara işaret ettiği söylenerek suiistimal edilen kelimelerin başında geliyor. Biz bu konuda Açıklamalı mealimizde gereken açıklamaları yaptık.885 O açıklamaların özeti şöyle: Kur’an’da geçen evliya ifadesi keşif ve keramet gibi olağanüstü özellikleri olan belli bir sınıf için kullanılmıyor; iman eden, imanını takva ile güzelleştiren her mümin için kullanılıyor.

Biraz daha açarsak. Allah’a dost olmak O’nun razı olduğu her şeye gönülden bağlanmak, onları seve seve yapma halidir.

Kısaca özetlersek, Allah’a dost olmak O’nun razı olduğu güzel sıfatları birer manevi elbise gibi üzerinde taşımaktır.

Allah’ın düşmanları: Kur’an’da düşman ifadesi mecazi manada (sembolik, metafor olarak) kullanılır. Bunun örneklerini hayatın içinde de görüyoruz; insanlar tarafından tembelliğin ve cehaletin; sağlımıza zarar veren zararlı alışkanlıkların düşman olarak tanımlanması bu konuda bilinen örneklerdir.

Bu ifadenin mecazi olduğunu kabul ettiğimizde, bu ifadenin muhatabı insan değildir, insanın üzerinde taşıdığı sıfatlardır. O sıfatlardan arınan her insanın dosta dönüşme potansiyeli vardır.886

Dünya imtihan dünyası olduğu için her insanın dosta dönüşme ihtimali vardır.887 Bu gerçeği bilen Müslümanlar Kur’an’ın firavun gibi dosta dönüşmesi çok zor bir düşman için kullandığı ifadeyi dikkate alır ve karşı taraf mecbur etmedikçe, uzaklaştırmayan, yaklaştıran, düşmanlığı artırmayan azaltan yumuşak bir dil kullanmayı tercih ederler.888

Şeytanın Dostları: Kur’an şeytanı bize, her türlü kötülüğe destek veren, insanın kötü olması, kendine benzemesi için her yolu kullanan bir düşman olarak tanıtır. Kur’an ölçülerinde şeytanın amacına hizmet etmek ona dost olmaktır.

Bu açıklamalardan sonra başlıktaki soruya gelirsek, bu dünya imtihan dünyası, bu imtihanda iki taraf (iki şık) var. Allah’ın razı olduğu taraf ve olmadığı taraf; nimetlere “emanet” demek, nimetlere “benim” demek.

Bu durumda kimin dostu olduğumuzu seçtiğimiz taraf ve o tarafta yaptığımız tercihler gösterecek.

Özetlersek, buraya kadar 62. âyette geçen “Allah dostları” ifadesinden yola çıkarak, Kur’an’da geçen benzeri ifadeleri açıklamaya çalıştık. Şimdi aynı âyetteki “korku ve üzüntü” kelimelerine değinelim.

Allah Dostlarına Korku Üzüntü (Dünyada Var) Ahirette Yok

Daha önce farklı âyetleri vesile yaparak bu konuya değindik.889 Dedik ki, (İslam dini ile hayatımıza giren vahiy ve peygamberden bağımsız) bu dünyanın dekoruna baksak, bu dekor insanı korkutur, korkunun olduğu yerde en öncellikli ihtiyaç güvendir. İslam dininin en baştaki varlık sebebi o güveni vermektir. Evet din insana bu dünyada güven verir ama bu güven “Nereden geldim, neden buradayım ve nereye gidiyorum?” sorularına cevap veren güvendir. Bu güven korkuyu ve üzüntüyü tamamen sıfırlamaz. Neden? Çünkü onlar insana bu dünya hayatında gelişimi, terakkisi ve tekamülü için gereklidir.

En başta kendisine emanet edilenleri ve kendisinin emek verip kazandıklarını; kendi insanlık kalitesini korumak için gereklidir.

Bu ifademizi açalım.

63. ve 64. Âyetleri de dikkate alarak bu âyeti özetlersek, âyetler bize şu müjdeyi veriyor: Bu dünyada Allah’ın rızasını kaybetme korkusu ile yaşarsanız, O’nu kaybettirecek bir şey yaptığınızda bunun üzüntüsünü yaşayarak tevbe ve istiğfar ederseniz, size ahirette; hesap gününde ve cennette asla korku ve üzüntü yok. Bunu böyle bilin…

65. 66. Âyet: Teselli Âyeti

Bu âyeti bağlam ile birlikte okuduğumuzda bu âyette şunu görüyoruz. Allah (cc) Peygamber Efendimizi yaşadığı üzüntü nedeniyle teselli ediyor. O’na “üzülme” derken, "bu duyguyu hayatın her alanında sıfırla anlamında” demiyor. “Müşriklerin iftiralarına karşı üzülme, hiçbir gerçekliği olmayan o iftiralar senin görevini yapmana, aşkını şevkini kaybetmene sebep olmasın, sen bu dünya ki en doğru işi, en güzel şekilde yapan bir insansın…” diyor.890

Önümüzde İki Taraf Var Ya İzzet Ya Zillet

Âyeti önce dış bağlamı ile sonra iç bağlamı ile okuyalım.

Günümüz diliyle açarsak bir insanın sahibi göründüğü nimetlerin emanet olduğunu unutup; oturduğu evle, bindiği arabayla, giydiği elbiselerle, sahip olduğu makam ve servetle izzet kazanacağını zannetmesi büyük bir yanılgıdır. Bunlar gölge gibidir gelir gider, öğlen vardır akşam yoktur. Gerçek anlamda izzet, kişinin sahibi göründüğü nimetlerin emanet olduğunu bilmesi, o emanetleri veriliş amacına uygun kullanmasıyla kazanılacak bir değerdir.

66. âyet, 65’in devamı oluyor.

Âyet bütün zamanlara şunu diyor: Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Yani insanların kendilerinin zannettikleri ne var ya doğrudan Allah’ındır ya da Allah’ın verdiği imkanlarla kazanıldığı için yine Allah’ındır. Eğer kişi izzet arayacaksa o izzeti Allah’tan başka putlarda (veya putlaştırılan şeylerin yanında) araması büyük bir yanılgıdır. Bu yanılgının doğru olduğunu düşünmek bir zandır.891 Bu zan hakikati olmadığı için bir kişinin kendini kandırmasıdır.

67. Âyet: Konu: Tevhid Dersi

Kur’an her vesile ile sözü tevhide getiriyor. Neden? Çünkü Allah’ın dininde yani İslam dininde, tevhid metre gibidir, terazi gibidir; her şeyin doğru anlaşılması ona bağlıdır. Onda ki doğruluk hayata,

Tevhitteki doğruluğun hayata nasıl yansıdığını özetledik, ondaki eğriliğe gelince, ondaki eğrilği çok kısa bir ifade ile özetleyelim: Ondaki eğrilik bu yazdığımız ölçülerden az veya çok sapma şeklinde görülür.

Gelelim şimdi âyetin verdiği tevhid dersine. Âyet çok özet bir şekilde yaratılışla alakalı tüm “kim” sorularına cevap veriyor,

Soralım,

Şimdiye kadar, yaratılan hiçbir varlık, o varlıklar içinde yaratılanların en üstünü olan insanlar arasından çıkıp biri bu soruya “ben” diyemedi ve diyemeyecek. Bunların bütün zamanlarda olamayacak olması şu anlama geliyor: Geçmişte, bugün ve gelecekte; bütün zamanlarda “kim” sorusunun cevabı Allah’tır ve hep de öyle olacaktır. Yani zamanlar, mekanlar, o mekanlarda yaşayan insanlar değişecek ama bu sorunun cevabı hiç değişmeyecektir.

68 Âyet: “Allah’ın da İhtiyacı Olduğunu Zannetmek”

Bu âyet, biz insanların sınırlı algısından kaynaklanan yanlış bir zanna cevap veriyor.

Bizler, doğduğumuz andan itibaren ihtiyaçlarla çevrili bir dünyaya gözlerimizi açarız. Hayatımızın her anı, en temel ihtiyacımız olan nefesten başlayarak, sayısız ihtiyaçlarımızın karşılanmasına bağlıdır. Öyle ki, sadece birkaç dakikalık bir kesinti bile varlığımızı tehlikeye atar.

7. yüzyıl Mekke'sinde müşriklerin zihin dünyasındaki tanrı tasavvurunun arka planında işte böyle bir algı vardı. Bu algı, hayata "Bizim ihtiyaçlarımız varsa, tanrının da ihtiyaçları olmalı" şeklinde yansıyordu. Allah'a oğul veya kız isnat etmenin, putları ve putlaştırılan insanları O'na ortak koşmanın temelinde hep bu yanılgı vardı. İşte bu yüzden Kur'an, Allah'ı bize tanıtırken O'nun "Samed" ve "Subhân" olduğunu vurgular.

Özetlersek, bu âyet bir önceki âyetin devamı olarak “Tevhitte bir sapma olursa, onun ne gibi sonuçları ne olur?” sorusuna da cevap veriyor.

69. 70. Âyet: Akla Gelen Sorulara Cevap

Bu iki âyet “Allah’a iftira atanların sonu ne olacak, yaptıkları yanlarına mı kalacak?” şeklinde akla gelecek sorular cevap veriyor.

Âyetler diyor ki: Hayır! Yanlarına kalamayacak. Onlar kendilerini bekleyen acı sondan kurtulamayacaklar. Şu an başlarına bir şey gelmiyorsa, Allah Halîm olduğu, bu dünya imtihan dünyası olduğu içindir. İmtihan bittiğinde, hesap günü geldiğinde onlar hak ettikleri azabı tadacaklar.

71-93 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

71-74 Âyet: Hz. Nûh Diyor ki: Duruşunuzu Değiştirmeyin

İniş sırasından yaptığımız okumada bu kıssa daha önce Kamer sûresinde (9-16), Sâd Sûresinde (12), A’râf sûresinde (59-64) ve Şu’arâ Sûresinde (105-122) numarasını verdiğimiz âyetler arasında geçti. Burada orada verdiğimiz bilgilerin -farklı bir açıdan- devamı olarak bir kurgu içinde şu değerlendirmeleri yapmak istiyoruz.

Kur’an’ın indiği 7. asırda, Asr-ı Saadet denilen 23 yıllık zaman diliminde Mekke ve Medine birer okul oluyor. Mekke okulunda hazırlık sınıfları yer alırken, Medine okulunda hazırlık sonrası sınıflar yer alıyor.

23 yıllık zaman diliminde okulun müdürü ve baş öğretmeni Hz. Muhammed Mustafa (sav). Okulda farklı dersler veriliyor. Onlardan biri de kavimler ve peygamberler tarihi. 23 yıllık zaman diliminde yaşanan gündeme göre geçmiş peygamberlerin hayatlarından bölümler anlatılıyor. Bu anlatı yapılırken adeta her peygamber kendi çağından Asr-ı Saadete geliyor ve manevi bir danışman olarak kendi çağında yaşadığı deneyimleri Asr-ı Saadet okulunun öğrencileri ile paylaşıyor.

Bugünkü dersin konusu “Mekke’de boykot günlerinde, baskılar karşısında bir Müslümanın duruşu nasıl olacak?”

Bu konuda verilecek dersi vermek üzere Hz. Nûh manevi bir danışman olarak okula geliyor ve 71. ve 72. âyette anlatılan dersi veriyor. Dersin özeti şu: “Yolunda olduğunuz Allah’a güvenin. O’nun emirlerine itaat edin. Ben itaat ettim; denizin olmadığı yerde gemi yaptım. Allah (cc) denizi ayağımıza getirdi ve beni ve iman edenleri kurtardı. Siz medeni insan inşa etmek için çıktığınız bu yolda inşaata devam edin. Bizim ayağımıza denizi getiren Allah size de Medine’ye gitme orada medeniyet kurma imkanı verecektir. Tabi bu süreç kolay olmayacak, bizi yalanladıkları gibi sizi de yalanlayacaklar ama şunu unutmayın: Bizi yeryüzüne varis kılan Allah duruşunuzu değiştirmezseniz sizi de varis kılabilir.”

74. âyet Hz. Nûh’tan sonra da benzer bir sürecin devam ettiğini, ama onların da yalanlandığını, yalanlayanların bu tercihlerinin bir sonucu olarak kalplerinin mühürlendiğini anlatıyor.

74. âyet bu şekliyle Hz. Nûh ile Hz. Musa arasındaki yaklaşık 1500-2000 yıllık bir zaman dilimini özetleyerek konuyu Hz. Musa kıssasına getiriyor.

Ön Bilgi: Daha Önce Geçen Bölümler

Hz. Musa kıssası aşağıda ifade ettiğimiz gibi önceki sûrelerde geçti. O yüzden burada, orada ele aldığımız konulara sadece işaret edecek, varsa farklı konular onlara değineceğiz.

75-77. Âyet: Hz. Musa Kıssası: Zaman Değişse de İftiralar Değişmiyor

Hz. Nûh’un kıssasından sonra Hz. Musa’nın kıssası geliyor. Bu kıssa daha önce Müzzemmil (15-16), Â’lâ (18-19), Fecr (10-12), Necm (36), Kamer (41-45), A’râf (103-171), Tâhâ (9-98), Şuarâ (10-67) ve Neml (7-14) sûrelerinde parantez içinde numaralarını verdiğimiz âyetler arasında geçmişti. Şimdi burada orada verdiğimiz bilgilerin devamı olarak birtakım değerlendirmeler yapacağız.

75-77 arası âyetlerde bir peygamberden bahsedilirken, sanki her peygamberden bahsediliyor. Çünkü kavmine gelen her peygambere atılan ortak bir iftira var: “Sihirbazsın, sihir yapıyorsun.”

Bu âyetler, Mekke’nin ilk Müslümanlarına “bu yolun kaderi bu” mesajını veriyor. Bu mesajın içinde şu mesaj da var: “Sihirbaz demeleri, dolaylı olarak şahit oldukları ve benzerini ortaya koymada aciz kaldıkları mucizelerin doğruluğunu itiraftır. Bu itirafta gizli bir takdir ve hayranlık vardır.”

Bu takdir ve hayranlık için daha önce geçen bu sûrenin2. âyetinde ““Sihirbaz” Demek Gizli Bir Takdir İfadesidir” başlığı altında bir değerlendirme yapmıştık. Oraya bakılabilir.

78. Âyet: Algı ile Oynayıp, Olgu İnşa Etme

Olgu olandır, algı da olanın doğru bir şekilde anlaşılması/algılanmasıdır.892 Fakat bu her zaman böyle olmaz.

Bir psikolojik harp tekniği olarak istihbarat servisleri, siyasetçiler, medya, lobi, düşünce kuruluşları, dernekler, vakıflar ve çok takipçili sosyal medya platformları,

Bu yöntem asırlar değişse bile hiç değişmeyen bir yöntemdir. Bu âyette Firavunun derin devleti kamuoyunda “Din elden gidiyor, vatan elden gidiyor.” algısını oluşturmak için âyette geçen şu ifadeleri kullanıyorlar.

Oysa ki, Hz. Musa’nın baştan beri tek isteği İsrailoğulları ile birlikte Firavunun yönetimindeki Mısır halkının hidayetine vesile olmak, İsrailoğullarını kölelikten kurtarıp özgürleştirmekti. Günümüz ifadesiyle söylersek bu talepler en temel insan haklarıydı.

Ama Firavunun derin devleti, bu haklı talebin, olduğu gibi algılanmasını engellemek için olmayan şeyleri var gibi gösterme yoluna gittiler.

79-82. Âyet: Firavun: “Medyanın GYY’lerini Bana Getirin!” Dedi

Bu âyetlerde sihirbazlar öne çıkıyor. O yüzden sihirbazı biraz tanıyalım ve onun günümüzdeki karşılığına bakalım.893

Sihirbazın en büyük özelliği gerçekte olmayan bir şeyi olmuş gibi göstermesidir. Daha basit ifadeyle söylersek sihirbazlık insanları ustaca kandırmak, aldatmak sanatıdır. Bu özelliği öne çıkardığımızda sihirbazın günümüzdeki karşılığı amacı dışında, halkı kandırmak için kullanılan medya olur.

Böyle anladığımızda o gün için sihirbazlar ordudan ve Mele’den894 (kavmin ileri gelenlerinden) sonra Firavunun iktidarını ayakta tutan en önemli güçtü.

Firavunun 79. âyette geçen “Bilgili bütün sihirbazları bana getirin!” emrine, günümüzden bakarsak, o emir “Medyada doğruyu yanlış göstermede, mucizeleri sanki değilmiş gibi anlatmada en başarılı olan aldatma ve kandırma ustası Genel Yayın Yönetmen’lerini bana getirin.” anlamına geliyordu.

Bu bağlamda 80-82. âyetlerin bütün zamanlara verdiği mesajı şöyle anlayabiliriz: “Gerçekleri savunmak, hakikatleri anlatmak kadar, onların doğru bir şekilde geniş kitlelere ulaştırılmasını sağlamak da önemlidir. Bu nedenle yaşadığınız çağda medya araçlarına sahip olmak hedefleriniz arasında olsun. Böyle olduğunda, gerçekler ortaya çıkacak. Bu durum bir takım güç odaklarının hoşun gitmeyecek ama onların hoşuna gitmiyor diye Allah’ın gerçeği ortaya çıkarma iradesi de değişmeyecek.”

83-87 Âyet: Tevrat’ta Olmayan Âyetler, “Kur’an’ı Muhammed Yazdı” İddiasını Boşa Çıkartıyor

Neden bu konuya değiniyoruz. Çünkü ateistlerin çok tekrar ettikleri iddialarından biri de bu iddia; “Mekke ve çevresindeki Yahudi ve Hristiyanlardan öğrendikleri ile Kur’an’ı Muhammed yazdı.”895

Eğer bu iddia doğru olsaydı başta burada yer alan âyetler olmak üzere Tevrat’ta yer almayan konuların Kur’an’da da olmaması gerekirdi.

Evet, İsrailoğullarının Mısır’dan hicreti; Kızıldeniz’den geçmeleri Tevrat’ta geçer ama öncesinde Mısır’da evlerin hazırlanması, orada namaz kılınması ve Kızıldeniz geçilirken Firavunun boğulmadan önce iman etmesi gibi detaylar geçmez.

Ateistlerin iddialarını boşa çıkaran bu kısa açıklamadan sonra bu âyetlerde öne çıkan birkaç noktaya değinelim.

Birinci Nokta: Diktatörlerin Eskimeyen Silahı: Korku

Bir ülkeye gittiniz, o ülkenin yöneticisinin kim olduğunu yani ülkeyi nasıl bir yönetim modeli ile yönettiğini bilmiyorsunuz. Fakat gördünüz ki, insanlar yöneticiler hakkında konuşurken sağa sola bakıyor, acaba konuşursam başıma bir iş gelir mi korkusu yaşıyorsa, bilin ki orada faşist (baskıcı) bir rejim var onun da başında bir diktatör vardır.

İşte Firavunun yönettiği Mısır böyle bir yerdi. Ona göre onun yanında olmayan, ona biat etmeyen -78. âyette işaret edildiği gibi- onun iktidarını devirmeye çalışan isyancılardandı.

Diktatörlerin en büyük baskı aracı toplumda korkuyu yaymaktır. Firavunun yönettiği Mısır’da korkanlar iki ana grupta toplanıyordu.

Birinci gruptakiler Firavunun yanında olanlardı. Bunlar da kendi içinde ikiye ayrılıyordu. Bunların bir kısmının Hz. Musa’ya iman etme gibi bir düşüncesi yoktu. Onların amacı Firavunun kurduğu sistemden beslenmekti. Bunlar Firavunun yanlış yaptığını bilseler bile eleştirdiklerinde kaybedecekleri çok şey olduğu için, onu eleştirmekten korkuyorlardı. Bunların bir kısmı da Hz. Musa’nın doğru yolda olduğunu biliyordu. Ama onun tarafına geçtiğinde başına gelecekleri bildiği için Firavun yanında görünmeyi tercih ediyordu.

İkinci gruptakilerde Mısır’da yaşayan İsrailoğulları idi. Mısır’daki firavunların baskıcı rejimleri karşısında yıllarca korkutulan İsrailoğullarını korku esir almıştı; korku onların kişilik ve karakterlerini değiştirmiş ortaya ezik, hak arama iradesi ve isteği olmayan bir köle bir toplum çıkmıştı.

İkinci Nokta: İman Edenler Kim?

83. âyette bir grup gencin Hz. Musa’ya iman ettiği ifade ediliyor. Bunlara bir avuç insan da diyebiliriz. “Bunlar kim?” sorusunda bunların İsrailoğullarından değil de Firavunun kavminden olanlar olma ihtimali çok yüksek. Çünkü İsrailoğulları Mısır’da kalabalık bir nüfusa sahipti. Tarihçiler bu nüfusun 600 bin kişiden fazla olduğunu tahmin ediyorlar.

Ayrıca Kur’an’ın geneline baktığımızda Firavuna bağlı sihirbazların bir kısmının iman ettiğini, bunun yanında onun sarayında uzun zaman imanını gizleyen sonra da bunu açıkça ifade eden mümin kişinin896 varlığını biliyoruz.

Bu durumda 83. âyette geçen “kavminden ancak bir grup genç Mûsâ’ya (açıkça) iman etti.” İfadesinde kastedilen kavmin Firavunun kavmi olma ihtimali makul hale geliyor.

"Üçüncü Nokta: Neden İhtiyarlar Değil de Gençler?

Ayette kullanılan ifadelerden bunların yaşlarının genç olduğunu anlıyoruz. Bu, tarihin akışı içinde tekrarlanan bir olgunun Kur'an'daki tezahürüdür.

Genelde bütün toplumsal dönüşümlerde (devrim ve inkılaplarda) gençler önde olur. Bir toplumu iyi-kötü fark etmez dönüştürmek isteyen herkes (başta istihbarat birimleri) gençler üzerinde hesap yaparlar.

Neden?

Bu açıklamalardan sonra 83. âyete bakarsak, orada iman eden gençler Hz. Musa'nın davetine muhatap olduktan sonra, bir ellerindekilere bakıyorlar bir de elde edeceklerine bakıyorlar.

Böyle bir durumda manevi anlamda kar-zarar hesabı yapıyor ve Allah'ın razı olduğu tarafı seçiyorlar. Onların bu kararı, Firavunun zulmüne karşı bir direniş ve Allah’ın yolunda bir adanmışlık örneğidir. Bu gençler, imanlarının gücüyle, Firavunun baskısına rağmen, Hz. Musa’nın yanında yer alarak, tarihin akışını değiştirme yolunda önemli bir adım atıyorlar.

Dördüncü Nokta: Mısırdaki Gizli Evler

Mısır, o dönemde İsrailoğulları için baskıcı bir rejimin hüküm sürdüğü bir yerdi. İnançlarını özgürce yaşama ve ibadetlerini açıkça yerine getirme imkanları yoktu. İsrailoğulları, sayıca oldukça kalabalık bir topluluktu ve içlerinde 83. âyette ifade edilen yeni Müslüman olan gençler de vardı. Allah’ın (cc) bu topluluğu Mısır'dan çıkarıp vaat edilen topraklara ulaştırmak ve onları bir medeniyetin temel taşı yapmak gibi bir muradı vardı. Bu büyük dönüşümün gerçekleşmesi için öncelikle insanların manevi olarak güçlenmesi gerekiyordu.

İşte bu noktada Allah (cc) bütün zamanlara şu mesajı veriyor: İsrailoğullarının yaşadığına benzer durumları yaşıyorsanız, sizin de benzer hedefleriniz varsa işe evden; evlerden başlayın.

Mekke müşrikleri karşısında benzer bir durum yaşayan Peygamber Efendimiz kendi çağında Kur’an’ın bu mesajını aldı ve Erkam’ın evi manasında gelen Daru’l-Erkam’ı hayata geçirdi.

Bu âyette bu evlerle ilgili iki özellik öne çıkıyor: Biri kıble,897 diğeri namaz. Bunlar aslında İslam’ın bütününe işaret eden parçalardır; şöyle ki,

Bu tespitlerin yanında şunu da ifade edelim. Kur’an hem bu âyette hem de mealini dipnotta verdiğimiz Nur sûresinin 36. 37. âyetinde898, bütün zamanlarda gelecek; evlenecek ve ailesiyle bir evde yaşayacak müminlerin evlerini manevi olarak dekore ediyor ve diyor ki: “Sizin de evleriniz böyle olsun; sizin de evleriniz, o evlerde yetişenlere varlık gayelerini öğreten bir kıble olsun. Sizin de evleriniz içlerinde Allah’ın razı olacağı insanlar yetiştiren birer iman atölyesi olsun. O atölyelerden inşa edilen müminler içinde yaşadığı toplumda/ülkede/devlette bütün insanlara model olsun.

88. 89. Âyet: Bedduadan Önce Yapılması Gerekenler

88. âyette yapılan ve 89. âyette kabul edildiği duyurulan duaya “beddua” diyoruz. Bu beddua bir Müslümanın, kendisine kötülük yapanlara karşı beddua edebileceğini gösteriyor. Ama bir şartla, bedduanın en son seçenek olması ve ondan önce yapılması gerekenleri yapma şartıyla.

Kesin bir tarih veremiyoruz ama şunu biliyoruz: Hz. Musa, Medyen’de Hz. Şuayb’dan ders alıp Mısır’a döndüğü ve Allah’ın ona “Firavuna git ve ona yumuşak söz söyle” dediği günden beri, uzun bir süre başta Firavun ve onun halkının hidayeti için fiili ve kavli dua yaptı.

Firavun ve halkı bu duaların kabulü yönünde adım atmayınca, aksine Mısır’daki mevcut zulmü arttırınca Hz. Musa ve Harun (as) 88. âyetteki duayı yaptılar.

Özetlersek, bir Müslüman şartları oluştuğunda beddua edebilir ama öncesini yapılması gerekenleri yapmak şartıyla.899

90-92 Âyet: “Köprüden Önceki Son Çıkıştan Çıkmazsanız Ne Olur?”

Âyetler bu sorunun cevabını Firavun üzerinden veriyor. Hz. Musa’nın İsrailoğulları ile birlikte Mısır’dan hicret ettiğini gören Firavun iki şey yapabilirdi, “Varsın gitsinler” diyebilirdi. Bunu demedi. Neden? Çünkü Onun gözünde İsrailoğulları demek köle demek, köle demek, hizmetçi demek, ucuz ve bedava iş gücü demek. Servetin ve sermayenin önemli bir parçası demek.

Firavun böyle bir tercih yapmak yerine şöyle yaptı; İsrailoğullarını çalınan malı gibi düşündü onları geri almak için peşlerinden gitti. Firavun için Kızıldeniz’in yarılma mucizesini görmek köprüden önceki son çıkıştı.

O mucize, Firavun ve adamları için güneşin doğması gibi, yağmurun yağması gibi, baharda çiçeklerin açması gibi hemen her gün, her ay, her yıl gördükleri olaylardan değildi. Hiçbir insanın daha önce benzerini görmediği bir hadiseydi. “Durup bir dakika düşünelim” denecek, “bu işin arkasında bir insanın olması imkansız, demek ki İsrailoğullarının inandığı Allah varmış” denecek bir hadiseydi.

Böyle deme fırsatını kaçırdılar. O fırsat kaçınca, âyette anlatıldığı gibi Firavunun boğulmadan önce yaptığı iman etme isteği kabul edilmedi. Bunun üzerinden bütün zamanlara şu mesaj verildi: Bu işi son ana bırakmayın. Son ana bıraktığınızda fırsat elden gitmiş olabilir.

“Kur’an’ İnsan Sözü Olamaz” Dedirten Âyetlerden Biri

Kur’an’ın 92. âyetinde anlatılan Firavunun cesedinin kurtarılması olayı 7. asrın Mekke’sinde hiçbir insanın bilmediği bir olaydı. Çünkü bu olayı Tevrat’ta geçmiyor. Bu olayın Tevrat’ta geçmemesi “Muhammed bunları Tevrat’ı bilenlerden duydu ve yazdı” diyenlerin iddiasını da boşa çıkarıyor. O iddia boşa çıktığında bu âyet bütün Kur’an âyetlerinin bir araya gelip şahitlik yaptıkları “Kur’an insan sözü olamaz” gerçeğinin altında çok güçlü bir imza oluyor.

Bu konuya şu soruyla devam edelim.

Allah (cc) Neden Firavuna Böyle Bir Son Yaşattı?

Kur’an’da sadece bir yerde geçen bir âyet var; o âyette Allah (cc) Firavuna ait olan “Ben sizin en yüce Rabbinizim.”900 sözünü bize duyuruyor.

Bu sözü söylemek çok büyük bir iddiaydı. Bu sözü söylemek bir insanın haddini aşmasının çok önemli göstergelerinden biriydi. Mısır halkı arasında kendini ilah olarak gören Firavuna tapanlar vardı.

Şimdi 92. âyetin tefsirinde bu tarihi arka planını dikkate alarak bir kurgu yapalım. Hayalen bu âyetlerin yaşandığı Kızıldeniz sahiline gidiyoruz. Firavun ve askerleri boğulmuş. Ordusundan denize girenlerin akıbetini görenler girmeyerek kendilerini kurtarmış, Firavun ve askerlerinin denizde boğulma haberi Mısır’a ulaşmış, Firavun ve orada ölen askerlerin yakınları büyük bir üzüntüyle olay yerine gelmişler. Gelenler yakınlarını arıyor. Bu arada akıllardaki en büyük sorulardan biri şu: “Bize, ‘Ben sizin Rabbinizim/ilahınızım/tanrınızım.’ diyen Firavun da öldü mü? Yoksa ilah olduğu için o kurtuldu mu?”

Bu soruların akla geldiği böyle bir ortamdayız. Bu ortamda, Allah (cc) Firavunun cesedini balıklara yem etmek yerine, o bedeni kurtarıyor ve o gün sahile gelenler onun ölüsünü dirisini bulamıyorlar ama ilah zannettikleri insanın kendini kurtaramadığını anlıyorlar. Onların ardından gelenler o cesedi buluyorlar. Allah (cc) bu ceset üzerinden Firavunu ve benzeri yaratılmış varlıkları ilah olarak görenlere şu mesajı veriyor: Yaratılanlardan ilah olmaz, ölümlü olanlardan ilah olmaz. O yüzden Allah’tan başkasından ilah olamaz.”

Bu yaptığımız açıklamalardan sonra gelelim başlıktaki sorunun cevabına.

O güne kadar elbette Firavunun söylediği “Ben sizin en yüce Rabbinizim.” sözünü söyleyenler olmuştur. Ama Firavun onları söyleyenler içinde sınırları en fazla zorlayan, haddini en fazla aşanlardan biri olmuştur. İşte bu nedenle Allah (cc) hem onun sözlerini kıyamete kadar okunacak olan Kur’an âyetleri arasına koyuyor hem de onun cesedini kurtararak verdiği mesajın kıyamete kadar unutulmamasını istiyor. (Allahü a’lem).

93. Âyet: İlim Gelince Neden Ayrılık Oldu?

Kur’an’da bu tür âyetleri görüyoruz.901 Bu âyetlerde ilim gelince ayrılığa düşme hem genel anlatılıyor hem de burada olduğu İsrailoğullarına özel anlatılıyor. Neden böyle? Çünkü, Kur’an İsrailoğularını bütün insanlığa bir prototip olarak sunuyor. Yani onlar üzerinden, bütün insanlara insanı ve insan toplumlarının davranışlarını somut örnek üzerinden gösteriyor.

Bu kısa girişten sonra başlıktaki sorunun cevabın gelelim.

İnsanlara gelen ilme; onlara herhangi bir konuda haber getiren bilgi dersek, insanlar bu bilgiyi doğrulamak ister. Onlara “şurada yangın var” bilgisi geldiğinde, gider görürler ve aralarında fazla bir ihtilaf olmaz.

Ama gelen bilgi gözün görmediği bir alandan gelirse, bilgiyi getiren insan her gün içlerinde yaşayan, onlardan biri (peygamber) olursa ve “Allah bana şöyle dedi, adı ahiret olan bir hesap günü var, şunlar doğru/helal, bunlar yanlış/haram, sizlerin şu emirleri yerine getirmeniz gerekiyor.” derse işte o zaman ihtilaf çıkar.

Dünya imtihan dünyası olduğu için, görünen ve görünmeyen alem bu dekorun ayrılmaz iki parçası olduğu için görünmeyen alemden haber veren peygamber/vahiy/ilim insanlık tarihi boyunca ihtilaf sebebi olmuştur ve olacaktır. Bu durum bu işin doğasında var o yüzden kaçınılmazdır.

Burada yapılacak olan, ortaya çıkacak ihtilaflarda doğru olan tarafta durmaktır.

Bu genel açıklamalardan sonra aşağıdaki başlıkla devam edelim.

İsrailoğllarının Ayrılığa Düşme Sebepleri

Daha önce ifade ettik, Kur’an’ın ilk peygamberden son peygambere kadar anlattığı konularda, yüzeysel bir okuma yapanlar fark etmez ama dikkatli bir okuma yapanlar bilir ki, Hz. Musa’dan sonra vahyin muhatapları değişmiştir.

Hz. Musa’dan önce haklarında bilgi verilen ve kavmiyle ilişkileri anlatılan (Hz. Nûh, Hz. Salih, Hz. Hûd, İbrahim…) peygamberlerin muhatapları müşriklerdi. Yani yaşadıkları toplumlarda önceki peygamberlerin ve vahiylerin izleri büyük ölçüde silinmiş topluluklardı.

Ama Hz. Musa’dan sonra gelen vahiyler Allah’a, ahirete, peygambere (Hz. Musa), kitaba (Tevrat) iman eden Müslüman bir topluma; bu toplumda vahiy üzerinde yapılan tahrifatları ve bu tahrifatlara bağlı olarak ortaya çıkan bidat ve hurafeleri düzeltmek için gelmişti.

İsrailoğulları her ne kadar Allah’a ahirete iman etse de ihtilafları büyütmede vahyi inkar eden müşriklerden geri kalmadılar. Bu bağlamda, aralarındaki ihtilafları büyüterek kendilerine gelen peygamberleri ve birbirlerini öldürecek kadar ileri gittiler.902

İşte Kur’an bu tür âyetler üzerinden hem Kur’an’ın ilk muhataplarına hem de bütün zamanlarda gelecek Müslümanlara şu mesajı veriyor: “Burası imtihan dünyası, burada ihtilaf kaçınılmaz. Siz geçmişte ortaya çıkan ihtilafları büyütenlerden ders alın, onların yaptığı yanlışları yapmayın.”

Burada soru şu: Bu konuda ders alınmış mıdır? Peygamber Efendimizden sonrasına (Cemel, Sıffın, Harre, Kerbela), yakın tarihe ve günümüzde yaşananlara baktığımızda “alınmıştır” demek zor. Dileriz bu kadar yaşanan acılardan sonra alınır.

94-109 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

93-97. Âyet: Peygamber Şüpheye Düşer mi?

Bu sorunun yanına şunları da ekleyebiliriz: Peygamber Efendimiz (sav), Allah'a ortak koşar mı, kafirlere arka çıkar mı, yetimi iter mi, yoksulu azarlar mı? Peygamberimiz bunların hiçbirini yapmaz ve yapmamıştır. Ama Kur'an, bu ve benzeri âyetlerde sanki yapma ihtimali varmış gibi bir dil kullanır.903

Neden?904Cevap: Peygamber de insandır, o da tereddüt yaşayabilir. Ama onun tereddütleri Allah'a, ahirete iman gibi temel itikadi konularda değildir. Başka bir deyişle, Allah-insan/peygamber ilişkisine bakan kulluk alanında değildir. Ondaki tereddütler daha çok insan-toplum, insan-yönetim ilişkilerine dair, uzmanlarına danışmayı gerektiren konulardaydı.

Bu gayet normaldir. Günümüz ölçülerinden bakarsak, bir insan bir alanda uzman olsa bile, onlarca konuda başkalarına danışma, yardım alma ihtiyacı duyar.

Peygamberlerin ismet sıfatını905 ve hata yapmamasını anlatırken bir alan daraltması yapmak gerekir. Bu alan; Allah-insan ilişkisi; vahyi Allah'tan alıp insanlara eksiksiz ulaştırma, hata yapsa bile hatada ısrar etmeme, ilahi uyarıyla hatasını düzeltme gibi konuları kapsar.

Bu daraltma yapılmadığında, hatasız, günahsız bir peygamber anlayışı ortaya çıkar. Bu durumda, Allah'ın kul ve Resul olarak tanımladığı bir elçiye, onun asla onay vermeyeceği bir konum vermiş oluruz. Peygamberimiz yaşarken böyle yapanlara, "Beni falan gibi (aşırı yücelterek) övmeyin" diyordu.906

Kur'an'ın kullandığı bu dil, aslında tüm insanlığa bir mesajdır. Peygamberlere yönelik uyarılar, onların da insan olduğunu, zorluklarla karşılaştıklarını ve bunlarla nasıl başa çıktıklarını gösterir. Bu, onların insanlığa örnek olma vasfını pekiştirir.

Vahiy dışındaki konularda peygamberlerin içtihat edebileceğini ve bu içtihatlarda yanılabileceğini de unutmamak gerekir. Bu, onların beşeri yönlerini anlamamıza yardımcı olur.

Özetlersek, bu konu çok önemli ve hassas bir dil kullanmayı gerektiriyor. Peygamberimize olduğundan fazla veya az konum vermek iki uçtur. Bize düşen, "abduhû ve resûluhû" (kulu ve elçisi) diyerek dengeli bir yol izlemektir. Bu yaklaşım, peygamberlerin hem Allah’ın elçisi olma misyonunu hem de insani yönlerini anlamamız ve anlatmamız adına hayati öneme sahiptir.

Peygamberin Ümmeti Şüpheye Düşebilir mi?

Yukarıdaki açıklamalarımız Peygamberimiz özelinde bütün peygamberler için geçerli bir değerlendirmeydi. Onlar hakkında bir yanlış anlama olmasın diye, o açıklamaları yaptık.

Aslında 93 ve 94. âyetle benzer içerikte gelen âyetlerdeki anlatım Türkçemizdeki "Kızım sana diyorum, gelinim sen anla" deyimine ve bir Genelkurmay Başkanın tümendeki askerlere söyleyeceği şeyleri tümen komutanına söylemesine benziyor. Yani Kur'an burada dolaylı bir anlatım kullanıyor.

Ayetleri böyle anladığımızda, başlıktaki sorunun cevabı "evet" oluyor. Ama burada bazı açıklamalar yapmamız şart.

Bazıları diyor ki, iman ve şüphe bir arada bulunmaz. Bu doğrudur. Ama bu doğru, Müslüman bir ülkede geleneğin içine doğan, İslam'ın temel kaynaklarını hiç okumayan, sorulduğunda ezbere "Ben Müslümanım" diyen (taklidi iman sahibi) insanlar için geçerli değildir. Bu kişilerin şeytanın vesveselerinden kurtulması, sorgulama yaşamaması zordur.

O yüzden ideal bir Müslümanlıkta; okumaya, araştırmaya, anlamaya, aklına gelen sorulara cevap bulmaya dayalı bir süreç olmalı dersek, sağlam iman bu sürecin tamamlanması ile ortaya çıkan bir sonuçtur.

Bu süreç sadece zihinsel değil, aynı zamanda (ibadetlerle ve güzel ahlakla) salih amellerle de desteklenen bir yolculuktur.

O yüzden ideal bir Müslümanlıkta; okumaya, araştırmaya, anlamaya, aklına gelen sorulara ve şüphelere cevap bulmaya bir süreç dersek, iman bu sürecin tamamlanması ile ortaya çıkan bir sonuçtur.

Böyle bir sürecinin sonunda gelen imanda temel konular üzerinde şüphe olmaz. Çünkü onlar aşılmış, geçilmiştir. Bunların dışında olabilir. Onlar da zaten sürekli kendini geliştiren, terakki ve tekamül sürecini devam ettiren müminler için motive eden, teşvik eden sorgulamalardır.

Özetlersek, ümmetin şüpheye düşme ihtimali sıfırlanamaz. Nefis ve şeytan olduğu müddetçe bunlar olacak. Ama bu şüpheler, doğru yönlendirilirse, daha sağlam bir imana giden yolda birer basamak olabilir. Önemli olan, bu süreci bilinçli ve dengeli bir şekilde yönetebilmektir.

Ehli Kitaba Sorulacak Sorular

94. âyette şöyle bir ifade geçiyor: “Eğer sana indirdiklerimizde herhangi bir şüpheye (düşen olursa907 ona de ki; Bu âyetleri okurken şüpheye) düşersen senden önce kitap okuyanlara sor.”

Yukarıda iki başlık altında yaptığımız değerlendirmelerin sonucu olarak Peygamber Efendimizin kendisine gelen âyetler hakkında şüpheye düşmediğini, ümmetinin ise düşebileceğini söyledik.

Bu bağlamda 94. âyet içinde geçen “kitap ehline sorun” ifadesi hem Peygamber Efendimize muhatap olan ilk Müslümanlara hem bize hem de o gün ve bugün ona iman etmeyen müşriklere ve ateistlere hitap ediyor.

Bu hitaplardaki ortak mesaj şu: Dost düşman herkes şahit ki, Hz. Muhammed peygamber olduktan sonra anlattığı şeylerin hiçbirini peygamber olmadan önce anlatmadı. En yakınları dahil hiç kimse şunları demedi: “Muhammed ben gelecekte peygamber olacağım, şimdiden o günlere hazırlanıyorum. Tevrat’ı ve İncil’i iyi bilenlerden ders alıyorum…”

94. âyet üzerinden bu ortak mesaj bütün zamanlara şunu diyor:

Özetlersek, Kur’an, ehl-i kitap içinde yanlışta inat etmeyen, ehli insaf kişilerin son peygamberi (kitaplarında geçen özellikleri yönüyle) “kendi çocuklarını tanıdıkları gibi tanıyacağını” ifade ediyor908 ve akla gelecek şüphelerin onlara sorulmasını tavsiye ediyor.

Kimler İman Etmeyecekler?

96. ve 97. âyetlerde Allah (cc) kimlerin iman etmeyeceğini söylüyor. Bunu söylerken de 97. âyette geçen “Azabı görene kadar iman etmeyecekler.” ifadesiyle 90. âyette Firavunun son anda iman etmesine bir gönderme yapıyor.

Bu noktada başlıktaki soru öne çıkıyor. Bu sorunun cevabı şu: Kalpleri mühürlenmiş olanlar iman etmeyecekler. Peki “Biz insanlar onların kim olduğunu bilebilir miyiz?909 Hayır.

Allah (cc), Allah olduğu için bunu bilir ve insanlara tercihlerinin sonuçlarını göstermek için bu ifadeleri söyleyebilir ama biz bunu bilemeyiz ve hiç kimse için de “Senin kalbin mühürlenmiş, sen ölene dek iman etmezsin” diyemeyiz. Dersek ne olur? Dersek, farkında olarak veya olmayarak gaybı ve geleceği bildiğimizi iddia etmiş oluruz ki, bu manevi sonuçları şirke varacak kadar tehlikeli bir durumdur.

Biz şu gerçeği biliriz. Bu dünyada ölene kadar yanlış yolda giden insanların doğru yola dönmelerinin kapısı açık olduğu gibi, doğru yolda gidenlerin de yanlış yola gitme ihtimali vardır. O yüzden bize düşen ölene kadar doğru yolda kalmaya gayret etmek, ölene kadar yanlış yolda olanların hidayetine vesile olmak için bize ne düşüyorsa onları en güzel şekilde yapmaya çalışmaktır.

98. Âyet: Hz. Yûnus’la İlgili Bu Âyet Neden İndi?

Kur’an kıssaları içinde en çok anlatılan kıssa Hz. Musa-Firavun Kıssası. O kıssaların anlatıldığı bütün sûreler içinde bu sûrenin bir farkı var o da şu: Firavun ve askerleri Kızıldeniz’de boğulurken (helak olurken) Firavunun iman etmesi ve o imanın kabul edilmemesine dair bilgi Kur’an’da sadece bu sûrede geçiyor.

Bu hadiseye Firavunun helaki dersek, bu sûrede,

İşte tam burada 98. âyet geliyor.

Şimdi hayalen Mekke’ye gidelim, Mekke’de birçok müşrik akrabası arkadaşı olan sahabilerden birinin yerine kendimizi koyalım ve bu âyetleri okuyalım.

Önünüzde helak konusuna bu kadar çok vurgu yapan bu sûre var, karşınızda yaptıkları boykot, işkence ve hakaretlerle helak edilen kavimlerin sergilediği davranışların çoğunu sergileyen bir topluluk var. Aklınıza ilk gelen şey ne olur?

Onların da helak edilmesi, onların da benzer bir son yaşaması.

İşte 98. âyet böyle bir endişenin yaşandığı ortama geliyor ve sahabilere şu mesajı veriyor: Allah (cc) öncelikle Rahmân ve Rahîm’dir. Onun Cabbâr ve Kahhâr isminin tecellisi olan helak, önceliği değildir. Helak mazlumlara zulmeden, zulümde zirveye çıkan zalimleri caydırmak, korkutmak, mazlumları da kurtarmak için bir acil durum müdahalesidir.”

Özetlersek, biz 98. âyetin burada bulunmasının hikmetlerinden birinin bu olduğunu düşünüyoruz.

Başka hikmetler var mı? Okumaya devam.

Alın Yazısı Değişir mi?

Tefsir Usulümüzde (16) Kader Yasasında yazdıklarımıza ilaveten burada şunları ifade edelim. Halk arasında “alın yazısı” denilen şeyin aslı kaderdir. Bu durumda bu soru aynı zamanda “Kader değişir mi? Allah’ın takdiri değişir mi?” sorusudur.

Allah’ın iki türlü takdiri vardır.

Konuya aşağıdaki başlıkla devam edelim.

Siz Değişirseniz Allah’ın Takdiri Değişir

98. âyete geçen Yûnus kıssası bütün zamanlara şu mesajı veriyor “Ey insanlar! Siz Yûnus’un kavminin yaptığı yanlış tercihleri yaparsanız, benzer bir süreç yaşayabilirsiniz.911 Doğru tercihler yaparsanız benzer bir süreç yaşayabilirsiniz.

Bu mesajdan sonra ne oldu?

Sahabiler Kur’an’ın inişiyle başladıkları yolculuğa devam ettiler. Şartların zorlaşmasına rağmen çıktıkları “iyi insan olma; iyilik yapan, iyilik üreten, iyilerin sayısını çoğaltma yolundan dönmediler. Onlar dönmeyince Allah’ın takdirleri de değişmedi.

99-108. Âyet: Âyetlerin Kısa değerlendirmesi

99. Âyet: Peygamber Efendimiz bu sûrede arka arkaya sıraladığımız -diğer sûrelerde çokça bahsedilen- helak hadiselerine bağlı olarak, ümmetinin geleceğinden endişe ediyor. Allah (cc) bu ve benzeri âyetlerle Peygamberimizi teselli ediyor ve dolaylı olarak diyor ki: İnsanların hidayeti senin istemenle olmuyor, Allah’ın izniyle, dilemesiyle oluyor, o dileme de kulun dilemesine bağlı, kul dilemezse, Allah dilemiyor.

100. Âyet: Bu âyette geçen “Allah’ın izni” ifadesine yukarıda değindik. Âyetin ikinci bölümünde geçen “akıllarını kullanmayanların üzerine pislik yağdırır” ifadesi için Enfal sûresinin 22. ve 55. âyeti vesilesiyle yapacağımız açıklamalara bakınız.

101. Âyet: Âyet dolaylı olarak şunu diyor: Bu dünyada Allah’a ve O’nun “vardır” dediği şeylerin varlığına sayısız delil var. O yüzden hiç kimse “Ben delil yetersizliğinden iman etmiyorum.” diyemez. Allah böyle bir bahaneyi hiç kimseye vermemiştir. Bunca delil varken, akıl gözünü yuman ve bu deliller yokmuş gibi yaşayan birine hiçbir uyarı fayda vermez.

102. Âyet: Bu kadar uyarıdan sonra daha ne bekliyorlar? Son dakikayı bekliyorlarsa, bu işi son dakikaya bırakan Firavundan ibret alsınlar.

103. Âyet: Müminler olarak imtihan dünyasında yaşadıklarınız sizi üzebilir, sizlere acı verebilir ama asla sizi ümitsizliğe ve karamsarlığa düşürmesin. İman -ve son ana kadar imanını muhafaza- edenler her durumda kurtuluşa ereceklerdir. Bu kurtuluş dünyada olmazsa ahirette kesin olacak. Çünkü bu Allah’ın bizzat kendi üzerine aldığı bir iştir.

104. Âyet: Bu âyetler her şeye rağmen Peygamberimizin kararlı duruşunu anlatıyor. Bu kararlı duruşu değiştirmek için yapılan tekliflere peygamber Efendimizin verdiği cevap şu olmuştu: “Bir elime ayı, bir elime güneşi koysanız, ben yine inandığım bu davadan vazgeçmem.”912

105. 106. Âyet: Bu âyette geçen ifadelerin benzeri 94. ve 95. âyetlerde geçmişti. Gereken açıklamaları orada yaptık.

107. Âyet: Bu âyete parça olarak baktığımızda zararı (kötüyü, şerri) dokunduran Allah gibi anlaşılıyor. Bu tür âyetlere Kur’an bütünlüğünde baktığımızda, dilemenin kuldan, o dilemeye bağlı iyi-kötü, hayır-şer gibi sonuçları yaratmanın Allah’tan olduğunu görüyoruz.913

108. Âyet: Bu âyet imtihan dünyasının en temel gerçeğini özetliyor: İmtihanda tercih özgürlüğü vardır; dileyen iman eder, dileyen inkar eder. Bu tercihlerdeki tüm sorumluluk bireyseldir.

109. Âyet: “Rabbinin Hükmüne Sabret, Balık Sahibi Yûnus Gibi Olma”

Başlıktaki ifade Kalem sûresinin 48. âyetinde geçiyor. İniş sırasından yaptığımız okumada Kalem sûresi birinci yılda karşımıza çıkan ilk sûreler arasında yer alırken, o kadar peygamber içinden, Müslümanlara tanıtılan peygamber de Hz. Yûnus oluyor.914 Onun üzerinden 23 yıl boyunca yürünecek yolun ne kadar zor olduğu hakkında fikir veriliyor.

23 yıllık yolun 8. yılına gelindiğinde Yûnus sûresi 109. âyetteki şu ifadelerle sona eriyor. “(Resûlüm!) Sen sana vahyolunan Kur’an’a uy ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret…”

Bu iki âyet ve benzeri birçok âyetten şunu anlıyoruz. Bu yolda sabır bir gün değil her gün lazım. O olmadan bu yol yürünmez. Sabır konusunda önceki âyetlerde gerekli açıklamaları yaptığımız için bu sûreye burada nokta koyuyoruz.915

52/11. HÛD SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-11 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

1. Âyet: Allah (cc) Hakîm ve Habîr Olmasa Ne olurdu?

Bu sûre de bir önceki Yûnus sûresi gibi Hurûf-ı Mukatta harfler ile başlıyor. Bu harfler, yaratılan âyetlerin en ufak parçası olan atomu ve indirilen âyetlerin en ufak parçası olan harfleri temsil makamında Allah'ın Hakîm ve Habîr olduğuna şahitlik ediyorlar.

Bu durumda soralım Allah gerçekten Hakîm ve Habîr midir? Bu sorunun cevabına tersinden gitmek için bir soru daha soralım, Hakîm ve Habîr olmasaydı ne olurdu?

Allah'ın Hakîm olması, Habîr olmasının da şahididir. Yaptığı ve yaratılan varlıklara yaptırdığı işlerden haberi olmasa kainatta bu düzen olmazdı,

Hakîm ve Habîr olmasını şu soruyla biraz daha açalım, "Bu kainatta olup da biz insanların haberi olmadığı (müdahale etmediği/edemediği) düzenli faaliyet sayısı ne kadardır?

Bu soruya bizim kendi bedenimizi da dahil ettiğimizde, bu kainatta olup da bizim haberimizin olmadığı iş, faaliyet sayısı milyarlarcadır.

Örneğin:

Bu örneklerin binlercesini buraya yazdığımızı farz ederek şu soruyu soralım, yaratılan varlıklar içinde onların en üstünü olan insanlardan biri çıkıp da “Kainatta olan bütün hikmetli faaliyetlerin faili benim, ne oluyorsa benim bilgim dahilinde oluyor diyebilir mi?”

Bunu hiç kimsenin diyemeyişi bütün bu işlerin Hakîm ve Habîr olan Allah’ın dilemesiyle olduğunun şahidi olur.

2. Âyet: Allah (cc) Peygamber Göndermeseydi Ne olurdu?

2. âyette Allah’ın (cc) vahiy ve peygamber göndermesinin en önemli hikmetlerinden biri “Allah’tan başkasına ibadet edilmemesi için” ifadesiyle açıklanıyor.

Bu noktada başlıktaki soruyu sorduğumuzda cevabımız şu oluyor: Allah (cc) gönderdiği halde insanlar geçmişten bugüne çok sayıda varlığı ilah yerine koyup onlara ibadet etmişler.917 Allah (cc) gönderdiği halde böyle olmuş, bir de göndermeseydi sözde ilahların sayısı kat kat artacaktı.

Dana önce anlattık,918 insan aklı -Allah’a denk- bir yaratıcının varlığını ve bazı özelliklerini bulabilecek şekilde yaratılışmış ama “O yaratıcı kimdir?” ve “Yarattığı insanlardan ne istiyor?” sorusunun cevabını bulmada yetersiz kalıyor.

İşte bu noktada vahiy insana “kulluk için yaratıldın” derken, peygamber de o kulluğun nasıl olacağını, o kulluğun insana kazandıracaklarını uygulamanın içinde göstermek için gönderiliyor.

Ayetin ikinci bölümünde peygamber Efendimizin müjdeci ve uyarıcı olmasından da bahsediliyor. Bu konuda dipnotta verdiğimiz referanslara bakılabilir.919

3. 4. Âyet: Dönmeden Önce Mutlaka Yapılması Gerekenler

4. âyet “Dönüşünüz yalnız Allah’adır.” derken, âyetin sonundaki Kadîr ismi bu dönüşle alakalı, “Olabilir mi, Allah ölüleri diriltebilir mi, ahireti yaratabilir mi?” gibi akla gelebilecek bütün sorulara “Allah her şeye Kadîr’dir” cevabını veriyor.

Bu cevabın ardından âyet, 1. 2. ve 3. âyetlerin devamı olarak dönmeden önce yapılması gerekenleri sayıyor,

3. âyetin son cümlesi üzerinden Peygamber Efendimiz (sav) Allah’a yönelen bütün müminlere şu uyarıyı yapıyor: “Döneceğiniz kesin, dönmeden önce bunları yaparsanız, bunlar sizi faziletli birer insan yapar. Bunları yapmaktan yüz çevirirseniz ben sizin adınıza ciddi endişeleniyorum. Siz de endişe edin.”

5. Âyet: Dönüşten Kaçış Yok!

Bu âyet Kur’an’ın anlattığı dönüş gerçeğinden yüz çeviren müşrikler üzerinden bütün zamanlara şu mesajı veriyor: “Dönüşten kaçış yok. Bu konuda dünyada sizin için saklanacak gizlenecek bir yer de yok çünkü siz gece örtünüze büründüğünüzde, ‘burada hiç kimse beni görmüyor’ dediğinizde bile Allah sizin başta niyetiniz olmak üzere her şeyinizi biliyor.”

6. Âyet: Allah’ın Kadîr ve Alîm Olmasını Nasıl Anlarız?

6. âyet, yukarıda Allah’ın Kadîr ve Alîm olmasını anlatan âyetlerin ardından akla gelebilecek böyle bir soruya cevap olarak geliyor. Cevapta bu konuda verilebilecek çok sayıda örnekten birini görüyoruz.

Olmaz ama olduğunu varsayalım, bir lokanta var, o lokantada 8 milyon 7 yüz bin farklı türden canlı var,920o canlıların her biri aynı anda sipariş veriyor ve her birinin verdiği sipariş diğerinden az-çok farklı.

Şimdi bu varsayımın içinde konuyu biraz derinleştirelim ve sipariş veren canlılardan bazılarına yakından bakalım. Bu lokantadaki her canlının sadece farklı bir yemek değil, tamamen farklı bir beslenme sistemi var.

Mesela:

Bu örnekleri binlercesiyle çoğaltmak mümkün… Bu örneklerin yanında şunları da düşünebiliriz.

Her canlının sadece besini değil, bu besini sindirmek için gereken özel enzimler, bu besinleri aramak için gereken duyu organları, bu besinleri yakalamak veya toplamak için gereken uzuvları da özel olarak yaratılmıştır. Penguen balık avlamak için yüzgeçlere, kartal avını görmek için keskin gözlere, arı nektar toplamak için özel ağız yapısına sahiptir.

Bütün bunları şu soruyu sormak için anlattık: Bu dünyada yaratılanlar arasında bütün bu canlıların hangi besinlere ihtiyacı olduğunu bilen Âlim var mı? Bütün bu canlıların ihtiyaçlarını aynı anda asırlar boyunca karşılamaya gücü yeten bir Kâdir var mı?

Bu muhteşem çeşitlilik ve her canlının ihtiyacına göre özel olarak tasarlanmış beslenme sistemleri, Allah'ın sonsuz ilminin ve kudretinin bir tecellisidir. Her bir canlı, adeta Allah'ın Alîm ve Kadîr isimlerinin canlı bir şahidi gibidir.

Bütün bunların Allah tarafından bilindiğini ve karşılandığını kabul ettiğimizde, bütün bu işleri Alîm ve Kadîr olan Allah'tan başkasının yapamayacağını da anlamış oluruz.

Not: Rızık konusu açıldığında “Allah (cc) bütün canlıların rızkını üzerine almıştır dediğimizde “Neden Afrika’da insanlar açlıktan ölüyor?” sorusu da akla geliyor. Bu sorunun cevabı için dipnotta verdiğimiz referansa bakılabilir.922

Bizim Bahçedeki Karınca da Apaçık Kitapta mı?

6. âyetin son cümlesinde bizim “Bunların hepsi (bir adı da Levh-i Mahfuz olan ve içinde varlığa ait tüm yasaları barındıran) apaçık bir kitaptadır.” manası verdiğimiz “küllün fî kitâbin mubîn” ifadesi geçiyor.

Bu ifadeyi Kur’an’da geçen şu ifadelerle birlikte okuyoruz. “Levh-i Mahfûz, Kitâb-ı Hafîz, Kitâb-ı Meknûn, İmam-ı Mubîn, Kitâb-ı Mübîn, Ümmü’l-Kitâp”923

Bunların hepsine sembolik dille gökteki korunmuş kitaplar veya ana kitap diyoruz. Sembolik dilden devam edersek, bunların tamamı kainatın yaratılmadan önce, (plan ve proje) ilmi vücudu ile var olduğunu ifade ediyor.

Allah’ın “ol” emrini vermesiyle bu ilmi vücutta var olan her şey altı günde/evrede harici vücuduyla yaratılıyor.

Buna Allah’ın yaratma modeli dersek, bu modelde bugün içinde yaşadığımız kainat/dünya bize şu mesajı veriyor: “Bu kainatın son halini bilmeyen bunu baştan yaratamaz.” Kainat bunu dediği gibi kainatta yaratılan bütün tohum ve çekirdekler, bütün sperm ve zigotlar aynı şeyi diyor.

Allah’ın yaratmada ortaya koyduğu bu model, günümüzde bütün modern belediyelerde örnek alınıyor. Varsayalım siz İstanbul’da Bağdat Caddesinde 10 katlı bir bina yapacaksanız, belediye bu bina yapılmadan önce bunun ilmi vücudunu hazırlama şartı getiriyor. Bu ilmi vücutta henüz ortada olmayan binanın (demirden betona, fayanstan musluğa, kablodan sigortaya, kapıdan pencereye kadar ne varsa rengine, markasına ve kalitesine kadar) tamamını plan ve projede görebiliyorsunuz.

Bu modellemeyi hayatın içinde öncesinde planlama olan her yerde görüyoruz. Bir örnek daha verelim.

Kamp Örneği

Bir okul var, 109 öğrenciyle kampa gidiyorlar. Bir hafta kamp yapıyorlar. Lazım olan çadır, battaniye, ekmek, su, domates, biber, tuz, şeker, bardak, çatal, kaşık, yağ, çay… Bir haftalık kamp için lazım olan yüz parça eşyanın tamamı son güne, son saate kadar herkese yetiyor.

Müdüre soruyorlar, bu harika planlamayı nasıl yaptınız? Müdür diyor ki: Bir öğretmene görev verdim. O öğretmen daha ortada kamp yokken 109 öğrencinin bir haftalık kampı için A’dan Z’ye ne gerekiyorsa bir kağıda yazdı. Biz de o kağıdı bir proje gibi değerlendirdik. Yapacağımız her şeyi, alacağımız her şeyi bu projeyi baz alarak yaptık ve ortaya muntazam planlı ve programlı bir kamp çıktı.

Bu noktada soru şu: Bu, eksiksiz, kusursuz kampın planlaması takdir edilir mi? Övülür mü? …

Peki, bu kamptaki öğrenci sayısı 109 değil de 109 bin olsaydı, sonra 109 milyon olsaydı, sonra 109 milyar olsaydı, sonra 109 trilyon olsaydı ve yine kamp, 109 öğrenciyle yapılan kamp gibi, baştan sona çok iyi planlansa ve kampın son gününe kadar, ihtiyaç olan her şey yeterli gelseydi ne olurdu? …

Böyle bir kamp insanlar için imkansız ama şu anda üzerinde yaşadığımız dünyanın bu kamptan eksiği yok fazlası var.

Bilim insanları şu ana kadar gelmiş geçmiş insan sayısını 109 milyar olarak tahmin ediyorlar.

Varsayalım bu rakam, 109 trilyon kere trilyon olsun.

Burada duralım ve şu tespiti yapalım. Rabbimiz Allah, daha ortada dünya ve kâinat denen dev kamp yeri yokken; bu kamp yerinin ta en başından en son haline kadar bütün ayrıntılarını, en baştan Alîm ve Hafîz isimleriyle biliyordu. İşte bu bilgiye 6. âyetin sonunda kitab-ı mubîn deniliyor.

Özelersek, bizim bahçedeki karınca da kainattaki bütün karıncalar da yaratılmadan önce ilmi vücutlarıyla bu kitapta yer alıyordu.

7-11. Âyet: Ortam Okuması: Yaratılmışlar, Yaratılacaklara Şahit Oluyor

Bu âyetleri bağlam ile birlikte okursak, 4. âyette “Dönüşünüz yalnız Allah’adır” ifadesi geçmişti. Buradan anlıyoruz ki, bu âyetlerin indiği ortamda ahirete iman etmediği için bu dönüşü inkar edenler vardı.

7. Âyet: Âyet bize şunu diyor: Allah (cc) altı evrede yarattığı kainatı bir imtihan dünyası yaptı, yaratılan her şeyi de yaratacağı ahiretin şahidi yaptı, buna rağmen kafirler ahireti inkar ettiler.

Not: Bu âyette “…O’nun Arş’ı su üstünde idi…”, Enbiya sûresinin 30. âyetinde de “…her şeyin sudan yaratıldığı…” ifadeleri geçiyor. Biz bu konuyu Enbiya sûresinde ele alacağız, oraya bakılmasını tavsiye ediyoruz.924

“Muhammed Kur’an’ı Tevrat’tan Kopya Çekerek Yazdı”

Yeri geldikçe bazı âyetlerde bu iddiaya cevap veriyoruz. 7. âyette göklerin ve yerin altı günde yaratıldığı anlatılıyor. Eğer Peygamberimiz (sav) Kur’an’ın Allah kelamı olmadığını iddia edenlerin dediği gibi bu âyetleri Tevrat’tan okuyup veya öğrenip yazsaydı, Kur’an’daki bütün “altı gün” anlatımları Tevrat’taki gibi detaylı ve mitolojik olacaktı. Ayrıca 6 güne bir de 7. gün ilave edecek Tanrı’nın altı günlük yoğun çalışmanın ardından 7. günde yorgunluk nedeniyle dinlendiğini söyleyecekti.925 Oysa ki Kaf sûresi 38. âyette altı günde yaratmanın ardından Allah’ta bir yorgunluk olmadığı özellikle ifade ediliyor.

Burada soru şu: “Eğer Muhammed’e vahiy gelmedi, o bütün bu âyetleri Tevrat’tan öğrenip yazdıysa, neden altı günde yaratılışı Tevrat’ta yazdığı gibi aktarmadı? Neden 7. günde yorgunluktan bahsetmedi?”

Bu sorulara cevap veremeyenlerin sessizliği, Kur’an’ın insan sözü olamayacağının delillerinden biri oluyor.

8. Âyet: Âyet bize şunu diyor: Buranın imtihan dünyası olduğunu, Allah’ın Halîm olup mühlet verdiğini, yaptıkları kötülüklerin cezasının ahirette verileceğini bilmiyorlar. Burada azap gelmeyince hiç gelmeyecek zannediyorlar. Oysa ki, azap geldiğinde artık iş işten geçmiş olacak.

9. 10. Âyet: İnsan Karakterinden Bir Fotoğraf: Âyetler bize bizi tanıtıyor, dışarıdan içimize ayna tutuyor ve diyor ki: Bazı insanlara 100 iyilik yap, 101. iyiliği yapma, yaptığın 100’ü unutur, yapmadığın 1’i hatırlar. Nankörlük böyle bir şeydir. Bazıları da nimeti aldığımızda sıkıntı yaşadığında bizi hatırlar, el açıp bize dua eder, hata ve günahları için bağışlanma diler, yaşadığı sıkıntıyı kaldırıp, tekrar nimet verdiğimizde, rahata erdiğinde bizi unutur ve gaflete dalar.926 Şımarmak ve kibir de böyle bir şeydir.

11. Âyet: Tabi insanların hepsi böyle değildir. Bunların en büyük özellikleri sabretmeleri ve salih amel olarak ifade edilen güzel işler yapmalarıdır.

Burada sabrın927 öne çıkmasından şunu anlıyoruz: Nimetlerin darlığının ve bolluğunun yaşandığı günlerde uçlar vardır:

İşte sabır ve salih amel bu uçlar arasında dengeli (içinde şükrün, kanaatin ve paylaşmanın olduğu) duruşun ve Allah’ın razı olduğu işler yapmanın adıdır.

12-24 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

“Nûh’u Kavmine Gönderdik”

12-24 Âyet: Kısa Açıklamalar

12. Âyet: Ortam Okuması: Mucize konusunda önceki âyetlerde gerekli açıklamaları yaptık,928 burada şunu ilave edelim.

Bu âyet bize Peygamber Efendimizin şahsında bütün peygamberleri tanıtıyor. Peygamberler diledikleri zaman mucize gösteren insanlar değillerdi. Karşı taraf ne kadar mucize isterse istesin, bir peygamber de o istek karşında bir mucize göstermeye ne kadar çok ihtiyaç duyarsa duysun hatta âyette geçen ifadeyle “yüreği daralsın” bu iş Allah dilemedikçe olmuyor.

Neden? Çünkü Allah’ın muradı, hissi mucizelerin öne çıktığı bir tebliğ değil, haberi ve akli mucizelerin öne çıktığı bir tebliğdi.

Bu âyetin şu cümlesine dikkat çekmek istiyoruz: “Sana indirilen âyetlerden bir kısmını tebliğ etmekten vazgeçecek değilsin herhalde!”

Ayetin bu parçası, Peygamber Efendimizin içinde bulunduğu ortamı anlamada bize yardımcı oluyor.

Ayetin sonunda gelen el-Vekil ismi929 böylesi durumları aşmanın yolu Allah’a tevekküllüdür mesajını veriyor.

13, 14. Âyet: Bu âyetlerde geçen “Kur’an’ı kendisi uydurdu” iftirasına ve bu iftaralar karşısında Kur’an’ın müşriklere meydan okumasına daha önce değinmiştik.930 Oraya bakılabilir.

Ayetleri bağlam üzerinden okursak, 13. âyet bütün zamanlara şunu diyor: “Kur’an varken başka mucizeye gerek yok.931 Nasıl kıyamete kadar herkes atomdan güneşe yaratılan âyetleri yoktan yaratıp benzerini getirmekte aciz kalacaksa, indirilen âyetlerin de benzerini getirmekte aciz kalacaklar.”

14. âyet de aciz kalmanın sebebini izah ediyor: Çünkü bu kitabın arkasında kendisinden başka ilah olmayan Allah’ın ilmi var.

Bu açıklamaları dikkate aldığımızda âyetin sonunda “Müslüman oluyorsunuz değil mi?” ifadesi şu anlama geliyor, Kur’an geldikten sonra, onun benzerini getirmede acziniz ortaya çıktıktan sonra, Müslüman olmanızın önünde ‘inadınızdan başka’ hiçbir bahaneniz kalmadı.”

15. 16. Âyet: Bu konuda geniş açıklamaları Furkan sûresinin 23 ve 24. Âyetlerinin tefsirinde yaptık.

17. Âyet: Yaptıklarını Delile Dayandırmak. Bu âyet genelde bütün insanlara, özelde iman eden müminlere şunu diyor: İnanç adına ne yapıyorsanız yapın, yaptığınızı delillendirin; Mekkeli müşriklerin yaptığı gibi “Biz atalarımızı böyle yapar” bulduk demeyin. İnancınızın temelinde taklit değil, tahkiki iman olsun.

Bu âyetin ikinci mesajı şu: “Bu Kur’an köksüz bir kitap değildir. Bu kitabın temellerine baktığınızda bütün peygamberlerin şahitliğini göreceğiniz gibi özellikle çağınıza yakın peygamberlerden Hz. İsa ve Musa’da bu şahitliğini çok daha güçlü bir şekilde görebilirsiniz…”

18. Âyet: Genel olarak ifade edersek Allah’a karşı yalan uydurmaktan kasıt onun “var” dediğine yok demek, O’nun yapmadığı şeyleri, O’nda olmayan özellikleri, O’nda var gibi göstermektir.

Bu genel ifadeden özele gelirsek, burada kastedilen Allah’ın “Ben size kitap olarak Kur’an’ı, elçi olarak Muhammed’i gönderdim.” gerçeğinin yalanlanmasıdır.

Bu yalanlamaya karşı ahirette tüm peygamberler şöyle bir şahitlik yapacaklar, “Bizi peygamber yapan hangi özellikler varsa onlar fazlasıyla Hz. Muhammed’de de vardı, bizim kitaplarımızı ilahi yapan hangi özellikler varsa onlar Kur’an’da fazlasıyla vardı.”

19. Âyet: Bu âyet şunu diyor: Onlar kendileri sapmakla kalmıyor, başkalarını saptırmak için gayret ediyorlar. Bunun arkasında ki en büyük sebep ise, hayatlarında ahirete imanın olmamasıdır.

20. Âyet: Bu âyet şu gerçeği ilan ediyor: Arkasında Allah olanı, yani inançların temelinde Allah’tan gelen vahiy olanları, vahyin rehberliğinde yaşayanları kimse aciz bırakamaz.

Gerçek bu olduğu halde iman edenler inkar eden zalimler karşısında aciz kalıyorsa, iman edenlerin dönüp ilk olarak kendilerine bakmaları ve bir nefis muhasebesi yapmaları gerekiyor.932 Çünkü Allah (cc) kâfirlerin müminler üzerinde kalıcı bir üstünlük kurmasına fırsat vermeyeceğini vaad ediyor.933

21. 22. Âyet: Bu âyetler şu gerçeği ilan ediyor: “Dünyada dinle, imanla (iman edenlerle), vahiyle uğraşan, kendince bunların yanlışlığını ortaya koymaya çalışarak Allah’ı aciz bırakacağını zannedenler hiç farkında olmadan kendi sonlarını hazırlıyorlar. Dünyada görmeseler bile ahirette kendilerine destek veren her şeyin onları yüz üstü bırakıp gittiklerini görecek ve orada en çok ziyana uğrayan bunlar olacak.”

23. Âyet: Bu âyeti bağlam ile birlikte okursak, iman edenler Allah’a karşı yalan uyduranların (18), Allah yolundan saptırmaya çalışanların (19), Allah’ı aciz bırakmak isteyen inkarcıların karşısına konuyor ve dolaylı olarak iman edenlere şu deniliyor: “Siz varken bunlar oluyorsa, siz kuru, etkisiz, kalabalıksınız demektir. Siz yeryüzünde bunlara fırsat vermemek için, Allah’ın size verdiği maddi ve manevi güçle bunları aciz bırakmak için varsınız.”

Neden bu tespiti yaptık? Çünkü, iman sadece iman etmek değildir, salih amelle onun güzelliklerinden önce kendinin sonra bütün insanların -gönülden iman ederek- istifade etmesi için gayret etmektir.

Burada gönülden iman ayrıntısı çok önemli, böyle bir imanın olduğu yerde zorlamanın “z”si yoktur. Burada sevgi, ilgi, bilgi, ikna ve hikmet dilleri baskındır.

24. Âyet: Vahyin Rehberliğinde Hareket Eden Akıl: Bu tür âyetlerin tamamında göz, kulak, dil, burun, deri gibi duyular insanın anlama araçları olarak öne çıkıyor. Bunların tamamının arkasında bakınca, duyunca, tadınca, koklayınca ve dokununca anlama işini yapan akıl var. O yüzden bu tür âyetlerin tamamında kıyaslama aklını kullanan ve kullanmayanlar arasındadır. Aklın bu dünyadaki en temel görevlerinden biri de insanın görünmeyeni gören gözü olmasıdır. Çünkü imanın temel konusu olan Allah, ahiret görünmeyendir. Bunların varlığına görüyor gibi iman etme süreci aklın vahyin rehberliğinde hareket etmesiyle başlıyor. Âyet bu soyut gerçeği, göz ve kulak gibi akşamdan sabaha kullandığımız somut organlar üzerinden anlatıyor.

Burada temel mesaj şu: Allah’tan gelen İslam dininin evrensel mesajını almak için (göz, kulak gibi duyuları kullanan) aklın olması yetmiyor, o aklın vahyin rehberliğinde hareket etmesi gerekiyor.

25-49 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Ön Bilgi: Yedi Peygamberin Kıssası

Bu sûrede (Hz. Nûh, Hûd, Salih, İbrahim, Lût, Şuayb ve Musa olmak üzere) yedi Peygamberin kıssasını görüyoruz.

Bunların genelinde şu nokta öne çıkıyor: Peygamberler gönderildikleri kavimlere Allah’a kulluğu tebliğ ediyorlar; bu tebliğe muhatap olanlardan bazıları bu tebliğ üzerinden yapılan iman etme teklifini kabul etmiyor, kabul etmediği gibi iman edenlere zulmederek zalim oluyorlar. Zalim olunca helak cezasıyla cezalandırılıyorlar.

Bu bölümün doğru anlaşılması adına, bu kıssaların Tefsir Usulümüzde anlattığımız (14) Helak Yasası ile birlikte okumasını tavsiye ediyoruz.

Ön Bilgi: Peygamberlerin Ortak Özellikleri

Bu özellikler hem burada ismi geçen peygamberler için geçerli hem de Allah tarafından gönderilen tüm peygamberler için geçerlidir.934

Bu ortak özellikleri çoğaltmak mümkün. Bu konuda daha geniş bilgi için

Tefsir Usulümüzdeki (11) Peygamberlik Yasasına bakmanızı tavsiye ediyoruz.

Ön Bilgi: Hz. Nûh Kıssası ile İlgili Bir Hatırlatma

İniş sırasından yaptığımız okumada bu kıssa daha önce Kamer (9-16), Sâd (12), A’râf (59-64), Şu’arâ (105-122) ve Yûnus (71-73) sûrelerinde numarasını verdiğimiz âyetler arasında geçti. Burada orada verdiğimiz bilgilerin devamı olarak birtakım değerlendirmeler yapacağız.

Bu kıssa hakkında geniş açıklamaları önceki âyetlerde yaptığımız için buradaki değerlendirmelerimiz oldukça kısa tutacağız.

25. Âyet: Uyarmanın Diğer Adı Davet:

Bu âyetlerde şunu görüyoruz: Hz. Nûh her peygamber gibi görev tanımının gereğini yerine getiriyor. Görev tanımında uyarmak var. Uyarmanın diğer adı davet, davetin ölçüleri de her peygamber için aynı: zorlama yok, sevgi, bilgi, ikna ve hikmet dili kullanılacak. Karşı taraf hakaret etse bile onların seviyesine inilmeyecek, karşı taraf fiziki olarak şiddet kullanmaya mecbur etmedikçe, şiddet kullanılmayacak. Şiddet kullanıldığında da tamamen savunma ve caydırma amaçlı kullanılacak.

26. Âyet: Davette Öncelik:

Genelde bütün peygamberlerin davetinde öncelik Allah’a ve ahirete iman. Bunlara bağlı olarak Allah’tan gelen vahiy (kitaplara iman) ve o vahyi tebliğ eden peygamberin peygamberliğine iman. Bunlara temel dersek, dinde her şey bu temelin üzerine bina ediliyor.

27. Âyet: İşin Başında Duyulan Sözler:

Bu âyete Hz. Nûh’a söylenen sözler hemen her peygamberin işin başında duyduğu sözlerdir. Ve genelde her peygamber işe böyle başlar. Böyle başlamanın hikmetlerinden biri de bu zor zamanda gelenlerin hesapsız, kitapsız, beklentisiniz samimi insanlar olmasıdır. Bu insanlar davanın has kadrosu, çekirdeği olurlar. Zor zamanda geldikleri için her zaman da yani en zorlu günlerde davayı terk etmeyen onlar olurlar.

28. Âyet: Düşünmeye Teşvik Eden Dil:

Bu âyetin ilginç bir ifade tarzı var. Âyet kesin bir dil kullanmak yerine, ihtimaller üzerinden konuşarak, dinleyicinin aklına sorular getiriyor ve onu aktif bir düşünme sürecine davet ediyor. Dolaylı olarak “Doğru budur demek yerine, gel beraber düşünelim, doğruyu beraber bulalım.” diyor.

Bu bağlamda âyetini dilini biraz açalım.

Özetlersek, insanı yaratan Allah insanı en iyi tanıyan olarak, bu ve benzeri âyetleri vesile yaparak, onu, O’nun dinine davette kullanacağımız dilin inceliklerini öğretiyor.

29. Âyet: Düşünmeye Devam

Bu âyette de düşündüren dile devam ediliyor ve dolaylı olarak şu mesajlar veriliyor.

Özetlersek, davetin öne çıktığı âyetlerde muhataba her vesile ile “Aklını kullan, kararı kendin ver.” mesajı veriliyor. Neden? Çünkü Aklı yaratan da dini onun önüne koyan da Allah. Akıl vahyin rehberliğinde makulü bulduğunda Allah’ın razı olduğu çizgiye de gelmiş oluyor.

30. 31. Âyet: Peygamberliğin İspatı

Bu âyetler bize “Bir peygamber Allah’ın peygamberi olduğunu dolaylı olarak nasıl anlatır?” sorusuna da cevap veriyor. Buraya kadar gördüğümüz doğrudan olmayan dolaylı ama etkili ve düşündüren anlatımı bu âyetlerde de görüyoruz.

Burada dolaylı olarak denilen şu:

Özetlersek, bütün bu ve benzeri ifadeler anlayanlar için, bu sözleri söyleyenin Allah’ın peygamberi olduğuna şahitlik eden ifadelerdir. Aksi olsa, peygamber olmadığı halde peygamberlik iddiasında bulunan kişinin bunların tam tersini söylemesi, kendini olduğundan daha fazla bir yerde göstermesi beklenir.

Kur’an Hz. Nûh’u Anlatırken Hz. Muhammed’i anlattı

Burada araya bir başlıkla girme ihtiyacı hissettik.

Bizim bir Kur’an talebesi olarak şöyle bir inancımız var, Kur’an’da her peygamber bir peygamber, bir peygamber her peygamberdir. O yüzden Kur’an’da anlatılan her peygamber aslında son peygamberin peygamberliğine şahit olması için anlatılır. Bu anlatım üzerinden verilen mesaj şudur:

Bu gerçeği dikkate aldığımızda şunu fark ediyoruz: Kur’an buradaki âyetlerle zahirde Hz. Nûh’u anlatırken, aslında Hz. Muhammed’i anlatıyor. Benzer ifadelerin tamamını Peygamber Efendimizin tebliğinde de görmek mümkün.

Özetlersek net mesaj şu: Hz. Nûh’u peygamber yapan bütün özellikler Hz. Muhammed’de de vardır.

32. Âyet: “Mücadelede Çok İleri Gittin”

Hz. Nûh’a kavmi böyle diyor. Aslında ileri gitme yok, Hz. Nûh tebliğine başlarken nasıl bir yöntem izliyorsa, o yönteme devam ediyor. Zor kullanma yok, hakaret yok, savaş tehdidi yok, şahsi menfaat talebi yok… Aksine inanç, ibadet ve ifade özgürlüğünü kullanma, bulunduğu toplumda barış içinde yaşama talepleri var. Bu baştan beri hiç değişmedi. Durum böyle olduğu halde müşriklerin bu ifadelerinde demek istedikleri şu: O kadar engelleme girişimimize rağmen hâlâ irşat ve tebliğe devam ediyorsun, yavaş da olsa taraftarlarını çoğaltıyorsun. Artık bu işe bir son ver.”

Bunları ima ederken de baştan beri onu yalanladıkları için, vaad ettiği azabın blöf olduğunu düşünüyorlardı, gelmeyeceğini düşündükleri azabın gelmesini isteyerek, bir an önce onun yalancı olduğuna halkı inandırmak istediler.

33. Âyet: Burası İmtihan Dünyası:

Hz. Nûh’un karşısındaki müşrikler yaşadıkları dünyanın imtihan dünyası olduğu gerçeğini dikkate almadıkları için, Peygamberin bugün dediği şeyin yarın olacağını zannediyorlardı. Hz. Nûh onlara şu net mesajı verdi: “Bu işler sizin veya benim istememle olmuyor. Allah’ın dilemesiyle oluyor.”

34. Âyet: Benim Görevim Tebliğ:

Bu âyette Hz. Nûh kendisinin etki alanının sınırlarını hatırlatarak şunu diyor: “Bana düşen tebliğ. Bunun sonucunda hidayet Allah’tan. Allah’ın vereceği hidayette kulun dilemesi çok önemli. Eğer siz bu inatta, bu inkarda ısrar ederseniz benim öğüdüm size fayda vermediği gibi Allah da size hidayet vermez. O’ndan geldiğinizi ve O’na döneceğiniz gerçeğini unutmayın. O’na iman etmiş kullar olarak dönmek için benim davetime icabet edin.”

35. Âyet: Âyette Kastedilen Kim?

Mealciler ve tefsirciler arasınca bu âyette “Uydurdu iftirasının muhatabı kim?” sorusuna iki farlı cevap verilmiş.

Ayetin öncesi ve sonrasına (siyak-sibak) bakanlar Hz. Nûh demişler. Âyetin Mekke’de 7. asırda siyer ile olan bağlantısına bakanlar Hz. Muhammed demişler. Biz burada Hz. Muhammed ile ilgili görüşü seçtik ama şunu da ifade edelim. Aslında fark eden bir şey yok.

Neden? Çünkü, baştan beri bu âyetlerde konu Hz. Nûh’un kıssası olduğu halde dolaylı bir anlatım ile Hz. Muhammed’e de işaret edildiğine dikkat çektik. Hemen hemen her peygamber kavminden benzeri iftiraları duymuş. O yüzden iftiranın muhatabı her iki peygamber de olabilir.

Not: Konudan Bağımsız Âyet: Kur’an’da belli bir konu devam ederken, sanki o konuyla hiç alakası yokmuş gibi zannedilen âyetlerin araya girmesi görülen bir durumdur. Bu konuda Kıyamet sûresinde 16-19 âyetlerin tefsirinde “Öğretmen Matematik Dersi Anlatırken, Konu Dışına Çıkabilir mi?”, Tâhâ sûresinde 133-135 âyetlerin tefsirinde “Konu Farkı Olan Âyetlerin Arka Arkaya Gelme Sebebi Nedir?” başlıkları altında ve Tefsir Usulümüzde (18) Nüzul Yasasında yaptığımız açıklamalara bakınız.

36. Âyet: Senaryoda Zaman Atlaması

Hz. Nûh’un hayatına bir film olarak baktığımızda bu âyetten sonra gelecek âyetlere “senaryoda yapılan zaman atlaması” veya filmin ileri doğru sardırılması olarak bakabiliriz.

36. âyette geçen “Kavminden iman etmiş olanlardan başkası artık (sana) asla inanmayacak.” ifadesinden sonra sardırılan bölüm için şöyle düşünebiliriz. “Uzun zaman çok bir şey değişmedi. İnatçı kavmin tavrı değişmeyince, onların bu tercihleri, Allah’ın onlar hakkındaki helak sürecini başlattı.”

Âyetin sonunda gelen “üzülme” ifadesi de şimdiden gelecekte olacaklara Hz. Nûh’u hazırlama sürecini başlatıyor.

37. Âyet: Ahirete İman ile Gemi Yapma Arasındaki Bağlantı

Biz iman edenler, gayba iman ederiz. Allah’a, meleklere iman gibi ahirete iman da bizim için gaybtır. İmanın bu özelliğini bilen müminler “Önce ahireti görelim sonra iman edelim” demezler.

Hz. Nûh gayba iman eden bir mümin olduğu için “Önce denizi göreyim, sonra gemi yapayım demiyor. Biliyor ki, baştan beri güvendiği Allah onun güvenini boşa çıkarmayacak. İman ediyor ki, gemiyi yapma emrine itaat ettiğinde Allah denizi ayağına getirecek.

Burada mesaj şu: Siz Allah’ın emirlerine gönülden iman eder, o imanın gereğini sebepler planında yerine getirirseniz, Allah (cc) o sebeplerin neticesi olan sonuçları yaratmaya kadirdir.

38. 39. Âyet: Sizin de İmanınız Benzer Bir Testten Geçse Ne Olurdu?

21. asırda bizim yaptığımız Kur’an’da yazanları okumak, bu âyetlere konu olan Nûh’un kavminin yaptığı ise bu âyetlerde anlatılan olayları yaşamaktı. Yaşamakla okumak arasındaki farkı yanan biriyle onu televizyondan seyreden biri arasındaki fark gibi düşünebiliriz.

Tabi olduğunuz peygamber bir sabah kalkıyor bana vahiy geldi; gemi yapma emri aldım diyor. Bu emri ondan başka ne duyan var ne gören var. Bu emir hayata geçirildiğinde o güne kadar sizinle alay eden müşriklerin alay etme dozu artıyor ve sizin Hz. Nûh’un peygamberliğine olan imanınızda değişme yok.

Buna imanın test edilmesi dersek, bu âyetlere ilk muhatap olan sahabiler de benzer testten geçiyordu. Bu âyetler Mekke’de boykotun yaşandığı, boykot şartlarının her geçen gün ağırlaştığı günlerde geliyordu.

Burada durup kendimize soracağımız soru şu: Benzer bir testten benim imanım geçebilir mi?...

40. Âyet: Önemli Açıklama:

Bu kıssada bu ve benzeri âyetler okunduğunda akla şu sorular geliyor.

Bu soruların cevabını, iniş sırasında 11. yılda inen Nûh sûresinde bulabilirsiniz. Şimdi âyetle ilgili diğer başlıklar üzerinden devam edelim.

Allah İçin İmkansız Mümkün Değildir:

Kur’an’da helak edilen kavimlere baktığımızda, en sıra dışı helak hadiselerinden birinin tarihe “Nûh tufanı” olarak geçen bu hadise olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bu helakin gerçekleştiği tarihe gitseydik ve bu helakten önce oradaki bütün insanlara “Allah burada bir helak gerçekleştirecek, bu helakten sonra bir kurtuluş olacak, o kurtuluş ne ile olacak?” diye sorulsaydı, zannediyoruz kimsenin aklına “gemi” ihtimali gelmezdi.

“Bunun üzerinden verilen mesajlardan biri nedir?” sorusunun cevabı: “Allah için imkansız mümkün değildir. Hiç beklemediğiniz bir anda, hiç tahmin edemeyeceğiniz bir sebep sizin kurtuluşunuza vesile olabilir. O yüzden Allah’tan ümit kesilmez…”

“Peygamber Bile Olsa Adam Kayırma Yok”

Âyetin verdiği mesajlardan biri de başlıktaki mesaj; bu mesajı içimize sindirmek için bu âyetin yaşandığı ortama hayalen gidelim. Bir tufan var; bir can pazarı var. Gemiye binenler kurtulacak, binemeyenler boğulacak. Yıllarca peygamberlik yapmışsınız, yani Allah davası için hiçbir beklentiye girmeden ter dökmüşsünüz ama sizin o davada hiçbir ayrıcalığınız yok. Gemiye kimin bineceğine siz karar ver(e)miyorsunuz. Eşiniz bile olsa, hatta aşağıda âyet gelecek çocuğunuz bile binmesini arzulasanız bile muvaffak olamıyorsunuz.

Bunun bütün zamanlara mesajı şu: “Allah davasında kıdem (önce geldim, çok emek verdim, öncelik benimdir gibi şeyler) yoktur. Allah davasında kendine ve yakınlara ayrıcalık istemek de yoktur. Bunu isteyenlerin ve bekleyenlerin bu davada yeri yoktur.”

Günümüzde Nûh’un Gemisi Var mı?

Biz Nûh’un gemisinin bir hakikat olduğuna inanıyoruz. Ama o hakikatin hakikat olan yönü kadar bütün zamanlara mesaj veren sembolik tarafı da var.

O gemi fiziki olarak ortada yokken manevi olarak vardı. Nasıl vardı? O çağda Hz. Nûh’un insanları davet ettiği din, o çağın Nûh gemisiydi. O çağda maddi gemiye binmenin şartı, önce manevi gemiye binmekti. Manevi gemiye binemeyenler, maddi gemiye de binemedi.

Buradan Asr-ı Saadete ve günümüze gelirsek, Hz. Muhammed’in bütün insanları davet ettiği dini; yani İslam bütün zamanların manevi Nûh’un gemisidir. Bu gemide en fazla öne çıkan özellik, geminin “kurtaran” bir gemi olmasıdır.

Günde beş vakit namaz öncesi ezanda 10 defa tekrar edilen “Hayya ‘ale’l-felah” ifadesi bütün insanlığa verilen bir davetiyedir. Bu davetiyede “Hayya ‘ale’s-salah” ifadesiyle İslam’ı temsilen öne çıkan ibadetin adı namazdır.

“İslam insanı neyden kurtarır?” dersek, bu sorunun cevabı dünya değildir. Neden? Çünkü bizim maddi hayatımızın devamı (yeme, içme, uyuma, nefes alma yönüyle) dünya ile bağlantılara bağlıdır. O yüzden İslam bizden dünya ile bağlantımızı kesmemizi istemez, İslam bizden dünyanın bağımlısı olmamamızı, o bağlantıyı yönetmeyi, o bağlantıyı günde beş defa kendi eliyle kesebilme iradesine sahip olmamızı ister. Özelde namaz, genelde bütün ibadetler üzerinden ortaya konan bu irade bizi Allah’a bağlarken dünyaya ve içindekilere karşı bağımsız hale getirir.

Özetlersek, İslam dini günümüzün Nûh gemisidir. Bu gemi insanı nefsin kölesi olmaktan kurtarır. Nefse karşı bağımsız olma, Allah’ın razı olduğu değerlere karşı da bağlı olma gibi bir değer kazandırır.

41. Âyet: Senin Geminde Kaptan Kim?

Ayetin hakiki manasını mealin metninde gördüğümüz için burada işari manayı935 öne çıkarmak istiyoruz.

İşari mana olarak karşımızda iki gemi var;

Toplumsal geminin (İslam toplumunun) kalitesini bireysel gemilerin kalitesi belirlediği için, burada bizim kendimize soracağımız soru şu “Senin/benim gemide kaptan kim?” Bu sorunun cevabını bu âyetin işari manasından öğreniyoruz.

Âyette şöyle bir ifade geçiyor “bismi(A)llâhimecrâhâvemursâhâ.” Bu ifadeye biz mealimizde kolay anlaşılsın diye “Onun yüzüp gitmesi de durması da Allah’ın izni ve iradesiyledir.” manası verdik.

Ayette geçen “Bismillahi” lafzını öne çıkardığımızda, âyet bize şunu diyor: O gemi “bismillah” der.936 Yani Allah’ın adıyla hareket eder.

Bu manayı öne çıkardıktan sonra “Senin/benim gemide kaptan kim?” sorusunu bir kere daha sorup cevaba geçelim:

Bu gemide kaptan Allah’ın iradesine teslim olan Müslümandır. Yani yaptığı her şeyi yaparken “Allah’ın razı olduğu her şey benim yapacağım şeydir, razı olmadığı her şey benim uzak duracağım şeydir” diyen Müslüman.

Bu Müslümanın kaptan olduğu beden gemisinde ayakların yürümesi de durması da ellerin tutması da bırakması da Allah’a göredir. O gemi de akıl pusulasının yönü vahye tabidir. O gemi bütün İslam toplumunda bütün bireysel gemilerin kaptanı olan Hz. Muhammed’in takip ettiği rotayı takip eder.

Özetlersek, geminin kaptanı Allah’ın iradesine teslim olup Müslüman olmanın şiarı/sembolü olan “Besmele”dir.

Gafûr ve Rahîm Esması Üzerinden Verilen Mesaj

Bu mesajı anlamak için hayalen bu olayın yaşandığı zamana gitmemiz gerekiyor. Öyle bir zaman diliminde Hz. Nûh’un davet ettiği dine gelmek zor. Geldiğinde kalmak da zor. Kaldığında aklı, fikri şüpheden arındırmak da zor. Kısaca Hz. Nûh’a iman edip Müslüman olduktan sonra gemiye bineceği güne kadar Müslüman kalmak zor. İşte tam bu noktada,

42. 43. Âyet: Sahabileri Geleceğe Hazırlayan Âyetler

7. asırda Kur’an’ın ilk âyetleri inmeden önce Mekke’de insanlar birbirine kan (kabile, kavim) bağı ile bağlıydı. Bu bağ en güçlü bağ idi. Kur’an indiğinde insanlar yeni bir bağ ile tanıştılar. Bu bağın adı din bağı idi. Buna değerler, ilkeler üzerinden insanları bağlayan bağ da diyebiliriz.

İlk Müslümanların çoğu aile içinde ciddi bir imtihan yaşıyordu. Bu imtihanda kan bağı ile din bağı karşı karşıya geliyor, bazı müşrik aileler “Ya biz ya inandığın din. O dinden dönmezsen seni evlatlıktan reddederiz.” diyerek çocuklarını tehdit ediyordu.

Mekke’de kan bağı ile din bağı arasındaki gerilim her geçen gün artıyordu. Yaklaşık 5 yıl sonra Mekke’den Medine’ye hicretle birçok aile de ciddi kırılmalar yaşanacaktı. Özellikle Medine’deki Bedir ve Uhud gibi ilk savaşlarda kan bağı aynı ama din bağı ayrı insanlar karşı karşıya gelecekti.

İşte bu âyetler ilk Müslümanları böyle bir geleceğe ve dolaylı olarak ilk Müslümanları gelecekte inecek şu âyetlere hazırlıyordu.

44. Âyet: Allah’ın Orduları Emre İtaat Ediyor

Kur’an bize yaratılan her şeyi Allah’ın ordusu olarak tanıtıyor.937 Bu ordunun öncelikli görevi yaratılanlara hizmet etmektir. Bu önceliğin arkasından gelen görevlerden biri de bu dünyada helaki hak edenlere, -cehennem öncesi- tadımlık bir ceza vermektir.

İşte bu makamda Allah (cc) bir ordu komutanı gibi emrediyor, yer ve gök ordunun neferi gibi emre itaat ediyor.

Aslında bu iki emir bize şunu diyor: Yer ve gök yaratılan her şeyi temsil ediyor. Onların emre itaat etmesi, yaratılan her şeyin Allah’ın emriyle hareket ettiğine, O'nun emirlerine harfiyen itaat ettiğine şahit oluyor.

45-47. Âyet: Duadan Anladığımız

Bu âyetleri okuduğumuzda 46. âyette geçen “O kötü işler yaptı. İç yüzünü bilmediğin bir şeyi yapmamı benden isteme” gibi ifadelerden Hz. Nûh’un oğlunun kafir olduğuna dair açıktan bir alamet görmediğini, onun gemiye binmemesinin gerekçesini tam olarak bilemediğini, bu nedenle oğlu için ahirette kurtuluş istediğini tahmin ediyoruz.

47. âyette geçen ifadeler de bizim bu tahminlerimizi güçlendiriyor.

Kur’an Bunları Bize Neden Anlatıyor?

Anlatma hikmetlerinden biri de “Peygamberler de insandır” gerçeğini bize hatırlatmak. Yani onlar olağanüstü insanlar değil. Onlar her duaları kabul olan, her işlerini mucize ile halleden, insanların kalplerinden geçenleri okuyan, bakışları ile insanlara etki eden insanlar değil. Öyle olsaydı kendi eşlerine ve çocuklarına fayda verirlelerdi. Demek ki her şey -insanın tercihine göre- Allah’ın dilemesine bağlıymış.

Bunun bir örneğini de Peygamber Efendimizin hayatında görüyoruz. Peygamber Efendimiz amcası Ebu Talib’in hidayetini çok arzulamasına rağmen istediği gerçekleşmiyor ve şu âyet iniyor: “Sen (ne kadar istesen de) sevdiğini hidayete erdiremezsin; bilakis, Allah (insanların tercihine göre) dilediğine hidayet verir ve hidayete erecek olanları (da) en iyi O bilir.”938

48. Âyet: İmtihan Kıyamete Kadar Devam Edecek

Bu âyet içinde acı ve sevinçlerin olduğu bir sınavın son sahnesini anlatıyor. Ama âyetin son cümlesi Hz. Nûh üzerinden bütün zamanlara şu mesajı veriyor: “Bu dünyada sınavlar hiç bitmeyecek. Bu dünyada acılar sevinçler hep birbirini takip edecek. Dünyadaki gemilerden indiğiniz gibi, bir gün mutlaka sizi ahirete taşıyan bu dünya gemisinden de ineceksiniz. İndiğinizde geçmişiniz de sizinle beraber gelecek, orada sizin için şahitlik yapacak. Ahirette edebi hayatı nerede geçireceğiniz, dünyada fani hayatı nerede geçirdiğinize, nasıl tercihler yaptığınıza bağlı olacak…”

49. Âyet: Bütün Kıssaların Anlatılmasındaki Ortak Amaç

“Kur’an’da kıssaların anlatılmasındaki amaçlar nedir?” nedir sorusuna birbirini tamamlayan farklı cevaplar verilebilir ama onlardan en önemlilerden bir tanesini bu ve benzeri âyetlerde939 görüyoruz.

Ayet hem 7. asırda Mekke’de hem de gelecek asırlarda “Kur’an’ı Muhammed uydurdu” diyeceklere topluca şu cevap veriyor: Kur’an’da anlatılan kıssaları, anlatıldığı şekliyle; zamana, mekana, şahıslara ve şahısların duygu ve düşüncelerine varana kadar ayrıntılı olarak Mekke’de bilen hiç kimse yoktu. Bu âyetler indiği gün hiç kimse şunu demedi: Biz bunları bu şekliyle Muhammed Peygamber olmadan önce kendisinden veya başkasından defalarca duyduk.”

Böyle diyen bir kişinin bile olmayışı “Kur’an insan sözü olamaz” gerçeğinin varlığına güçlü bir imza oluyor.

NOT: Burada şu noktanın altını çizmemiz gerekiyor.

Elbette 10 bin nüfuslu Mekke’de geçmiş kavimlere ait bilgisi olan; Tevrat’ın, İncil’in Hz. Musa’nın ve İsa’nın ismini duyanlar Hz. İbrahim’e atamız diyen müşrikler vardı. Ama hiçbiri Kur’an’da anlatılan kıssalara Kur’an’da anlatılan şekliyle vakıf değildiler.

50-60 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Ön Bilgi: Önceki Bölümler

Hz. Hûd ve gönderildiği Ad kavminin kıssasını daha önce üç sûrede (Kamer 18-22, A’râf 65-72, Şu’arâ 123-140) geçti. Burada, bu sûredeki yedi kıssadan ikincisi olarak geliyor.

Önceki bölümleri tekrar etmeden burada onların devamı olarak kısa açıklamalar yapacağız.

50. Âyet: Standart Ölçüler

Genelde her peygamber kıssası “Bir peygamber işe nereden başlar?” sorusuna cevap olacak şekilde başlıyor. Bu başlangıç, “Bütün zamanlarda Peygamber misyonunu yerine getirecek olan bilinçli Müslümanlar işe nereden başlamalı?” sorusuna da cevap veriyor.

Âyet işe “tevhidden başlayın” diyor. Tevhidden başlamak gömleğin ilk düğmesini doğru ilikleyerek işe başlamak gibi oluyor. O doğru olduğunda arkadan gelen her şey de doğru oluyor.

51. Âyet: Davetçide En Önemli Özellik

Bu âyet, “Bütün zamanlarda insanları Allah’ın dinine davet edecek davetçilerin en baskın özelliklerinden biri ne olmalı?” sorusuna cevap veriyor.

Evet, en baskın özellik, Allah rızası için yapılan irşat ve tebliğde hiçbir şekilde ücret istememek olacak. "Bunlar dini ticaret aracı yapmış, bunlar bu işi menfaat için yapıyor, menfaatleri olmasa yapmazlar.” dedirtecek her şeyden sakınmak gerekiyor.940

Ayetin son cümlesinde muhataplara “Hala aklınızı kullanmayacak mısınız?” denilerek bu konu üzerinde düşünülmesi isteniyor. Neden? Çünkü, Müslüman bir davetçinin İslam adına hizmet ederken elini en güçlü yapan, mesajını en etkili kılan, geniş kitlelere ulaşmasında en önemli nokta “ücret istememesidir. O yüzden davetçi bu noktayı öne çıkarır. O yüzden davetçi bu noktada hiçbir lekesi olmayan cam gibi şeffaftır.

Hem geçmiş hem de günümüz için konuşursak, İslam’a davet edenlerin en büyük imtihanı bu noktada olmuştur. Şeffaf olmadıklarında hem kendileri kaybetmişlerdir hem de hidayetine vesile olacakları insanların manevi kayıplarından sorumlu olmuşlardır.

52. Âyet: Kullukta Çocuk Seviyesinde Olanlara Şeker

Kamil (olgun) mümin Allah’a kulluk ederken, kulluğunu gelecek faydanın azlığına ve çokluğuna göre yapmaz. Daha net bir ifadeyle söylersek, kulluğunu pazarlık konusu yapmaz. Kamil mümin Allah’ın bu dünyada bazen vererek, bazen verdiklerini geri alarak insanları imtihan ettiğini bilir. Böyle bildiği için de verilince şımarmaz, verilince şükrü ve cömertliği artar. Alınınca da isyan etmez. Bu durumun bir sınav olduğunu bilir ve sabreder.

Bu durum kamil müminler için geçerlidir.

Kemal yolculuğunun başında olan insanlar bir yönüyle zahmetli işleri yapmak için tevşik/şeker bekleyen çocuklar gibidir.

Kur’an’daki bu ve benzeri âyetleri öyle anlayabiliriz. Neden? Çünkü Allah nimetlerini verirken verdiği insanlar dindar olup olmamasını ölçü yapmıyor. Mesela günümüz için konuşursak ateist nüfusun fazla olduğu ülkelerde kuraklık yaşatmıyor.

Bu durumda şu tespiti yapabiliriz: 52. âyette anlatılan durum Allah’ın tüm zamanlarda tüm toplumlar için değişmez bir yasası değil. Tekamül ve terakki sürecinin başında olan bir topluma yönelik teşvikidir.

Ayrıca bu teşvikin Allah’tan vahiy alan bir peygamber tarafından yapıldığını dikkate alırsak, günümüzde -kesin ifadeler kullanarak- böyle bir teşvik yapma konusunda hiç kimsenin yetkisi yoktur.

Yetkisi olmadığı halde “Şu duayı şu kadar okursak, şu zikri bu kadar çekersek, Allah bize şunu verir” şeklinde teşvik edenlerin, teşvikleri sonucunda beklentiler karşılanmadığında, insanlar nezdinde dinin ciddiyeti zarar görüyor. O yüzden bu tür teşvikleri yaparken, kesinlik ifade eden dil yerine, “umulur, beklenir” şeklinde ifadeler kullanmak dinin doğasına uygun olan ifadelerdir.

Ayrıca bu konuda tamamlayıcı bilgi olarak A’râf sûresinin tefsirinde 96. âyette “İman Edersem Dünyada İşlerim İyi Gider mi?” başlığı altında yaptığımız açıklamalara da bakılabilir.

53. Âyet: Her Peygamber Mucize Göstermiş midir?

Evet göstermiştir. Allah’ın Resulü/elçisi olan her Peygamber mucize göstermiştir. Peygamberlerin mucize göstermesi Allah’ın risalet yasasının olmazsa olmazıdır.

Burada sorulması gereken soru şudur: Her peygamberin gösterdiği mucize hangi tür mucizedir? Her peygamberin gösterdiği mucize: üç tür (hissi, akli, haberi) mucize içinden haberi mucizedir. Yani melek Cebrail vasıtasıyla Allah’tan vahiy almaktır. Bütün insanlar böyle bir şeyi yapmada aciz kalacağı için Allah’tan haber/vahiy almanın adı mucizedir. Bu mucize gelen âyet sayısınca da tekrar eden bir mucizedir.

Akli mucizeler yaratılan âyetlerdir. Onlara sürekli şahit oluruz. Bu âyete konu olan peygamberlerin eliyle gösterilen hissi mucizelerdir.

Bu tür âyetlerden şunu anlıyoruz: Peygamberlerin bu konuda hiçbir yetkileri yok. Bu mucize tamamen Allah’ın dilemesine bağlı oluyor.

Neden böyle? Allah dilese her mucize isteğini kabul edebilirdi, mucize isteyen her insana üç dakika cenneti, beş dakika cehennemi seyrettirebilirdi. Ama o zaman da dünyanın imtihan dünyası olma özelliği kaybolurdu.

Kur’an’ın geneline baktığımızda Allah’ın zor durumda olan peygamberlerine yardım etme dışında mucizelere çok fazla izin vermediğini941 hatta bazı durumlarda mucize gösterildiğinde, inanmayanların helak edileceğini942 ifade ettiğini de görüyoruz.

54. Âyet: Karalama Kampanyası

Bu yöntem, eskimeyen her asırda aktif olan bir yöntemdir. Hedefinizdeki kişi hakkında doğru olmayan iddialar ortaya atarsınız, bu iddiaları içlerinde toplumun tanıdığı bildiği simaların da olduğu, çok sayıda insana sürekli tekrar ettirirseniz, duydukları ile hüküm veren insanlar üzerinde etkili olabilirsiniz.

Birçok peygamber karşısında olduğu gibi Hz. Hûd karşısında da müşrikler bu yöntemi kullandı. Hz. Hûd bu yöntem karşısında, “Onlar çoğunluk biz azınlığız.” diyerek, duruşunu değiştirmiyor. Onların ortak koştuğu şeylerden uzak durmaya, inandığı doğruları anlatmaya devam ediyor.

55. 56. Âyet: Meydan Okumak, Ne Olacaksa Olsun Artık!

Bu âyetlerde Hz. Hûd’un hakaretlerin ve baskıların dayanılmaz hale geldiği bu noktada, meydan okumasına şahit oluyor. 56. âyetten bu meydan okumanın arkasında Allah’a olan muhteşem bir güveni görüyor ve harika bir tevekkül örneğine tanıklık ediyoruz.

Burada soru şu: Kavmi bu meydan okuma karşısında neden saldırmadı?

Bu sorunun cevaplarından biri şu olabilir: Hz. Hûd o kavmin içinde doğmuş, büyümüş, dürüstlüğü ve iyi bir insan olması ile bilinmiş, o kavimde birçok insanla akrabalık ve arkadaşlık bağı olan biriydi. Kavmi içinde onun varlığından rahatsız olanlar, karşılarında silahsız olan böyle bir insana karşı şiddet kullandıklarında, davet ettiği dini kabul etmeseler bile, akrabalık ve arkadaşlık bağı nedeniyle Hz. Hûd’un tarafında olacak, onu savunacak insanları dikkate almış, yapacakları hamlenin faydadan çok zarar getireceğini düşünmüş olabilirler.

Aslında bunlar görünür sebep, bu sebepleri vesile yaparak koruyan ise Allah (cc).

“İşimi Kaybederim Korkusu”

56. âyette iki cümle geçiyor.

Birincisi şu: “Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a (güvenip) tevekkül ettim. Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki (yönetim ve) kontrolü Allah’ın elinde olmasın.”

Bu cümle bize bu sûrede “rızkı verenin Allah olduğuna” işaret eden 6. âyeti hatırlatıyor. Bu hatırlatmadan yola çıkarak bu âyeti bir kurgu içinde günümüzde diliyle okursak, karşımıza şöyle bir manzara çıkıyor.

Bir iş yeri var, orada insanların nasıl yaşadıklarına, neye inandıklarına karışan bir patron var. Bu patron “Benim istediğim gibi inanmazsanız hepinizi işten atarım, o zaman da bir dilim ekmeğe muhtaç olursunuz.” diyerek çalışanlarını tehdit ediyor. Amacı onlara işimi kaybederim korkusu yaşatmak. İşte böyle bir ortamda adı Hûd olan bir çalışan çıkıyor ve şöyle diyor: “Rızkı veren Allah’tır. Ben O’na tevekkül ettim. O yüzden beni rızık endişesiyle korkutamazsın, burası olmazsa başka yer olur…”

“Rabbim Dosdoğru Bir Yol Üzeredir”

Ayette geçen ve manasını başlıkta verdiğimiz ikinci cümle bu: “innerabbî ‘alâ sirâtinmustekîm” bu cümle aynen bu şekliyle sadece bu âyette geçiyor.

Bu cümleyi, bağlam ile birlikte okursak, bu ifade üzerinden Hz. Hûd bütün zamanlara şu mesaj veriyor: “Ben körü körüne iman etmedim. Ben zerre kadar haksızlık yapmayan, mutlak manada Adil ve Alîm olan, böyle olduğu için de, ne yaparsa yapsın her şeyin en doğrusunu yapan Allah’ın dinine iman ettim. O yüzden izlediğim yolun doğru yol olduğuna zerre kadar şüphem yok. Yanlış yolda olan asıl sizlersiniz.”

“İnnerabbî ‘alâ sirâtinmustekîm” bu cümleyi günümüzde ilimlerin geldiği noktadan okursak, Rab isminin yaratılan her şeyi, yaratılış sürecinin alt sınırından üst sınırına -kemal noktasına- kadar; en güzel şekilde terbiye etmek manasına geldiğini dikkate aldığımızda, “Rabbim dosdoğru yolda demek, yaratmada, yarattığı varlıklara ihtiyacı olan özellikleri vermede en doğru yolu yöntemi izliyor.” demektir.

Yaratmada en doğru yöntemi izlediği için de hiçbir bilim insanı “Güneşinin yaratılışında izlenen yol yanlış, ben olsaydım onu şöyle yaratırdım.” demiyor… Güneşin yerine atomu, onun yanına spermi, hücreyi, tohumu, yumurtayı koyalım sonuç değişmeyecek.

Buraya şunu da ilave edelim bugün günümüzde gelişen bütün bilimler bir metodoloji, yöntem, usul ortaya koyuyorlar. Aslında bunların tamamı Allah’ın yaratmada izlediği dosdoğru yolun (sünnnetullahın943) modellenmesidir.

Bu modelleme, iman eden bilim insanları için Allah’ın Ekber, Subhân, Alîm, Hakîm olduğunu bilmenin sonucu olarak O’na karşı bir hayranlık ve şükür ifadesidir.

57. Âyet: Her Helak Bir Hak Ediştir

Allah (cc) mutlak adildir. Zerre kadar haksızlık yapmaz. Bu âyette bu gerçeğin örneğini görüyoruz. Hz. Hûd’un ifadelerine baktığımızda tebliğ sürecinde sona yaklaşılmış artık kavmin helaki yakın gibi. Bu noktada Hz. Hûd “Ben size denmesi gereken her şeyi söyledim. Artık sözün bittiği yerdeyiz. Ayrıca kendinizi vazgeçilmez zannetmeyin, Allah dilerse sizin yerinize başka bir kavim getirir.” diyor.

Bu âyetin sonunda gelen Hafiz ismi bütün zamanlara şu mesajı veriyor: “Ey insanlar! Bu dünyada yaptığınız her şey kaydediliyor ve hepsi ahirette önünüze gelecek. Bu gerçeği unutmadan yaşayın.”944

58-60. Âyet: Kavmin Helaki

Bu âyetlerde Hz. Hûd’un peygamber olarak gönderildiği Ad kavminin helakini görüyoruz. Helake Allah’ın hükmü dersek, helak öncesi yaşanan süreçte kavmin tercihleri o hükmün gerekçeli kararı oluyor.

Bu konuda daha önce yaptığımız açıklamalara bakılmasını tavsiye ederek945 bu kıssaya nokta koyuyoruz.

61-68 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

61-68. Âyet: Genel Değerlendirme

Hz. Salih ve Semud kavmine ait bu kıssayı bundan önce Şems (11-15), Kamer (23-32), A’râf (73-79), Şu’arâ (141-159) ve Neml (45-53) sûrelerinde parantez içinde numaralarını verdiğimiz âyetlerde gördük. Burada onların devam niteliğinde kısa değerlendirmeler yapacağız.

61. âyet: Bu âyet içerik olarak bu sûrenin 50. âyetine benziyor. Genelde her peygamber tebliğine başlarken bu ve benzeri ifadelerle başlıyor. Bu âyette uzun bir anlatımın özetlendiğini görüyoruz.

62. âyet: Bu âyette geçen ifadenin altında dolaylı bir teklif vardı; “Ey Salih! Bu kavmin ileri gelenleri senin hakkında güzel düşünüyordu, sende lider olma potansiyeli görüyordu. Hala da öyle. Gel bu yanlıştan dön. Gel bu kavmin içinde önemli mevkilere gelme fırsatını kaçırma…”

63. âyet: Peygamberlerin İnsanları En Fazla Etkileyen Davranışı Nedir? Bu sorunun tek kelimelik cevabı duruştur. Daha önce demiştik Allah her peygamberi kavmi içinde güvenilir olması ile öne çıkmış saygın insanlardan seçer. Bu insanların peygamber olduktan sonra, o işi hiçbir dünyevi amaca alet etmemeleri, hiçbir şekilde karşılık beklememeleri, her türlü zorluğa rağmen inandıkları davadan dönmemeleri aklı başında her insanın dikkatini çeker. Bu âyet bu yönüyle bütün zamanlarda gelecek müminlere bir duruş dersi veriyor.

64. âyet: Bu kıssanın daha önce geçtiği sûrelerde bu deveden; devenin sembolik anlamından ve mucize olup olmamasından uzun uzun bahsettik. Oraya bakılabilir.

65. âyet: Deve kesmek helaldi ve o güne kadar nasıl milyonlarca inek, koyun kesildiyse deve de kesilmişti. Ama bu deve bir semboldü; en temelde insan haklarının, insanın inanç ve ifade özgürlüğünün katledilmesiydi. Bunun adı zulümdü. Helak bu zulme kesilen cezaydı.946

66-68. âyet: Bu âyetler çok özet bir şekilde Semud kavminin helakini anlatıyor. Bu âyetlerde (Kaviy ve Azîz) iki esma öne çıkıyor.

Bunlardan Kaviy ismi bütün zamanlara şunu diyor: Bütün helak hadiseleri, Allah’ın gücü ve kuvveti karşısında bu dünyada hiçbir şeyin duramayacağına şahittir.

Aziz ismi de şunu diyor: Mutlak gücün sahibi olan Allah hiçbir zalimin zulmünü onun yanına bırakmaz. Bazen helak ile o zalimlere dünyada tadımlık ceza verir bazen de tamamını ahirete bırakabilir.

69-76 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Ön Bilgi: Kıssanın Önceki Bölümleri

Bu kıssanın bazı bölümleri Â’lâ (18-19), Necm (36-37), Beled (1-3), Meryem (41-50) ve Şu’arâ (69-92) sûrelerinde parantez içinde verdiğimiz âyetlerde geçti. Burada o bölümlerin devamı olarak yeni değerlendirmeler yapmak istiyoruz.

69-76. Âyet: Genel Değerlendirme: Kur’an İnsan Sözü Olamaz

Burada öncelikle şu soruları soralım, “Bu âyetler niçin indi? Bu âyetlerin hem indiği asra hem de bütün zamanlara mesajı neydi?”

Bu sorulara farklı cevaplar verilebilir. Ama bizim burada öne çıkarmak istediğimiz bir cevap var. Biz hem Tefsir Usulümüzde ifade ettik hem de bu Evrensel Tefsirin ilgili bölümlerinde işaret ettik; Kur’an’daki kıssaların anlatılmasındaki en önemli amaçlardan biri de “Bu kıssaların Hz. Muhammed’in peygamber olduğuna şahit olması ve Kur’an’ın bir beşer sözü olamayacağı gerçeğidir.

Bu gerçeğe aşağıdaki başlıkla devam edelim.

Ateistlerin Boşa Çıkan İddiası

Bu âyetlerin indiği asırda müşriklerin en büyük iddiası “Muhammed bu âyetleri kendisi uyduruyor” şeklindeydi. Günümüzdeki ateistlerin de en büyük iddiası “Muhammed bu âyetleri Kitabı Mukaddesi bilen insanlardan duydu, öğrendi yazdı veya yazdırdı” şeklinde.

Biz bu iddianın çok sık öne çıktığını ve bazı insanları etkilendiğine bizzat şahit olduğumuz için tefsirimizde bu konuya ayrı bir yer veriyor ve bunun aklen, mantıken ve naklen (metin yönüyle) imkansız olduğuna işaret ediyoruz.

O işaretlerden birini bu âyetler vesilesiyle yapmak istiyoruz.

Dipnotta burada 69-76 âyetler arasında geçen konunun Tevrat’ta Tekvin bölümünde 18. âyette geçen versiyonunu vermek istiyoruz.947

O bölüm okunduğunda ateistlere şu soruları soracağız,

Bu soruları çoğaltmak mümkün. Ama bu kadarının bile ateistlerin bu konudaki bütün iddialarını boşa çıkarmada yeterli olduğunu düşünüyoruz. Çünkü onların ortaya koydukları iddiaların tamamı kulaktan duyulan ezberler. O iddiaların hiçbirinde burada örneğini verdiğimiz gibi bir tahlil ve ortaya çıkan sorulara verilmiş cevaplar yok.

Özetlersek, Kur’an bu âyetler üzerinden bütün zamanlara şu mesajı veriyor: Kur’an insan sözü olamaz. Hz. Muhammed, peygamber olmadan önce Tevrat’tan ve İncil’den okumadığı, öğrenmediği konuları peygamber olduktan sonra oradan okuyanlardan daha iyi anlatıyorsa, orada yapılan yanlışları da düzelterek anlatıyorsa, bu onun Allah’ın resulü olduğuna en güçlü kanıtlardan biridir.

Bu âyetlerde öne çıkan diğer konulara farklı bir açıdan işaret ederek değerlendirmelerimize devam edelim.

"Ön Bilgi: Gelecek Sorular

Gelecek soruları “Kur’an’da bir şey varsa mutlaka onun bir hikmeti vardır gerçeğinden yola çıkarak soruyoruz ve bizim o hikmeti bilemeyişimiz onun yok olduğu anlamına gelmez” diyoruz. Bu ön bilgiden sonra soru ve cevaplara geçebiliriz. 

Senaryoda Yemek Ayrıntısı Niçin Var?

Bu kıssayı bir senaryo gibi düşündüğümüzde, yemek ayrıntısının varlığı dikkat çekici. Bazı meal ve tefsirlerde bu âyetlerin misafirperverliği öğrettiği söylense de biz öyle olmadığını düşünüyoruz. Zira bu âyetler olmasa da inançlı-inançsız cömert insanlar her devirde olacak ve her zaman ikramda bulunacaklardı.

Biz bu ayrıntının buraya konmasının en önemli sebebini, yukarıda da ifade ettiğimiz “Peygamberimizin Allah’ın elçisi olduğuna şahitlik ve Kur’an’ın insan sözü olamayacağı gerçeğinin ilanı olduğu kanaatindeyiz.

Neden? Çünkü bu âyetleri okuyan ve Tevrat’ı bilen herkes yemek ayrıntısını ve özellikle de “yemeğe el sürülmediği” ayrıntısının948 Tevrat’ta geçmediği halde Kur’an’da yer aldığını fark edecek. Hayatında eline Tevrat almayan bir insanın bu olayı sanki olayın gerçekleştiği zamanda oradaymış gibi en ince ayrıntısına kadar bilmesi birçok insanın dikkatini çekecektir.

Senaryoda "Çocuk Müjdesi" Ayrıntısı Niçin Var?

İslami kaynaklara göre,949 Hz. İbrahim'in eşi Sare kısırdı ve uzun yıllar çocuk sahibi olamamıştı. Hz. İbrahim ilk çocuğu İsmail'e 86 yaşında, Sare'nin cariyesi Hacer ile yaptığı evlilikten sonra sahip olmuştu. İkinci çocuğu İshak ise, bu âyetlerdeki müjdeden sonra, 99 yaşındayken Sare'den dünyaya gelmişti. Bu yaşlarda, özellikle de kısır bir kadından çocuk sahibi olmak şu önemli mesaj veriyordu: Allah her şeye kadirdir ve O'ndan asla ümit kesilmez. Bu mesajın, âyetlerin indiği 7. yüzyılda ilk Müslümanlar için taşıdığı öneme aşağıda işaret edeceğiz.

Melekler Neden Önce Hz. İbrahim'e Geldiler?

Burada yazacaklarımız âyetlerin işari manası olacak. 

Bu âyetlerin indiği Mekke’de Hz. İbrahim hem müşrikler hem de Müslümanlar için ortak paydaydı. Müşrikler ona “atamız” diyordu ama putlara tapmakla onun varisi olma liyakatini kaybetmişlerdi. Müslümanlar ise hem ona “atamız” diyor hem de Mekke’nin boykotla daha da zorlaşan şartlarında onun mirası olan tevhid dininin varisi olmanın hakkını vermeye gayret ediyorlardı. Yaşadıkları bütün sıkıntılar da bu gayretin bir şahidiydi. 

İşte geleceğe ait tüm ümitlerin zayıflattığı bir zamanda, bu âyetler o ümitleri yeşerterek şu mesajı veriyordu: Tüm ihtimallerin ve ümitlerin tükendiği yaşlarda Hz. İbrahim'e müjde veren Allah, size de iki müjde veriyor: İlki, bu sıkıntılı günler geçecek; ikincisi, size zulmedenler Lût kavmi gibi, belki dünyada değilse bile ahirette mutlaka yaptıklarının karşılığını görecekler.

Bu açıdan baktığımızda bu âyetler, Hz. İbrahim kıssası üzerinden, Mekke'deki Müslümanlara sabır ve sebat için güç veriyor, aynı zamanda zalimlere karşı da bir uyarı niteliği taşıyordu.

Hamîd ve Mecîd Esmasının Mesajı

Hamîd ismi Kur’an’da 17 âyette geçerken, Mecîd ismi sadece bu âyette Allah’ın ismi olarak geçiyor. Bunun yanında biz Müslümanlar namaz kılarken (Hz. İbrahim’in de isminin geçtiği) salli barik dualarının sonunda “İnneke Hamidün Mecîd” diyoruz. Bundan şunu anlıyoruz: O iki duanın da Kur’an’daki en güçlü referansı Hûd sûresinin 73. âyetidir.

Şimdi burada soru şu: Neden bu iki isim burada geçiyor: Bu sorunun cevaplarından biri şu olabilir: Denilse ki, “Geçmiş peygamberler içinde Allah’ın Hamîd ve Mecîd isimlerine en güzel şekilde ayna olan; Allah’ın verdiği nimetlerle övülecek işler yapmada; bu işleri yaptığı için de şanı şerefi yüksek bir insan olmada en fazla öne çıkan Peygamber kimdir?” Hz. İbrahim en başta gelir.

Hz. İbrahim’in hayatının tamamını bu bilgilerle birlikte dikkate aldığımızda bu iki isim bütün zamanlara şu mesajı veriyor: Bir Müslüman olarak siz de Allah’ın Hamîd ve Mecîd isimlerine ayna olmak istiyorsanız, -Kur’an tarafından usve-i hasene950 (en güzel örnek) olarak tanıtılan- Hz. İbrahim sizin de manevi rehberiniz olsun.

El-Halîm İsmi Üzerinden Verilen Önemli Bir Mesaj: Yumuşak Huy…

75. âyette “İbrâhim cidden yumuşak huylu, yufka yürekli kendisini Allah’a adamış biriydi.” deniliyor.

Halîm kelimesi Kur’an’da 15 yerde geçiyor. Bunların 11’inde Allah’ın ismi, 2’sinde Hz. İbrahim’e, 1’inde onun oğlu İsmail’e, 1’inde de Hz. Şuayb’a nispet edilerek geçiyor.

Hz. İsmail’e nispet edildiği Saffat sûresi 101. âyette Hz. İbrahim Allah’tan salih bir evlat isteyince, Allah (cc) ona yumuşak huylu bir çocuk “ġulâmin halîm” müjdeliyor. Bunun yanında Kur’an’da usvey-i hasene (güzel örnek) ifadesi iki yerde geçiyor biri Peygamberimiz Hz. Muhammed için951 diğeri Hz. İbrahim için.952

Bu âyetleri yan yana koyduğumuzda çıkardığımız sonuçlardan biri şu: Halîm olan Allah (cc) en sevdiği kullarında bu ismin baskın olmasını isterken, yetiştirilecek çocuklarda da bu ismin baskın olmasını istiyor.

77-83 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Ön Bilgi: Genel Değerlendirme: Manevi Bozulma ile Mücadelede Yöntem

Bu kıssayı daha önce Kamer (33-40), A’râf (80-84), Şu’arâ (160-175) ve Neml (54-59) sûrelerinde parantez içinde verdiğimiz âyetlerde görmüştük. Burada kısa değerlendirmeler yapacağız.

Bu kıssayı Kur’an’da yedi ayrı sûrede görüyoruz. Genelde bu yedi ayrı pasaj dile gelip bize şunu diyor: Bir toplum hayatın Allah tarafından verilen bir emanet olduğunu unutursa, “Her biri hayat benim dilediğim gibi yaşarım” derse yasa, kanun, kural tanımazsa öyle bir toplumun inebileceği dip seviyelerden biri Lût kavmidir. O yüzden insandaki ahlaki, manevi bozulmalara seyirci kalmayın, o bozulmalar ormandaki yangın gibidir, başladığında seyirci kalırsanız, söndürmekte geç kalabilirsiniz, yangının nerede duracağı belli olmaz, sevdiklerinize ve size zarar verebilecek hale gelebilir.

Ne yapacağız? Daha önce ifade ettik, bu işin önüne geçmek için elbette yasaklar olacak ama bu işin üzerine öncelikli olarak yasak ve zorlama ile gitmek “Ben bu işleri düzeltmeye nereden başlayacağımı bilmiyorum.” demektir.

İlk yapılacak şey nesillere maddi-manevi eğitimin en güzel şekilde verilmesi, buna bağlı olarak örnek Müslümanların yetiştirilmesidir.

Mevcut Müslümanların söylemde İslam’a “mükemmel” demeleri ama eylemde/pratikte dünya güven endekslerinde en alt sırada, suç ve insan hakları ihlalleri endekslerinde de en üst sırada yer almaları, İslam’ın insanlığa vaad ettiği huzur ve mutluluğu kendi aile ve ülkelerinde bulamayışları devam ettiği müddetçe, hiçbir yasak hiçbir zorlama istenen sonucu vermeyecek hatta maksadın aksi sonuçları besleyecektir.

77-83. Âyet: Adım Adım Helake Gidiş

77. Âyet: Peygamber kavmini sever, kavminden inkar edenler onu dinlemese bile onların akıbetinden endişe eder. Bu âyette o endişeyi görüyoruz.

78. Âyet: Bu âyet “Lût kavmi helaki hak etmek için ne yapmış?” sorusunun cevabı oluyor.

79-80. Âyet: Hz. Lût gözü dönmüş sapıklar karşısında aciz kalıyor. Elinden geleni yapıyor ama onları durduramıyor.

81. Âyet: Genelde geçmiş kavimlerin helaki, onları durduracak beşeri bir güç olmadığında ilahi gücün devreye girmesi şeklinde oluyor.

82. 83. Âyet: Kalpleri taş olanların başına taş yağdı, yağan taşlar onların mezar taşı oldu.

84-95 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Ön Bilgi: Genel Değerlendirme: Bir Şey Bozulursa Her Şey Bozulur

Bu kıssayı daha önce A’râf (85-93) ve Şu’arâ sûresinde (176-191) parantez içinde verdiğim âyetlerde görmüştük. Bu kıssa burada Hûd sûresiyle (84-95) birlikte Kur’an’da üç yerde geçmiş oluyor.

Bunların yanında, bu kıssanın bir bölümünü doğrudan değil ama dolaylı olarak Kasas sûresinde (22-28) Hz. Musa kıssası içinde, Hz. Musa’nın Hz. Şuayb’ın yanında çalışmasını, ondan manevi eğitim almasını ve kızıyla evlenmesini konu alan âyetlerde göreceğiz.

Hz. Şuayb kıssasını gördüğümüz her sûrede ortak bir nokta var: Ölçü ve tartı. Bu kıssanın ölçü ve tartı üzerinden verdiği en önemli mesajlardan biri de “Toplumda bir şey bozulursa her şey bozulur; o şey (hakkı, hukuku, doğruluğu, dürüstlüğü ve güveni içine alan) adalettir.” mesajını vermek. Gelecek âyetlerde de bu mesaj üzerinde yoğunlaşacağız.

Bu açıklamalardan sonra âyetler hakkında yapacağımız değerlendirmelere geçebiliriz.

84. 85. Âyet: Tevhid, Niyet ve Eylem İlişkisi

“Allah’a kulluk” davetinin arkasında tevhid bilincini bireyde ve toplumda inşa etmek gibi çok önemli bir gaye var.

Tevhid“1”lemek “1”leştirmek demek. Tevhid inançta, itikatta “1”lik sağladığı gibi niyette de “1”lik sağlar. Bu “1”liği sağlayan her Müslümanda “Bu dünyada en büyük gayen/amacın/hedefin nedir?” sorusunun cevabı “1”dir; Allah’ın rızasını kazanmak. Bu “1”e “niyet” dersek. Bu “1” bütün niyetleri “1”leştiren 1 niyettir.

“Benim niyetim budur.” diyen bir Müslümanda Allah’ın razı olduğu her şey hayata girendir (girmesi için gayret gösterilendir), razı olmadığı her şey hayattan çıkandır (çıkması için gayret gösterilendir.)

O yüzden Kur’an’da kendisinden bahsedilen bütün peygamberler genelde bu âyette olduğu gibi “Allah’a kulluk” davetiyle başlar. Bu davetin arkasında tevhid ve niyet bilinci inşa etmek vardır.

Bu âyette öne çıkan “ölçü ve tartı” bir semboldür. Neyin sembolü? Niyetin sembolüdür; niyet bozulursa bunun toplumdaki birçok bozulmayı tetikleyecek bir bozulma olacağının sembolüdür.

O yüzden bu âyette “ölçü ve tartının” yerine bozulduğunda toplumu manevi olarak bozacak her şey konulabilir, âyet o şekilde de okunabilir.

Bu açıklamalara bağlı olarak 86. âyet de “Islah için yapılması gereken nedir?” sorusunun cevabı olarak okunabilir.

86. Âyet: Zabıtanız İmanınız ve Vicdanınız Olsun

Burada olduğu gibi genelde tüm peygamberlerin hitap ettikleri kavimler -vahyin belirlediği ölçülerde olmasa da- Allah’a iman ediyordu, peygamberler o ortak payda üzerinden onların dünyalarına girmeye çalışıyorlardı. 86. âyetteki “Eğer inanıyorsanız” ifadesinde bunun örneğini görüyoruz. Aynı âyetin devamında ölçü ve tartıyı eksik yapmanın arkasındaki sebebin hırs; haram-helal demeden daha fazla kazanma isteğinin olduğunu görüyoruz.

Buna binaen Hz. Şuayb “Allah’ın bıraktığı sizin için daha hayırlıdır.” yani “Helal olan az bile olsa, maddi-manevi hayata kattığı bereket yönüyle daha hayırlıdır.” diyor.

Ayetin son cümlesi şu mesajı veriyor: “Bu işler yasak, kanun, kural, zabıta ve bekçi kullanarak bir yere kadar olur, asıl olması gereken her insanın imanın ve vicdanın kendisine bekçi olmasıdır.”

87. Âyet: Seni Bize Benzemekten Alıkoyan Namazın mı?

Bu âyet bu şekliye Kur’an’da sadece burada geçen bir âyet ve bize çok önemli mesajlar veriyor. Bu âyette geçen kelime “Salat/namaz” kelimesi aslında din manasında kullanılıyor. Allah (cc) dilese bu âyette din manasını da öne çıkarabilirdi. Ama böyle yaparak bize şu mesajı veriyor: “Aktif olmayan din, yemek kitabındaki yemek gibidir. O orada durduğu müddetçe, onun güzelliğini anlatanlara fayda vermez.”

Namaz dinin yemek haline getirilip, günde beş vakit yenmesine benzer. Bu yemeğin içinde beş vakit Allah’ın huzurunda olma şuurunu her vakte taşıma, her vakitte ihsan şuuruyla yaşama gibi güçlü bir vitamin vardır.

Adına bilinç dediğimiz bu vitaminin verdiği fayda Ankebut sûresinde 45. âyette şöyle anlatılır: “Muhakkak ki, (Allah huzurunda ihsan şuuru ile kılınan bir) namaz (bu şuur muhafaza edildiği müddetçe insanı) hayâsızlıktan ve (her türlü) kötülükten alıkoyar…”

Namazın böyle olduğu yerde namaz âmir, onu kılan memur olur. Âmir “Allah’ın razı olmadığı her şeyden uzak duracaksın.” der, memur da o emri seve seve yerine getirir.

Bu açıklamalardan sonra 87. âyeti şöyle okuyabiliriz.

Hz. Şuayb diyor ki:

"Dava İnsanlarını Etkileme Stratejisi: Eski Ama Hala Etkili"

Semud kavminde de gördüğümüz bu strateji, tarih boyunca kullanılagelmiş ve günümüzde de farklı formlarda karşımıza çıkıyor. Özellikle istihbarat servisleri ve medya kuruluşları tarafından ustaca uygulanıyor.

Nasıl kullanıldığına maddeler halinde kısaca bakalım;

Bu stratejiler, sadece siyasi arenada değil, iş dünyasında, sosyal ilişkilerde de görülebilir.

Burada önemli olan, bilinçli Müslümanların yüksek bir basiret ve ferasetle bu tür yaklaşımların farkında olması, kim ne derse desin inanç ve değerlerden uzaklaştıracak her türlü söylem ve eylemden uzak durmasıdır.

Özetlersek, Hûd Sûresi 87. âyet, bize lokal bir zeminde dini bir öğüt vermekle kalmıyor, bütün zamanlara hitap eden bir dille, bu tür manipülasyonlara karşı uyanık olmamız gerektiğini de hatırlatıyor. Çünkü gerçek liderlik ve değerli fikirler, başkalarının övgüsüyle değil, kişinin kendi iç dünyasındaki sağlam temeller üzerine inşa ediliyor.

Bu Yazıyı Okuyunca Akla gelebilecek Sorular

Bu yazı okunduktan sonra şu sorular akla gelebilir: “Bahsi geçen peygamberler bu övgüleri hak etmiyor muydu? Bu övgülere “Fazilet odur ki düşman bile onu takdir etsin” ifadesi üzerinden bakılamaz mı?”

Hz. Şuayb’ın ve Salih’in kavmi bu övgü dolu sözlerden sonra şöyle deselerdi: “Sen peygamber olmadan önce de aramızda faziletli bir insandın, senin peygamber olduğuna iman ediyor ve davet ettiğin dine geliyoruz.” Evet, böyle deselerdi, ifadelerinde samimi oldukları düşünebilirdi.

Ama burada niyet farklı, peygamber olmadan önce faziletini bilip takdir etmedikleri, görmezden geldikleri insanları caydırmak, durdurmak, yönlendirmek için bu ifadeleri kullanıyorlar.

Günümüzde birtakım çevreler tarafından benzer övgüler, o övgüleri hak etmeyenler için yapılsa da o övgüleri hak eden insanları yönlendirmek için de yapılıyor.

Biz yukarıdaki değerlendirmelerimizi yaparken her iki boyutu da dikkate alarak yaptık.

88. Âyet: Düşündüren Sorular

Hz. Şuayb kavmini tanıyor, 87. âyette “sen iyi huylu, aklı başında birisin” şeklinde öne çıkan “yumuşak dilin” 91. âyette örneği görüldüğü gibi “seni taşlayarak öldürürüz” gibi sert, acımasız tehdit diline dönüşeceğini biliyor. Bildiği halde tansiyonu yükselten gerilimi tırmandıran taraf olmamak için, onları davet ettiği din üzerinde, şu noktalarda bir kere daha düşünmeye davet ediyor.

Bütün bunları düşününce “Benim Allah’a iman ettiğimi, O’na güvendiğimi, O’na yöneldiğimi ve bütün bunları O’nun rızasını kazanmak için yaptığımı anlayacaksınız.”

Kur’an’da Sadece Burada Geçen Âyet: “Başarım Allah’tandır”

Bizim “Başarım, ancak Allah’ın yardımı iledir.” mealini verdiğimiz ifade âyette “vemâtevfîkî illâ bi(A)llâh” şeklinde geçiyor. Bu ifadeyi gündelik kullanımda “Allah’ın tevfiki” veya “muvaffakiyet” şeklinde duyuyoruz.

Bu ifade Kur’an’da sadece bu âyette geçiyor. Bu ifade üzerinden verilen mesajlardan biri şu: “Bir yerde başarı varsa o başarı Allah’tandır.”953

Bu ifadeyi bilinçli olarak söyleyen bir mümin bu ifade üzerinden şu gerçeği anlatır: Biz ne yaparsak yapalım, Allah’ın verdiği nimetlerle yaparız. Adına başarı dediğimiz her işin arkasında Allah’ın verdiği nimetler vardır. O nimetler olmasaydı, o başarı da olmayacağı için, biz başarıyı Allah’tan biliyor, bizi o başarıya vesile yaptığı için de O’na hamd ediyoruz.

89. 90. Âyet: Hz. Şuayb Tarafından Verilen Sonuç Eğitimi

Bu âyette bir Peygamber (Hz. Şuayb) kendi kavmine onlardan önce yaşamış dört kavmin ismini tek tek sayıp, onları benzer bir sonuç yaşamamaları konusunda uyarıyor.954

Bu uyarıya “sonuç eğitimi” diyoruz. Bu uyarıda Hz. Şuayb kavmine dolaylı olarak şunu diyor: Aynı yoldan gidenlerin, benzer yanlış tercihi yapanların benzer sonuçlar yaşaması kaçılmazdır. Gelin yol yakınken, Allah’tan bağışlanma dileyerek, günahlarınıza tevbe ederek bu yanlıştan dönün. Döndüğünüzde O’nun Rahîm ve Vedûd isimleri sizi karşılayacak.

91. Âyet: Tehdit Moduna Geçiş

Hz. Şuayb’ın kavminin bu âyette kullandığı dilden, 87. âyette onun faziletlerini anlatırken söyledikleri (yumuşak huylu ve aklı başında bir adamsın gibi) övgü dolu sözlerde samimi olmadıklarını, o sözleri “Gel şan şeref, makam mansıp elde etmek için yaptığın şu peygamberlik sevdasından vazgeç, sana yanımızda daha iyi pozisyon veririz.” anlamında söylediklerini anlıyoruz.

Bu noktadan sonra, kavmi Hz. Şuayb’a karşı gerçek yüzlerini ortaya çıkaran çirkin ifadeler kullanmaya başlıyorlar;

Bütün bunlardan sonra âyetin özeti şu kısa cümle oluyor; “Gel bu işten vazgeç.”

92. 93. Âyet: Sizin Yanınızda Kimin Hatırı Üstün?

91. âyette kavmi “kavmin olmasaydı biz sana yapacağımızı bilirdik.” Anlamında bir ifade kullanınca, Hz. Şuayb bu âyette dolaylı olarak şunu diyor: “Sizin yanında kimin hatırı yüksek, benim kavmimin mi yoksa sizin de iman ettiğinizi söylediğiniz, benim de iman ettiğim Allah’ın mı? Yaratılanların hatırı mı? Yaratanın hatırı mı? Fanilerin hatırı mı? Baki olan Allah’ın hatırı mı?”

Bu ifadelerden sonra 92. âyet şu manada geliyor: “Benim arkamda kabilem yok. Benim arkamda Allah var. Ben gücümü fanilerden değil Baki olan Allah’tan; O’nun bana gönderdiği vahiyden, o vahyin ortaya koyduğu fikirlerden alıyorum. Fikre karşı varsa fikriniz çıkın karşıma. Ama çıkamıyorsunuz. O yüzden güç kullanmakla, taşlayarak öldürmekle tehdit ediyorsunuz. Sizden korkan sizin gibi olsun. Haydi elinizden geleni ardınıza koymayın. Bekleyin bakalım, ben de sizinle beraber bekleyeceğim.”

94. 95. Âyet: Ve Helak

Tefsir Usulümüzde (14) Helak Yasasında anlattığımız gibi Kur’an’daki hemen hemen her helakte, helak güçlünün zayıfı ezmeye karar vermesinden sonra, zayıfları kurtarmak, o zayıfların arkasındaki Allah’ın gücünü zalimlere göstermek, onlara ahirette verilecek büyük cezadan bir parça tattırmak, arkadan gelecek zalimlere ders vermek için geliyor.

Bu âyetlerde de böyle bir sonucu görüyoruz.955

96-99 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

96-99. Âyet: Altı Kıssayı Özetleyen Yedinci Kıssa

Burada dört âyette Hz. Musa-Firavun kıssası özetleniyor. Aslında bu özete hem bu sûrede geçen altı kıssasının hem de insanlık tarihinde sonu helakle biten kavimlere ait bütün kıssaların özeti diyebiliriz.

Neden böyle dediğimizi anlatalım.

Bu âyetlerde ismi geçen Hz. Musa ve Firavunun yerine helaki hak eden bütün kavimlere gönderilen peygamberleri ve onlara karşı gelenlerin liderlerini “LİDERLER” şeklinde yazıp âyetleri öyle okuyabiliriz.

Okuyalım,

Görüldüğü gibi işin özü itibarıyla hiçbir şey değişmedi. İşin özü değişmeyince 96-98 arası âyetler hem Kur’an’da en detaylı anlatılan Hz. Musa (İsrailoğuları)-Firavun kıssasının özeti hem de benzer bir tavır sergileyen bütün inkarcı kavimlerin özeti oldu.

Bu âyetlerden 98. âyete ait çok dikkat çekici bir nokta var, ona aşağıdaki başlıkta değineceğiz.

"Devletin Malı Deniz, Yemeyen …..”

Kur'an'ın İstiare Sanatıyla Verdiği İbretlik Ders"

Bu yazı için iki başlık tercih ettik.

Hud sûresi 98. âyet, edebi sanatların zirvesinde bir istiare956 örneği sunarak, tüm zamanların zalim liderlerini ve onların peşinden giden kitleleri çarpıcı bir şekilde tasvir ediyor. Âyette üç kez tekrarlanan "VRD" kökü, normalde "suya götürmek" anlamına gelirken, burada keskin bir ironiyle "ateşe sürüklemek" manasında kullanılıyor.

Ayetin Arapça metninde bu edebi sanat şöyle geçiyor:

"Yakdumukavmehuyevme-lkiyâmetifeeVRaDehumu-nnâr(a)(s) vebi/se-lViRDu-lmeVRûD(u)"

Peki, Kur'an neden böyle ince bir söz sanatı kullanıyor?

Çünkü bu âyet, sadece Firavunu değil, tarih boyunca kitleleri kandıran tüm zalim liderleri/yöneticileri hedef alıyor. Bu zalimler, halklarına adeta bir çoban edasıyla yaklaşır, onları "yeşil otlaklara" ve "berrak sulara" götüreceklerini vaat ederler. Oysa gerçekte onları felakete sürüklerler.

Bu liderler, dünyevi zenginlikleri bir "su kaynağı" gibi gösteriyor; "Gelin, bu kaynaktan kana kana için!" diyorlar. İşte Kur'an, bu aldatmacayı müthiş bir ironiyle tersine çeviriyor: Dünyada "suya (servete, zenginliğe, rahata) gitmek" sandığınız şey, ahirette "ateşe gitmek" olacak, diyor.

Kur'an'ın bu uyarısını günümüz diliyle şöyle özetleyebiliriz: "Devletin malı deniz" deyip, bu “deniz”den nasiplenmeyenleri ahmak yerine koyanlar, aslında kendi sonlarını hazırlıyorlar. O biriktirdikleri her kuruş, ahirette onların yakıtları olacak. Bu âyet, istiare sanatının gücünü kullanarak, bütün zamanlarda kendi çıkarları için kitleleri manipüle edenleri ve bu oyuna gelenleri sarsıcı bir şekilde uyarıyor.

Özetlersek, Kur'an'ın bu âyeti, basit gibi görünen bir "su" metaforu üzerinden, insanlık tarihinin en köklü sorunlarından birine parmak basıyor: Güç sahiplerinin kurdukları sömürü düzenleriyle, kitleleri nasıl manipüle ettiklerini, nasıl sürüleştirdiklerini, onları bir damla su, bir tutam ot ile kandırırken, kendilerinin nasıl Firavunlar, Karunlar gibi zenginleştiklerine işaret ederek bütün zamanlara şu mesajı veriyor: Devletin malında o ülkede vergi veren her insanın hakkı vardır. Devletin malını yemek, o ülkedeki bütün insanların hakkından yemektir. O haktan yiyenlerin ahirette varacakları yer ateştir.

100-111 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Ol!”

100-111. Âyet: İkinci Bir Özet

Önceki âyetlerde yedi peygamberin kıssasını okuduk ve onların sonuncusu olan Hz. Musa kıssasında yedi kıssasının özetlendiğini ifade ettiği etmiştik.

Burada ikinci bir özet daha görüyoruz. Şimdi bu özeti aşağıdaki başlıklar altında değerlendirelim.

Kur’an İnsan Sözü Olamaz

Kur’an’da anlatılan bütün kıssalar üzerinden verilmek istenen ortak mesajlarından birinin bu gerçek olduğunu sürekli ifade ediyoruz.

100. âyette geçen “…Biz o kıssaları sana anlatıyoruz…” ifadesi bu sûrenin 49. âyetinde geçen “İşte bunlar sana vahiyle bildirdiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin.” âyetine işaret ediyor.

Ayet Bize Şunu Diyor: “Nasıl Anılmak İstiyorsan Öyle Yaşa!”

100. âyeti yaşadığımız asırda, bulunduğumuz mekanda kendimize okursak, başlıktaki soru, nefsimize soracağımız sorulardan biri olur.

Ayet bize diyor ki: “Bu dünya fani, geçmişteki toplumlar, o toplumları oluşturan bireyler gittiği gibi sizlerde bir gün dünyadan gideceksiniz. Kiminizden geriye güzel izler kalacak, kiminizin adı bile anılmayacak. İşte burada soru şu: Gittiğinizde geriye ne bırakmak isterseniz, geride kalanlar sizi nasıl ansınlar istersiniz?

Mesela,

Özetlersek, 100. âyet geçmişte yaşanan yedi kıssayı önümüze koyuyor ve bize “Her fani gibi sen de geldiğin bu dünyadan bir gün gideceksin. Öyle ise tarafını seç; geride nasıl bir hayat bırakmak, nasıl anılmak, ahirette nerede olmak, nasıl karşılanmak istiyorsan öyle yaşa!” diyor.

Geçmişle Gelecek Arasında Sonuç Eğitimi

Biz bu âyetleri yaşadığımız asırda, bulunduğumuz mekanda okuyoruz. Bu bölümdeki âyetlerden 100-102 arası âyetler bizi geçmişe götürüyor. 103-108 arası âyetler de bizi geleceğe götürüyor.

Burada yaşadığın geçmiş, burada yaptığın tercihlerin toplamı, ebedi geleceğini nerede geçireceğini belirleyecek. Ebedi hayatını nerede yaşamak istiyorsan, dünya hayatını ona göre yaşa.

Bu âyetlerde geçen birkaç noktaya değinmek istiyoruz.

101. âyet diyor ki, her insan tercihlerinin sonuçlarını yani ne hak ettiyse onu yaşar. O yüzden Allah zerre kadar zulmetmez.

102. âyet diyor ki, dünyadaki bütün cezalandırmalar tadımlıktır. Onlardan yola çıkarak ahirette azabının nasıl olacağını tahmin edebilirsiniz.

103. âyet diyor ki, Kur’an’da azaba yönelik bütün anlatımlarda amaç ceza vermek değil, tercihlerin sonuçlarını göstererek ibret alınmasını sağlamak ve caydırmaktır.

104. âyet diyor ki, Allah’ın vaad ettiği ceza hemen gelmiyorsa, bilin ki Allah ihmal etmez, imhal eder (süre verir).

105. âyet diyor ki, o gün geldiğinde herkes tercihlerinin sonuçları ile yüzleşecek, bu yüzleşmede kimileri mutlu, kimileri mutsuz olacak.

106. 107. âyetler diyor ki, dünyada Allah’ın dilediğini yapmayanlar, ahirette Allah’ın haklarında dilediği sonuçlarla karşılaşacak ve ebedi bir mutsuzluk yaşayacaklar.

108. âyet diyor ki, dünyada Allah’ın dilediği (razı olduğu) gibi yaşamaya çalışanlar, ahirette ebedi mutluluk yaşayacaklar.

“Şüpheniz Olmasın”

109. âyete gelene kadar, geçen önceki âyetler hem bu âyetlerin indiği asırdaki hak yolunun yolcularına hem de bütün zamanlarda gelecek Müslümanlara şu mesajı veriyor: İnandığınız din, Allah’ın dinidir. Bu dinde zerre kadar şüpheniz olmadığı gibi, onun dışında ne kadar din, inanç, ideoloji varsa onların hak olmadığı konusunda da zerre kadar şüpheniz olmasın.

“Kendilerine Tevrat ve İncil Verilenlerden Ders Alın”

110 ve 111. âyetlerde Tevrat üzerinden İsrailoğlarının tarihi hatırlatılıyor. Hz. İsa’nın da İsrailoğullarına gönderilen bir peygamber olduğunu dikkate aldığımızda bu âyetlerin mesajını şöyle anlayabiliriz: İnanç konusunda şüphe, birlik ve beraberliğin önündeki en büyük engellerden biridir.

Bu konuda kendi inançları hakkında şüpheye düşen, bu şüpheleri aşamadıkları için kendi aralarında bölünmeler ve parçalanmalara yaşayan Tevrat ve İncil ehlinin yaşadıklarından ders alın.

Allah onlara bu yanlışlarının sonuçlarını yaşatacak. Rabbiniz onların da sizin de yaptığınız her şeyden haberdardır. Size düşen hayatın her anında bu gerçeği bilerek yaşamaya gayret etmek olmalı. Bu gayreti gösterdiğiniz müddetçe birlik ve beraberliğinizi koruma konusunda sebepleri yerine getirmiş olursunuz.

112-123 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

112 Âyet: Ezberlenecek Âyetlerden Biri

Peygamber Efendimiz (sav) bu âyetin kendi hayatındaki önemini şu hadisleriyle bize anlatıyor: “Beni Hûd ve benzeri (Vakıa, Mürselat, Nebe, Tekvir) sûreler ihtiyarlattı.”957

Bu âyette geçen “dosdoğru olmak” ifadesi sırat-ı müstakimi (doğru yolu) çağrıştırıyor; o yolda (ifrat ve tefrit gibi) aşırılıklardan uzak duyguda, düşüncede ve amelde dengede olmayı hatırlatıyor.

Biz bu anlamı “ilk anlaşılması” gereken mana olarak öne çıkardıktan sonra, âyette geçen “Festakimkemâumirte" (Emrolunduğun gibi dosdoğru ol):”958ifadesine dikkat çekmek istiyoruz.

Ayetin bu bölümü “Doğru ol” manasında “kunsâdikan” şeklinde de gelebilirdi.959 Ama âyet “dosdoğru ol” şeklinde geliyor. Burada soru şu: Doğru ile dosdoğru arasındaki fark nedir?

Bu fark iyi ile daha iyi, güzel ile daha güzel arasındaki farka benzer. İslam dini yeni Müslüman olan her insandan önce hayatta her yaptığı şeyi; iyi, güzel ve doğru yapmasını ister. Doğru yapmaya görev dersek, dosdoğruyu yapmak mecburi değil; tercihe bağlıdır.

Bazı insanlar daha iyi bir Müslüman olma adına, İslam’ın kendilerinden istediği görevleri daha iyi ve daha fazla yapmak isteyebilir. Bunu kendine vazife olarak da görebilir. Ama hiç kimseye “sen de böyle yapacaksın” diyemez.

Özetlersek, doğru olmak her Müslümanın görevi olmalı, dosdoğru olmak da her Müslümanın hedefi olmalı.

“Hud Sûresi Beni de Olgunlaştırdı mı?”

Peygamber Efendimiz (sav) bu âyet için şöyle demiş “Beni Hûd ve benzeri (Vakıa, Mürselat, Nebe, Tekvir) sûreler ihtiyarlattı.”960

Peygamber Efendimizin yukarıda işaret ettiğimiz hadiste geçen sûrelere muhatap olması, onun 40-48 yaş aralığına denk gelir.

Hem Arap toplumunda hem de geçmişten bugüne İslam geleneğinde yaşlılıktan sadece fiziksel bir durum değil, aynı zamanda bilgelik ve olgunluğun da anlaşıldığını dikkate aldığımızda bu hadisi şöyle de anlayabiliriz. “Bu ve benzeri sûreler benim insan-ı kamil olma yolculuğumda, benim olgunlaşmamda en fazla öne çıkan sûreler oldu.”

Böyle anlamanın Kur’an’ın ve İslam dininin ruhuna daha uygun olduğunu düşünüyoruz.

Hadisi böyle anladığımızda ilk soracağımız sorulardan biri şu: Bu sûrelerin içeriği nedir? Cevap: Bu sûreler daha çok ahirete yönelik sonuç eğitimi veriyor:

Bu tespitlerin ardından sormaya devam edelim;

Bütün bu tespit ve mesajlardan sonra bu âyeti kendi nefsimize okursak, kendimize soracağımız sorular şunlar.

Özetlersek, bu âyetleri okuduğunda bu ve benzeri soruları nefsine soruyor ve kendi kemal yolculuğunda sana düşen sorumlulukları yerine getirme konusunda elinden gelen gayreti gösteriyorsan, sende olgunlaşma başlamış demektir. Allah tamamına erdirsin.

113. Âyet: Doğru Yolda Kalma Garantiniz Yok

Önceki âyette dosdoğru olmayı sırat-ı mustakim (doğru yol) olarak anladığımızda, bu âyeti o yolda olanlara “doğru yolun dışındaki yollara meyletmeyin” şeklinde uyarı olarak okuyabiliriz. Âyet doğru yolda olanlara dolaylı olarak diyor ki: “Doğru yolu bulmak zordur ama ondan daha zoru bir ömür boyu o yolda doğru kalmaktır.

Bu âyette geçen “zulüm” kelimesi daha önce961 ifade ettiğimiz gibi Kur’an’da doğrunun karşısına konulan ve her türlü yanlışı içine alan bir kavram olarak kullanılıyor.

Zulüm kelimesini böyle anladığımızda doğru söylemenin karşısında yalan, güvenilir olmanın karşısında, aldatma gibi, hakkı verilmesi gereken her şeyin karşısındaki haksızlık zulme meyletmek oluyor.

Ayet bize dünyada zulme meyletmenin ahiretteki karşılığını ateş olarak gösteriyor ve şu mesajı veriyor: Zulmün her türlüsünden ateşten sakınır gibi sakının.

Bu âyeti okuduktan sonra kendime soracağım soru şu: “Ben emrolunduğum gibi dosdoğru olabiliyor muyum? Yoksa ben bu âyetlere rağmen zulme meylediyor muyum?”

114. Âyet: Beş Vakit Namazın Kur’an’dan Delili

Bu âyeti iki bölümde inceleyeceğiz.

Birinci bölümde namaz, ikinci bölümde namazın ve iyiliklerin kötülükleri gidermesi üzerinde duracağız.

Birinci Bölüm: Bazı Önemli Kelimeleri

Bu durumda gündüzün içinde öğle ve ikindi gibi iki vakte işaret eden “tarafeyn” ile gecenin içinde üç vakte işaret eden “zulefen” kelimelerini dikkate aldığımızda bu âyette matematiksel olarak beş vakit namaz geçer.

Bu âyete beş vaktin Kur’an’dan delili diyoruz. Tabi bu konuda delil sadece bu âyet değil. Bu konuda başka âyetler de var.962 Onun yanında en az bu âyetler kadar önemli olan ve bizim Yaşayan sünnet dediğimiz Peygamber Efendimizin uygulamaları da var.

Bütün bunları dikkate aldığımızda namazın beş vakit olduğu aksine ihtimal olmayan bir gerçektir.963

İkinci Bölüm: Her Vakit Yaşanan Namaz, Kötülükleri Kovar

Namaz hakkında yazdığımız kitaba “Beş Vakit Kılınan, Her Vakit Yaşanan Namaz Bana Ne Diyor?” ismini verdik.

Bu tefsir çalışmamızda ilgili âyetlerde namazla ilgili ne kadar konuya işaret ettiysek,964 beş vakit kılınan namazın, her vakte yani günün her saatine etkisini anlatmaya çalıştık.

İkinci bölüm vesilesiyle bu konuya bu âyette farklı bir yönden tekrar değinmek istiyoruz.

Kur’an Ankebut sûresi 45. Âyette bize namazı anlatırken şöyle der: “Muhakkak ki, (Allah huzurunda ihsan şuuru ile kılınan bir) namaz (bu şuur muhafaza edildiği müddetçe insanı) hayâsızlıktan ve (her türlü) kötülükten alıkoyar. (İbadet anlarındaki Allah’ın huzurunda olma şuurunu, bütün zamanlara taşıyarak fiili ve kavli olarak) Allah’ı anmak elbette (zikirlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.”

Ankebut 45 ile Hûd 114’ü birlikte okursak mesaj şu olur: Beş vakit Allah’ın huzurunda olma şuurunu her vakte taşırsanız, her vakit Allah’ın huzurunda olma şuuruyla yaşarsanız, kendinize en büyük iyiliği yaparsanız. Bu iyilik (Allah’ı hatırlatma noktasında) en büyük zikirdir.

Burada sembolik dille konuşursak, bu iyiliği 24 saate yaydığınızda, günün içi iyilikle dolar, kötülük kendine girecek yer bulamaz, iyilikler kötülükleri kovar.

Bu açıklamaların yanına namazı çocuklara anlatırken kullanacağımız bir misal koyalım.

Namazı 24 -külçe- altına benzetirsek, bunları adına gün denilen ve (sadece külçeleri içine alacak genişliğe sahip) 24 bölümü olan bir kasaya koyarsak, kasada, o altınların değerini düşürecek başka şeyleri koymaya yer kalmaz. Kasa 24 ayar altınla dolar. Her günü böyle bir kasa bilir ve her günü 24 külçe altınla doldurursak, günlerin toplamı olan aylar, ayların toplamı olan yıllar, yılların toplamı olan ömür 24 ayar altın değerinde olur, böyle bir insan da 24 ayar olur. Böyle bir insanın ebedi misafirhanesi de 24 ayar altınlarla süslenmiş cennet olur.

Namaz En Büyük Zikirlerden Biridir

Yukarıda işaret ettiğimiz bir noktayı biraz daha açmak istiyoruz. 114. âyetin ikinci bölümünde “zâlike ŻİKRâ liżŻâKiRîn” ve Ankebut sûresinin 45. âyetinin ikinci bölümünde “vele ŻİKRu(A)llâhiekber” zikir ifadeleri öne çıkıyor.

Biz ilk inen âyetlerde çok fazla geçen öğüt, hatırlama ve hatırlatma gibi anlamlara gelen bu ifade üzerinde çok durduk.

Bu âyet vesilesiyle o bölümlere dipnotta965 tekrar dikkat çekmek ve namazın Allah’ı hatırlatan, hatırlayana en büyük faydayı veren öğütlerden biri olduğuna dikkat çekmek istedik.

115. Âyet: Namaz ve Sabır

Yeni başlayanlar, başlangıçta beş vakit namazı kılmakta zorlanabilir. Başlamış olanlar her gün her vakit kılmakta, her gün her vakit kılanlar bir günde yakaladıkları farkındalığı her güne ve bir ömre taşımakta zorlanabilirler…

İşte bu nedenle Kur’an namazdan bahsederken yer yer onun yanında sabırdan da bahseder. Çünkü bütün bu zorlukların aşılmasında ve namazla yakalanan kalite ve kıvamın korunmasında sabır yani kendini tutmak çok önemli bir yer tutar. O yüzden bu konuda daha önce966 yaptığımız açıklamalara bakılmasını tavsiye ederek 115. âyetin işaret ettiği başka bir noktaya daha dikkat çekmek istiyoruz.

İyiliğin Karşılığı

114. âyet namazla birlikte hasaneta/iyiliklere dikkat çekti. Bu âyette de iyilik yapmak anlamına gelen “muhsin” kelimesiyle yine iyiliklere dikkat çekiyor.

Bu âyeti dikkat çekilen nokta üzerinden okursak âyetin mesajlarından biri şu olur: “İyilik yapın; zengin olanlar çoktan çok vererek iyilik yapsın, fakir olanlar da verecek bir şeyi yoksa bile dua ile tebessümle967 bir şekil yine iyilik yapsın. Fakat iyilik yapan hiç kimse yaptığı iyiliğin karşılığını dünyada bekleyerek yapmasın. Nefsi böyle bir beklentiye girerse sabır kuvvetiyle nefsin bu isteğini dizginlesin.”

Bunun yanında şöyle bir mesaj daha var. “Ey iyilik yapan kişi! Yaptığın bütün iyilikler ve onların karşılıkları Allah’ın manevi kasasında muhafaza ediliyor. Sen veya başkaları unutsa bile Allah onları zayi etmez/unutmaz. En muhtaç olduğun mahşer gününde, sana onların karşılığını fazlasıyla geri verir. Yeter ki sen yaptığın iyilikleri Allah için yap, yeter ki sen yaptığın iyiliklere dünyadan bir karşılık bekleme.”

116. Âyet: Çağımızda Bize Düşen Görev

116. âyete yaşadığımız asırda bulunduğum yerde kendimizi muhatap yaparak okursak, ilk soracağımız sorular şunlar olabilir:

Ayette geçen "geçmişte kendilerini kurtardığımız küçük bir topluluk" ifadesi, bize şu mesajı veriyor: Tarih boyunca kurtuluşa erenler, bu soruları kendilerine sorup cevaplarını hayatlarında uygulayanlar olmuştur. Onlar, toplumun akıntısına kapılmak yerine, akıntıya karşı yüzme cesaretini göstermişlerdir.

Ayetin son kısmı, günümüz için çok çarpıcı bir uyarı niteliğinde: Maddi refah ve konfor, bizi asıl görevimizden alıkoymamalı. Allah'ın bize bahşettiği nimetler, O'nu unutmamıza değil, O'na daha çok şükretmemize ve sorumluluklarımızı hatırlamamıza vesile olmalı.

Unutmamalıyız ki, toplumsal değişim bireysel değişimle başlar. Her birimiz, kendi iç dünyamızda başlattığımız ıslah hareketiyle, daha geniş çevremizi etkileme potansiyeline sahip olabiliriz.

Özetlersek, bu âyet bizi pasif gözlemci olmaktan çıkarıp, ıslah konusunda örnek ve aktif bir insan olmaya davet ediyor.

Ayette Geçen Önemli Bir İfade “Bakiye Sahipleri”

Ayette bizim “aklı başında kişiler” anlamını verdiğimiz “ulûbakiyyetin” ifadesi geçiyor. Farklı meallerde bu ifadeye “akıl, erdem, fazilet sahibi bilge kimseler” anlamı da veriliyor. Bütün bu anlamların verilmesinin sebebini anlamak için, bu ifadenin arkasındaki derin anlama bakmamız gerekiyor.

Motomod çeviride “bakiye sahipleri” olarak çevrilen bu ifade, kalıntı ve geride kalan gibi anlamlara geliyor. Bu anlamı dikkate aldığımızda bu ifade âyette, dünden bugüne, bugünden yarınları toplumları ayakta tutan (iman, ahlak, adalet, ve merhamet gibi) evrensel manevi değerlere işaret ediyor. Allah yolunda irşat ve tebliğ yapan her peygamber, her alim, her mürşit geçmişteki faziletli insanların bakiyyesi olan bu manevi değerleri alıyor ve günümüze taşıyor.

Bunu yaptıkları içinde aklı başında, faziletli ve erdemli kişiler olarak tanımlanmayı hak ediyorlar.

Burada kendimize soracağımız soru şu: Ben bakiye sahibi miyim, geçmişin güzelliklerini bugüne getirip yaşıyor ve onları bir sonraki kuşaklara taşıyor muyum?

117. Âyet: Allah (cc) Zerre Kadar Haksızlık Yapmaz

Allah’ı tanımak çok önemli. O’nu atomdan güneşe, karıncadan file, çekirdekten çınara; yarattığı her şey üzerinden tanıdığımızda, şunu anlıyoruz: Karşımızda Mısır ve Yunan tanrıları gibi insan aklının ürettiği bir ilah yok. Karşımızda alemleri yaratan, atomdan güneşe her şeyi terbiye eden Allah var.

Bunu anladığımızda buranın imtihan dünyası olduğunu, imtihan dünyasına ahiretle birlikte bakılması gerektiğini, böyle baktığımızda dünyada haksızlık ve adaletsizlik görünen her şeyin dengeleneceğini de anlıyoruz.

Bunları anladığımızda, Allah’ın geçmişte helak ettiği bütün kavimlere dünya ve ahiret bütünlüğü içinde hak ettiklerini yaşattığını ve yaşatacağını; onlara zerre kadar haksızlık yapmayacağını da anlıyoruz.

118. 119. Âyet: Bu Dünyada İhtilaflar… Neden Var?

Bu âyeti bağlam ile birlikte okursak, bu tür âyetlerin arkasında genelde şu sorular var, “Bu dünyada ihtilaflar, kavgalar, savaşlar, doğrular, yanlışlar, İyiler, kötüler, ıslah edenler, fesat çıkaranlar, kurtulanlar ve helak olanlar niçin var? Allah insanları melek gibi yaratsa, dünya cennet gibi bir yer olsa olmaz mıydı?”

Âyet günümüzde de bazı insanların “kötülüklere, kötü olanlara” bakıp söylediği bu sözlere dolaylı olarak cevap veriyor. “Elbette Rabbin dilese bütün insanları aynı duygu, düşünce ve inanç altında tek bir topluluk olarak yaratır ve bunlar olmazdı ama o zaman da dünya imtihan dünyası olmazdı. Dünya imtihan dünyası olduğu için bütün bunlar ve bunlara bağlı ihtilaflar kıyamete kadar olacak. Size düşen bu imtihanda yaşadığınız ihtilaflarda doğru yolu bulup, doğru bir duruş sergilemek olmalı.”968

“Allah’ın Rahmet Ettikleri Hariç”

119. âyette “Rabbinin rahmet ettikleri hariç” ifadesi geçiyor. Bu ifadeyi şöyle anlıyoruz: Allah (cc) biz insanlara olan rahmetinin (sevgisinin) göstergesi olarak bize vahiy ve peygamber gösteriyor. Peygamberin örnekliğinde vahyi okuyan, anlayan insanlar ihtilaflar karşı tedbir alıyorlar.

Bütün bunlar Allah’ın verdiği akıl, vahiy, peygamber nimetlerini doğru kullanmanın sonucunda olduğu için Kur’an buna “Allah’ın rahmeti” diyor.

Ayetin devamı konuyu 118. âyete bağlayarak bize şunu diyor: Eğer, dünyanın dekoru değişse, bütün insanlar tek bir toplum olsaydı, Allah (cc) (haşa) söz veren ama onu yerine getirmeyen bir ilah olacaktı. Böyle bir şeyin olması, muhal olduğu için Allah’ın imtihan dünyası ile ilgili koyduğu yasalar değişmeyecek, buna bağlı ahiretle ilgili verdiği tüm sözler gerçekleşecektir.

Özetlersek, âyet bize şunu diyor: Bu dünyanın dekoru ve ahiretin dekoru değişmeyecek ama sizin tercihleriniz değişirse, o tercihlere göre yaşayacağınız sonuçlar değişebilir. Siz değiştirebileceğiniz alana yoğunlaşıp, tercihlerinizin yönünü kötüden iyiye doğru değiştirmeye çalışın.”

120. Âyet: Kıssalar Benim Kalbimi de Takviye Ediyor mu?

Kur’an’daki kıssaların anlatılma sebepleri bir tane değildir, bu konuda birçok sebep saymak mümkün. Biz bu sebepleri sayarken genelde “Kıssaların Peygamber Efendimizin Peygamberliğine Delil olmasını” en başa koyduk.

Burada önemli sebeplerden birini daha görüyoruz. Bu sebebi daha net; hissederek, yaşayarak, hayatımızda iz bırakmasına vesile olacak bir şekilde görmek için bu âyeti başlıktaki soruyu kendimize sorarak okuyabiliriz.

Bu okumada ilk soracağımız sorulardan biri şu olacak “Âyette geçen “mânusebbitubihiFUÂDek” ifadesinde neden kalp kelimesi değil de fuad kelimesi kullanıldı?

Biz bu ifadeye mealimizde kalbi de içine aldığı için kalp manası verdik ama iş tefsire geldiğinde biraz daha derine inmek gerekiyor.

Kur’an’da kalp aklı da içine alacak şekilde kullanılır.969 Sadece kalp denilseydi, biz âyeti akla hitap eden nakli delillerle, aklın din ile bağlantısı takviye ediliyor şeklinde anlardık. Ama Kur’an burada fuad kelimesini kullanıyor. Bu kelime kalbi içine aldığı gibi ondan daha geniş olarak insanın bütün duygularını da içine alıyor.

Kelimedeki bu anlam genişliğini dikkate aldığımızda âyet bize şunu diyor: Kur’an’daki kıssaları geçmişte olmuş, bitmiş, yaşanmış gitmiş hikayeler olarak okumayın. Onları okurken, o kıssadaki karakterlerin yerine kendinizi koyarak, o kıssadaki mesajları çağınıza taşımak için okuyun.

Böyle bir okuma yapıldığında kıssaları televizyonda aç insanların halini seyrediyor gibi okumayacağız, o insanlarla oturuyor, konuşuyor, dertlerini paylaşıyor, kısaca aynı ortamı yaşıyor gibi olacağız.

Böyle olursa ne alacak?

Ayette ifade edildiği gibi kıssaların hak, öğüt ve uyarı olarak gelmesi daha derinden anlaşılmış olacak.

Böyle okuduğumuzda kıssalardan bütün duygularımızla istifade etmiş olacağız.

121. 122. Âyet: “Elinizden Gelini Yapın.”

Bu bölümde yukarıda geçen 55. ve 93. âyetlerdeki ifadeler geçiyor.

Bundan şunu anlıyoruz. Peygamber Efendimiz buraya kadar geçen kıssaları kavmine anlattıktan sonra, aynen o kıssalardaki peygamberlerin kavimleri içinde iman etmeyenlere söyledikleri sözleri söylüyor. “Kuracağınız ne kadar tuzak varsa kurun, elinizden ne geliyorsa yapın ve bekleyin (bakalım!) Biz de bekliyoruz!

Bu sözleri siyer ile birlikte okursak, Peygamber Efendimiz hiçbir zaman Mekke’de gerilimi artıran, tansiyonu yükselten taraf olmuyor. Ama “çok ısrar ederseniz, baskıyı biraz daha artırsanız davamızdan döneriz şeklinde anlaşılacak ezik, pısırık, korkak bir tavır da sergilemiyor.

Bu ifadeleri kullanırken, Allah’a güvenip tevekkülün yanında sebepleri de yerine getiriyor.

Bu sebepleri yerine getirirken şunu biliyor; düşmanlık edenler zalimlerin her devirde değişmeyen taktiklerinden biri şudur: Güçlü zalimler, sayıca az, silahsız zayıf grupların üzerine gidecekleri zaman, kamuoyu desteğini arkalarına almak için, o zayıf grupları ilk saldıran taraf hale getirmek adına birtakım yöntemler kullanırlar. Bu ve benzeri yöntemlerle kamuoyunda “Bu zayıf görünen insanlar kendilerine yapılan her şeyi hak ettiler.” algısı meydana getirmek isterler.

Peygamber Efendimiz Mekke’de ilk âyetlerin geldiği, o âyetleri müşriklere tebliğ ettiği günden beri bu durumun farkındaydı. Bu farkındalığı gelen âyetler üzerinden müşriklere duyuruyordu.970

Özetlersek, bu ve benzeri âyetler bütün zamanlardaki Müslümanlara şunu diyor: “Zalimler karşısında her zaman bir duruşunuz olsun. Bunu yaparken tuzaklara karşı uyanık olun ve hiçbir zaman size yapılacak şiddeti meşru hale getirecek adımları atan taraf siz olmayın.”

123. Âyet: Sûrenin Başıyla Sonu Arasındaki Uyum

Bazı noktalara işaret ederek bu uyuma dikkat çekmek istiyoruz.

Özetlersek, özelde bu sûre, genelde Kur’an’ın tamamı bütün zamanlara şu mesajı veriyor: “Allah (cc) her şeyden haberdardır. Eninde sonunda dönüşünüz Allah’adır. Bu gerçeği bilerek yaşayın. Yaşadığınız hayat vahyin rehberliğinde, peygamberin örnekliğinde, döndüğünüzde sizi mahcup etmeyecek bir hayat olsun.”

53/12. YÛSUF SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

Hz. Yusuf’un Kısa Biyografisi

Kur’an’da bazı peygamberlerin kıssaları, farklı sûrelerde farklı bölümleri ile yer alırken, Hz. Yusuf’a ait kıssa neredeyse doğumundan ölümüne bir tek bu sûrede bir biyografi gibi yer alır. Biz bu sûrede anlatılan olay örgüsünün daha iyi anlaşılması adına sûrenin başında Hz. Yusuf’un hangi yaşta hangi olayı yaşadığına dair kısa bilgiler vereceğiz.

Bu biyografide Hz. Yûsuf’un hayatı hakkında kesin tarihler vermek zor olduğu için, dini ve tarihi metinlerde genel olarak kabul gören olaylar üzerinden bir tahmin yapmaya çalıştık.

Bu kısa biyografiden sonra sûrenin tefsirine geçebiliriz.

1-7 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

1. Âyet: Şahitlik Aynı Ama Konusu: Bir Başarı Hikayesi…

Biz bu tefsir çalışmamızda 29. sûrenin başında gelen hurûf-ı mukattanın yaratılan âyetlerin en ufak parçası olan atomu (ve atom altı parçacıkları), indirilen âyetlerin en ufak parçası olan harfleri temsil ettiğini ve bu temsil makamında yaratılan âyetlerin indirilen âyetlere “Bunları yaratan kim ise, bunları indiren de gönderen de O’dur.” Şeklinde şahitlik yaptığını daha önce ifade etmiştik. Bu şahitlikler birbirinin tekrarı olmayan şahitliklerdir.

Şöyle bir örnek verelim, bir yerde bir mahkeme var. Mahkemede o hafta 29 şahit dinleniyor. Burada şahit sıfatı aynı ama kişilerin şahitlik yaptığı konular farklı; kimi trafik, kimi cinayet, kimi boşanma, kimi yolsuzluk ve rüşvet konularında şahitlik ediyor.

Hurûf-ı mukkattanın şahitliği de böyle düşünebiliriz; bu şekilde başlayan sûrelerde hangi konular geliyorsa, şahitliğin merkezinde o konular yer alıyor.

Bu sûrede şahitliğin konusu Hz. Yûsuf.

Bu sûrede baştan sona Hz. Yûsuf’un hayatı:

Ve daha benzeri birçok şeyin şahidi olacak.

Kur’an da Su, Hurma, Güneş gibi Apaçık mı?

“Kur’an Apaçık kitaptır.” dediğimizde, “Madem Kur’an apaçık bir kitap, neden herkes her âyeti aynı şekilde anlamıyor?” sorusu öne çıkıyor. Biz bu sorunun cevabına farklı açılardan Açıklamalı Mealimizde971 ve bu tefsir çalışmamızda değinmiştik.972 Burada da onların devamı niteliğinde bazı cevaplar vereceğiz.

Kur’an ve yaratılan âyetlerin toplamı olarak ifade ettiğimiz kainat kitabı apaçık olmada bir birine çok benziyor.

Bu benzerliği anlatmak için hayalen bu âyetlerin indiği 7. asrın Mekke’sine gidelim ve Kâbe’nin yanında ilk gördüğümüz kişiye şu üç şeyi soralım.

O gün bu üç soruyu çocuktan büyüğe, cahilden alime kime sorsak alacağımız cevap şu olacaktı “Bunların ne olduğu apaçık ortada.”

Bu cevabı konumuza uyarlarsak, nasıl Kur’an âyetleri için “Bunlar apaçık Kitab’ın âyetleridir.” diyorsak, yukarıdaki üç örnek için de “Bunlar kainat kitabının apaçık âyetleridir.” diyoruz.

Şimdi bu apaçık konuda kapalı kalan yerleri açalım.

Kainat kitabının âyetleri olan su, hurma ve güneşin ne olduğu, ne işe yaradığı, hangi faydaları verdiği 7. asırdaki her insan için apaçık bilinen bir gerçekti.

Burada soru şu:

Bu sorulara şu cevabı veriyoruz: 7. asrın insanları su, hurma ve güneş hakkında bilinmesi gereken en temel bilgileri apaçık biliyorlardı. Bu konularda zerre şüpheleri yoktu. Ama zamanın değişmesi ve bilimlerin gelişmesine bağlı olarak öğrenilecek detay bilgileri bilmiyorlardı. Bunların bilinmeyişi temel bilgilerin apaçık olmasına engel olmuyor.

Aynen bunun gibi Kur’an (Allah, ahiret, peygamber, vahiy, ibadet, ahlak gibi) temel bilgiler noktasında apaçık bir kitaptır. Kapalı gibi görünen noktalarını da aynen kainat kitabının âyetlerinde olduğu gibi zamanın değişmesine bilimlerin gelişmesine bağlı olarak insanlara öğrenmeleri için ev ödevi olarak verilmiştir.

Evet, Kur’an da Su, Hurma, Güneş gibi Apaçıktır

Kur’an’ın apaçık bir kitap olduğunu anlamada ve anlatmada çok önemli olduğunu düşündüğümüz için, yukarıda kainat kitabının âyetleri ile ilgili verdiğimiz bilgiyi biraz daha açmak istiyoruz.

Su, hurma ve güneşle alakalı bilgilerimizde, seviye olarak zamana bağlı şöyle bir gelişme oldu.

Su örneği:

Hurma Örneği:

Güneş Örneği:  

Yukarıda üç nokta koyduğumuz her yer de mesaj şudur: Sadece bu üç şey değil bunun gibi insanlar için temel ihtiyaç olan hemen her şey, onu gören ilk insanlar için temel seviyede apaçıktı. Zamanın geçmesiyle daha açık daha daha açık hale geldi ve gelmeye devam ediyor.

Bu durum şu ve benzeri âyetlerin tefsiri oluyor: “Biz onlara (gelişen ilimlerin ışığında hem) iç (dünyalarında, hem de kâinat kitabı diye isimlendirilen) dış âlemdeki âyetlerimizi göstereceğiz tâ ki, o Kur’an’ın gerçek olduğu (ilimlerin şahitliğinde) onlara iyice belli olsun…”973

Özetlersek, Kur’an ve onun gibi Allah’ın yaratılan âyetlerine zarf olan kainatı kitabı hem apaçık hem de okudukça, ilimlerde derinleştikçe daha açık hale gelen kitaplardır. Önemli olan onları okurken anlaşılmayan noktalar için “anlaşılmaz” demek yerine, onları anlamak için gerekli olan temel bilgileri elde etmek için gayret etmektir.

2. Âyet: Ârapça İndirdik: Anlayacağınız Dilden Geldi

Kur’an’da sekiz âyette onun dilinin Arapça olduğuna dair bir vurgu var. Biz iniş sırasından yaptığımız okumada bu vurgunun ilk yapılığı Tâhâsûresinin113. âyetinde “Kur’an’ın Dili Neden Arapça?” başlığı altında gerekli açılamaları yaptık ve özet olarak şu mesajı öne çıkardık,

Bu durumda mesaja giden yolda dil bir problem ve bahane olamaz.

3. Âyet: En Güzel Kıssanın Şahitliği: Kur’an İnsan Sözü Olamaz

Yeri geldikçe dikkat çekiyoruz, ateistlerin Kur’an insan sözüdür derken en fazla öne çıkardıkları iddialardan biri de -onların ifadesiyle söylersek- “Muhammed bütün peygamber kıssalarını kitabı mukaddesten (Tevrat ve İncil’den) aldı.” iddiası.

Bu iddiayı ortaya atanların ve buna inananların en büyük sorunu bu iddia üzerinde ufak bir araştırma yapıp düşünmemeleridir.

Eğer ufak bir araştırma yapsalardı Kur’an’da geçen her kıssanın Kitabı Mukaddeste anlatıldığı gibi olması, orada anlatılmayan bölümlerin de Kur’an’da olmaması gerekirdi.

Bu konuda çok sayıda örnekten üçünü verelim.

Burada üç örnek verdik, bu çalışmanın konusu eğer Kur’an’da ve Kitab-ı Mukaddeste Hz. Yûsuf kıssasının karşılaştırılmalı okunması olsaydı, ayrıntılarda 100’den fazla örnek yazabilirdik.

Bunlar neyi gösteriyor? Bunlar bu sûrenin 3. ve 102 âyetlerde geçen “Gerçek şu ki, sen daha önce bunlardan habersizdin.”, “İşte (ey Muhammed) bütün bunlar sana vahiyle bildirdiğimiz gayb haberlerindendir. Yoksa (Yûsuf’un kardeşleri ona karşı) sinsice planlar kurarak yapacakları işe karar verirlerken, sen onların yanında değildin.” âyetlerinin doğruluğuna şahit oluyor.

Eğer (Haşa, haşa, haşa) Peygamberimiz Kur’an’ı Tevrat’tan ve İncil’den öğrendikleriyle yazan veya yazdıran biri olsaydı, bu kıssayı ve bunun gibi diğer bütün kıssaları oradan olduğu gibi aktarırdı. Neden böyle yapmadı? Böyle yapmasının önünde hiçbir engel yoktu.

Bu konuyu daha önce geçen benzer bir konuda yazdıklarımızı tekrar ederek bağlayalım.

Bütün bunlar neye şahitlik ediyor? Bütün bunlar, Kur’an’ın insan sözü olamayacağına, Hz. Muhammed’in (sav) Allah’ın son ve evrensel peygamberi olduğuna şahitlik ediyor.

En Güzel Kıssada Rol Almak İster misin?

“Bir insanda kaç farklı duygu vardır?” diye bir soru sorsak, bu konuda yapılan bilimsel araştırmalarda dipnotta işaret ettiğimiz 28 farklı duygunun olduğu tespit edilmiş.977

Bu sayı değişebilir, detaylara inildiğinde insanda daha fazla duygu da olabilir, bu sûrede muhteşem bir şeyi gözlemledik, bu kıssa bir insanda ne kadar duygu varsa -neredeyse- onların tamamına hitap ediyor.

Hani bir süngeri su dolu kovaya daldırırsınız, sünger oradaki bütün suyu emer ya, işte aynen onun gibi bu kıssada duygularımıza hitap eden ne kadar mesaj varsa, onları almak için bu kıssa karşısında kendimiz farklı rollerde konumlandırabiliriz. Bu kıssada ne kadar farklı karakter geçiyorsa, o karakterle empati kurabiliriz.

Biz sadece bu sûreyi çalışıyor olsaydık, bu yöntemle bu sûreden yüzlerce sayfalık bir kitap çıkarabilirdik. Ama bir tefsir çalışması içinde bu sûreyi değerlendirdiğimiz için, okuyucuya bir fikir verme “nasıl yapılabileceğini gösterme” adına bazı âyetlerde bu empatiyi kuracak, gerisini okuyucumuzun gayretine bırakacağız.

Özetlersek, başlıktaki soruya “evet” derseniz, bu kıssayı okurken daha fazla istifade adına en çok yapacağınız şeylerden biri empati olacak.

En Güzel Kıssanın İniş Sebebi Nedir?

Burada iki iniş sebebi öne çıkaracağız.

Birincisi: Rivayetlerde şöyle bir bilgi var. Medine’de bulunan Yahûdî âlimlerinin Mekkeli müşriklerin reislerine “Muhammed’e İsrâiloğullarının Mısır’a gidiş sebebini sorun bakalım ne diyecek” diye telkin etmeleri ve onların da sormaları üzerine bu sûre inmiştir.

İkincisi: Bu noktada hem bu âyetlerin indiği 7. asır için hem de bugün bu âyetleri okuduğumuz asır için iki iniş sebebi öne çıkıyor.

Bu kıssada öne çıkan çok sayıda mesaj var. Onlardan bazılarına şu alt başlıklarda işaret edelim.

En Güzel Kıssanın İndiği Asra Mesajı Nedir?

Bu kıssanın 7. asırda Mekke’de indiği günlerde Müslümanlara verdiği mesajlardan bazıları şunlardı.

Kur’an’ın ilk âyetlerinin indiği günden bu âyetlerin indiği güne kadar yaklaşık sekiz yıl geçmiş. O günden bugüne Mekke’de insanlar için Müslüman olmak zorlaşırken, önceden Müslüman olanlar için de Müslüman kalmak daha da zorlaşmaya başlamış. Bu arada 7. yılda başlayan boykot, her geçen gün şartları ağırlaşarak devam ediyor.

Bu durum Hz. Yûsuf’un hayatındaki kuyuya ve zindana karşılık geliyor. Adeta Mekke Müslümanlar için çaresizliğin, acizliğin, yalnızlığın, korku ve endişenin çok yoğun bir şekilde hissedildiği bir kuyu ve zindan gibi olmuş. Bu şartlarda gelecek 5-10 yılın hayalini kurmayı bırakın, yarına çıkmanın hayalini kurmak bile imkansız gibi.

İşte bu kıssa böyle bütün olumsuzlukların zirve yaptığı bir ortamda şu mesajı vermek için geliyor: “Allah’tan ümit kesilmez. Arkasında Allah olanın, Allah’ın ‘yürü kulum’ dediği birinin önünü hiç kimse kesemez. Yûsuf’u kuyudan ve zindandan çıkarıp, Mısır’a vezir yapan Allah, sizleri de bu Mekke kuyusundan çıkaracak, Medine’de sizinle bir medeniyetin temellerini atacak, sizi sizden sonra gelecek milyonlarca Müslümana örnek yapacak.”

Bu mesajın detaylarını gelecek âyetlerde göreceğiz.

En Güzel Kıssanın Bütün Zamanlara, Özellikle Bana Mesajı Nedir?

Her insan bu dünyaya kendini gerçekleştirmek için gelir. Bu kendini gerçekleştirme iki türlü olur; biri maddi diğeri manevi. Maddi tarafımızda alt sınır sperm-zigottur. Üst sınır biyolojik/fiziki olarak yetişmiş gelişmiş bir insandır.

Bu iki boyut, insanın varoluşunun temelini oluşturur. Maddi ve manevi gelişimimiz, hayat yolculuğumuzun iki paralel çizgisidir. Biri diğerinden ayrı düşünülemez, ikisi de bizim bütünlüğümüzü tamamlar.

Manevi tarafımızda alt sınır Allah’ın verdiği (içinde ruhun, aklın, nefsin ve tüm duyguların olduğu) manevi donanımdır. Bunun üst sınırı insan-ı kamildir.

Kamil insana sadece dünyevi açıdan bakar ve ona olgun (iyi yetişmiş) insan dersek, “bu insan modeli” dünyadaki bütün ailelerin ve eğitim kurumlarının hedefidir.

Bu hedef aynı zamanda her insanın da hedefidir ama her insan bu hedefe giden yolda aynı şartların içine doğmaz; engelli doğan, sonradan engelli olan, fakir bir ailede doğan, iyi eğitim alamayan veya hayata iyi şartlarda başlayıp sonra onları kaybeden milyonlarca insan vardır.

Bu duruma alt sınır dersek, bu alt sınırdaki insanların içinde bulundukları şartlara kuyu, önlerindeki engellere zindan duvarı dersek, Hz. Yûsuf bütün bu insanlar için rol modeldir. Çünkü o zorluk noktasında bu alt sınırların en altında hayata başlayan ve yaşadığı şartlarda maddi-manevi açıdan çıkılabilecek en üst sınırlardan birine çıkabilen insandır.

Peki onu oraya çıkaran neydi? Birçok şey sayılabilir ama biz en başa liyakat sahibi, adil ve güvenilir bir insan olma gibi özellikleri koyuyoruz.

Peki bu ve benzeri özelliklerin bütün zamanlara ve bana mesajı nedir? Sana düşen bu özelliklere sahip olabilecek bir hayat çizgisi takip etmektir. Talip olduğun her görevin sana verilebilmesi için gereken liyakat şartlarını yerine getirmektir.

Bunları yaptığında Kur’an’daki en güzel kıssayı hikaye olarak değil hedefi olarak okuyanlardan, bu hedefe giderken işe en doğru yerden başlayanlardan olmuş olacaksın. Yolun bahtın açık olsun.

4. Âyet: Bir Dede, Bir Baba, Bir Çocuk İçin Hz. Yûsuf Kimdir?

Bu sorunun tek kelimelik cevabı “Hedeftir.”

Yaşayan her insan dede/nine ve anne/baba olabilir ama yaşayan her insanın önüne Hz. Yûsuf’un kıssası bir hedef olarak konmamış olabilir. Bu ülkede yetişen biri olarak söylersek, çoğumuzun önüne Hz. Yûsuf bir hedef ve model olarak konulmadı. Ondan hiç haberi olmadan çocukluğunu tamamlayan milyonlarca gencimiz var…978

Burada mesaj şu: Çocukluğunda önüne Hz. Yûsuf’un hedef olarak konulmadığı dedeler nineler, anneler babalar bu yaşadıklarından ders alarak, kendi önlerine hedef olarak konulmayan Hz. Yûsuf’u torunlarının ve çocuklarının önlerine bir hedef olarak koyabilirler.

Öyle yaptıklarında bu sûrenin 4. âyetini şu başlık altında anlatırlar.

Yavrucuğum Senin de Yûsuf Gibi Saygı Duyulacak Bir Hayatın Olsun

Kur’an’da meleklerin Âdem (as) secdesinden bahsedilir.979 Bu sûrede de (4. ve 100. âyette) Hz. Yûsuf’a yapılan secdeden bahsediliyor. Bu âyetlere baktığımızda, Kur’an’ın secde kelimesini Allah’a yapılan secde anlamından ayrı olarak, saygı, hürmet ve hizmet anlamında insanlar için de kullandığını öğreniyoruz.

Bu âyette anlatılan rüyada Hz. Yûsuf’a yapılan secde, onun manevi şahsiyetine yapılan bir secdedir. Yani dürüst, güvenilir ve liyakat sahibi bir insan olarak ulaştığı hedefte sahip olduğu makama yapılan sembolik bir secdedir.

Bu rüyaya işin başı dersek, Allah (cc) işin başında ona işin sonunu; ulaşacağı hedefi ve çıkacağı zirveyi gösteriyor.

Bu rüya Yûsuf tarafından babası Yakup’a anlatıldığında onun bu rüyadan anladığı şeylerden biri de (kuvvetle ihtimal) şuydu: “Yûsuf öyle güzel bir hayat yaşayacak ki, onun hayatı en güzel kıssanın konusu olacak. Anne-babasının ona olan sevgisi artarken, saygıları da artacak. Onu kıskanan ona haset eden kardeşleri de gün gelecek onun karşısında secde edecek yani saygıyla eğilecekler.”

Hz. Yakup’un bu rüyadan anladığı şeylerden biri bu olduğu için, Hz. Yûsuf’u “bu rüyayı kardeşlerine anlatma” diye uyardı.

Şimdi burada bizim geleceğimiz nokta şu: Bu rüya bize ve bizim çocuklarımıza ne diyor?

Bu rüya her dedeye ve nineye, her anne ve babaya şunu diyor: Çocuklarınızın böyle bir rüya görmesini beklemeden, bu rüyayı erken yaşlarında hedef olarak önüne koyun.

Burada soru şu: Bu rüya çocuklarımızın önüne hedef olarak nasıl konulabilir? Biz bu konuya çocuk kitaplarımızda980geniş olarak değindik.

Burada çok kısa olarak şunları ifade edelim.

Bu konuda kitaplarımızda anlattığımız birçok şeyi yaptıktan sonra çocuğunuza şunu derseniz: “Yavrucuğum, anne baban olarak bizler senin bulunduğun her ortamda sayılan, sevilen, ilmine irfanına hürmet edilen bir insan olmanı istiyoruz. Bu hedefe ulaşman için de öncesinde şunları şunları yapman için elimizden gelen her desteği sana vermeye hazırız…”

Hayatın Sonunu Baştan Gösterme Yöntemi: Vizyon Eğitimi

4. âyetten pedagojik bir yöntem çıkaracaksak, onlardan birine “(hedef) vizyon eğitimi” diyoruz.

Allah’ın (cc) hayatının sonunda Hz. Yûsuf’u nasıl görmek istiyorsa, 4 âyet ile hayatının başında onun önüne öyle bir hedef koyuyor.981

Bu hedefe “vizyon” diyoruz. Vizyon eğitimini çocuğa verirken, belli bir yaşa geldiğinde şu soruları kendisine sorması ve cevabını kendinin vermesini istiyoruz.

Normalde hiçbir çocuk bu soruya “İnsanlar beni saygısız, kaba, yalancı, sahtekar, güvenilmez, tembel, başkasının sırtından geçinen, başkalarına fayda vermeyen, egoist, bencil ve cimri biri olarak tanısın ve tanıtsın.” demez.

Mutlaka ideallerini seslendirir.

İşte biz büyükler burada devreye girecek ve çocuklarımıza hayat yolunun başındayken hayalen onu hayat yolunun sonuna götürecek ve şu soruyu soracağız, “Sahip olmak istediğin vizyona (hedefe) hedefe giden yolda, misyonunu (yapılması gerekenleri) yerine getiriyor musun?”

Bizim dipnotta ismini verdiğimiz kitaplarla bu eğitimi çeşitlendirebiliriz… Özetlersek, büyük küçük her insan, Allah ömür verirse, yaşayacağı hayatın hangi yaşında olursa olsun, hayalen 80 yaşına gitmeli ve oradan dönüp geriye bir bakmalı, ben bu dünyadan giderken geriye nasıl bir miras bırakacağım?

Bilinçli insanlar bu miras için yaşarlar. Bilirlerle ki her insanın vefatından sonra adı “geçmiş” olacak bu miras, her insanı ahirette nereye gideceğini belirleyecek. Adı geçmiş olacak olan bu miras Allah’ın ahirette ona vereceği ödülün referansı olacak.

Bu Âyet ile Bu Konuların Ne Alakası Var?

Biz bu tefsir çalışmasında yer yer şunu ifade ettik; Kur’an’da bir şey varsa -biz bugün anlasak da anlamasak da- onun mutlaka bir hikmeti vardır.

4. âyeti okuyan her Müslüman (dede-nine, anne-baba, amca, dayı, hala, teyze… bu âyetten şunu anlayabilir: Hayat yolunun başında Yûsuf’un önüne bu rüya üzerinden hedef koyan Allah, bize de benzer hedefleri sizler de koyun diyor.”

Evet, “Kur’an’da bu âyet niye var?” sorusuna verilecek cevaplardan biri de budur. Bu âyeti böyle anlamak “âyette olanı” anlamaktır.

Biz bu tefsir çalışmasını tam da bunun için yapıyoruz, Kur’an’da ne varsa, onların hayatın için her konuda bize rehberlik yapmak için var olduğuna inanıyoruz.

5. Âyet: Habil Öldü Ama Kabil’ler Yaşıyor

Halk arasında hemen hemen herkes tarafından bilinen Habil-Kabil kıssası Maide sûresinde982 geçiyor.

Olaya bir kurgu içinde bakarsak, Kur’an isimli bir haber kanalı var, bu kanal insanlık tarihinin başlangıcından iki haber veriyor; ikisinin konusu da kıskançlığın hasede dönüşmesi.

“İnsanlık tarihinin başındaki bu haberlerin, kıyamete kadar gelecek bütün insanlara mesajı nedir?” dersek,

İnsanlık tarihinde bu mesajların altına “el-hak doğrudur” diye imza atacak milyonlarca olay vardır.

Biz bu yazıyı yazarken gugul (Google) arama motoruna şöyle bir ifade yazdık: “Kıskandığı kardeşini öldürdü.” Ardından önümüze yüzlerce haber geldi.

Burada çok sayıda örneği temsilen üç kısa örnek vermek istiyoruz;

Bu örnekler bize şunu diyor: Kabil öldü ama Kabil’deki Kıskançlık ve Hased duygusu ölmedi. Bu duygu herkesin evinde vardır. Bu duygunun Hased’e dönüşme tehlikesi de her evde vardır. Bunun en net örneklerinden biri de Peygamber evi olan Hz. Yakup’un evidir.

Hz. Yakup’un Evindeki Habil ve Kabil

Hz. Yakup'un aile yapısı, kıskançlığın ve kardeşler arası çekişmenin nasıl tehlikeli boyutlara ulaşabileceğini gösteren bir örnektir. Hz. Yakup iki eşi Rahel ve Lea’nın yanı sıra, bu eşlerinin cariyeleri olan Bilha ve Zilpa ile birlikte toplamda dört kadınla evlenmiştir. Bu evliliklerden doğan 12 oğul, Yakup'un soyunun devamını temsil eder.

Her ailede olan kıskançlık bu evde de vardı. Hz. Yakup bu evde olan kıskançlığın hasede dönüşme ihtimalini bildiği için âyette geçen “bu rüyayı kardeşlerine anlatma” ifadesiyle bu konuda tedbir aldı.

Hz. Yakup’un evindeki bu durum, insanlık tarihinin en eski kıssalarından biri olan Habil ve Kabil’in hikâyesini aklımıza getirir. Yûsuf ve Bünyamin, saflıkları ve masumiyetleriyle Habil’i temsil ederken, üvey kardeşleri içlerindeki kıskançlığı hasede dönüştürmeleriyle bize Kabil’i hatırlatır.

Bu âyeti takip eden âyetlerde göreceğiz, Hz. Yakup’un ailesinde yaşananlar, kardeşler arasındaki kıskançlığın ve çatışmanın, kontrol edilmediğinde nasıl yıkıcı sonuçlara yol açabileceğinin bir örneğidir.

Kıskançlık ve Hasedin Analizi

Bir yerde “Neden ben değil de o daha çok seviliyor? Neden ona benden daha fazla değer ve önem veriliyor? Benim ondan neyim eksik? Onun yerinde ben de olabilirdim...” gibi sorular soruluyorsa orada iki şey vardır:

Bu düşüncenin analizine ve sonuçlarına 8 ve 9. âyetlerde devam edeceğiz.

“Kardeşlerin Değil, Şeytan Düşman”

5. âyetin sonunda geçen “şeytan insana apaçık düşmandır” ifadesi “kardeşlerin sana apaçık düşmandır” şeklinde gelmiyor.

Aslında bu ifade şöyle de gelebilirdi, “Yavrucuğum, kardeşlerin seni sevmiyor, seni kıskanıyor, o yüzden seni düşmanları olarak görüyorlar.”

Hz. Yakup’un böyle dememesi üzerinden bize şöyle bir mesaj veriliyor: “Kardeş-kardeşe ne kadar kötü davransa da siz anne-baba olarak onları birbirine düşman (iyiliğini istemeyen biri) olarak tanımlamayın.”

Biz bu konuya daha önce Nas sûresinin 1-6 âyetlerinin tefsirini yaparken “Dosta Dönüşme İhtimali Sıfır Olan Düşman: Şeytan” başlığı altında değinmiş ve özetle şunları demiştik: Kur’an’da peygamber kıssalarında iman edenlere düşmanlık yapan kişileri görüyoruz ama Kur’an oradaki hiçbir insan için isim vererek “Falan, filan sizin apaçık düşmanınızdır.” demiyor. Düşman tanımı yaptığında görünen hiçbir insanı hedefe koymazken, görünmeyen bir varlık olan şeytanı hedefe koyuyor.

Bunun üzerinden verilen mesajlardan biri şu: Ey insanlar! Sizin dosta dönüşme ihtimali sıfır olan tek düşmanınız şeytandır. Onun dışında insanlar arasından size bugün düşmanlık yapanların yarın dosta dönüşme ihtimalleri her zaman vardır. Peygamberler tarihinde, Peygamberler tebliğe başladığında onların karşısında olup onlara düşmanlık yapan birçok insanın sonradan hidayete ermesi, nice küs olanların sonradan barışıp canciğer dost olması bu gerçeğin şahididir. O yüzden bu konuda size şu âyet rehberiniz olsun ‘İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen (sana kötülük yapana; gönül kırmadan, rencide etmeden, tahrik etmeden iyilikle ve tatlı dille karşılık ver... kısaca) kötülüğü en güzel bir şekilde sav; işte o zaman seninle arasında (kin ve) düşmanlık bulunan kişinin sanki birdenbire sımsıcak bir dosta dönüştüğünü görürsün.’983

Vahye muhatap olan bir peygamber olduğu için bu mesaj Hz. Yakup tarafından da biliniyordu o yüzden, Yûsuf’a kardeşlerini değil, şeytanı apaçık düşman olarak tanımladı. Yûsuf da bu tanıma göre hareket etti, kardeşleri düşmanca hareketler sergilese bile o onlara düşmanlık yapmadı, o kötülüğü en güzel şekilde savdı ve bugün düşmanlık yapan abileri, yarın yaptıklarının pişmanlığını yaşayarak ona dost oldular.”

Özetlersek, 5. âyet bütün anne-babalara şunu diyor: Evinizde çocuklarınız birbirleri kötü davranabilir. Siz onların birbirini düşman olarak göreceği bir dil kullanmaktan sakının.

6. Âyet: Peygamberlik Yolunda Hazırlık

Bazıları bu âyetten ve Hz. Yûsuf’a kuyuda vahyin geldiğini anlatan 15. âyetten yola çıkarak ona peygamberliğin çocuk yaşta verildiğini söylüyor.

Bunu kabul etmenin önünde iki engel var.

O yüzden biz gördüğü rüya dahil bu âyetin Hz. Yûsuf’u zihnen kalben o göreve hazırlamaya yönelik olduğunu düşünüyoruz.

Tam olarak benzemese bile büyük bir holding sahibinin kendisine varis olacak çocuğuna “Yavrucuğum, biz üç kuşaktır bu işi yapıyoruz, sen de dördüncü kuşak olarak bu işi yapacaksın. Şimdiden kendini hazırla.” demesine benziyor.

Bunlarla birlikte âyeti dikkatli okuduğumuzda Yûsuf’a verilen haberin gelecek zamanı da içine alacak şekilde geniş zaman diliyle ifade edildiğini görüyoruz.

Ayrıca gelecek âyetlerde Hz. Yakup’un bir baba olarak Hz. Yûsuf’tan yaşının üstünde bir davranış beklemediğini, onun kırda bayırda oynayarak yaşına uygun davranmasının önünü açtığını görüyoruz.

Bütün bunlardan yola çıkarak bu âyetin Hz. Yûsuf’u gelecekte yükleneceği vazifeye hazırladığını ifade ediyoruz.

Te’vil-i Ehadis

Bu sûrenin en önemli kavramlardan biri olan ve olayların/hadiselerin tevili anlamında gelen “Te’vil-i ehadis” kavramı bu âyette geçiyor.

Bununla birlikte şu bilgiyi de verelim, Kur’an’da dokuz yerde geçen “te’vil” kelimesinin yedisi bu sûrede geçiyor. Sûrenin bu özelliği bu kavramı, Kur’an’ın en önemli kavramlardan biri haline getiriyor.

Biz tevil kelimesi hakkında Mealimizin baş tarafında Meal Okuma Rehberinde (sayfa 46) bilgi vermiştik.

Bu kavram hakkında geniş bilgiyi bu sûrede 2. kere geçtiği 21. âyette vereceğiz.

Alîm ve Hakîm Esması: Hz. Yûsuf'un Hayatında İlim ve Hikmetin Tezahürü

Kur’an’ın genelinde Alîm ismi 153 defa geçiyor. Bunlardan 55’inde Hakîm ismiyle birlikte geliyor. Hakîm ismi de Kur’an’da 97 defa geçiyor. Bunların 91’inde Allah’ın ismi olarak geliyor.

Bu sûrede Alîm ismini 6, Hakim ismini üç defa görüyoruz. 111âyeti olan bu sûreden Alîm ismi en fazla geçen ve en baskın isim olarak öne çıkıyor.

Bunun özel bir sebebi var mı? Var.

Biz bu sûrede Hz. Yûsuf’u her ne kadar bir peygamber olarak okusak da aslında bu sûrede karşımızda bir peygamber hayatından daha fazlası var. Onun hikayesinde, onu insan psikolojisinin derinliklerini, pedagojinin inceliklerini, sosyolojinin dinamiklerini ve ekonominin hassas dengelerini bilen çok yönlü vizyon sahibi bir insan olarak görüyoruz.

Onun bu özellikleri hem Allah’ın Alîm ve Hakîm isimleriyle hem de onun "te'vil-i ehadis" yeteneğiyle, yani olayların gidişatını öngörme ve yönlendirme kabiliyetiyle doğrudan bağlantılı.

Bu sûre boyunca Hz. Yûsuf'u bazen bir öğretmen olarak görüyoruz; kardeşlerine ve hapishane arkadaşlarına hayat dersleri veriyor. Bazen bir danışman; Mısır kralının rüyasını yorumluyor ve ekonomik kriz yönetimi hakkında tavsiyelerde bulunuyor. Bazen de bir yönetici ve lider; Mısır'ın hazinelerini yönetiyor ve ülkeyi kıtlıktan kurtarıyor.

Özetlersek, bu âyette öne çıkan Alîm ve Hakîm esması Hz. Yûsuf’ta tecelli ederken bize de şu mesajı veriyor: Bu kıssayı okumak için okumayın, bu kıssada Hz. Yûsuf’u başarılı bir yönetici yapan özellikleri ve güzellikleri çağınıza taşımak için okuyun.

7. Âyet: Yûsuf Sûresindeki Manevi Rezerv

Bu âyet Hz. Yûsuf sûresindeki manevi rezerve dikkat çekiyor. Bu dikkat çekmeyi 3. âyette geçen “Kıssaların en güzel ifadesiyle” birlikte okursak, buraya kadar yaptığımız yorumlarda, sûreden öğrendiklerimize bakarsak, bu sûrede muhteşem bir zenginlik var.

Bu rezervin olduğu âyetlere tefekkür denilen sondajı vurduğumuzda âyette bahsedilen ibret verici derslerin büyük bir kısmına ulaşacağımıza, onları kendi çağımıza taşıyabileceğimize, Hz. Yûsuf’un geçmişte kalmadığına, geleceği inşa etme noktasında erkek-kadın tüm Müslümanlara rol model olabileceğine inanıyoruz.

8-20 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

8. 9. Âyet: “Hz. Yakup Çocuk Yetiştirirken Hata Yaptı mı?”

Bu bölümde başlıktaki sorunun yanına şunları da koyabiliriz;

Bu sorulara cevap verirken üç noktanın bilinmesinde fayda görüyoruz.

Not: Neden Ayrıntılara Giriyoruz

Bazılarının aklına gelebilir: Birçok meal ve tefsirde üzerinde durulmayan bu ayrıntılara biz neden giriyoruz?

Çünkü tefsir yapmak bunu gerektiriyor. Kur’an’ı yüzünden okuyanlar için bu ayrıntılar gereksiz olabilir ama Kur’an’ı özünden okurken aklına birtakım sorular gelenler için bu ayrıntıların cevabı önem arz ediyor.

Birinci Nokta: Toplumda Geleneksel Aile Yapısı

Hz. Yakup’un M. Ö.1700’lü yıllarda yaşadığı tahmin ediliyor. Onun yaşadığı asırda, içinde bulunduğu toplumun yapısını anlamak için bir ortam okuması yaparsak, şunları söylemek mümkün.

Bunları dikkate aldığımızda, bugünden bakarak o günün aile yapısı için şunu diyebiliriz: Çocuklu bir ailede çocuklar arasında kıskançlığın olmama ihtimali neredeyse yok gibidir. O günün şartlarda -istisnaları olabilir- aile yapılarında ortam kıskançlığın ve buna bağlı başka sorunlar için çok müsaitti.

İkinci Nokta: Bu Ortamda Hz. Yakup’un Aile Yapısı

Yukarıda kısaca değinmiştik hem Kur’an’a hem de Tevrat’a göre Hz. Yakup’un dört evlilikten 12 erkek çocuğu vardı.

Burada soru şu: Kız çocuğu var mıydı? Tevrat âyetlerine göre984 Dina isminde bir kız çocuğu var.

O günün dünyasında erkeklerin öne çıktığını kız çocuklarına da var-yok arası bir muamele yapıldığını dikkate aldığımızda, Hz. Yakup’un birden fazla kız çocuğun olduğunu ve bunların tarihi kayıtlarda öne çıkmadığını tahmin edebiliriz.

Şimdi 12 çocuğun yanına en az 10 tane kız çocuğu daha koyduğumuzda böyle bir ailede kıskançlığın kaçınılmaz olduğunu söylemek mümkün.

Üçüncü Nokta: Hz. Yakup’un Çocukları Arasındaki Yaş Farkı

Burada bazı tahminler yapacağız. Bu âyetlerde yaşanan konuların geçtiği zaman diliminde Hz. Yakup tahminen 100 küsur, Bünyamin 10, Yûsuf 17 yaşlarındaydı. Üvey abilerinin yaş ortalamaları da 25-30 civarındaydı. O zaman diliminde evliliklerin erken olduğunu dikkate aldığımızda, bu abilerden bazılarının evli ve çocuk sahibi olduğunu söylemek mümkün.

Dördüncü Nokta: Bir Peygamber Olan Hz. Yakup Çocuklarını Yetiştirirken Hata Yaptı mı?

Bu konuda Peygamberler hakkında daha önce yapmış olduğumuz değerlendirmelerin hatırlanması çok büyük önem arz ediyor.985

Peygamberlerin ismet sıfatı; hatadan korunma, hata yapmama gibi bir sıfatları vardır. Ama bu sıfat onları melek yapmıyor. Çünkü peygamberler hata yapmaktan korunmuş demek, “Allah’tan aldıkları vahyi hatasız alır, sıfır hata ile ümmetlerine aktarır.” demektir. Ama “Sıfır hata ile yaşarlar” demek değildir. Çünkü her peygamber peygamber olmanın yanında aynı zamanda beşerdir onlar da hata yapabilir.

Bu temel bilgiyi başa koyduğumuzda Hz. Yakup hem çocuklarını yetiştirirken hem de başka konularda hata yapmış olabilir. Bu noktada onun için hatasız ve kusursuz demek hayatın gerçekleriyle uyumlu olmaz.

Bu açıklamalardan sonra, gelelim başlıktaki soruya,

Hz. Yakup Çocuk Yetiştirirken Hata Yaptı mı?

Bizim bu soruya cevabımız şu: Hz. Yakup bilerek ve isteyerek bir hata yapmadı. Neden bu kadar net konuşuyoruz. Çünkü o Allah tarafından seçilen bir peygamber. Evet, insan mükemmel değildir, Allah peygamber seçerken mükemmellik şartı aramaz ama Allah (cc) önüne gelen her insanı da peygamber olarak seçmez. Onun seçtiği her peygamberin yaşadığı toplumda bütün insanlara ve o insanlar içinde ailesine örnek olma vasfı vardır.

Bu kesin bilgidir. Bunun aksini düşünmek günümüzde bir cumhuriyet savcısının geçmişte 10 sabıkası olduğu halde o işi yaptığını kabul etmeye benzer.

Bu tespiti yaptıktan sonra şu tespitle devam edelim.

Hz. Yakup Çocuklarına Eşit Değil Adil Sevgi Verdi

Yukarıda Hz. Yakup’un aile yapısını vermiştik. O yapıda homojen (aynı) değil heterojen (farklı) bir ortam var. Yani ailesindeki çocukların yaş farkları arasında büyük fark var; Hz. Yakup aynı ailede hem ufak çocuklara hem de yetişkinlere babalık yapıyor.

Böyle bir babadan eşit sevgi beklenmez. Böyle bir babadan adil sevgi beklenir.

Bu noktada konuyu biraz daha genişletmek istiyoruz. Geçmişte ve günümüzde anne-babaların çocuklarına eşit sevgi verip vermemeleri çok tartışılan bir konudur.

Öncelikle şunu ifade edelim, belki istisnası vardır ama anne babaların çocuklarına eşit sevgi vermesi hem imkansızdır hem de doğru değildir.

İçinde ilginin de olduğu sevgi eşit verilmez, ihtiyaca göre ve adil bir şekilde verilir.

Çok çocuklu ailelerde çocuğa ilgi ve sevgi vermek çocuğa yaşına göre harçlık vermeye, yaşına göre (besin/gıda) yemek vermeye, özel durumuna göre özel ilgi vermeye benzer.

Bunları kısaca açalım. Yaşları ve ihtiyaçları farklı çocuklar eşit miktarda harçlık ve yemek vermenin doğru olmadığı, olması gerekenin ihtiyaç kadar olacağı hemen hemen herkesin ortak kabulüdür.

Özel duruma gelince çocuk engelli olabilir, bazı şeyleri kendisi yapamıyor olabilir. Bunun yanında bazı çocuklar okul derslerinde ve bazı becerilerinde diğerlerine göre geride olabilir. Burada da eşitliğin adalet olmayacağı, adaletin ihtiyaç kadar ilgi olacağı açıktır.

Bu açıklamalardan sonra tekrar Hz. Yakup ve ailesine gelelim.

Bu ailede yaşları ufak olan çocuklara verilecek ilgi ve sevgiyle yetişkin evli barklı çocuklara verilecek ilgi ve sevginin eşit olması değil, ihtiyaç yani adil bir şekilde verilmesi beklenir.

Ayrıca iki durum daha var.

İşte Hz. Yakup (as) bütün bunları bildiği ve dikkate aldığı için çocuklarına eşit değil, adil sevgi veriyor. O bilerek ve isteyerek hata yapmıyor. Maalesef bu gerçekleri görmeyen bilmeyen ve nefislerinin kötü arzularına uyan çocukları büyük bir değerlendirme hatası yapıyor.

Düşüncede başlayan bu hata, gelecek âyetlerde eyleme doğru gidiyor.

Fakat ilginç bir nokta var, ona aşağıdaki başlıkta işaret edelim.

Görünen Niyetin Arkasındaki, Görünmeyen Niyet

Âyetleri düz bir şekilde okursak, üvey abilerin baba bir anne ayrı kardeşlerini kıskandığını görüyoruz.

Ama yukarıda “Üçüncü Nokta: Hz. Yakup’un Çocukları Arasındaki Yaş Farkı” başlığı altında yaptığımız değerlendirmelerle birlikte bu âyetleri okuduğumuzda görünenin arkasında başka bir niyetin olduğunu anlıyoruz.

Çünkü kıskanılan çocukların yaş ortalamasına 15, kıskananların yaş ortalamasına 25 dersek normal şartlarda bu abiler şöyle de diyebilirlerdi: “Biz çocuk değiliz, bizler kucakta sevilecek yaşları çoktan geçtik. Şu anda içimizde evli olup çoluk çocuk sevenler var. Yûsuf ve Bünyamin daha çocuk. Hem annelerini de yeni kaybettiler. O yüzden babamızın onlara bizden fazla sevgi ve ilgi göstermesi gayet doğal…” böyle demiyorlar.

Kur’an görünen niyeti bize gösterirken, onun arkasındaki görünmeyen niyeti bulmayı bize bırakıyor.

O niyetin izini aşağıdaki başlıkta takip edelim.

Sebep Masum Kıskançlık mı, Yoksa Başka Bir Şey mi?

4-6 arası âyetleri bir kere daha hatırlayalım. Orada Yûsuf bir rüya görüyor, babası dolaylı olarak Yûsuf’a bir müjde veriyor ve ona “aramızdaki konuşmaları kardeşlerine söyleme” diye tembih ediyor.

Bu anlatılanlar babası ve Yûsuf arasında kalsa bile, Hz. Yakup’un büyük oğulları babalarının, dedeleri İshak’ın ve büyük dedeleri İbrahim’in peygamber olduğunu biliyorlar. Onların kendi çocuklarına Allah’ın verdiği peygamberlik görevini duyurduklarını da biliyorlar.

Böyle bir geçmişten yola çıkarak, az çok geleceği ve gelecekte peygamberliğin kime verileceğini tahmin ediyorlar.

Ve burada “Büyük “abi”ler olarak biz varken bu makam, bu görev, bu güç, bu miras neden bu çocuğa verilsin ki?” diyorlar.

Böyle diyebilirler mi?

Koca adam olmuş bu kişilerin “Babamız bizi daha çok sevsin” diyerek bir cinayete teşebbüs etmeleri makul bir sebep gibi görünmüyor,

Bu konuda Tevrat’ta geçen âyetlere baktığımızda Üvey kardeşlerin Yûsuf’un babasına anlattığı rüyayı duyduklarını ve onu kuyuya atınca “bakalım onun rüyaları ne olacak” dediklerini öğreniyoruz.986

Önceki anlattıklarımızı bunlarla birlikte değerlendirdiğimizde, asıl niyetin başka olduğunu görüyoruz.

Bu niyetin adına “İktidar mücadelesi” (gücü ve makamı elde etme) dersek.

Aslında, vizyonu ve misyonu ile böyle bir niyetten çok uzak olan peygamberlik birçokları tarafından “iktidar mücadelesi” olarak anlaşılmış. Peygamberler geldikleri toplumlarda o toplumun ileri gelenleri tarafından, kendi konumlarını elde etmek için “din maskesi takan iktidar heveslisi” olarak değerlendirilmiş, böyle bir değerlendirme sonucunda Allah birine peygamberlik verecekse bunun kendileri olacağını ifade etmişlerdir.987

Özetlersek, Yûsuf’un üvey abileri peygamberliği bir güç ve makam sahibi olmak şeklinde anladıkları için küçük kardeşlerini kendilerine rakip olarak görüyor, rakiplerini ortadan kaldırmak için de her yolu mubah görüyorlar. (Allahü a’lem)

10. Âyet: Allah’ın Hayata Müdahalesi Nasıl Olur?

Tâhâ sûresi 41. âyette “yazgıya göre (bugün bu makama) geldin ey Mûsâ!” şeklinde bir ifade geçmişti, biz de o ifade vesilesiyle “Allah’ın Evrene ve İnsan Hayatına Müdahalesi Nasıl Oluyor?” başlığı altında bir değerlendirme yapmıştık. O değerlendirmenin okunmasını önemle tavsiye ederek burada yeni değerlendirmeler yapmak istiyoruz.

Allah (cc) hayata her an müdahale eder. Bu muhteşem bir şeydir. Milyarlarca farklı işi aynı anda yapar. O kadar farklı işle ilgilenirken de her insanla da ayrı ilgilenir. Her insanın iradesini dikkate alır, onun tercihine göre bir takdir yapar. Bu gerçeğin farkında olan insanlar Allah-insan ilişkisinde kişiye özel muamele bir şekilde hissederler.

Kur’an’da bunun örneklerini görürüz.988 Fakat bu müdahalelerin hiçbirinde insanın iradesi devre dışı kalmaz, hiçbir insan “ben bu işi zorla yaptım” demez. Genelde bu müdahale insanda var olan donanımın vicdan, merhamet, pişmanlık gibi parçaları üzerinden olur.

Basiret ve feraset sahibi insanların fark ettiği bu dokunuşlara bir film senaryosu gibi bakarsak, senaristin ufacık bir müdahalesi, bütün filmin akışını siyahtan beyaza, beyazdan siyaha çevirebilir.

Bu ön bilgiden sonra, bu soyut ifadelerimizi somut bir örnek üzerinden anlatmak için âyetin tefsirine geçebiliriz.

Senarist Senaryoya Müdahale Etmese Ne Olurdu?

Bu kıssanın 10 âyetini bir film senaryosundan bir cümle gibi okuyalım.

Senaryo şöyle olsaydı, “İçlerinden biri Yûsuf’u kuyuya atalım, kervanlardan biri onu alıp götürür” deyince, bir başkası şöyle dedi: Hayır, sakın böyle yapmayalım. Ya ölmezse ya yarın bir yerde karşımıza çıkarsa. O zaman yaptığımız bütün plan bozulur. O yüzden öldürelim ve öldüğünü de şu gözlerimizle görelim…”

Eğer senaryo böyle olsaydı, filmin devamı (ihtimal) şöyle olacaktı. Yûsuf ve ailesi Mısar’a gidemeyecek, İsrailoğllarının soyu Mısır’da devam etmeyecek, tarih sahnesinde bir Musa-firavun kıssası olmayacak… biz bugün bambaşka bir İsrailoğuları tarihi okuyacaktık…

Senaristin ufak bir dokunuşu koskoca tarihinin akışını değiştirdi.

Bize göre bu kıssada da en önemli kırılma noktalarından biri burası.

Hayatın İçinde İnsan Doğasının Resmi

Bu ve benzeri âyetlerden insan doğasının resmini görüyoruz. Öğretmenlik yapanlar bilirler, 20 öğrenci bir sınıfta (önceden bir seçme yapmadan) bir araya gelmişse en az birbirinden ayrı 20 farklı karakter de bir araya gelmiştir. O sınıfta en çalışkan, en tembel, en uslu, en yaramaz, en sevimli en sevimsiz, en gaddar, en merhametli, en kaba, en nazik… gibi farklı insan tipleri bir araya gelmiştir.

Bunun bir örneğini bu âyette olduğu gibi suç örgütlerinde de görürüz. Genelde yapılan haksızlıklara içlerinden biri dayanamaz ya o an ya ondan sonra bir şekilde tepki verir. O kişinin yaşadığı vicdan azabı o örgütün suç işlemeden önce veya sonra yakalanmasını sağlar.

Bunun bir benzerini İniş sırasından yaptığımız okumada 2. sûre olan Kalem sûresinin 28. âyetinde görmüştük. “Onların (içlerinde) en akl-ı selim sahibi olanı (ve onları daha önce de defalarca uyaranı) şöyle dedi, “Ben size İnşaallah diyelim dememiş miydim?”

Rubin “Öldürmeyelim” Diyor

Tevrat’tan yaptığımız okumada burada “öldürmeyelim” diyen abinin isminin Rubin olduğu öğreniyoruz. Tevrat’taki âyetlere göre Rubin sadece “öldürmeyelim” demekle kalmıyor. Rubin Yûsuf’u kuyuya attıktan sonra geri dönüyor. Onu arıyor bulamıyor. Satıldığını anlıyor. Mısır’da kıtlık yaşandığında tekrar bu olayı hatırlatarak özeleştiri yapıyor.989

Bu sûrenin 80. âyetinde Rubin ile ilgili şöyle bir şey detay daha var ki, bu detay Tevrat’ta geçen bütün âyetlerin de referansı oluyor.

“İçlerinden en büyüğü (–ki daha önce Yûsuf’un kuyuya atılmasına karşı çıkan da oydu– büyük bir üzüntü içinde kardeşlerine) dedi ki: “Allah’ı şahit tutarak Babanıza (Bünyamin’i sağ salim geri getirme konusunda) verdiğiniz sözü ve daha önce Yûsuf’a yaptığınız kötülüğü unuttunuz mu? (Bütün bunlar ortadayken, biz şimdi babamızın yüzüne nasıl bakarız?) Babam bana (“Yanında kardeşin olmasa da gelebilirsin” diye) izin verinceye (kadar) veya Allah hakkımda bir hüküm verinceye kadar buradan asla ayrılmayacağım. (Çünkü) O hükmedenlerin en hayırlısıdır.”

Özetlersek, ufak bir ayrıntı gibi görülen Rubin’in bu davranışı, koskoca bir tarihin akışını değiştiriyor. Bu ufacık ayrıntı bütün zamanlara “Allah’tan ümit kesilmez.” mesajını bir kere daha çok güçlü bir şekilde veriyor.

11. 12. Âyet: Kur’an’ın Bizi Senaryoya Dahil Etme Yöntemi

Kur’an kıssaları genelde böyledir; Allah (cc) kıssaları genelde oldukça kısa anlatır. Anlattığı yerlerde bazen bilerek boşluklar bırakır. Bunun hikmetlerinden biri de okuyucuyu kıssanın içine çekmek, o boşlukları onun doldurmasını sağlamaktır. Böyle okunan bir kıssada okuyanın ilmi derinliğini manevi zenginliği kıssaya yansır. Bu yansıma ile kişi kıssayı içselleştirir, kendini kıssanın bir parçası gibi görür ve o kıssanın okuyanın yaşadığı çağa taşınması ve o çağda yaşanması bir şekilde gerçekleşmiş olur.

11. âyeti 12 ile birlikte okuduğumuzda konuyu şöyle anlıyoruz. Yûsuf’un abileri, onu kıra götürmek için babalarından izin istiyor, babaları -onlara güvenmediğini hissettirecek şekilde- onlara izin vermiyor. Âyette geçmeyen bu izin verilmeyince, 12. âyette “İzin vermiyorsun eğer o istediğimiz izni verirsen şöyle şöyle faydası olacak” şeklinde ilk istenen izne vurgu yapılıyor.

Özetlersek, biraz düşününce ikinci izinden önce bir iznin istenmiş olduğunu anlıyoruz.

13. 14. Âyet: Hz. Yakup’un Aklına Gelen Başına mı Geldi?

Halk arasında olumsuz hadiseler gerçekleşmeden önce konuşulduğunda “Ağzından yel alsın. Allah korusun. Şeytanın kulağına kurşun. Sus, konuşma yoksa aklına gelen başına gelir...” gibi ifadeler duyarız.

Bunlar “Halk arasında üzerinde düşünülmeden konuşulan sözler” başlığı altında değerlendirilecek sözlerden bazıları.

İnsanın başına gelenler aklına geldiği için gelmez. Tam aksine o tür ihtimallerin bir kısmı baştan düşünülmediği için başa gelebilir.

Bunun hayatın içinde yüzlerce örneği vardır.

Bu örneklerden sonra hiç kimse,

Bu meslek grupları, kendi alanlarında olabilme ihtimali olan bütün hadiseleri olmadan önce akla getirip tedbir alabildikleri nispette başarılı oluyorlar. Bu ihtimali aklımıza hiç getirmemiştik dedikleri alanlarda da başarısız oluyorlar.

Hz. Yakup, Dedesi İbrahim Gibi Rasyonel Bir Peygamber

Hz. İbrahim, Hz. Yakup’un büyükbabası. Konumuz bu peygamberler olduğu için başlıktaki ifadeyi kullandık. Aslında her peygamber rasyoneldir. Yani aklını kullanır ve alınması gereken her tedbiri almaya çalışır.

Şunu çok rahat söyleyebiliriz; Allah’ın dünyaya gönderdiği peygamberlerin tamamı günümüzde yaşasaydı,

Konuya bu açıdan bakarsak her Müslümanın önünde iki sünnet vardır. Bu sünnetlere şu başlık altında devam edelim.

Sünnetullah ile Sünnet-i Resûllullah Arasındaki İlişki

Sünnet kelimesinin yol manasına geldiğini hatırlarsak,

Bu açıklamayı yaptıktan sonra şunu çok rahat ifade edebiliriz. Her peygamberin gönderiliş amacı sünnetullaha ait yasaların/kuralların geçerli olduğu dünyada bizlere, o yasalara uygun olarak yaşamada rehberlik yapmalarıdır.

Konuya şu başlıkla devam edelim,

Tedbir ve Tevekkül Arasındaki Denge

Hz. Yakup sünnetullahı dikkate alarak yaşama noktasında azami gayret göstermiştir. Olma ihtimali olan bazı şeyleri önceden dile getirerek onlara karşı tedbir almıştır.

Mesela Hz. Yûsuf kendisine gördüğü rüyayı anlattığında, “onu kardeşlerine anlatma” demesi bir tedbirdir. Bu âyetlerde gördüğümüz gibi abileri onu kıra götürmek istediklerinde isteksiz davranması bir tedbirdir.

Bu tedbirler işe yaradı mı? Yaramadı. Kardeşleri Hz. Yûsuf’u kuyuya attılar.

Peki Hz. Yakup bütün bunlardan sonra şöyle dedi mi?

“Ya aklıma gelen başıma geliyor, o yüzden bundan sonra olma ihtimali olan şeyleri aklıma getirmeyeceğim.” dedi mi? Hayır. Tedbir almaya devam etti mi? Evet.

Gelecek âyetlerde göreceğiz, (59-61) Hz. Yûsuf daha fazla erzak vermek için Bünyamin’i Mısır’a getirme şartı koştuğunda, Hz. Yakup bu konuda da tedbir alıyor. Bu tedbire ilaveten Mısır’a girerken ayrı kapılardan girmelerini söyleyerek de tedbir almaya devam ediyor (67, 68).

Peki, bütün bunlar bize ne diyor? Başkaları diyebilir ama bilinçli bir şekilde Kur’an okuyan Müslüman “Aklına gelen başına gelir.” sözünü söylemez. Alınması gereken tedbirleri alır. Aldığı tedbirler işe yaramasa bile tedbirini alıp Allah’a tevekküle devam eder.

15. Âyet: “Biz Orada Olsaydık Engel Olur muyduk?”

15. âyeti iki türlü okuyalım.

Soru şu yine de engel olur muyduk? İnsan doğası geleceği bilemediği için zahirinde şer gibi görünen hadislerin olmaması için hem baştan tedbir alır hem olacağı zaman da olmaması için elinden geleni yapar.

Yani orada olsaydık, engel olmaya çalışırdık.

Peki bu ve benzeri âyetler üzerinden Yûsuf kıssası bize ne diyor: “Başınıza gelme ihtimali olan ve gelen her hadise için tedbir alın, engel olmaya çalışın ama -işte bu ama çok önemli- olduktan sonra sakın ama sakın karamsarlığa kapılmayın, “battım, bittim, mahvoldum” demeyin.

Özetlersek, bu kıssa hem Mekke’nin Yûsuf’u olan Hz. Muhammed’e hem de bütün zamanlarda hedefine giderken şer gibi görünen hadiseler yaşayan çağının Yûsuf’larına şu mesajı veriyor: Sizin şer gibi gördüğünüz hadiseler gelecek hayırların müjdesi olabilir. Şer görünce yılmayın, durmayın onu hayra tedbil etmenin yollarına bakın.

Yufus’a Kuyuda Vahiy Geldi mi?

Yukarıda 6. âyetin tefsirini yaparken orada değindik. Bu sûrenin 22. âyetinde geçen “Olgunluk çağına erişince, Biz ona güçlü bir muhakeme yeteneği ve ilim verdik.” İfadesini dikkate aldığımızda, Hz. Yûsuf’un gördüğü rüyanın, babasından duyduğu müjdenin ve bu âyette kalbine ilham gelmesinin onu gelecekteki görevine hazırlamaya matuf olduğunu düşünüyoruz.

Bu açıklamalardan sonra başlıktaki sorunun cevabını gelirsek, Yûsuf’a gelen vahiy, adına ilham dediğimiz türden bir vahiy. Bu vahyin örneğini daha önce geçen Tâhâ sûresinin 38. âyetinde Hz. Musa’nın annesine gelen vahiyde görmüştük. Oraya bakılabilir.

16 -18. Âyet: Yûsuf’un Abilerinin Poliste Verdiği İfade İçin Bilirkişi Raporu

Bu âyetlerle ilgili yapacağımız değerlendirmede, Yûsuf kıssasındaki olayları günümüzde yaşanmış bir adli vaka olarak inceleyeceğiz.

Varsayalım ki, Yûsuf'un kardeşleri adam öldürmeye teşebbüsten gözaltına alınıyor. Karakolda polis, onların ifadesini alıyor ve olay savcılığa intikal ediyor. Savcı, iddianame hazırlamadan önce ifadeyi suç biliminde (kriminolojide) uzman bilirkişilerin incelemesini ve raporlandırmasını talep ediyor.

İşte bilirkişilerin verdikleri raporların özeti:

Adli Psikoloji Uzmanı

Kardeşlerin akşam karanlığında babalarına gelmeleri, suçluların karanlığı bir örtü olarak kullanarak suçu gizlemek istediklerini düşündürmektedir. Psikolojik araştırmalar, suçluların genellikle karanlıkta hareket ederek delilleri gizlemeye ve olayla ilgili kendi hikayelerini kurgulamak için zaman kazanmaya çalıştıklarını göstermektedir. Gecikme, bilinçli bir strateji olarak değerlendirilebilir; bu durum, suçluların psikolojik baskıyı azaltmak ve kendilerini daha rahat ifade etmek için zaman kazanmalarına olanak tanır.

Klinik Psikolog

Kardeşlerin ‘ağlayarak’ babalarına gelmeleri, duygusal manipülasyonun açık bir örneğidir. Suçlular, mağdur rolü oynayarak karşı tarafın duygusal durumunu etkilemeye çalışırlar. Bu, suçluluk psikolojisi bağlamında sıkça kullanılan bir taktiktir. Duygusal bir sahne oluşturarak, karşı tarafın empatinin etkisiyle daha az şüphelenmesini sağlamaya çalışırlar. Ayrıca, bu tür davranışlar, suçluların iç dünyalarında yaşadığı suçluluk duygusunun dışa yansıması olarak da değerlendirilebilir.

Adli Dilbilimci

Kardeşlerin ifadelerinde geçen "yarışmak için uzaklaştık, Yûsuf’u eşyaların yanında bıraktık" gibi gereksiz detaylar, yalan söyleyen kişilerin sıkça başvurduğu bir yöntemdir. Gerçek olayları anlatan kişiler genellikle daha sade ve öz ifadeler kullanır. Aşırı detaylandırma, olayın sahte olabileceği şüphesini doğurur. Adli dilbilim alanında yapılan çalışmalar, bu tür gereksiz detayların yalanın belirgin bir göstergesi olduğunu ortaya koymaktadır.

Kriminolog

“Her ne kadar doğruyu söylesek de sen bize inanmayacaksın” ifadesi, suçluların sıkça kullandığı bir ön savunma stratejisidir. Bu dil, soruşturmayı yürüten kişileri şüpheden uzaklaştırmak için kullanılır. Suçlular, suçlamadan önce kendilerini savunarak, karşı tarafın şüphelerini önceden bertaraf etmeye çalışır. Kriminolojik araştırmalar, bu tür ön savunmaların, suçluların suçluluklarını örtbas etme çabası olarak değerlendirildiğini göstermektedir.

Adli Tıp Uzmanı

Yûsuf’un gömleğindeki kan izleri incelendiğinde, ailenin verdiği DNA örnekleri ile gömlek üzerindeki kan izlerinin uyuşmadığı tespit edilmiştir. Bu durum, gömleğin üzerinde bulunan kanın Yûsuf’a ait olmadığını ve sanıkların sahte bir kanıt üretmeye çalıştıklarını göstermektedir.

Sonuç

Yapılan incelemeler ve uzman görüşleri doğrultusunda, Yûsuf’un kardeşlerinin ifadelerinde tutarsızlıklar ve manipülasyon izleri tespit edilmiştir. Bu durum, olayın detaylı bir şekilde araştırılması gerektiğini göstermektedir. Adli makamların, delilleri titizlikle inceleyerek gerçeği ortaya çıkarması büyük önem taşımaktadır.

Özetlersek, Yûsuf’un kardeşlerinin işledikleri suça günümüz adli soruşturma yöntemleriyle baktığımızda, yaptıkları eylemin son derece amatörce olduğunu, ifadelerinin inandırıcılıktan uzak, tutarsızlıkla dolu olduğunu görüyoruz.

Bu konuya aşağıdaki başlıkla devam edelim.

Orada Siz Olsaydınız 112’yi Arar mıydınız?

Böyle bir olay günümüzde olsa soruşturmanın nasıl olacağını yukarıda anlattık. Şimdi bu olaydaki bazı noktalara dikkat çekmek için, olayın gerçekleştiği anı günümüz diliyle anlatmaya çalışalım.

Böyle bir haber size gelse ilk yapacağınız ne olurdu?

Hemen 112 acil yardım hattını arayacaktınız. Sonrasında polis şüphelilerin (Yûsuf’un abilerinin) ayaküstü ifadesini alacaktı. Hemen olayın geçtiği alana gidilecekti, olay yeri inceleme ekipleri olay mahallinde suç delillerini ve ceset arayacaklardı.

Burada soru şu: Bu kıssanın gerçekleştiği zamanda buna benzer bir şey oldu mu?

Hayalen o asra gidelim ve bazı sorular soralım.

Bu olayı ilk duyduğunda Hz. Yakup ne demeliydi? Cevap: “Ceset nerede?”, “Ceset yok” denildiğinde ikinci olarak “Sabah ilk iş beni bu olayın gerçekleştiği yere götürün” demeliydi…

Kur’an’da ve Tevrat’ta bu tür sorularla ilgili bir bilgiye rastlamıyoruz.

İşte burada Kur’an’ın kıssa anlatma, anlattığı kıssalarda kasıtlı olarak boş bırakılan yerleri doldurma görevini okuyucuya bırakma tekniğini görüyoruz.

Biz bu olay karşısında çocuğunun ölüm haberini alan her babanın vereceği tepkileri Hz. Yakup’un da verdiğini, olayla ilgili merak ettiği her şeyi öğrenmek için gayret ettiğini düşünüyoruz.

Yûsuf’un abilerinin çok amatör bir hikaye uydurduklarını göstersek de bu tür boşlukları düşünmüş olabileceklerini tahmin ediyoruz.

Babalarının soruları karşısında “Babalarını sabah olay yerine götürmüş, orada yalanlarına devam ederek, “Kurt cesedi yedi, gece esen rüzgar bütün izleri sildi” demiş olabilirler.

Burada "Minareyi çalan kılıfını hazırlamıştır." deyimi tam olarak oturuyor. Çalınan kalem olsaydı, onu saklamak için kılıf bulmak kolay olurdu ama çalınan minare olunca, ona kılıf bulmak zor oluyor.

Buradaki olay amatörce kurgulanmış bir cinayet girişimiydi. Faillerin çok sayıda açıkları vardı ama ellerinden geldikleri kadar da onları kapatmaya çalıştıkları da bir gerçek.

Burada yeri gelmişken şunu da ifade edelim, bu tür işlerin uzmanı olan savcı ve polislerin ortak bir kabulü vardır: Kusursuz cinayet yoktur. Her katil geride ufak da olsa bir iz bırakır. Yani çalınan minarenin boyu uzadıkça, onu gizlemek zorlaşır.

19. 20 Âyet: Bu Bölümü Sinemada İzliyoruz

Kur’an kıssanın bu bölümlerini bize niye anlatıyor? Cevaplardan biri şu olabilir: Kıssanın duygulara yaptığı etkiyi daha fazla hissettirmek ve hisler üzerinden kıssanın verdiği mesajını daha etkili bir şekilde vermek istiyor.

Bu mesajı almak için bu bölüme bir sinema sahnesi olarak bakalım.

Sadece bu bölüme sinema diliyle bir isim verecek olsak, bu bölümün adı dram ve gerilim olurdu.

Varsayalım bir sinema salonundayız, film kardeşlerin Yûsuf’u kuyuya atmaya karar vermeleriyle dramatik hale geliyor. Seyirci bundan sonrasında “Acaba ne olacak?” diyerek geriliyor. Yûsuf kuyuya atıldığında dram ve gerilimle birlikte bilinmezler de artıyor. Bundan sonrası her ihtimale açık; biri az sonra gelip bulabilir ama günlerce de uğramayabilir. Hadi biri buldu nasıl davranacak? …

Bunları seyirci düşünürken, bunları bizzat yaşayan Yûsuf ne düşünüyor acaba?

Bu soruya aşağıdaki başlık altında değinelim.

Yûsuf Melek Değil Bir İnsan

Yûsuf’un rüya gördüğünü, babasının Yûsuf’a gelecekle ilgili birtakım müjdeler verdiğini, kuyuda ona ilham anlamında vahiy geldiğini biliyoruz ama Yûsuf her şeyden önce bir insan ve çocuk.

O yüzden abileri onu kuyuya atarken onlara şöyle dememiştir: “Bana ne yaparsanız yapın, sizden hiçbir korkum yok. Attığınız bu kuyudan Allah beni kurtaracak ve gelecekte peygamber yapacak...”

Böyle dese belki abileri planı değiştirecek, onu orada hemen öldürecekler. Kuyunun içine gelelim, Hz. Yûsuf bir melek değil. O bir insan; kuyuda korku ve endişe yaşaması gayet normal.

Ama biz bunların uzun sürmediğini düşünüyoruz. Çünkü Yûsuf bu noktada gördüğü rüyayı, babasının kendisine gelecekle ilgili verdiği müjdeyi, sonra 15. âyette kalbine gelen ilhamı düşünmüş olabilir. Bunlar onu sakinleştirip mütevekkil bir hale getirmiş olabilir. (Allahü a’lem)

Filmde Alîm İsmi Bize Ne Diyor?

19. âyette bu sûredeki altı Alîm isminden 2.si geçiyor. Bu âyete bir sinema sahnesi gibi bakarsak, Yûsuf kuyuya atılmış, bir kervan onu bulmak üzere. Seyircinin aklına çok sayıda soru geliyor: "Yûsuf'un kaderi ne olacak? Bu kervan ona yardım edecek mi yoksa onu köle olarak mı satacak?"

Bu sorularla birlikte heyecan dorukta. Gerilim tırmanıyor. Merak had safhada. Az sonra ne olacak? Kimse bilmiyor. Seyircinin yüreği ağzında, Tam bu anda, beklenmedik bir şey oluyor. Yûsuf'un Rabbi, Alîm ismiyle tecelli ediyor. Sanki bize şöyle fısıldıyor: "Anlıyorum, çok endişelisiniz. Ama sakin olun. Yûsuf yalnız değil. Ben onun yaşadığı her şeyi biliyorum. Bu yaşananlar, onu geleceğe hazırlıyor."

Sakinleşince şunu düşünüyoruz. Hayat bazen bizi en dibe çekebilir. Ama unutmayalım, her şeyi bilen ve gören bir güç var. Biz irademizi doğru kullanırsak, kriz anlarını iyi yönetirsek, bu güç, yaşadığımız zorlukları bizim iyiliğimiz için bir fırsata çevirebilir.

"Filmde 'Birkaç Dirhem' Bize Ne Anlatıyor?”

Sinema perdesinde gözlerimizi kırpmadan izlediğimiz bu sahnede, 'birkaç dirhem' ifadesi adeta zaman tünelinden çıkıp gelen arkeolojik bir eser gibi. Bu ifade, binlerce yıl öncesinin dünyasını anlamamız için bize çok değerli bir ipucu veriyor. Tıpkı bir damla kanın tüm vücudumuz hakkında bilgi vermesi gibi, bu 'birkaç dirhem' de o dönemin toplumsal, ekonomik ve ahlaki yapısı hakkında çok şey anlatıyor.

Düşünün ki, Allah katında paha biçilemez olan, anne-babasının gözbebeği bir çocuk, üç beş kuruşa satılıyor. Bu sahne, insanın nasıl bir metaya dönüştürülebileceğini, değerinin nasıl maddi ölçülerle belirlenebileceğini gözler önüne seriyor. Ve bu durum bize içinde yaşadığımız modern çağın tüketim toplumunun antik bir yansıması gibi oluyor.

Bu 'birkaç dirhem', aslında insanlık tarihinin acı bir özetini bize sunuyor.

Bu sahne, bizi Yûsuf'un hikayesini izlemekten öteye de taşıyor. Kendi hayatlarımıza, kendi değer yargılarımıza bakmaya da zorluyor. Acaba biz de çevremizdeki insanların değerini 'birkaç dirhem' ile ölçüyor muyuz? Ya da kendimizi sadece maddi başarılarımızla mı değerlendiriyoruz?

Kur'an'ın bu anlatım tarzı, binlerce yıl öncesinin olayını bugünün insanına aktarırken, aslında evrensel ve zaman üstü bir mesaj veriyor.

Birçok farklı şekilde özetlenebilecek olan zengin mesajı şu iki cümleyle özetleyelim,

Yûsuf'u Satanların Organ Mafyasından Farkı Ne?

İnsanın insana bakışı, aslında bakan kişinin iç dünyasının bir aynasıdır. Bu bakış, insanın kalbindeki iyilik ya da kötülüğü, merhamet ya da acımasızlığı gözler önüne serer.

Bu kıssadan günümüze bir pencere açalım. Savaştan kaçıp ülkemize sığınan insanlar düşünelim. Gözleri yaşlı, kimsesiz çocuklar, bir köşede yardım eli bekliyor. Bu manzara karşısında insanların tepkileri, onların insanlık kalitesini ortaya koyuyor.

Orada iki farklı insan tipi görüyoruz:

İşte bu örnek, insanlık kalitesinin özünü gösteriyor. Şimdi bu bakış açısıyla Yûsuf'un hikayesine dönelim. Zaman ve mekan değişse de, insanın özü değişmiyor.

Yûsuf'u bulanlar şöyle diyebilirlerdi: "Bu zavallı çocuk kim bilir ne zamandır aç ve açıkta. Önce karnını doyuralım, üstüne temiz giysiler verelim. Sonra da ailesini bulmaya çalışalım." Ama ne yazık ki böyle demiyorlar. Onlar Yûsuf'u bir eşya gibi görüp satıyorlar. Üstelik yaptıkları bu kötülüğün farkında olduklarından, suçluluk duygusu ve yakalanma korkusuyla onu bir an önce elden çıkarmak istiyorlar.

Bu davranışlarıyla farkında olmadan çok acı bir gerçeği ortaya koyuyorlar:

Bu hikayenin, binlerce yıl öncesinden günümüze verdiği mesajlardan biri şu: İnsanın değeri “dirhem” ile ölçülemez. Onu bir mal gibi görmek, satmak, sömürmek, insanlığımızı kaybetmek demektir. Bu, ister antik çağlarda bir köle pazarında olsun, ister günümüzde organ mafyasının elinde olsun, özünde aynı insanlık suçu vardır.

21-28 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

21-22 Âyet: Kimin Satın Aldığı Tesadüf mü, Tevafuk mu?

Bazı Müslümanlardan şöyle bir ifade duyarız: Tesadüf yok, tevafuk var. Bu ifade Allah-insan ilişkisinde doğrunun bir parçasıdır. Doğrunun diğer parçasını da dikkate aldığımızda doğru ifade şu olur: “Olayların Allah’a bakan yönünde tevafuk var, tesadüf yoktur, insana bakan yönünde planlı yapılan her işte tevafuk var, tesadüf yoktur. Plansız programsız yaptıkları işlerde tasadüf var tevafuk yoktur.”

Bu soyut ve kapalı ifadeleri açmak için önce tevafuk ve tesadüfün kısa tanımlarını yapalım.

Bu açıklamaları burada neden yaptık?

Hz. Yûsuf’un hayatında olayların Allah bakan yönünde her şey tevafuk, Yûsuf’a bakan yönünde bazı şeyler tesadüf. Neden “bazı şeyler” kaydını düştüğümüzü aşağıda anlatacağız.

O tesadüflerden birini bu âyette görüyoruz.

Yûsuf köle pazarında satılırken, onu orada onlarca farklı alıcının satın alma ihtimali vardı. Yûsuf açısından baktığımızda onu Mısır kralının Muhafız birliğinin başında bulunan Potifar isimli devlet memurunun alması bir tesadüftür. Ama olaya Allah açısından bakarsak, olay bütün aşamalarında ilahi plana göre uygun bir şekilde gerçekleşmesi ise tevafuktur.

Allah Dilerse Peygamberlerini Kralların Sarayında Büyütür

Bu âyet ve sonrasında çok ilginç bir tevafuka şahit oluyoruz. Hz. Yûsuf ve yaklaşık 400 küsur yıl sonra onun soyundan gelen Hz. Musa benzer bir kader yaşıyorlar. Her ikisi de ailelerinin ve kendilerinin iradeleri dışında Firavun/Kral sarayına giriyor ve orada büyütülüyorlar.

Bu neyi gösteriyor? Allah’ın yazdığı senaryonun her türlü sürprizlere açık olduğunu, en zor zemin ve zamanlardan en çok ihtiyaç duyulan lider ve önderlerin çıkacağına işaret ediyor.

Bu işaret özelde Mekke’nin ilk Müslümanlarına sonra bütün zamanlara şu mesajı veriyor: Şartlar ne kadar zorlaşırsa zorlaşsın Allah’tan ümit kesilmez.

Burada bir başka mesaj daha var: Bazı insanlarda ön yargı olur: Falan aileden iyi insan çıkmaz. Filan şehirden ve milletten adam olmaz.

Bu ifadeler doğru olmayan önyargılardır.

Neden? Çünkü, peygamberin çoğu müşrik bir ailede dünyaya geldi. Bu âyetlere muhatap olan ilk Müslümanların büyük çoğunluğu müşrik bir ailede doğdu, büyüdü. Bir yönüyle mikro ölçekte firavunların hanesinde yetiştiler. Ama sonra Müslüman oldular. Demek ki, oluyormuş.

Buna gerçek dersek, bu gerçeği dikkate alan bilinçli Müslümanlar şu an dünyada İslam’ın dışında bulunan hiçbir insan için “ondan adam olmaz” demez. “Onların hidayetine vesile olmak için bize düşen nedir?” der ve ona yoğunlaşır.

Bu önemli noktaya dikkat çektikten sonra âyette geçen bazı ifadelerin açıklamaları ile devam edelim.

Birinci İfade: “Ona İyi Bak…Kendimize Evlat Ediniriz.”

Hz. Yûsuf’u köle pazarından alan adam sıradan bir adam değildir. Kralın Muhafız birliğinin başında, güvenlik işlerinden anlayan biriydi. Onun evinde güvenlik açığı olması, onun kariyerinde ciddi sorunlara neden olurdu. Bunları dikkate aldığımızda Potifar’ın Hz. Yûsuf’u birçok güvenlik testinden geçirdikten sonra evlat edinmeyi düşündüğünü tahmin edebiliriz. Yani dün satın aldı, hemen bugün böyle düşündü demek sebepler açısından zor.

Buna sonuç dersek, Hz. Yûsuf’un güvenilir bir insan olmasının Potifar ailesinde böyle bir algıyı meydana getiren en önemli sebeplerden biri olduğunu söyleyebiliriz.

İkinci İfade: “Ona Te’vil-i Ehadis Öğrettik”

Bu ifade ilk olarak 6. âyette geçmişti, orada kısa bilgi vermiş, ardından bu ifadeyi bu (21) âyet altında değerlendireceğimizi söylemiştik.

“Te’vil-i ehadis” genelde rüyaların yorumları olarak anlaşılıyor. Bize bu ifadeyi hadiseler/olaylar anlamına gelen “ehadis” kelimesinden yola çıkarak daha geniş anlamda değerlendiriyoruz.

Yaşadığımız her olayın adı hadise olunca, rüya da o hadiselerden sadece biri oluyor. Bu durumda “Te’vil-i ehadis” yaşadığımız tüm olaylardan ders alarak, başıma gelen ve gelme ihtimali olan bütün hadisleri yorumlama kabiliyeti oluyor. Bu yorumu yaparken, o hadise üzerinde düşünüyoruz, o hadisenin kaç farklı şekilde yorumlanabileceği üzerinde işin uzmanlarıyla konuşuyor, istişare yapıyor sonra bir karar veriyoruz.

“Te’vil-i ehadis”e bir kabiliyet/yetenek dersek bu bir kere de gelişmiyor, benzeri konularda defalarca yapılan tekrarlarla, o tekrarlardaki deneme yanılmalarla geliştiriliyor.

Bu âyette bizim “verdik” manası verdiğimiz sözcüğün aslı “öğrettik” manasına gelen “nu’allime” kelimesi.

Buna benzer kelimelerin içinde olduğu âyetler daha öncede geçti.991 Bu âyetlerde görünür fail insan olduğu halde, o âyetlerde Allah (cc) fail olarak öne çıkarılıyor.

Bu tür âyetler üzerinden insana şu mesaj veriliyor: “Ey insan! Öğrendiğin her şeyi öğrenebilecek donanım sana Allah tarafından verildi. Öğrendiğin şeylerle hangi başarıyı elde edersen et, bu başarıları kendinden bilip gururlanmayacaksın. Onları Allah’tan bilip, hamd edecek mütevazi bir davranış sergileyeceksin.

Bu önemli tespiti yaptıktan sonra şu genel değerlendirmeyi yapalım. Allah (cc) bu dünyaya gelen her insana benzer bir donanım vermiştir. Bu donanımı bahçeye benzetirsek, her insanda her kabiliyet çekirdek olarak vardır. Kabiliyetlerinin farkında olanlar onları verdikleri emek ve aldıkları eğitim ile geliştirirken, farında olmayanlar geliştiremez.

Hadiseleri yorumlamak da her insanda var olan bir kabiliyettir. Bu kabiliyete 1’den 100’e kadar derecekler verirsek, kimi insanda bu kabiliyet 2, seviyesinde, kiminde, 22, kiminde 52 seviyesinde olabilir.

Bu kabiliyeti Hz. Yûsuf için konuşursak, Hz. Yûsuf bu kabiliyetin farkına varmış hem Allah’ın lütfu keremiyle hem de kendi gayretiyle onu geliştirebildiği kadar geliştirmiştir.

Bu kabiliyeti günümüz için konuşursak, bugün dünyada işi sadece bu olan enstitü ve düşünce kuruluşları var. Geçmişten ve günümüzden veri topluyorlar. Onları değerlendirerek gelecekteki hadiselerin seyircisi olmuyorlar, onların nasıl gelişeceğini bugünden görüyorlar, onların ne yönde gelişmesini istiyorlarsa bugünden müdahale ediyorlar. Engel olacaklarına da bugünden tedbir alıp engel oluyorlar.

Özetlersek Hz. Yûsuf’ta hem birey olarak hem bir ülkenin maliye bakanı olarak öne çıkan “Te’vil-i ehadis” yeteneği onu maddi manevi alanda zirveye taşırken, görev aldığı devletin de büyük bir ekonomik krizden kurtulmasına vesile olmuştur.

Konuya bu açıdan baktığımızda bu sûrede geçen “Te’vil-i ehadis”in alanını sadece rüya ile sınırlamak çok büyük bir eksik olur. Kur’an onun üzerinden bütün zamanlarda gelecek Müslümanlara hem bireysel hem de toplumsal kalkınma için hedef göstererek şu mesajı veriyor: “‘Geleceğin seyircisi olmayın, gelecek gelince ne yapacağımıza bakarız.’ demeyin, böyle yaparsanız başkalarının kontrol ettiği ve yönlendirdiği piyonlar olursunuz. Geçmişe geleceğin veri bankası olarak bakın, geçmişten aldığınız derslerle geleceği görün, geleceğe yön verin. Bugünden aydınlık geleceğinizi inşa edin. Geleceğe giden yolda başkalarına takılan vagon değil, başkalarını peşine takan, onlara örnek olan lokomatif olun.”

Üçüncü İfade: Allah (cc) İşinde Gâlip’tir

Allah’ın Galip olmasını anlatan bu ifade, burada “Allah’ın (cc) murat ettiği, olmasını istediği her şeyi gerçekleştirir Onun gücünün karşısında hiç kimse duramaz.” diyor.

Biz atomdan güneşe kadar iradesi olmayan bütün varlıklarda bunu görüyoruz. Allah “ol” diyor, her şey O’nun dilediği gibi oluyor ve bunun önüne de hiç kimse geçemiyor.

Bu âyet ve özellikle bu sûrede anlatılan Yûsuf kıssası Allah’ın muradının gerçekleşmesini bizim gibi irade sahibi sosyal varlıklar üzerinden gösteriyor. Bunu daha önce bu sûrenin 10. âyeti vesilesiyle “Allah’ın Hayata Müdahalesi Nasıl Olur?” başlığı altında anlatmıştık.

Bu noktada bu sûrenin 4. âyetinde Hz. Yûsuf’un gördüğü rüyayı hatırlayalım. O rüyayı Allah’ın Yûsuf’a gösterdiği hedefin başı olarak anlarsak, sonraki bütün gelişmeler o hedefin gerçekleşmesi istikametinde oluyor ve hiç kimse de bunun önüne geçemiyor.

Bunun üzerinden şöyle bir mesaj veriliyor: Gökteki bütün yıldızları emrine boyun eğdiren Allah yeryüzünde Yûsuf’u herkesin takdir edip saygı duyacağı bir insan yapacak ve hiç kimse de bunun önüne geçemeyecek.

Dördüncü İfade: Olgunluk Çağı

Ayette geçen “olgunluk çağı” ifadesini “vereceğimiz sorumluluğu taşıyacak kıvama geldiği” şeklinde anlayabiliriz. Neden çünkü, Peygamberlik bu dünyada sorumluluk yönüyle en ağır görevlerin başında gelir.

Her şeyden önce onu Allah seçiyor, onu kendine muhatap yapıyor, ona kendisini temsil etme ve tanıtma görevi veriyor. Bunu en güzel şekilde -en zor şartlarda bir gün değil- her gün yapmasını emrediyor.

Bu konuda ona bir ayrıcalık vermiyor, insanlara kulluk adına ne duyuruyorsa, örnek olduğu için onları en başta en kamil şekliyle kendisinin yapması gerekiyor.

Bu açıdan baktığımızda, bu iş çocukluk çağında çocuklara verilecek, çocuklar tarafından yerine getirilebilecek bir görev değil.

Beşinci İfade: İlim ve Hikmet Verdik

Kur’an yine anlattığı yerler üzerinden, anlatmadığı kısımları anlama görevini bize veriyor. Mesela biz bu kıssada bir peygambere bilmesi gereken temel bilgilerin verildiği âyetleri görmedik. Onların burada geçmemesi onlar verilmedi demek değildir.

Bu âyette geçen “ilim ve hikmet verdik” ifadesi içinde, “Bir peygamberin bilinmesi gereken ne varsa onları verdik” anlamı da var. Yani Hz. Yûsuf’a tevhitle, ahiretle (kıyamet, hesap, cennet, cehennem), nübüvvet, vahiy, ibadet, ahlak ile alakalı tüm bilgilerin geldiğini kabul etmemiz gerekiyor.

Bunu bir belediye başkanının halka bir itfaiye müdürünü takdim etmesi gibi düşünebilirsiniz. O takdimin yapılması, o müdürün mesleği ile alakalı bilinmesi gereken her şeyi bildiği ve alınması gereken tüm eğitimleri aldığını gösterir. Belediye başkanının bunlardan bahsetmemesi bunların olmadığı anlamına gelmez.

23-28. Âyet: Kur’an’a Göre Cinsel Konuları Konuşmada Ölçü

Bu âyette bir kadının önceden planlayarak, bilerek ve isteyerek yapmış olduğu bir cinsel taciz anlatılıyor.

Bu âyet farklı konu başlıkları altında değerlendirmeye açık olsa da burada ana konu “cinsellik”; cinsel arzuların tatmin edilmesi, o arzuların kontrol edilmesi. Konuyu böyle tespit edince, başlıktaki soru öne çıkıyor.

Eğer konu havanın soğuk olması, yağmurun yağması, rüzgarın esmesi olsa bunlar her yerde, her yaşta herkesin yanında konuşulabilir. Ama konu cinsellik olunca aklı başında inançlı inançsız her insanın dikkat edeceği bir konu haline geliyor.

İnsanları bu konuda üç farklı yerde görebiliyoruz.

Olması gereken bu konuşma hakkında makul bilgiler veren çok sayıda kaynağa ulaşmak mümkün.992 Onlara havale ederek konuya şu soruyla devam edelim.

Cinsel konularda bilgilendirme önemli mi?

Müslümanlar için aile, ailede mutlu olma, huzur bulma, iffet, namus, ahlaki değerler ne kadar önemliyse bu konu da en az onlar kadar önemlidir.

Bunların ihmal edildiği toplumlarda ortaya çıkan sorunları da dikkate aldığımızda bu konu günümüzde örnek bir Müslüman birey ve toplum inşa etmek isteyen her eğitimcinin öncelikli görevidir.

Kur’an Bu Cinsel Taciz Konusunu Neden Sansürlemedi?

Allah (cc) dilese Yûsuf’un hayatında bu cinsel taciz olayı hiç yaşanmazdı. Yaşandı, dilese bunu Kur’an âyetleri arasına hiç koymazdı. Burada soru şu: Allah (cc) bu konuyu bu kıssanın en görünür yerine neden koydu? Bu konunun önemi nedir? Bu konunun bütün zamanlara mesajı nedir?

Bu sorulara aşağıdaki başlık altında cevap vermeye çalışalım.

Liderlerin Kadınla İmtihanı

Bu sûreye farklı bir açıdan bakarsak bu sûre baştan sona bir liderlik eğitimi veriyor. Böyle bir eğitimde, liderin lider olma sürecinde yaşayacağı sorunlara, o sorunlar karşısında duruşuna işaret ediliyor.

Evet, “Google”da çok yüzeysel yapacağımız bir araştırma bu konularda çok sayıda örnek görmek mümkün. Onları gördüğümüzde Kur’an’ın bu soruna asırlar öncesinden yer vermesini, takdir ve hayranlıkla değerlendireceğiz.

Büyük Bir Hayra Dönüşecek Şer

Bu kıssayı bir sinema film olarak seyretseydik öncesinde seyirciyi korkutan sonrasında rahatlatan, öncesinde ümitleri azaltan karamsarlığa boğan ama sonra tekrar ümitlendiren, öncesinde şer gibi görünen ama arkasından hayırlara gebe olan hadiseler gördük ve görmeye devam ediyoruz.

Kuyuya atılan, pazarda bir köle gibi satılan Yûsuf burada da bir iftiraya uğruyor. Ama önceki şer görünümlü hadiselerin arkasından gelen hayırları hatırlayınca, endişelerimiz azalıyor, bunun arkasından gelecek hayırlara olan merakımız artıyor.

Gelecekte Güven Mektubu Olacak Sınama

Bu âyetlerde yaşanan şer görünümlü hadise, Yûsuf için geleceğe dönük bir güven, bir referans mektubuna dönüşüyor. Onun CV’sinde çok önemli bir yer tutuyor. Bu hadise onu bir görev için tavsiye edenlerin şöyle düşünmelerine referans oldu; “Potifar’ın evinde yaşananlar onun ne kadar güvenilir bir insan olduğunu gösterdi. Mısır’ın en güzel kadınlarından biri davet ettiği halde ona el sürmeyen bir insan, kendisine emanet edilen devlet imkanlarına da el sürmez.”

Burada basit bir örnek verelim. Bir kişiyi işe alacaksınızdır. Onu odanıza çağırırsınız ama siz bilerek odaya geç gelirsiniz, masanızın üzerinde bir miktar para vardır… İşte bu bir sınavdır. Kişi sınavı geçerse bir sonraki aşamaya geçersiniz, bu sınavı geçemezse, bu sınav o kişi için sabıka olur. Bu sınav o kişinin başka sınavlardaki engeli olur.

Yûsuf için bu sınav bir güven mektubu oldu.

Gücün ve Güzelliğin Verdiği Şımarıklık

Bu kıssada öne çıkan bir kadın ama sıfatlara ve imkanlara baktığımızda kadın-erkek çok fark etmiyor.

İnsanların güzel ve yakışıklı olmanın yanında para, makam, güç gibi olgulara bakışı da davranışlarına yansıyor. Bunları Allah’ın verdiği emanet olarak görenler veya o emanetleri kullanarak elde ettiğini bilenler, bunları Allah’ın razı olduğu şekilde kullanıyor.

Ama bunlara “benim” diyenler, bu zannın sonucu olarak güç sarhoşluğu yaşayabiliyor, istediği her şeyi elde edebileceğini düşünebiliyor. “Gel” dediğinde “hayır” diyecek erkek veya kadın olmadığını da zannedebiliyorlar.

Bu hadise de böyle bir şey görüyoruz.

Kendimize Soracağımız Soru Şu: Ben Olsaydım Ne Yapardım?

İşte Kur’an kıssalarını okurken empati yapmanın en zor olduğu noktalardan biri burada karşımıza çıkıyor.

Yûsuf’un yerine kendimizi koyalım. Mısır’ın en zengin, en güzel, makamca en kudretli kadınlarından biri sizi hiç kimsenin görmediği, bilmediği ve gerçekleştiğinde duymayacağı bir yerde “gel birlikte olalım” diyor.

Birçok insanın, fırsat olarak göreceği ve “hayır” diyemeyeceği bir teklif size en güzel ambalaj içinde geliyor.

Bu olay ve benzeri durumlarda “Yûsuf’un yerinde olsaydım ben de ‘hayır’ derdim.” demek, çok güçlü bir imana sahip olmanın ardıdan söylenebilecek sözdür…

Uzun Zamandır Planlanan Eylem

Hani genelde cinayetler için taammüden, kasten, planlanarak gibi ifadeler kullanırız ya, burada da Yûsuf’a yapılan bu cinsel tacizin “dün Yûsuf saraya geldi, bugün oldu” şeklinde olmadığını anlaşılıyor. Olaya hayatın olağan akışı içinde baktığımızda Züleyha konumunda bir kadın böyle bir şey yaptığında önce (sarayı, serveti, makamı, şerefi, itibarı, saygınlığı, imtiyazları, eşi ve çocukları, kaybedeceği şeyleri düşünür. Bu ortaya çıktığında “kötü kadın” anlamında kullanılacak bir sıfatın kendisi için de kullanılacağını dikkate alır. Bütün bunları değerlendiren biri bu eylemi hayata geçireceği zaman da bütün bu riskleri sıfırlayacak tedbirleri almak ister ki, kapıların önceden kilitlenmesi bunun net göstergelerinden biri.

İhanetin Karşında Sadakat

Kıssanın bu bölümünde en önemli konulardan biri de ihanet ve sadakat

Bu konuya Potifar’ın eşi Züleyha açısından bakarsak, sadık bir eş olamıyor, evliliğine ve eşine ihanet ediyor. Eğer inandığı ahlaki değerleri varsa onlara da ihanet ediyor.

Konuya Hz. Yûsuf açısından bakarsak, bu olayın yaşandığı an onun Peygamber olduğunu biliyoruz. Eğer o Züleyha’nın davetini kabul etseydi Allah’ın kendisine verdiği göreve ve işyerinde patronu konumundaki Potifar’ın kendisine verdiği göreve ihanet etmiş olacaktı.

Kıssanın bu bölümünde ihanet ve sadakat karşı karşıya geldi.

Allah’a Sığınmanın Hemen Görülen Faydası

Kur’an’da Ali İmran sûresinde şöyle bir âyet (135) var:

“Onlar (yüz kızartıcı) çirkin bir iş yaptıkları yahut (herhangi bir günah işleyerek) nefislerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe-istiğfar ederler…”

Bu davranış güzel bir davranış, peki bundan güzeli var mı? Var, o günaha girmeden önce Allah’ı hatırlamak. İşte Hz. Yûsuf’un 23. âyette “Allah’a sığınırım!” derken yaptığı tam da bu; kadının kapıları kapatırken niyetini sezdiği anda, olacakları hızlıca aklından geçiyor ve aklından geçen başına gelmeden önce “Allah’a sığınıyor.”

Bu bir yönüyle manevi zırh oluyor ve koruyucu hekimliğe, önleyici hizmetlere benziyor. Çünkü Allah’ı anmak sadece Allah’ı anmak değildir; din ile ilgili (Allah’ın her yapılanı görmesi, bilmesi, ahirette hesaba çekmesi gibi) bilinen her şeyin özetini akıldan geçirmektir.

Bunlar akıldan geçtiğinde, bu bilgiler mıknatıs etkisi yapıyor ve 24. âyetin mealinde “bizim kalbe gelen ilham manası verdiğimiz burhanın kalbe gelmesine vesile oluyor.

Bu nokta çok önemli; istisnaları olmakla birlikte günaha genelde bir süreç içinde girilir. O sürecin bir başı vardır, bir de sonu var. Burada Yûsuf’un yaptığı gibi sürecin başında Allah’ı anmak, akla gelecek caydırıcı duygu ve düşüncelerin gelmesini hızlandırır.

İhanet Eden, İhanetin Sonuçlarını Yaşar

23. âyetin sonunda “zalimler kurtuluşa eremez” anlamında “lâ yuflihu-zzâlimûn” ifadesi geçiyor. Zalim kelimesinin Kur’an’daki kullanılış şeklini bilmeyenlerin aklına, bu ifadenin geçtiği yerde firavun gibi bir zalim geliyor.

Meal okuma rehberimizde açıkladık, Zalim kavramı Kur’an’da doğrunun yerine yapılan her türlü yanlışı; hakkın karşısındaki her türlü haksızlığı içine alan geniş bir kavramdır.

Bu âyette doğrunun yerine cinsel taciz gibi büyük yanlışı yapan Züleyha zalim oluyor. Bu açıklamaları dikkate aldığımızda ““zalimler kurtuluşa eremez”in manası, “Böyle bir yanlış yapanlar, yaptıkları yanlışın sonuçlarını hem dünyada hem de ahirette yaşamaktan kurtulamazlar.” şeklinde oluyor.

Kadın Yûsuf’u İstedi, Yûsuf da Kadını İstedi mi?

24. âyette geçen “Velekadhemmetbihi, vehemmebihâ” ifadesini motomod çevirdiğimizde mana “Kadın onu (Yûsuf’u) istedi/arzuladı, o da onu istedi/arzuladı.”

Bu âyette iki taraf için de “istedi” anlamında “hemme” fiili kullanılıyor.

İstek için 1’den 10’a kadar dereceler koyarsak, burada iki soru öne çıkar:

Daha önce ifade ettik, Peygamberlerin hatasız/günahsız/masum (ismet sıfatı) olmaları vahyi alıp insanlara eksiksiz ulaştırma noktasındadır.

O yüzden Hz. Yûsuf’un da bir erkek olarak Züleyha’yı arzulaması normaldir. Melek olmadığının insan olduğunun dünyadaki imtihanın onun için de geçerli olduğunun göstergesidir.

Burada ikinci sorunun cevabına odaklanırsak, Yûsuf’un istemesi niyet aşamasında; bir an için akla gelme noktasında eyleme geçmeyen bir istektir. Züleyha’nın ki eyleme dönüşen bir istektir.

Basit bir örnek verelim, aynı ortamda iki erkek var;

Birinin bakma istediği onu esir alıp, onu arzularının mahkumu yaparken, diğeri o isteğini frenleyerek, yönlendirerek isteğinin hakimi efendisi oluyor.

“Muhlas” sıfatı

24. âyetin son cümlesinde geçen “muḣlasîn” kelimesi burada Hz. Yûsuf’un sıfatı olarak geçiyor. Bu sıfat daha önce Meryem sûresi 51. âyette Hz. Musa için de geçmişti. Orada yaptığımız açıklamalara bakılabilir.

Niyetlerin Şahidi: Kapıya Doğru Koşmak

25. âyette geçen kapıya doğru koştular ayrıntısı içlerindeki niyetin ve “hemme”/isteğin şahidi oluyor.

Ortamı hayal edelim, bir saray var, sarayın bir odasında güzel ve zengin bir kadın ve yakışıklı delikanlı var. Şehvetine esir olan kadın erkeği davet ediyor. Erkek bu davete meylediyor. İkisinde de bir kıvılcım var. Yûsuf bu kıvılcımı, kıvılcım aşamasında söndürürken, bu kıvılcım Züleyha’da yangına dönüşüyor. Yûsuf’un aşkıyla yanıp tutuşuyor.

Tam bu konuda Yûsuf’un kapıya doğru koşması içindeki “bu işten kurtulma” niyetinin şahidi olurken, isteğine de hakim olmasının göstergesi oluyor.

Züleyha’nın kapıya doğru koşması da içindeki şehvetin/isteğin/arzunun ve niyetin esiri olduğunun şahidi olurken, onu gerçekleştirmek için her şeyi göze almasının da göstergesi oluyor.

Sizin Gömleğiniz Arkadan mı Önden mi Yırtılıyor?

Hz. Yûsuf’un kıssasında birbirinden ayrı üç olayın içinde üç gömlek ifadesi geçiyor. Bu gömleklerinin üçünün de birbirini tamamlayan sembolik anlamları var. O anlama üçüncü defa geçtiği 93. âyette işaret edeceğiz.

Burada 25. âyette gömleğin âyetteki anlamına yoğunlaşalım.

Âyette geçen gömleğin günahla arasındaki bağlantıdan yola çıkarak şöyle bir değerlendirme yapalım. Günah karşısında insanın üç duruşu vardır;

Bu üç duruştan üçüncüsü gömleğin arkadan yırtılmasına karşılık geliyor.

Duamız hayat boyu birinci duruşu sergilemek, istemeden günahla yüz yüze geldiğimizde de gömleği arkadan yırtılanlardan olmak.

Züleyha’nın Kocası da “Namus Cinayeti” İşleyebilirdi

Bu başlık “yargısız infaz” yapabilirdi şeklinde de olabilir. Hayalen bu olayın olduğu zamana; tahminen 3500 yıl önceye gidelim.

Günümüz dünyasında töre ve namus cinayetleri 100’se o gün 1000’di; öyle bir zamana gidiyoruz. Mısır kralının önemli ve kudretli adamlarından Potifar evine geldiğinde kapının önünde karısını ve karısının kendisine tecavüz ettiğini iddia ettiği hizmetçisini görüyor.

Neler yapabilirdi?

Züleyha’nın kocası Potifar yapabileceği bu iki şeyi yapmadı. Şöyle oldu;

Olay Yerinde İki Farklı İfadedeki İncelikler

Daha Potifar bir şey demeden, onu karşılarında gören şahıslar kendilerini savunan ifadeleri verdiler.

Züleyha ifadesinde eşine ihanet suçuna bir de iftira suçu ekledi. Bunu yaparken “namusuma göz diken adam” demedi. “Senin karının namusuna göz diken adam” diyerek, dolaylı olarak “Bu suç bana karşı işlenmedi, senin gibi Mısır’ın azizi, kralın veziri, askerlerin komutanı olan bir adama karşı işlendi.” demeye getirdi ve böyle diyerek dolaylı olarak şunu istedi; “Kocamsan, erkeksen, namusuna önem veriyorsan bu işi ya burada halledersin ya da hapse gönderirsin.”

Bu ifade karşısında Hz. Yûsuf çok kısa ve net bir cümleyle kendini savundu.

Bu iki farklı ifade karşısında Potifar kararsız kaldı.

Âyette Yer Almayan Kısa Zaman Aralığı

Âyeti dikkatli okuduğumuzda olaya Potifar’ın dışında şahit olan ikinci kişi sanki o an orada değil. Çünkü orada olsa gömleğin önden yırtılmadığını gözüyle görecekti. Âyette geçen ifadelerden onun olay yerinde olmadığını Potifar’ın ona “gömleğin yırtılma detayı” ile birlikte olayı anlattığını onun da bunun üzerin “Git bir bak gömlek arkadan mı önden mi yırtılmış, arkadan yırtıldıysa…” dediğini anlıyoruz.

Ayrıntı: Hakemin Akraba Olması

Bu ayrıtından şunu anlayabiliriz. Potifar olayın duyulmasını istemiyor. Danışmak için hemen evine en yakın olan akrabasıyla görüşüyor. Aşağıdaki başlık altında ifade edeceğiz; görüştüğü akrabası da gerçekten hukuk bilen bir insanmış adil bir hakemlik yapıyor.

Adil Yargıda Nesnel Delilden Sonuca Gitme Yöntemi

Modern hukuka göre olayın içinde bulunan olaya taraf olan kişiler davalı ve davacı nesnel ve objektif değildir, öznel ve sübjektiftir. Bu yüzden verdikleri ifadeler birinci dereceden delil kabul edilmez. Onların dışındaki delillere bakılır. Bu deliller içinde kişi beyanları önemlidir ama ondan daha önemlisi somut delildir.

Günümüz için konuşursak, kamera kayıtları, kan örneği, saç örneği gibi unsurlar somut delildir. Yargı bu deliller üzerinden sonuca gitmeye çalışır.

Bu olayda da Potifar’ın danıştığı kişi, “Nasıl olsa Züleyha’nın suçladığı kişi bir hizmetçi, suçu ona yıkalım gelinimizi aklayalım, bu işi de saygınlığımıza zarar vermeyecek şekilde kapatalım.” demiyor.

Somut (nesnel, objektif) delil kime işaret ediyorsa “o suçludur” diyor.

Günümüzde bazı ülkelerde yargının bu kaliteye gelmediğini düşündüğümüzde bundan 3500 yıl öncesinde hukukta bu seviye çok önemli bir seviye. Kur’an’ın da bu konuyu öne çıkarması “çağınıza taşıyın” anlamında dolaylı bir mesaj.

Sadece Kadınların Oyunları mı Çetin? Ya Erkeklerin ki…

Öncelikle şunu ifade edelim, 28. âyette -tuzak kurma konusunda- kadın hakkındaki olumsuz ifadeler belli bir zamanda, mekanda belli bir kültür ve gelenek kalıbı içinde doğan büyüyen görüş ve kanaat sahibi olan Potifar’a ait.

Bunların Kur’an’da geçmesi İslam dininin kadın hakkındaki resmi görüşüymüş gibi değerlendirilemez. Bu sözler, günümüz ifadesiyle söylersek orada somut deliller üzerinden bağımsız yargı kararıyla suçu sabit olan bir kadına karşı söyleniyor. Bizim oyun anlamı verdiğimiz kelime âyette tuzak manasına gelen keyd kelimesiyle ifade ediliyor.

İnsanlık tarihine baktığımızda tuzak kurup, birilerinin ayağını kaydırma konusunda başarılı olmada kadın-erkek farkı yok. Kötü olan; kötülük yapmak isteyen bu kötülüğü nasıl “daha iyi (!)” yapabilirim diyerek üzerine kafa yorup nitelikli hale getiren her insanın kurduğu tuzak çetin (zor) bir tuzak olabilir.

Özetlersek, bu âyetten tuzak kurmada kadınlar daha başarılı sonucu çıkarmak doğru olmaz.

28-35 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Saraydan Zindana

29-35 Âyet: Âyetleri Aşağıdaki Başlıklar Altında Değerlendiriyoruz

Yûsuf Suçsuzluğunda Israr Etti

Hz. Yûsuf hem güzel ahlaklı, itibar sahibi bir insan hem de bir peygamber. Böyle bir insanın cinsel taciz gibi yüz kızartıcı bir suçla karşı karşıya kaldığında bir cümle ile kendini savunduğunu ve sonrasında bir şey demediğini düşünmek hayatın olağan akışına uymuyor. 29. âyette Potifar’ın sözü olarak geçen ve “Bu işin peşini bırak” anlamına da gelen “Yûsufua’rid ‘an hâżâ” ifadesini, “Tamam seni dinledim. Anlıyorum. Ama artık bu işin peşini bırak, bu işi unut. Bu iş burada kalsın. Kimseye söyleme” anlamında söylenen bir söz olarak düşünebiliriz.

Potifar Medyanın Diline Düşmek İstemedi

Potifar karısının suçlu olduğunu anladı ve bu olay büyüdüğünde hem amiri konumundaki kralın nezdinde hem emrindeki askerler nezdindeki itibarını kaybedeceği için bu olayın üzerini örtmek istedi.

Günümüz tabiriyle söylersek, Medyanın diline düşmemek için elinden gelen tedbiri aldı. O tedbirler işe yaradı mı yaramadı mı onu aşağıda göreceğiz.

"İnandıkları Din Neydi? Kimden Bağışlanma Dilemesini İstedi?

29. âyette Potifar'ın karısı Züleyha'ya “Sen de günahının affını dile! Çünkü sen günah işledin.” demesi, o dönemin inanç sistemi hakkında bizi düşündürüyor.

Kur'an'da doğrudan belirtilmese de tarihi araştırmalar Hz. Yûsuf'un -kuyudan çıkarıldıktan sonra ergenlik ve yetişkinlik dönemini- içinde yaşadığı Mısır'ın çok tanrılı bir inanca sahip olmasına rağmen Allah’a ve ahirete iman etmeyen ateist bir toplum olduğunu gösteriyor.

Bu konuda 37. âyette geçen şu ifade referansımız oluyor. “Ben Allah’a inanmayan ve ahireti (de) inkâr eden bir milletin dinini terk ettim.” Bu açıklamadan sonra Mısır toplumunun inancına daha yakından bakalım.

Eski Mısır panteonunda (tanrılar topluğunda) çeşitli doğa olayları, yaşam döngüsü ve toplumsal düzenle ilişkilendirilen çok sayıda tanrı ve tanrıça vardı. Onlardan öne çıkanların isimlerini verelim.

Bu çok tanrılı sistem içinde, Züleyha'nın kimden bağışlanma dilediği konusu tartışmalıdır. Maat'ın adalet ve düzen tanrıçası olması, onu bir adım öne çıkarıyor. Ancak, Eski Mısır'da günahlardan arınma ve bağışlanma kavramları genellikle ölüm sonrası yargılanma ile ilişkilendirilirdi. Bu bağlamda Osiris veya Anubis gibi ölüm ve yargılama ile ilgili tanrılar da düşünülebilir.

Bazıları bağışlanma dilenen tanrının bir Peygamber olarak Hz. Yûsuf’un tanıttığı Allah olabileceğini ifade ediyor. Âyetlerin devamında, Züleyha’nın “Allah’a iman eden” bir insana yakışan davranışlar sergilemediğini gördüğümüz için bu ihtimali değerlendirmeye almadık.

Haber Ulusal Basında Yoktu Ama Fısıltı Gazetesinde Duyulmaya Başlamıştı

30. âyette alınan tedbirlere rağmen cinsel taciz haberinin saray çevresindeki aristokrat aileler tarafından öğrenildiğini anlıyoruz.

30. âyette anlatılan konuyu, günümüz diliyle anlatırsak bu haber ulusal kanallarda ve medyada haber olmuyor. Fısıltı gazetesiyle saray çevresinde, saraya yakın aristokrat aileler arasında duyuluyor.

Bu ailelerin kendi aralarında yaptıkları “Vezirin karısı kölesine göz koymuş, onun aşkıyla yanıp tutuşmuş, bu kadın düpedüz sapıtmış” şeklinde konuşmalar aynı fısıltı gazetesi üzerinden Züleyha tarafından da duyuluyor.

Tabi o da bunları duyunca bir karşı hamle planlıyor.

Kur’an’ın Öğrenmeyi Bize Bıraktığı Nokta: Efendi Köle İlişkisi

Bu âyetleri üzerinde derin tefekkür edenlerin okurken “burası tam oturmadı” dediği yerler olabilir. O noktaların tam oturması adına hayalen o güne gidip bir gazete muhabiri gözüyle saraya ve sarayda efendi-köle, efendi- (kadın köle) cariye ilişkisine bakacağız.

O gün saray çevrelerinde zengin makam sahibi erkeklerin çok sayıda köle ve cariyeleri vardı. Cariyelerle cinsel ilişki o gün için çok normaldi.

Zengin ve sosyal statü sahibi kadınların da çok sayıda köle ve cariyeleri vardı. Bunların köleleriyle ilişkileri bilinen bir hadiseydi ama görülmesi, duyulması pek istenmezdi.

Böyle bir ortam bu tür ilişkileri duyulmadığı müddetçe “saray çevresinin normali” gibi algılanıyordu.

Kocasına Rağmen Züleyha’nın Rahat Davranışları

Ayetlerin devamından, Züleyha’nın dominant bir kadın olduğunu, kocasının onun karşısında pasif ve etkisiz olduğunu anlıyoruz.

Nasıl anlıyoruz? Züleyha kocasının sözünü dinleyen bir kadın olsaydı, kocası ona “Günah işledin, Allah’tan bağışlanma dile!” dediğinde bu işe nokta koyması, utanması, geri adım atması, bu konuda yeni bir şey yapacağı zaman da kocasına bilgi vermesi gerekirdi. Hakkındaki konuşmaları duyduğunda da kocasına bilgi vermesi, onun bir şeyler yapmasını istemesi gerekirdi.

Bunların hiçbirini yapmıyor kocasına haber vermeden hakkında konuşan kadınları yemeğe davet ediyor. “Benim yerimde olsaydınız, bu erkek karşısında aynısını siz de yaparsınız” mesajını vererek, kendini aklamaya çalışıyor. O da yetmiyor “Yûsuf ya benim olacak ya da zindana girecek” tehdidi yapma cesaretini, hakkını kendinde görüyor.

Bütün bunlardan sonra karşımızda, aşk gözünü kör etmiş, hırslı, zengin şımarık, kocasını yok sayan, namusunu, şerefini, itibarını düşünmeyen, insanların hakkında ne düşündüğünü dert etmeyen kontrolden çıkmış bir kadın profili var.

“Yûsuf Rüşvet Almaktansa Hapse Girerim” Der miydi?

111. âyette anlatılan Hz. Yûsuf kıssası bir sinema filmi olsa ve o filmin de bir tanıtım fragmanı olsaydı, o fragmanda öne çıkacak sahnelerden biri de 33. âyette geçen “Rabbim!” (“Günaha girmektense zindana girmeyi tercih ederim.) Bana zindan, bunların benden istediklerinden daha iyidir!” cümlesi olurdu.

Biraz daha ileri gidip bu cümle için bu kıssanın Kur’an’da anlatılma sebeplerinden biri bu desek doğru olur.

Burada bir duruş var. Yaklaşık 3500 yıl geriye gidip Yûsuf’un yaşadığı zaman ve mekandan bu duruşa bakarsak, Züleyh’nın Yûsuf’a yaptığı teklif bir çok erkeğin düşünmeden kabul edeceği bir teklifti.

Hz. Yûsuf, o gün bu teklifi kabul etmeyerek şunu dedi: Değil Züleyha, o teklifi ondan daha güzel bir kadın yapsa, o teklife “evet” demektense zindana girmeyi tercih ederim.”

Buna “dışarıda duyulan söz” dersek, bu sözün arkasında çok güçlü bir iman vardı. Hz. Yûsuf ahirete iman eden bir peygamber olarak dünyada günaha girmenin (tevbesi yapılmazsa, pişmanlığı yaşanmazsa) ahirette ateşe girmek olduğunu biliyor. Onda bilinç haline gelen bu bilgiyle Züleyha’nın teklifine baktığında o teklifi ateşe girmek olarak görüyor ve zindana girmeyi ateşe girmeye tercih ediyor.

Şimdi Hz. Yûsuf’un bu duruşunu günümüze getirelim.

Günümüzde Hz. Yûsuf’a hangi günaha girme teklifi yapılsaydı, bu cevabı verecekti.

Mesela rüşvet teklif edilseydi, başlıktaki cevabın yanına şunları da ilave edecekti, “Ben alnında fiyatı yazan, o fiyatı verince satın alabileceğiniz bir insan değilim. Benim değerim var fiyatım yok.”

Rüşvetin yerine günümüzde bir insana teklif edilen, cazibesiyle o insanı çeken bütün günahları koyduğumuzda Yûsuf’un duruşu değişmeyecek.

İşte “Kur’an bu kıssayı neden anlatıyor?” sorusunun cevabı burada: Kur’an kadın-erkek bu kıssayı okuyan her Müslüman’ın bu kıssayı çağına taşımasını, çağında Allah’ın razı olmadığı her şey karşısında benzeri duruşu sergilemesini istiyor.

Kabul Edilen Duanın Anlamı: “Siz Değil Ben”

34. âyetinde sonunda Allah’ın Semî’ ve Alîm isimleri geliyor. Bu makamda bu iki isim şu mesajla geliyor, “Ey Yûsuf! Seni duydum ve yaşadıklarını biliyorum. Duanı kabul edecek seni bu durumdan kurtaracağım.”

Duanın kabulü burada dolaylı olarak Züleyha ve Kocasına da şu mesajı veriyor: “Yûsuf’u zindana siz atmıyorsunuz, sizin şerrinizden korumak için ben atıyorum.”

Potifar’ın Gücü Karısına Yetmeyince Yûsuf’u Hapse Gönderdi

28-35 arası âyetler üzerinde yaptığımız kısa değerlendirmelerin sonuna geldik. Karşımızda üç ayrı karakter var.

İşte bu üçüncü karakter, gücünü, makamını ve otoritesini kötüye kullanıyor. Karısını göndermesi gereken yere Yûsuf’u gönderiyor.

36-42 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

36-42. Âyet: Bu Bölümü Aşağıdaki Başlıklar Altında Değerlendiriyoruz

Züleyha ve Potifar Mahkum, Yûsuf Özgür

Buraya kadar yaptığımız değerlendirmelerinden sonra bu olaya dışarıdan baktığımızda zindanın kapılarının ardında Yûsuf'u mahkum olarak görürüz. Ama içerden baktığımızda asıl mahkum Züleyha ve kocası Potifar’dır. Onlar istek ve arzularına esir oldukları, nefsin zindanlarında mahkum oldukları için makam ve mevkilerini kaybetmeme adına bilerek ve isteyerek masum ve kimsesi olmayan bir gence bilerek ve isteyerek iftira atmışlardır.

Bu âyetler bize gösteriyor ki, özgürlük sadece saraylarda yaşamaktan, canının istediğini yapmaktan, parayla her şeyi satın almaktan ibaret değildir. Asıl özgürlük, nefsin süfli arzularından kurtulmaktır.

Yûsuf'un hikayesi bütün zamanlarda özgürlüğe yeni bir tarif, farklı bir bakış açısı getiriyor.

Hapiste Olmak Dışarıda Olmaktan Hayırlı Olabilir mi?

İdeal olan bir insanın hapiste olmamasıdır. Ama bazı durumlar vardır ki, çok kötü bir insan olmayı tercih ederek dışarıda olmaktansa iyi bir insan olma özelliğini kaybetmeyerek içeride olmak daha iyi olabilir.

Tabi bu iyi, insandan insana değişir; eğer bir insan “itibarım servetim ve sermayem” diyorsa, “ben gerçek değerimi içinde yaşadığım saraylardan, sahibi göründüğüm servet ve makamlardan almıyorum, doğruluk ve dürüstlük gibi ahlaki değerlerimden alıyorum” diyorsa bu insan için zindan saraydan hayırlıdır.

Hayata bakışı böyle olan, tercihlerini buna göre yapan bir insan dünyada zindanda olsa bile ahirette saraylarda olurken, aksini yapanlar ahirette farklı bir sonuç yaşayacaklar…

Zindanda Yûsuf’u Ziyaret Edelim ve Hal Hatır Soralım

Bütün bu yaşadıklarından sonra ilk açık görüşte Yûsuf’u ziyarete gidiyoruz… Ne görürdük? Nasıl bir Yûsuf’la konuşurduk? Ziyaretten sonraki düşüncelerimiz ne olurdu?

Şöyle olabilirdi.

Yûsuf hafızası sağlam bir insan. Çocukluktan beri yaşadıklarını unutmuyor. Onları arka arkaya koyduğunda bu yaşadıklarının ilahi bir planın parçası olduğunu anlıyor.

Çocukken gördüğü rüya, babasından aldığı müjde, kuyudan kurtarılması, başkalarına satılabilecekken zengin bir aile tarafından satın alınması, oradan ilim, hikmet noktasında kendini geliştirmesi, ardından (22. âyette) Allah’ın kendisine peygamberlik vermesi,

Bütün bunlardan Yûsuf’un anladığı şu: Allah (cc) beni geleceğe; gelecekte bana yaptıracağı büyük hayırlı işlere hazırlıyor. O yüzden burada bu zindanı kendimi tüketecek, üzüntü ve ıstırapla kendimi bitirecek bir yer yapmak da burayı benim için Medrese-i Yûsufiye yapmak da benim elimde. Ben Allah’ın izniyle burayı Medrese-i Yusufiye yapacağım diyor…”

Yûsuf bunları düşünmüş müdür? Cevabımız daha fazlasını düşünmüştür.

Zindanda İlk Günler ve İlk Tanışmalar

Kur’an burada 36. âyetle birlikte doğrudan konuyu giriyor. Zindanın dekorunu ve Yûsuf oraya ilk girdiğinde neler yaşandığını anlamayı bize bırakıyor. Film, dizi, belgesel ve yazılan birçok kitap üzerinden o ortam hayal edilebilir. Şartların ne kadar zor olduğu anlaşılabilir.

Buna şunun için dikkat çektik, zindana kendisinden sonra gelen insanlar hemen girer girmez rüya anlatmadılar. İnsanların cezaevlerinde bir tanışma, konuşma, kaynaşma süreçleri vardır. Kaynaşma olduğunda bu kaynaşma güzel dostluklara vesile olurken, özel hayata ait birçok şeyin de paylaşılmasına zemin hazırlar.

Buna dikkat çekmemizin bir nedeni de genelde sadık rüyalar kişiye özel mesaj niteliği taşıyabilir. Bu mesajların iyi anlaşılması, rüyayı gören kişinin iyi tanınması ile de doğru orantılıdır.

Hz. Yûsuf’un birazdan yapacağı rüya yorumunu böyle bir arka planla birlikte anlamanın faydalı olacağını düşünerek bu değerlendirmeyi yaptık.

Rüyalar ile Amel Edilir mi? Rüyalar Öznel mi, Nesnel mi?

Ayetlerin doğrudan tefsirine geçmeden önce başlıktaki sorunun cevabına bakalım.

İslam alimlerine, İslam hukukuna ve modern hukuka göre göre rüyalarla (keşif, keramet, cifir, ebced gibi yollarla edilen bilgilerle) amel edilmez. Bunlar hukuk açısından sübjektif ve nesnel olmadığı için zayıf zanni delildir.993

Bunun bir tek istisnası vardır, o da Kur’an’da bahsi geçen Peygamber rüyalarıdır. Peygamberler vahiyle teyit edildiği (doğrulandığı) için, onların rüyaları ve getirdikleri yorumlar güvenilirdir.

Bunun dışındaki rüyalarda iki durum vardır:

Özetlersek, biz bu konuda dinin ve hukukun görüşünü ortaya koyduk. Halk arasında bu konuda çok farklı düşünenlerin, rüya konusunu suiistimal edenlerin varlığından haberdarız ama onların varlığı bu gerçeği değiştirmiyor.

Rüya Kitapları Bu İki Rüyaya Ne Diyor?

Günümüzdeki rüya yorumu üzerine yazılan kitapların hiçbir bilimsel değeri yok. Aynı konuda, gören kişinin içinde bulunduğu durumu dikkate almadan onlarca farklı yorum görmek mümkün.

Şimdi bu rüyanın yorumunu günümüzdeki rüya kitaplarından araştırsaydık karşımıza şunlar çıkacaktı.

Rüyada Şarap Yapmak İçin Üzüm Sıkma

Rüyada Kuşların Başın Üzerindeki Ekmekleri Yemesi

Bu konuda buraya daha onlarca örnek koyabilirdik.

Burada soru şu: Varsayalım bu rüyaları onlarca insan görse buradaki yorumları yapsaydı biz hangisine güvenecek ve inanacaktık?

Burada, rüya üzerine yorum ve doğru sonuç çıkarma işinin ne kadar zor olduğunu gösterme adına bir soru daha soralım.

Eğer bu rüyalar olmasaydı, biz de bu iki kişinin gelecekte yaşayacakları şeylere bizzat şahit olsaydık ve orada bize sorulsaydı, “Bu iki kişi şu an yaşadıkları olayı, aylar öncesinden rüyada görselerdi o rüya nasıl olurdu?”

Bu soru şunu gösteriyor: Gelecekte yaşanacak olayla, burada görülen rüyalar arasında bağlantı kurmak çok ama çok zor. İşte bu zorluk Allah’ın yardımını, vahiy ve peygamber farkını gösteriyor.

Hz. Yûsuf Neden Rüyaların Yorumunu Hemen Yapmadı?

Yukarıda ifade ettik, Hz. Yûsuf zindana gelen bu mahkumlarla bir ön tanışma yaptıktan sonra mahkumların ikisi de rüya görüyor. Hz. Yûnus bu rüyaları o anda tevil etmek yerine sonraya bırakıyor.

Bunun birkaç nedeni olabilir.

Hz. Yûsuf rüyalar üzerinde düşünmek veya daha isabetli bir tevil yapmak için Allah’tan yardım dilemiş, kalbine ilham gelmesini beklemiş bunlar için zaman kazanmak istemiş olabilir.

Bunların yanında rüyasını dinlediği kişilerden birinin idam edileceğini bildiği için öncesinde onların hidayetine vesile olmak istemiş olabilir.

Bunların ikisi de birden olabilir ama birini öne çıkaracaksak onların hidayetine vesile olma ihtimali bir adım öne çıkıyor.

Hz. Yûsuf’un Yaptığı Tebliğin İçeriği

Kur’an’ın bize kıssaları anlatırken, orada geçen olayların tamamını anlatmadığını dikkate alırsak, Hz. Yûsuf’un yapmış olduğu tebliğde öne çıkan içeriğin bir özet olduğunu, bunların yanında yeni iman edecek bir insanın bilmesi gerektiği temel bilgileri anlattığını düşünebiliriz.

Sadece anlatılan içeriğe bakarsak şu noktalara yoğunlaşabiliriz.

Birinci Nokta: 37. Âyet “Bu (rüyaları yorumlama meselesi) Rabbimin bana öğrettiği şeylerdendir.” Yani az sonra yapacağım yorumlarda bir isabet olacaksa bu başarı bana ait değildir. Rabbimdendir. Burada Hz. Yûsuf’un mütavazi kişiliği öne çıkıyor.

İkinci Nokta: 37. Âyet “Ben Allah’a inanmayan ve ahireti inkâr eden bir milletin dinini (ve inanç sistemini) terk ettim.” Yukarıda kısmen ifade ettik. Burada biraz daha açalım. Hz. Yûsuf babasının peygamber olduğu bir ailede dünyaya geldi. O yüzden köle olarak Mısır’a gelene kadar bahsettiği bir toplumun içinde yaşamadı. Burada kastedilen toplumun Mısır toplumu olduğunu anlamın önünde bir engel görünmüyor.

Üçüncü Nokta: 37. Âyette geçen “…terk ettim…” ifadesi üzerinde ayrıca durmak istiyoruz. Bu ifadeden sanki Hz. Yûsuf bahsettiği milletin inancını önceden kabul etti, sonradan terk etti gibi mana anlaşılabilir.

Önce Allah’ın peygamber seçmesiyle ilgili bir ilkeye dikkat çekelim. Allah geçmişinde putperestlik olan bir insanı peygamber olarak seçmemiştir. Bunun örneği yoktur. Böyle bir seçim peygamberliğin doğasına ve peygamberin örnekliğine aykırıdır.

Konuya Hz. Yûsuf özelinden bakarsak, Hz. Yûsuf Mısır’a köle olarak getirildiğinde ergenlikten yetişkinliğe geçme sürecini yaşıyordu. Böyle bir sürecin içindeyken birdenbire kendisini putperest bir toplumun içinde buldu. “Terk ettim” dediği şey içinde yaşadığı o toplumun gelenek ve görenek üzerinden ona sunduğu hayat tarzı olabilir.

Dördüncü Nokta: 38. âyet “Atalarım İbrâhim, İshak ve Ya‘kūb’un dinine tâbi oldum.” Burada kastedilen dinin İslam dini olduğuna, ilk Peygamberden son peygambere kadar onların davetine icabet eden bütün insanların ortak sıfatının Müslüman kelimesi olduğunu daha önce ifade etmiştik.994

Beşinci Nokta: 38. ve 40. âyette “İnsanların çoğu” için şükretmezler ve bilmezler” şeklinde bir vurgu yapılıyor. Bundan şunu anlayabiliriz, genelde her peygamberin gönderildiği zamanda çoğunluk yanlışı yapıyordu. Bu vurgular hem o güne hem bugüne şu mesajı veriyor: Bir yerde çoğunluğun olması, onları hak üzerine; doğru yolda olduğu anlamına gelmez.

Altıncı Nokta: 39. âyette verilen bilgilerin ardından bir soru geliyor. “Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa… Vahid… Allah mı?” Bu ifade üzerinden akla yapılan bir hitap var. Bu hitap muhataba “düşün” diyor: “Çok ilah mı, tek ilah mı?” Genelde kralların yönetici olduğu bir çağda bu sorunun zihindeki algısı “Çok kral mı, tek kral mı?” şeklinde oluyor. Bu algı üzerinden düşünen her insan çokluğun olduğu yerde kaosun, tekliğin olduğu yerde düzen ve nizamın olduğunu bildiği için çok ilah inancındaki mantıksızlığı fark ediyor.

Yedinci Nokta: 39. âyette Allah’ın esmasından iki ismi geçiyor Vahid ve Kahhar. Bu isimler hakkında birlikte ilk geçtikleri Sâd sûresi 65. âyette değerlendirme yaptık. Oraya bakılmasını tavsiye ediyoruz.

Sekizinci Nokta: 40. âyette “İşte, dosdoğru din budur.” İfadesini görüyoruz. Bundan şunu anlıyoruz. Hz. Yûsuf bir peygamber olarak inandığı dini, anlatılması gereken şekliyle anlattı ve sonuç cümlesi olarak da bu ifadeyi kullandı.

Rüyaların Yorumu ve Sonrasında Yaşananlar

Bir peygamber olarak tebliğini yapan Hz. Yûsuf, 41. âyette kendisine anlatılan rüyanın yorumunu yapıyor.

Kur’an çok defa yaptığı gibi ortamda olanların bir kısmını bize anlatırken, anlatmadıklarını anlamayı bize bırakıyor.

Rüyayı dinleyen insanlar yetişkin; bu yaşlarına kadar mutlaka rüya görmüş yorumlarını dinlemiş ve onların kesin doğru çıkma ihtimalinin zayıf olduğunu bilen insanlar. Ayrıca Hz. Yûsuf’u hem yeni tanıyorlar hem de iman etmiş değiller.

Arka plan böyle olunca bu kişilerden rüyasının tevili güzel olan kişi ümitlenmiştir, diğeri de duyduklarına, “Bu bir rüya, kesin doğru olmayabilir.” şeklinde düşünerek son ana kadar inanmamış olabilir.

Hayatta Geçmişin Görevi Gelecekte Referans Olmaktır

Biz Müslümanlar ahirete inanmakla dünyada geçmişte yaptığımız her şeyin gelecekte hesap gününde karşımıza çıkacağına iman ediyoruz. Bu imanın gereği olarak da yaptığımız her şeyi buna göre yapmaya çalışıyoruz.

Geçmişte yaptığımız her şey ahiret geleceğinde de dünya geleceğinde de karşımıza çıkıyor. Bu dünyada her insanın geçmişi geleceği için bir referans mektubu oluyor.

İşte bu noktada Hz. Yûsuf’un yapmış olduğu bu rüya tevili onun gelecekte bir referans mektubu olacak. Zindandan kurtulan ve krala hizmet etme görevinde bulunan kişi kralın gördüğü rüya gündeme geldiğinde bu olayı hatırlayacak.

Hz. Yûsuf’un Yaptığı Tevekküle Ters mi?

42. âyette Hz. Yûsuf rüyasını tevil ettiği ve kurtulacağını düşündüğü kişiye buradan çıktığında “efendinin huzurunda benden bahset.” diyor.

Bu istek tevekküle tersi mi? Yani, Allah’ın onun hakkındaki takdirine razı olmamak mı?

Hz. Yûsuf’un insan olduğunu, haksız yere orada bulunduğunu, zindan şartlarının ağır ve insan doğasına aykırı olduğunu düşündüğümüzde bu sorulara cevabımız şu oluyor: Bir insan olarak Hz. Yûsuf o durumda olan her insanın yapması gerekeni yapıyor. Aynı zamanda gelecekte benzer durumları yaşayacak her insana da böyle yapmanın tevekküle aykırı olmadığını öğretiyor.”

Günümüz diliyle söylersek, hakkında verilen mahkeme kararının temyizi için bir üst mahkemeye dilekçe yazıyor, hakkını arama konusunda meşru olan her yolu deniyor.

“Şeytan Unutturdu, Ben Sorumlu Değilim” Diyebilir miyim?

42. âyette şöyle bir ifade geçiyor. “…şeytan ona (Yûsuf’un durumunu) krala arz etmeyi unutturdu…”

Bu âyeti benzeri âyetlerle995 birlikte okursak, şeytanın insana bir şey yaptırma özelliği olduğunu anlıyoruz.

Öyle anladığımızda soru şu: “Şeytan bana hırsızlık yaptırdı, şeytan bana yalan söyletti… kısaca Allah’ın ne kadar “yapma” dediği şey varsa onları bana şeytan yaptırdı, o yüzden ‘Ben sorumlu değilim.’ diyebilir miyim?”

Bu sorunun cevabına Kur’an bütünlüğünde baktığımızda şeytanın insan üzerindeki etkisinin sadece ve sadece ona vesvese vermekle, yani kötüye/yanlışa/günaha teşvikle sınırlı olduğunu, onun insan üzerinden zorlayıcı hiçbir etkisi olmadığını görüyoruz.996

O yüzden cevabımız “Allah’ın yapma dediği şeyleri yaptığında, yapılan her şeyin sorumlusu yapan kişi veya kişilerdir.”

Cevap bu olunca, soru şu oluyor: Kur’an neden böyle bir dil kullanıyor?

Bu soruya da Kur’an bütünlüğünde bakarsak, Kur’an bize şeytanı apaçık düşman olarak tanımlıyor. Bu düşman insana farklı yollardan yaklaşarak onun hata/yanlış yapmasını ve günah işlemesini istiyor.

Kur’an böyle bir dil kullanarak verdiği vesveselerle şeytanın amacına ulaşabileceğini ve biz insanlar için çok yakın bir tehdit ve tehlike olduğunu, ondan ve onun bizi aldatmak için kullanabileceği her şeyden her daim Allah’ sığınmak gerektiğini anlatıyor.

43-57 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Sarayda Özel Danışman

43-57. Âyet: Bu Bölümü Aşağıdaki Başlıklar Altında Değerlendiriyoruz

Kur'an İnsan Sözü Olabilir mi?

Yeri geldikçe bu konuya dikkat çekiyoruz. Yûsuf Sûresi'nin 43. âyetinde geçen kral/melik kelimesi bize bu konuda çok önemli bir mesaj veriyor.

Kur'an'da Mısır yöneticilerinin tamamı Firavun ünvanı ile anılırken, Kur'an Yûsuf sûresinde bir istisna yapıyor. Beş âyette (43, 50, 54, 72, 76) Firavun kelimesi yerine kral manasına gelen Melik kelimesini kullanıyor.

Peki, böyle bir kullanım için neyi bilmek gerekiyordu?

Şu tarihi bilgiyi bilmek gerekiyordu; eski Mısır uzmanlarına göre Hz. Yûsuf zamanında Mısır'ı yöneten kişilere Firavun denmiyordu. Firavun ünvanı Hz. Yûsuf'un yaşadığı zamandan sonra başladı.

Cambridge Ancient History'ye göre, Hz. Yûsuf'un yaşadığı dönem yaklaşık olarak M.Ö. 1700-1600 yılları arasına denk geliyor. Bu dönem, Mısır'da Hiksoslar'ın hüküm sürdüğü zamana tekabül ediyor. Hiksoslar dönemi yöneticileri, kendilerini "Firavun" olarak adlandıryorlardı. "Firavun" unvanı, daha sonra, yaklaşık olarak M.Ö. 1550'den itibaren başlayan Yeni Krallık döneminde yaygın olarak kullanılmaya başlandı.

Buna detay dersek, bu detayı Kitab-ı Mukaddes'te Hz. Yûsuf'tan bahseden

ayetlerde görmüyoruz. Orada bazen melik bazen firavun kelimesi kullanılıyor.997

Bu detay Kur'an'ın indiği 7. asırda yaşayan insanlar tarafından bilinmiyordu. Encyclopaedia Britannica'da belirtildiği gibi, "Mısır'ın erken dönem kralları için 'Firavun' terimi kullanılmamıştır. Bu terim, Yeni Krallık döneminde (c. 1539-1075 BCE) yaygınlaşmıştır." Eski Mısır hiyerogliflerinin çözülmesi ve Mısır tarihinin detaylı olarak anlaşılması ancak 19. yüzyılda gerçekleşmiştir.

Bu bilgiler bize neyi gösteriyor? "Muhammed Tevrat'taki bilgileri kopyaladı, Kur'an'ı oradan öğrendiği bilgilerle yazdı" iddiasının doğru olamayacağını gösteriyor. Eğer öyle olsaydı, Yûsuf sûresinde Melik-Firavun ayrımının yapılamayacağını, bu ayrım yapılıyorsa, bunun Kur'an'ın insan sözü olamayacağına şahit olduğunu gösteriyor.

İsteyince Rüya Görülmez, Allah’tan Ümit Kesilmez

Biz insanlar irade sahibi varlıklarız, bu dünyada bizimle ilgili işlerde irademizle yaptığımız 100 ise, (bedenimizdeki ve bedenin dışında hayatımızın devamı için gerekli hadiselerde) yapmadığımız 100 milyondur.

Rüya da irademizin/tercihimizin dışındaki hadiselerden biridir. Tamamen Allah’ın dilemesine bağlıdır.

Kralın rüya görmesi, Allah’ın (cc), Yûsuf üzerinden gerçekleştirmek istediği ilahı programın bir parçasıdır.

Sebepler açısından bakarsak, zindandaki o iki kişinin gördüğü bu rüya olmasaydı, o günün hukuk sisteminde zindan Yûsuf’un mezarı da olabilirdi.

Onun hayat filminin sonu başka türlü de bitebilirdi.

“Bu hadisede öne çıkan mesajlardan biri de nedir?” sorusuna “Allah’tan ümit kesilmez.” diyoruz.

Burada bir başka şey daha ifade edelim. “Bir şey olacak Yûsuf hapisten çıkacak. O şey nedir? diye sorulsaydı, Mısır kralının rüya görme ihtimali aklımıza gelecek en son şeylerden biri olabilirdi.

Bu zayıf ihtimal bize bir kere daha şunu gösteriyor, Allah (cc) sürpriz yapmayı sever, sizin hiç aklınıza gelmeyecek bir sebep sizin kurtuluşunuzun vesilesi olabilir. Siz yeter ki, Allah’tan ümit kesmeyin.

Rüyanın Konusu Her Asrın Sorunu: Ekonomik Kriz

Ekonomik Kriz ve Peygamber Ne Alaka?

Bu bölümü bu iki başlık altında değerlendireceğiz.

Hz. Yûsuf'un rüyaya getirdiği tevilden anlıyoruz ki, bu rüyanın konusu yaklaşan ağır ekonomik kriz.

Hayatı din ve dünya işleri olarak ayırırsak, ekonomik kriz dünya işlerine giriyor ve Kur'an bu sorunun çözümünde bir peygamberin öne çıktığı kıssayı bize anlatıyor. Neden? Niçin? Bize hangi mesajları vermek istiyor?

Bu kıssa, İslam'ın hayatın her alanını kucaklayan bütüncül yaklaşımını gözler önüne seriyor. Dünyayı terk etmeyi fazilet sayan anlayışın aksine, Hz. Yûsuf'un hikayesi, dünya işlerinde aktif rol almanın, toplumun refahı için çalışmanın da salih amel olduğuna vurgu yapıyor.

Günümüzde geri kalmışlar liginde yer alan İslam ülkelerinde Müslümanların bireysel ve toplumsal olarak geri kalmasının bir nedeni de dini ve dünyayı birbirinden ayıran ve dünya işlerini önemsemeyen yanlış din algısı.

İşte tam bu noktada Hz. Yûsuf'un kıssası, bir peygamberin ekonomi bakanı olarak görev yapabileceğini, yaklaşan büyük ekonomik krizin çözümünde, çözümün adresi olabileceğini, ülkenin kalkınmasında çok büyük işlere imza atabileceğini gösteriyor.

Bu kıssa bu yönüyle bütün zamanlarda gelecek Müslümanlara şu mesajı veriyor: Din, sizi dünyadan uzaklaştırmak için değil, dünyayı imar etmeniz, insanlığa faydalı olmanız için var. Ekonomi, ticaret, siyaset, bilim, teknoloji gibi alanlarda söz sahibi olmak, bu alanlarda çalışmak her Müslüman için bir ameli salihtir.

Rüyanın Tevili Mucize mi, Yetenek mi?

Mucizenin tanımını yaparken şunu dedik: Mucize bütün insanların aynıyla benzerini ortaya koymakta aciz kaldığı “şey”dir. Bu “şey”in yerine her “şey” konulabilir.

44. âyette bu rüyanın tevili konusunda o devirde bu işin uzmanı sayılan insanların aciz kaldığını, üstelik bir de bu rüyaya saçma, mantıksız anlamında “karmakarışık düş” dendiğini öğreniyoruz. Bu durum, Hz. Yûsuf'un yorumunun olağanüstülüğünü gözler önüne seriyor.

Kur'an kıssadaki bu noktayı öne çıkararak, Hz. Yûsuf'un yapmış olduğu tevilin, ikram-ı ilahi olduğuna ve dolayısıyla bir mucize olduğuna işaret ediyor. Bu, Allah'ın Hz. Yûsuf'a bahşettiği özel bir lütuf olarak görülebilir.

Peki bu mucize bize ne diyor?

Bu mucize bize Kur'an'daki benzeri mucizelerin verdiği ortak mesajı veriyor: O mesaja daha önce değindiğimiz için burada o mesajın özetini verelim.998Özet şu: "Ey insanlar! Mucizelerin aynıyla benzerini yapamazsınız ama benzerini yapmak için gereken bilgi ve yeteneklere ulaşabilirsiniz."

Hz. Yûsuf hem bu mucizeye mazhar oldu hem de bu mucizeden ilham alarak kendini -Kur’an’da “Te'vil-i Ehadis” olarak ifade edilen- “yorum ilminde” geliştirdi.999 Bu durum, mucizenin insanı pasifleştirmediğini, aksine onu aktif olmaya, yeteneklerini geliştirmeye teşvik ettiğini gösteriyor.

Bu yönüyle bu kıssa, İslam'ın bilime, öğrenmeye ve yetenekleri geliştirmeye verdiği önemi vurguluyor. Mucizeler, sadece hayretle izlenecek olağanüstü olaylar değil, aynı zamanda insanlığı ileriye taşıyan, onları düşünmeye ve gelişmeye teşvik eden dinamiklerden biri oluyor.

İnsanın İki Değeri Vardır: Maddi ve Manevi

Maddi değer insanın fiziki görüntüsünden, sahip olduğu servet ve makam gibi şeylerden gelir. Bunlar üzerinden birinin yanında değer kazanmak gerçek değer değildir. Çünkü bunlar üzerinden bir insana değer verenler dolaylı olarak o kişilere şunu demiş oluyorlar; “Biz sana fiziki güzelliğin için, servetin, makamın için değer veriyoruz. Onlar olmasaydı bizim yanımızda bir değerin yoktu.”

Manevi değer insanın eğitimi, ahlakı, itibarı ve saygınlığı üzerinden kazandığı değerdir. Bu değer, fiziki güzellik, servet, makam gitse bile kalıcıdır. Kendine değer veren insanlar, manevi değere önem verirler. Bu insanların bu dünyada en çok istediği şeylerin başında doğru, dürüst ve güvenilir bir insan olarak yaşamak ve öyle bilinmek vardır.

Bu insanların bu dünyada en çok korktukları ve sakındıkları şeylerin başında üçkağıtçı, sahtekar, namussuz, şerefsiz ve güvenilmez bir insan olarak yaşamak ve bilinmek vardır.

Bu insanlar için manevi değer ve bunun özeti sayılan itibar servettir. Hayat o serveti kazanmak ve korumak için yaşanır. O serveti kaybedince yaşamanın bir anlamı yoktur.

Neden bu konuyu anlattık, Liderlerin, özellikle de Müslüman liderlerin, özellikle de Müslüman liderlere örnek olan peygamberlerin en büyük arzusu bir ömür “AK” kalmaktır. “Kara”landıklarında da aklanmaktır.

Bu tespitten sonra aşağıdaki başlıkla devam edelim.

Hz. Yûsuf’un Krala İlk şartı “AK”lanmak ve İadeyi İtibar Oldu

Burada bir empati yapalım. Yıllardır zindandasınız. Üstelik haksız yere oradasınız. Bir gün koskoca bir ülkenin kralı sizi sarayına davet ediyor.

İki şey yaparsınız; ya teklife “evet” dersiniz, hemen çıkarsınız ve size verilecek görevi kabul edersiniz veya “hayır” dersiniz.

Hz. Yûsuf “hayır” demeyi tercih etti. Bu tercih şu anlama geliyordu: “ben “AK”lanmadan buradan çıkmam. Benim bu “Kara” lekeyi üzerimde taşıyamam. Ben bu şaibeyle liderlik yapamam. Ben itibarımın iadesini istiyorum.”

Bu isteğin ardından günümüz diliyle söylersek, dosya tekrar açıldı, Yûsuf hakkında yeniden bir yargılanma yapıldı. Züleyha o mahkemede suçunu itiraf etti. Bu yargılanmanın ardından Kralın, Yûsuf’a olan güveni daha da arttı. Kral ve etrafındakiler şöyle düşündü: “Tenhada, Mısır’ın en güzel kadınlarından birinin davetine hayır diyen bir insan, kendisine emanet edilecek hiçbir emanete ihanet etmez.”

Peygamber Nefsi de Kötüyü Emreder mi?

53. âyette failin kimi olduğu konusunda farklı görüşler olmuş. Bazıları peygamberlerin ismet (masum/günahsızlık) sıfatından yola çıkarak bu âyette failin Yûsuf değil Züleyha olduğunu söylemişler.

İlk olarak nefis hakkında önceki yaptığımız değerlendirmelerin devamı olarak kısa bir değerlendirme yapalım sonra buradaki faile bakalım.

Nefis Hayrı da Şerri de İster: Şems sûresinde şöyle bir ifade kullanmıştık “Şems sûresinin 8. âyeti, Kur’an’dan yola çıkarak nefisle ilgili yapılacak bütün tanımlarda belirleyici oluyor.”

Bu tanıma göre her insanın nefsi hayra ve şerre meyleder. Buna peygamberler de dahildir.1000

Peygamberlerin hatasız olmasının vahyi alma ve eksiksiz olarak insanlara aktarma ile ilgilidir. Onlar da dini hayatın pratiğinde yaşarken hata yapmışlar ve bu hataları için Allah’tan bağışlanma dilemişlerdir.1001

Ayrıca Kur’an’da onları uyaran, “Neden böyle yaptın?” diyen (itap) âyetleri ve onların yanlış yapma ihtimaline binaen “Şunları şunları yapmayın” diyen âyetler de vardır.

Bütün bunları dikkate aldığımızda bu âyetin muhatabı, Hz. Yûsuf dahil nefis taşıyan her insan olabilir.

Ayette Fail Kim?

Bu sûrenin 24. âyetinin tefsirinde “Kadın Yûsuf’u İstedi, Yûsuf da Kadını İstedi mi?” başlığı altında bir değerlendirme yaptık. Orada Yûsuf’un da kadını istediğini, ama Allah’ın yardımı ile bu isteğinin esiri olmadığını biliyoruz. Ayrıca 33. âyette yine Rabbine “Eğer (sen) beni onların hile ve entrikalarından kurtarmazsan belki de onlara meyledip cahilce davrananlardan olabilirim.” diye dua ettiğini de biliyoruz.

Bütün bunları dikkate aldığımızda bu âyette failin Hz. Yûsuf olduğunu, bu âyetteki ifadesinin de onun mütevazi kişiliğinin dışa yansıması olduğunu söylemenin önünde bir engel kalmıyor.

Burada şu soruyla konuyu günümüze getirelim.

Nefsini Öldüren İnsanlar Var mıdır?

Bu soruyu nükteli bir cevap verelim. Evet kendini fiziki olarak öldüren her insan nefsini öldürmüş olur. Nefis kelimesinin ilk anlamı “insanın kendisi” demektir. O yüzden yaşadığımız müddetçe nefsimiz olacaktır. Yaşadığımız müddetçe nefsimizin hayra ve şerre meyli de olacaktır.

İnsan belli bir manevi olgunluğa geldiğinde fiziki olarak kötülük yapmaya bilir ama içindeki kötülük yapma duygusunu sıfırlayamaz. Aklını kontrol etse, hayallerini kontrol edemez. O yüzden nefsin öldürülmesi mümkün değildir, mümkün olan onun kontrol edilmesi ve hayra yönlendirilmesidir.

Özetlersek, Hz. Yûsuf gibi bir peygamberin kendisini temize çıkarmaması, Kur’an’ın Necm sûresinin 32. âyetinin “kendiniz temize çıkarmayın” demesi bize “Siz de nefsinizi temize çıkarmayın, ermiş (hatasız, günahsız) olduğu söylenen insanlara aldanmayın.” diyor.

“Kral Onu Bana Getirin” Demeden Önce “MİT” Araştırıyor

Kralın “onu bana getirin” emrini ilk olarak 50. âyette duyuyoruz. Hz. Yûsuf gelmek için “AK”lanma talep edince bu talep yerine getiriliyor ardından kral 54. âyette bir kere aynı emri veriyor.

Ara sıra yeri geldikçe yaptığımız gibi burada da bir ortam okuması yaptığımızda kralın günümüzdeki MİT ve benzeri istihbarat birimlerine benzeyen bir örgütü olduğunu ve o örgütün bu emirler verilmeden önce ön bir araştırma yaptığını düşünüyoruz.

Bu araştırmada kral “Onu bana getirin, onu kendime özel danışman edineyim” emrini vermeden önce Yûsuf’un hikayesini; onun bir peygamber olduğunu, onun hapse giren mahkumlara tebliğ yaptığını ve onun bir iftira sonucu hapse girdiğini biliyor.

Burası çok önemli, koskoca devletin başında ve özellikle putperest olan bir kralın hiçbir ön araştırma yapmadan, peygamber olan birini sarayına çağırması mümkün değil.

Bunları bildiğini kabul ettiğimizde bu çağrı çok daha büyük bir anlam ifade ediyor ve günümüze çok ama çok önemli mesajlar veriyor.

Bu Kıssanın Manşeti “Onu Bana Getirin”

Bu kıssa bir gazeteye haber olsaydı, “onu bana getirin” ifadesi sekiz sütuna manşet olacaktı, bir tv’ye haber olsaydı kadrajda büyük harflerle yazılacaktı.

Bu ifade bütün zamanlara şunu diyor: “Ey Müslüman! Sen güvenilir ve dürüst bir insan olursan, alanında uzman olursan, liyakat sahibi olursan, hiç olmayacağını düşündüğün şeyler olabilir, hiç açılmayacağını düşündüğün kapılar sana açılabilir.”

Özellikle günümüze; günümüzde yaşadıkları ülkelerde diğer din mensuplarına göre azınlıkta olan Müslümanlara şunu diyor: Müslüman olmanızın aleyhinize olması da lehinize olması da size bağlı. O dini doğru anlar, doğru temsil ederseniz, putperest olan insanlar bile inancınıza saygı duyar, size hem iş imkanı hem de inandığınız gibi yaşama imkanı sunar.

Bir Göreve Talip Olmanın Ölçüleri

İslam irfanında “görev istenmez verilir” şeklinde bir ölçü var. Bu ölçüye referans olarak gösterilen hadisler var.1002

Bu hadislerin tamamında ortak nokta “sana verilmemişse ve sen o göreve layık değilsen isteme” şeklindedir.

Bu ölçü üzerinden Hz. Yûsuf’un talebine bakarsak. 54. âyette Hz. Yûsuf liyakat testlerinden geçtikten sonra “Bugün sen yanımızda yüksek makam sahibisin” ifadesiyle ona görev veriliyor. O da görevi kabul ederken görev alanı ile ilgili bir talep de bulunuyor.

Bu ölçüleri bugüne getirirsek, günümüzde bir göreve talip olan her Müslümanın öncelikle yapması gereken şey, talip olacağa görevi yapabilecek liyakati kazanmak olacak. Bunu kazanmadan bir göreve talip olması veya ona bu görevin verilmesi kesinlikle doğru değildir. Liyakat sahibi olmadığı halde kişiye göreve vermek, “Emaneti ehline verin”1003âyeti gereğince emanete ihanettir.

Özetlersek, bir Müslüman, gerekli şartlara sahip olduğunda, hangi pozisyonda olursa olsun dünyanın her yerindeki iş ilanlarına baş vurabilir, o görevi yapmaya talip olabilir.

Hz. Yûsuf’un İzlediği Evrensel Strateji: “Lekum Dînukum Veliye Dîn”

Bu başlığın altında şu sorunun cevabını vermeye çalışalım: “Hz. Yûsuf Mısır’da kralın ekonomi bakanı olarak görev yaparken, aynı zamanda Peygamberlik görevini yerine getirmede nasıl bir strateji izledi?”

İzlenen stratejiden Kafirun sûresinin 6. âyetinde “Evrensel Strateji: “Senin Dinin Sana Benim Dinim Bana” başlığı altında bahsettik.

Burada oranın devamı olarak şunları ifade edelim. Peygamber Efendimiz tarafından Mekke döneminin ilk yıllarında müşriklere karşı uygulanan bu strateji, Allah tarafından gönderilen her peygamberin izlediği stratejidir.

Hz. Yûsuf da böyle yaptı.

Peki bunun sonucunda ne oldu? Bu yöntem gelecekte nasıl bir sonuç verdi?

“İnandığı dinin güzelliklerini yaşayarak gösterme, kendisine verilen görevi en güzel şekilde yapma, insanların güvenini ve saygınlığını kazanma olarak” özetleyeceğimiz bu yöntem kısa vadede güzel sonuçlar verdi.

Mutlu Son 1’in Faili Kim?

Eğer bu sûre iki bölümlük bir film olsaydı, bu filmde iki büyük “mutlu son” yaşanıyor.

Her iki mutlu sonda da önde görünen fail Hz. Yûsuf olsa bile âyetlerde fail olarak Allah öne çıkıyor.

İkinci mutlu sona yeri geldiğinde (100, 101. âyetlerde) bakacağız. Burada birinci mutlu sona yoğunlaşırsak, 56. âyette şöyle deniyor: “Biz böylece Yûsuf’a Mısır’da önemli bir mevki ve iktidar gücü verdik.”

Verilen başarıda Yûsuf’un Allah’ın rızasını gözeterek yaptığı doğru tercihlerin rolü var mıydı? Elbette vardı. O tercih yaptı, Allah takdir etti. O iradesini kullandı, Allah sonucu yarattı. Sonucun ortaya çıkmasında iki fail olmasına rağmen, Kur’an bazen bu durumlarda tek fail olarak Allah’ı öne çıkarıyor.

Bu konuya hem bu süreninin 22. âyetinde hem de daha önceki âyetlerde1004 değindik. Burada farklı olarak bir örnek verelim.

Bu örnekten önce bedenimiz/vücudumuz hakkında tahmini bir bilgi verelim.

Şöyle bir Hesap yapıyoruz.

Bu bilgiyi verdikten sonra örneğimizi verelim.

Dev bir şirket var. Bu şirketin yapımında 3700 kentilyon tuğla/atom kullanılıyor. Bu şirkette 37 trilyon oda/hücre var. Bu odalarda isimleri sitoplazma, mitokondri, ribozom, lizozom gibi çalışan milyarlarca eleman var. Bu şirketin sahibi (Allah (cc)) bu şirketi size emanet olarak veriyor. İstediği şey bu şirketin iyilik (başarı, güzellik, ahlak) üretmesi.

Şimdi bu noktada soru şu: Bu şirket iyilik ürettiğinde bu iyiliğin (başarının) sahibi kim?

Bu durumu anlatmak için aşağıdaki cümlelerden hangisi daha uygun olur?

Kendisine şirket emanet edilen, ortaya çıkan başarıyı şirketin imkanlarını kullanarak elde eden kişi diyor ki: Başarıyı ben elde ettim.

Şirketi emanet olarak veren (Allah) diyor ki, başarıyı ve başarı için gereken bütün sermayeyi biz verdik.

Özetlersek, Kur’an’da görünürde insanın fail olduğu halde, failin Allah olduğu ifade edilen bütün âyetleri bu örnek üzerinden anlayabiliriz. Böyle anladığımızda Yûsuf sûresindeki mutlu son 1 ve 2’yi manevi bir hediye paketi içine koyup Yûsuf’a “veren” Allah (cc) oluyor.

58-68 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Öz Kardeşine Kavuştu

58-68. Âyet: Bu Bölümü Aşağıdaki Başlıklar Altında Değerlendiriyoruz

Adım Adım Hz. Yûsuf’un 15 Yıllık Kalkınma Planı ve Neticeleri

Kur’an Hz. Yûsuf’a Kral tarafından görev verilmesinden bahsediyor ama onun bu görevi başarıyla yerine getirmesine ait detayları anlamayı bize bırakıyor.

Biz bu noktada iki şey yaparız,

Üzülerek ifade edelim Hz. Yusuf kıssası ile ilgili birinciyi yapan çok olmuş ama ikinciyi yapan az olmuş. Biz burada ikincide bazı detaylar üzerinde duracak ve ardından bazı değerlendirmeler yapacağız.

Şimdi bu detayları, hayatın olağan akışı içinde adım adım takip edelim.

Birinci Adım: Danışmanlık ve Planlama (1. Yıl)

Kral, Yûsuf'u zindandan çıkarıp baş danışman olarak atıyor. Yûsuf, hemen işe koyulur:

İkinci Adım: Altyapı ve Teknoloji Geliştirme (2. 3. Yıllar)

Bu adımda, yapılan kapsamlı plan aşağıdaki anlatılan şekilde uygulamaya geçiriliyor.

Üçüncü Adım: Üretim ve Stok Biriktirme (4-7. Yıllar)

Bu adımda şu işler yapılıyor.

Dördüncü Adım: Kıtlık Yönetimi (8-14. Yıllar)

Bu adımda şu işler yapılıyor.

Beşinci Adım: Ekonomik Çeşitlendirme (Tüm dönem boyunca)

Bu adımda şu işler yapılıyor.

Altıncı Adım: Toparlanma ve Yeni Dönem (15. Yıl)

Finale yaklaşırken bu adımda şu işler yapılıyor.

Yedinci Adım: Final

Yûsuf, 15 yıllık planın sonunda Mısır'ı sadece kıtlıktan kurtarmakla kalmaz, aynı zamanda bölgenin en güçlü ve müreffeh ülkesi haline getiriyor. Ekonomik başarının yanı sıra, adil yönetimi ve ahlaki liderliği ile de örnek bir devlet adamı olarak tarihe geçiyor. Bütün bu işleri tevhid dinini tebliğ eden bir peygamber olarak yapması da onun dinine olan saygıyı ve ilgiyi de arttırıyor.

Hz. Yûsuf Bütün Bunları Nasıl Öğrendi?

Peygamberlerde İlahi Öğreti ve Kabiliyet Arasındaki Denge Nasıldır?

Bu konuyu bu iki başlık altında anlatmaya çalışacağız.

Burada bir soru daha soralım, Hz. Yûsuf yukarıda bahsettiğimiz kalkınma planını bizzat kendisi yaptı ve uyguladı mı?

Bu soruya cevabımızın “evet” hatta daha fazlası da var. Biz burada hayatın doğal akışı içinde o tür işlerin olması için hangi sebepler arka arkaya gelmesi gerekiyorsa onları sıraladık.

Bu konu önemli olduğu için konuyu daha da açmak için birkaç soru daha soralım,

Hz. Yûsuf bütün bu işleri Allah’tan gelen vahiyle mi öğrendi? Yaptığı işin her aşamasında vahiy mi geldi? Kendisinin gözlem yaparak, okuyarak, araştırarak öğrendiği konular yok muydu? Hz. Yûsuf’un ekonomi yönetimi alanında bilgisinin ne kadarı vehbi (Allah’tan gelen) ne kadar kesbi (kendi kabiliyet ve becerisiyle öğrendiği) idi?

Neden bu soruları sorduk?

Tefsirlerin çoğunda bu sorular atlandığı için. Müslümanlarının büyük bir bölümü bu konu üzerinde düşünmediği için, Müslümanların büyük bir bölümü bu konuda “Allah’ın yardımı oldu” deyip geçtiği için.

Bu dünyada Allah’ın yardımı bir yasaya bağlıdır.

Allah (cc) peygamberlerine yardım ederken bu yardımın bir ölçüsü vardır.

Yardımın büyük bölümü Allah-insan ilişkisinde insanın (Allah’ı sıfatları ile tanıma, iman, ibadet, ahiret, cennet, cehennem gibi) kendi aklıyla bilemeyeceği alanlarda vahiy göndermek şeklinde olur. Dünyevi işlerde de yukarıda rüya tevili örneğinde olduğu gibi “ipucu” verme şeklinde olur.

Allah’ın yardımı hiçbir zaman, hiçbir peygamberin şöyle anlaşılacağı şekilde olmaz. Dışarıdan peygamberi görenler diyor ki: “Bu peygamber dünyevi işlerde hiçbir şeyden anlamıyor; anlamadığı gibi okuma, araştırma, tefekkür etme, başkalarına sorma gibi gayreti de yok. Her konuda vahiy bekliyor. Ne yaparsa yapsın vahiyle yapıyor…”

Eğer bir peygamber böyle olsaydı -daha önce anlattığımız gibi- bu peygamber okuldaki imtihan sırasında telefonla dışarından bilgi alan ve her imtihanda 10 üzerinden 10 alan bir öğrenciye benzerdi.

Böyle bir öğrenciye benzediği için içinde yaşadığı toplumla aynı şartları yaşamayan, onlar gibi alın teri dökmeyen, onlar gibi emek harcayarak başarı elde etmeyen bir peygamber örnek olamaz. İnsanlara “Okuyun, araştırın, çalışın, çabalayın, fedakarlık yapın.” diyemez. Dediği zaman inandırıcı ol(a)maz.

Bu açıklamalardan sonra başlıktaki soruların cevabına gelirsek, Allah’ın hiçbir peygamberi, her işini talimatla yapan uzaktan kumandalı bir robot değildir.

Peygamberler aklını vahyin rehberliğinde kullanan, vahiyden ipuçları alan, işin gerisini bütün insanlar gibi, aynı şartlarda benzer sebepleri yerine getirerek yapan insanlardır.

“Yûsuf Kıssası 21. Asırda Ekonomik Kriz Yaşayan Müslümanlara Ne Diyor?

Açlık, yoksulluk, fakirlik ekonomik kriz kader değildir. Nerede fakirlik, tembellik ve cehalet varsa orada bunlar vardır. Bunlar var olduğu müddetçe onlar da olacaktır.

Bu kıssa ekonomi bağlamında günümüz Müslümanlarına şunları söyler:

Bunlara “genel çerçeve” dersek, bu çerçevede bazı konular öne çıkıyor. O konuları burada sadece kısaca yazacak, bu konudaki bütün detayları işin ehline bırakacağız.

Günümüzde İslam Aleminin En Büyük Problemi: YUSUF YOK

Liderlik Olarak Hz. Yûsuf’un Günümüzdeki Karşılığı Nedir?

Burada iki başlık altında devam edeceğiz.

Her kalkınmanın, gelişmişliğin merkezinde insan vardır; insanın kalitesi vardır. Bu açıdan bakarsak, Hz. Yûsuf’un günümüzdeki karşılığı (doğruluğu, dürüstlüğü, hakkı, hukuku, güvenilir bir insan olmayı içine alan) ADALET’tir.

Adaleti şu özellikler takip eder,

Bu özellikleri uzatmak mümkün bu konuyu şu ifadelerle bağlayalım.

Günümüzdeki İslam ülkelerini ve sorunlarını biliyoruz. Bizim kanaatimize göre hiçbirinin maddi kaynak sorunu yok.

Hepsinde en temel sorun: Yukarda saydığımız özelliklerin karşılığı olan YUSUF YOK. Yûsuf varsa, bugün yok olan maddi kaynaklar bir şekilde bulunur. Yûsuf yoksa, maddi kaynakları hem bulmak hem de halkın bütününün yararına kullanmak zorlaşır.

Hz. Yûsuf ve Üç Zirve

Zirve deyince akla dağlar gelir. Hz. Yûsuf ile sıradağlar arasında şöyle bir benzerlik vardır. Dağda (tepede) tek zirve olur, sıradağlarda birkaç zirve olur. Hz. Yûsuf’un hayatı sıradağlar gibidir. Onun hayatında öne çıkan üç zirve vardır.

Birinci zirve Züleyha’nın karşısındaki duruştur. Bu zirveye çıkmak ve hep orada kalmak için başta şehvet olmak üzere bütün istek ve arzularını Allah’ın razı olduğu alan içinde yönetebilen bir insan olmak gerekiyor.

İkinci zirve adalet ve liyakat sahibi bir insan olarak Mısır’a vezir olmasıdır.

Üçüncü zirve gücün zirvesindeyken kardeşlerini bağışlamasıdır. Bu zirve günümüzde kutuplaştıran, ayrıştıran bir dilden uzak durmaya; toplumsal barışa ve kardeşliğe karşılık gelir.

Özetlersek, Yûsuf’u çağına taşımak isteyen bütün Müslümanlar için bu zirveler hedeftir. Öncelikli hedef birinci zirvedir.

Roller Değişti: Kardeşleri Kuyuda, Yûsuf Zirvede

58. âyeti böyle okuyabiliriz.

Sadece bu bölüm bile Allah’ın beşer iradesine doğrudan müdahale etmeden, o iradeyi hadiseler üzerinden nasıl yönettiğine ve yönlendirdiğine şahit oluyor.

Buraya kadar ve bundan sonrasında gelişecek bütün hadiseler bu kıssanın başındaki rüyanın ve kuyuda Yûsuf’a gelen vahyin doğruluğuna şahit oluyor.

Peki bize yani bugüne ne diyor?

Aklınızı vahyin rehberliğinde kullanırsanız, sebeplere riayet etmeyi Allah’ın emirlerine itaat gibi görürseniz, Allah sizi kuyuya atan muktedirlere aczin ve zaafın dibini gösterirken, sizi de kuyudan zirvelere çıkarır. Ama bunun yolu olağanüstü hadiseler beklemekten değil, olağanüstü çalışmaktan, gayretten, değer üretmekten geçer.

Yûsuf’un Bünyamin’i Kurtarma Planı

59. âyette “Bana üvey kardeşinizi de getirin.” ifadesi geçiyor. Âyetin parantez içi açıklamalarında da işaret ettiğimiz gibi, âyette anlatılan konunun yaşandığı ortamda daha başka şeyler de konuşuluyor; Yûsuf onlara fark ettirmeden “Nasılsınız, iyi misiniz, memleket neresi, anne, baba hayatta mı, kaç kardeşsiniz?” şeklinde başlayıp devam eden bir muhabbetin sonunda öğreneceği şeyleri öğreniyor.

Sonrasında kendisini kuyuya atan bu “sözde” kardeşlerin, elinden öz kardeşini kurtarmak için bir plan yapıyor ve o planın bir parçası olarak da “O gelmezse bundan sonra size tahıl yok” diyor.

Yûsuf Kardeşlerine Torpil Yaptı mı?

62. âyette şunu görüyoruz: Hz. Yûsuf’un kardeşi Bünyamin’i kurtarmak için yaptığı planı daha da güçlendirmek ve “sözde kardeşlerinin” bahane üretmemeleri için onların “takas niyetiyle getirilen sermayelerini” onlara gizlice geri veriyor. Onlar da bunu fark ettiklerinde seviniyorlar.

Âyet, bu bölümde anlatılmayan bazı şeyleri öğrenmeyi bize bırakıyor. Normalde Yûsuf’un takas için getirilen sermayeyi geri verme hakkı yok. Çünkü o mal alış-verişten sonra bir kamu malı haline geliyor ve o mal üzerinde o ülkede yaşayan her insanın hakkı oluyor. Öyle olunca o malı bir yöneticinin kendi şahsi işlerinde kullanması yasak ve haram oluyor.

Ayet bize diyor ki, öğrenmeyi size bıraktığım bu bölümde tanıdığınız Yûsuf asla böyle bir günahı işlemez. Kesin olarak onun bedelini kendi cebinden ödedi ve bu ödeme de devlet memurlarının şahitliğinde kayıtlara geçti.

Orada değildik ama bunun kesin bu şekilde olduğunu biliyoruz. Bir peygamber için aksi düşünülemez. Aksi olsaydı, böyle bir insan Kur’an tarafından bütün zamanlara örnek gösterilemezdi. Aksi olsaydı, Yûsuf’un önce itibarı sonra da yöneticiliği biterdi.

Hz. Yakup’un Yûsuf’tan Sonra Bünyamin ile İmtihanı

63. âyette şunu görüyoruz: Bu imtihana bir babanın en zor sınavı diyoruz. Dün Yûsuf’u kuyuya atan ve onu kurt yedi yalanını söyleyen çocukları bugün Bünyamin’i istiyorlar.

Eğer bir kıtlık dönemi olmasaydı, abilerinin daha fazla erzak almak için gösterdikleri hırs olmasaydı, yani şartlar normal olsaydı, Hz. Yakup geçmişte kötü sabıkaları olan çocuklarına Bünyamin’i vermezdi.

Erzakla dönmeleri ve sermayelerinin erzakları arasında olması ona bu konuda biraz güven verdi. Ama yine elinden gelen tedbiri almayı ihmal etmedi. Bu bağlamda 67. âyette geçen “hepiniz tek bir kapıdan girmeyin” tavsiyesini yaptı.

Bu konuya aşağıdaki başlıkla devam edelim.

İş Olacağına mı Varır? Allah’ın Dediği Olur mu?

Halk arasında bu sözleri duyarız. Bu sözler genelde “İnsanın sonuca yönelik gayretini küçümseyen, ona ne yaparsan yap sonuç değişmeyecek.” diyen ifadelerin özeti olarak karşımıza çıkıyor.

Mutlaka bu sözlerin benzerini kendi yaşadıkları çağlarda Hz. Yakup, Hz. Yûsuf ve diğer bütün peygamberler de duymuş olabilirler.

Burada konumuz tedbir ve tevekkül arasındaki denge.

Başlıktaki ifadeleri kullanan insanlar, eğer gelecekte yaşayacağımız her olayda, işin nereye varacağını veya Allah’ın o konunun nasıl neticelenmesini istediğini bilselerdi, bu ifadelerin bir anlamı olurdu.

Bu konuda şöyle bir cümle kurabiliriz. Allah’ın Kur’an’da anlattığı bütün peygamber kıssalarına en önemli amaçlardan biri de tedbir ve tevekkül arasındaki dengeyi öğretmektir.

Hiçbir peygamber “iş olacağına varır” veya “Allah’ın dediği olur.” diyerek, yapmak istediği işler için yapılması gereken sebepleri terk etmedi. Aksine bize şunu öğrettiler, insan iradesine bağlı her işte Allah’ın dilemesi insanın tercine bağlıdır.

Bir örnek verelim, adamın biri hırsızlık yaptı ve diyor ki, “İş olacağına vardı, Allah’ın dediği oldu?” Bu durumda bu adamın suçu yok diyebilir miyiz.

Veya kadının biri güzel örnek olarak bir insanın hidayetine vesile oldu. Diyebilir miyiz, “Bu kadın sevap kazanmadı. Çünkü o bir şey yapmasa da iş olacağına varacaktı, Allah’ın dediği olacaktı.”

Allah’ın imtihan dünyası için takdir ettiği dekor, insan iradesini yok sayan bu tür düşünce ve konuşmalara izin vermiyor.

Özetlersek, hem Hz. Yakup hem de Hz. Yûsuf yaşadıkları onca olumsuz şeye rağmen, kendilerini rüzgarın önünde iradesiz bir yaprak gibi görmediler. Yaşadıklarından ders alıp, yaşayacakları her olayı iyi yönetmek ve onları hayra yönlendirmek için gayret ettiler. Bize de bu konuda ders verdiler.

69-82 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

“Bana Düşen Güzel Bir Sabır”

Not: Finale Doğru

Kıssanın bu bölümünde Hz. Yakup’un imtihanı biraz daha ağırlaşıyor. Yûsuf’tan sonra Bünyamin’den de ayrı kalıyor. Onun o gün baktığı yerden imtihan biraz daha ağırlaşırken, bizim baktığımız yerden mutlu son biraz daha yaklaşıyor. Gelişmeleri âyetâyet değerlendireceğiz.

69. Âyet: Bünyamin’i Alıkoyma Planı

Hz. Yûsuf’un Bünyamin’i getirme planı tuttu. Ona gizlice kendini tanıttı. Ardından onu nasıl alıkoyabilirim diye düşünmeye başladı. Yaptığı planın uygulanmasında Bünyamin’in de yardımı gerekiyordu. Planı Bünyamin’e anlattı, plan uygulamaya konulduğunda nasıl davranması gerektiğini konusunda da ona bilgi verdi.

70. Âyet: Hz. Yûsuf’dan Hile, Komplo, Kumpas, İftira… Beklenir mi?

Bazıları önüne arkasına bakmadan bir şey Kur’an’da geçiyorsa o şey yapılabilir gibi anlayıp, Kur’an’da anlatılan olayları, kendi amaçlarına alet ediyorlar.

Onlardan biri de bu âyetlerde anlatılan olay.

Eğer bu olayın arkasında iyi niyet olmasaydı, bu olay kötü niyetli yapılsaydı, bu olay komplo, kumpas, tuzak, hile, iftira, yalancılık ve sahtekarlık gibi sıfatlarla tanımlanmaya uygun bir olay derdik. Ama Hz. Yûsuf’tan ve onun da içinde olduğu adil devletten böyle bir şey beklenmeyeceği için bu olayın adına “kurtarma operasyonu” diyoruz.

Kurtarılan kişi Bünyamin. Operasyonun yapıldığı kişiler, adam öldürmeye tam teşebbüs suçu işleyen, bir babayı aldatma, kandırma ve ona yalan söyleme gibi ne kadar çirkin iş varsa onları yapabilecek karakterde insanlar.

İşte Hz. Yûsuf bu âyetlerde anlatılan olayı planlıyor ve kardeşi Bünyamin’i yasal bir şekilde alıkoymanın formülünü buluyor.

Günümüz diliyle özetlersek, bu plan bir suç örgütüne karşı, bir savcı tarafından yönetilen ve onların ellerinde bulunan masum bir insanı kurtarmaya yönelik bir operasyon olarak değerlendirilebilir.

71. Âyet: Kralın askerleri meşru bir gerekçeyle Yûsuf’un üvey abilerinin kervanını durduruyorlar. Onlar da olayı anlamadıkları için sebebini soruyorlar.

72. Âyet: Çalınan malın kralın su kabı olması önemli. Her ne kadar burada anlatılan olay günümüzden yüzlerce yıl önce olsa da o gün bile suçun işlendiği şartlar suça verilecek cezada belirleyici olabilir. Çalınan şeyin krala ait değerli bir şey olması ve iyi korunan bir yerden çalınması, çalanların planlayarak çaldıkları gibi detayları akla getiriyor. Bu da verilecek cezayı ağırlaştırıyor. Getirene deve yüküyle ödül verilmesi plana daha gerçekçi bir görünüm kazandırıyor.

73. Âyet: Günümüz diliyle söylersek, Yûsuf’un üvey abileri yaptıkları savunmayla, “Bizim vizemiz var. Daha önce bu ülkeye giriş çıkış yapmıştık. Hırsız olsaydık o zaman da bir şeyler çalardık. Biz böyle bir şey yapmadık.” demek istediler.

74. 75. Âyet: Çok Hukuklu Yönetim Modeli ve Hırsızlık Suçuna Ceza

Bu âyetler geçmişte ve günümüzde örnekleri görünen çok hukukluluğa işaret ediyor. Çok hukukluluk, bir devletin sınırları içinde veya egemenliği altında bulunan topraklarda yaşayan insanların din, gelenek veya kültür sebebiyle referans aldıkları hukuk ne ise, o kişilerin o hukuk sistemine göre yargılanması şeklinde oluyor.

Bu âyette bunun örneğini görüyoruz. Günümüz diliyle söylersek Mısır devletini orada temsil eden asker Yûsuf’un üvey abilerine şöyle diyor: Burası sınırları içinde bulunan insanların inançlarına saygılı bir ülke, o yüzden dilerseniz bizim, dilerseniz sizin hukuk sisteminize göre yargılanabilirsiniz.”

Burada ayrıca şunu ifade edelim, biz bu tefsir çalışmasında hırsızlık konusuna Maide sûresinin 38. âyetinde geniş olarak değineceğiz. Burada kısaca bir noktaya dikkat çekelim.

Hırsızlık insanlık tarihi kadar eski bir suç türüdür. Hemen hemen her peygamberin gönderildiği toplumda, o peygamberlerin yaşadıkları çağda kurulan medeniyetlerde suç olarak tanımlanmış bir fiildir.

O günden bugüne suç olması değişmemiştir ama bu suça verilen cezaların şekli sürekli değişmiştir. Hukuk sistemleri, yaşadıkları çağda o suç için caydırıcı olacak ceza ne ise, o cezayı uygulamayı tercih etmişler.

Bu konuda ufak bir tarihi araştırma yapıldığında, hırsızlık suçunun içeriğine göre öldürme, burun, kulak, el, ayak kesilmesi, kırbaçlama, zorla çalıştırma, sürgün gibi cezaların verildiği görülecektir.

Bu olayın yaşandığı asra gidersek Mısır ve Hz. Yakup’un yaşadığı Kenan diyarı (bugünkü Filistin toprakları) arasındaki mesafe 500 km. civarındaydı. Yani birbirine yakın iki bölgede hırsızlığa ceza vardı ama uygulamada farklar vardı. 76. âyette de ifade edildiği gibi kralın yasalarında hırsızlık yapanın alıkonması şeklinde bir ceza yoktu.

Bu genel açıklamadan sonra konuya gelirsek, kralın askerleri “biz suçluları böyle cezalandırırız” diyerek, sanıkları ortaya çıkacak sonuca baştan hazırlıyor.

76. Âyet: Bu Âyette Öne Çıkan Başlıklar

Yûsuf üvey kardeşlerinin şüphelenmemesi için aramaya önce onlardan başlıyor. Sonra sıra Bünyamin’e geldiğinde aranan eşya onda çıkıyor ve onu ceza olarak yanında tutuyor.

Allah (cc) İşin Ne Kadarını Öğretti?

Bu konuya dipnottaki başlıklar1006 altında işaret etmiştik. Bazı âyetlerde fiilin görünen faili insan olduğu halde, âyete Allah fail olarak öne çıkıyor.

Bu neden böyle oluyor? Cevap: Allah (cc) insana verdiği tüm nimetlerin sahibi olduğu için, o nimetler olmasaydı insan hiçbir şey yapamayacağı için, yapılan bütün hayırlı işlerde kişi “ben yaptım, ben olmasaydım olmazdı” şeklinde kibirlenmemesi için Kur’an böyle bir dil kullanıyor.

Kur’an’da böyle bir dil kullanıldığını bildiğimiz için “Allah öğretti” ifadesini “Yûsuf hiçbir şey yapmadı, bütün bilgiyi Allah verdi.” şeklinde anlamıyoruz. Şöyle anlıyoruz, Yûsuf, Allah’ın kendisine verdiği donanımı sonuna kadar kullandı, bunun yanında Mısır hukuku konusunda uzman olan kişilere danıştı. Bu emek ve gayret sonucunda ortaya bir plan çıktı. Ortaya çıkan bu plan Allah’ın verdiği imkanların kullanılması ile ilgili olduğu için Kur’an’da böyle bir dil kullanıldı.

Hırsızlık Yasasındaki Boşluk ve Suiistimal

3500 yıl önceye gidelim ve âyette anlatılan hırsızlık olayına eleştirel bir bakış açısı ile bakalım.

Olay özetle şöyle: Saraydan kralın su kabı çalınıyor, o su kabı bir kervanın yükü arasında saklanıyor. Sonra yapılan aramada bulunuyormuş gibi yapılıyor ve kervandaki insanlar hırsızlıkla suçlanıyor.

Buna bir yöntem dersek, bu yöntemle o günün dünyasında suçlanmayacak insan yok.

Olayı bugünün dünyasını da getirelim, bir istihbarat örgütü veya bir mafya grubu bir kişinin eşyaları arasına uyuşturucu madde saklıyor ve polis baskınıyla o uyuşturucu yakalanıyor ve o kişi uyuşturucu ticareti yapmakla suçlanıyor.

Örneklerde görüldüğü gibi hukuki kılıf uydurularak masum insanları suçlamak mümkün.

Âyetteki olayda bu işi yapanlar iyi niyetli insanlar. Ya kötü niyetli olsalardı, o zaman adalet dağıtma aracı olan hukuk, zulmetme aracına dönüşecekti.

Bu konuda ne yapılabilir? Bunun cevabını arayalım.

Bu tür suiistimallerin önüne geçmek için hukuk sisteminde bazı güvenceler ve kontrol mekanizmaları geliştirilebilir. Örneğin,

Bunların yanında toplumsal olarak da bu konuda bir bilinç oluşturulmalı. İnsanlar haklarını bilmeli ve haksız suçlamalara karşı nasıl kendilerini savunacaklarını öğrenmeli. Bu bağlamda hukuk eğitimi, temel insan hakları dersleri ilkokuldan itibaren dozu arttırılarak verilmeli.

Özetlersek, bunlar yapılırsa hukukun suiistimal edilmesi sıfırlanır demiyoruz, ama büyük ölçüde azalabileceğini bunların uygulandığı ülkelerden yola çıkarak söyleyebiliriz.

Ayrıca bu konuda en hassas ve güvenilir ülkelerin başında İslam ülkelerinin bulunması “farz” anlamında bir zorunluluktur. Bu zorunluğunun yerine getirilmemesinin dünyevi sonuçları yanında uhrevi sonuçları da vardır.

Sadece Burada Geçen Âyet: “Sizden Daha İyi Bilenler Vardır”

76. âyetin son cümlesinde, Kur’an’da bu şekliyle sadece burada geçen “Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen birisi vardır.” ifadesini görüyoruz. Bu ifade hayata ait en temel gerçeğe dikkat çekmenin yanında bize önemli bir mesaj veriyor.

Temel gerçek şu: Geçmişte ve günümüzde yani bütün zamanlarda hayatın içinde yüzlerce birbirinden farklı meslekler var. İnsan sınırlı ömrü içinde ancak bir veya iki alanda uzman olabilir. Uzman olduğu alanların alimi olurken, uzman olmadığı yüzlerce alanda az bilgili veya bilgisiz olabilir. Uzman olduğu alanda ondan daha fazla bilenler de olabilir. Bunlar gayet normaldir. O yüzden hayatın olağan akışı içinde her bilenin üstünde bir bilen vardır.

Burada soru şu: Kur’an herkesin bildiği bu gerçeği neden bize söylüyor? Bu gerçek üzerinden verilen mesaj nedir?

Bu gerçek üzerinden verilen mesajlardan biri şu: “Yaşadığınız hayatın içinde önümüze çıkan sorunlarda ‘çözümü olmayan sorun yok’ denecek kadar azdır. O yüzden ‘sorunun çözümünü bilmiyorum’ diyebilirsiniz ama ‘onu hiç kimse bilemez’ demeyin. Mutlaka sizden fazla bilenler vardır. Onları bulmaya çalışın, onlarla istişare edin.”

Bu mesaja kulak verenler, dün çözümünde aciz kaldıkları yüzlerce sorunu bugün çözdüler. Bugün önlerine çıkan sorunları da yarın çözeceklerine inanıyorlar.

Kulak vermeyenler çözülmeyen sorunlarına bahane bularak içinde yaşadığı asrın birkaç asır gerisinde yaşamaya devam ediyorlar.

Bir Su Kabı İçin Neden Üç Farklı Kelime Kullanıldı?

Polisiye Film Senaryosundan Bir Bölüm

Bu konuyu bu iki başlık altında ele alacağız.

Önce akla gelen soruyu açalım: Yusuf Suresi'nde, su kabı olayıyla ilgili farklı ayetlerde üç ayrı kelimenin kullanılması dikkat çeker. 70, 72 ve 76. ayetlerde "sikāyah," "suvâ'," ve "vi'ā" kelimeleriyle su kabı ifade edilir. Peki, neden aynı nesne için üç farklı kelime tercih edilmiştir?

Şimdi bu soruya bir polisiye senaryo üzerinden bakalım ve Kur’an’ın anlatım tekniğindeki inceliği keşfedelim.

1. Sahne: Gizli Plan – (70. Ayet): İlk olarak, olayın başladığı an… Hz. Yusuf, kardeşi Bünyamin’e yardım etmek ve onu yanında tutabilmek için gizli bir plan kurar. Tıpkı bir dedektif hikayesinde, başrol karakter (Yusuf) operasyonun ilk adımını atar. Ayette geçen "sikāyah" kelimesi, genel bir su kabı anlamında kullanılır. Bu, olayın başlangıç noktasıdır. Seyirci (okuyucu), bu kap hakkında fazla bilgiye sahip değildir. Olayın başlangıcında su kabı, basit bir obje gibi sunulur, gizem daha çözülmemiştir.

2. Sahne: Gerilim Artıyor – (72. Ayet): İkinci sahnede ise olay birdenbire değişir. Su kabı, "suvâ’" kelimesiyle krala ait değerli bir eşya olarak tanımlanır. Olay artık basit bir hırsızlık vakası olmaktan çıkar, çünkü bu kabın kralın malı olduğu anlaşılır. Tıpkı bir polisiye filmde, sıradan bir suçun aslında büyük bir komployla bağlantılı olduğunun anlaşılması gibi, burada da su kabının önemli bir eşya olduğu gerilimi artırır.

3. Sahne: Büyük Final – (76. Ayet): Son sahneye gelindiğinde, artık olay çözülme aşamasına gelir. Hz. Yusuf, kardeşlerinin yüklerini aramaya başlar. Burada "vi'ā" kelimesi kullanılır, bu kelime hem genel bir kap hem de yük anlamını taşır. Artık arama başlamıştır ve su kabının hangi yükte olduğu araştırılmaktadır. Bu kullanım, senaryonun final anına ulaşıldığını, kapların aranıp gerçeklerin ortaya çıkarılacağını ima eder.

İlk iki kullanıma göre, burada vi'ā kelimesi daha genel bir anlamda kullanılır, çünkü kardeşlerin yükleri araştırılmaktadır. Yusuf, adım adım olayın düğümünü çözer ve su kabı Bünyamin'in yükünden çıkar. Seyirci artık hem kapın kralın kıymetli su kabı olduğunu öğrenmiş, hem de operasyonun başarıyla tamamlandığını görmüştür.

Özetlersek, bu anlatım, Kur’an’ın eşsiz dil zenginliğini ve olayların katman katman ilerlediği merak uyandıran bir anlatım tekniğini gözler önüne serer. Tıpkı bir film senaryosu gibi, her kelime dikkatle seçilmiş ve olayın akışıyla birlikte su kabının önemi adım adım ortaya çıkarılmıştır. "Sikāyah", "suvâ’" ve "vi'ā" kelimelerinin bu şekilde katmanlı bir şekilde kullanılması, Kur’an’ın anlam derinliğini ve anlatım gücünü göstermektedir.

Not: Normalde biz tefsirimizde, diğer tefsirlerde anlatılan bu tür teknik konulara girmiyoruz. Ama bu konu tefsirlerde fazla öne çıkmadığı için burada anlatma ihtiyacı hissettik.

Alttaki başlıkla devam edelim.

77. Âyet: Hırsızlıkla İlgili Yasadaki Boşluğun Suiistimaline Örnek

Yukarıda o devirdeki hırsızlık yasasındaki boşluğa dikkat çekmiştik. Bu âyette -parantez içi açıklamalarda- o boşluğun Hz. Yûsuf’un halası tarafından nasıl kullanıldığını öğreniyoruz.

Halası bunu iyi niyetli olarak yapıyor. Günümüz diliyle söylersek, ya bu işi kötü niyetli; organ mafyası yapsaydı ne olurdu?

O yüzden hukuk her zaman güncellenmeli. Bu güncellemede hukukun amacı olan suçu önleme, caydırma, cezalandırma bütün zamanların değişmezi olurken, amacı gerçekleştirecek araçlar sürekli gelişerek değişmeli.

Kötülüğün Fıtrata Dönüşmesine Örnek

Bu konunun başında Rum sûresinin 30. âyetinin tefsirinde fıtrat ile ilgili yazdıklarımızı hatırlayalım.

Orada “fıtrat değişmez ama bozulabilir” demiştik. 77. âyette onun bozulmasına dair bir örneğini görüyoruz.

İnsan nefsi hem iyiliğe hem de kötülüğe meyil gösterebilecek bir potansiyel taşır.1007 Tıpkı boş bir tuval gibi, üzerine hangi renklerin sürüleceği kişinin özgür iradesiyle yapacağı tercihlere bağlıdır.

Yûsuf'un üvey abilerinin -en büyüğü hariç- kötülükte geldiği nokta, bu durumun çarpıcı bir örneğidir. Hırsızlık olayında, üvey abilerinden "Biz onun hiçbir zaman hırsızlığına şahit olmadık" demeleri beklenirdi.

Böyle deselerdi, bu hem masumiyet karinesinin hem de suçun şahsiliği ilkesinin doğal bir yansıması olurdu.

Onlar böyle demek yerine, Yûsuf’u işlemediği halde, işlediğini zannettikleri bir suç üzerinden gıyabında yargılıyorlar. Sonra da “Kardeşi çalmışsa o da çalmıştır” diyerek Bünyamin’i zan altında bırakıyorlar ve dolaylı olarak onu suçluyorlar.

Üvey abilerde kötülüğün fıtrat haline gelmesine dair öne çıkan bu örnek, Yûsuf’un bu “suç örgütünden” kardeşini kurtarmak için yapmış olduğu bu “kurgu operasyonun” ne kadar doğru olduğunu gösteriyor.

78. Âyet: Bir Dengesizlik Örneği

Bu âyette geçen ifadelerden abilerin kafalarının ne kadar karışık olduğunu anlıyoruz. 77. âyette kardeşleri Bünyamin’i dolaylı olarak suçlayan insanların normalde 78. âyette geçen ifadeleri söylememesi gerekir. Ama hem kardeşlerini zan altında bırakıyorlar hem de onun yaşlı bir babası var, o bu olayı duyduğunda dayanamaz, onun yerine bizi alın” demiyorlar.

Bu tavırlarıyla “Kafası karışık, ne dediğinin farkında olmayan, dengesiz bir insan nasıl olur?” sorusunun cevabı oluyorlar.

79. Âyet: Hz. Yûsuf onların bu dengesiz tavırlarını gördü, sözde kendisine abi olacak insanların düştükleri bu duruma, attıkları iftaralara üzüldü ama bütün bunları içine atarak 79. âyet üzerinden “Biz sizin yasalarınız neyi gerektiriyorsa onu yapıyoruz.” anlamında sözler söyledi.

80. Âyet: Bu âyette kendisinden bahsedilen kişi; içlerinden en büyüğü olan ve daha önce 10. âyette “…Yûsuf’u öldürmeyin…” diyen abiydi. Burada “vicdan yapıyor” ve “Önce Yûsuf, şimdi de Bünyamin; benim artık babamın yüzüne bakacak yüzüm yok” anlamında sözler söylüyor.

Aslında yaşananlardan biraz ders alsalardı hepsi Mısır’da kalır, içlerinden birini babalarına gönderir ve şöyle derlerdi, “Bu gidişimizde Mısır’da şunlar şunlar yaşandı. Bizim artık senin yüzüne bakmaya mecalimiz yok. O yüzden bütün abilerim Mısır’da kaldı ve Bünyamin’i kurtarana kadar oradan ayrılmayacaklar.”

Evet böyle deselerdi, onca yaşanandan sonra bu davranışları yaşananlardan ders almış onurlu insanlara yakışan bir davranış olabilirdi ama bunu da yap(a)madılar.

81. 82. Âyet: Döndüler babalarına âyetlerde ifade edildiği gibi olan biteni anlattılar.

83-101 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Sen Onların Yanında Değildin

83. Âyet: Yûsuf Sûresinde Nefse Yapılan Vurgular

Nefis kelimesi tekil-çoğul formuyla Kur’an’da 298 defa geçiyor. Bunlardan 13 tanesi Yûsuf sûresinde geçiyor. Buraya kadar normal, buradan sonrasında bu sûrede nefis kelimesini -Tâhâ sûresi 96. âyet hariç- başka hiçbir sûrede görmeyeceğimiz şekilde görüyoruz.

Bu âyette geçen ve bizim mealde “Nefisleriniz sizi (kötü) bir iş yapmaya sürükledi” manası verdiğimiz “sevveletlekumenfusukum” ifadesi Kur’an’da bu şekilde üç defa geçiyor onlardan ikisini bu sûrede görüyoruz.

Bu noktada soracağımız sorulardan biri şu: Kur’an neden sadece bu sûrede nefse bu şekilde bir vurgu yapıyor?

Buna verilecek cevaplardan biri nefisle yaşanan imtihanın ağırlığı olabilir.

Bu bağlamda “sevveletlekumenfusukum” ifadesine baktığımızda bu ifadenin bu sûrede iki defa Hz. Yakup tarafından Yûsuf’un ve Bünyamin’in üvey abilerine söylendiğini görüyoruz.

Bundan şunu anlıyoruz: Nefis insanı kötü bir iş yapmaya sürüklerken, sürüklediği insanın manevi gözünü kör edebilir, onu esareti altına alıp, ona istediği kötülüğü yaptırabilir. Nitekim üvey abiler hem Yûsuf’u kuyuya atma gibi kasten ve bilerek adam öldürmeye teşebbüs suçu işlediler hem de Bünyamin hırsızlıkla suçlandığında onu savunmak yerine, “geçmişte abisi de suç işlemişti, bu da yapabilir” anlamında Bünyamin’i zan altında bırakacak ifadeler kullanmışlardı.

Peki nefsin bu özelliği bize ne diyor? Nefsini terbiye edersen, o senin esirin olur, edemezsen sen onun esiri olabilir ve bugün asla yapmam diyebileceğin şeyleri yarın yapabilirsin.

Yûsuf Sûresinin “Sabrı Cemil” Üzerinden Bütün Zamanlara Verdiği Mesaj

Sabır kelimesi Kur’an’da 103 defa geçiyor. Bunlardan üçü bu sûrede geçiyor. Bu üç ifadeden ikisi bu sûrede (18. âyetle birlikte bu âyette) “fesabruncemîl” şeklinde geçiyor.1008 Yine ilginçtir bu iki ifade “sevveletlekumenfusukum” ifadesinin geçtiği âyetlerin içinde yer alıyor.

Burada soru şu: Bunun bütün zamanlara mesajı nedir? Bu soruya verilecek cevabın, Yûsuf sûresinin geneli üzerinden bütün zamanlara verilen mesajları anlama adına çok önemli olduğunu düşüyoruz.

Önemine binaen bu konuda bir başlığı daha öne çıkarıp, onun üzerinden devam etmek istiyoruz.

Allah’ın İmtihan Dünyasında Süreçle İlgili Yasası Nasıl İşler?

Bu başlık altında örnek olarak üç sûreci öne çıkaracağız.

Birinci süreç Hz. Yakup’un yaşadığı süreç. Bu sûrece onun imtihanı dersek, Allah dileseydi süreci kısaltıp, Yakup’u Yûsuf’una kavuşturabilirdi. Bu süreçte yine Allah dileseydi Yûsuf’u kaybetme acısı yaşayan babaya bir de Bünyamin’den ayrı kalma acısı yaşatmazdı.

İkinci süreç, yine birinci sürece bağlı olarak Hz. Yûsuf, Mısır’a aziz olduğunda, ona bir şekilde emreder ve o da hemen babasının yanına gider ailece onları Mısır’a getirdi.

Üçüncü süreç Hz. Yûsuf’un zindan hayatı. Bu süreçte Allah (cc) dileseydi, Yûsuf’un rüyasını tevil ettiği mahkumlardan sağ kalıp saraya giden kralın hizmetkarına Yûsuf’un söylediği sözleri bir şekilde hatırlatır ve zindan sürecini erken bitirebilirdi.

Burada öne çıkan sorular şunlar:

Bu sorulara “hikmetinden sual” olmaz diyenler olabilir ama biz Allah’ın hikmetsiz hiçbir şey yapmayacağına iman ettiğimiz için, hikmetini sorgulama değil, öğrenme niyetiyle anlamaya çalışıyoruz.

Eğer Allah (cc) bu süreçleri kısa tutsaydı, Hz. Yakup ve Yûsuf yine sabretmiş olacaklardı ama o sabır yanına “cemil” sıfatı konulan sabır olmayacaktı.

Bu uzayan süreçlerden şunu anlıyoruz. Sürecin uzaması, uzayan süreçte başlangıçtaki duruşun, sürecin bütün aşamalarda; süreç ağırlaştıkça korunması o sabrı “sabrı cemil” yapıyor. Bu sabır, sahibini de Allah katında "Müslim-ün cemil", "Mümin-ün cemil" mertebesine yükseltiyor.

Burada bir noktaya daha dikkat çekelim. Müslümanlara göre bu dünya imtihan dünyasıdır. Bu dünyaya gelme sebeplerinden biri de kendini gerçekleştirmek, yani terakki, takamül süreci sonucunda kıvama gelmektir. Kıvam için de süre çok önemlidir.

Mesela her yemekte bir kıvam vardır. O yemeğin o kıvama gelene kadar ateşin üzerinde bir nevi çile çekmeye devam etmesi gerekir. O yemek kıvama geldiğinde ateş imtihanı biter.

Burada şu soruyla devam edelim.

Bu Âyetler İlk Muhataplara Ne Dedi?

Bu soruya vereceğimiz cevap, yukarıdaki tespitlerimizin referansı oluyor.

Bu sûre indiğinde Mekke’de 8. yılın sonları yaşanıyordu. Ama baskılar her geçen gün artıyor, o baskıların en şiddetlisi olan boykot sıkıntısı yaşanıyordu. Elbette bu sıkıntıları yaşayan Müslümanların da aklından “Allah’ın İmtihanda Süreçle İlgili Yasası Nasıl İşler?” şeklinde bu ve benzeri sorular geçiyordu.

İşte Yûsuf sûresinde süre uzadıkça, gittikçe ağırlaşan bu süreçler ilk muhatapların da sabrını, cemil bir sabır haline getirirken onları da cemil bir mümin ve Müslüman haline getiriyordu.

Bir soru daha,

Bu Âyetler Bugün Bize Ne Diyor?

Yukarıdaki tespitlerden sonra denilen şey gayet net:

Ayrıca sürecin uzadığı ve şartların zorlaştığı imtihanlar da öne çıkan sorular şunlardır:

Özetlersek, Allah’ın süreçle ilgili yasası değişkendir. Dilerse uzatır, dilerse kısaltır ama uzatmasına kıvam üzerinden bakılabilir, uzatması “sabrınız cemil bir sabır olsun” anlamında yorumlanabilir.

Allah’ın İmtihanda Mutlu Son Yaşatma Yasası Nasıl İşler?

Yûsuf kıssasında bütün süreçler mutlu sonla bitiyor ama Allah’ın yasası böyle değil.

Gerçek mutlu son ahirete; cennette olduğu ve bu dünya imtihan dünyası olduğu için, bu dünyada birçok imtihan insanın mutlu olacağı şartlarda başlamazken, mutlu olacağı şekilde de bitmiyor.

Neden? Çünkü burası imtihan dünyası; nasıl bir öğrencinin imtihanda“ Bütün sorular, adımı soyadımı bilme kolaylığında olsun.” veya “Beni mutlu edecek şekilde iyi çalıştığım yerden gelsin.” deme hakkı yoksa, bizim de bu dünya imtihanında bunlara benzer şeyler söyleme hakkımız yok.

Bilinçli bir Müslüman çalışkan bir öğrenci gibi Allah’ın önüne koyduğu iki ders kitabından (Kur’an ve yaratılan âyetlerin zarfı olan Kainat kitabından) O’nun bu evren için koyduğu yasaları okur, öğrenir, üzerinde tefekkür eder ve şu sonuçlara varır:

Bu sonuçlardan anlaşılan şu: Allah’ın süreçle ilgili yasası değişken olduğu gibi mutlu son ile ilgili yasası da değişken. O yüzden Allah’ın kulunu sevme ölçüsü, ona dünyada mutlu son yaşatması değildir. Ahirette mutlu son yaşatmasıdır. Ölçü bu olunca, dünyadan nasıl giderse gitsin önemli olan her durumda mümin olarak gidebilmektir.

Özetlersek, Allah'ın süreçle ilgili yasası değişken olduğu gibi, mutlu sonla ilgili yasası da değişkendir. Bunu bilen bir mümin hayatın her anını bir fırsat bilir. Her nefesi Allah'a yakınlaşmak için bir vesile olarak görür. Zorluklar karşısında sabır ve şükürle, kolaylıklar karşısında tevazu ve minnettarlıkla hareket eder. İmtihanın sonucunu değil, imtihan sürecindeki duruşunu önemser. Çünkü bilir ki, asıl değerli olan, dünya hayatında mutlu bir son değil, Allah'ın rızasını kazanmış selim bir kalple O'na kavuşmaktır.

Alîm ve Hakîm Olan Allah’a Güven

Hz. Yakup evlat acıyla üzülen bir insan ama sıradan bir insan değil. Üzülürken de ölçüyü kaçırmıyor, üzüntüsü hiçbir zaman isyan seviyesine çıkmıyor, onu karamsarlığa sürüklemiyor. Bu âyette Allah’ın iki ismi onun sözü olarak geçiyor.

Ayetlerin devamına baktığımızda Hz. Yakup’un yaşadığı onca şeyin hikmetini anlamadığını ve mutlu sona az kaldığını görüyoruz.

84. Âyet: Yukarıda ifade ettiğimiz gibi Hz. Yakup da bir insan ve isyan etmeden yaşadıklarına üzülüyor. Onun üzüntüsünü bir film karesine benzetirsek, Kur’an bu kare üzerinden bütün zamanlara şu mesajı veriyor. Sizler duyguları olan, sevdikleri ile derin hatıraları olan insanlarsınız. Onların başına bir şey geldiğinde üzülebilirsiniz. Derdinizi dile de getirebilirsiniz ama bu konuda haddi aşmayın. Allah’ın icraatlarını insanlara şikayet ediyormuş anlamına gelecek sözlerden kaçının.

85. Âyet: Kur’an bu âyetle Hz. Yakup’a dışarıdan bakan bir gözün onun üzüntüsüne yaptığı tanıklığı anlatıyor. Bu tanıklıktan şunu anlıyoruz, o kadar üzülüyor ki, ona rağmen iradesinin kontrolünü nefsine bırakmıyor, sonradan pişman olacağı sözler söylemiyor.

86. Âyet: Derdinizin İlk Ortağı Kim Olacak?

Bu sorunun cevabı çok önemli. Bir insanın derdinin ilk ortağı, yani derdini ilk paylaştığı genelde onun en çok sevdiğidir.

Bu âyet, bu şekliyle sadece bu sûrede geçer. Hem tek olması hem de başlıktaki sorunun cevabı olması açısından çok önemlidir.

Bilinçli bir Müslüman’ın en çok sevdiği, her şeyi bilen, her şeye gücü yeten Allah’tır. O yüzden her derdinin ilk ortağı da müminlerin velisi/dostu olan Allah’tır.1009 Bu gerçeği bilen bir Müslüman ilk olarak derdini Allah’a açar. Hz. Yakup da bu âyette bunu yapıyor.

Burada derdin içeriğine göre kişi derdini sadece Allah’a da açabilir. Allah’a açtıktan sonra o derde deva olacak sebeplere de müracaat edebilir. Önce Allah’a açmak kulluğun edebindendir.

87. Âyet: Allah’ın Rahmetinden Ümit Kesmeyin!

Bu âyet ve bunun benzeri olan “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin”1010âyeti Kur’an’ın manşet âyetlerindendir.

Bu âyetin içerdiği hakikate iman etmek, bir Müslüman için en güçlü motivasyon kaynaklarından biridir. Zira bu iman, kişiyi hem maddi hem de manevi anlamda ayakta tutar, zorluklara karşı direnç kazandırır ve geleceğe umutla bakmasını sağlar.

Ancak bu âyeti doğru anlamak ve hayata geçirmek büyük önem taşır. Yanlış ve doğru anlamanın belirgin göstergeleri vardır:

Hz. Yakub'un tutumu, bu doğru anlamanın mükemmel bir örneğidir. O, bir yandan Allah'ın rahmetinden asla ümit kesmezken, diğer yandan da çocuklarını Yûsuf'u ve Bünyamin'i aramak üzere tekrar Mısır'a gönderiyor. Bu, onun hem manevi hem de maddi boyutta mücadelesini sürdürdüğünü gösterir.

Bu âyet bize şunu diyor: “Gerçek iman sadece kalpteki bir duygu değil, aynı zamanda eylemlerimize yansıyan bir yaşam biçimidir. Allah'ın rahmetine güvenmek, pasif bir bekleyiş içinde olmak değil, aksine bu güvenle daha fazla çaba göstermek, daha fazla üretmek ve daha fazla mücadele etmek demektir.”

88. Âyet: Üvey Kardeşler, Yûsuf’u ve Bünyamin’i Bulmamak İçin Ellerinden Geleni Yapıyorlar

Önceki âyetlerin devamı olarak bu âyeti okursak, bu âyette duymamız gereken konuşmanın şu olması gerekirdi: “Ey vezir! Bizim bundan yıllarca önce Yûsuf isminde bir kardeşimiz kayboldu. Son olarak da onun kardeşi Bünyamin hırsızlıkla suçlandı. Bizim yaşlı bir babamız var. Evlat hasretiyle yanıp tutuşuyor. Bu konuda bize yardım etmenizi istiyoruz…”

Bu ve benzeri bir konuşmanın esamesi yok. Neden? Çünkü Yûsuf’un bulunması demek, onların suçlarının açığa çıkması demek. Bünyamin’in kurtulması demek, babalarının yanında yine ikinci planda kalmak demek.

O yüzden babalarının en büyük derdi onların hiçbir şekilde derdi olmuyor. O derdi özellikle gündeme getirmiyorlar. Yûsuf’un huzurunda ondan erzak istiyorlar. Ama az sonra hayatlarının en büyük sürprizini yaşayacaklar.

89. Âyet: Bünyamin'e Yapılan Baskı ve Zulüm

Yûsuf bu âyette üvey kardeşlerine küçük bir ipucu veriyor. Kardeşleri bu ipucundan hemen durumu kavrıyorlar.

Bu âyette bir başka önemli nokta daha ortaya çıkıyor. Yûsuf kuyuya atılmadan önce hem Yûsuf'a hem de öz kardeşi Bünyamin'e baskı uygulanmış. Yûsuf'un "kardeşinize neler yaptığınızı hatırlıyor musunuz?" sorusu bunu ima ediyor.

Buradan anlıyoruz ki, Yûsuf'un kuyuya atılması olayından çok önce aile içi şiddet başlamış. Bu durumu, aile içi baskı ve zulüm olarak nitelendirebiliriz.

90. Âyet: Muhteşem Final Başlıyor

Eğer kıssanın buradaki âyetlerde anlatılan bölümünü bir sinema filminde izliyor olsaydık, bu bölüm filmin duygu, gerilim, heyecan ve merak noktasında en yoğun olduğu bölüm olurdu.

Bu bölümün tefsirini yaparken hayalen oraya gitmek, tarafların yerine kendimizi koymak, olabildiği kadar empati yapmak, orada yaşanan duygulara bakan yönüyle o ortamı derinlemesine betimlemek istiyoruz.

Hayalen ordayız,

İşte beklenen an. Üvey abileri Mısır’a erzak için geldiği her seferinde bu anı bekliyorduk. Ne zaman Yûsuf onlara kendini tanıtacak veya ne olacak da onlar Yûsuf’un kuyuya attıkları kardeşleri olduğunu anlayacaklar?

Onların basiretleri bağlandığı için, tanıtma işi Yûsuf’a düşüyor ve Yûsuf 89. âyetle Onların gözlerindeki perdeyi sıyırıyor.

O an kendimizi onların yerine koyuyoruz. “Sen Yûsuf musun?” sorusuna “Evet” cevabını aldıklarında büyük bir şok yaşıyorlar.

“Öldürdük ve kurtulduk” dedikleri çocuk, adeta dirilmiş ve karşılarında duruyor. Büyük bir pişmanlık, büyük bir mahcubiyet, çok büyük bir suçluluk hissi ve ilk akla gelen şu, “Bu kadar büyük bir makama gelen bu insan bize ne yapacak, bize hangi cezayı verecek?”

Bu sahne, sadece bir ailenin kavuşması değil, aynı zamanda ilahi adaletin, sabır ve takvanın zaferinin ilanıdır. Yûsuf, yaşadığı onca zorluğa rağmen, Allah'a olan inancını, sabrını ve ahlakını hiç kaybetmemiştir. İşte bu yüzden şöyle devam ediyor: "Allah bize lütfetti. Çünkü kim Allah'ın razı olmadığı şeylerden sakınır ve zorluklar karşısında sabrederse, şüphesiz Allah güzel davrananların mükâfatını zayi etmez."

Bu sözler, sadece o ânı değil, Yûsuf'un tüm hayat hikayesini özetliyor. Kuyuya atılma, köle olarak satılma, iftiraya uğrama, zindana girme... Tüm bu zorluklar karşısında gösterdiği sabır ve takva, onu Mısır'ın en güçlü adamlarından biri yapmıştı.

Ama o “Allah bize lütfetti” derken “Bu gücün sahibi, bu makamın sahibi ben değilim, bunlar ben de emanet.” mesajını da veriyordu. Maddi anlamda zirvede olmanın yanında manevi anlamda tevazunun da zirvesindeydi.

91. Âyet: Roller Değişse Ne Olurdu? Tekrar Kuyuya Atarlar mıydı?

Burada soru şu: Yûsuf kendini tanıtmasaydı, üvey abileri bu suçu itiraf edecekler miydi? Geriye doğru karakterlerini bize tasvir eden ipuçlarını bir araya getirdiğimizde onların yürüyen/yaşayan kötülük haline geldiğini görüyoruz.

O yüzden bu âyette duyduğumuz itiraf “Mecburiyetten gelen bir itiraf mı?” diye düşünmeden edemiyoruz.

Mesela aynı dekorun tam tersi olsaydı, yani onların her biri Yûsuf’un konumunda olsa, öldürdüklerini zannettikleri Yûsuf da onların huzuruna bir lokma ekmeğe muhtaç bir gariban olarak gelseydi, bu durumda 91. âyette geçen sözleri yine söylerler miydi? Yoksa “Onun ölmediği ortaya çıkarsa, bizim suçumuz da ortaya çıkar, bugün sahip olduğumuz şu makamı kaybederiz.” der ve onu tekrar kuyuya atmak yerine daha kesin daha zalimce bir çözüm mü ararlardı?

Bu sorunun cevabını okuyucuya bırakıyoruz.

92. Âyet: Güç Yönetimi ve Ahlakı

Yûsuf sözde abilerini bizden çok iyi tanıyordu. O yüzden 91. âyette yazdıklarımızı; onların samimi olmadığını, ellerine bir fırsat geçse kuyuya atmaktan daha kötüsünü yapacaklarını da biliyordu.

İki şey yapabilirdi, onlara hak ettikleri cezanın verilmesi için yargı yoluna gidebilirdi. Ama böyle yapmadı, o Züleyha’nın karşısındaki duruşunu hayatın her alanına taşıdı; hiçbir zaman istek ve arzularının esiri olmadı. Sahip olduğu güç ve makamla şımarmadı. Onları Allah’ın lütfu olarak gördü.

Bu âyetin sonunda işaret edilen Rahmân ismi onda tecelli eden esma içinde en baskın olanlardan biriydi. Merhamet edenlerin en merhametlisine kul olmak, onu insanlar içinde merhamet edenlerin en merhametlisi yapmıştı.

O da bu ahlaka sahip olan bir insan olarak, gücün zirvesinde, kendisine büyük acılar yaşatan sözde abilerine her türlü cezayı verebilecekken affetti.

Burada soru şu: Kur’an bu kıssanın bu bölümünü bize niye anlatıyor?

Bu sorunun cevabını aşağıdaki başlıklar altında vermeye çalışalım.

Yûsuf'un Kuyusundan Mekke'nin Fethine: Affın ve Merhametin Yolculuğu

Bu âyetlerin indiği 8. yılda Mekke'nin kavurucu sıcağında, bir avuç Müslüman tarihin en acımasız boykotlarından birini yaşıyordu. Dün aynı kabileden oldukları için kardeş bildikleri insanlar, bugün onları toplumdan dışlamış, adeta bir kuyuya atmıştı; Mekke onlara kuyu, kuyu onlara zindan olmuştu.

Bu zindanda ağaç yaprakları, kabuklar ve yerdeki deri parçaları, açlıktan kıvranan müminlerin yemeği olmuştu. Bu zorlu günlerde inen Yûsuf Sûresi'nin âyetleri, müminlerin kalplerinde derin izler bıraktı. Yûsuf'un yaşadığı acıları, şimdi izinden gidenler tecrübe ediyordu.

Ancak bu âyetler, onlara sadece teselli vermekle kalmadı, aynı zamanda geleceğe dair bir yol haritası çizdi.

Müslümanlar bu âyetlerden çıkardıkları dersle, intikam hislerini köreltip affetmeyi öğrendiler. Güç sahibi olmayı beklemeden, henüz yolun başındayken bile bağışlamayı seçtiler. Medine döneminde Bedir, Uhud, Hendek gibi mecbur kaldıkları savaşlarda bile, öldürmekten kaçındılar.

Bu nedenle, tüm Medine savaşlarında öldürülen müşrik sayısı 250'yi geçmedi. Nihayet, Mekke'nin fethiyle gücün zirvesine ulaştıklarında, Peygamber Efendimiz (sav) Kâbe'nin avlusunda toplanan Mekkelilere, Yûsuf'un kardeşlerine söylediği sözleri tekrarladı: "Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir." Ardından ekledi: "Gidiniz, hepiniz serbestsiniz!"1011

Peygamber Efendimiz (sav), elinde intikam alma fırsatı varken, risaletinin özüne sadık kaldı. O, her zaman insanların hidayeti için dua etmiş, onların cennete girmesi için çaba göstermişti. Mekke’nin fethiyle gücün zirvesine çıktığında, güç başını döndürmedi, intikam hisleri gözünü kör etmedi, o ulvi gayesinden vazgeçmedi.

Bu olay, sadece bir fethin hikâyesi değil, aynı zamanda affın, merhametin ve hikmetin zaferidir. Yûsuf'un kuyusundan Mekke'nin fethine uzanan bu yolculuk, bize gösteriyor ki, gerçek güç intikamda değil, affetmekte ve merhamet etmektedir. İşte, Kur'an'ın o günden bugüne bütün zamanlarda bütün Müslümanlara verdiği en önemli mesajlardan biri de budur.

"Bu âyetler 21. Asrın Müslümanlarına; Bize Ne Diyor?

Yukarıda anlattığımız gerçekleri özümsemiş, günümüzün şuurlu Müslümanları, bugünün dünyasına şu mesajı verecekler: Biz, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed'in izindeyiz. Düşmanlarımız insanlıktan çıksa da dünya bize Mekke olsa da her yer bize kuyu ve zindan olsa da biz asla insanlıktan vazgeçmeyiz. Adaletten şaşmayız, merhameti elden bırakmayız.

Biz gücü ele geçirdiğimizde, düşmanlarımızı yok etmeyi değil, onlara adil yargılanma imkânı vermeyi düşünürüz. Çünkü bizim inancımız, güçlüyken bile adaletten ayrılmamayı emreder. İntikam peşinde koşmayız. Aksine, Yûsuf'un (as) kardeşlerine gösterdiği merhameti ve Peygamberimizin (sav) Mekke'nin fethinde sergilediği affediciliği örnek alırız.

İslam'ın özünde barış, merhamet ve adalet vardır. Terör ve şiddet, dinimizin ruhuna tamamen aykırıdır. Kur'an-ı Kerim'de "... kim bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur"1012 buyrulmuştur. Bu âyet, İslam’ın insan hayatına verdiği değerin en net göstergesidir.

Bu ve benzeri göstergelere bakıldığında İslam, barışın ve adaletin dinidir. Peygamberimiz (sav), hayatı boyunca insanları barışa, merhamete ve hoşgörüye çağırmıştır.

Biz, 21. yüzyılın Müslümanları olarak, bu yüce değerleri yaşatmak ve dünyaya göstermekle yükümlüyüz. Yûsuf'un (as) kıssasından ve Peygamberimizin (sav) hayatından aldığımız derslerle, günümüz dünyasında barışın, adaletin ve merhametin öncüleri olmaya çalışıyoruz.

Çünkü biliyoruz ki, gerçek zafer silahlarla değil, gönülleri fethetmekle kazanılır.

93. Âyet: 9 Farklı Açıdan Üç Gömleğin Hikayesi

Yûsuf’un Üç Gömleği Bugün Bize Ne Diyor?

Yûsuf’un maddi gömleği, (18. ve 25. âyetlerden sonra) bu âyetle birlikte bu sûrede 3. defa geçiyor. O âyetlerde gömleklere çok fazla değinmedik; gömleklerin hikmetine yoğunlaşmayı bu âyete bıraktık.

Bu üç gömlek Yûsuf’un hayatındaki üç döneme denk geliyor,

Kıssanın bazı âyetlerinde yaptığımız gibi burada da kıssaya sinematik bir gözle bakarsak, bu dönemlerde filmin başrol oyuncusunun yanında yardımcı oyucular da yer alıyor. Filmde bu üç dönemde öne çıkan gömlekler, oyuncuların maddi tercihlerine bağlı olarak iyi-kötü manevi sıfatlarını sembolize ediyor.

İşte bu noktada bu üç gömleğin ortak mesajı şu oluyor: “Bu dünyada kazandığınız, kazanacağınız bütün sıfatlar iyi ve kötü tercihlerinizin sonuçlarıdır. O tercihlerden sonra maddi gömleğinizin yanında bir de manevi gömleğiniz olur. Manevi gömleğinizin deseninde hayatınız boyunca üzerinizde taşıyacağınız sıfatlarınız vardır. İnsanlar sizi o sıfatla anar, o sıfatlar üzerinden değer verir, dünyadan ahirete gittiğinizde Allah’ın size vereceği değer de o sıfatlar üzerinden olur. Cennet, Allah’ın razı olduğu sıfatları üzerinde taşıyanlara verilen ödülün adı olurken, cehennem kötü sıfatları taşıyanlara verilen cezanın adı olur.”

Gömleklerin hikayesine yaptığımız bu girişten sonra dokuz farklı açıdan gömleklerin filmin oyuncularına kazandırdığı sıfatlara bakalım.

Kanlı Gömlek

Bu gömlek üvey abilerinin Yûsuf’u kuyuya attıktan sonra babalarına sahte delil olarak getirdikleri gömlek.

Bu gömlek bize ne diyor? Hayat yolunun başında, ortasında bir yerlerinde büyük ihanetler, büyük ayrılıklar yaşayabilir, büyük fırsatlar kaçırabilir, birçok alanda dibi görebilir, kendinizi aciz ve çaresiz hissedebilirsiniz. İşte böyle zamanlarda “bitti” demeyin. Allah “bitti” demedikçe, hiçbir şeyin bitmeyeceği bilin. Ona tevekkül ederseniz, sizin “dip” zannettiğin şeyler, zirveye giden yolların başlangıcı olabilir.

Yırtılan Gömlek

Bu gömlek, güzel bir sarayda, güzel bir odada, güzel bir kadının bütün kapıları kilitleyerek, güzeller güzeli Yûsuf’a tacizde bulunmasıyla arkadan yırtılan gömlek.

Bu gömlek bize ne diyor? Yaşınız kaç olursa olsun, sarayda veya zindanda da olsanız, doğruluk ve dürüstlük en büyük sermayeniz olsun. Size güvenenlerin güvenini boşa çıkarmamak en büyük hedeflerinizden biri olsun. Siz en zor şartlarda duruşunuz değiştirmezseniz, Allah aleyhinize görünen şartları lehinize çevirebilir. Gömüldüğünüz yer, dirildiğiniz yer olabilir.

Yûsuf Kokulu Gömlek

Bu gömlek Yûsuf’un üvey kardeşlerine kendisinin gerçek kimliğini söyledikten sonra “babama götürün” diye verdiği gömlek. Hz. Yakup bu gömlek kendisine gelmeden önce “Ben Yûsuf’umun kokusunu alıyorum” dediği için bu gömleğe sembolik bir dille “Yûsuf kokulu gömlek” diyoruz.

Bu gömlek bize ne diyor? Her insan fıtrat gömleği ile dünyaya gelir. Giyilen her elbise/gömlek bu manevi elbisenin üzerine giyilir. Hayat boyu önümüze gelen hadiselerde yapacağımız tercihler bizi iyi-kötü, güzel-çirkin yapar. Hedefimiz fıtrat gömleği ile geldiğimiz bu dünyada, o gömleği takva gömleğine/elbisesine dönüştürmek, onunla yaşamak, onunla ölmek olsun.

Aşağıdaki başlıkla devam edelim,

Üç Gömleği Değerli Yapan Şey: Takva Elbisesi

Gömlek elbiselerimizden sadece biridir. Elbise ise Kur’an’a göre iç örtüsü ve dış örtüsü olarak ikiye ayrılır. Kur’an’da iç örtüsünün adı takva örtüsüdür. Dıştaki bütün elbiseler bu elbise ile anlam kazanır.

Hz. Yûsuf’un bütün gömleklerini değerli yapan, onu kuyunun dibindeyken, ümitsizlik ve isyandan koruyan, Züleyha’nın karşısından onu istek ve arzularının esiri olmaktan koruyan, gücün zirvesindeyken, kardeşlerine karşı onu öfke, nefret ve intikam duygularından koruyan, onun takvayı içselleştirmesi ve onu bir iç elbise haline getirmesidir.

94-96. Âyet: İki Mucizeye Vesile Olan Gömlek

Yukarıda ifade etmiştik Mısır ile Hz. Yakup’un yaşadığı yer arasındaki mesafe yaklaşık 500 km. kadar.

Bu kadar uzakta olan Hz. Yakup (as) Yûsuf’un kardeşlerine kendisini tanıttığını bilmiyor. Ona göre Yûsuf hâlâ kayıp. 93. âyette geçen “Şu benim gömleğimi babama götürün” sözünü duyması imkansız.

Bunları bilmenin ve duymanın imkansız olduğunu dikkate aldığımızda 94. âyette “Yûsuf’umun kokusunu alıyorum” ifadesi ile anlatılan olaya “mucize” diyoruz.

Birde yine bu âyetlerde anlatılan “Hz. Yakup’un ak düşen gözlerinin iyileşmesi hadisesi var.” Peki bu da mucize mi?

96. âyette bu olayın mucize olarak anlaşılmaması ihtimalini sıfırlamak için “ferteddebasîrân” ifadesi geçiyor. Bu ifade, Hz. Yûsuf gömleği yüzüne koyar koymaz, derhal, hemen gözleri açıldı anlamına geliyor. Bu manayı dikkate aldığımızda bu olaya da “mucize” diyoruz.

Peki bu mucizeler bize ne diyor?

Bu mucizeler Kur’an’daki benzeri mucizeler gibi bize öncelikli olarak iki şey diyor:

Özetlersek, mucize Allah’ın dilemesine bağlıdır ama mucizeleri hedef yapmak, onların benzerini ortaya koymak insanın gayret ve çabasına bağlıdır.

97. 98. Âyet: Tevbenin Kabul Edildiği Nasıl Anlaşılır?

Bu âyetler için değerlendirmelerimizin bir kısmını mealimizdeki parantez içi açıklamalarda yaptık.

Burada şunları ilave edelim. Bu âyetlerde Hz. Yakup’la çocukları arasındaki konuşmaların bir bölümünü duyuyoruz.

Burada büyük ihtimal Hz. Yakup şu manada birtakım şeyler söylemiştir: “Evet, ben dileyeceğim ama benimle birlikte sizin de dilemeniz gerekiyor. Bu dilemeyi yaparken de sözde değil özde bir tevbe yapmanız lazım. Yani yaptığınız şeylerin derin bir pişmanlığını yaşamanız, adı günah olan her şeyden sakınmak için elinizden gelen gayreti ortaya koymanız gerekir.”

Günahlar için genel konuşursak, birçok günah alışkanlıkların sonucunda işlenir. Kişi tevbe yaptığında anında o alışkanlıktan kurtulmuş olmaz. O yüzden bir insan yaptığı tevbenin kabul edilip edilmediğini, tevbesini yaptığı günahları işleyip işlememesinden anlayabilir. Bir daha işlemiyorsa, kabul edildiğini düşünebilir. Tekrar tekrar işliyorsa yaptığı şeyin günahlar arasında tevbe ile mola verme girişimi olduğunu, böyle yaparak da kendini kandırdığını düşünebilir.

99. Âyet: Mutlu Son Neden Gecikti? Daha Erken Olamaz mıydı?

Hayatın olağan akışı üzerinden bakarsak, Hz. Yûsuf’un hayatında olan her şeyin doğal süreç içinde olduğunu görüyoruz. Hatta babası ve kendisi peygamber olduğu için bu süreçlerin biraz uzun ve ağır olduğunu söylemek de mümkün.

Bu konuya yukarıda 83. âyet vesilesiyle “Allah’ın İmtihan Dünyasında Süreçle İlgili Yasası Nasıl İşler?” “Allah’ın İmtihanda Mutlu Son Yaşatma Yasası Nasıl İşler?” başlıkları altında değindik. Burada küçük bir ilave yapmak istiyoruz.

Kesin olmamakla birlikte Hz. Yûsuf’’un 17 yaşında kuyuya atıldığını, 20 yaşından sonra zindan hapsinin başladığını, burada 13 sene kaldığını, buradan çıktıktan sonra 7 yıl Mısır’ın bolluk döneminde bakanlık yaptıktan sonra, kuraklığın başladığını, bölgelerindeki kuraklık nedeniyle üvey abilerinin 40’lı yaşların başında Mısır’a geldiğini tahmin edebiliriz.

Bu tahminden sonra bir tahmin daha yapalım, Hz. Yûsuf’un üvey kardeşleriyle ilk karşılaşmasından, babasına kavuşmasına kadar geçen süre tahminen 4-5 ay gibi. Bu tahminde referansımız nedir? Referansımız Mısır-Kenan (Filistin) diyarı arasındaki mesafenin 500 km. olması. Bu mesafede 3 defa git-gel yapmanın tahminen 4-5 ay sürmesidir.

Başlıktaki soruya Yûsuf açısından baktığımızda, sebepler noktasından Yûsuf’un bu süreyi kısaltması pek mümkün değildi.

Neden mümkün değildi?

Çünkü Yûsuf bu sürecin yaklaşık 16 yılında sarayda köle, zindanda esirdi. Zindandan çıktığında tahminen 33 yaşındaydı.

Bakanlık yaparken 34-35 yaşında bakanlık yaparken Kenan diyarına gidebilir miydi? Giderdi.

Neden gitmedi? Yol güvenliği, işlerinin çokluğu, Mısır’ı kuraklık yıllarına hazırlama, hemen görevin başında Mısır’dan ayrılmasının doğru olmayacağını düşünmesi, kardeşlerinin suçları ortaya çıkınca verecekleri tepki gibi sebepleri sayabiliriz ama bize göre en önemli sebep: Hz. Yûsuf’ vahye göre hareket eden bir peygamber olması, vahyin “git aileni getir” dememesi, imtihan dünyasında birtakım hikmetlerin belli bir süreç içinde gerçekleşmesi olabilir (Allahü a’lem).

100. 101. Mutlu Sona Kim Nasıl Baktı?

Bu âyetlerde anlatılan mutlu son yaşanırken, bu mutlu sona kim nasıl bakmış olabilir?

Mesela

Kur’an kıssa anlatma yönteminin gereği olarak bunları bize anlatmıyor ama dolaylı olarak bize şunu diyor: Hayalen o zamana gidin, o kişilerin yerlerine kendinizi koyun, bu mutlu son yaşanırken, bu kişilerin neler hissettiğini az-çok anlayabilirsiniz.

Bu konuya dikkat çektikten sonra bunlar üzerinde düşünmeyi okuyucularımıza bırakıyoruz.

En Güzel Kıssanın, En Güzel Mesajı

Bu kıssayı buraya kadar okuyan her okuyucu, kendine göre en güzel kıssadan, kendince en güzel olduğunu düşündüğü mesajı çıkarabilir.

Bize göre en güzel, en önemli ve en çok öne çıkması gereken mesajlardan biri şu: “Bu dünyada vahyin rehberliğinde yaptığınız yolculuk, her zaman mutlu sonla bitmeyebilir. Vahyin rehberliğinde yolculuk yaparken, vahiy tarafından eğitilen ve olgunlaşan dava insanları mutlu sonu dünyada aramaz, beklemez, olmazsa da şikayet etmez. Çünkü dünyadaki bütün mutlu sonlar fanidir. O yüzden dava insanı için gerçek mutlu son ahirettedir.”

En güzel kıssada mutlu sondan bahseden âyetleri okurken böyle bir mesaj öne çıkarmamız bazılarını şaşırtabilir ama bu mesajı öne çıkaran biz değiliz ilk insandan bugüne imtihan dünyasında yaşananlardır. Yaşananların toplamına baktığımızda her son mutlu son olmamıştır. Sonların toplamına bakarsak çok insan için mutlu olmayan sonlar, mutlu sonlardan daha fazla olmuştur. Biz burada geçmişten bugüne yaşanan sonların özetinden yola çıkarak bu mesajı verdik.

Bu mesajdan sonra ikinci sıraya koyacağımız mesaj şu: Başarının (zaferin, galibiyetin) kendisi de bir imtihandır. Başarıyı kendinden bilenler galip gelse bile nefsine mağlup olmuş insanlardır. Başarıyı Allah’tan bilenler zaferden sonra nefsini yenmekle ikinci bir zafer yaşayan kahramanlar gibidir.

Bu sûrenin 100. ve 101. âyetlerde Yûsuf’un “kötüyü emreder” dediği nefse karşı kazandığı büyük zafere şahit oluyoruz.

Aşağıdaki başlıklarda bu zafere daha yakından bakalım.

Çalıştıktan Sonra “Başarı Benim Değil Allah’ındır” Diyebilme Başarısı

Hz. Yûsuf, çocukluğunda bugünlere işaret eden rüyayı gördüğünde, o rüyanın gerçek olacağına dair tek bir emare yoktu. Emarenin sıfır olduğu bir noktadan bu noktaya gelen bir insan başarıyı kendinden bilmenin çok büyük bir nankörlük olacağını da bilir.

Ama buralar imtihanın en zor olduğu yerlerdir. Çünkü dipten zirveye çıkarken, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Hz. Yûsuf uzaktan kumandayla çalışan bir robot değildi, iradesi vardı, o iradeyi yanlışa zorlayan bir nefsin, o nefsin emrinde olan istek ve arzuların sahibiydi. Bugünlere iradesinin hakkını vererek, nefsini “tuş” ede ede geldi.

Bunun yanında köle olarak girdiği zindandan, Mısır’ın ekonomi bakanı olarak çıkmak, kendini geliştirmek, yetiştirmek ciddi bir emek ve kabiliyet gerektiren işlerdi.

Yani dememiz o ki, Yûsuf her işi Allah tarafından yapılan bir insan değildi, çıktığı zirvede çabası, gayreti, alın teri vardı.

O birçok insanın “benim” demek için gerekçeler bulacağı ve sahipleneceği başarı için onlardan daha fazla emek harcadığı halde, “Benim değil, bana (Latîf olan) Rabbimin lütfudur/ikramıdır.” deme başarısını göstermiştir.

100. âyette geçen “gerçekleştirmiş oldu”, “lütuflarda bulunda”, “kurtardı”, “getirdi”, “Latîf” ismi ve 101. âyette geçen “öğretti” gibi ifadelerin tamamı bu tespitlerimizin referansı oluyor.

Zirve Yolunda En Aktif Esma: Latîf, Alîm, Hakîm

100. âyette bu üç isim arka arkaya geçiyor. Bu üç isim bir arada şu sorunun cevabı oluyor: “Kazandığım başarı (galibiyet, zafer) için yapılması gereken her şeyi yaptıktan sonra neden başarı benim d(iy)emiyorum?”

Bu sorunun cevabına önceki âyet ve sûrelerde çeşitli vesilelerle değindik. Burada onlara ilaveten âyette geçen üç esma üzerinden değinmek istiyoruz.

Latîf ismi: Her nimeti Allah’tan bilme olarak tecelli eder. Böyle bilen bir insan için dünyaya geldiğinde sahip olduğu beden (akıl, mantık, kabiliyet tohumları) ilk sermayedir, bunlarla elde ettiği mal, mülk, makam, mansıp, yetenekler ikinci sermayedir. İkinci sermaye birinci ile kazanıldığı için, birinci olmayınca ikinci de olmayacağı için sahibi göründüğü her şey Allah’ın lütfudur. Onun verdiği nimetlerle elde edildiği için sahibi Allah’tır.

Alîm ve Hakîm ismi: Bu isimleri ilk olarak bu sûrenin 6. âyetinde gördük ve orada “Alîm ve Hakîm Esması: Hz. Yûsuf'un Hayatında İlim ve Hikmetin Tezahürü” başlığı altında bir değerlendirme yaptık. O değerlendirmeler burası için de geçerli. Sûrenin başında başarı tohumu gibi duran bu isimler, sûrenin sonunda karşımıza başarı meyvesi olarak çıkıyor. Bu meyvelerin mesajı şu oluyor: Bu dünyadaki her başarının arkasında öncelikli olarak bu isimler vardır. Siz de Yûsuf’un bahçıvanlığını modellerseniz, siz de bu tohumlardan başarı meyveleri alabilirsiniz.

Şükür Duası: Ben Yok “O” (Allah) Var

101. âyette muhteşem bir dua var. Biz bu duaya hem şükür hem de zirve duası diyoruz.

Şükrü geniş olarak Yasin sûresinin 35. âyetinde “Şükür Bir kendini Gerçekleştirme Sürecedir” başlığı altında anlattık. Burada şöyle özetleyebiliriz, şükür Allah’ın verdiği nimetleri veriliş amacına uygun kullanmaktır. Nasıl tohumu veriliş amacına uygun kullanırsanız, ondan meyve alıyorsunuz, aynen öyle olmasa da benzer bir şekilde hayat ve ömür denilen nimetleri vahyin rehberliğinde kullandığınızda başarı (galibiyet, zafer) denilen nimeti Allah lütfediyor. Siz de o lütufları O’ndan bilmenin sonucu olarak 101. âyetteki duayı yapıyor, duada, içinde kendinizin de gayreti olan fiillerin faili olarak “ben ben” demek yerine “Ben yok O var” diyerek Allah’ı öne çıkarıyorsunuz.

Buna “şükür duası” diyoruz. Şimdi gelelim zirve duasına,

Zirve Duası: Hiçbir Başarı Sana…

101. âyetin önünde parantez içinde yaptığımız açıklamalarda da işaret ettiğimiz gibi bu dua çok ilginç bir dua. Bu duada kuyudan, iftira kumpasından, zindandan geçen Yûsuf orada istemediklerini zirvede istiyor. Yaşadığı sürecin o etaplarında, büyük acılar yaşarken “canımı al” duası yapsaydı, “gerekçeleri vardı” derdik. Ama oralarda yapmadığı duayı burada yapıyor.

Bu neye benziyor ve ne kadar zor bir dua biliyor musunuz? Bu duanın zorluğunu anlamak için hayatın içinden birkaç örnek verelim.

Bu varsayımların yanına, yıllarca sağlık sorunları yaşayan, yıllarca hapishanelerde yaşayan insanları da koyabiliriz. Bu insanlar mutluluk ve sevincin zirvesinde “canımızı al” duası mı yaparlar, yoksa “ömrümüzü biraz daha uzun eyle, yıllardır mahrum olduğumuz sevinç ve mutluluğu yaşayalım” diye dua mı ederler?

Böyle demelerinde hiçbir mahsur yok. Biz işin zorluğunu gösterme adına bu örnekleri verdir.

Hz. Yûsuf peygamberin bu duasından şunu anlıyoruz. O dünyayı ihmal etmiyor, o bu dünyada başarılı olmak için ekonomi, ticaret, tarım, astronomi, biyoloji gibi bilinmesi gereken ilimleri kendi çağının imkanları içinde, kurduğu ekiple biliyor. Bunları hayata geçiriyor. Büyük bir başarı ve takdir kazanıyor. Ama bu duası ile bütün zamanlara şunu diyor: Bu dünyada en büyük başarıların mimarı siz olsanız bile, onlar gaye olmaya değmez. Onlar asıl gayeye giden yolun vasıtaları olur. Hiçbir dünyevi başarı size ahireti unutturmasın. Bu dünyada sizi en fazla sevindiren en fazla mutlu eden şeyler bile, her şeyden fazla sevdiğiniz Rabbinize kavuşma isteğinizin önüne geçmesin. Yaşadığınız her sevinç ve mutluluk, elde ettiğiniz her başarı ve zafer, O’na olan sevginizi arttırsın.”

Özetlersek, bir insan için en büyük başarı, yaşadığı zaman diliminde binlerce insana fayda veren başarılara imza attıktan sonra böyle bir dua yapabilme ve o duanın arkasında durabilme başarısını göstermektir.

İşte Hz. Yûsuf bu başarıların sahibi örnek bir insan olmanın yanında, bütün zamanlara da örnek olan insandır.

102-111 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

102. Âyet: Kur’an İnsan Sözü Olamaz

Nasıl Allah’ın yarattığı atom ve güneş gibi yaratılan tüm âyetler, hal lisanıyla “Bizi Allah’tan başkası yaratamaz.” diyorsa, Kur’an da baştan sona “Bu kitap insan sözü” olamaz diyor.

Bizim bu tefsir çalışmamızı yapmamızın en önemli sebeplerinden biri de bu gerçeği öne çıkarmak. Biz doğrudan bu gerçeğe işaret edan âyetler geldikçe bu konuya değiniyoruz.

102. âyet de doğrudan bu gerçeğe işaret eden âyetlerden sadece bir tanesi.1013 Bu âyetin benzerini daha önce bu sûrenin 3. âyetinde görmüş ve “En Güzel Kıssanın Şahitliği: Kur’an İnsan Sözü Olamaz” başlığı altında birtakım değerlendirmeler yapmıştık.

3. âyette “sen daha önce bunlardan (Yûsuf kıssasından) habersizdin” ifadesiyle yapılan vurgu, burada daha güçlü ve detaylı bir şekilde yapılıyor.

102. âyet bütün kıssaların ortak basın açıklaması olarak bütün zamanlara şu mesajı veriyor: “Ey Muhammed! Sen peygamber olmadan önce, bu kıssaların hiçbirinden bu şekliyle haberin yoktu. Sen peygamber olduktan sonra sana hiç kimse, “bunlar senden daha önce de duymuştuk” demedi. Senin duymadığın bilmediğin bu kıssaları, o kıssaların yaşandığı zaman diliminde yaşıyor, sanki oradaymış gibi, en ince ayrıntılarına varana kadar anlatman, senin Allah’tan vahiy aldığın, senin Allah’ın resulü olduğuna, senin insanlara tebliğ ettiğin Kur’an’ın da insan sözü olamayacağına en büyük şahittir.”

Bu şahitliğe çok değindiğimiz ve gelecek âyetlerde de değineceğimiz için burada nokta koyuyoruz.

103. Âyet: Hep Bir Bahaneleri Olacak

İmtihan dünyasının mevcut dekorunda Allah’a ve O’nun (melek, ahiret, cennet, cehennem gibi) var ve olacak dediği her şeye iman etmede, müminlerin izlediği yöntemin adı “görmeden kabul yöntemi”dir.1014

İnanç dekorunda görünmeyenler, görünseydi iman etmek diye bir şey olmayacak dünya da imtihan dünyası olmayacaktı.

İşte bu âyet başta Peygamber Efendimiz olmak üzere bu konu üzerinde düşünen ve dertlenen bütün müminlere şunu diyor: “Bu dekor kıyamete kadar böyle olacak, inanmada yöntem kıyamete kadar değişmeyecek. O yüzden de siz ne kadar isteseniz de insanların çoğu iman etmeyecek. İman edenler ‘altın’ın diğer madenlere nispeti gibi kemmiyet/nicelik yönüyle az, keyfiyet/nitelik/kalite yönüyle çok olacaklar. Kısaca, imtihan dünyasında yöntemin adı görmeden kabul yöntemi olunca, görmeyen insanların her zaman bir bahanesi olacak.”

Peki bu bahanelerin başında ne olacak? Ona da aşağıda devam edelim,

104. Âyet: “Sizin Mutlaka Bir Menfaatiniz Var”

Dünde bugün de yarında Allah yolunda hizmet eden insanların en fazla duyacakları eleştirilerin başında başlıktaki ifade ve türevleri gelecek.

Bu eleştiriyi yapan insanlara göre: “Ortada uydurulmuş bir din var. Bir de bu dinden para kazanan, dini kendi çıkarları için kullanan insanlar var.”

Bunların varlığı, onların inanmama gerekçelerinin başında geliyor.

Böyle bir gerekçenin varlığını bilenlerin ne yapması gerekiyor? Kur’an’ın yaptığını yapması gerekiyor. Kur’an 13 âyette doğrudan doğruya peygamberleri konuşturuyor ve onların ağzından “Ben yaptığım bu işe karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum.” ifadesini öne çıkarıyor.

Günümüz için konuşursak “din hizmetleri” bazı alanlarda tam gün mesai isteyen işler arasında yer alıyor. Böyle yapılmadığında hizmetin kalitesi düşüyor, hizmet ortada ve ehil olmayan insanların eline kalıyor.

Günümüzde din hizmetlerinden ücret alan insanların yapacağı şey: “Yüksek bir özveriyle çalışmak, görenlerin ‘işte dine hizmet böyle yapılır’ diyeceği nitelikli işler ortaya koymak. Bunu yapmadığı zaman da kendini insanların hidayetine giden yolda engel olarak görmektir.”

Dinin şöyle bir özelliği ve güzelliği var. Ona hizmet eden insanlara toplumda bir değer/hürmet/takdir ve saygınlık kazandırır.

Bu saygınlığı kazanan kişi, bu saygınlıktan şahsi menfaat bekliyorsa, kendisi ve yakınları için ayrıcalık istiyorsa, o kişi “Sizin Mutlaka Bir Menfaatiniz Var” diyen insanlara malzeme olmak gibi büyük bir talihsizlik yaşıyor demektir.

Bu tür insanların inandıkları dine yapacakları en büyük hizmet, bir an önce bu davranışlardan vazgeçmek, onu yapamıyorlarsa “din hizmetleri” görevinden ayrılmak olmalıdır. Belki maddi bir şeyler kaybederler ama kaybedecekleri hiçbir şey ahiret kayıplarından daha büyük olmaz.

Âyetin son cümlesi de manidar. İlk cümle ile bağlantısını kurarsak son cümle şunu diyor: Kur’an alemler için öğüttür ama bu öğüdün tesir etmesi, o öğüdü verenlerin ihlas ve samimiyetine bağlıdır.

105. Âyet: Deliller Karşında İnsanların Duruşları

Kur’an’ın bu âyette kullandığı ifade mecazi. Atomdan güneşe kadar Allah’ın yarattığı her şeyin ortak adı; yaratılan âyet, nimet ve delildir. Başta içinde yaşadığımız bedenimiz en büyük âyet, nimet ve delillerden bir tanesidir. O yüzden insanın bu delillere bakmaması imkansızdır. Kur’an’ın kastettiği bakıp görmemek, görüp fark etmemek.

Bir misal verelim, bir insana denilse ki “Parmağın mı daha değerli, ona nişanlın tarafından takılan yüzük mü?” Kesin “parmak” der. Fakat aynı insan parmağına takılan yüzük için “o bana nişanlığımı hatırlatıyor” derken, parmağına baktığında, parmağın takılı olduğu, ele, kola, bedene, o bedenin hayatının devamı için gereken bitkilere, güneşe baktığında Allah’ı hatırlamıyorsa, o insan sayısız delillere (nimete, âyete) bakıyor görmüyor, görüyor fark etmiyor demektir.

Günlük hayatta şöyle bir dil kullanırız, bakınca gördüm, görünce fark ettim sonra anladım ki…

Kur’an bakınca görmeyen insanların manevi durumunu “gözleri olup görmeyen, kulakları olup işitmeyen, akılları olup anlamayan”1015 insan örneği ile betimler. Başka âyetlerde de bunlar için “kalpleri mühürlenmiş”1016 der.

“Bakmayanlar” için deliller böyle peki bakıp, gören ve fark eden müminler için deliller nasıl olmalı?

Müminler için kainat bir müze olmalı, o müzede bulunan atomdan güneşe kadar tüm deliller yaratıcının sanat eserleri olmalı, bu eserleri temaşa bilimlerin konusu olmalı.

Delillerin bilimin konusu olmasıyla alakalı önceki âyetlerde bilgi verdiğimiz için1017 bu âyetle ilgili değerlendirmelerimize nokta koyuyoruz.

106. Âyet: Onların Çoğundan Kastedilen Kim?

Bu âyeti iki türlü okuyabiliriz.

Bu konuda Tefsir Usulümüzde ve önceki âyetlerde geniş açıklamalar yaptık, oraya bakılabilir.1019

106. Âyetin 105. Âyet ile Birlikte Okunuşu

105. âyette delillerden bahsedildi. Bu âyette de şirkten; ortak koşmadan bahsediliyor. Bu bağlamda 105. âyet dolaylı olarak şunu diyor: “Delillere bakılsa, görülse kainatta şirkin imkansız olacağı fark ediliyor.”

Kur’an bu farkındalığa Enbiya sûresinin 22. âyetinde “Birden fazla ilah olsaydı, sonuçlarının ne olacağına işaret ederek” dikkat çekiyor.

Kısaca “Atomdan güneşe adına delil dediğimiz her şeyin yoktan aynıyla yaratılmasında bütün varlıkların aciz kalması, Allah’ın ortağı olamayacağı gerçeğine şahitlik ediyor.

107. Âyet: Sûrenin Sonunda Sonuç Eğitimi

Sûrenin son âyetlerindeyiz artık son dokunuşlar yapılıyor. Onlardan biri de Kur’an’da en fazla verilen eğitimlerin başında gelen sonuç eğitimi.

Buradaki sonuç eğitimini bağlam ile birlikte okursak, delillere bakmayan insanlar, “Nereden geldik, niçin buradayız ve buradan sonra nereye gideceğiz?” soruları üzerinde de düşünmüyorlar. Düşünseler bile bu tefekkürü vahyin rehberliğinde yapmadıkları için doğru cevapları bulamıyor, ürettikleri beşeri ideolojilerin ve 106. âyette işaret edilen sözde ilahların peşinden gidiyorlar.

Bu bağlamda 107. bu âyet bu kişilere şu mesajı veriyor: “Yaşlanmayı durduramayacak, ölümü öldüremeyecek, küçük ve büyük kıyametin önüne geçemeyeceksiniz. Şimdiye kadar gelenlerin gitmesi, sizin de bir gün gideceğinizin kesin delilidir. O yüzden bugün yaptığınız bu yanlış tercihlerin ahiretteki sonuçları üzerinde bir kere daha düşünün ve yol yakınken bu yanlıştan dönün.”

108. Âyet: Kur’an’da Sadece Buradan Geçen Bir Âyet

Kur’an’da aynıyla tekrarlanan, birbirine yakın manada olan âyetler var ama bir de nadir rastlanan âyetler var; işte bu âyet nadirattan.

Manası da çok önemli ve çok derin. Âyetin anahtar kelimesi “basiret”; bu kelime üzerinde önceki âyetlerde durduk.1020 Onların devamı olarak burada şunları ilave edebiliriz.

Kaf sûresi 8. âyetin tefsirinde basireti tarif ederken “parçaya bütün içinde bakmak, parçada bütün görmek” demiştik. Dünyaya “parça” dersek, “Parçaya nereden geldik, kim gönderdi, niçin buradayız, buradan sonra nereye gidiyoruz?” gibi sorularının cevaplarını bularak bakmak, parçaya bütün içinde bakma oluyor.

Böyle bakan biri “neye inandığını, niçin inandığını” bilerek tahkiki bir iman ile iman ediyor.

Âyetteki ifadesiyle Peygamber Efendimiz “hâżihisebîlî/bu benim (adına sıratı müstakim dediğim ve insanları davet ettiğim) yolum” derken ortaya güçlü bir iddia koyuyor. Yani bu yol “Benim birinden korktuğum için, bir menfaat umduğum için, takip ettiğim bir yol değil; bu yol benim, sorularıma cevap verdiği için aklımı mantığımı tatmin ettiği için, doğruluğuna kesin olarak inandığım için takip ettiğim yoldur.”

Biz Kur’an âyetleriyle bütün zamanlara duyurulan bu ifadeden yola çıkarak şu iddialı cümleyi kuruyoruz: “İslâm dini Allah’ın dinidir. Bu dinde, mâkul bir cevabı olmayan hiçbir soru ve mâkul bir izahı olmayan hiçbir konu yoktur.”

Şimdi âyete bağlam ile birlikte bakalım.

Âyette Önemli Bir Kelime: Subhân

Ayette geçen Subhan kelimesi şu soruların cevabı oluyor.

Her iki sorunun cevabı da Allah’ın Subhân olmasıdır.

Önce birinci sorunun cevabına bakalım. Bilinçli bir şekilde Allah’ın Subhân olduğunu söyleyen bir insan için bu ifade bir sonuç cümlesidir. Bu cümleyi kurmak vereceğimiz misaldeki sonuç cümlesini kurmaya benzer.

99 katlı yüksek bina var. Bir inşaat mühendisi; Binanın bütün katlarını tek tek geziyor, binada kullanılan malzemelere tek tek bakıyor, aşağıya indiğinde sonuç cümlesi olarak aynen şöyle diyor: “Bu bina her türlü eksiklikten uzaktır. Yani hiçbir eksiği yoktur. Her şeyi ile mükemmeldir.

Bu bağlamda “Subhanallah” demek, “Ben yaratılan âyetler üzerinde yaptığım okuma ve araştırmalarda elde ettiğim bilgiler sonucunda anladım ki, atomdan güneşe kadar her şeyi yaratan Allah’ın hiçbir eksiği yoktur. Hiçbir eksiği kusuru olmayan Allah’ın insanlara gönderdiği dinin eksik ve kusurlu olması imkansızdır. Yarattığı her şey mükemmel olduğu gibi, gönderdiği din de mükemmeldir.”1021

Şimdi ikinci soruya bakalım. Ortaklık bir ihtiyaçtır. Bir yerde ortaklık varsa, genelde orada güçlerin birleştirilmesi, ortakların birbirinin eksiğini tamamlaması, birbirine destek vermesi gibi bir durum vardır.

Allah Subhân’dır hiç eksiği noksanı olmayan, bu nedenle de hiçbir yardıma desteğe ihtiyacı olmayandır. Onu böyle tanıyan ve Ona böyle iman eden bir insan âyette olduğu gibi net bir şekilde “Ben (Allah’a eş ve ortak koşan) müşriklerden değilim.” der.

109. Âyet: Bahaneler Hiç Bitmeyecek

Geçmişten bugüne insanlarda lider, önder, rehber, mürşit, hoca, alim olarak gördükleri insanlarda (mucize, keşif, keramet gibi) insanüstü özellik arama meyli vardır. Bu âyette de bunu görüyoruz.

Burada çok önemli bir tespit yapacağız. Dilese Allah (cc) gönderdiği her peygamberi, yaptığı her şey sıra dışı olan, mucize makinası gibi çalışan insanlar haline getirebilirdi.

Öyle yapsa, o formun şu sonuçları olacaktı,

Peygamberler ilahlaştırılacak, onların örneklik vasfı ortadan kalkacak, dünyanın imtihan dünyası olmasının bir anlamı kalmayacaktı. İşte böyle olmasın diye Allah (cc) hem hemen her peygamberin hayatına, bazı insanların “Neden o şunu yapmış…” diyerek takılacakları birkaç husus koyuyor.

Takılmalar genelde olanların melek bir peygamber, mucize istendiğinde hemen gösteren bir elçi olamamaları nedeniyle olurken, günümüzde o peygamberlerin çok evlenmeleri, savaşları, onlara atfedilen bazı gerçek dışı rivayetler oluyor.

109. âyet takılanların takıldığı konuya işaret ettikten sonra, 107. âyette öne çıkan sonuç eğitimini burada bir kere daha hatırlatıyor; geçmişte bahane getirip iman etmeyenlerin sonlarına dikkat çekiyor.

Ayetin son cümlesi akla hitap eden bir soru oluyor. Soru dolaylı olarak şunu diyor: İman etmeme konusunda ortaya koyacağınız her şey bir bahane olacak. Aklınızı kullanıp düşündüğünüzde o bahaneleri aşan milyonlarca insan gibi sizler de aşabilirsiniz. Haydi…

110. Âyet: Peygamberler de İnsandır

Bu âyet 109. âyeti açıklar mahiyette geliyor. Bu âyet vesilesiyle şöyle bir açıklama yapmakta fayda görüyoruz.

Böyle bir örnek yok. Ama şöyle örnekler var.

Kavminin kendisini yalanlaması nedeniyle onların iman etmesinden ümidini kesen peygamberler var. Bu noktada Hz. Yûnus’u ve Nûh’u örnek gösterebiliriz.

Genele baktığımızda bu peygamberlerin böyle yapması istisnai bir durum olarak karşımıza çıkıyor.

111. Âyet: “Kur’an Uydurulmuş Bir Söz Değildir”

Bu âyette birbirini tamamlayan iki bölüm var.

O bölümlere geçmeden önce bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz. Bu sûrenin başında (3. âyette) “kıssaların en güzelini anlatıyoruz” ifadesi geçerken, sûrenin sonunda bu âyette yine kıssalara; kıssaların Kur’an’ın Allah kelamı olmasına yaptığı şahitliğe dikkat çekiliyor.

Şimdi âyetin bölümlerine bakalım.

Birinci bölümde kıssaların ders olma yönü öne çıkıyor. Bu bölümü şöyle açalım: Geçmiş kavimler, onlara göre gelecekte olan bizlerin yaşayacağı birçok şeyi yaşamıştır. Üzerinde düşünüldüğünde onların yapıp da bizim yapmadığımız şey çok az diyebiliriz; onlar da doğdular, büyüdüler, yaşlandılar, hasta oldular, savaştılar, kaza geçirdiler, üzüldüler, sevindiler, uyudular, uyandılar, çalıştılar, tembellik ettiler, doğru söylediler, yalan söylediler, adil oldular, zalim oldular… ve ölüp gittiler.

Bu açıdan baktığımızda neredeyse onların yapıp da bizim yapmadığımız şey yok gibi; değişen şey nitelik değil nicelik. Savaşa nitelik dersek o hiç değişmiyor ama savaşan insan sayısı, savaş sebepleri, savaşlarda kullanılan silahlar ve bunlara bağlı ölü sayıları değişiyor. Kıtlık, salgın nitelik olarak var ama nicelik olarak farklı şeyler onlara sebep olabiliyor.

Bu durumda isimleri, yaşadıkları zamanlar, mekanlar ve isimleri değişse de kıssaların verdiği dersler nitelik yönüyle (özü itibarıyla) hiç değişmiyor, her zaman tazeliğini koruyor.

İkinci bölümde kıssaların şahitliği üzerinden bütün Kur’an âyetleri için onlar “uydurulmuş bir söz değildir” ifadesi öne çıkarılıyor. Bu konuya hem önceki âyetlerde hem de bu sûrenin 3. ve 102. âyetlerinde değinmiştik.

111. âyetin son cümlesi Kur’an’ın tamamının mesajını özetleyen bir cümle. O yüzden o cümleyi bu sûre ile ilgili yaptığımız değerlendirmelerin sonuna nokta olarak koymak istiyoruz.

“Kur’an kendinden önceki vahiyleri onaylayan, (dünya ve ahiret kurtuluşu adına) her şeyi etraflıca açıklayan ve (aynı zamanda) iman edenler için hem rehber hem de rahmet kaynağı olan ilahî bir kelamdır.”

54/15. HİCR SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-25 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Ön Bilgi: Genel Değerlendirme

Bu sûrede Kur’an’da sadece burada geçen ve Kur’an’ın manşet âyetlerinden biri olarak kabul edilen “Kur’an’ı kesinlikle Biz indirdik; elbette onu koruyacak olan da Biz’iz.” âyetini görüyoruz.

Bunun yanında bu sûrede parantez içinde numaralarını verdiğimiz âyetler arasında Hz. Âdem (26-50), İbrahim (51-60), Lût (61-77), Şuayb (78, 79) ve Salih (80-84) peygamberlerin kıssalarını görüyoruz.

Bu kıssalar hakkında önceki yaptığımız değerlendirmelere atıfta bulanarak, gerekli yerlerde kısa açıklamalar yapacağız.

1. Âyet: Hurûf-ı Mukkatta adı verilen “Elif. Lâm. Râ” gibi harfeler daha önceki sûrelerin başında da geçti. Biz bu konuda özellikle A’râf sûresinin 1. âyetinde geniş açıklamalar yaptık. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

Apaçık Âyetler: Bu konu da önceki âyetlerde geçmişti. Bunun için de dipnotta verdiğimiz referanslara bakılabilir.1023

2. Âyet: Bu âyeti 1. âyetle birlikte okuduğumuzda mesaj şu oluyor: Bu dünyada imtihan dünyasının dekoru/sınırları içinde Allah’ın âyetleri apaçıktır. Yani hiç kimse “Ben delil yetersizliğinden Müslüman olmadım” diyemez. Bu dünyadan Müslüman olmadan giden her insanın, öldükten sonra dirildiğinde ağzından çıkan ilk söz ‘Keşke Müslüman olsaydım’ olacak. Bunu dememenin pişmanlığını yaşayacak.”

3. Âyet: Önceki sûrelerde bu âyetin benzerlerini “onlara mühlet ver, onlardan yüz çevir” şeklinde gördük.1024 Burada benzer bir formda görüyoruz. Bu âyetlerin hiçbirinde “onları bırak” emri, sürekli bırakma anlamına gelmiyor. Bu bırakma işi irşat ve tebliğde bir strateji.

Bu stratejiye Müzzemmil sûresinin 10 ve 11. âyetlerinin tefsirinde ve dipnotta işaret ettiğimiz âyetlerde dikkat çekmiştik. Oraya bakılabilir.1025

4. Âyet: Kimsenin Bahanesi Olmayacak

Bu âyeti Kur’an’daki bu “(Helâk yasasında işleyiş şöyledir:) Rabbin, ülkelerin merkezî yerlerine, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamber göndermedikçe oraları helâk edici değildir. Zaten Biz(durduk yere) halkları zalim olmadıkça memleketleri helâk etmeyiz.” Ve benzeri âyetlerle birlikte okumak gerekiyor.1026

Bu âyetlerden şunu anlıyoruz, ölüp dirilen hiçbir insanın şöyle bir bahanesi olmayacak, “Allah’ım benim senin varlığından haberim olmadı. O yüzden iman etmedim.”

Bu tespiti yaptığımızda şu soru akla gelecek, “Geçmişte ve günümüzde bir peygamberin mesajından haberi olmayan insanların durumu ne olacak?” Bu konuda dipnotta verdiğimiz referansların1027 devamı olarak şunları ifade edelim.

Bu referanslara dikkat çektikten sonra bu âyeti günümüze; 21. asra getirelim ve şöyle okuyalım “Biz hiçbir insanı, varlığımızdan haberdar etmeden önce vefat ettirmedik.”

Bugün dünyanın farklı yerlerinde bir peygamberden ve onunla gelen vahyin/kitabın mesajından haberi olmadan vefat eden insan olabilir mi?

Evet olabilir.

Bu soruyu bir de şöyle soralım, başında taşıdığı akılla bir yaratıcının varlığından haberdar olmayan bir insan olabilir mi? Hayır. Neden? Çünkü “Gül resmini kim yaptı?” Sorusuna “insan” diyen akıl. “Gülün kendisini kim yarattı?” sorusuna (akıl, ilim, irade yönüyle) insanüstü bir varlık demek üzere programlanmıştır.1028

Bunun yanında yine akılla birlikte vicdan, birilerine haksızlık yapmanın; onların canına, malına zarar vermenin yanlış olduğunu anlayabilecek şekilde yaratılmıştır.

Bunlarla birlikte Allah’ın mutlak adil olduğunu ve zerre kadar haksızlık yapmayacağını dikkate aldığımızda, ahirette dirilişte hiçbir insanın “Allah’ım varlığından haberim olmadı şeklinde bir bahanesi olmayacak.”

5. Âyet: Bu Âyeti Bugün Nasıl Okuyabiliriz?

Bu âyet geçmişteki kavimlerin helakini anlatıyor. Tamam. Peki bugüne ne diyor? Bugüne şunu diyor: “Hiçbir insan ölüm vaktini ne öne alabilir ne de geciktirebilir.”

Burada şu sorular akla gelebilir.

Durum değişmeyecek, çünkü Allah’ın ölüm vaktini bilmesi “Ben yazdım, o da mecburen o saatte öyle yapacak şeklinde cebri (zorlayıcı) bir bilgi değil, Allah’ın bilmesi, insan iradesine bağlı bir bilgi, yani Allah’ın biz iradeli varlıklarla ilgili kaderinde olanlar Allah öyle takdir ettiği (istediği, dilediği) için öyle olmuyor, Allah öyle olacağını bildiği için öyle takdir ediyor.1029

Bu durumda iki sorunun da cevabı şu olacak. Kişilerin öldüğü vakit, Allah’ın bildiği vakittir.

6. 7. Âyet: İlk Beş Âyeti Bu Âyetlerle Birlikte Okursak

Bu âyetler, bu sûrenin ilk âyetlerinin indiği ortam hakkında bilgi veriyor. Müşrikler ilk âyetlerin inmesiyle başlayan hakaretlerine dozunu arttırarak devam ediyorlar.

İlk beş âyeti bu âyetleri dikkate alarak okursak, beş âyetin ortak mesajı şu oluyor: Ey müşrikler! Âyetleri apaçık olan Kur’an’ı size getiren peygamberin peygamberliğini inkar ediyorsunuz. Bununla da kalmıyor “deli” diyerek ona hakaret ediyorsunuz. Bununla da kalmıyor, karşınız da bir de melek görmek istiyoruz.

Sizden önce de aynı şeyleri söyleyenler oldu. Onlar helak oldu. Siz helak olmasanız bile Allah’ın yasalarından kurtulamayacaksınız. Ölme, dirilme ve hesap verme yasalarından kaçamayacaksınız.

8. Âyet: Bu âyet de Allah’ın yasalarını hatırlatmaya devam ediyor. İmtihan dünyasında görünen melek beklemek, okuldaki imtihanda soruların cevaplarını tahtada görmek istemeye benzer. Nasıl okulda cevaplar tahtada görününce imtihanın bir anlamı kalmıyorsa, dünyada melek görmek de imtihan dünyasını anlamsız yapacak ve kıyametin sebebi olacak. Âyet dolaylı olarak “Bu konuda ısrar etmeyin, ederseniz sizin helakiniz olur” diyor.1030

9. Âyet: Bu Âyet Neden Burada İndi?

Bu sorunun farklı cevapları olabilir. Biz âyeti bağlam ve ortam ile birlikte okuduğumuzda onlardan birinin şu olacağını düşünüyoruz.

Mekke’de Müslüman olmak bütün Mekke’yi karşına almaktı. 8. yılda Müslümanlara yapılan baskılar her geçen gün artıyordu, 7. âyette geçen “Sen gerçekten tam bir delisin” ifadesi ortam hakkında fikir veren âyetlerden biriydi.

Baskılar artarken müşriklerin peygamberimizi bir şekilde ortadan kaldırma isteği de artıyordu. Peygamber Efendimiz şahsı adına korkmuyordu ama temsil ettiği davanın gelecek kuşaklara ulaşıp ulaşmaması adına endişe ediyordu.

İşte böyle bir ortamda bu âyet doğrudan ve dolaylı olarak iki mesaj verdi.

Bu âyetin, burada (8. yılda Mekke’de) peygamberimiz üzerinden müminlere bu mesajları vermek için indiğini söyleyebiliriz.

Kur’an’ın Korunması

Bu âyet bu şekliyle sadece burada geçen, çok önemli bir âyet. Biz âyetin önemini dikkate alarak bu konuyu Tefsir Usulümüzde (17) Vahiy Yasası altında,

Başlıkları altında geniş olarak değerlendirdik. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.1031

Kur’an’ın Kendi Kendini Koruyor

Bu konuya da daha önce işaret ettik. Kur’an insanlara meydan okuyan bir kitaptır. Derki: “Eğer benim insan sözü olduğumu iddia ediyorsanız, haydi benim benzerimi getirin, bunu yaparken de yardım için çağırabileceğiniz herkesi çağırın.”

Şu ana kadar, bu meydan okumada Kur’an güneşinin karşısına güneşle çıkan olmadı. Bütün denemeler mum seviyesinde kaldı; hiçbiri uzun ömürlü olmadı ve dikkate bile alınmadı.

Evet, geçmişte ve günümüzde “Kur’an insan sözüdür, onu Muhammed uydurmuştur.” diyen çok oldu ve oluyor ama hiç kimse onun dengi bir kitap ortaya koyamıyor. Neden? Çünkü bu sözleri diyenlerin hepsi bunun imkansız olduğunu biliyor.

Bu konuya da dipnotta başlıklarını verdiğimiz âyetlerde değindik.1032 Burada farklı olarak sadece şunu ifade edelim.

Kur’an kainat ile entegre olmuş bir kitaptır. Kur’an’ın içeriği onu düşünerek anlayarak okuyan bütün insanlara şunu der: “Benim yazarım olmak için kainatı yaratmak, kainatın kıyametinden sonra da ebedi hayatı yaratmak gerekir, bunları yaratmayan benim yazarım olamaz.”

Bu şu demek, Kur’an’da Allah’ın fail olduğu bütün cümlelerde, fiilin faili olamayan o cümleyi yazamaz.

Eğer yazarsa, 7 yaşında bir çocuğun, halterci rahmetli Naim Süleymanoğlu’nun bir gazetenin spor sayfasında yazan “Ben 190 kilo kaldırdım.” cümlesine bakarak o cümleyi yazmasına ve yazabilmeyi yapabilme olarak anlamasına benzer.

Özetlersek, Güneşi yaratan da Kur’an’ı gönderen de Allah’tır. Nasıl bütün insanlar güneşi yaratmakta aciz kalıyorlar ve kalacaklarsa Kur’an için de aynı oldu ve olacak.

Kur’an Korunmadı İddialarının Toplam Değeri (!)

Zaman zaman Kur’an’ın korunmadığına dair iddiaları duyarız; şunlar eklendi, bunlar çıkarıldı diyenlere rastlamak mümkün.

Bunların hiç birisi ciddiye alınacak iddialar değil. Neden? Çünkü, bu iddiaların tamamı Kur’an’ın temel konularının dışında teferrruatın teferruatı.

Şunu bir kere daha ifade edelim, Biz Kur’an’ın Allah’tan Peygamber Efendimize geldiği şekliyle bize emanet edildiğine iman ediyoruz. Ne bir âyet eksik ne bir fazla.

Bunu dedikten sonra iddia sahiplerine diyelim ki, haydi iddialarınızı getirin. Getirdikleri iddiaların hiçbirinde şunlar olmayacak,

Evet, şu ana kadar Kur’an’la ilgili korunmadı şeklinde gelen bütün iddiaların toplamında Kur’an’ı Kur’an yapan, İslam dinini din yapan temel esaslara yönelik tek bir iddia yok.

Basit bir örnek verirsek, evinizde bir kedi var kedide kusur arayanlar onun rengine, desenine bakıp tüylerini sayıyorlar. Hiçbiri kedinin temel, hayati organları için kalbi, midesi yok, böbrekleri yok demiyor.

Ama tüyler üzerinden öyle bir gürültü çıkarıyorlar ki, duyan da zannediyor ki, kedi, kedi olmaktan çıkmış, fare veya fil olup tanınmaz hale gelmiş.

Bu konu geniş bir konuydu ama önceki âyetlerde üzerinde durduğumuz için burada kısa tutuyoruz.

10. Âyet: Zorluklar ve sıkıntılar yaşadığında geçmişe bir bak. Senden önce gelen elçilerin yaşadıklarını hatırla. Onların yaşadığı geçmiş, senin yaşayacağın geleceğin pusulası ve rehberi olacak.

11. Âyet: Bazen doğru yolda olmanın göstergesi, düşmanlık edenlerin hakaret etmesi de olabilir. Seni kendilerine benzetmeyince, seni itibarsızlaştırmak için alay ederler.

12. Âyet: Allah’ın takdiri, insanın tercihinden bağımsız değildir. O’nun razı olmadığı tercihleri yapanlar kalplerinde O’nu misafir etme şerefinden, O’nu sevme ve O’nun tarafından sevilme gibi bir değerden mahrum olurlar.

13. Âyet: Allah’ın fiziki yasaları geçmişten bugüne nasıl değişmiyorsa, insanların tercihlerine bağlı yasaları da değişmiyor. Her insan tercihlerinin sonuçlarını yaşıyor.

14. 15. Âyet: “Ah Bir Mucize Görseler Ne olur?”

Bu âyetleri ortam ile birlikte okursak, Mekke’de boykot yıllarında büyük sıkıntılar yaşayan Sahabiler, geçmiş peygamber kıssalarında Peygamberlerin mucize gösterdiklerini biliyorlardı, bunu bilen insanların içinden ne geçer? Başlıktaki soru ve benzeri sorular geçebilir.

İşte Kur’an, bu âyetleriyle içinden bu tür sorular geçenlere cevap veriyor: “Bu konuda büyük beklentilere girmeyin, gözlerinin önünde göğün ve yerin kapıları açılsa onlar yine bir bahane bulacaklar, “büyü” diyecek, “sihir” diyecek yine inanmayacaklar. Mucizeler dine davette sürekli tekrarlanan bir yöntem değildir.1033 Geçmiş peygamber hayatlarında nadiren gerçekleşen hadiselerdir. O yüzden elinizde her biri mucize olan Kur’an âyetleriyle, benzerini bütün insanların yaratmada aciz kaldığı kainat âyetleriyle dininizi anlama ve anlatma yolundan devam edin.

16-22. Âyet: Olanlar, Olacaklara Şahit Oluyor

Buradaki âyetlerden ikisi hariç (17, 18) diğerleri bizi 23. âyette verilecek mesaja hazırlıyor. Kainata “yaratılmış ve olmuş” dersek, ahiret “yaratılacak ve olacak” olandır. Kur’an birçok yerde yaptığı gibi burada da olmuşu, olacak olanların şahidi yapıyor. Öne çıkan mesajlardan biri şu oluyor: Varsayalım, Allah (cc) Gökleri, yeri ve arasındaki her şeyi yaratmadan önce bunları yaratacağını vaat etseydi ne olurdu? … Şimdi şu an vaat ettiği şeylerin gerçekleşmiş olduğunu yaşayarak görüyor olacaktık. Öyle olunca, bunların gerçekleşmesi burada yaptığı vaatlerin de ebedi alemde gerçekleşeceğine şahit oluyor.

Bilimlerin Penceresinden Bakış

Bu âyetlerde Kur’an bütün insanlara bilimlerin penceresini açıyor. Bu âyetlere ilk muhatap olanlar mevcut bilgileriyle bu âyetlerin mesajına bakarken, günümüzdeki bakışta derinlik artıyor.

Günümüz penceresinden bakarsak,

Kur’an’ın âyetleriyle işaret ettiği noktalara bakan her asrın insanının ilimde ve teknolojide gelişmelere bağlı olarak âyetten anladığı artıyor.

Kur’an’ın bu tür âyetlerden amacı bu ilimleri anlatmak değil, önce bu ilimleri şahit yapmak sonra da bu ilimler üzerinden insanların hidayetine vesile olmaktır.

Bu âyetlerde üzerinde durmamızda fayda olacağını düşündüğümüz dört nokta var. Onlara da işaret etmek istiyoruz.

Birinci Nokta: Alev Topunun Kovalaması

Burada 16-18 arası âyetlerde geçen ifadelerin benzeri Cin sûresinde 8. 9. âyetlerde geçmişti. Orada yaptığımız açıklamaların devamı olarak şunları ifade edelim. Kur’an’da bu tür konular gayb başlığı altında yer alıyor. Yani insanın beş duyu üzerinden görüp anlayabileceği olaylar değildir. Kur’an bu tür gaybi hadiseleri bize anlatırken sembolik bir dil kullanıyor; görünmeyen alemde olan bir olayı görünen alemde bizim anlayabileceğimiz formda anlatıyor.

Bu âyetlerin indiği asırda insanlar cin, şeytan, kahin, sihirbaz gibi şeylere olağanüstü güçler atfediyor, onların gaybı bildiğini, göklerden haberler getirdiğini zannediyorlardı. Kur’an bu tür âyetlerde kullandığı sembolik dil üzerinden şu mesajı veriyor: Bu konuda girişimde bulunanlar geçmişte olduğu gibi gelecekte de olacaktır. Onlara inanmayın. Gaybın bilgisi sadece Allah’a aittir. O’ndan başkası bilemez.1034

İkinci Nokta: Miktar ve Ölçü/Kader

Kader konusunda Tefsir Usulümüzde (16) Kader ve (17) Vahiy yasasında yaptığımız açıklamaların devamı olarak burada şunları ifade edelim.

Bu bölümdeki 19 ve 21. âyetlerde geçen ifadeler her şeyin hazinesinin Allah’ın katında olduğuna ve her şeyin bir ölçüyle/kaderle yaratıldığına işaret ediyor.

Bu konuda önce hazine kelimesi üzerinde duralım.

Hazine= Bilgi = Kader/Ölçü

Hazine kelimesinin Allah’a nispet edilerek kullanıldığı her yerde mecazi/sembolik bir dil kullanılıyor. Konuyu böyle anladığımızda “her şeyin hazinesi bizim yanımızda” demek, “yaratılan ne varsa, onun nerede, nasıl ve ne zaman yaratılacağına ait bilgi bizim yanımızda” demektir.

Basit bir örnekle anlatırsak, varsayalım bin farklı makinayı yapabilecek bir bilim insanı var. Ortada makinalar yokken, diyor ki. “Onların bilgisi benim kafamda var.”

Bu basit misallerden mükemmele bakarsak, Allah’ın hazinesi demek, “Allah (cc) birbirinden farklı ne kadar varlık varsa onları biliyordu” demektir.

Bu cümleyi biraz açalım,

Konuya böyle baktığımızda “Allah’ın hazinesi” dediğimizde en genel anlamda, Allah’ın Alîm ve Hafîz ismini sonra bu esmanın tecelli ettiği ümmü’l-kitabı, levh-i mahfuzu anlıyoruz. Adına kader/ölçü dediğimiz şey burada kayıtlı olan bilgi oluyor. Allah’ın “ol” emriyle bu ilmi vücut harici vücut olma aşamasına geçiyor. Gaz bulutundan kainat, spermden canlılar, çekirdek ve tohumdan bitkiler meydana geliyor.

Üçüncü Nokta: Aşı Yapan Rüzgarların Mesajı: Kur’an İnsan Sözü Olamaz

Kur’an (burada 22. âyette) rüzgarların aşılayıcı yönüne dikkat çekmektedir. Günümüz bilim insanlarına göre, rüzgarların aşılama görevi iki şekilde gerçekleşir.

Bu âyetlerin indiği asırda yaşayan insanlar, bu iki konuda da yüzeysel bilgilere sahipti. Rüzgar ile bulut ve yağmur arasındaki bağlantıyı biliyorlardı, ancak,

Bu bilgilerin bilinmediği bir asırda, Kur’an’da bu ve benzeri âyetlerin yer alması Kur’an’ın insan sözü olamayacağına şahit oluyor.

Dördüncü Nokta: Suyun Depolanması

22. âyetin son cümlesi insan hayatının devamı için en büyük nimetlerden biri olan suya ve onun depolanmasına dikkat çekiyor.

Bu depolama şu şekilde oluyor.

Günümüz bilim insanları bu devasa su döngüsünü taklit edecek teknolojiye sahip olsalar bile, bu sistemin tüm detaylarını ve mükemmelliğini aynıyla yapmakta aciz kalıyorlar. Bütün insanların aciz kaldığı bu işlerin sürekli gerçekleşmesi, bahsettiğimiz depolarda toplanan suların insanlara, hayvanlara ve bitkilere ikram edilmesi, her şeye gücü yeten, Rahmân, Rahîm, Kerîm ve Rezzâk olan Allah’ın varlığına ve birliğine şahit oluyor.

23-25. Âyet: Mahşerde Toplayacak

16-22 âyetlerin tefsirine başlarken “Olanlar, Olacaklara Şahit Oluyor” demiştik.

Buraya kadar olanları/yaratılanları anlattık. Buradan sonrasında özellikle 25. âyette Allah’ın vaadi; yani olacak/yaratılacak olanlar geliyor ve buradaki âyetlerin toplamı üzerinden şu mesaj önü çıkıyor: “Bu kainatı ve insanları yoktan yaratan, dünyayı insanlara bir misafirhane yapan onlara doğma, büyüme, yaşlanma ve ölme gibi süreçleri yaşatan Allah bir gün gelecek onları mahşerde toplayacaktır.”

“Biz Varis Oluruz”

23. âyetin sonunda bu ifade geçiyor. Bu ifade Kur’an okuyan ve okurken Kur’an kültürüne sahip olmak isteyen okuyucular için çok önemli bir ifadedir. Biz bu ifade hakkında A’râf sûresinin 43. âyetinde “Kendi Mirasına Varis Olmak” Meryem sûresinin 40. âyetinde “Allah’ın Varis Olması Ne Demek?” başlıkları altında gerekli açıklamaları yaptık oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

Hakîm ve Alîm Esmasının Mesajı

Bu bölümdeki âyetlerin sonunda Allah’ın Hakîm ve Alîm isimleri geliyor.

Burada “Hakîm ismi neden geldi?” sorusu üzerinde tefekkür ettiğimizde şunu anlıyoruz. Bu isim mahşerde dirilişi, toplanmayı anlatan âyetin arkasından geliyor. Bu ismin mahkeme, hâkim, hüküm kelimeleri ile de aynı kökten geldiğini, zulüm (haksızlık) kelimesinin de zıddı olduğunu dikkate aldığınızda imtihan dünyasını anlamlı yapan, arkasından mahkeme-i kübranın gelmesi, orada herkes için hikmetle hükmedilmesi oluyor. Bu olmadığında iyi ve kötünün eşitleneceği bu durum iyilere zulüm oluyor.

İşte burada gelen Hakîm ismi Allah’ın böyle bir haksızlığı (zulmü) asla yapmayacağını, herkes hakkında hikmetle hükmedeceğini ilan ediyor.

Alîm ismi için de aynı soruyu sorup, cevap üzerinde tefekkür ettiğimizde Allah’ın hikmetle hükmetmesinin arkasında bu ismi görüyoruz. Mesaj şu oluyor, Alîm olmayan hikmetle hükmedemez.

26-50 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Ön Bilgi: Genel Değerlendirme

Kur’an’da insanın yaratılış hikayesi Âdem ve İblis kıssası ile başlıyor. Bu kıssa Kur’an’da uzun-kısa yedi yerde geçiyor.

Daha önce bu kıssayı Sâd (69-85), A’râf (11-25) ve Tâhâ (115-123) sûrelerinde görmüştük. Burada oradaki değerlendirmelerin devamı olarak kısa açıklamalar yapacağız.

Fakat öncesinde aşağıdaki soru üzerinden bir konuya dikkat çekelim.

“Muhammed Kur’an’ı Uydursa, Yaratılış, Âdem-İblis Kıssası Nasıl Olurdu?”

Önceki kıssaların bazılarında da bu kıyaslamayı yapmıştık. Malum, Peygamberimizin Allah’ın elçisi olmadığını söyleyenlerin en çok öne çıkardıkları iddialardan biri de “Muhammed Kur’an’ı kendi Yazdı. Yazarken de Tevrat ve İncil’in metinlerden yararlandı.”

Eğer bu iddia doğru olsa ne olurdu? Bugün okuduğumuz Kur’an’da şu şekilde ifadeler görecektik.

Tevrat metinlerinden daha fazla alıntı yapabiliriz ama bu kadarının yeterli olduğunu düşünüyoruz.

Şimdi bir başka noktaya daha dikkat çekmek istiyoruz. Aşağıdaki âyetlerde geçen bazı konular Kitab-ı Mukaddeste geçmiyor. Yani “Muhammed Kur’an’daki bilgileri Tevrat’tan ve İncil’den almış olmasaydı, Kur’an’da şu bilgiler olmayacaktı.”

Evet, bizim Kur’an’da gördüğümüz bu ifadeler (Kur’an’da geçen şekliyle) Tevrat’ta ve İncil’de geçmez.

Bu durumda “Muhammed Kur’an’ı yazarken Tevrat’tan ve İncil’den faydalandı” diyenlerin şu soruları cevap vermesi lazım.

Bu tespitlerin ardından şunu ifade edelim, “Kur’an’ı, Muhammed Uydurdu veya onu Tevrat’tan ve İncil’den aldığı âyetlerle yazdı.” diyenler bu ifadeleri bir slogan olarak kullanıyor, detaylarına inmiyor, burada sorduğumuz soruların cevapları üzerinde hiç düşünmüyorlar.

Bu önemli konuya dikkat çektikten sonra âyetlerin tefsirine geçebiliriz.

26-50. Âyet: Flashback, Flashforward: Geçmiş, Gelecek

Bu başlık altında konuya farklı bir açıdan bakacağız.

 Filmler, genellikle 1,5 saate yakın olur. Bu sûre içinde bir insan ömrünü baştan sona vermek zor olduğu için, film oyuncuların doğumundan başlamaz. Filmin konusuna göre doğumdan sonraki gençlik, olgunluk ve ihtiyarlık gibi etapların birinden başlar.

Filmdeki kahramanların geçmişi bilinmeden filmde anlatılan konu seyircilerin zihninde tam oturmaz. Akla gelen soruların cevaplanması gerekir. Bu yüzden filmlerde sıklıkla geçmişe gidilir. Bu geçmişe gitmeye sinema dilinde flashback denir. Az da olsa geleceğe gidilir buna da flasforward denilir.

Kur’an’a da bir film gibi bakarsak her insanın Kur’an’a muhatap olması akıl baliğ yani genç ve yetişkin olduktan sonra olur.

Bu zaman dilimi genelde şu soruların sorulduğu ve cevaplarının arandığı zaman dilimidir: Nereden geldim, Niçin buradayım, nereye gideceğim?

İşte Kur’an geçmiş/flashback üzerinden nereden geldim, gelecek/flashforward üzerinden nereye gideceğim sorularına cevap verir.

Daha önce Tefsir Usulümüzde (26) Sonuç Eğitimi Yasasında bu konu üzerinde geniş olarak durmuştuk.

Burada, bu âyetlerde de aynı yöntemi görüyoruz. 26-42 arası âyetlerde hayalen geçmişe gidiyoruz yaratılışla ilgili merakımız gideriliyor.

43-50 arası hayalen geleceğe gidiyor cennet-cehennem hakkında kısaca bilgilendiriliyoruz.

Önümüze farklı bir bakış açısı koyan bu değerlendirmelerden sonra “Bu âyetler bugün bana ne diyor?” sorusunu soralım ve aldığımız cevapları paylaşalım.

26. Âyet: Kur’an bir hidayet kitabı olduğu için insanın yaratılışına bir hidayet rehberi olarak bakıyor ve onun tevhid delili olan boyutuna dikkatlerimizi çekiyor. Kur’an genelinde bu tür âyetlerin tamamında şu sorularımızın cevabını bulmaya yardımcı oluyor; “Beni kim yarattı, beni bu dünyaya kim gönderdi? Benden ne istiyor? İçinde bulunduğum imtihan dünyasının dekoru nasıl? Benim en büyük düşmanım kimdir? Benim en büyük zaaflarım nelerdir?”

Kur’an’ın bu tür âyetlerde önceliği bu noktalar olduğu için, işin bilimsel tarafını verdiği ipuçlarıyla zaman içinde gelişen kozmoloji, jeoloji, biyoloji, antropoloji, palenteoloji ve genetik bilimleri üzerinden öğrenmeyi bize bırakıyor.

27. Âyet: Kur’an bu âyette cinler konusunda çok kısa bir bilgi veriyor. Onun da insan gibi yaratılan bir varlık olduğuna dikkat çekiyor. Bu noktaya dikkat çekmesindeki en önemli amaçlardan biri şu: “Onların da imtihan olduğu, onların da insanlar gibi doğduğu, büyüdüğü, yaşlandığı, öldüğü ve sınırları olduğu bilgisini vermek.”

Biz bu konuya hem Tesfir Usulümüzde (30) Cin Yasasında hem A’râf sûresinin girişinde hem de Cin sûresinin girişinde geniş olarak değindik. Özellikle A’râf sûresinin girişinde “Cin: Kullukta İnsanın İkizi” başlığı altında önemli açıklamalar yaptık. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

Ara Not: Farklı Bir Yorumdan Önce Önemli Bir Hatırlatma

Günümüzde bazı kişiler cinlerin ve şeytanın olmadığı söyleyip onlarla ilgili âyetleri, gerçekte karşılığı olmayan âyetler gibi yorumluyorlar.

Biz Kur’an’ın açık âyetlerinden1035 yola çıkarak, cin ve şeytan olarak isimlendirilen müstakil varlıkların olduğunu kabul ediyor ve yorumlarımızı bu kabul göre yapıyoruz.

Burada bu kabulün farklı bir uzantısından bahsedeceğiz.

Kur’an bize Allah’ın meleklerle diyalogunu, Âdem’e isimlerin öğretilmesini, İblisin/şeytanın Âdem’e secde etmemesini, Âdem’in yasak ağaca yaklaşmasını ve cennetten çıkarılmasını… o olayları anlatmak için anlatmaz. O olaylar üzerinden insana verilen değeri, imtihan dünyasının dekorunu, bu dekorda insanın iç donanımını, bu donanımda insanın nefsini, nefsin hayra ve şerre olan meylini, insanın en temel zaaflarını ve insanın tercihlerinin sonuçlarını anlatır.

Biz burada âyetleri bu bakış açısı üzerinden değerlendireceğiz.

28. Âyet: Bu diyalogda bize duyurulan şu: “Ben imtihan dünyasının dekoruna uygun bir varlık yaratacağım.”

29. Âyet: Bu âyetten şunu anlıyoruz: Allah’ın ruh üflemesi,1036 kendi zatında bulunan sınırsız özellikleri sınırlı bir şekilde insanda tecelli ettirme şeklinde oluyor. Bu tecelli ile birlikte insan yeryüzü halifesi unvanı almaya hazır hale geliyor.

Bu âyette anlatılan secde Âdem’in şahsında Âdem nesline verilen değeri gösteriyor. Bu secde üzerinden yaratılan her şeyin doğrudan veya dolaylı olarak insanın hizmetinde olduğu mesajı veriliyor.1037

30. Âyet: Atomdan güneşe kadar bize hizmet eden her şeyi arabaya benzetirsek, melekler onların sürücüsü gibi oluyor. Arabaların insana hizmet edeceğine sürücülerin secdesi üzerinden işaret ediliyor.

31. Âyet: Bu âyeti dışımızdaki şeytanın içimizdeki yerli işbirlikçileri ile yani nefsin hevaya; süfli/kötü arzu ve istekleri açık tarafıyla birlikte okuyoruz. Bu âyet üzerinden bize şu deniyor: İmtihan dünyasında bir şey hariç, her şey insana hizmet ediyor. O şey dışınızda şeytan, içinizde onun alıcısı olan heva-i nefis. Heva-i nefis secde etmekten kaçındığı gibi sürekli sizin secde/itaat etmenize de mani olmaya çalışacak.

Bu âyet bu mesajıyla aslında bize şunu diyor: Allah’ın size dışarıdan şeytan anlatması, dışarıdan size ayna tutarak içindeki şeytani özellikleri tanıtmak içindir. Hiçbiriniz gerçek anlamda şeytan olmazsınız ama ona benzer, onun gibi secde etmez, onun gibi isyan edersiniz.

Bundan sonraki âyetler “ona benzersek ne olacağını” yine bize şeytan üzerinden anlatmaya devam ediyor.

32. 33. Âyet: Ona benzerseniz, dünyada onun iz düşümü olursunuz. Ateşten yaratılmasını gerekçe gösteren şeytan gibi, doğuştan gelen özelliklerinizi üstünlük sebebi yapar, ırkçılık ve kibir hastalığına yakalanabilirsiniz. Şunu iyi bilin! İslam’ın evrensel ölçülerine göre hiçbir insan doğduğu yer, ülke, şehir, milliyet, kavim, kabile, anne-baba, renk ve ırk yönüyle Allah katında bir değer kazanamaz. Allah katında üstünlük O’nun “yapın” dediği, değer verdiği şeyleri yapmakla olur. O’nun da kısa adı takvadır.

34. Âyet: Şeytana benzerseniz, insanlığın saf temiz dünyasından çıkarsınız. Oradan çıkarsanız, cennete girme liyakatini kaybedersiniz.

35. Âyet: Şeytanı şeytan yapan sıfatlarıydı. Şeytan o sıfatlara sahip olduğu için kovuldu. Bu şu demektir: O sıfatları üzerinde taşımak, taşıyan insanın Allah’ın rahmetinden uzaklaşmasına sebep olacaktır. O sıfatlar insanı esir aldığında, o insanın esareti ölene kadar peşini bırakmayacak.

36-38. Âyet: Şeytan Allah’tan kendisine süre verilmesini sözlü olarak istedi, dünyada şeytana benzeyen, şeytanın emellerine alet olan her insan tevbe yapmayarak, yanlışından dönmeyerek fiili olarak süre istemiş oluyor. Allah da dünya imtihan dünyası olduğu için her insana süre veriyor.

39. Âyet: İnsan için şeytana benzemede iki level/seviye var. Birincisi şeytana benzemek, ikincisi bu âyette işaret edildiği gibi şeytanın amacına hizmet etmek. Hem sapmak hem saptırmak hem kötü olmak hem de kötüleri ve kötülük yapanların sayısını çoğaltmak. Kötülükte örnek olmak…

40. Âyet: Bazı kötüler vardır ki, neden kötü olduklarını, ne yapsalardı kötü olmayacaklarını bilirler ama kötülüğün mahkumu oldukları için de bir türlü ondan kurtulamazlar. Böyle kötülerin başında şeytan geliyor. Öyle olduğu için de kötü olmamak için ne yapılması gerektiğini bu âyet üzerinden insanlara duyuruyor: “İhlaslı olun.”

İhlası bu çalışmada farklı yerlerde anlattık1038, o anlattıklarımızın özeti şuydu: “İhlas, tevhid inancının hayata yansıması, bu yansıma sonucunda kişinin her yaptığını tek niyetle yapması, Allah’ın razı olduğu her şeyi kendine hedef yaparken, razı olmadığı her şeyden de uzak durmasıydı.”

41. Âyet: Bu âyette Allah (cc), kötünün söylediği doğru sözü tasdikliyor.

42. Âyet: 42. âyeti basit bir örnek üzerinden anlatalım. Siz adı ihlas olan eve sığınmışınız evin sahibi diyor ki, düşmanların olduğu taraftaki kapıları açmadığın sürece onlar sana zarar veremez. Ama açarsan onların emri altına girer, onların amacına hizmet edebilirsin.

Ayetin mesajı gayet net: İhlas evinde kalanların ve orada yaşayanların üzerinde şeytanın bir yaptırım gücü olmayacak.

43. Âyet: Buradan sonrasında âyetler cehennem ve cennet üzerinden sonuç eğitimi veriyorlar. İhlas evinden çıkanları ve tevhid dini üzerinden yapılan davete icabet etmeyenleri gelecekte bekleyen sona işaret ediliyor.

44. Âyet: Türkçede 7’den 70’e ifadesinde olduğu gibi Arapçada da 7, 70 gibi ifadeler çokluğu anlatmak için kullanılıyor. Bu kullanımı dikkate aldığımızda âyette geçen 7’yi çok sayıda kapı olarak değerlendirebiliriz. Ayrıca nasıl günümüzde cezaevlerinde mahkumlar suç ve cezalarına göre ayrı ayrı koğuşlarda kalıyorlarsa, cehennemin de öyle olduğunu düşünebilir, kapıların çokluğunu koğuşların çokluğu olarak değerlendirebiliriz.

45-48. Âyet: Bu âyetlerde sonuç eğitimin cennet boyutuna geçiliyor. Dünyada tek niyeti; ihlası bozacak her şeyden sakınanları bekleyen ebedi mutlu sona işaret ediliyor.

47. âyette “Biz gönüllerinde kin ve nefretten eser bırakmayacağız.” İfadesi geçiyor. Bu ifade için dipnotta verdiğimiz başlıklara bakılabilir.1039

49. Âyet: Bu âyette geçen Gafûr ve Rahîm esması şeytanın etkisinde kalan, ona benzeyen, günahlara giren, bu kadar günahtan sonra “Allah beni affetmez” zannıyla ümitsizlik yaşayanlara “Allah’tan ümit kesmeyin, siz bağışlama dileyerek Rabbinizin kapısına geldiğinizde o sizi merhametiyle kucaklayacak.” mesajı veriyor.

50. Âyet: Bu âyet 49. âyetin mesajına vurgu yapıyor. Allah’ın merhameti bu kadar geniş olduğu halde, bağışlanma için gelmeyenlere, günahta ısrar edenlere yolun sonunu hatırlatıyor ve bir kere daha “Gelin yol yakınken, sonu azap olan bu yoldan dönün.” diyor.

51-77 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Ön Bilgi: Genel Değerlendirme

Hz. İbrahim ve onunla çağdaş olan ve aynı zaman yeğeni olan Lût Peygamber kıssası bazı sûrelerde arka arkaya geliyor. Bu iki kıssayı daha önce şu sûrelerde ele almıştık.

Hz. İbrahim ile ilgili olan kıssalar Â’lâ (18-19), Necm (36-37), Beled (1-3), Meryem (41-50) Şu’arâ (69-92) ve Hûd (69-77) sûrelerinde parantez içinde verdiğimiz âyetlerde geçti.

Hz. Lût ile ilgili olan kıssalar Kamer (33-40), A’râf (80-84), Şu’arâ (160-175), Neml (54-59) ve Hûd (76-83) sûrelerinde parantez içinde verdiğimiz âyetlerde görmüştük.

Burada onların devamı olarak kısa açıklamalar yapacağız. Bu açıklamaları yaparken de hayalen onların yaşadığı asra gidecek, orada yaşananlar üzerinden âyetler “bugün bize ne diyor?” sorusunun cevaplarına yoğunlaşacağız.

51. Âyet: Hz. İbrahim'in evindeyiz. Yaşlı ve bilge bir peygamber olarak, hayatının sonbaharında, eşi Sara ile birlikte yaşıyor. Çocuk sahibi olma umutlarını çoktan geride bırakmışlar. Tam da böyle bir zamanda, beklenmedik misafirler çıkagelir kapılarına.

52-53. Âyet: Hz. İbrahim, misafirperverliğiyle onları içeri alır, ancak peygamberlik feraseti ve hayat tecrübesi, bu ziyaretçilerin sıradan olmadığını ona fısıldar. Endişelerini dile getirdiğinde, melekler onu sakinleştirir ve müjdeyi verir: Bir oğlu olacaktır!

54-56. Âyet: Hz. İbrahim, şaşkınlık ve sevinç karışımı duygularla, adeta kulaklarına inanamaz. Melekler müjdeyi tekrar ederler.

Hz. İbrahim de Allah’a güvenen bir mümin olarak O’nun rahmetinden ümit kesmeyeceğini, bu işi ancak doğru yoldan sapanların yapacağını ifade eder.

57-60. Âyet: Hz. İbrahim, meleklerin sadece müjde için gelmediklerini anlar ve sorar. Melekler, Lût kavminin helakı için gönderildiklerini açıklar.

Bu kısa değerlendirmelerden sonra şu soruyla devam edelim.

Asırlar Önce Olmuş, Bitmiş Bu Olay Bugün Bize Ne Diyor?

Önce şunu ifade edelim. Bu olay bir mucize;

Yani bu olaylar, biz insanların aynıyla tekrarını gerçekleştirmesi imkansız olan hadiseler. Bu imkansız hadiseleri Kur’an’dan okuyunca akla başlıktaki soru geliyor.

Bu sorunun farklı cevapları olabilir. Onlardan biri şu: Sınırsız gücün ve kudretin sahibi olan Allah (cc) bizim sınırlı dünyamızda gücünün sınırlarını örnekler üzerinden gösteriyor. Bu örnekler bize şunu diyor: Bunlar birer mucize sizin için aynen gerçekleşmesi imkansız olsa bile, yakın örnekleri her zaman mümkün.

Nasıl? Mesela,

Hz. İbrahim ve eşi Sara’nın çocuk sahibi olamamasına “sorun” dersek, burada melek “çözüm” oluyor. Bu çözüm bize şunu diyor: Sorun varsa çözüm vardır. Çözüm noktasında ümidinizi kaybetmeyin. Bugün olmazsa yarın… Bu tür sorunları aynen böyle çözmeniz imkansız olabilir ama imkanlarınızı genişleterek bu tür sorunlara benzer çözümler geliştirebilirsiniz. Nitekim günümüzde tüp bebek yöntemiyle çocuk sahibi olan eşlere şahit oluyoruz.

Helak mucizesine musibet dersek, burada helak bize erken uyarı oluyor. Uyarı şu: Allah (cc) bu dünyada hiçbir kötülüğü yapanın yanına bırakmıyor. Dilerse helak ve benzeri bela ve musibetlerle dünyada tadımlık cezalar veriyor, dilerse cezanın tamamını ahirete bırakıyor. Cezalar yarına kalıyor ama yapanın yanına kalmıyor.

Şimdi Hz. Lût (as) Kıssası ile Devam Edelim

61-64Âyet: Bir gece vakti elçiler Hz. Lût’un evine geliyorlar. Hz. Lût da ilk anda Hz. İbrahim (as) gibi tanımadığı bilmediği kimseleri karşısında görünce endişeleniyor. Elçiler kendilerini tanıtarak, geliş amaçlarını söyleyerek Hz. Lût’un endişelerini gideriyor ve kavminin gelmez zannettikleri musibeti getirdiklerini söylüyorlar.

65, 66. Âyet: Bu habere inanmak Hz. Lût için zor olmuyor. Çünkü, Cebrail’in getirdiği vahiyden yola çıkarak vaad edilen azabın zamanın geldiğini öğrenmiş oluyor. Ama bir insan olarak haberin gereğini yapmakta zorlanıyor. Çünkü geride bırakacağı insanlar, gece-gündüz hidayetleri için dua ettiği, gayret ettiği insanlar; o insanlar içinde eşi de var. Ama elinden geleni yaptığını düşünerek Allah’ın emrine itaat ediyor.

67- 72. Âyet: Tam hazırlanıp yola çıkacakken, anlıyor ki, şehir eşkıyaları Lût’un evine yakışıklı delikanlı sûretinde gelen elçilerden haberdar olmuş, onlara tecavüz gibi kötünün kötüsü bir niyetle evin etrafını sarmışlar. Şehir eşkıyalarının yaptığı bu çirkin davranış az sonra yaşayacakları ibretlik sonu hak ettiklerinin belgesi olarak tarihe geçiyor. Hz. Lût onlara “bunlar benim misafirlerim” dese de genç kızlarla evlenmek gibi meşru bir yolu gösterse de onlara laf anlatamıyor. Bir çaresini bularak ailesiyle ve çok az sayıda iman eden müminlerle birlikte oradan ayrılıyor.

73-77. Âyet: Şehir eşkıyalarının geçmişte yaptığı ve son olarak yapmaya teşebbüs ettikleri çirkin fiil tarihte eşine az rastlanan bir musibete davetiye çıkardı. İnsanlık tarihinde eşi görülmemiş bir helak gerçekleşti. Yaşadıkları yer onların mezarı oldu. Gökten yağan taşlar onları hem yedi kat yerin altına gömdü hem onların mezar taşları oldu hem de onlardan sonra gelecek bütün insanlara ibret levhası oldu.

Burada bir kere daha soralım.

Asırlar Önce Olmuş, Bitmiş Bu Olay Bugün Bize Ne Diyor?

Bu sorunun cevabını yukarıda kıssanın daha önce geçtiği yerlere işaret ettiğimiz âyetlerin tefsirinde verdik. Burada çok kısa olarak şunu diyelim.

“Her kötülük bir kıvılcıma benzer. Kıvılcım ufaktır ama önü alınmazsa ormanların, evlerin, şehirlerin ve insanların yanması gibi büyük sonuçlara sebep olabilir. Günahlar da yasaklar da kıvılcıma benzer. Baştan tedbir alınmazsa nerede duracağı hangi sonuçlara sebep olacağı belli olmaz.

Eşcinsellik bir günahtır. Bu günahı az sayıda insanın işlemesi bir kıvılcımdır. Bu günah çok sayıda insana sirayet ettiğinde aileleri bitiren, doğumların kökünü kesen, ülke nüfusunun yaşlanmasına, ülkede çalışan nüfusun azalmasına, ülke savunmasının zayıflamasına sebep olan büyük bir yangına dönüşebilir.

Kıvılcım seviyesinde tedbir almazsanız, yarın bu işin önünü alamazsınız.”

78-86 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Ön Bilgi: Genel Değerlendirme

Burada Hz. Şuayb ve Salih kıssalarından çok kısa bilgi veriliyor. Biz burada ilk olarak bu kıssalar hakkında yaptığımız önceki değerlendirmelerin hangi sûre ve âyetlerde olduğuna işaret edelim.

Hz. Şuayb kıssası hakkında A’râf (85-93), Şuarâ (176-191), Hûd (84-95) sûrelerinde yaptığımız değerlendirmelere bakınız

Hz. Salih ve Semud kavmi hakkında Şems (11-15), Kamer (23-32), A’râf (73-79), Şu’arâ (141-159), Neml (45-53) ve Hûd (61-68) sûrelerinde yaptığımız değerlendirmelere bakınız.

Bu hatırlatmalardan sonra âyetler hakkında kısa bilgiler vermeye başlayabiliriz.

78. 79. Âyet: Helak Planı Yaparken Helak Oldular

Kur’an bu âyetlerde çok kısa bir anlatım tercih ediyor. Bu anlatım bize uzun bir filmin sonunu göstererek “baş tarafını siz tahmin edin” diyor. Hem Şuayb (as) kıssasını hem de diğer kavimlerin kıssasını bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçirdiğimizde filmin başı, ortası ve sonu aynı. Yani bir peygamber geldi, onlara Allah'ın muradını çok açık ve net bir şekilde iletti. Onların içinden bir kısmı iman ederken, diğer bir kısmı “ülkemizde inanç, ibadet ve ifade özgürlüğü var.” demedi. Tam aksine peygamberin ve onun getirdiği mesaja iman edenlerin hak yoldan dönmeleri için her türlü yolu kendilerine mubah gördü; onlar iman edenleri helak etmeden önce Allah onları helak etti.

80-84. Âyet: Semud Kavminin Helaki

Yukarıdaki ifadelerin aynısını burası için de kullanıyoruz. Kur’an burada hak edilmiş bir sondan bahsediyor.

Peki Bunlar Bugün Bize Ne Diyor?

Bütün bu ve benzeri sonlar Allah “Zalimlerin hesabını yarına bırakır ama yanına bırakmaz.” diyor.

Geçmişte dünyada musibetlerin dozunun normalden yüksek olması ile gerçekleşen helak yasası günümüzde format değiştirerek devam ediyor. Allah kimi zalimlere bu dünyada tadımlık cezalar verirken, kimileri için de tamamını ahirete bırakıyor. Ama anlıyoruz ki, kimsenin yanına kalmadı kalmayacak.

İşte bu sonuçlar bütün zamanların zalimlerine şu mesajı veriyor: Gelin yol yakınken dönün.

85. 86. Âyet: Varlık Gayenizi Hatırlayın

Bu âyetleri bağlam ile birlikte okursak, âyetler dolaylı olarak diyor ki: Helak olanların en büyük özelliği varlık gayelerini hatırlatan âyetleri görmezden ve duymazdan gelmeleriydi.

Burada 85. âyetin ilk cümlesi insana dolaylı olarak diyor ki: “Ey insan! Bu alemde senden daha değerli varlık yok. Senden değer olarak düşük olan her varlığa Allah (cc) bir varlık gayesi verirken, sana vermemesi mümkün mü?

Etrafına bak iradesiz her varlık (tohum, çekirdek, sperm gibi) alt sınırdan geldiği bu alemde, üst sınıra giderek kendini gerçekleştiriyor. Ekosistemde görevi neyse onu yerine getiriyor. Haydi sen de sana varlık gayeni hatırlatan vahye ve peygambere kulak ver…

Vermezsen ne olur önce küçük kıyametle sana verilen süre biter, sonra büyük kıyametle herkese verilen süre biter. Olmasını imkansız gördüğün her şey oluverir ve kendini mahşer meydanında hesap vermek için hazır bulursun. Kıyamet ve ahiret vaadini gerçekleştirmek Allah için hiç de zor değildir. Çünkü O Hallak’tır; şimdiye kadar yarattığı her şey, şimdiden sonra yaratmayı vaad ettiği her şeyin şahididir. O Alîm’dir; yaratmanın her türlüsünü bilir.”

“Onlara Güzel Muamele Et”

85. âyetin sonunda geçen bu cümle üzerinde ayrıca durmak istiyoruz. Bu cümleyi normal bir zamanda söylemek çok kolay. Ama zaman anormalse, zaman boykot zamanı ve müşrikler size ölme ve dinden dönme gibi iki seçenek sunmuşlarsa, sizi inandığınız değerlerden vazgeçirmek için her yolu hak ve mubah görüyorlarsa, onlar için etrafınızdaki müminlere bu cümleyi söylemek zor.

İşte Kur’an burada Peygamber Efendimiz üzerinden ilk Müslümanlara strateji dersi başlığı altında duygularını ve iradelerini kontrol eğitimi veriyor.

Müşriklerin istediği, Müslümanları tahrik etmek, “ilk önce onlar bize saldırdı” demek, sonra da bu saldırının ardından yapacakları her türlü zulmü meşru göstermek. Bu bağlamda bu ifade “tuzağa düşmeyin” mesajı veriyor.

Bu ifade ikinci olarak şu mesajı veriyor: “Mekke halkı tek blok değil. Onların içinde bu zulmü onaylamayan çok sayıda insan var; zayıf oldukları için yapılanlara sessiz kalanlar, müşriklerin sizi kötü gösteren propagandaları ile kandırılan insanlar var. Yarın size dost olacak insanları bugün düşman safına katmamak için onlara güzel muamele edin.”

Tabii bu âyetler “zayıfken güzel muamele edin, güçlüyken de ezin” demiyor. Kur’an güçlüyken ne yapılması gerektiğini de söylüyor. Müslümanlar, Mekke’yi fethettiklerinde düşmanlarına her şeyi yapabilecekleri bir gücü ele geçirdiklerinde bağışlama yolunu tercih ediyorlar.

87-99 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

87. 88. Âyet: Size 1000 verdim 1’e Tenezzül Etmeyin

Burada Kur’an’da başka hiçbir sûrede geçmeyen bir (87.) âyet var. Bu âyeti doğru anlamamız için ardından gelen 88 ile birlikte okumamız gerekiyor.

87. bize diyor ki: Size dünyayı ve ahireti kazandıracak öyle büyük bir manevi servet verildi ki, (88’de anlatılan) kafirlerin gösterişli hayatları sizi imrendirmesin, sizi onlara benzetmesin. Elde böyle manevi bir servet varken, onlara imrenmek, kendisine 1000 lira vereni bırakıp, 1 lira vereni tercih eden kişinin çocukça davranışına benzer.”

Bu kısa açıklamadan sonra 87. âyette bize verilen manevi servete aşağıdaki başlık altında bakalım.

Çekirdek ve Ağaç

Bu âyet, farklı anlamalara açık bir âyet. Burada en fazla tercih edilen görüş üzerinde değerlendirme yapacağız sonrasında farklı anlamlardan birine dikkat çekeceğiz.

Bu âyette tekrar tekrar okunan yedi âyetten kastedilen Fatiha sûresi. Bu durumda Allah (cc), Peygamber Efendimizin şahsında tüm insanlığa Fatiha’yı ve Kur’an’ı manevi bir hediye ve rehber olarak vermiş oluyor.

Fatiha ile Kur’an arasında güzel bir ilişki var.

Hayatın olağan akışında görüyoruz, Kur’an’ın tamamını her Müslümanın her gün, her hafta anlayarak okuması mümkün olmayacağı için, Allah (cc) o bütünü Fatiha’da özetlemiş. O bütünün mesajını Fatiha üzerinden vermiş.

Böylece bütünü sık sık okuyamayanlar, bütünün manevi tadından uzaklaşmıyor, o tadın özetini günde 40 defa beş vakit namazda okuduğu Fatihalarla tatmış oluyor.

Bu açıklamalardan sonra âyeti şöyle de ifade edebiliriz. “Ey Resul! Biz senin şahsında ümmetine ilahi vahyin özeti olan Fatiha’yı ve vahyin tamamına zarf olan Kur’an-ı Kerim’i verdik.”

Bu âyetten ilk anlaşılan mana ile ilgili açıklamalardan sonra farklı bir anlama değinelim.

“Biz Sana İki Kitap Verdik; Kainat ve Kur’an”

Yapacağımız yorumun öncesinde şunu ifade edelim, bu âyette “sana verdik” ifadesi verileni peygamberimize has kılmıyor. Bütün insanlığa verilen nimetleri almada, duyurmada ve tanıtmada aracı olduğu için böyle deniliyor.

Şu soruyla başlayalım.

“Seb’an Mine-lmeśânî” Kainat Kitabı Olabilir mi?

“Tekrar edilen yedi” anlamına gelen “seb’an mine-lmeśânî” ifadesinde iki şey öne çıkıyor. Yedi ve tekrar.

Kur’an’dan yola çıkarak sorsak, “Kur’an’da kainat âyetleri anlatılırken onun hakkında en fazla kullanılan ifadelerden biri nedir?

Verilen cevaplardan biri “7”dir. Göğün “7” kat olması çok tekrar edilirken bir yerde yerin de “7” kat olduğuna işaret edilir. Bunların yanında, “7” deniz, helak âyetlerinde“7” gece, Yûsuf kıssasında bollukta, kuraklıkta, buğday başağında ve semiz ve zayıf ineklerde “7”nin öne çıkması,1040

Bunların yanında yedinin hem Arap dilinde hem de Türkçemizde çokluğu anlatmak için kullanıldığını görüyoruz. Bunun yanında ufak bir araştırma yaptığımızda dünya dillerinde, kültür ve medeniyetlerinde de yedinin çokluk anlamında kullanıldığına dair çok sayıda örnek görmek mümkün. Bu konuda dipnottaki örneklere bakılabilir.1041

Bu kadar örnekten sonra 87. âyette geçen yedi rakamının kainatın sembolü olduğunu, ona işaret ettiğini söyleyebiliriz.

Bu açıklamanın ardından “tekrar tekrar okunan” ifadesinin de kainata baktığını söylemek mümkün.

İlk insandan bugüne adına ilim, bilim, meslek dediğimizi her alandaki bilginin kaynağı atomdan güneşe kadar yaratılan âyetler; yani kainat kitabıdır.

Gibi ilimler de olmayacak, onlar olmayınca onlara dair okuduğumuz kitapların hiçbiri de olmayacaktı, onları okumayı anlamayı ve uygulamayı öğreten mesleklerin de hiçbiri olmayacaktı.

Bu durumda kainat kitabı için yedi, yetmiş, yedi bin değil her asırda milyonlarca kez okunan, tekrar tekrar okunması hiç bitmeyen, okundukça bilim insanlarına yeni şeyler öğreten bir kitap diyebiliriz.

Her iki kitabın kaynağı da Allah’tır. Allah’ın (cc) muradı her iki kitabın birlikte okunmasıdır.

Birlikte okunursa kainat kitabı Allah’ın varlığına şahitlik yaparken, Kur’an Allah’ı tanıtan, O’nun isteklerini insanlara aktaran, o isteklerin yerine getirilmesinde peygamberle birlikte rehberlik yapan bir kitap olur.

Bu kitaplar birbirinden bağımsız ve habersiz okunamaz. Dünya ahiret mutluluğu bu iki kitabın birlikte okunmasına bağlıdır.

İşte bu nedenle, 87. âyette kastedilen manalardan biri de Allah’ın insanlara Kur’an ile birlikte okunsun diye verdiği yaratılan âyetler; kainat kitabıdır.

Özetlersek, bu açıklamaları dikkate aldığımızda 87. âyeti şöyle de okuyabiliriz. “(Ey Resûlüm!) Biz sana tekrar tekrar okunan (kainat kitabının sembolü olan) yedi âyeti ve (bu âyetlerin tefsiri olan) yüce Kur’an’ı verdik.”

Onların Hayat Tarzı Sizi İmrendirmesin

88. âyeti 87. âyetle birlikte okuduğumuzda mesaj şu:

Özetlersek, Kur’an 88. âyet üzerinden dolaylı olarak şöyle diyor: “İmrenilecek hayat onların ki değil sizinkidir.”

89-95. Müşriklerin Böl Parçala Yut Stratejisi

Müşrikler Peygamber Efendimizle temsil edilen davayı durdurmak, bölmek, parçalamak için risaletin ilk yıllarından itibaren farklı stratejiler izlediler.

Bunlardan biri de Kur’an’ın bütününü reddetmek yerine, inanç ve yaşam tarzı konusunda kendilerini rahatsız etmeyen bölümleri kabul edip, diğerlerini reddetmekti; bu bağlamda

Evet bu ve benzeri konulara olumlu baktılar. Bunlar müşrikleri rahatsız etmeyen noktalara örnek gösterilebilir, ama bunların yanında,

Evet bu ve benzeri konular müşrikleri ciddi anlamda rahatsız eden konulardı.

Müşrikler kafalarında Kur’an âyetlerini parçalara ayırmışlar, işlerine gelen parçalara sıcak bakarken, işlerine gelmeyen parçaları yok sayıyorlardı.

İşte burada âyetler bu yaklaşımı reddediyor, bu bağlamda 90. âyet geçmişte Kur’an’a parçacı yaklaşımla bakanlara işaret ediyor. Takip eden âyetlerde, Kur’an’ı parçalara ayırmak isteyenlere bunun hesabının sorulacağı (92) ifade ediliyor.

Ardından 89. âyetin devamı olarak “Sen uyarıcılık görevini yapmaya devam et. Emredilenleri açıkça ortaya koy ve müşriklerin alay, iftira ve hakaretlerine aldırma.” deniliyor.

Aşağıdaki başlıkla bu âyetleri günümüze getirelim,

Günümüzde Kur’an “İçeriden” Nasıl Parçalanıyor?

7. Asırda Mekke’de müşriklerin Kur’an’ı parçalama girişimleri “dışarıdan” yapılan bir eylemdi; geçmişte ve günümüzde dışarıdan yapılan eylemlerin neredeyse tamamı, amacının tersine hizmet etmiş ve Müslümanları tepki vermede birleştirmiştir.

Ama içeriden yapılan parçalama girişimleri, günümüzde İslam alemi denilen bütünü insanlığa örnek olmaktan, onlara rehber olmaktan, İslam’ın hayata getirdiği güzellikleri göstermekten ciddi anlamda uzaklaştırmıştır.

Bu parçalama üzerinde çok konuşulabilir. Bu konuda adı Müslüman olan, yaşadığı toplumda Müslümanların halini görüp üzülen hemen herkesin diyecek bir şeyi vardır.

Biz bu noktada parçalama işine çok sayıda Müslümanın -bilerek bilmeyerek- karıştığı bir noktaya dikkat çekeceğiz. O noktanın adı da adalet.

Bir Müslüman “Ben Kur’an’ı baştan sona Allah’ın kelamı olarak kabul ediyorum.” dediğinde, “Ondaki tevhid, ahiret, nübüvvet, ibadet, hukuk ve ahlak ölçülerini kabul ediyorum.” demiş olur.

Peki bütün bunların toplamının hayata yansıması nedir? Yani “Bunun çıktısı nedir?” dediğimizde bunun çıktısı (doğruluğu, dürüstlüğü, hakkı, hukuku, liyakatı içine alan) ADALET’dir.

Bu tespite nefsimizi de muhatap yaparak diyoruz ki: Hayatın hangi alanında olursa olsun haksızlık yapan, adil davranmayan bir Müslüman Kur’an’ı oluşturan parçalara iman ettiğini söylerken, kavli olarak değil ama fiili olarak Kur’an’ın adalet isimli parçasını parçalıyor. Bunu bir kere değil, alışkanlık haline getirip sıkça yapıyorsa,

Mesela,

Bilerek veya bilmeyerek Kur’an’ı paramparça ediyor demektir…

ÜZÜLEREK ÖZETLERSEK: Bu sûrenin 15. âyetinde ifade edilen Kur’an’ın Allah tarafından korunması her türlü korumayı içine almıyor. O koruma harf, kelime, cümle, âyet ve kitap olarak devam ederken, okuma, anlama, yaşama ve tanıtma noktasında işi Müslümanlara bırakıyor.

96-99. Durmak Yok, Yola Devam

Bu âyetlerin öncesi bize Peygamberimizin ve Müslümanların Mekke’de yaşadıkları ortam hakkında bilgi verdi.

Anladık ki, Müslümanların inandıkları davadan dönmesi, müşriklerle uzlaşması noktasında dış baskı çok fazla. İşte böyle bir ortamda bu âyetler geliyor ve ne olursa olsun durmak yok yola devam mesajı veriyor.

Özeli ve geneli birleştirirsek, 99. âyet bütün zamanlara şunu diyor: Ölümün ne zaman geleceği belli değil, 5 yaşında, 25 yaşında, 75 yaşında gelebileceği gibi, her “an” da gelebilir. O yüzden siz bu dünyada her “ân”ı son “ân”ınız gibi bilin. Allah’ın razı olduğu duruşu sergilediğiniz her “an”, Allah’ın razı olmadığı işlerden uzak durduğunuz her “an” genel anlamıyla sizin ibadette olduğunuz andır.

***

Mekke’de Vahyin Rehberliğinde 9. Yıl

55/6. EN’ÂM SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-31 ARASI ÂYETLERİNTEFSİRİ

Ön Bilgi: Aynı İçinde Ayrı

Kâinat kitabı (yaratılan âyetler) ile Kur’an kardeştir. O yüzden birçok özellikte birbirlerine benzerler;

Allah’ın yaratmasında "aynı" içinde sürekli "ayrı" yaratma yasası/sanatı vardır. Bu açıdan bakarsak, kâinat içinde hem tekrar vardır hem de her tekrar (aynı) içinde “ayrı”lar vardır. Yüzeysel bakanlar “her gün aynı şey” der. Derinlemesine bakanlar, “her gün ayrı şey” derler.

Kâinatın kardeşi olan Kur’an da böyledir. Yüzeysel bakanlar onda tekrar (aynı) görür; âyetler üzerinde tefekkür edip derinlemesine bakanlar, o aynıların tamamında ayrıları fark ederler.

Evet, bu tefsir çalışmamızda 9. yılda "aynılar" içindeki "ayrılar"a dikkat çekme yolculuğumuzda En'âm sûresindeyiz. Bu sûrede de önceki sûrelerde anlattığımız konuları tekrar etmeden, “aynı” içindeki “ayrı”lara dikkat çekmeye çalışacağız. Bunu yaparken hemen hemen her âyette Kur’an’ın eskimeyen yeni olma özelliğine dikkat çekecek; onu "dün indi, bugün biz okuyoruz" tazeliğinde anlamaya ve anlatmaya çalışacağız.

Ön Bilgi: 9. Yıl ve Ortam Okuması

İniş sırasında 9. yıldayız. Ortamı bir örnekle anlatalım:

Bir ev var. Evin dışında dondurucu bir soğuk var. Evin içinde doğru dürüst yiyecek bulamayan, ısınacak odun ve kömürü eksik olan kalabalık bir aile var.

Soru şu: Bu ailenin gündemi ne olur? Bu evde sabahtan akşama ne konuşulur? Evin büyüğü böyle bir ortamda, “Bugünler geçecek, ben sizi geleceğe hazırlıyorum.” dese ve çocuklarına ders verse ne olur?

İşte Mekke dönemi genel olarak bu eve benziyordu; özellikle boykot yılları olan 7-10. yıllar, zorluk ve sıkıntıların en yoğun hissedildiği dönemler oldu.

Bu sûre de böyle bir ortama indi. Sûrenin baştan sona tevhîd mesajını işlemesi, ev sakinlerine şu güçlü mesajı veriyordu: "Bugünler geçecek. Bu manevî karanlık bitecek. Aydınlık günler gelecek. O günler geldiğinde, her biriniz insanlığı aydınlatmak için bugünden hazırlanmalısınız."

Kur’an, Mekke’de ortamın böyle olduğu bir dönemde bu sûrede içeriğini daha da zenginleştirerek tevhîd dersine devam ediyor.

1-3. Âyet: Bütünden Parçaya, Külden Cüze: Tevhid Dersi

1-3. âyetlerin dizilimine baktığımızda, göklerin ve yerin yaratılması işin “bütün”, “kül” tarafını temsil ederken, 3. âyetin sonunda geçen “gizlinizi bilir” ifadesi ise “cüz”ü/”parça”yı ifade eder.

Bu anlatım üzerinden verilen mesajlardan biri şu: En küçükten en büyüğe, atomdan güneşe kadar yaratılışta boşluk yoktur. Her şey Allah tarafından yaratılmıştır. En büyüğü yaratamayan, en küçüğü de yaratamaz; en küçüğü yaratamayan, en büyüğü hiç yaratamaz.
Kainatta var olan her şeyin atomların bir araya gelmesiyle var olduğunu kabul ettiğimizde, atomu yaratamayan kainatı da yaratamaz.

Bu kısa değerlendirmenin ardından âyetlerin tefsirine başlayabiliriz.

“Elhamdüllillah” Demek, Aklın Gereği Olan Makulü Yapmaktır

Kur’an’da dört sûre "Elhamdülillah" ile başlıyor.1042Onlardan biri olan Fâtır sûresinin 1. âyetinin tefsirinde “Birinci Nokta: Elhamdülillah…” başlığı altında yaptığımız değerlendirmelere bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

Oradaki bilgilerin devamı olarak burada şu değerlendirmeleri yapabiliriz:
"Elhamdülillah," “Hamd (övgü) Allah’a mahsustur” anlamına gelir.

"Elhamdülillah," “Hamd (övgü) Allah’a mahsustur” anlamına gelir. İnsanlarda övgü genelde, insanların çoğunun yapmaya güç yetiremediği işler için olur; 5-6 yaşında çocuklar hariç, adını yazdığı için övülen insan yoktur. Mesela harika bir gül resmi övülebilir. Gül resmine övgü yaptığımızda ve bu övgüyü 1 ile 1000 arasında derecelendirirsek, resim için 5 üzerinden bir değerlendirme yaparsak, gülün canlısına karşı övgüyü 1000 üzerinden yapmamız aklın ve mantığın gereğidir.

Kur’an 1-3. âyetlerde göklerden ve yerden başlayarak insanın yaratılışına değinir; oradan atomdan güneşe kadar yaratılmış her şeyi bir müzedeki sanat eserleri gibi önümüze koyar ve bu sanat eserlerinin her birine bakarken ağzımızdan çıkacak ilk cümleyi bu âyetin başına manşet olarak koyar.

Bu âyetler dolaylı olarak bize şunu der: “Göklerde ve yerde Allah’ın yoktan yarattığı ve insan istifadesine sunduğu ne varsa, onlarla Allah’ın yarattıklarını kıyaslayın. Etten kemikten “el”i modelleyerek ortopedik bir el yapan mühendisi 1 ile 1000 arasında 10 üzerinden övüyorsanız, elin kendisini yaratan ve ‘Mühendis-i A’lâ, A’zam ve Ekber’ olan Allah’ı 1000 üzerinden övmeniz; O’nun sunduğu her bir nimet için binlerce kere hamd etmeniz gerekmez mi?”

Özetlersek, 10. dereceden sanat eserini öven bir aklın, 1000. dereceden milyonlarca sanat eserini yoktan yaratan Allah’a hamd ile tesbih etmesinden daha makul ne olabilir?

Karanlık ve Aydınlık (Zulümât ve Nûr) Üzerinden Verilen Mesajlar

Kur’an, sık sık karanlık ve aydınlık kelimelerini kullanır. Bu kullanımda genelde aydınlığı tekil "nûr" kelimesiyle anlatırken, karanlığı çoğul “zulümât” kelimesiyle ifade eder. Bu anlatımların çoğunda maddî/fizikî karanlık ve aydınlığın yanında manevî karanlık ve aydınlık da kastedilir.
Kur’an’da karanlık ve aydınlığı bu şekilde kullanmanın üç yönü vardır.

Birinci Nokta: Bu noktada maddî karanlıklara bakabiliriz. İlk insanların yaşadığı çağlarda karanlık ve aydınlık denildiğinde gece ve gündüz akla gelirdi. Ama bugün bilimlerin geldiği noktadan bakarsak, fiziki olarak karanlıkların aydınlıktan/nûrdan daha fazla olduğu görülür.

Astronomi açısından bakıldığında evrenin büyük bir bölümü karanlıktır; gözlemlenebilir evrende, yıldızlar ve galaksiler gibi ışık yayan cisimler evrenin çok küçük bir bölümünü kaplarken, ışık yaymayan karanlık madde ve karanlık enerji evrenin yaklaşık %95'ini kaplar. Bu da demektir ki, evrenin büyük bir kısmı karanlıktır.

Karanlıkların (zulümât) çok, aydınlığın (nûr) az olduğunu söylemek mümkündür.

İkinci Nokta: Bilimler açısından bakarsak, ilk insanların yaşadığı çağda evrendeki (atomdan güneşe) nesneler hakkında bilinmesi gerekenleri sembolik rakamlarla ifade edersek, bu sayı “1000” ise, o gün onların bildikleri “1” idi. “1”e nûr dersek, “1000” zulümâttı. Bilimlerin gelişmesiyle aydınlık alan genişledikçe insanlık da aydınlandı. Ancak geldiğimiz noktada, bugün hiçbir bilim insanı “Bilimlerde öğrenilecek her şeyi öğrendik” diyemiyor. Örneğin, “Fizik ile ilgili bilgilere dair rezervin sonuna ulaştık.” diyemiyorlar. Bu ifadelerin hiçbir bilim dalında söylenemeyişi, bizim için bilinmeyenlerin (zulümât) bilinenlerden (nûr) fazla olduğunu gösteriyor.

İkinci Noktayı Üçüncü Noktaya Bağlayan “Ara Nokta” olarak bir konuya daha değinelim. İlim/bilim öğrenerek aydınlanmayı temsil ederken, cehalet karanlığı temsil eder. Cehalete düşman dersek, bilim, o düşmanı etkisiz hale getiren bir silah gibidir. O çoğaldıkça cehalet isimli düşmanın etkisi azalır.

Üçüncü Nokta: Bu noktada dini anlamda manevi karanlıklar ve aydınlıklar öne çıkar. Burada Allah’ın ilk peygamberden son peygambere kadar gönderdiği (içinde Allah’a, ahirete, peygamberlere, kitaplara iman olan) tevhid dini “nûr”u temsil ederken, onun karşısındaki insan zihninin ürünü olan bütün sözde dinler ve sapkın ideolojilerin tamamı “zulümât”tır.

Bu üçüncü noktayı âyetin iç bağlamı ile birlikte okursak Allah (cc) şöyle diyor: "Ey insanlar! Ben temeli ve tavanı ile imtihan dünyasını yarattım ve bu dünyada önünüze iki seçenek koydum: İman (Nûr) ve küfür (Zulümât). Tercih sizin. İmanı seçerseniz hem aydınlanır hem de insanlığı aydınlatmak gibi büyük bir onurun, şerefin ve değerin sahibi olursunuz. İnkârı seçerseniz hem kendiniz manen karanlıkta kalır hem de bir anne-baba veya öğretmen sıfatıyla başkalarına da kendi karanlığınızı bulaştırabilirsiniz."

Dengini Ortaya Koymadan “Allah Yok” Diyemezsiniz!

En'âm sûresinin 1. âyeti bize imtihan dünyasının dekorunu zulümât ve nûr üzerinden kısaca anlattıktan sonra, son cümlesiyle nûrun karşısına zulümâtı koymanın makul bir tercih olamayacağına işaret ediyor.

Bu işareti anlamak için âyetin son cümlesine yoğunlaşalım.
Âyetin sonunda bizim meâlimizde “denk tutma” anlamı verdiğimiz ve “adl” (adalet) kelimesiyle aynı kökten gelen “ya’dilûn” kelimesi geçiyor.1043

Bu kelime bütün zamanlardaki inkârcılara çok önemli bir mesaj veriyor.

Şimdi bu mesajları bir örnek üzerinden açalım:

Varsayalım, karşımızda bir makine var. O makineyi yapan kişi ortada yok. Biz uzmanlara soruyoruz ve o makineyi yapıp çalışır hale getirebilecek olan kişinin 9 özelliği (9 sahada uzman, 9 ilmi biliyor) olması gerektiğini öğreniyoruz. Buna terazinin bir kefesi dediğimizde, terazinin diğer kefesine "Bu makineyi yaptı" diyerek konacak kişinin, bu 9 özelliğe denk birinin olması gerekir. Diğer kefeye 1-3, 5-7 özelliği olan birini koymak, o kişiyi makineyi yapan kişiye denk tutmak adil olmaz. Haksızlık olur. Kur’an ifadesiyle zulüm olur.

Bu örnekten devam edelim: Geçmişten bugüne şirk koşan hiçbir müşrikin taptığı put, ilâh dediği sözde tanrı Allah’ın dengi olmadı. Dengi olmaktan vazgeçtik, 99 esma olarak ifade ettiğimiz O’nun sınırsız özellik ve güzelliklerinden “1” tanesinin dengi olan da olmadı.

Yani eski Mısır’da, eski Yunan’da, eski Roma’da sözde ilâh diye tapılan bütün putların (varsayalım “1” milyon olsun) tamamını terazinin bir kefesine koysak, terazinin diğer kefesine Allah’ın "her şeyi yoktan yaratma ve yaratılanlardan yeni şeyler meydana getirme" anlamına gelen Hâlık ismini koysak, “1” milyon sözde ilâh, kendisinden başka ilâh olmayan Allah’ın sadece “1” özelliğine denk gelmez.

İşte bu âyet, bu dengesizlik, adaletsizlik, haksızlık ve zulüm üzerinden bütün zamanların müşriklerine şunu diyor: “Allah’ın dengi yok, olmadı ve olamaz.” Bu bağlamda İhlâs sûresinin 4. âyetini okuyor ve şöyle diyoruz: “Ve lemyekunlehûkufuvenehad.”

Bu örnekten devam edelim ve ateistlere bakalım. Bir ateistin "Allah yok" diyebilmesi için, bu kainatı yaratmak için hangi özellikler gerekiyorsa, varsayalım 99 olsun. O özellikleri terazinin bir kefesine, kendisinin yaratıcı olarak kabul ettiği “şey” (doğa, tabiat, tesadüf, doğal süreçler vs.) ne ise onun özelliklerini de terazinin diğer kefesine koyması gerekir...

Biz önceki âyetlerin tefsirinde bunun imkânsız olduğunu; 2 + 2 toplama işleminde eşittirin (=) sağına 4’ün dışında herhangi bir sayıyı koymak nasıl makul ve mantıklı değilse, aynı şekilde terazinin diğer kefesine de Allah’a denk bir şeyin konulmasının makul ve mantıklı olmayacağını net bir şekilde gösterdik.1044

Özetlersek, akıl bütün zamanların müşrik ve ateistlerine şunu diyor: Sözde ilâh olarak ortaya koyacağınız her ne varsa, onun Allah’a denk olması gerekir. Denk olmazsa ona ilâh diyemezsiniz; dengini ortaya koyamadığınız müddetçe "Allah yok" diyemezsiniz.

Soru: Ben Karanlıkta mıyım, Aydınlıkta mıyım?

Bu sorunun cevabı şu: Eğer tevhîd dinindeysen, aydınlıktasın.
Ancak burada karşımıza şu soru çıkıyor: Tevhîd dininde olmanın gereğini yapıyor musun?
Tevhîd dininde olmak, dünyanın en güzel elbise mağazasında ve en güzel lokantasında olmaya benzer.

Eğer etrafındaki insanlara güzel örnek olamıyorsan; dünyanın en güzel lokantasında hâlâ manevi halsizlik yaşıyor eline, diline, gözüne söz geçiremiyor; çok rahat yalan söylüyor ve gıybet yapıyorsan... O zaman aydınlığın içinde karanlıkta kalan yanlarının olduğunu, kendini hâlâ tam anlamıyla aydınlatamadığını düşünebilirsin.

Çamurdan Yaratma ve İki Ecel Üzerinden Verilen Mesaj

2. âyette insanın çamurdan yaratılmasından bahsediliyor. Ardından iki evdeki ecele dikkat çekiliyor:

Bu âyeti, göklere ve yere ayrı ayrı vurgu yapan 1. ve 3. âyetlerle birlikte okuduğumuzda mesajlardan biri şu oluyor: “Ey insan! Bu evleri yaratan kim ise, onun içindeki tüm yasaları koyan da O’dur. Bu eve gelmek senin elinde olmadığı gibi, süreyi uzatmak da senin elinde değil. ‘Nereden geldiğine, nereye gideceğine, neden burada olduğuna?’ dair sorularına cevap veren vahye muhatap olduğun halde hâlâ şüphelerin mi var?”

Allah Gizlinin Gizlisini Nasıl Bilir?

3. âyette bu konuya değiniliyor. Biz bu konu için Yunus sûresinin 61. âyetinin tefsirinde “Atom Altı Parçacıklara İşaret”, “Hangisi Daha Büyük; En Büyük mü, En Küçük mü?”, “TON 618 mi Daha Büyük, Atom mu Daha Büyük?”, “Allah nerede? Cevap: İmzasını Gördüğün Her Yerde?” ve “İnsanın Parmak İzinden Allah’ın Tevhîd İzine…” başlıkları altında yazdıklarımıza bakmanızı önemle tavsiye ediyoruz.

4. 5. Âyet: Yüz Çevirmenin Arkasındaki Nedenler?

Nasıl Allah’ın evrene koyduğu fizik yasaları varsa, insan tercihlerine bağlı sosyal olaylar için de yasaları vardır. Bu yasalara göre insanların kendilerine tebliğ edilen vahye yüz çevirmeleri her devirde, çeşitli sebeplerle olacaktır. Burada birçok sebep sayılabilir ama en önemlilerinden biri şu: “21. asırda yaşayan Müslümanların kötü örnek olması.” Nasıl oluyor? Hem 'Müslümanım' deyip hem kötü örnek olmak; iki zıddı, nûr ile zulmeti yan yana getirdiğinizde...”

Günümüzden devam edersek, Müslüman olmayan insanların -kendilerinden kaynaklanan- sebeplerini ortadan kaldırmamız zor olabilir. Ama biz Müslümanların kötü örnek olmasından kaynaklanan sebepleri ortadan kaldırmak, diğerine göre hem daha kolay hem de bizim görevimizdir.

6-11. Âyet: Sonuç Eğitimi - Helak Yasası = Hesap Yasası

Kur’an’da sıkça karşılaştığımız sonuç eğitimi burada da karşımıza çıkıyor. Bu bölümde sonuç eğitimi, 6. âyetin bizi adı “geçmiş” olan müzeye götürmesiyle başlıyor. 11. ve 12. âyetlerde ise o müzenin gezilmesi tavsiye ediliyor.

6. âyet müzeyi gezerken, insanların geçmişte yaptığı tercihlerin sonuçları üzerinde düşünmemizi istiyor. Önceki âyetlerin devamı olarak düşünüldüğünde, dolaylı olarak şu mesaj veriliyor: “Gökleri ve yeri yaratan Allah, insanları başıboş bırakmıyor. Dilerse, yanlış tercihlerinin sonuçlarını bu dünyada helak ile tattırır; dilerse, hesabın tamamını ahirete bırakır. Ama kimsenin yanına bırakmaz ve bütün zamanlara şu mesajı verir: Tercihlerinizin sonuçlarıyla yüzleşeceksiniz; gelin bu işi dünyada yapın, gelin yol yakınken bu yanlıştan dönün.”

Bu mesaj aynı zamanda Kur’an’da sonuç eğitiminin nasıl verildiğini gösteren birçok örnekten biridir

İnsanların Mucize Görmek İstemesi Normal mi?

Mucize konusuna daha önce Tefsir Usulümüzde, farklı sûrelerde değinmiştik.1045

Müşrikler burada (7-8. âyetlerde) bu bahaneleri kitap ve melek üzerinden tekrar ediyorlar.

Bu âyetlerin mucize ve bahane yönünü dipnotta işaret ettiğimiz önceki açıklamalarımıza havale ederek, başlıktaki sorunun cevabına geçelim.
Bu soruya cevabımız “evet”. Fakat burası imtihan dünyası olduğu için bu mucizelerde bir sınır, bir doz, bir limit var.
Allah (cc) bütün insanlara görüp, dokunup, hissedip, okuyup, anlayabilecekleri iki mucizeyi standart olarak göndermiştir:

Bu iki mucizeye "standart mucize" diyoruz.

Standart mucizeleri sayı ile ifade edecek olursak; yaratılan mucizeler atomlar adedince, indirilen mucizeler ise ilk peygamberden son peygambere kadar indirilen vahiyler adedince; yani milyar kere milyar kere milyar… olur.
İşte ortada bu kadar mucize varken, Allah (cc) imtihan dünyasında adına "hissî mucize" dediğimiz, peygamberler üzerinden gösterilen mucizeleri oldukça sınırlı tutarak bütün zamanlara şu mesajı veriyor: "Burası imtihan dünyası; burada size iki mucize gösterildi ve siz onlara bakıyor, görüyor, tadıyor, dokunuyor, okuyor ve anlıyorsunuz. İman etmek için bunlar yeterli. Bunların dışında mucize beklemeyin. Bahane de getirmeyin."

12. Âyet: Âyetin Dış ve İç Bağlam ile Birlikte Okunuşu

Âyeti önce dış bağlamı ile okuduğumuzda şunu görüyoruz: Önceki âyetlerde üç defa ayrı ayrı göklere ve yere işaret edildi.

Bu işareti daha iyi anlamak adına gökleri ve yeri ile dünya, dev bir hediye paketine benzetilirse; gökler bu paketin dış sınırlarına, yer ise paketin içindeki nimetlere işaret ediyor. İşareti böyle anladığımızda gökler ve yer ifadelerinin birlikte geçtiği tüm âyetler üzerinden insana verilen mesajlardan biri şu: "Ey insan! Sana olan sevgisini gösterme adına Allah (cc), dünyayı dev bir hediye paketi yaptı; içine ihtiyacın olan tüm nimetleri koydu. Haydi, sen de o sevgiye karşı sevgiyle, o nimetlere karşı şükür ve ibadetle mukabele et."
Dış bağlamı kısaca böyle ifade ettikten sonra, 12. âyet ile bağlantısına gelelim:

Âyet bize dolaylı olarak şunu diyor: "Atomdan güneşe kadar, spermden zigota kadar, çekirdekten ağaca kadar hediye paketinin içinde olanlara tek tek bak ve sor: 'Bu kimindir? Bu kim tarafından yaratılmıştır? Bunu bana kim, ne amaçla vermiştir?'"

İşte bu âyet, bütün bu ve benzeri sorulara şu cevabı veriyor: Bütün bunları veren Allah’tır. “Göklerde ve yerde olanlar (kimin, onların ihtiyacını karşılayan kim, onları insanın emrine âmade kılan kim? Güneş kimindir, ay kimindir, dünya kimindir, içindekiler) kimindir?” diye sor. (Bütün varlıkların ‘Ben yarattım, benimdir’ demede âciz kaldığı bu sorular karşısında, gerçeği ilan makamında) “Allah’ındır” de.

"Allah’ın İlkeli Olması Ne Demek?"

İlkenin tanımına geçmeden önce, âyette bu anlamı verdiğimiz "ketebe" kelimesine odaklanmak istiyoruz. Bu kelime, "yazmak" anlamına geliyor. Fakat Kur'an genelinde bir araştırma yaptığımızda, Allah’ın insanlara farz kıldığı ibadetleri ve emirleri duyurmada bu kelimeyi de kullandığın görüyoruz.1046 Bu yüzden, Kur'an’ın Kur'an’la tefsiri ilkesine dayanarak, meallerde bu kelimenin “Allah kendisine merhamet etmeyi yazdı, farz kıldı, prensip ve ilke edindi” şeklinde tanımlandığını okuyoruz.

Bu anlamların ortak özelliği değişmezliktir. Mealimizde tercih ettiğimiz "ilke" kelimesi de bu değişmezliği ifade eder.

İlke kelimesinin Türk Dil Kurumu sözlüğündeki kısa tanımı şöyle: “Temel düşünce, temel inanç; umde, prensip”

Günlük konuşma dilinde, “ilkelerim var” veya “ilkeli insan” dediğimizde, sürekli değişmeyen, 5 yıl önce dürüst olarak tanıdığımız ve bugün hâlâ dürüst olan, 5 yıl sonra da dürüst olacağını düşündüğümüz kişiler akla gelir.

İlke kelimesini Allah için kullanır ve bu bağlamda cevaplarsak, Allah’ın ilkeleri, kainata koyduğu (Kur'an’da sünnetullah olarak ifade edilen) değişmez yasalardır.1047

Dünyada şöyle bir düzen olsaydı; yer çekimi her gün farklı kuvvette olsaydı, dünyanın dönüş hızı bir gün yavaş, bir gün hızlı, doğan bebekler bazen 20 parmaklı, bazen 10 parmaklı, elma ağaçları bir yıl elma verirken diğer yıl kayısı verseydi, fizik, kimya, biyoloji yasaları haftada bir değişseydi... Böyle bir dünyada, böyle bir sistem yaratan için “ilkeli” diyemezdik. Ama düzen ve istikrar görüyoruz, kaos değil.1048

Kaos Görenler İçin Açıklama

Kaos gibi görünen olayların tamamı, dünyanın bir imtihan yeri olduğunun ve burada haksızlık gibi görünen durumların ahirette denge bulacağının bilinmemesinden kaynaklanıyor.
Dünya; adil olan, zerre kadar haksızlık yapmayan bir yaratıcı (Allah) ve ahiretle birlikte değerlendirildiğinde mükemmel bir bütün olarak karşımıza çıkar.1049

Neden Sadece Merhamet Ön Planda?

Önce şu tespiti yapalım: Allah’ın (cc) kendisine merhameti ilke edinmesini yalnızca bu âyette ve bir de bu sûrenin 54. âyetinde görüyoruz. Diğer hiçbir âyette, Allah’ın herhangi bir sıfatı bu şekilde ifade edilmiyor.

Bu noktadan hareketle soruya dönersek, birçok başlık altında bu durumu açıklayabiliriz. Ancak iki ana noktayı öne çıkaralım:

Birincisi: Allah’ın kainatı ve insanı yaratmasının, ona sayısız nimetler sunmasının arkasındaki en önemli sebep nedir? Bunun cevabı; Allah’ın Rahmân ve Rahîm olması, yani insanı sevmesi ve ona değer vermesidir.
Bu iki önemli noktayı şöyle açıklayabiliriz:

Bu iki nokta şunu ifade eder: Allah’ın en baskın sıfatı, Rahmân ve Rahîm isimleriyle ifade edilen merhametidir. Verilen her nimetin arkasında bu vardır; bu yüzden bu özellik tüm ilkelerin önüne geçer.

İkincisi: Allah (cc), bu âyette öne çıkardığı bu özellik ile şu mesajı verir: “Bende en baskın olan bu özellik sizde de baskın olsun.”
Müslümanın hayatı bu mesaj etrafında şekillenir; “Besmele niçin var?”, “Her işin başında besmele neden çekilir?” sorularının bir cevabı da şudur: Allah’ın baskın olan özelliğinin insanda da öne çıkması içindir. Bilinçli bir şekilde besmele çeken bir Müslüman şöyle düşünür: “Nasıl Allah’ın bütün tecellilerinin arkasında merhamet varsa, benim de yapacağım işlerde merhamet olmalı. Ben insanlara merhameti, iyiliği, zarar vermemeyi kendime ilke edindim.”

Allah’ın Merhamet İlkesi Fıtrata Yansır mı?

Yukarıdaki açıklamalardan sonra bu soruya cevabımız “evet” oluyor. Fıtrat hakkında daha önce yazdıklarımızın1051 devamı olarak ifade edersek, 12. âyetin ilgili bölümünü şöyle de okuyabiliriz: “Allah her insanın fıtratına merhametli olmayı yazdı, merhameti farz kıldı.”

Bunu nereden anlıyoruz? Her doğan insan -istisnaları olmakla birlikte- anneden, babadan, çevreden çok yoğun bir sevgi alıyor.

Her doğan bebeğe -istisnaları olmakla birlikte- bol bol sevgi verilmesine yaratılışın yasası dersek, bu yasa insanın fıtratını bize gösteriyor. Bu, her insanda Allah’ın Rahmân, Rahîm esmasının baskın olduğu fikrini bize veriyor.

Çocuk yetiştirme konusunda bilinçli olan, yaratılışa ait bu gerçeği bilen anne-babalar çocuklarını bu temel üzerinde inşa ediyor.
Bu şekilde inşa edilen bireylerde merhamet baskın oluyor.

“Merhamet baskın olduğunda ne oluyor?” sorusuna örnekler verelim:

Biz bunları yazdığımızda bazılarının içinden şunun geçeceğini tahmin ediyoruz: “Bazı sert, kaba mizaçlı insanlar, 'Ne yapayım, benim fıtratım böyle,' diyor.” Bu durumun açıklaması nedir?

Bu kişilerden bazıları bunu dedikten sonra üzerinde düşünyorlar. Bunu diyenlere diyoruz ki: “Ne demek istiyorsun? Allah beni böyle yarattı mı demek istiyorsun? Yani benim böyle olmamın sorumlusu Allah mı demek istiyorsun?” dediğimizde durup bir düşünüyorlar.

Allah her insanı merhamet üzere yaratıyor. Sonrasında insanı inşa eden çevre (anne-baba, akraba, arkadaşlar, kültür, gelenek) ona şekil veriyor.
Bunu nereden biliyoruz sorusunu bir kere daha soralım:

Bunu, her peygamberin âlemlere rahmet olarak gönderilmesinden biliyoruz.1055 Her peygamber âlemlere rahmet için gönderilince, onların sünnetine bilinçli bir şekilde tâbi olan her Müslüman da bulunduğu yere rahmet için gönderilmiş oluyor: Evine rahmet, ailesine rahmet, çevresine rahmet, mahallesine, şehrine, ülkesine ve dünyaya rahmet…

Bu açıklamalardan sonra tekrar başlıktaki sorunun cevabına gelirsek, “evet, yansır.” Bu gerçeği bilenler kendini fıtratına göre inşa eder; bilmeyenler de fıtratın dışına çıkmayı -tam olarak tanıyamadıkları- fıtrata fatura eder.

İlkelerimiz Aynı Zamanda Omurgamız ve Anayasamızdır

Bazı insanlar için “omurgasız, kitapsız, bukalemun, yanar döner ve dönek” gibi sıfatların kullanıldığını duyarız. Bu ve benzeri ifadelerin tamamından kastedilen o insanın ilkesiz oluşudur.

İlkeli insan bir binanın temeline ve o temel üzerinde yükselen taşıyıcı kolonlarına benzer. Bunlar binanın karakteridir, bunlar bütün zamanlarda binanın değişmezidir. Bina örneğinden gidersek, ilkeli insan bir duruşu olan, omurgalı bir insandır; yasaları (kuralları), prensipleri olan medeni bir insandır.

İlkeli İnsanın Özellikleri

Bu iki ilke, arkadan gelecek bütün ilkeleri domine eden ilkelerdir.

Sıfırın arkasında sıfırların çokluğunun hiçbir anlamı olmadığı gibi, kendisinde merhamet ve adalet ilkesi olmayan bir insandaki geri kalan bütün özellikler sıfırdır.

Bu ifade ağır gibi düşünülebilir;1056 ama böyle düşünenler “adalet”in yokluğunun sonuçlarını sadece 10 dakika düşündüğünde, adaletin yokluğunu yaşayan bir birey olarak tecrübe ettiğinde bu tespitin ne kadar doğru olduğunu anlayacaktır.

Bu konu, ne kadar konuşsak konuşmaya değer bir konu ama biz burada nokta koyuyoruz.

Merhamet ile Kıyamet Günü Toplama Arasındaki Bağlantı

12. âyeti üç bölümde incelersek;

Merhametin varlığı bütün insanlara şu mesajı veriyor: Allah’ın adaleti, kudreti yanında merhameti de ahireti gerekli kılar. Allah kendisini seven sevgisini itaat etmekle gösteren kullarıyla, isyan eden kullarına kabre girdiklerinde aynı muameleyi yapmaz. Onları kabirde eşitlemez. Böyle bir şey merhamete zıttır ve yakışmaz. O yüzden Allah’ın merhameti ahireti; ahirette sevenlere cenneti, isyan edenlere cehennemi gerekli kılar.1057

13. Âyet: Bu ayette gece gündüz üzerinden bir kere daha Allah’ın kuşatıcı kudretine dikkat çekiliyor. Âyetin için bağlamında Semî’ ve Alîm isimleri üzerinden verilen mesajlardan biri de şu oluyor: Ey insanlar! Sizde duyma, görme, bilme gece gündüz değişebilir ama Allah için gece gündüz farkı yok. O her durumda her şeyi her zaman duyar, görür ve bilir.

14. Âyet: En’âm sûresinde ana konusu olan tevhide vurgu birçok ayette olduğu gibi buradaki ayetlerde de öne çıkıyor. 1. ayette yaratılanlar arasından ilahlar/putlar/tanrılar ürütüp, onları Allah’a denk tutanlara Peygamber Efendimiz üzerinden soruyor: Benim ilahım kim olabilir, ben kimi dost edineceğim hitap ederek diyor ki, kimin emirlerine teslim olacağım? Bu sorular aklı harekete geçiriyor. Ayet yaratılanlara ait bir özellik olan beslenmeyi öne çıkarıyor, onun yanına doğma, büyüme, yorulma, uyuma gibi yaratılanlara ait tüm özellikleri koyabilir ve ardından şöyle diyebiliriz. Yaratılanlardan ilah olmaz. Yaratılanlar arasından ilahlar üretip tapan müşrikler arasında yerim olmaz. Benim yerim tevhit dini İslam’dır. Ben bu dine girmekle emrolundum.

15. Âyet: Bu ayette isyan ile ahiret yan yana getirildi. Bunun mesajına 12. âyette merhamet ile ahiret bağlantısında değinmiştik. Burada “İsyan edenle, itaat edene aynı muamele yapılmayacak, isyan eden büyük günün azabıyla karşı karşıya kalacak.” ifadesiyle oradaki mesaja vurgu yapılıyor.

16. Âyet: Bu ayette geçen “rahmet” kelimesiyle 12. ayette geçen merhamete bir atıf yapılıyor. Burada verilen mesajlardan biri şu: “Hiç kimse amellerine güvenmesin. Hiç kimse ben ahirette dünyada yaptığım amellerimle kurtulurum.” demesin. “Kurtuluş Allah’ın merhametiyledir.”

Bu tespiti yapınca soru şu: Neden? Çünkü dünyadaki nimetlere cenneti de dahil edersek, Allah’ın verdiği nimetler sınırsız, bizlerin amelleri sınırlı. Yani Amellerimiz 100 lira ise, ödülümüz 100 milyar. Bu durumda kurtuluş ve arkasından gelen cennet amellerin sonucu değil. Peki amellerin rolü nedir? İhlasla yapılan ameller niyetin şahididir. Onların şahitliği Allah’ın rahmetine ve ikramlarına vesiledir.

17. 18. Âyet: Hakimiyetin Mesajı

Kuşatıcı ayetler arka arka gelmeye devam ediyor. Bu tür ayetlerin tamamı ilk ayetlerde olduğu gibi tevhide vurgu yaparak, kainatta şirke zerre kadar yer yok mesajı veriyor.

Bu ayetlerin mesajına şu soru üzerinden bakabiliriz. Bu kainatta insanın hakim olduğu, hükmettiği, kontrol ettiği ve yönlendirdiği alan ne kadar, bunun dışında kalan alan ne kadar? Kainatın sınırlarını bilemediğimiz için bu soruya net bir cevap veremesek bile tahmini bir rakam üzerinden şunu çok rahat söyleyebiliriz, insanın ki “1” ise, onun dışında kalan alan “1” milyardır. Başka bir ifadeyle sınırları bilenmeyecek kadar geniştir.

Bu ayetler “Allah Kadîr, Hakîm ve Habîr” derken kainat büyüklüğünde bir hakimiyete ve o büyüklük içinde Allah’ın bilgisi haricinde hiçbir şeyin olamayacağına işaret ediyor. Bu hakimiyet üzerinden insana şu mesaj veriliyor. Bu kudret ve hakimiyet karşısında hiçbir güç duramaz. Bu kudretin sahibi birine sıkıntı verdiğinde, onu kimse durduramaz. Bir hayır verecek olsa kimse de bunun önüne geçemez.

Bu ayetlerin indiği asır bunun şahididir. 23 yıllık iniş sürecinde sahip oldukları güç müşriklerin başına geleceklere engel olamadığı gibi, aynı güç 23 yıllık sürecin sonunda müminlere gelecek hayrın da önüne geçemedi.

19. Âyet: “Benim Şahidim Bunlar, Siz de Şahitlerinizi Getirin”

Bu ayet doğrudan değil, dolaylı olarak meydan okuyan ayetlerden biri. Ayette Peygamber Efendimiz müşriklere şunu diyor:

Benim davamın doğruluna şahidim Allah’tır, size getirdiğim Kur’an’ın O’nun kelamı olduğuna da şahidim Allah’tır. Eğer bu şahitliğe itirazınız varsa, “Allah ile birlikte başka ilahlar da var” diyorsanız haydi siz de kendi davanıza şahitler getirin.

Kur’an’ın indiği Asr-ı Saadet şahittir ki, müşrikler böyle bir şahit getiremediler. Süreç içinde Peygamber karşısında ilk zamanlarda “hak” dedikleri her şeyin “batıl” olduğunu anladılar. Kimi batıl uğrunda öldü, kimi ölmeden önce doğru yolu bularak batıldan hakka döndü.

Biz bu ve benzeri ayetler1058 üzerinden Peygamberimizin başlıkta ifade ettiğimiz meydan okumayı yaptığını söylerken, aynı meydan okumanın bütün asırlarda her Müslüman tarafından da yapabileceğine yürekten iman ediyoruz.

Bu meydan okumada Allah’ın bize şahitliği Kainat, Kur’an ve peygamber Efendimiz üzerinden oluyor;

Bunların şahitliği Allah’ın şahitliği oluyor.

“Benim doğru yolda, doğru dinde olduğuma Allah şahittir” derken, kastedilen şahitlik böyle bir şahitlik oluyor. Bu şahitliğin sözde kalmaması için bu şahitlerin şahitliklerinin bilinmesi ve o bilgiye denk bir hayatın yaşanması gerekiyor. Yani “eşhedü/ben şahidim” derken “Ben yaşadığım hayatla iman ettiğim “var” dediğim her şeyin varlığına şahidim.” demiş oluyoruz.

Burada bir nefis muhasebesi adına kendimize soracağımız soru şu: Ben bu şahitliği olması gerektiği gibi yapıyor muyum? İslam’ı tanımayan biri benim yaşadığım Müslümanlığa baktığında “Ne güzel mi?” der, yoksa…

20. Âyet: “Kendilerine Kitap Verilenler Arasında Ben de Olabilir miyim?”

Bu ayetin Kur’an’da bir benzeri Bakara sûresinin 146. ayetinde de var. Aslında bu ayetleri daha önce geçen Yunus sûresinin 94. ayeti ve benzeri ayetlerle birlikte de okumak gerekiyor.1059

Neden böyle diyoruz? Çünkü Kur’an müşriklere diyor ki, tamam siz Tevrat’ı ve İncil’i bilmiyorsunuz. Haydi gidin kendilerine kitap verilen zikir ehline sorun. Sorun da onlar size beklenen peygamberin vasıflarını anlatsınlar. Çünkü onlar kendi çocuklarını bildikleri gibi gelecek peygamberin vasıflarını bilirler.

Bu konunun detaylarını Yunus 94’ün tefsirinde anlattığımız için oraya havale ediyoruz.

Başlıktaki sorunun cevabın gelirsek, zaten Kur’an’ın bu tür ayetleri sayfaları arasına koymasının bir sebebi de bu: Biz Kur’an isimli kitabı okuyan Müslümanlar şu anda kitap ehliyiz.

Kur’an bu ayet üzerinden bugün dünyada Müslüman olmayan tüm insanlara şu mesajı veriyor: “Kur’an’ın Allah kelamı, Peygamberin de Allah’ın resulü olduğu hakkında bir şüpheniz varsa, kendilerine kitap (Kur’an) verdiğimiz Müslümanlara bakın. Onlar o kitabın ve peygamberin hak olduğunu, kendi çocuklarının adını bildikleri gibi bilirler.”

Biliyor muyuz? Bilinçli bir şekilde “Ben Müslümanım” demek, “Ben bunları bildiğim için Müslüman oldum.” demektir.

Bu açıklamadan sonra ayetin son cümlesini de şöyle anlayabiliriz. “‘Ben Müslümanım’ dediği halde bu gerçeği bilmeyenler kendilerine yazık ederler.”

21. Âyet: “Ben Bugün Allah’a İftira Atan Biri Olabilir miyim?”

Ayetlere "Dün indi ve bugün bana hitap ediyor." gözüyle bakarsak, ki bizim bu tefsir çalışmasında yapmak istediğimiz tam da bu; o yüzden bu soru tam yerinde bir soru olur. Sorunun cevabı “evet”tir.

Bu cevabı açalım.

Eğer Allah’ın yapmayacağı bir şeyi veya O’nda olmayan bir özelliği varmış gibi söylersen, bunun adı Allah’a iftiradır.

Basit örnekler verelim:

Kaderle ilgili bazı yanlış ifadeler de Allah’a iftiradır. Örneğin:

Bu ve benzeri ifadeler İslam dinindeki kader konusu yanlış anlamanın sonucunda söylenen ifadelerdir. O yüzden Allah’a iftira olarak değerlendirilebilir.

Bu tür söz ve davranışları yapanlar için ayette “zalim” deniliyor. Zalim kelimesi, Kur’an’da her türlü haksızlığı içine alacak şekilde geniş bir anlamda kullanılır. İftira, Allah’a karşı yapılan büyük bir haksızlıktır. Dünyada insanların makamları büyüdükçe onlara yapılan haksızlığın cezası da orantılı olarak büyür. Allah’a yapılan iftiranın büyüklüğünü gösterebilecek bir gösterge yoktur.

Bu tür iftiraların bir kısmının cehaletten kaynaklandığını ve kasıtsız olduğunu biliyoruz. Bu nedenle, her söyleyeni aynı kefeye koymak doğru olmaya bilir. Burada yapılması gereken bu tür davranışları sergileyen insanlar hakkında hüküm vermeden önce irşat ve tebliğ adına onları bilgilendirmek öncelikli olarak yapılması gereken işlerden biridir.

Özetlersek, Allah’a iftiranın ne kadar güncel bir fiil olduğunu ve bizden de çok uzak olmadığını görmüş olduk. Bu konularda daha dikkatli olmak gerekir.

22-24. Âyet: Bu Ayetlerde Sonuç Eğitimi Görüyoruz

Bu ayetleri şirk koşanlar özelinden çıkarıp bütün kafirleri içine alacak şekilde değerlendirdiğimizde, ölen-dirilen her inkarcı dünyadaki tercihlerinin sonuçlarını gördüğünde, o sonuçları yaşamamak için mutlaka bir şeyler yapacak. Bu “bir şey” kurtulma adına yapılabilecek “her şey” olabilir. 23. ayet özelinde müşrikler, müşrik olarak öldükleri halde, “değildik” yalanı söylüyorlar.

Mahşere ait bu görüntünün dünyaya; yani bizlere mesajlarından biri şu: Orada hiçbir mazeret, hiç yalan, hiçbir savunma sizi kurtaramayacak. Gelin yol yakınken Allah’ın razı olmadığı her yanlıştan dönün.

25. Âyet: Yine Sonuç Eğitimi

Bu ayetteki eğitim, dünyadaki tercihlerimizin manevi alıcılarımız üzerindeki etkisini gösteriyor. “İnsan ne kadar bozulabilir?” sorusunun cevabı “Hangi mucizeyi görürse görsün, iman etmeyecek kadar bozulabilir” şeklinde veriliyor.

Kur'an, bu durumu genelde “kalbin mühürlenmesi” benzetmesiyle anlatıyor. Biz o benzetmenin yanına bir benzetme daha koyalım.

Bir pusula düşünelim; pusula doğru yönü göstermek için tasarlanmıştır. Ancak, manyetik bir alana maruz kaldığında, ibresi sapar ve yanlış yönü gösterir. Dışarıdan bakıldığında pusulanın fiziksel bir değişikliği yoktur; ancak içindeki manyetik alan onu yanlışa yönlendirir.

Bu durum, dışarıdan bakıldığında aklı, mantığı, gözleri ve kulakları olan bir insanın durumuna benzer. İnsan zihni, yanlış inançlar ve sapkın ideolojilerle karşılaştığında, manevi pusulası sapar. Doğru bilgi ve inançlarla yönlendirilmediğinde, gerçekleri göremeyebilir ve inanç konusunda sağlıklı düşünemeyebilir. Birçok insan, içindeki manyetik bozulma nedeniyle, doğruyu yanlıştan ayırt edemez hale gelir.

Bu durum, işlediğimiz günahlar ve benimsediğimiz batıl inançlarla daha da derinleşir. Kişi yanlışta ısrar ederse, bu ısrar onun manevi alıcılarında geri dönüşü zor hasarlar meydana getirebilir. Bu hâle gelen bir insan, gül resmine bakıp onu yapan ressamı takdir ederken, gülün kendisine bakıp o mükemmel eserin faili olarak tabiatı ve tesadüfü görebilir.

Günümüzde milyonlarca insan, bu durumu yaşıyor; atomdan güneşe kadar Allah’tan başkasının yaratamayacağı ayetlere/mucizelere bakıyor ama sıradan bir şeymiş gibi onların yanlarından geçip gidiyorlar.

İşte Kur’an, bu ayette vahyin rehberliğinden ayrılan ve yanlış tercihleri sonucu “hangi mucizeyi görse artık inanmayacak” hale gelen insanın manevi fotoğrafını veriyor.

Bize ne diyor? Denilen şu: Bu durum sizden hiç de uzak değil. Bir mucize olan Kur’an’a “eskilerin masalları” diyen insanlar içinde İslam ülkelerinde doğan ezan sesi duyarak büyüyen çok sayıda insan var…

26. Âyet: Sanki Bugünü Anlatıyor

Bugün sosyal medyaya baktığımızda doğduğu ülkenin halkı, anne-babası Müslüman olan bazı kişiler kendileri doğru yoldan sapmakla kalmıyor, başkalarını da saptırmak için “içerik üretiyorlar.”

Bu durum manevi bozulmada seviye (level) atlamak oluyor.

27-28. Âyet: İnsan Ölse Dirilse, Dünyaya Tekrar Dönse Ne Olur?

Bazı insanlar kendini düzeltebilir; ancak Kur’an bu ayetlerde insandaki bozulmanın en alt seviyelerine dikkat çekiyor ve diyor ki: “Manevi bozulmada dip yapan insanlar, dünyaya dönse onlara bir kere fırsat verilse, bir kere daha aynısı yaparlar.”

Yaparlar mı gerçekten? İnsan doğası bu soruya “yapabilir” cevabı veriyor. Bunun en net örneklerinden biri sigara ve alkol bağımlılığıdır. Bu maddelerin zararlarını en iyi bilen kişiler arasında sağlık çalışanları da bulunmaktadır. Doktorların “Bunları bırakmazsan organların zarar görür” şeklindeki uyarılarına rağmen, bu ve benzeri kişiler bu yanlışta ısrar etmeye devam ediyorlar.

Hatta bazen organlarını kaybettikten sonra bile bu alışkanlıklara devam eden insanlar görmekteyiz. Örneğin, bir kişi karaciğer hasarına yol açan alkol kullanımını bırakamadığı için hastaneye kaldırıldığında, doktorlar ona “Eğer bu şekilde içmeye devam edersen, yaşamını riske atıyorsun” dediğinde, bu kişi hâlâ içmeye devam edebiliyor.

Bu konuda diğer örnekleri sadece işaret edelim,

Bu ve benzeri örnekler bu ayetin insan doğası ile ilgili ortaya koyduğu resmi netleştirip bize ayna tutuyor.

Bu aynada insanın alışkanlıklarının esiri olabileceğini, bu esaretten yaptıklarının yanlış olduğunu bilse dahi kurtulamayacağı gösteriliyor.

İşte bunların tamamı tercihlerimizin sonuçlarını gösteren, eğitimler oluyor.

29-31. Âyet: Son Pişmanlık Fayda Vermeyecek

Bu ayetler, önceki ayetlerin devamı olarak mahşer meydanında yaşanacak olaylara odaklanıyor. “Yazıklar olsun bize” ifadesi, orada yaşanacak her şeyi özetliyor. Bu sözler, insanların ahiret hayatına ilişkin pişmanlıklarını ve bu pişmanlıkların sonuçlarını derinlemesine ifade ediyor.

Daha önce çok defa belirttiğimiz gibi, bu tür ayetlerin tamamı, ahireti anlatmak için değil, orası üzerinden dünyaya mesaj vermek için anlatılıyor. İnsanların dünyada yaptıkları seçimlerin, ahiretteki sonuçları üzerinde düşünmeleri için bir uyarıdır.

32-73 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

32. Âyet: Bir Şartla, Dünya Hayatı Oyun ve Eğlencedir…

Bazıları bu ayeti yanlış anlayıp, “yalan dünya her şey bomboş…” diyebiliyor. Kur’an’ın dünya ile ilgili bu anlatımlarında, dünya hayatının oyun ve eğlence olması, ahiretin unutulması şartına bağlıdır. Ahiret yoksa dünya hayatı anlamsız, gayesiz, boş bir yerdir.

Anlamlılık Yasasını hatırlarsak,1060 o yasa kısaca şöyleydi: “Bu dünyada bir öncekini anlamlı yapan bir sonrakinin varlığıdır; lise 2’yi anlamlı yapan lise 3’ün varlığı, lise 3’ü anlamlı yapan diplomanın varlığı, bütün okulları anlamlı yapan arkasından gelecek meslek; meslek sahibi insanların bir ay çalışmasını anlamlı yapan aybaşında alınacak maaştır.”

Bu örneklerde bir sonraki yoksa bir önceki (lise 2, bir ay çalışma) oyun ve eğlencedir. Ama bir sonraki varsa bir önceki bu dünyanın en anlamlı, en önemli işidir. Çünkü bu işin adı, gelmesi kesin ve kaçınılmaz olan geleceğe hazırlanmaktır.

Bir kere daha ifade edelim, o bin kere ifade etmiş gibi anlaşılsın: İnanç dekorunda dünya hayatını önemsiz gösteren bütün ayet ve hadisler, ahireti yok sayan bir dünya hayatı için söylenmiştir.

Ahiretle beraber kabul edilen bir dünya hayatı, bu dünyanın en önemli ve en ciddi işinin yapıldığı yerdir. Bu açıdan bakıldığında dünyada yapılan hiçbir şey yalan değildir. Burada yapılan her şey benim ahiret geleceğimin nerede geçeceğini belirleyecektir.

O yüzden ahiret yoksa dünya hayatı yalandır; bir oyun ve eğlencedir. Ahiretle birlikte kabul edildiğinde dünya hayatı gerçeğin ta kendisidir, ebedi geleceğimizin temellerinin atıldığı yerdir.

33-37 Âyet: “Bu İş Mucize Göstermekle Olsaydı Allah Gösterirdi Biterdi”

Bu dört ayeti farklı açılardan özetlemek mümkün, onlardan biri de bu başlık oluyor.

37. ayette geçen ifadeler bu ayetlerin indiği ortamı bize anlatıyor. Birçok ayette örneğini gördüğümüz gibi müşrikler Peygamberimizden ısrarla mucize istiyorlar. Bu istek karşısında Peygamberimiz (sav) bunalıyor, üzülüyor, onun veya çevresindeki insanların içinden “ah bir mucize göstersek de bu iş bitse, müşrikler de iman etse, şu boykot günleri bir an önce geçse…”

İşte böyle bir arka planın önünde bu ayetler geliyor. Şimdi bu ayetlere tek tek bakalım.

33. ayet diyor ki: Sizin Allah’tan gelen vahyi insanlara duyurma gibi bir gayretiniz olmasaydı, sizi hiç kimse yalanlamayacaktı, hiç kimse sizinle uğraşmayacaktı, bu gayreti gösterdiğinizde yalanlanan siz değilsiniz, tebliğ ettiğiniz ayetlerdir.

34. ayet diyor ki: Peygamberler bu dünyada en doğru insanlardır, onların bile yalanlandığı bu yolda yalanlanmak yolun değişmez gerçeğidir.

Bu ayette şu ifade geçiyor: “Allah’ın sözlerini değiştirebilecek hiçbir bir güç yoktur.”

Bu ifade bu ayetin indiği ortam üzerinden bütün zamanlara şu mesajı veriyor. Nasıl bu dünyanın fiziki dekoru değişmiyorsa, yani nasıl ilk insandan bugün bütün insanlar doğuyor, büyüyor ölüyorsa, nasıl dünyanın dönme hızı ilk insanın yaşadığı çağda ve şimdi aynıysa, aynen bunun gibi Allah’ın imtihan dünyasının dekoruna göre şekillenen sosyal yasaları da bütün zamanlarda aynıdır. Bu yasaların geçerli olduğu dünyada olağanüstü bir şey olsun ve insanlar iman etsin beklentisine girmek, fiziki yasaların değişmesini beklemek gibi olmayacak beklentilere girmektir.

35. ayet: Bu ayet çok önemli mesajlar veriyor: Ayet dolaylı olarak peygamber Efendimizin şahsında “ah bir mucize gösterilse de şu müşrikler iman etse, artık şu baskılar bitse” diye içinden geçirenlere şunu diyor: “Bütün bunları yapsanız da bir şey değişmeyecek.”

“Bunu nereden biliyoruz?” Çok uzağa gitmeyelim bu sûrenin 25. ayetinde geçen “Her türlü mucizeyi görseler bile iman etmezler.”, 28. ayette geçen “Eğer (dünya hayatına) geri gönderilmiş olsalardı, (küfür tabiatlarına işlediği için) yine kendilerine yasak edilen şeyleri yapacaklardı.” ifadelerden biliyoruz.

Ayetin devamı diyor ki: Eğer yol bu olsa Allah her türlü mucizeyi gösterir, her insanı da inanmaya mecbur eder ve bu işi bitirirdi. Ama imtihan dünyasında yol bu değil.

Ayetin son cümlesi, yolun şartlarını bilmeyenlere şunu diyor: “Olağanüstü bir şeyler olsa da insanlar iman etseler diye beklentiye giren cahillerden olmayın.”

36. ayet şunu diyor: “Bu işler mucizeyle olmuyor “dinlemekle” oluyor.”

Ayette geçen “dinlemek” ifadesi uzun bir süreci anlatan bir parça olarak öne çıkıyor. Dinlemek üzerinden verilen mesaj şu: Allah’tan gelen ayetleri anlamak isteyen kişi gelecek ve bir öğrenci gibi Kur’an’ın önünde oturacak, okuyacak, anlamak için gayret edecek, anlamadığı yerleri zikir ehline soracak, yani örnek hayatı ile “yaşayan Kur’an” olan insanlara soracak, yani ortaya bir emek, bir çaba, bir gayret koyacak ki, imanı tahkiki olsun. Bu süreci yaşamazsa imanı taklit seviyesinde kalır.

Ayette “ölüler” kelimesiyle kastedilen ayetlere kulak vermeyen, bahsettiğimiz süreci takip etmediği için manen dirilememiş manevi ölüler. Ayet bu insanlara dolaylı olarak şunu diyor: “Manen dirilmeseniz, bu dünyada manevi ölüler olarak yaşasanız bile, ahirette maddi olarak mutlak dirilecek, bütün bir hayatın hesabını vermek üzere Rabbinize döneceksiniz.

37. ayet diyor ki: Allah her şeye kadir. Dilese her türlü mucizeyi gösterir ama burası imtihan dünyası. Burada malesef insanların çoğu olağanüstü beklentilere giriyor, onlar olmayınca da yüz çeviriyorlar.

38. 39. Âyet: Bütün Evrenin Yasaları Bir Tek Ayette Özetleniyor

38. ayeti önceki ayetlerin devamı olarak okuduğumuzda, ayetin kelime sayısı olarak kısa fakat anlam olarak kainattaki bütün kevni (yaratılışla ilgili) yasaları içine alacak kadar geniş olduğunu fark ediyoruz.

Bu anlamı kısaca ifade edelim. “Ayet ‘kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık” derken, yaratılan her şeyin yaratılmadan önce ilmi vücuduyla (proje olarak) levh-i mahfuzda (diğer adıyla ümmü’l-kitapta) bulunduğuna işaret ediyor.1061

Bu manayı dikkate alıp ayeti içinde geçen “ümmet” kelimesiyle birlikte okuduğumuzda öne çıkan mesajlardan biri şu oluyor: “Bizim yarattığımız her canlı topluluğu ayrı ayrı ümmettir. Her ümmet Allah’ın doğma, beslenme, büyüme, yaşlanma ve ölme gibi çok sayıda yasasına tabidir. Bunun istisnası yoktur.”

Bu mesajı önceki ayetlerle birlikte okuduğumuzda, bir diğer mesaj da şu oluyor: Allah’ın bu kainatı yaratmaya ve yaratılan her canlı topluğu için yasalar koymaya KÂDİR olması, O’nun vaad ettiği ahireti; hesap gününü cenneti ve cehennemi de yaratmaya KÂDİR olduğuna şahittir.

Bu bağlamda 39. âyet şu mesajı veriyor: Bu değişmez yasalar yalanlanması, yok sayılması, değiştirilmesi imkansız olan (yaratılan) ayetlerdir. Bu dekor içinde Allah’ın insanın iradesiyle ilgili yasası, insanın tercihlerine bağlıdır. Bu yasaya göre insanların dileme/tercih özgürlüğü vardır, her insan tercihlerinin sonuçlarını yaşar.

40. 41. Ayet: Dekorda Aklın ve Doğanın Görevi

İmtihan dünyasının kendine özgü bir dekoru var. Bu dekorda doğanın çok sayıda görevinden biri de insana aczini hatırlatmaktır. Bu hatırlatma karşısında aklın görevi, insanın aciz kaldığı hadiseler karşısında çözümler üretmektir. Buna “güreş” dersek, bu güreş ilk insandan bugüne, bugünden kıyamete kadar devam edecektir. İnsanoğlu, bu güreşte tabiat hadiseleri dediğimiz (deprem, sel, fırtına, tsunami gibi) afetler karşısında ilk başta mağlup olurken, aklını kullanarak zamanla bunlara karşı tedbir alma, zararını azaltma yolları buldu. Bunlar insanların terakkisine (gelişmesine) vesile olduğu için Allah (cc) bu hadiselerin dozunu insanın gelişimine bağlı olarak sürekli “bir-iki tık” yukarıda tuttu. O yüzden insanoğlu hiçbir zaman şunu diyemedi: “Biz bu hadiseleri sıfırladık veya tamamen zararını azalttık.” Kıyamete kadar da diyemeyecek. Yani doğa, insana aczini sürekli hatırlatacak, akıl sürekli çözüm arayacak; ama insan yaşlanma, hastalanma ve ölme gibi doğa yasaları karşısında hiçbir zaman galip gelemeyecek, ölümle lokal, kıyametle evrensel bir mağlubiyet yaşayacak.

Bu gerçek karşısında, “aczin” olduğu yerde bir “KADİR” arayışı olur. Bu arayış vahyin rehberliğinde olmazsa, insan batıl yollara sapar. Geçmişte eski Mısır, Yunan ve Roma medeniyetlerinde ve bu ayetlerin indiği zaman diliminde Arap yarımadasında olduğu gibi, insanlar yaratılan acizler arasından adına put dedikleri sözde tanrılar/ilahlar ararlar.

40. ayet, bütün insanları bu gerçekler üzerinde düşünmeye davet ederken, 41. ayet o düşünmenin sonucunu ortaya koyar ve şöyle der: Düşündüğünüzde, aciz kaldığınız şeylerin tamamı karşısında Allah’tan başkasının KADİR olamayacağını anlayacaksınız. Bunu anladığınızda, O’na ortak koştuğunuz, O’na denk tuttuğunuz, O’ndan başkasından medet umduğunuz her şeyi unutacaksınız.

42. Ayet: Bağlamı dikkate alırsak, bu ayet bize şunu der: Bu gerçeği unutan insanlar, Allah’ın yasaları karşısında aciz olduklarını kabul etmeyip Allah’tan başka “ilah” aradıklarında, o ilahların da aciz kalacağını göstermek için bela ve musibetler gönderildi. Geçmişte ilahlar ağaçtan, taştan yontulan putlardı, ama bugün ilahlar değişti. Afetlerden koruyan teknoloji, o teknolojiyi üreten akıl putlaştırıldı. Bunlara rağmen dünya genelinde yaşanan doğal afetler insana şunu der: Putlarını ne kadar büyütürsen büyüt, Allah’ın KADİR, onların aciz olduğu gerçeği hiç değişmeyecek.

43. Âyet: İmtihan Dünyasında İnsan Doğası

Kur’an’da insanların çoğunun iman etmeyeceği ifade edilir. Biz bundan şunu anlarız. Varsayalım bir gün kıyamet koptu. Varsayalım (ilk insandan) o güne kadar dünyada 200 milyar insan imtihan oldu. Ayet bize diyor ki, “Bunların yarıdan fazlası iman etmeyecek.”

İşte bu ve benzeri ayetler bu gerçeği farklı açılardan önümüze koyuyorlar.

Başka ayetlerde “Onlar hangi mucizeyi görse iman etmeyecek, dünyaya tekrar gönderilseler inkarda ısrar edecekler.” derken, bu ayet gelen belalardan da ders almayacaklarına işaret ediyor.

44. Âyet: Musibet Bazen Nimetin Artmasıyla da Gelir

Bu ayette yokluktan sonra varlıkla, almakla değil, bol bol vermekle yapılan imtihanı görüyoruz. Bu imtihan şekli daha önce A’râf sûresi 94-96 ayetler de geçmiş orada “Yokluktan Sonra Varlıkla İmtihan”, “İman Edersem Dünyada İşlerim İyi Gider mi?” başlıkları altında bir değerlendirme yapmıştık. Burada onun devamı olarak küçük bir şey ilave edelim.

Bu ayetin mesajlarından öne çıkan şunlar:

Ayette anahtar kelimelerden biri “şımarmak”. Şımarmanın arkasında şu anlayış vardır: “Sahip olduğum şeyler (nimetler) benim, onlarla elde ettiğim başarılar da benim.”

Ayette geçen “ansızın yakaladık” ifadesi, insanlara aczini hatırlatan (musibet, hastalık, ölüm gibi) her şey olabilir.

45. Âyet: Kökünü Kesme ile Hamd (Övgü) Arasındaki İlişki Nedir?

Ayette kökünü kesme tabiri, suçluya cezasını verme üst başlığı altında yer alan bir cezanın metaforik anlatımıdır. İşin özü: Allah’ın zalimlerin (haksızlık yapanların) yaptıklarını yanına bırakmaması; dünyada hak ettikleri cezaları vermese bile ahirette mutlaka cezalandırmasıdır.

Bu cezalandırmaya Allah’ın dünya-ahiret dengesinde cezalandırma sistemi dersek, bu sistem mükemmeldir. Mükemmel olduğu için de ayet bu mükemmelliği fark edenlerin demesi gereken cümleyi söylüyor: “Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.”

46. Âyet: Alıcılar Almaz Olursa Ne Olur?

Bu ayet üzerinde tefekkür ettiğimizde, anlamı genişleterek üç farklı okumanın mümkün olduğunu görüyoruz.

Birinci okumada mesaj şu: Allah (cc) göz kulak, burun, dil, deri gibi aklın anlama araçları olan duyu organlarınızı doğuştan vermese ne olurdu? Verdikten sonra bunları çalışamaz hale getirse ne olurdu? Bunların yanında akla zarf olan kalbi de mühürlese ne yapardınız?

İkinci okumada mesaj şu: Bunların yanında doğuştan bazı organları verirken (karaciğer, böbrek, bağırsak) gibi bazılarını vermese veya eksik verseydi, sonra da “gerisini siz tamamlayın deseydi” ne olurdu?

Üçüncü okumada mesaj şu: Bedeninizin dışında dünya evinde (hava, su, güneş gibi) bazı nimetleri hiç vermese veya eksik verse ne olurdu?

Dördüncü okumada mesaj şu: Verdiği her nimeti kullanmayı namaz kılma şartına bağlasa; mesela namaz kılmayanın görme, duyma, tatma, koklama ve anlama yeteneği her gün belli bir oranda eksilse ne olurdu?

Evet, bu ayet “bir” ayet ama dünya büyüklüğünde bir anlama zarf oluyor. Kur’an bu manaların üzerinde tefekkür etmemizi istiyor.

47. Âyet: Allah Dileseydi Böyle de Yapabilirdi…

Önce şunu ifade edelim bu ayeti (yukarıda geçen 40, 41) “Dekorda Aklın ve Doğanın Görevi” başlığı altında yaptığımız açıklamalarla birlikte okuyabiliriz.

Öyle okuduğumuzda mesajlardan biri şu olur: Allah’ın dünyada tadımlık ceza vermede kullandığı musibetler ansızın gelse veya her gelen musibetin “dozu” bir öncekine göre artarak gelse, haliniz ne olur?”

Bu ayetin ikinci bölümünden şunu anlıyoruz: İmtihan dünyasında, Allah’ın (cc) azabı olarak ifade edilen musibetler genelde iki şekilde geliyor.

Birincisi sadece zulmeden kafirlere gelenler; bu musibetlerin örneklerini gönderilen peygamberlere zulmeden kavimlerin helakinde gördük. Bu musibetlerde Allah (cc) seçici davranıyor. Bir şekilde müminleri ayırıyor, zulmeden inkarcıları helak ediyor.

İkincisi mümin-kafir herkese geliyor; bu tür musibetlerin örneklerini geçmişten bugüne sürekli görüyoruz. Bir deprem olduğunda mümin de kafir de günahsız bebek de günahkar yetişkin de ölebiliyor.

46 ve 47. âyetle ilgili önemli bir not: Bu ayetler, Mekke’deki ilk muhataplar üzerinden bütün zamanlara şu mesajı veriyor: Allah dilese böyle de yapabilirdi; yani duyu organlarınızı mühürler, gönderdiği musibetlerle sadece kafirleri helak edebilirdi. Ama yapmıyor. Yapsaydı ne olacağı üzerinde düşünmenizi ve ibret almanızı istiyor.

48. 49. Âyet: “Her Anne-Baba da Müjdeleyici ve Uyarıcı Olarak Gönderilmiş Olabilir mi?”

Ayette ifade edildiği gibi Peygamberlerin müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderildiği bilinen bir şey. Burada asıl önemli olan onların misyonunun, onlara tabi olan bizlere yansıması. Başlıktaki soru bu yansımaya yönelik.

Bu sorunun cevabı “kesinlikle evet”. Neden bu kadar kesin konuşuyoruz, çünkü sadece dünyaya bakan yönüyle konuşursak, -çok sayıda istisnaları olsa bile- dünyadaki bütün anne-babalar çocuklarını iyi olan her şeye teşvik ederken, kötü olan her şeyden sakındırır. İyiye teşvik ve bunun sonuçlarından haber vermek müjdelemektir, kötüden sakındırmak ise uyarmaktır.

Bu şu demek: Her anne-baba müjdeleme ve uyarma işini zaten yapıyor. Burada dünya ve ahiret birlikte değerlendirilir, her anne-baba çocuklarını Allah’ın razı olduğu işlere yöneltir ve bunun güzel sonuçlarını müjdelerse, Allah’ın razı olmadığı işlerden de sakındırırsa Peygamber Efendimizin (sav) evrensel misyonunu -bizim elçinin elçisi olma1062 şeklinde ifade ettiğimiz görevi lokal olarak- kendi evinde uygulamış olur.

49. ayeti 48. Ayete verdiğimiz anlam üzerinden okursak ayetin mesajlarından biri de şu: “Uyarı ve müjde verme işini hatırlatan ayetleri yok sayanlar ve yalanlayanlar dünyada ve ahirette bunun sonuçlarını yaşayacaklar.”

50. Âyet: Ne Demediğinden Ne Dediğini Anlıyoruz

Bu ayette demedikleri üzerinden peygamberimizin dediklerine bakarsak, denilen şu: “Bazıları öyle olmasını istese de ben dilediği zaman mucize gösterebilen biri değilim. Benim olağanüstü hiçbir özelliğim yok. Ben de sizin gibi -doğan, büyüyen, acıkan, uyuyan, yorulan hastalanan ve bir gün her insan gibi vefat edecek olan- bir beşerim. Ben canım ne istiyorsa onu söyleyen veya insanlar benden ne duymak isteniyorsa onu duyuran biri de değilim. Ben bana vahyedileni duyurur ve ona uyarım.”

Peki biz Müslümanlar bugün bu ayetten ne anlamalıyız?

Anlayacağım şeye aşağıdaki başlık altında değinelim.

“Lideriniz Olarak Benden Olağan Üstü Özellikler Beklemeyin”

Günümüzde Müslümanlara liderlik, önderlik yapan, halk tarafından adına şeyh, molla, hoca, kanaat önderi denilen hiçbir kişi konum olarak Peygamberin üzerinde değildir. Peygamberin böyle konuştuğu bir yerde, hiç kimse o seviyenin üzerinde konuşamaz. Hiç kimse kendisinde olağanüstü özellikler olduğunu söyleyemez ve bunu ima da edemez.

O yüzden başlıkta tırnak içine aldığımız cümle, çok sayıda suiistimallerin olduğu günümüzde, (hacı, hoca, şeyh, mürşit, molla, kanaat önderi gibi) lider pozisyonundaki her insan tarafından söylenmesinde fayda olan bir sözdür.

Ayetin sonunda geçen “kör ile gören hiç, bir olur mu?” ifadesini “Düşünenle düşünmeyen, aklını kullananla kullanmayan bir olur mu?” şeklinde de anlayabiliriz. Çünkü göz aklın dış dünyayı anlama araçlarından biri. Ayetin sonunda gelen ve aklı hedef alan “Hiç düşünmez misiniz?” sorusu da bu tespiti teyit ediyor.

Önemli Bir Açıklama: Bu Tefsirin Özelliği

50. ayete getirdiğimiz yoruma dikkat çekmek istiyoruz. Bu yorum “Evrensel Kur’an Tefsiri” isimli çalışmamızın farkını çok net bir şekilde ortaya koyuyor. Geleneksel tefsirler bu ayetlerin ilk anlamı üzerine yoğunlaşırken biz o anlamları kabul ederken, onları zenginleştirme, onları günümüze getirip güncellemeye ve hayatın içinde ilgili oldukları her konu ile bağlantısını öne çıkarmaya çalışıyoruz

51. Âyet: Şirkten Tevhide Geçişte Şefaate Takılanlar

Bu ayeti iki cümle olarak değerlendirdiğimizde, birinci cümleyi okuyunca akla şu soru geliyor: Kur’an ile uyarılacak insanlar zaten Allah’a ve ahirete iman ediyor ve onun huzurunda toplanıp hesap vereceklerinden korkuyorlar. Bu durumda onları uyarmaya ne gerek var?

Bu sorunun geniş ve dar anlamda iki cevabı var;

Geniş anlamda cevabı şu: Müminler imanda; Allah’tan korkmada hangi mertebeye gelirse gelsin, manevi terakki ve tekamül yolculuğu sürekli devam ettiği için, Kur’an ile uyarı yaşam boyu devam eden bir süreçtir.

Dar anlamda cevabı gelince o cevabı ayetin ikinci cümlesini okuduğumuzda buluyoruz.

Şimdi o cevabı verelim. 7. asırda Mekke’de Kur’an’a muhatap olan insanları dörde ayırabiliriz.

1) Allah’a ve ahirete iman etmeyenler, bunlar çok az.

2) Allah’a iman edip ahirete iman etmeyenler, bunlar Allah’a eş ve ortak koşuyorlar. Bunlar birinciye göre çok fazla.

3) Allah’a ve ahirete iman eden ama O’na eş ve ortak koşan müşrikler. Bunlar müşrikler içinde sayıca en kalabalık grup.

4) Bir de Müslüman olmuş Allah’a ve ahirete iman ediyor ama şirkten tevhide geçerken, tam olarak arınamayanlar. Buna problem dersek, bu problem geçiş aşamasında olan bazı Müslümanlarda görülen bir sorun.

7. asırda Kur’an’ın muhataplarını bu şekilde tespit ettikten sonra akla gelen sorunun cevabı şu oluyor: Şirkten tevhide geçmekte zorlanan her insanı Kur’an ile; Kur’an’ın ortaya koyduğu doğru şefaat anlayışı ile uyarmak lazım. Nedir doğru şefaat anlayışı diye sorulursa, biz onun cevabını Tefsir Usulümüzde (15) Şefaat Yasasında verdik, ayrıca şefaat konusunda Kur’an’da en fazla öne çıkan ayetlerden biri olan Zümer sûresinin 44. Ayetinde “Şefaat Takımında Kaptan” başlığı altında yaptığımız değerlendirmelere bakılabilir.

51. Âyet Bugün Bize Ne Diyor?

“Kur’an Zumer sûresi 44. âyetinde “Kul li(A)llâhi-şşefâ’atucemî’ân/Deki Şefaatin tümü Allah’dır.” diyor. Biz bunun nasıl olduğunu ilgili yasada anlattık. Kur’an’ın böyle demesine rağmen, GÜNÜMÜZDE Allah’a ve ahirete iman eden, Allah’ın huzurunda toplanıp hesap verme korkusunu yaşadığını söyleyen insanlarda bir şekilde yanlış şefaat inancı devam ediyor. Bu gerçeği dikkate aldığımızda uyarma noktasında 51. âyet dün inmiş gibi tazeliğini koruyor.

52. Âyet: “Fakirleri Yanından Kov”

Şeytanla başlayan kibir/büyüklenme hastalığı bir devrin değil her devrin sorunu; bu hastalığa yakalanan insanlar ırk, statü, makam ve zenginlik olarak kendilerinden aşağıda gördükleri insanlarla birlikte bulunmak istemiyorlar.

Bu ayette bunun 7. asırda Mekke toplumundakini örneğini görüyoruz. Biz bu örneği daha önce Abese sûresinde (1-16 ayetler arasında) görmüş ve konuyu “Ticarette Zengin Fakir Ayrımı Tamam Fakat Hidâyette Olmaz”, “Hidâyete Davet Edilen Zenginler “Fakirlerin Olduğu Yere Gelmeyiz” Derlerse” başlıkları altında değerlendirmiştik. Bu değerlendirmelere Şu’arâ (105-122) ve Hud (27-30) sûrelerinde parantez içinde verdiğimiz ayetlerin tefsirinde kısa ilaveler yapmıştık.

52. ayeti öncesinde geçen benzeri ayetlerle birlikte okuduğumuzda, şunu anlıyoruz: Müşrikler bu konuda peygamberimize “yanında onlar varsa biz yokuz” şeklinde ciddi anlamda tepki veriyorlar. O tepkiler karşısında Kur’an net bir şekilde Peygamber Efendimizin şahsında bütün zamanlarda benzer bir durum yaşayacak olanları uyarıyor: “Sakın böyle bir şey yapmayın. Yoksa zalimlerden (haksızlık yapanlardan) olursunuz.” diyor.

Bu ayeti yine bu sûrede geçen “Hangi mucizeyi görseler, ahiretten dünyaya tekrar gönderilseler iman etmezler.” gibi ayetlerle birlikte okuduğumuzda “fakirleri kovarsan yanına geliriz” isteğinin de bir bahane olduğunu anlıyoruz.

Kur’an bu ifadeleri ayetleri arasına almakla bütün zamanlara arkasında kibir olan bir karakterin fotoğrafını vermenin yanında “sakın onlara benzer davranışlar sergilemeyin” mesajını da veriyor.

53. Âyet: Kibir Kokan Sözler

Müşriklerin kibirli, üstenci tavırlarını bu ayette de görüyoruz. Ayette geçen “Aramızdan Allah’ın (bula bula) kendilerine lütuf ve ihsanda bulunduğu kimseler de bunlar mı?” ifadesini Zuhruf sûresinin 31. ayetiyle birlikte okuyalım; “Bu Kur’an (gele gele Abdulmuttalip’in yetimine mi geldi. Taif ve Mekke gibi) iki şehirden (Velid bin Muğire gibi veya o çapta) büyük bir adama gönderilmesi gerekmez miydi?”

Böyle bir okuma yaptığımızda şunu anlıyoruz: Müşrikler (haşa) Allah’a iş öğretiyor, “Koskoca kainatın yaratıcısı olan Allah eğer şu Mekke’de birini muhatap alacaksa, birilerine lütuf ve ihsanda bulunacaksa o şu fakirler değil biz olmalıydık.” diyorlar.

Böyle demekle farkında olarak veya olmayarak üstünlük hastalığının zirvesinde olan şeytanın adımlarını takip ediyorlar.

54. Âyet: Önemli Bir Ayet

Bu ayetle ilgili değerlendirmeleri, bu ayette geçen ifadenin benzeri olan “O merhamet etmeyi kendine ilke edinmiştir” ifadesinin geçtiği 12. ayette yapmıştık. Oraya bakılmasını tavsiye ediyoruz.

55. Âyet: Bu ayetten şunu anlıyoruz: Ayetler üzerinden yapılan bütün açıklamaların özeti şu: İnsanlar hangi tercihlerin hangi sonuçlara sebep olduğunu bilsinler. Hangi yoldan gidilirse Allah’ın rızası kazanılır, hangi yoldan giderlerse kaybedebilir bunu öğrensinler ve “haberimiz olsaydı yapmazdık” şeklinde bir bahane getirmesinler.

56. Âyet: Özet…

Birçok ayet gibi bu ayette bize bu ayetlerin indiği ortam hakkında bilgi veriyor. Anlıyoruz ki müşrikler Peygamber Efendimize ve sahabilere baskı yapıyorlar. Peygamber Efendimiz de o günden bugüne, bugünden kıyamete kadar gelecek Müslümanlar adına baskı yapanlara verilecek cevabı özetliyor. Özet şu: “İsteklerinizi yerine getirir, size benzersem sizden olur ebedi hayatımı kaybederim.”

57. Âyet: Öne Çıkan Üç Nokta

Birinci Nokta: Apaçık Bir Delile Dayanmak

Daha önceki ayetlerde ifade ettik, bir Müslüman “ben iman ettim” dediğinde bu imanın arkasında; yaratılan, indirilen ayetler ve onu tebliğ eden peygamber gibi açık ve güçlü deliller vardır; kainatın Allah’tan başkası tarafından yaratılamayacağı, Kur’an’ın insan sözü olmasının imkansızlığı bu delillerin başında gelir.

İkinci Nokta: “Siz Onu Yalanladınız”

Bu ayette yalanlama bahanesi olarak “vaad edilen azabın çabucak gelmemesi” öne çıkıyor ama bu uydurulan bahanelerden sadece birisi, asıl gerçek müşriklerin Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğuna inanmamaları, onun “Muhammed tarafından uydurulduğunu iddia etmeleridir.”

Üçüncü Nokta: “Hükmetme Yetkisi Sadece Allah’a mı Ait, Benim de Yetkim Var mı?”

Üzerinde düşünmeden düz bir okuma yapanlar “Hüküm Allah’ındır” ayetini okuduğunda, zannediyorlar ki, Allah (cc) Kur’an’da her konu için hükümler yayınladı, onlara uymak gerekiyor.

Böyle bir şey imkânsız. Nedenine şu soru üzerinden gidelim: “Bir ülkede hüküm sayısı ne kadar?” diye bir soru sorduğumuzda, bunun tahmini cevabı şudur: Hüküm başlığı altında sayılan yasaları, kanunları, kanun hükmünde kararnameleri, tüzükleri, yönetmelikleri, genelgeleri, yönergeleri, kararları, kuralları dikkate aldığımızda sayı 100 binden fazladır. Bu 100 binin üzerine hemen her gün, onlarca farklı konuda hüküm veren mahkeme kararlarını, o kararların yanına evde anne-babaların verdikleri hüküm/kararları koyduğumuzda, hüküm sayısı milyonlara ulaşır.

Hüküm konusu üzerinde düşündüğümüzde karşımıza çıkan gerçek bu. İşte bu gerçek nedeniyle Kur’an bir hükümler listesi vermez.
Kur’an bu konuda iki şey verir:

Birincisi: Kur’an der ki: Allah’ın verdiği nimetleri kullanarak yaptığınız her işten sorumlusunuz. Hayatın içinde bunun istisnası yoktur. Yani Allah’ın verdiği aklı, mantığı kullanmadan verdiğimiz tek bir hüküm yoktur.

İkincisi: Allah der ki: adil olacaksınız. Adalet öyle bir hükümdür ki, dünyada hüküm sayısı 1 milyar da olsa bu hükmün dışında kalan tek bir hüküm yoktur. O yüzden “hüküm Allah’ındır” demek, Allah’ın vereceğimiz her kararda adil olma şartı koyduğu anlamına gelir.

Bunu bir teraziye benzetebiliriz. Teraziye “bir” şey de konsa “bin” şey de konsa, onların ağırlıkları ne olursa olsun sonuç değişmez; terazinin göstergesinde ne yazıyorsa hüküm odur.

Bu tespitten sonra başlıktaki soruya gelirsek: Evet, hüküm Allah’ındır. Sen de O’nun koyduğu ölçülere uyarak hüküm verebilirsin. Yani kayıtlı ve şartlı olarak yetkin var. Bu şu demek: Verdiğin her karardan sorumlusun; verdiğin her karar ahirette adalet terazisinde tartılacak. Çıkan sonuç senin ebedi geleceğini belirleyecek.

Bu “üçüncü nokta”da tamamlayıcı bilgi olarak yine bu sûrenin 152. ayetinde “Emrin Yerine Getirilmesinde Maksat-Şekil, Norm-Form Şartı” ve Şura sûresinde 13. ayetin tefsirinde “Şeriat Nedir?”, “Şeriat Zamana, Zemine Göre Değişir mi?” başlığı altında yaptığımız değerlendirmelere bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

58. Âyet: “Allah Acele Etmez”

Bu ayet imtihan dünyasında Allah’ın yasalarındaki işleyişi gösteriyor. Ayeti bu ayetlerin indiği ortam ile birlikte okursak, karşımızda iki grup var;

Bu ayet müminlerin bu duygularına işaret ederken aynı zamanda şu mesajı da veriyor: Allah Sabûr ve Halîm’dir. İnsanlar acele eder ama Allah acele etmez.

59. Âyet: “Gaybın anahtarları Allah katındadır”

Ayetin konusu gayb. Önceki ayette söz, müşriklerin vaad edilen kıyametin gelmesi konusunda acele etmesiyle gayba gelmişti. Bu ayet net bir şekilde şunu diyor: “Çabuk gelmesini istediğiniz kıyametin vaktini Allah’tan başkası bilemez.”

Ayrıca bu ayette “Yaprağın düşmesi, karanlıklar içindeki tohum gibidir.” detaylarına giriliyor. Bunların tamamının Allah tarafından bilineceği ifade ediliyor.

Bu ifadelere yüzeysel baktığımızda akıl bunları anlamakta zorlanıyor fakat üzerinde tefekkür ettiğimizde şunu anlıyoruz: Kainatta atomdan güneşe yaratılan her şey -henüz ortada yokken-, onların son halini bilen biri tarafından yaratılıyor. Son halini ve son hale giden sürecin ayrıntılarını bilemeyen, onların hiçbirini yaratamıyor.

Yaratılışın böyle bir özelliği olduğu için, hiç kimse yaratılanlar hakkında “Onları ben yarattım.” diyemiyor. Bunun yokluğu Allah’ın varlığına şahit oluyor.

Bu konu geniş bir konu. Biz bu konuyu,

Başlıkları altında geniş olarak işledik. O ayetlere bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

60-62. Âyet: Yasaları Koyan ve Yasalara Uyan

Bu ayetlerde net bir şekilde verilen mesaj şu: “Kainatta yaratılan her şey için geçerli olan yasaları koyan Allah’tır. Yaratılan her şeyin görevi o yasalara uymaktır. Bunun istisnası yoktur.”

Bu bağlamda 60. ayet üzerinde düşündüğümüzde şunu görüyoruz: Dünyanın güneş etrafında dönmesi bir yasa, bu yasaya bağlı olarak gecenin ve gündüzün olması bir yasa, bu yasaya bağlı olarak insanların dinlenmesi ve vücutlarındaki hücrelerin yenilenmesi için uyuması ve uyanması da bir yasa; bu yasalar şahittir ki: “Allah kullarının üstünde yegâne kudret ve tasarruf sahibidir.”

Yine bu yasalar şahittir ki: Dünyada gece-gündüz her gün dirilişin provasını yaptıran Allah, mahşer sabahında bütün insanları huzurunda toplamaya kadirdir.

“Hüküm Allah’ındır”

Bu sûrede bu ifade hem burada (62. ayet) hem de bu sûrenin 57. ayetinde geçti. 57. Ayette gerekli açıklamaları yaptık. Burada ona ilaveten şunu diyebiliriz.

“Hüküm Allah’ındır” demek en geniş manasıyla “Hakimiyet Allah’ındır; her varlık O’nun koyduğu yasalara uyar.” anlamına geliyor.

Ayetin dış ve iç bağlamına baktığımızda her varlık doğma, büyüme ölme ve Allah’ın huzuruna gelme gibi yasalara tabidir. Bunun istisnası yok.

63. 64. Bir Karakter Analizi

Bu konuya önceki ayetlerde işaret etmiştik.1064 Burada da benzer bir durum görüyoruz.

Ayette zamandan, mekandan ve şahıstan bağımsız bir dil kullanılarak insanın kaypak karakteri ortaya konuyor. Bu karaktere sahip insan bir sıkıntı yaşıyor, o sıkıntıdan kurtulmak için dua ediyor, Allah’ın yardımı geldiğinde de yardımın gelişinde aracı olan vasıtaları (yardımı onlardan bilerek) yardımı gönderen Allah’a ortak koşuyor.

Bu ayetlerde dolaylı olarak bütün zamanlara şu mesaj veriliyor: “Böyle bir karakterin sahibi olmayın.”

65. Âyet: Ayetteki İncelikler

Bu incelikleri aşağıdaki başlıklar altında değerlendirelim.

Vahiy Neden 23 yıl Boyunca İnsanla Birlikte Yürüdü?

Vahye “yetişkin” dersek insan “çocuk” oluyor; vahiy, çocuğun elinden tutuyor ve onunla çocukluktan yetişkinliğe giden süreçte birlikte yürüyor. Ayetin sonunda geçen şu ifade bu yürüyüşün sebebini açıklıyor: “…âyetleri nasıl çeşitli biçimlerde açıklıyoruz?”

Kur’an’ın 23 yıllık inişi bir meslek lisesindeki müfredata benziyor. Öğretmen (vahiy), eğitimin başında eğitimin tamamında verilecek bilgileri topluca vermiyor. O bilgileri zamana yayıyor, zaman içinde öğrencilere kazandırılmak istenen yeteneklerle birlikte eş zamanlı olarak veriyor. Kur’an’da da bunu görüyoruz. Tabir caizse vahyi gönderen Allah (cc), ilahi tenezzülatta bulunarak kelam sıfatıyla beşerin seviyesine iniyor ve 23 yıllık nüzul sürecinde onlara eşlik ediyor.

Bu süreçte onların karşılaştığı her hadise karşısında vahiy üzerinden söylem ve eylem dersi veriyor. Bu süreçte vahiy ete kemiğe bürünüyor siyer1065 olarak görünüyor. Vahye göre şekillenen siyer bizim için bir rol model oluyor. Bu sayede bizler, yüzlerce hadiseyi öğreniyor ve onlar üzerinden yüzlerce konuda fıkıh üretiyoruz.

Fıkıh Üretmek Nedir?

Fıkıh üretmek ifadesini, 65. ayetin mealinde bizim “anlasınlar” anlamı verdiğimiz “yefkahûne” kelimesinden çıkarıyoruz. Bu kelime ayetin içinde bize çok önemli mesajlar vermek için özellikle tercih edilmiş bir ifade. Fıkıh kelimesi en basit anlamıyla “Hazır bir bilgi ile gayb bilgiye ulaşmak” olarak tanımlanıyor. Bu tanıma göre, ayetler ve onların yaşandığı 23 yıllık süreç elimizdeki hazır bilgi/veri oluyor. Biz o hazır bilgiyi ölçü/kıstas yaparak yaşadığımız çağa taşıyor, o bilgiler üzerinden çağımızda önümüze yeni çıkan konuları anlamaya çalışıyoruz. Bu anlama çabasının adı fıkıh üretmek oluyor.

Önceki başlıkla birlikte konuyu toparlarsak, Allah’ın (cc) nüzul sürecinde konuları çeşitli biçimlerde açıklaması, 7. asrın içinde kelam sıfatıyla birlikte insanın seviyesine inmesi ve onun tekamül yolculuğundaki adımlarına eşlik etmesi, o günden bugüne, gelecekte karşımıza çıkan yüzlerce konuda Allah’ın razı olduğu söylem ve eylemi üretmede bize rehber oluyor.

Bu açıklamalardan sonra ayetin yorumuna devam edelim,

Tercihlerin Sonuçlarının Yaşanması Bir Yasadır

Ayet bize Allah’ın sınırsız kudretini örneklendiriyor: Bu örnek üzerinden Allah nelere, ne kadar kadir sorusunun cevabını veriyor.

Ayeti iki bölümde ela alırsak,

Birinci bölümde üst ve alt ifadeleri sembolik bir dil olarak öne çıkıyor ve bu dil bize şunu diyor: Allah’ın azabı alttan, üsten, önden arkadan her yönden farklı bir şekilde gelebilir. Kavimlerin helakine baktığınızda bu farklı şekillerin örneklerini görebilirsiniz.

İkinci bölümde tercihlerimizin sonuçları Allah’ın sosyal yasaları üzerinden örneklendiriliyor. Bu örnek bize birlik ve beraberliğin sağlanması için yapılması gerekenler yapılmadığında, bunların bozulması yönünde atılacak her türlü adımın sonuçlarını gösteriyor.

Bu ayet Allah’ın yasalarında ayrım olmadığını da gösteriyor ve bütün zamanlara şu mesajı veriyor: Kafir de olsa mümin de olsa fark etmez. Bir toplumun içindeki bireylerden, o toplumu bölecek, parçalayacak eylem ve söylemler sadır olduğunda, Allah’ın yasaları işler. Yanlış tercihlerinizin sonuçlarını bölünme parçalanma hatta bir birinizle savaşma olarak yaşarsınız. İşte Cemel, işte Sıffin; İşte İslam ve insanlık tarihi…

Özetlersek, bu sonuçları yaşamayasınız ve yaşananlardan ders alasınız diye Allah (cc) ayetlerini hayatın içinden farklı örneklerle açıklıyor.

66. Ayet: Ben de Diyebilir miyim? “Sizin Davranışınızdan Sorumlu Değilim?”

Kur’an, müminleri kardeş olarak tanımlar, onları ümmet olarak tanımlar, onları birbirinin velisi olarak tanımlar.1066 Bu tanımlar, bilinçli müminleri, bütün insanlarla aynı ataya mensup olma noktasında insanlıkta kardeş yaparken, aynı dine mensup olmakla dinde de kardeş yapar.

O yüzden, Kur’an’ı ve Peygamber’i doğru anlayan her bilinçli mümin üzerinde üç sorumluluk hisseder.

Birincisi, kendine karşı sorumluluk; bu sorumluluğun temelinde iyi bir insan, örnek bir Müslüman olmak vardır. Kendini Müslüman olarak tanımlayan hiçbir insan, “benim böyle bir sorumluluğum yok” diyemez.

İkincisi, müminlere karşı sorumluluk; bu sorumluluğun temelinde din vardır. Bilinçli bir mümin, en yakından (aile, akraba, arkadaş) en uzağa (millet, vatandaş) bütün mümin kardeşlerine karşı onların dertleriyle dertlenmekten sorumludur.

Üçüncüsü, bütün insanlara karşı sorumluluk; bu sorumluluğun temelinde hem din hem de insan olmak vardır. Bu sorumluluğun temelinde davet vardır; yani, inandığı değerler adına güzel örnek olma, o örneklik üzerinden insanların hidayetine vesile olma sorumluluğu bulunur.

Bu açıklamaları yaparken “bilinçli (şuurlu, farkındalık sahibi)” kaydını özellikle koyduk; bunun sebebi, günümüzde “ben müminim” diyen bazı insanların bu farkındalığa sahip olamayışı; onların bu farkındalığa sahip olmayışı, gerçeği değiştirmiyor. “Ben Müslümanım/müminim” demek, ağzından çıkan sözün ne anlama geldiğini bilen her insana bu üç sorumluluğu yüklüyor.

Bu tespitten sonra başlıktaki sorunun cevabına gelelim: “Evet, diyebiliriz” – ama bir şartla. Peygamber Efendimiz (sav) gibi, üzerimize düşeni yaptıktan, yani güzel örnek olma ve insanların hidayeti adına elinden geleni yaptıktan sonra bunu diyebiliriz.

Özetlersek, bilinçli bir Müslüman “Bana ne” demez, “Bana ne düşüyor?” der; elinden geleni yapar. Yaptıktan sonra da yine “bana ne” demez; dua ile o insanlar için iyilik diler…

67. Âyet: Kur’an “Yakında” Diyorsa, “Yakın” Ne Kadar Yakın?

Bu konuda öncelikle Kalem sûresinin 5. ayetinin tefsirinde “Kur’an “Yakında” Diyorsa Kastedilen Zaman Ne Kadar?” başlığı altında yaptığımız değerlendirmelere bakılmasını tavsiye ediyoruz.

Oraya bakıldığında şu görülecek, Kur’an’da “yakın” denildiğinde dünyaya bakan yönüyle 10-15 yıllık bir zaman dilimi kastedilir.

Ahirete bakan yönüyle zaman yoktur “an” vardır; biz insanlar “zaman”da yaşarız. Üzerimizden zaman geçer. Allah’ın noktayı nazarında her şey “an”dır; Her şey “an”da olup biter. O yüzden ahiret bize “an” kadar yakındır.

“An” konusu geniş ve derin bir konu; biz bu konu üzerinde dipnotta1067 işaret ettiğimiz sûrelerde geniş açıklamalar yaptık, o açıklamalara bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

68. Âyet: Etken misin, Edilgen misin?

Kur’an mümin kişinin yaşadığı toplumda edilgen; pasif olmasını istemiyor. Onun bulunduğu her yerde örnek duruşu ile etken; aktif olmasını istiyor.

Ama bazı müminler etken olurken, bazıları edilgen olabiliyor. O yüzden Allah’ın ayetleri hakkında ileri-geri (olumsuz) konuşmaların olduğu yerde Kur’an müminden şunu bekler;

Bu doğrunun da uygulamada bazı detayları var; onlara da kısaca değinelim.

Mümin bulunduğu ortamı bir tartışma ortamından daha çok, karşılıklı olarak bir saygı çerçevesinde konuşma ortamına dönüştürmeye çalışır.

Bunun için önce dikkatlice dinler. Varsa karşı tarafın doğruları onları takdir eder. Önce dinlemek ve doğruları takdir etmek, muhatabın kendisine ve fikirlerine değer vermenin ve bizim insan kalitemizin göstergesidir.

Ayrıca dinlemek “Az sonra ben de seni dinleyeceğim, bana benim sana davrandığım kalitede davran.” mesajını verir.

Bu konuda denilecek çok şey var; biz bu konuda daha önce Kalem sûresinde 2. ayetin tefsirinde “Kalkıp Uyarmak ve Uyarmamak Ne Anlama Gelir?”, “Peki “Kalk” Emriyle Kalktık, Ne Yapacağız?” başlıkları altında geniş açıklamalar yaptık. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

69. Âyet: Bu ayeti bu sûrenin 66. ayetinde yaptığımız değerlendirmelerle birlikte okuyabiliriz. Ayette takva sahipleri kaydının düşülmesi, bizim bu konuları anlatırken “bilinçli mümin” ifadesini kullanmamızın referansı oluyor.

70. Âyet: “Dünya Beni de Aldatmış Olabilir mi?”

Bu sorunun devamı şu: Ben de Dinimi Oyun ve Eğlence Edinmiş Olabilir miyim?”

Bu konuya daha önceki ayetlerde -farklı yönleriyle- değinmiştik,1068 şimdi burada ayete kendimizi muhatap yaparak okuyalım.

Burada kendimize soracağımız soru şu: “Din nasıl oyuncağa; bir eğlence aracına dönüşür?”

Kur’an bu soruya müşrikler üzerinden cevap veriyor. A’râf sûresi 51. ayetin tefsirinde ifade ettiğimiz gibi müşriklerin de bir dini vardı ama bu din tanınmaz hale gelmiş, tevhit noktasında etkisiz ve yetkisiz elamana dönüşmüştü.

Ortada bir din vardı, O dinin tanrısı vardı, o dinin ahireti vardı, o dinin ibadetleri de vardı ama o dinin = (eşittiri, çıktısı) olan fert ve toplum yoktu.

Kur’an’ın, müşrikler üzerinden bize tuttuğu aynaya bakarak başlıktaki sorunun cevabına gidersek, kendimize soracağımız sorular şunlar olur;

Bu sorulara vereceğin cevap üzerinden başlıktaki sorunun cevabını bulabilirsin.

Aşağıdaki başlıklarda ayetin devamını okuyalım,

Biz de Dünya Hayatının Aldattığı Kimseleri Bırakalım mı?

“Onlar İçin Ne Haliniz Varsa Görün Diyelim mi?

Bu konuda öncelikle Kamer sûresinin 6. ayetinin tefsirinde “İrşat ve Tebliğde İlgilenmeye Ara Vermek de Bir Yöntemdir” başlığı altında yazdıklarımızın okunmasında fayda gördüğümüzü ifade ederek konuya girelim.

Peygamber Efendimiz bu tür ayetlerin hiçbirini irşat ve tebliği tamamen bırakma ve hiç kimse ile ilgilenmeme şeklinde anlamamıştır. Mekke’deki muhataplarını 10 bin kişi olarak düşünürsek, bunun yanında hac aylarında Mekke çevresinden hac ve ticaret için Kâbe’ye gelen binlerce insanı da dikkate alır buna BÜTÜN dersek, Peygamber Efendimize “bırak” denilen kişiler hep bu bütün içinde az sayıda PARÇA (Ebu Cehil, Ebu Lehep, Velid bin Mugire, As bin Vail gibi inatçı kafirler) olmuştur.

Biz de böyle yapabiliriz, ticari dille söylersek, elimizdeki hidayet isimli manevi ürüne milyarların ihtiyacı var. Birkaç kişinin “almıyorum” demesi o işi bırakmanın gerekçesi olamaz.

Ürünü kendimiz kullanacak, onun bize verdiği faydayı güzel ahlak olarak davranışlarımıza yansıtacak, bulabildiğim her fırsatta irşat ve tebliğe devam edeceğim.

Ayetin devamında “fidye” verse bile kurtulamayacağından bahsediliyor. O bölüm için Mearic sûresinin 10-14. ayetlerinin tefsirinde “Mahkemede Rüşvet Verir Kurtarırız” başlığı altında yaptığımız değerlendirmelere bakılabilir.

71. Âyet: Bir Ateistten veya Deistten “Davet” Alırsam Cevabım Ne Olur?

Önce şunu ifade edelim, bu ayeti A’râf sûresinin 89. ayetiyle birlikte okuyabiliriz. Sonra da şu diyelim, bu ayeti bugün başlıktaki sorunun cevabı olarak okumak mümkün mü?

Evet, mümkün. Çünkü bu tefsir çalışmasının amacı bu; Kur’an’daki bütün ayetlerin günümüze hitap eden bir dille okunabileceğini göstermek. Haydi başlayalım.

Bu ayette Peygamber Efendimiz kendisini veya iman eden arkadaşlarını (Sahabileri) şirke davet eden müşriklere cevabı belli olan sorularla cevap veriyor.

Bu yöntemi bugün ateist ve deistlere de uygulayabiliriz. Bu uygulamada, içerikle alakalı önceki ayetlerde çok fazla bilgi verdiğimiz için burada sadece soruları soracağız.

Ateistlere sorulacak sorulardan bazıları şunlar olabilir,

Hem ateist hem de deistlere sorulacak sorulardan bazıları şunlar olabilir,

Özetlersek, ayet bize sorularınız silahınız olsun diyor.1069

72. Âyet: Kainatla Birlikte Yapılan İbadet: Namaz

Bu ayeti 71. ayetin sonunda gelen şu bölümle birlikte okumak gerekir. “Hiç şüphesiz asıl doğru yol Allah’ın yoludur. (Buna göre) Bize emredilen şudur: Âlemlerin Rabbine (kayıtsız şartsız) teslim olun!”

Öyle okuduğumuzda “Niçin namaz kılıyorsun?” sorusunun cevaplarından biri şu olur: “Ben de kainat gibi, kainatta yaratılan her şey gibi alemlerin Rabbine teslim oluyorum.”

Bu konuda Rum sûresinin 17,18. ayetlerinin tefsirinde “Namazın Kainatla Senkronize Edilmesi (Namaz Tesbih İlişkisi)” başlığı altında önemli açıklamalar yaptık, oraya bakılabilir.

Burada oranın devamı olarak şunları ilave edebiliriz. 72. ayette “Namazı dosdoğru kılın” ifadesinin bir manası da namazı kainatla birlikte kılın; teslimiyetiniz onların teslimiyeti gibi olsun.”

Nasıl kainatta insan dışında yaratılan bütün varlıklar “istediğini değil -tam bir teslimiyetle- istenileni yapıyorsa, namaz kılan her mümin, namazda istediğini değil, istenileni yapar. Buna “teslimiyetin zirve hali”, “duruş”, “kıvam” dersek, müminden istenen, beş vakitte yakaladığı bu kıvamı günün her vaktine taşıması, her vakit her hadise karşısında bu teslimiyet şuuruyla durmasıdır.

Dileğimiz her Müslümanın namazdaki bu potansiyeli fark etmesi, bu farkındalığı önce namazda yakalaması, sonra da hayatın her anına taşımasıdır.

Ayeti böyle anladığımızda ayetin devamındaki “Allah’a karşı gelmekten sakının” ifadesinin mesajı şu oluyor: “Bütün kainat Allah’a teslim olurken, O’nun emirlerine karşı gelmekten sakının…”

73. Âyet: Bu ayet burada bir bölümün sonu olarak geliyor. Ardından Hz. İbrahim kıssasıyla yeni bir bölüm başlıyor.

Bu ayette bizim “hak üzere” anlamı verdiğimiz “bilhakki” kelimesi Allah’ın her şeyi gayeli yaratmasına işaret ediyor. Bunun yanında ayette Allah’ın ol demesiyle her şeyin olmasından bahsediliyor. Biz bu konular hakkında önceki ayetlerde değerlendirme yapmıştık oraya bakılabilir.1070

74-90 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Ön Bilgi: Hz. İbrahim (as): Aile İçi İletişim

Hz. İbrahim ile ilgili olan kıssalar Â’lâ (18-19), Necm (36-37), Beled (1-3), Meryem (41-50) Şu’arâ (69-92), Hûd (69-77) ve Hicr (51-58) sûrelerinde parantez içinde verdiğimiz âyetlerde geçti.

Burada özellikle Meryem sûresinde Hz. İbrahim’in babası ile geçen diyalogunu ve o diyalogda dört defa arka arkaya “babacığım” dediğini hatırlamamız gerekiyor.

Burada geçen konu her ne kadar Kur’an’da sadece burada geçse de kıssa Meryem sûresinde olduğu gibi İbrahim’in babası ile olan konuşması ile başlıyor.

Bunun özelde Mekke’ye genelde bütün zamanlara mesajı var.

Mekke’ye mesajına baktığımızda Peygamber Efendimizden hidayet davetini alan birçok gencin evinde benzer bir diyalog yaşanıyor; gençler İbrahim, anne-babalar Azer oluyor. Kur’an bu ayetler üzerinden o gençlere şu mesajı veriyor: Anne-babalarınıza saygıda kusur etmeyin, inandığınız dinin sizi daha iyi bir insan yaptığını gösteren davranışlar sergileyin. Onlar tek taraflı olarak kapatmadığı müddetçe sizler iletişim yollarını açık tutmaya çalışın. Onlara yumuşak bir dille inandığınız dini anlatın.

Günümüze mesajına baktığımızda o mesajlara burada “Bana ne diyor?” formatında güncel bir dil kullanarak değineceğiz. Şu soruyla başlayalım

74. Âyet: İnanmayan Babama “Sapık” Diyebilir miyim?

Öncelikle, ayette geçen “dalâlinmubîn” ifadesinin Hz. İbrahim tarafından hangi anlamda kullanıldığını, babasının da bu ifadeyi nasıl anladığını ve bu ayetlerin indiği 7. asırda nasıl değerlendirildiğini anlamamız gerekiyor.

Yaptığımız ufak bir araştırma, şu önemli bilgiyi ortaya koyuyor: Bu ifade, bizim Türkçemizde olduğu gibi (cinsel konularda aşırılığı ifade eden) “sapık” anlamında kullanılmıyor.

“Dalâlinmubîn”, bir köye doğru giden kişinin, o köye giden doğru yoldan ayrılması ve yanlış yollara sapması anlamında kullanılıyor. Hem ayetlerin indiği dönemde hem de günümüz Arapçasında “dalâl” kelimesi, doğru yoldan ayrılma anlamında kullanılmıştır.

Cinsel konularda aşırılık anlamında ise genelde “fahşa” (çirkinlik, ahlaksızlık), “inhiraf cinsi” (cinsel sapkınlık) ve “inhiraf ahlakî” (ahlaki sapkınlık) ifadeleri kullanılmıştır ve kullanılmaktadır.

Bütün bunları dikkate aldığımızda, ayette “dalâlinmubîn geçiyor” diyerek günümüzde Müslüman olmayan birine (veya doğru yoldan ayrılmış birine) irşat ve tebliğ yaparken “sapık” demek, maksadın aksine hizmet eden ve acemilik göstergesi olan bir dil kullanmaktır. Bu tür bir dilden kaçınmak gerekir.

Özetlersek, din dilinde nezaket ve hikmet, daima öncelikli olmalıdır. Nitekim, Allah tarafından, Hz. Musa ve Hz. Harun'a Firavuna giderken "kavli leyyin" (yumuşak söz) kullanmaları, ayrıca, Nahl sûresinde her Müslümana "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağırması1071 emredilmiştir.

75. Âyet: Allah (cc) Hz. İbrahim’e Gösterdiğini Bize de Gösterdi mi?

Bu sorunun cevabı “evet” oluyor. Neden “evet” olduğunu anlatalım. Ayette “Biz, (İbrâhim’in) imanı tam manası ile pekişip sağlamlaşsın diye Allah’ın göklerde ve yerde tesis ettiği düzenin ne muhteşem bir düzen olduğunu da gösterdik.” ifadesi geçiyor.

Bu gösterilenlere Allah’ın varlığına ve birliğine ait deliller dersek, o deliller Hz. İbrahim gibi bütün peygamberlere de vahiy ile gösterildi. Peygamberler de bütün insanlara bu delilleri gösterdi. Göstermeyi bu şekilde anladığımızda Allah (cc) vahiy/Kur’an üzerinden bu delilleri “Bana/bize ve bütün insanlara gösterdi.” diyebiliriz.

Burada sorulması gereken sorulardan bazıları şunlar: Gösterileni herkes gördü mü? Gördü ise neden herkes iman etmedi?

Bu soruların cevabı için okumaya devam.

Kur’an’da Mülk-Melekut Farkı

Biz mealde izlediğimiz yöntem gereği, kaynak dilden (Arapça) hedef dile (Türkçe) çeviri yaparken hedef dilde ifadelerin nasıl anlaşıldığını dikkate alarak açık ve akıcı bir anlam vermeyi tercih ettik. O yüzden ayette geçen “melekut” kelimesini, lafzını değil geniş anlamını dikkate alarak mealimize yansıttık. Yukarıdaki sorulara cevap vermek için burada bu kavram üzerinde durmak istiyoruz.

Melekut ve mülk kelimeleri aynı kökten gelir. Kur’an varlığın madde tarafını mülk, mana tarafını ise melekut kelimesiyle anlatır. Bu anlamı dikkate aldığımızda bedenimiz mülk, ruhumuz melekut; dünyamız/kainat mülk, gayb âleminde olanlar melekuttur. Allah’ın kainatta (yerde ve göklerde) tesis ettiği muhteşem düzen mülk ve melekut birlikteliğinde olduğu için biz ayette melekut kelimesine “muhteşem düzen” manası verdik.

Gösterileni Herkes Gördü mü?

Evet, gösterileni herkes gördü. Gösterilen eşyanın (varlığın) çevremizde gördüğümüz ağaç, toprak, su, güneş gibi mülk tarafıydı. Dünya imtihan dünyası olduğu için melek, ahiret, cennet, cehennem gibi varlığın melekut tarafı gösterilmedi. Allah (cc), göze varlığın mülk tarafını görebilecek özellikleri verirken, akla da varlığın melekutunu görebilme özelliğini vermiştir.

Neden Herkes İman Etmedi?

Bu sorunun cevabı, aklını vahyin rehberliğinde kullanmayanlar iman etmedi şeklinde oluyor. Aklını vahyin rehberliğinde kullananlar kainatta şu gerçeği görüyorlar: Görünen (mülk) her şeyi anlamlı yapan onun görünmeyen (melekut) tarafıdır.

Örneğin, göz sayfada yazılı olan kelimeleri (mülk) görür. Kelimenin anlamını (melekut) ise akıl görür. Anlamı inkar ettiğimizde mana ile lafız arasındaki bağlantıyı kurmadığımızda, lafız anlamsız bir şey olur.

Bu örnekten yola çıkarak konuyu toplarsak, gül resmini gözü olan herkes görür, onun bir ressam tarafından yapıldığını aklı olan herkes bilir. Ama iş gülün canlı, etrafa koku veren haline geldiğinde, aklı olan herkesin bunun Allah tarafından yaratıldığını bilmesi beklenir…

Özetlersek, Allah (cc) göklerde ve yerde tesis ettiği muhteşem düzeni aklı ve gözü olan her insana gösterdi. Aklını vahyin rehberliğinde kullanmayanlar mülke takıldı. Yaratılana “ne güzel” dedi ve orada kaldı. Aklını vahyin rehberliğinde kullananlar mülkü aştı, melekuta ulaştı; maddeye mana penceresinden baktı ve “ne güzel” demek yerine, yaratıcı ile bağlantısını kurarak “ne güzel yaratılmış” dedi.

76-78. Âyet: Kainat Kitabından Uygulamalı Tevhid Dersi

75. ayette “Allah (cc) Hz. İbrahim’e göklerin ve yerin melukutunu gösterdik” diyor: Yani “Maddeye bakınca manayı, yaratılana bakınca yaratılanı, fiile bakınca failin kim olduğunu anlamayı öğrettik.” diyor.

Arkasından gelen 76. ayet şu sorunun cevabı oluyor: Hz. İbrahim öğrendiklerini nasıl uyguladı? Teoriyi nasıl pratiğe dönüştürdü? Soyutu nasıl somutlaştırdı?

Gelecek ayetlerde bu soruların cevabını bulacağız.

Hz. İbrahim’in Eğitim Metodu

Her peygamber aynı zamanda bir öğretmendir. Her öğretmen gibi, peygamberler de öğrencilerinin seviyelerini dikkate alarak ders vermeleriyle bilinirler. Bu ayetlerde de bunu görüyoruz. Hz. İbrahim, ayette verdiği örnekte “hâżârabbî”/“Rabbim budur” diyerek, kavminin anlayacağı seviyede bir örnek kullanmıştır.

Somut ve Soyutun Ayrımı

Bu durumu daha iyi anlatmak için şu örneği kullanabiliriz:

Maket Ev Örneği

Bir öğretmen, sınıfa bir maket ev getirir ve öğrencilere, "Bu ev benim evimdir," der. Sonra sorar: "Bu evin içinde ailece oturabilir misiniz? Bu evi sever ve gerçek ev değerinde bir fiyata satın almak ister misiniz?" Öğrenciler, "Hayır" der. Öğretmen, "Gördüğünüz gibi, bizim 'bu evdir' dememiz, onu gerçek ev yapmaz" diyerek gerçek ile benzeri/gölgesi arasındaki farkı açıklar.

Bu örnekte, eğitim merdiveni ile önce öğrencilerin seviyesine iniyor, sonra onları aynı merdivenle yukarı çıkarıyor. Hz. İbrahim de benzer şekilde yıldız, ay ve güneşi kullanarak kavmine tevhid dersleri vermiştir. Onların anlayacağı somut örneklerle başlamış ve ardından soyut tevhid kavramını öğretmiştir.

Metodun Basit Olması, Konuyu Basitleştir mi?

Hz. İbrahim'in yıldız, ay ve güneş üzerinden yaptığı basit kıyaslamalar, tevhid gibi derin bir konuyu herkesin anlayabileceği bir seviyeye indirerek, dinin sadece alim, hoca, felsefeci gibi özel kişilerin değil, temel konular noktasında tüm insanlar tarafından anlaşılabileceğini gösterir. Bu basit anlatım, konuyu basitleştirmekten ziyade, özünü ortaya çıkararak, şu evrensel mesajı verir: Yaratılandan yaratıcı olmaz, fani olandan baki bir ilah olmaz. O yüzden Allah’tan başka bir ilah olamaz.

Elbette, tevhid gibi derin bir konunun tüm yönleri bu kadar basit bir yöntemle açıklanamaz. Ancak bu metod, görsel ve somut bir anlatımla birlikte karşılaştırma yöntemi sayesinde hem akılda kalıcı hem de anlaşılır bir şekilde tevhid dersi veriyor.

Bu konuya farklı açılardan bakmaya devam edelim.

Örnekte Anahtar Kelime: “RABBİM”

Bu ayetlerin tefsirini yaparken anahtar kelimelerin başında Allah’ın “Rab” ismi geliyor. Bu ismi Türkçe anlamı ile verdiğimizde Hz. İbrahim yıldız, ay ve güneş için “Beni terbiye eden” anlamında “Rabbim budur” derken imkansızın mümkün olamayacağını kastediyor.

Güneşin “Rab” olabilmesi için hem kendini hem kendisinin de içinde bulunduğu kainatı ve Rabbi olduğu insanı terbiye edebilecek ilim, irade kudret ve daha bir çok özelliğe sahip olması gerekir.

Burada güneşin yerine, ay, yıldız ve geçmişte insanların ilahlık payesi verdiği ne kadar put/ilah/tanrı varsa onları koysak, onların hiçbiri “Ben sizin Rabbinizim (yani sizi yoktan yaratan; alt sınırdan üst sınıra kadar terbiye edenim) diyemez.

Hz. İbrahim’in (as) en basit seviyede vermiş olduğu tevhid dersi üzerine tefekkür ettiğimizde bu dersin ilkokul seviyesinden üniversite seviyesine kadar her insana hitap eden bir derinliğe sahip olduğunu fark ediyoruz.

Bu derinlik üzerinde biraz daha tefekküre devam edelim.

Hz. İbrahim “La İlahe İllallah” Dersi Veriyor

Hz. İbrahim (as), bu ayetler üzerinden verdiği tevhid dersinde, muhataplarını kelime-i tevhid ve kelime-i şehadete hazırlamaktadır. Bu sürecin nasıl işlediğine gelin, bir kurgu içinde bakalım.

Her insan dünyaya geldiğinde, “Beni ve bu kainatı yaratan, yaratılan her şeyi en ince ayrıntısına kadar terbiye eden ilah kimdir?” sorusunu bir şekilde sorar. Bu sorgulama, insanın hakikat arayışıdır. Ancak bu yolculukta, insanın karşısına kendilerine milyonlarca insanın taptığı sözde ilahlar çıkar.

Mesela güneş,1072 ay1073, inek,1074 lat, menat, uzza,1075 baal, isaf, naile, hubel, vedd, suva, yeğus, yeuk, nesr1076 daha bunun gibi yüzlercesi… insanlara "ilah" olarak sunulur.

Bu ilahlara tapanlar, hakikati arayan kişinin önüne bu varlıklardan birini koyar ve şöyle derler: “Biz buna ilah olarak tapıyoruz; sen de tapar mısın?”

İnsan bu soruya iki şekilde yanıt verebilir: Evet (NEAM) veya hayır (LA). İşte bilinçli bir şekilde “LÂİLÂHE İLLALLAH” demek, şu anlama gelir: "Ben yaratılanların, onlara ilah diye tapılan varlıkların tümünü inceledim. Hepsinin yaratılmış; fani ve ölümlü varlıklar olduğunu gördüm. Kendileri bile yaratılmış olan bu varlıkların, yaratılan şeylerden en küçük bir şeyi dahi yaratamayacağını anladım. Bu gerçeği kavradığım için önce ' LÂİLÂHE' diyerek bu sözde ilahları reddettim. Ardından, 'İLLALLAH' diyerek, sadece Allah’ı yegâne ilah olarak kabul ettim. Sonra bu hakikate şahitlik makamında 'Eşhedü' dedim; yani 'Ben şahidim ki, LÂİLÂHE İLLALLAH'"

Özetlersek, Hz. İbrahim’in yıldız, ay ve güneş gibi yaratılmış varlıklar üzerinden sunduğu tevhid dersi, her seviyeden insanın zihnine ve kalbine hitap eden bir derinlik ve zenginlik taşır. Onun bu basit ama etkili yöntemi, hakikatin en sade anlatımlarla bile evrensel bir boyuta ulaşabileceğini gösterir. Bu ders, insan fıtratına hitap eden bir rehberlik sunarak, her akıl ve ilim sahibini Allah’ın birliğine davet eder.

79. Âyet: “Bugün Ben de Hanif miyim?”

Yüzeysel bir Kur’an okuması yapıldığında, birinin hanif olması için çevrede putların ve müşriklerin olması gerektiği düşünülüyor. Böyle düşünüldüğü için de günümüzde tamamı Müslüman olan toplumlarda doğan müminler kendilerini ayrıca hanif Müslüman olarak tanımlamıyor.

Hanif Kavramının Anlamı ve Kur'an'da Kullanımı

Kur’an’da hanif kelimesi 12 ayette geçiyor. Bu ayetlerin 8’inde Hz. İbrahim’le bağlantılı geçerken, 10 ayette de şirk ortamı ile bağlantılı olarak geçiyor. 2 ayette ise din ile bağlantılı olarak kullanılıyor.1077 Ayetlerin Kur’an’daki dökümüne bakıldığında, hanif olmak için müşrik bir ortamın olması gerektiği düşünülebilir. O yüzden de günümüzde Müslüman bir ortamda doğan milyonlarca Müslüman için hanif tanımına gerek olmadığı şeklinde bir kanaat oluşabilir.

Acaba öyle mi? Biz öyle olmadığını düşünüyoruz. Bu düşüncemizi de dipnotta1078 işaret ettiğimiz ayetlerde “Şirk, bütün Müslümanlar için her zaman yakın bir tehdit ve tehlikedir” ifadesiyle özetledik. Şöyle garip bir soru sorulsa: Bir Müslüman, Müslümanım derken aynı zamanda ne olabilir? Taklidi imana sahip birçok Müslümanın farkında olmadan şirk olarak tanımlanacak eylem ve söylemleri olduğu görülecektir.

Peki bunun sebebi nedir? Bunun en önemli sebeplerinden biri şudur: Dünyada Allah tarafından gönderilen bütün nimetlerin vasıtalar/sebepler üzerinden insana gelmesi, bazı insanların da nimeti getiren vasıta olmazsa nimetin de olmayacağını düşünerek, getiren vasıtaları gönderen (Allah’a) ortak koşmasıdır.

Bir diğer sebep: İnanç dekoruna bakarsak, hiçbir insan doğuştan tahkiki imanla doğmaz. İnsan bebek ve çocukken her yaptığını taklit ederek yapar. Bu, dini konularda da böyledir. Bugün Müslümanım diyen her Müslümanın İslam dini ile tanışması taklit üzerinden olmuştur. Üzülerek ifade edelim ki, azımsanmayacak bir Müslüman, yaşı büyük olsa bile taklit seviyesinde kalmıştır.

Hanif Olmanın Günümüzdeki Önemi

Taklit seviyesinde bir Müslümanlık için her yerde ve her zaman şirk çok yakın bir tehdit ve tehlikedir. O yüzden günümüzde taklitten tahkike geçişin adı hanif Müslüman olmaktır. Bu açıklamalardan sonra başlıktaki soruya gelirsek, günümüzde bu durumu fark eden bilinçli Müslümanların kendilerini tanımlarken bir farkındalık meydana getirme adına yapmaları gereken şeylerden biri de “Ben hanif Müslümanım” demeleridir; yani imanımı, onun için yakın tehdit ve tehlike olan şirkten arındırdım (Elhamdülillah) demeleridir.

Özetlersek, yukarıdaki açıklamalar gösteriyor ki, Hz. İbrahim’in (as) yıldız, ay, güneş gibi yaratılan varlıklar üzerinden vermiş olduğu tevhid dersi, çağlar boyunca her insana hitap eden bir zenginliğe ve evrenselliğe sahiptir. Hanif olmak, bir devrin değil, her devrin ihtiyacıdır. Her Müslüman, hanif olmayı hedeflemeli ve şirkten uzak durmalıdır.

80-82. Âyet: Kur’an’a Göre, Tartışmak Caiz mi?

Bu sorunun cevabın geçmeden önce Kur’an’da tartışma için geçen geçen kelimelere bakalım. Bu konuda Kur’an’da dört kelime öne çıkıyor.

Kur’an’da bu dört kelimeden ikisi (mira, niza) olumsuz anlamda; birliği beraberliği bozan, şüpheleri arttıran, zararı faydasından çok olan tartışmalar için kullanılır.

Bu kısa açıklamadan sonra başlıktaki sorunun cevabına gelirsek, “Kur’an’ın bizzat kendisi bize tartışmayı emreder. Ama Kur’an’ın bu tartışmalarda en önemli şartı tartışmaların hikmetle, güzel öğütle ve en güzel yöntemle olmasıdır.1083

Şu soruyla devam edelim,

Dini Konularda Tartışabilir miyim?

Evet, tartışabilirsin ama bu Kur’an’ın ihtiyaç olduğunda öne çıkardığı bir yöntem. Her durumda tavsiye edilen bir yöntem değil. Bunu nereden anlıyoruz?

Kur’an’da bir başkasına İslam’ın mesajını ulaştırmada en fazla öne çıkan dil öğüt ve hatırlatma anlamına gelen “zikir” sonra uyarma anlamında “nezir” sonra mesajı ulaştırma anlamında “tebliğ” gelir.

Bunların toplamıyla tartışma anlamına gelen “hacce” ve “cidal” kelimelerini kıyaslarsak, tartışmanın öne çıkmadığını görürüz.

“Bunun üzerinden verilen mesaj nedir?” denirse, mesajlardan biri şu: Kur’an İslam dinini anlatırken öncelikli olarak öğüt, uyarı ve mesajı ileten bir dil kullanmamızı istiyor. Bu dilde baskı yok, zorlama yok, bu dilde muhataba mesajı en güzel şekilde ulaştırma, tercih özgürlüğüne saygı duymak vardır.

Peki Tartışmak Gerekirse Ne Yapmalı?

Öncelikle şunu ifade edelim: Hayatın içinde bazı durumlarda tartışma kaçınılmaz hale gelebiliyor ve tartışma denildiğinde insanlar farklı şeyler anlayabiliyorlar. Bu nedenle, Müslüman olarak tartışma adabımızın (kurallarımızın) olması ve bu adabı tartışmanın başında muhataba anlatmamız gerekiyor.

Tartışma Adabı

Tartışmanın her iki taraf açısından verimli geçmesi için şu kuralları baştan belirleyebiliriz:

“Sizden ricam, bu tartışmada ben size nasıl davranıyorsam, lütfen siz de bana öyle davranın. Ben sizi dinleyeceğim ve size asla saygısızlık etmeyeceğim.”

“Sizin şahsınızı veya fikirlerinizi küçümseyen, aşağılayan, alay eden bir dil kullanmayacağım. Fikirlerimi deliller üzerinden ifade edeceğim ve sizden de benzer bir yaklaşım bekleyeceğim.”

Tartışmada karşılıklı saygı esastır. Böyle bir adap belirlenmediğinde, taraflar muhatabı bir hasım, tartışma ortamını bir güreş minderi gibi görmeye başlar ve karşı tarafın şahsını ve fikirlerini üçüncü şahısların gözünde küçük düşürmek için her yolu mübah görebilirler.

Başkaları bu yolu kendilerine yakıştırabilir; ama bir Müslüman için bu yol, yol değildir. Bu yoldan elde edilen bir galibiyet de aslında nefsine mağlup olmanın başka bir şeklidir.

Dua ile Başlamak

Tartışmanın öncesinde Hz. Musa ve Harun (a.s.)'ın yaptığı dua yapılabilir.1084 O duaya şu ifadeler eklenebilir: “Rabbim, bu tartışmayı her iki taraf için hayırlı eyle. Bu tartışma vesilesiyle muhatabımın İslam hakkındaki eksik bilgilerini tamamlamayı, yanlış bilgilerini düzeltmeyi ve bu vesileyle hidayetine vesile olabilecek adımlar atmayı nasip eyle.”

Özetlersek, tartışma adabı dediğimiz kuralların referansı Nahl sûresi'nin 125. ayeti ve Taha sûresi'nin 44. ayetidir. Bu ayetlerde Allah’ın yoluna insanları hikmetle, güzel öğütle çağırmak, bu öğütlerde yumuşak dil kullanmak ve eğer bir tartışma olacaksa bunu en güzel şekilde yapmak Kur’an ve Sünnet ölçüleri olarak önümüze konuluyor.

83. Âyet: Hz. İbrahim’de Hangi Esma Baskındı, Ben de Hangisi Olmalı?

Bu başlığın altında âyette geçen “Hakîm ve Alîm Esması Bana ne diyor?” sorusunu da koyabiliriz. Başlıktaki soruya Kur’an bütünlüğünde baktığımızda Hz. İbrahim’de (arkasında Rahmân, Rahîm ve Rauf isimlerinin de olduğu) Halîm isminin baskın olduğunu görüyoruz. Ondan sonra hangi esma baskın dediğimizde, burada bu ayette öne çıkan Hakîm ve Alîm esmasını söyleyebiliriz.

Burada şunu da -özellikle- ifade edelim, bu isimler mutlaka her peygamberde farklı seviyelerde tecelli ediyordu. Burada Hz. İbrahim’i o peygamberlerin tamamını temsil eden bir makamda görebilir “Peygamberlerde Hakim ve Alim esması nasıl tecelli etmiş?” sorusuna Hz. İbrahim’in yaşadığı örneklerden cevap bulabiliriz.

Örnekler,

Kur’an bütünlüğünde Hz. İbrahim kıssasına baktığımızda, onun akıl yürüterek hakikate ulaşmaya çalışan, delilden sonuca gitme yöntemini kullanan ve kullanmayı öğreten ve olayları sorgulayan bir peygamber olduğunu söyleyebiliriz. Şimdi bu örneklere kısaca bakalım.

  1. Yıldız, Ay ve Güneşi İnceleyerek Sonuca Varması: Bu örneği bu sûrede (76-79 arası ayetlerde) gördük.

  2. Kalbinin Tatmin Olması İçin Delil İstemesi: Hz. İbrahim, Allah’tan, ölüleri nasıl dirilteceğini kendisine göstermesini ister. Bu olayda, Hz. İbrahim Allah’a inanmakta asla bir şüphe içinde değildir; ancak, “Kalbim mutmain olsun diye” diyerek delil istemesi, onun akla ve kesin bilgiye verdiği önemi gösterir.1085

  3. Putları Kırarak Kavmini Sorgulamaya Sevk Etmesi: Hz. İbrahim, halkının tapındığı putları sorgular ve bir gün tapınaktaki tüm putları kırarak baltayı en büyük putun boynuna asar. Kavmi bu durumu gördüğünde onu suçlar; Hz. İbrahim ise, “Belki de bunu büyükleri yapmıştır, ona sorun” der. Bu olayda, kavmini düşünmeye sevk ederek putların gerçek bir gücü olmadığını onlara göstermeye çalışır.1086

  4. Kendisinin de Putperest Bir Toplumda Büyümüş Olması ve Akıl Yürütmesi: Hz. İbrahim’in kavmi içinde büyüdüğü ve onların putlara tapma geleneğine sahip olduğu bilinir. Ancak o, “Siz neye tapıyorsunuz?” diyerek bu anlayışı baştan sorgular ve putperestliği eleştirir. Onun bu yaklaşımı, gelenekleri ve kör inançları sorgulayan rasyonel bir bakış açısına sahip olduğunu gösterir.1087

Özetlersek, Kur’an’daki bu örnekler, Hz. İbrahim’in inancını yalnızca taklitten ibaret görmediğini, aksine akıl yürüterek ve gözlem yaparak hakikati aradığını göstermektedir. Onun olaylarda, akıl ve inancı birleştirerek kavmini düşünmeye ve hakikate yönlendirmeye gayreti, İslam’da aklın ve sorgulamanın önemini gösteren önemli örneklerdendir.

“Hakîm ve Alîm Esması Bana ne diyor?”

Bu dört örnek üzerden Bana sana ve bütün Müslümanlara denilenleri özetlersek, şunları söylemek mümkün,

Hakîm ismi: Allah (cc) her şeyi hikmetli yaratmıştır. Biz insanların o hikmetleri bugün tam olarak anlayamaması, yarın da anlayamayacağı anlamına gelmiyor. Geçmişte; asırlar önce hikmeti anlaşılmayan nice şeyler var ki, bugün hikmetini anlıyor ve Allah’ın icraatları karşısında takdir ve hayranlık duyguları Subhanallah, Elhamdülillah ve Allahüekber diyoruz.

Alim ismi: Hikmetleri anlama yolunda en temel “azık” Alîm isminin tecellisi olan ilimdir/bilimdir. Hikmete misafirlere sunulan yemek dersek, ilim o yemeğin malzemesi olur. Malzeme ne kadar güzel olursa, yemek de o kadar güzel olur.

Özetlersek, her Müslüman okuyarak araştırarak ilim/bilgi sahibi olmalı, dua ve tefekkürle o ilimden hikmet üretme gayretini ortaya koymalıdır.

84-87. Âyet: En’âm sûresinde Öne Çıkan Özelliklerden Biri

Bu sûrenin şöyle bir özelliği var: Kur’an’ın en uzun sûrelerinden (165 ayet) biri olmasına rağmen, içinde (74-87) sadece bir kıssanın geçtiği sûre olarak dikkat çekiyor. Yani bu sûrede 74-87 ayetler arasında Hz. İbrahim’in kıssası geçiyor. Bunun yanında ikinci bir özelliği de bu kıssanın 84-87 ayetlerinde Hz. İbrahim’le birlikte 18 peygamber isminin arka arkaya sayılmasıdır; Hz. İbrahim’in hayatından bir kesit anlatılırken, diğerlerinin sadece isimleri geçiyor.

O zaman soralım neden?

Benzer bir durumun görüldüğü Sad sûresi'nin 45-48. ayetlerinin tefsirinde “Burada Beş Peygamberin İsminin Sayılması Ne Anlama Geliyor?” başlığı altında bu konuyu ele almıştık. Burada kısaca şunu ilave edelim: Kur’an’da vizyon (hedef) ve misyon (görev) yönüyle bütün peygamberler, sayıları “bin” de olsa “bir”dir. “Bir” anlatıldığında “bin”in hayatı özetlenmiş gibi olur.

Burada da öyle oluyor; Kur’an Hz. İbrahim’i anlatıyor, arkadan 17 peygamberin ismini sayarak bir mesaj veriyor. Bu mesajın, Hz. İbrahim kıssası ile benzer olan tarafını öne çıkaracağız: Hz. İbrahim gibi her peygamber hem indirilen ayetleri okur hem de onların işaret ettiği kainat kitabını okur. Her peygamber delilden sonuca gitme yönüyle kainat kitabını okumuş ve ümmetlerine anlatmıştır.

Özetlersek, En’âm sûresi'nin ayetlerinde yer alan Hz. İbrahim kıssası ile birlikte diğer peygamberlerin isimlerinin anılması, tevhid mücadelesinin evrenselliğini ve Allah’ın her dönemde, her topluma hidayet elçileri gönderdiğini vurgular.

Peygamber İsimleri Sayılırken “NEDEN” Kronoloji Gözetil-Mİ-yor?

Bu soru, cevabı herhangi bir kaynakta geçen ve “doğru cevap budur” şeklinde cevaplanabilecek sorulardan değil. Sorulduğunda Kur’an’da her şeyin bir hikmeti olduğu gerçeğinden yola çıkılarak, başına Allahü a’lem ifadesi konularak cevap verilebilecek sorulardan. Biz de öyle yapalım.

Allah (cc) burada peygamber isimlerini şu şekilde bir kronoloji gözeterek sayabilirdi: Hz. Nuh, İbrahim, Lut, İsmail, İshak, Yakup, Yusuf, Eyyüb, Musa, Harun, Davud, Süleyman, İlyas, Elyesa, Yunus, Zekeriyya, Yahya, İsa. Ama böyle saymıyor. Neden?

Allahü a’lem nedenlerden biri şu olabilir: Ayetlerdeki konulardan biri hidayet verme, mükafatlandırma ve üstün kılma şeklinde özetlenebilir.

Bu açıdan baktığımızda mesajlardan biri şu olabilir: Allah zaman ve mekana bakmaz, o zamanda yaşayan insanlara ve onların sıfatlarına bakar. Peygamberleri örnek alan, onların güzel sıfatlarını üzerlerine davranış elbisesi olarak giyen bütün inananlara, nerede ve hangi zamanda yaşarlarsa yaşasınlar, hidayet denen hediyesini verir, onları dünyada olmasa bile ahirette ödüllendirir, manevi olarak başkalarına üstün kılar.

Özetlersek, bu liste diyor ki: Zamana ve mekana bakmayın, ona takılmayın. Siz bir insan olarak kendinize ve yaşadığınız topluma kattığınız değere bakın. Çünkü Allah da ona bakacak.

Mekke Döneminde İnen Ayetlerde Hz. İsmail ve İshak Ayrıntısı

Buradaki ayetlere dikkatli bakıldığında şöyle bir soru akla gelebilir. Neden buradaki ayetlerde, babaları Hz. İbrahim olduğu halde İsmail ve İshak peygamberlerin isimleri aynı ayet içinde geçmiyor?

Bu durumun genelde Mekke’de inen sûrelerin tamamında geçerli olduğunu söyleyerek, bu sorunun yanına şu soruyu da koyabiliriz. Neden Medine tam tersi bir durum var? Yani Medine’de inen sûrelerde Neden genelde İsmail ve İshak peygamberler aynı ayetlerin içinde zikrediliyor.

Bu da cevabını Allahü a’lem diyerek vereceğimiz sorulardan.

Kur’an’ın muhatabı Mekke’de ümmi; Tevrat’tan ve İncil’den haberi olmayan müşrikler. Medine’de ise genelde Yahudiler.

Peygamberlerin atası olarak bilinen Hz. İbrahim’in (as) iki oğlu var; İsrailoğularına gönderilen bütün peygamberler Hz. İshak’ın oğlu olan Hz. Yakub’un soyundan geliyorlar. Hz. İsmail’in soyundan ise sadece Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa geliyor.

Kur’an Medine’deki ayetlerinde, Hz. İsmail’in ismini Hz. İbrahim, İsmail, İshak, Yakup zinciri içinde bir halka olarak kullanırken, Mekke’de inen ayetlerde Hz. İsmail’i bilinçli olarak bu halkadan ayırıyor ve bunun üzerinden Mekke ve Medine’deki muhataplara şu mesajı veriyor:

Ey Mekke Müşrikleri! Hz. Muhammed atamız dediğiniz Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’in soyundan gelen bir peygamberdir. Yani o kendilerine gelen kitapları tahrif eden, o kitapları getiren peygamberlerden bazılarını öldüren, kendilerini üstün gören İsrailoğularının soyundan değildir. O Allah tarafından seçilen son ve Evrensel elçidir.

Ey Medine Yahudileri! Hz. Muhammed atamız dediğiniz Hz. İbrahim’in soyundan gelen bir peygamberdir. O soydan gelen İsmail, İshak ve Yakup gibi tüm peygamberleri peygamber yapan hangi özellikler varsa, onların daha fazlası Hz. Muhammed’de de vardır. Size yakışan onları Allah’ın peygamberi olarak kabul ederken, onları gönderen Allah tarafından gönderilen son ve evrensel peygamberin risaletine iman etmek ve ona tabi olmaktır.

Özetlersek, burada yaptığımız değerlendirmeler Kur’an’da bir şey varsa, mutlaka hikmeti vardır gerçeğinden yola çıkarak yapılan ve mutlak doğruluk iddiası olmayan yorumlardır. Bu konuda araştırma yapanların daha isabetli yorumlar yapması her zaman için mümkündür.

88-90. Âyet: Özgün ve Orijinal Mesajlar

Allah tarafından insanlara ne kadar peygamber gönderildi tam olarak bilemiyoruz. Ama şunu biliyoruz: İhtiyaç ne kadarsa o kadar gönderildi. Buna zayıf rivayetlerden yola çıkarak 124 bin dersek, yukarıdaki ayetlerde sayılan 18 peygamber onların tamamını temsil ediyor ve tamamı üzerinden ortak mesajlar veriyor. Şimdi bu mesajlardan bazılarına –“Bana Ne Diyor?” formatında– bakalım.

Dünyanın En Doğru Yolundasın

88. ayette bu ifade geçiyor: “İşte bu (yol) Allah’ın gösterdiği yoldur.” Şu an "Ben Müslümanım, ben müminim" diyen her insan Allah’ın gösterdiği bu yolda yürüyor. Peki Allah nasıl gösteriyor? Şahitler üzerinden; daha önce ifade ettiğimiz gibi, yaratılan her şey, indirilen ve gönderilen her vahiy Allah’ın varlığına ve O’nun insanlığa gösterdiği yolun doğruluğuna şahit oluyor. Bu durumda bize düşen nedir? Sayısız tanığın doğruluğuna şahit olduğu bu yolda, her haliyle yolun doğruluğuna şahit olan bir şahit gibi yürümek olmalı.

Ayrıcalık Yok Peygamber Bile Olsan…

88. ayette bu ifade geçiyor: “Eğer onlar da Allah’a ortak koşsalardı, bütün yaptıkları boşa giderdi.”
Bu ayetin mesajı gayet net: Kişinin makamı ne olursa olsun, Allah’ın dininde hatada, günahta, yanlışta hiç kimsenin ayrıcalığı yoktur. Yapan hem kendine hem de temsil ettiği makama en büyük kötülüğü yapar.

“Kitap, Hikmet ve Sorumluluk Sana da Verildi”

89. ayette bu ifade geçiyor: “İşte onlar kendilerine kitap, hikmet ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir.”

Son peygamberden sonra peygamberlik bitmiştir. Ama peygambere yani Allah’ın elçisine gelen vahyi, muhtaç gönüllere taşıma görevi bitmemiştir. Biz buna “elçisinin elçisi” olmak diyoruz.1088 Ayette geçen “peygamberlik”i böyle anlarsak, ayeti şöyle okuyabiliriz: “İşte her Müslüman kendisine kitap, hikmet ve Allah’ın elçisine elçi olma görevi verilen kimsedir.”

Kitaptan kasıt Kur’an’dır. Kime Kur’an verilmişse, yani kim "Ben Müslümanım" diyerek Kur’an’a talebe olma şerefine ermişse, ona aynı zamanda hikmet de verilmiştir. “Kime hikmet verilmişse ona hayr-ı kesir verilmiştir.”1089

Bu ayet bize şunu diyor: Hz. Muhammed’e verilen Kur’an, ona ümmet olmak ile sana da verilmiş oluyor. Ona ümmet olmak dünyanın en değerli ve şerefli işidir. Ama bu işin değeri kadar sorumluluğu da var. Bu sorumluluğu ne kadar üzerinde hissedersen o kadar güzel örnek olursun, ne kadar güzel örnek olursan etrafına o kadar fayda verirsin, etrafına ne kadar çok fayda verirsen Allah katında o nispette değerli bir insan olursun.

Hiç Kimse Vazgeçilmez Değildir

89. ayette bu ifade geçiyor: “Eğer onlar bu hakikatleri inkâr ederlerse Biz bunları inkâr etmeyen başka bir topluluğa emanet ederiz.”

88. ayette “Ayrıcalık Yok Peygamber Bile Olsan…” mesajı öne çıkmıştı. Bu ayette de “Her kim olursan ol, vazgeçilmez değilsin” mesajı öne çıkıyor.

Ayette geçen “emanet” kelimesine yoğunlaşırsak, Allah’ın (cc) emanetlerle ilgili iki yasası var:

Burada düşündürücü ve düşündükçe akla, kalbe manevi acı veren durum şu: Bugün, kendini Müslüman olarak tanımladığı halde, temsil görevini yerine getirmeyen birey, toplum ve ülkelerden Allah bu emaneti almış, onların da bundan haberi yok olabilir mi?...

Başkalarına Rol Model Olacak Bir Hayatın Olsun

90. ayette bu ifade geçiyor: “İşte o peygamberler, Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir.” Ayette geçen bu ifadeyi 89. ayette geçen “Kitap, Hikmet ve Sorumluluk Sana da Verildi” başlığıyla birlikte okursak, 90. ayette geçen ifadeyi şöyle okuyabiliriz: “Elçiye elçi olup, ona verilen tebliğ ve temsil görevinin sorumluluğunu omuzlarında hisseden Müslümanlar, işte onlar Allah’ın kendilerine hidayet ettiği, doğru yolda yürüme, doğru yolda başkalarına doğru örnek olma değeri ve şerefi verdiği kimselerdir.”

Karşılık Bekleme

90. ayette bu ifade geçiyor: “De ki: Bu tebliğ karşılığında sizden ücret istemiyorum.” Bu ayeti elçisinin elçisi olma sorumluluğunda okuyanlar “Sen de istemeyeceksin” şeklinde anlarlar ve bunu sadece maddi ücret olarak değil manevi ücret olarak da anlar; makam ve konumlarını kullanarak herhangi bir fayda elde etmeyi düşünmedikleri gibi, onlar nedeniyle gelen her türlü övgüden de “Bu övgülerin gerçek muhatabı bana bu imkânları veren Rabbim” diyerek rahatsız olurlar.

Böyle davranmak zordur ama ideal olan da budur.

En Güzel Öğüt Verenlerden Ol

90. ayette bu ifade geçiyor: “Bu (Kur’an) cümle âlem için bir öğüttür.” Böyle bir kitaba “Kur’an talebesi” ünvanı ile talebe olmak şu anlama gelir: Ben dünyanın en güzel öğüdünü aldım. Bu öğüdü aldığımda şunu anladım: Bu öğüdü anlamanın zekâtı, yaşamakla; güzel örnek olmakla öğüdü en güzel şekilde verenlerden biri olmakla veriliyor.

Rabbim, öyle olmayı “Ben Müslümanım” diyen bütün müminlere nasip eylesin.

Not: “Bir” kere daha ifade edelim, o “bin” kere anlaşılsın; Kur’an’ın her ayeti “Kur’an Bana Ne Diyor?” formatında okunabilir. Kur’an baştan sona “Bana Ne Diyor?” formatında okunsun diye indirilen bir kitaptır.

Bizim de bu tefsirle en büyük amacımız Kur’an’ın bu özelliğini gösterebilmek. Duamız, bu konuda olabildiği kadar muvaffak olmak.

91-108 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

91-108 Âyet: Her Şey Tevhid Etrafında Dönüyor

Tevhid Kâbe olsa, inanç dekoruna ne var onun etrafında döndüğü görülecek, tevhid kıble olsa o dekordaki her şeyin ona yöneldiği görülecek. Tevhidin bu özelliği onu dinin merkezine koyduğu gibi Kur’an’ın ve Kur’an’daki her büyük sûrenin de merkezine koyuyor.

En’âm sûresinin genelinde bu özelliği gördüğümüz gibi bu bölümdeki ayetlerde (91-108) bunun daha da yoğunlaştığını görüyoruz.

Bu yoğunluğu bölümün 102. ayeti şu ifadelerle özetliyor: “(Ey insanlar!) İşte Rabbiniz olan Allah budur: O’ndan başka ilah yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır, öyleyse O’na kulluk edin. O, her şeyi görüp gözeten (ve yöneten) Vekîl’dir.”

Şimdi bu ayetleri tevhit vurgusunu öne çıkarak, “Bana Ne Diyor?” formatı üzerinden okuyalım.

91-94. Âyet: Önce Bir Ortam Okuması

Kur'an, 7. asırda Mekke'ye inen ve 23 yıllık tarihsel arka planı olan bir kitaptır. Ondaki bazı konuların daha iyi anlaşılması ve günümüze daha isabetli bir şekilde taşınması adına, önceki ayetlerde yaptığımız gibi burada da bir ortam okuması yapmak gerekiyor.

Kur'an ayetleri Mekke'ye inmeye başlayalı dokuz yıl olmuş; bu dokuz yıl boyunca müşriklerin Müslümanlara yönelik caydırma, karalama, baskı yapma politikaları artarak devam etmiş.

Bu karalama kampanyalarında odak noktalardan biri de Peygamber Efendimiz (sav) olmuş. Burada bir kurgu yaparsak, o güne kadar çıkan bütün müşrik gazetelerinde ve televizyonlarında verilen haberlerin özeti "Allah Muhammed’e bir şey indirmedi, o adına Kur’an ayetleri dediği şeyleri kendisi uydurdu." şeklindedir.

Bunun yanında, 93. ayette ifade edildiği gibi "Ona indiriliyorsa bana da indiriliyor." diyenler vardı.1090

Mekke'de bunlar rutin, değişmeyen gündem olarak devam ederken Kur'an, şehirlerin anası anlamına gelen "Ümmü'l-Kurâ" ifadesiyle Mekke'yi öne çıkarıyor. O gün için Mekke'ye bu sıfatın verilmesinin en önemli sebebi, o dönemde bölgede Mekke'nin Arap yarımadasında hem dini hem de siyasi ve ekonomik bir başkent olarak bilinmesidir.

Bu bağlamda, dışarıdan farklı inançlarda çok sayıda insan gelip-gidiyor. Yine bir kurgu içinde anlatırsak, bu ayetin indiği günlerde Mekke'ye Medineli Yahudi tüccarlar geliyor. Geliş niyetleri her ne kadar ticaret gibi görünse de Mekke'den uzun zamandır aldıkları "Ahir zaman peygamberi geldi" haberini yerinde duyup, teyit etmek.

Bunu yaparken, Mekkeli müşriklerin karalama kampanyalarına destek verme adına, 91. ayette geçen "Allah hiç kimseye, hiçbir şey indirmedi." ifadesini söylüyorlar. Bu genellemeyi yaparken kendilerine indirilen Tevrat'ı unutuyorlar.

Onların unuttuğu bu gerçek yine 91. ayette geçen "Madem öyle, o halde Tevrat’ı kim indirdi?" sorusu ile kendilerine hatırlatılırken, aynı ayetin devamında Peygamber Efendimizden onların vermesi gereken cevabı "Allah'tır" diyerek seslendirmesi isteniyor.

Verilen bu cevapla yaptıkları kara propaganda tabiri caizse ellerinde patlıyor. Bu konuşmalar olurken, Yahudi alimlerin halktan sakladıkları bir gerçeği de orada bizzat duyuyorlar ve istemeden de olsa başkalarının da duymasına vesile oluyorlar. O gerçek, 91. ayette şu şekilde ifade ediliyor: "Mûsâ’nın insanlara yol gösterici bir ışık olarak getirdiği; sizin de yazılı kâğıtlar haline getirip bir kısmını açıklayıp ama çoğunu da (işinize gelmediği için) gizlediğiniz…"

Saklanan gerçeğin Hz. Muhammed (sav) tarafından yüzlerine söylenmesi, orada bulunan Yahudilerin ve olaya tanık olan diğer kişilerin aklına şu soruları getiriyor: "Muhammed saklanan bu gerçeği nereden biliyor? Acaba gerçekten Allah’ın peygamberi mi? Allah bildirmezse böyle bir şeyi bilebilir mi?"

Yahudilerin ve müşriklerin birlikte Müslümanların aleyhine çevirmek istedikleri hava Müslümanların lehine dönüyor ve böyle bir ortamda 92. ayet iniyor.

Özetlersek, bu ayetlerin indiği ortamda Kur'an’ın, kaynağı gösterilerek diğer kutsal kitaplar gibi Allah tarafından indirildiğinin altı çizilerek bir kere daha tevhide; Allah’tan başkası tarafından gönderilemeyeceğine vurgu yapılıyor.

Bir Kere Daha Vizyon ve Misyon Güncelleniyor

Kur'an’da yer yer Peygamber Efendimizin evrensel bir peygamber olduğunu duyuran ayetler var. Onlardan ikisini A’râf sûresinin 158. ve Furkan sûresinin 1. ayetlerinde görmüştük. Burada, 92. ayette bir kere daha görüyoruz.1091

Bu ayetlerin tamamında, Mekke’nin ilk Müslümanlarına vizyon ve misyon dersi veriliyor.

Vizyon olarak önlerine bir hedef konuluyor. O hedef üzerinden şu mesaj veriliyor: Size verilen bu mesaj yerel değil, evrensel. Size gelen kitap, başkalarının onayına muhtaç olan bir kitap değil; başka kitapların içindeki bilgiler için onay makamında olan bir kitap. Bugün Mekke’de müşrikler bu mesajın kıymetini bilmeseler bile yarın bu mesaj Mekke çevresinde milyonlara ulaşacak. O yüzden sayınıza, gücünüze ve imkânlarınıza bakarak kendinizi asla küçük görmeyin; bu işin Mekke ile sınırlı, küçük bir iş olduğunu da asla düşünmeyin. Bu hedefe giden yolda aşkınızı, şevkinizi sakın kaybetmeyin.

Misyon olarak da bu ayetler üzerinden görevin incelikleri öğretiliyor. İncelik adına 92. ayette şunları görüyoruz: Ayet, bir misyon eğitimi verme adına şunu diyor: Muhataplarınıza siyah-beyaz; mutlak iyi, mutlak kötü olarak bakmayın, onların içinde ortak paydanız olan insanları bulmaya çalışın; şirkten arınmış bir şekilde Allah’a imanın yanında ahirete iman ortak paydadır. Yaptıkları ibadetler her ne kadar şekil olarak sizin ibadetlerinize benzemese bile Allah için yapılıyorsa, Allah’a yönelerek yapılıyorsa bu da başka bir ortak noktadır. Adalet, merhamet, yardımlaşma gibi evrensel değerler üzerinden de bu ortak noktaları çoğaltabilirsiniz.

Tabii burada şunu da ifade edelim: Bu ve benzeri ayetlerin tamamı bir strateji ortaya koyuyor. Bu strateji değişen durumlara göre değişebiliyor. Bu ve benzeri stratejiler, barış ortamı için geçerlidir; karşı taraf düşmanlık yaptığında, savaştan başka seçenek bırakmadığında, Medine döneminde olduğu gibi farklı stratejiler gündeme gelebilir.

Özetlersek, buradaki üç ayet için bir ortam okuması ve o okuma üzerinden bir değerlendirme yaptık. Şimdi ayetlerde öne çıkan birkaç noktaya bakalım.

Günümüzde Şehirlerin Anası Neresi?

7. asrın Arap yarımadasında genelde ülke yoktu, ufak şehir devletleri vardı. Onlar içinde en eskisi; ekonomisiyle, dini ve siyasi yönüyle en güçlüsü ve en etkilisi Mekke idi.

Mekke’yi “şehirlerin anası” yapan, Mekke’deki yönetimin bu potansiyeli kullanması ve Mekke çevresindeki şehirleri “domine” etmesi, yani etkilemesiydi. Bu etkinin bir sonucu olarak, Mekke çevresinde yaşayan hemen herkes dini ve ekonomik nedenlerle Mekke’ye yılda birkaç defa gidiyor, o yüzden de Mekke yönetimi ile iyi geçinmeleri gerektiğini biliyorlardı. Bu durum, Mekke halkına saygınlık kazandırıyor; günümüz diliyle söylersek, Mekke ülkesinin pasaportunu taşıyan her Mekkeli dilediği ülkeye vizesiz seyahat yapabiliyordu.

Mekke’nin bu özelliklerini günümüze alıp gelirsek, günümüzde şehirlerin anası ve ülkelerin anası sıfatı verilebilecek şehir ve ülkeler sayabiliriz. Ama olaya Kur’an ve onun tarafından şekillenen İslam açısından bakarsak, günümüzde şehirlerin, ülkelerin anası olacak bir ülkenin en baskın özelliği; ekonominin, ticaretin, teknolojinin, siyasetin ve ordunun yanında ahlak, adalet ve yargı olacaktır. Ahlak, adalet ve yargı yoksa, “şehirlerin anası” olduğu iddia edilen ülkeler, çıkarları için zulmün ve savaşların babası olabiliyor. Demokrasi ve insan hakları gibi söylemleri, kötü niyetlere maske yaparak, gözlerine kestirdikleri ülkelerin yeraltı ve yerüstü zenginliklerine el koymak için kullanabiliyorlar.

Konuya bu açıdan bakarsak, Kur’an’ın bahsettiği “şehirlerin anası” ifadesi, yalnızca bir coğrafi gücü değil, manevi bir liderliği ve insanlığa yol gösterme özelliğini de ifade eder. İnsanlığın ortak faydalarını koruyan, barışı ve adaleti yücelten bir şehir ya da ülke, Kur’an’ın mesajıyla şekillenen gerçek “şehirlerin anası” olmaya adaydır.

Özetlersek, Her Müslümanın 21. asırda bulunduğu şehirde ve ülkede bir birey olarak kendine soracağı sorular şunlar: Şehirlerin anası olacak bir ülkenin vatandaşı olabilecek özelliklere sahip miyim? Bu özelliklere sahip çocuklar yetiştirebiliyor muyum? Ülkemin bu özelliklere sahip bir ülke olması için bana düşenleri yapıyor muyum?...

Bu açıklamalardan sonra bu ayetleri okurken akla gelebilecek bazı soruların cevaplarıyla devam edelim.

Allah'ı Gereği Gibi Tanıyabilir miyim?

Ayette “gereği gibi tanıyamadılar” manası verdiğimiz “k-d-r” kelimesi, ölçü anlamına gelen kader kelimesiyle aynı kökten geliyor. Bu kelime böyle olunca, başlıktaki soru akla geliyor.

Bu soruya Allah’ın (cc) bütün özellik ve güzelliklerini dikkate alarak cevap verirsek, cevap “hayır” olur. Çünkü biz, her türlü özelliği ile sınırsız olan Allah’ı, O’nun bizim sınırlı dünyamıza yapmış olduğu sınırlı tecellileri üzerinden tanıyoruz. O tanımayı da hakkıyla yapmak için kainat çapında bir bilgi, bakış, görüş, kavrayış ve anlayış gerekiyor.

Bu açıklamadan sonra, Allah’ı hakkıyla tanıma konusunda karşımıza üç alan çıkıyor:

91. ayette kastedilen “üçüncü alan”dır. Bu alanda müşriklerin dile getirdiği iddia şu: “Allah hiç kimseye vahiy indirmedi.” Yani Allah ne kitap gönderdi ne de vahiy.

İşte bu alan, Allah’ı gereği gibi tanımanın mümkün olduğu bir alandır. O yüzden Kur’an, “gereği gibi tanıyamadılar” diyor.

“Melekler Benim Canımı Nasıl Alacaklar?”

Kur’an’da meleklerin insanın canını almasını anlatan sahneleri farklı ayetlerde görüyoruz.1092İniş sırasına göre yapılan bir okumada bu konuda ilk ayet burada (En'am sûresi 93. Ayette) karşımıza çıkıyor. O yüzden başlıktaki sorunun cevabına yönelik güncel bir değerlendirme yapacağız.

Dipnottaki ayetlere bakarak bu konuda genel bir değerlendirme yaptığımızda ayetlerin özetinde şu noktalar öne çıkıyor:

Bunların yanında meleklerin canlarını aldıkları kişilerle yaptıkları konuşmalar da ilgili ayetlerde akla gelen sorular var.

Sorular:

"Bu ayetlerde kullanılan dil, insan zihninin sınırlarını aşan ilahi hakikatleri ifade etmek için metaforik bir yapıya sahiptir. Allah'ın elinden, yüzünden bahsedilmesi gibi, meleklerin can alması da bu metaforik anlatımın bir parçası olarak değerlendirilebilir.

Bizi böyle yorumlamaya iten bir başka sebep ise hayatın içinde farklı farklı ölüm şekillerinin olması.

Bu iki durumu doğrulayan binlerce hadise var. Bu durumu "realite" olarak kabul edersek, ayeti bu realiteyi dikkate alarak değerlendirdiğimizde şunu diyebiliriz: Kur’an’da meleklerin can almasıyla ilgili bütün anlatımlar ahiret hayatına yöneliktir.

Biz, meleklerin can almasını Kur’an’da geleceğe yönelik çok sık verilen sonuç eğitiminin de bir parçası olarak değerlendiriyoruz. Böyle bir değerlendirme yaptığımızda başlıktaki sorunun cevabı şu oluyor:

Özetlersek, bu tür ayetleri zahiri (literal) anlamıyla kabul edebiliriz veya sembolik bir dil kullanıldığını dikkate alarak yorumlayabiliriz. Biz, sembolik bir dilin kullanıldığını düşünüyoruz. Ancak, doğrusunu Allah bilir.

95-104. Âyet: “Bana Allah’ı Tanıtır mısın?

Bu bölümdeki ayetlerin tamamı, bu sorunun cevabı olacak şekilde geliyor. Buradaki cevabın en büyük özelliği, ayetlerde kullanılan dilin ufak-büyük her şeyi kapsaması, yaratılan her şeyde tevhide ait taklidi imkansız imzaya işaret etmesidir.

Peki bu dil neden önemlidir? Bunun cevabını daha önce verdik;1093 bu dünyada, insan için manevi yönden en yakın tehdit ve tehlike şirktir; müşrik olmaktır. O yüzden ayetlerde kainata zerre kadar boşluk bırakmadan her şeyi kapsayan bir dil kullanılıyor.

95. Âyet: Bu Ayetleri 21. Asırda Okursak, Nereden Başlarız?

“Bana Allah’ı tanıtır mısın?” sorusuna Kur’an 7. asırda insanların gördüğü bildiği nokta olan tohum ve çekirdekten başlıyor. O başlangıç bize şunu diyor: Siz de yaşadığınız asırda maddenin en ufak parçasına iner ve tevhid dersine orada başlayabilirsiniz. Oradan başladığımızda bu ayeti şu şekilde okumak mümkün oluyor.

İşte sizi ve her şeyi var eden Rabbiniz Allah budur. Hal böyleyken nasıl oluyor da bu gerçeklerden yüz çeviriyorsunuz?

96. Ayet: 21. Asrın Bilgi Seviyesinden Bir Okuma

İşte bu harika ve eşsiz düzenin arkasında her şeye gücü yeten ve her şeyi bilmesiyle yol gösteren Azîz ve Alîm olan Allah’ın takdiri vardır.

97. Âyet: Yukarıdaki iki ayette bu tür ayetleri günümüzün bilgi seviyesinden okumanı mümkün olduğunu gösterdik.

Bu ayeti de bu bağlamda okuyabiliriz. Bu okumada kara ve deniz taşıtlarının yanına hava taşıtlarını da koyabiliriz. Yıldızların yerine onlardan ilham alınarak yapılan yol ve yön bulma araçlarını koyabiliriz.

98. Âyet: Bu ayette konu insana geliyor. İnsanla ilgili doğma, büyüme, yaşlanma ve ölme gibi değişmez yasalara dikkat çekiliyor.

99. Âyet: Burada bir kurgu yaparsak, önceki ayetler evin dekorundan bahsetti, sözü evin içindeki en değerli misafire getirdi, bu ayette de söz en değerli misafire yapılan ikramlara geldi. Ayet misafir sofrasını betimliyor.

Bu betimlemeyi zenginleştirmek; hurmanın, üzümün, zeytinin ve narın yanına sevdiğimiz hangi yiyecek varsa onları ekleyerek ayeti okumak mümkün.

100-102. Âyet: Cinleri Allah’a Ortak Koşmanın Günümüzdeki Karşılığı Nedir?

Bu sorunun cevabını verebilmek için bir kere daha 7. asra gidip bir ortam okuması yapmak gerekiyor. Hem o asırda hem de ondan önceki ve sonraki asırlarda teknoloji gelişmediği, aydınlatma ve güvenlik araçları bugünkü gibi insan için bilinmezleri ve görünmezleri azaltmadığı için, o günün insanları; karşısında korktukları ve aciz kaldıkları şeylere ilah/tanrı/put yakıştırması yapıyordu. Bunların arasında cinler de vardı.

Biz ilgili ayetlerde cinlerin insan dünyasına müdahalesinin şeytan üzerinden vesvese vermekle sınırlı olduğunu, onun dışında fiziki müdahalenin Kur’an’dan onay alamayacağını ifade etmiştik.1094 O yüzden müşrikler ortada cinlerden görünen bir puta tapmıyorlardı, daha çok cinleri temsil eden fiziki bir put yapıp ona tapıyorlardı. Bu konudaki ayrıntılar için dipnottaki bilgilere bakılabilir.1095

Biz burada cinleri Allah’a ortak koşmanın günümüzdeki karşılığına gelmek istiyoruz. Cinlere günümüzde karşılık ararken çıkış noktamız şirke konu olan şeyleri; görünmeyen, bilinmeyen, kendilerinden korkulan, kendilerinden fayda umulan, uğur getirdiğine inanılan şeyler arasında arayacağız.

Günümüzde Cinlere Ortak Koşmanın Karşılıkları:

Nazar ve Enerji Taşları: Birçok kişi, çeşitli taşların koruma sağladığına, şans getirdiğine veya negatif enerjiyi temizlediğine inanır. Bilimsel olarak bu taşların böyle bir etkisi kanıtlanmamış olsa da, insanlardaki bilinmeyene dayalı korku ve beklenti, bu tür inançları diri tutmaktadır.

Fal, Büyü ve Medyumlar: Bilinmeyen geleceği bilme isteği veya sorunları çözmek için medyumlara, falcılara yönelme yaygındır. Gelecekten bilgi almak veya sorunlarına çözüm bulmak isteyen insanlar, aslında bu tür uygulamalarla kontrol edemedikleri bilinmeyene dair bir güvence arayışı içindedir. Bu da, eski dönemde cinlere olan korku ve umutla tapma eğilimlerinin günümüzdeki yansımalarından biridir.

Uğurlu Nesneler ve Ritüeller: Bazı kişiler, kendilerine şans getirdiğine inandıkları çeşitli nesnelere veya ritüellere sıkı sıkıya bağlanır. Bu nesnelerin özel bir gücü olduğuna inanan kişiler, aslında kendi çabalarına değil, bu nesnelere dayalı bir beklenti içerisine girerler. Bu, modern çağda görünmeyene güven duygusunun hâlâ sürdüğünü gösterir.

Enerji Terapileri ve Ruhani Güçler: Son yıllarda popülerleşen enerji terapileri, insanın üzerinde mistik bir etki bırakma amacı güden pratikler olarak dikkat çeker. Bu tür uygulamalara katılanlar, genellikle görünmeyen ruhani güçlerden yararlandıklarını düşünürler. Bu da cinlerin dünyevi olaylarda etkili olduğuna dair eski inanışlara benzer bir eğilimdir.

Özetlersek, cinlere duyulan korku ve onlardan medet umma inancı günümüzde farklı şekillerde kendini göstermektedir. İnsanların bilinmeyene karşı duyduğu güven arayışı veya korku, bazen bilim dışı inanışlara yönelme veya mistik objelere sığınma gibi eğilimlerle ortaya çıkmaktadır. Bu eğilimler, aslında eski çağlardaki putperest inanışların modern dönemdeki yansımaları olarak da değerlendirilebilir.

101. ayet 100. Ayetin devamı olarak geliyor. Allah’a çocuk isnadını reddediyor.1096

“Günümüz Diliyle Rabbimiz Allah Kimdir?”

Cevabı önceki ayetlerin özetinden verelim;

Atomun iç yapısından devasa yıldızlara kadar her şeyi yaratan, tohumu ve çekirdeği çatlatıp ölüden diriyi çıkaran (95).

Dünyayı, güneşi ve ayı yaratıp bunları evrenin devinimine uygun olarak döndüren, günleri, ayları ve mevsimleri var eden (96).

Gökteki yıldızları, yerde yön bulmaya çalışan insanlara doğal rehberler olarak sunan (97).

İnsanları tek bir özden yaratan, doğumdan ölüme kadar yasalar koyarak hayat döngüsünü düzenleyen (98).

Dünyayı, insan için bir misafirhane olarak hazırlayan, sayısız nimetle dolu bir sofra gibi onu insanın hizmetine sunan (99).

Görünen ve görünmeyen tüm varlıkları, insan ve cinleri yaratan (100).

Eş ve çocuk sahibi olmaktan, tüm beşeri özelliklerden uzak olan, tüm varlıkların mutlak yaratıcısı olan (101).

Bu ayetlerin ardından gelen 102. ayet, tüm bu delillerin altına tevhidin imzasını atıyor: “(Ey insanlar!) İşte Rabbiniz olan Allah bütün bunları ve daha fazlasını yaratandır.”

Alîm ve Vekîl Esmasının Mesajı

101 ve 102. Ayetlere bu bölümde konuyu özetleyen ayetler olarak bakarsak, bu ayetlerde geçen esmanın verdiği mesajlardan ikisini şöyle ifade edebiliriz.

Alîm ismi der ki: Bütün bu düzeni yaratabilmek için atomların iç yapısından DNA ve gen sistemine, hücrelerin işleyişinden organların oluşumuna, insan bedeninin su, toprak, hava ve güneşle olan hassas ilişkisine kadar her şeyi bilen bir güç gereklidir. Güneşin kendi sistemi içindeki hareketlerini, güneş sisteminin galaksiyle, galaksilerinse evrenle olan bağlantısını bilen kim olabilir? Bu kadar karmaşık bir bilgi sistemini ve hassas dengeyi yalnızca sonsuz bilgi sahibi olan Allah kurabilir. O’ndan başkası böyle bir bilgiye sahip olabilir mi? Hayır, bu mümkün değil. Öyleyse, “La AlîmeİllAllah” diyerek, “O’ndan başka her şeyi bilen yoktur” gerçeğini ilan edin.

Vekîl ismi der ki: Atomdan güneşe, gezegenlerden yıldızlara kadar her şeyi yaratan ve tüm bu düzenin işleyişini yöneten El-Vekîl olan Allah’tır. O, bu işleri insana bıraksaydı, “Güneşi ben yarattım, ışığını da siz verin; dünyayı ben yarattım, döndürme işini de siz yapın; bitkileri ben yarattım, onlara fotosentezi de siz öğretin” deseydi... Bütün bunları kim yapabilirdi? Kimse yapamazdı. İnsanlar bu işleri yapmakta aciz kalırdı. Haydi o zaman bu gerçeği “Lâ VekîleİllÂllah” diyerek, “O’ndan başkası bu işleri üzerine alamaz” gerçeğini ilan edin.

103. Âyet: İdrak Basar (Göz) ile Olmaz Basiretle Olur

Bu ayetin tefsirine geçmeden önce, ayette geçen “idrak” kelimesinin anlamını anlamamız gerekiyor.

Bu kelime, "aşağı inmek, bir şeyin dibine inmek" anlamına gelen “d-r-k” kökünden gelir. Bu kökü dikkate aldığımızda, idrak kelimesi, bir şeyi anlamada ulaşılabilecek en uç noktaya ulaşma ve onu tam olarak kavrama manasına gelir.

Basit bir misal verirsek, büyük bir kütüphanede bin birimlik bilgi varsa, bunun bir birimini anlamak (damla mesabesinde) sınırlı idraktir. bin birimi anlamak ise tam olarak idraktir. İdraki böyle anladığımızda, idrak işinde failin göz değil akıl olduğunu anlıyoruz.

Ayetin bu şekilde gelmesinde ince bir ironi var.1097Ayet gözünü aklın yerine koyanlara, “Ben gözümle gördüğüme inanırım, gözümle görmediğime inanmam” diyenlere şu mesajı veriyor: İnsanda anlama işinde fail göz değildir. Fail akıldır. Göz, deri, burun, kulak ve dil gibi diğer duyu organları ile birlikte aklın etrafında olanları anlama işinde onun araçlarıdır.

Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Akıl, Allah’ı idrak edebilir mi?

Bu sorunun iki cevabı var: Edemez ve edebilir.

“Edemez” dediğimizde şunu kastederiz: Allah (cc) yaratandır; bütün özellikleri ve güzellikleri ile sınırsızdır. İnsan ise yaratılandır; bütün özellikleri ve güzellikleri ile sınırlıdır. O yüzden sınırlı olan sınırsızı tam olarak anlayamaz.

“Edebilir” dediğimizde şunu kastederiz: İnsan sınırlı özellik ve imkânlarıyla sınırsızı (Allah’ı) sınırlı anlar/idrak eder.

“Sınırlı idrakin sınırları nereye kadar?” diye bir soru gelse, onun cevaplarından biri şu olur:

Bu tespite bazı itirazların gelebileceğini tahmin edebiliyoruz. Onlara hem Tefsir Usulümüzde1098 hem de bu tefsirimizin önceki ayetlerinde1099 cevaplar verdiğimiz için bu konuyu burada şöyle bağlamak istiyoruz:

“İslâm dini Allah’ın dinidir. Bu dinde cevabı olmayan hiçbir soru olmadığı gibi, izahı olmayan hiçbir konu da yoktur.”

Nerede Tevhid İmzası Varsa Orada Latîf ve Habîr…

Kur’an’da yedi ayette geçen Latîf ismi yanında bir isimle geldiğinde genelde (beş ayette) Habîr ismiyle birlikte geliyor. İniş sırasından yaptığımız bir okumada bu iki ismi ilk olarak bu sûrede görüyoruz.

Latif ismi iki anlamıyla öne çıkan bir isim. Bu ayette iki anlamı da görüyoruz.

Habir isminde gelince, bir yerde yaratılan bir şey varsa, Allah onunla ilgili her şeyden manasıyla tecelli ediyor.

Bu iki tecellinin en güzel örneklerinden biri atomdur. Biz bu konuda daha önce geniş açıklamalar yaptık. Dipnotta işaret ettiğimiz açıklamalara bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.1100

Burada 104. Ayete de değinelim.

Bu ayette “basiret kelimesi” geçiyor. Bu kelimenin ayetteki kullanımı yukarıda yaptığımızda tespitlerin referansı oluyor.

Sembolik dille söylersek ayet diyor ki: Allah’ı görme işi kafadaki gözle olmaz O’nu görme işi basiretle (akıl ve kalp gözüyle) olur.1101

Basiret konusu çok önemli bir konu biz bu konuda önceki ayetlerde açıklamalar yaptığımız için dipnottaki açıklamalara bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

105. Âyet: Kur’an İnsan Sözü Olamaz

Bundan sonraki ayetler Peygamber Efendimizin içinde bulunduğu ortam hakkında bilgi veriyor. Bu ortamda en çok yapılan şeylerden bir tanesi Efendimizle alay etmek. Bu ayette de “Sen dersini iyi öğrenmişsin” sözünde hem bir iftira hem bir alay hem de örtülü bir şekilde itiraf var.

Müşrikler, bu ifadeyi söylerken şöyle düşünüyorlar: “Muhammed’i kırk yıldır tanıyoruz. Daha önce ondan bu tür sözler hiç duymadık. Olsa olsa bunu ona başkaları öğretti.”

Burada itiraf, bu ayetlerin Peygamber Efendimizin sözü olamayacağıdır.

O zaman kimin sözü? Müşrikler, “falan filan ona öğretti” diyerek yakıştırma yapıyorlar ama o “öğretti” dedikleri kişilere gidip de “Muhammed bize ‘Bana inen Kur’an’ın en kısa sûresine benzerini getirin”1102diye meydan okuyor. Ona öğrettiklerinizi bize de öğretin, biz de ona meydan okuyalım” demiyorlar. Böyle bir şey yok. Bunun yokluğu, “Kur’an insan sözü olamaz gerçeğinin” ilanı oluyor.

106. Âyet: Alakasız Görünen Bir Ayeti Bugün İnmiş gibi Nasıl Okurum?

Bu ayetin indiği zaman diliminde müşriklerin “Gel bize uy” şeklinde baskıları artarak devam ediyor. Bu baskılara karşı ayet “onlara uyma Rabbinden gelene uy” mesajıyla geliyor.

Şimdi bu mesajı başlıktaki sorunun cevabını vermek için günümüze taşıyalım.

Bu ayet bugün Müslüman bir ülkede yaşayan üzerinde hiçbir baskı olmayan gençlere ne diyor? Yüzeysel bir okumada ayetin mesajı uzak gibi görüyor. Ama baskıyı fiziki değil de manevi olarak anlarsak, mesajın doğrudan muhatabı oluyoruz.

Günümüz dünyasında savaşın adına “Kültürel hegemonya” veya “kültür emperyalizmi” deniliyor. Bu savaşın silahları film, dizi, fenomenler, moda, teknoloji ve sosyal medya araçları.

Bunların İslam ülkelerinde gençler üzerinde bir baskıları var mı?

Bazı gençlerin kendi değerlerinden uzaklaşmaları, yaşam tarzında kendi değerlerine uzak insanlara benzemeleri (gözle görünmeyen) manevi bir baskıyı gösteriyor.

Bazı gençlerin içinde bulundukları ortam, o ortamda arkadaş çevresi örtülü/sübliminal bir şekilde “bize uy” mesajı veriyor. Bu mesajı alan gençlerin büyük bir çoğunluğu açıktan “uy’uyoruz” demeseler bile, giyim, kuşam, yaşam tarzı ve tercihler noktasında onlara uymuş oluyorlar.

Bunu yaparken de sanki “uyku”daymış gibi haberleri de olmuyor.

İşte bu noktada “Rabbinden sana vahyolunana uy.” mesajı bir asır üzerinden her asra hitap eden aktüel bir mesaj olarak karşımıza çıkıyor.

Özetlersek, dileğimiz şu: Yazılan her tefsirde ayetlerin bugüne bakan tarafı öne çıkarılsa; bu mümkün mü? Biz çok sayıda örnekle bunun mümkün olabileceğine uygulamalı olarak gösteriyoruz. Dileriz bu işi bizden daha güzel yapan ve baştan sona günümüze hitap eden çok sayıda tefsir olur.

107. Âyet: Allah Dilese Başka Neler Olmazdı?

Yani Allah dilese dünya cennet gibi olur, yeryüzünde hiç kötülük yapan olmazdı.

Kur’an bu ayetiyle hem bu ayetlerin indiği 7. asırda hem de bütün zamanlarda insanların içinden geçen bir duyguyu seslendiriyor. “Allah dileseydi…”

Evet Allah bunları dileseydi, dünya imtihan dünyası olmazdı. Öyle olmayınca terakki ve tekamül olmaz, onlar olmayınca ödül ve ceza olmaz, onlar olmayınca cennet ve cehennem olmaz; bunların tamamı olmayınca Allah’ın bu dünyayı ve insanları yaratmasına da gerek olmazdı.

Bütün bunların olduğu bir dünyada yaşıyoruz.

O zaman soru şu: Bu imtihanda neleri yapabilirim neleri yapamam?

Kur’an bütünlüğünde bir okuma yaparsak, olmasını dilediğimiz şeylerin birçoğu biz insanlara bırakıldığı için onları yapabiliriz hatta yapmalıyız.

Savaşları durdurmak, depremlere karşı önlem almak, hastalıkları önlemek, açlık ve yokluğun önlenmesi için çalışmak, yardımlaşmak, suçlara karşı önleyici tedbirler almak bütün bunlar bizim ödevimiz ve görevimiz.

Ama insanları bir şeye inanmaya zorlamak gibi bir görevimiz yok. Hiç kimsenin başında din bekçisi gibi durup “şunu yap, bunu yapma” gibi talimat verme yetkimiz de yok.

Görevimiz, ödevimiz, vazifemiz inandığımız dini çok iyi bilmek, onu makul bir şekilde çok güzel ifade etmek ve hepsinden önemlisi inandığımız değerler adına çok güzel bir örnek olmak.

108. Âyet: “Allah’a Sövenin Putuna (ve Şahsına) Sövebilir miyim?”

Bu ayet kötüye; kötülere, kötülüğe karşı tavrımızı tek seçenek haline getirmiyor.

Hayat tek renkten ibaret değil; hadiseler tek yönde akmıyor. Onlarca farklı durum, onlarca farklı tavır ve tepkiyle karşılaşabiliyoruz. Bu yüzden Kur’an'da geçen bu ve benzeri ayetleri, Kur’an bütünlüğünde okumak gerekiyor.

Kur’an bütünlüğünde okuduğumuzda şunu görüyoruz:

Son ayeti (Nahl 125) vesile yaparak bu duruşu Kur’an bütünlüğünde özetleyelim:

Bu açıklamalardan sonra başlıktaki sorunun cevabına gelirsek:

Özetlersek, sövmek, kötülük yapanla mücadelede amacın tersine hizmet eden bir yöntemdir. Ayrıca tek yöntem değildir. İslam, mücadelede duruma göre yukarıda bahsedilen seçenekler sunar.

Neden Kur’an İnsan Sözü Olamaz?

Bu ayet başlıktaki soruya cevap veriyor olabilir mi? “Evet”, veriyor. Nasıl verdiğine bakalım.

Önce yüzlerce kere haşa haşa diyelim; varsayalım Hz. Muhammed (sav) Kur’an’ı kendisi uyduran bir yalancı; din konusunda “bana vahiy geliyor, ben Allah’ın peygamberiyim” yalanını söylüyor; bu dünyadaki en büyük yalanlardan biri olmanın yanında en büyük ahlaksızlık, sahtekarlık göstergesidir. Böyle bir insanın doğruluk ve dürüstlük gibi bir düşüncesi ve kaygısı olmaz.

Bu durumda olan bir insan, 108. ayette geçen ifadeyi asla kullanmaz. Tam tersine boykot yıllarında her türlü baskı ve işkenceyi yapan müşriklere karşı taraftarlarının gazını almak, onların moral motivasyonları artırmak için “elimizden bir şey gelmiyor, bari haydi sövelim. Sövmek serbest” bile diyebilir.

Özetlersek, bir insanın, bir yandan yalancılık ve sahtekarlık yaparak dünyanın en ahlaksız kişisi olurken, diğer yandan bir ahlak abidesi kesilip kendilerine her türlü kötülüğü yapan insanlara “sövmeyin” demesi büyük bir çelişki olur. Bu çelişkinin olmayışı, Kur’an’ın insan sözü olmadığının altına atılan binlerce imzadan biri oluyor.

109-122 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

109-111. Âyet: Bu İşler Mucize Gösterince Olmuyor

Bu ayetlerin indiği ortamda Müşriklerin zulmü artarken, müminlerin de yaşadıkları zorluklar mağduriyetler artıyordu.

Her iki taraf da mucize bekliyordu. Müşrikler açıktan bu isteği seslendirirken, müminler de içlerinden geçiriyordu.

Müşrikler açıktan mucize istiyorlardı; onlara göre bu nokta Peygamberin en zayıf noktasıydı. Sürekli bu noktaya yoğunlaşmaları devamlı yaptıkları şu kara propagandayı güçlü bir şekilde devam ettirmek içindi: “Muhammed Peygamber değil. Olsaydı istediğimiz mucizeleri gösterirdi. Gösteremiyorsa adına Kur’an dediği şey onun uydurmasıdır.”

Müminlerin de beklentisi de şuydu: “Müşrikler bir mucize görseler. Hem onlar iman eder hem de şu yaşadığımız baskılar biter.”

Bu ayetin her iki beklentiye de verdiği cevap şu: Mucizeler insanların istemesiyle gelmiyor. Hem mucize gelse de bir şey değişmeyecek. Bekleyen yine iman etmeyecek. Mucizeye sihir diyecek yine baskılarına devam edecekler.”

111. ayet bu cevaba şunları ilave ediyor: Hatta onlara gökten melek indirseydik, bir de kabirden ölüleri diriltseydik yine de iman etmeyeceklerdi.”

Neden? 110 ve 111. ayetlerde bunun sebebi açıklanıyor. Allah’ın hidayet dilemesi kulun dilemesine bağlıdır. Kul dilemezse, kul inkarda inat ederse, madde ile mana, görünen ile görünmeyen, yaratılan ile yaratan arasındaki bağlantıyı kurma yeteneği olan akıl ve kalp maddeyi görür ama manaya karşı kör olur. Bu durum Kur’an’da kalplerin mühürlenmesi metaforu ile anlatılır.1103

112. 113. Âyet: “Ben Şeytana Dönüşebilir miyim?”

Kur'an’da, insanların şeytanın vesveselerine kapılıp onun amaçlarına hizmet ettiğine sıklıkla vurgu yapılır.1104 Ancak, insanları doğrudan "insan şeytanı" olarak niteleyen tek ayet En’âm sûresi'ndeki bu ayettir.

Bu yönüyle ayet başlıktaki sorumuzun cevabı oluyor. Aşağıda ifade edeceğimiz ölçüleri dikkate aldığımızda şeytana benzeyen her insan, “manevi yönden” insanın şeytana dönüşmüş hali oluyor.

Eğer şeytanlar kendi aralarında espri yapsalardı,

O esprilerden biri de şu olabilirdi: “Falan mahallede, şehirde, ülkede bizim işimizi bizden daha iyi yapanlar var. Artık oraya uğramıyoruz; oradaki işleri onlara bıraktık.”

Bu espriden başlıktaki sorunun cevabına gelirsek, cevap “evet”tir; eğer sen Allah’ın razı olmadığı her şeyi, O’nun razı olmadığını bildiğin halde severek ve isteyerek yapıyorsan, onları yapmak sende alışkanlık olmuşsa, o alışkanlıkların esiri olmuşsan, hem kendin kötü olup hem de kötülüğünü başkalarına bulaştırmak için her yolu kullanıyorsan… sen manevi yönden şeytana dönüştüğünü düşünebilirsin.

Peki kurtuluş mümkün mü?

Evet. Ölmeden önce samimi bir tevbe ile iyi ve güzel bir insana dönüşme fırsatın her zaman var.

Burada önemli bir hatırlatma yapmak istiyoruz:

"İnsan şeytanı" kavramı, ilk bakışta sert ve yargılayıcı görünebilir. Ancak, bu kavramın amacı, insanları 'ETİKETLEMEK' değil, onlara kendi iç dünyalarını sorgulama fırsatı sunmaktır. Hepimiz insanız; içimizde kötü eğilimler taşıyabiliriz ve şeytanın vesveseleri altında kalabiliriz. O yüzden Allah’ın razı olmadığı şeyleri yapan herkes için “insanın şeytana dönüşmüş hali” diyemeyiz.

Kötülüğün esiri olmak, yaptığı kötülüklerin kötülük olduğunu bilmek ve onları severek ve isteyerek yapmak önemli bir ölçüdür. Bu ölçünün referansı da bu ayetle birlikte dipnotta verdiğimiz diğer ayetlerdir.1105

“Benim de İnsan ve Cin Şeytanlarım Var mı?”

Yukarıdaki ölçüleri dikkate aldığımızda şunu bilmemiz gerekiyor: Bu dünyada insan ve diğer canlılara kötülük (düşmanlık) yapan her insan, insî şeytandır. Yani manevi yönden şeytanın amacına hizmet eden biri haline gelmiştir. Etrafınızda böyle bir insan varsa orada iki şey vardır: biri insî şeytan, diğeri onu verdiği vesveselerle etkileyen, yönlendiren ve azmettiren cinnî şeytandır.

Bu durumda başlıktaki sorunun cevabı “evet” oluyor.

Not: Ayetle İlgili Teknik Ayrıntılara Neden Girmedik?

Bizim bu tefsirdeki öncelikli amacımız ayetin mesajını bugün bu asırda yaşayan okuyucuya günlük haber tazeliğinde ulaştırmak. O yüzden, ayetlerin tefsirinde teknik detaylara çok gerekmedikçe girmiyoruz. O konuları Tefsir Usulümüzde geniş olarak ele aldığımız (30) Cin ve (31) Şeytan Yasasına havale ediyoruz.

"Şeytan Bize de Zehri, “Bal” Diye Yutturuyor mu?"

Bu sûrede 112. ayette “zuḣrufe-lkavli” ifadesi geçiyor. Bunun üzerinde özellikle durmak istiyoruz.

Önce kelimenin anatomisini yapalım: "Zuhruf" kelimesi, Kur'an'da bir sûrenin ismi olup toplamda dört yerde geçer. Kelimenin anlamı özelde altın genelde tüm süs eşyalarını içine alacak kadar geniştir. Bu anlamında genellikle "aldatıcı süs" manasında kullanılır.

"Zuhruf-el kavl" (süslenmiş/yaldızlı söz) terkibi ise Kur'an'da sadece En'am 112'de geçer. Bu, şeytanın en rafine aldatma tekniğidir. Diğer ayetlerde1106 şeytanın "amelleri süslü göstermesi" anlatılırken, burada özellikle "sözü süslemesi" vurgulanır.

Peki bu süsleme günümüzde nasıl oluyor? 7. asırda bir kişinin kulağına fısıldanan süslü söz, bugün gelişen teknolojiyle milyonlara aynı anda ulaşabiliyor. Şeytan artık modern araçlar kullanıyor: Diziler, filmler, sosyal medya... Bunlar öyle bir ambalajla sunuluyor ki, hiçbiri özellikle de inançlı insanlara "Ben sizi şu değerlerden uzaklaştırmak için tasarlandım" demiyor.

Örneğin:

Bunun yerine her şey “aşk”, “romantizm”, "özgürlük", "modernlik", "çağdaşlık" ambalajıyla sunuluyor. İşte tam da bu noktada En'am 112'nin bahsettiği "zuhruf-el kavl" devreye giriyor - yani zehirin bal diye yutturulması.

Bu zehri yutan toplum tam anlamıyla tüketim toplumuna dönüşüyor, maddi şeyleri sınırsız tüketirken manen de tükendiğinin farkına varmıyor. Bu açıdan baktığımızda "zuhruf-el kavl" tam bir uyuşturucu etkisi de yapıyor.

Bu noktada başlıkta soruların cevabını bulmak için kendimize şunları sorabiliriz.

Unutmayalım: Şeytan artık tek tek kulağımıza fısıldamıyor, kitlesel iletişim araçlarıyla hepimize aynı anda "zehirli bal" sunuyor.

114-117. Allah’ın Hakemliği Nasıl Olur?

114. ayet bize bu ayetlerin indiği günlerde yaşanan bir tartışmayı aktarıyor; tartışmanın konusu: Kur'an'ın Allah kelamı olduğuna kim karar verecek? Bu konuda hakem kim olacak? Peygamberimizin cevabı net: "Allah'tan başka bir hakem mi arayacağım?"

Bu noktada şu soru akla gelebilir:

Bu sorulara iki nokta altında cevap verebiliriz.

Birinci Nokta: Allah'ın Kur'an İçin Yaptığı Hakemlik

Allah'ın hakemliği bizzat Kur'an üzerinden tecelli eder. Bu tefsirin başından beri çok defa örneklendirdiğimiz "Kur'an insan sözü olamaz" gerçeği, vahyin kendisini tüm zamanlar için hakem kılar. 7. asırdaki tartışma için ayetler net bir hüküm veriyor: "Kur'an Allah tarafından indirilmiştir, şüphe etmeyin" (114). Ve "Rabbin sözü doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır" (115).

Şimdi bu tespitleri ikinci nokta üzerinden günümüze taşıyalım.

İkinci Nokta: Allah'ın Günümüz Sorunları İçin Hakemliği
Allah'ın hakemliğini bir metreye benzetebiliriz. Metre evrenseldir, "bir"dir ama binlerce şey onunla ölçülür. Metre bir uzunluğu "1.80" olarak ölçmüşse, "yeryüzünde bulunanların çoğu" (116) buna "1.90" dese bile değişmez.

Bu benzetmeden yola çıkarsak, Allah'ın hakemliği adalettir. Adalet, tıpkı terazi ve metre gibi evrensel bir ölçüdür. Dünyanın neresinde olursa olsun - evde, okulda, mahkemede - adalet varsa, orada Allah'ın hakemliği tecelli etmiştir. Hükmü verenin inancı ne olursa olsun, adil karar vermişse Allah'ın hakemliğini gerçekleştirmiş olur. Tersine, en dindar bilinen biri bile adaletsiz davranıyorsa, Allah'ın hakemliğini reddetmiş olur. Bunun adı zulümdür.

"Peki insan adil olabilir mi?"

İnsan adil olmak için yaratılmıştır. Vahyin inişi ve peygamberlerin gönderilişinin temel amacı adaleti tesis etmektir. İnsana verilen akıl ve vicdan, adalet için birer pusuladır. Tarih bize gösteriyor ki, devlet ile adalet, adalet ile medeniyet hep eş tutulmuştur. Adalet varsa devlet var, yoksa medeniyet yoktur.

İşte bu yüzden "zan"na (116) değil, adalete dayanmalıyız. Çünkü "Allah yolundan sapanı da, doğru yolda olanı da en iyi bilen O'dur" (117). Adalet, Allah'ın yeryüzündeki mizanıdır.

Sonuç olarak, insan hem birey olarak hem de toplumsal ilişkilerinde büyük oranda adil olabilir. Bu, onun fıtratında vardır ve bu Allah'ın hakemliğinin yeryüzündeki tecellisidir.

Bu cevaptan sonra akla şöyle bir soru gelebilir. “Günümüzde Allah’ın Hakemliği Nasıl Olacak?” Biz bu soruya bu sûrenin 57. ayetinin tefsirinde geçen “Üçüncü Nokta: “Hükmetme Yetkisi Sadece Allah’a mı Ait, Benim de Yetkim Yok mu?”” başlığı altında yaptığımız değerlendirmelerde cevap verdik oraya bakılabilir.

Semî’ ve Alîm Esması Bugün Bize Ne Diyor?

115. ayette geçen bu isimlerin anlamlarını biliyoruz. Ancak bu anlamlar, bu isimlerin geçtiği her ayet grubunda bağlam üzerinden farklı mesajlar verebilir. “Burada mesaj nedir?” denirse, öne çıkan mesajı şöyle ifade edebiliriz:

Semî’ ve Alîm ismi diyor ki: “Ey insan! Allah (cc) seni melek olarak yaratmadı. Dünya, imtihan dünyası olduğu için sana özgür irade verdi. Bu iradeyle hüküm ve karar verme yetkisi verdi. Bu yetkinin sana mesajı şudur: Nerede, ne zaman ve hangi konuda olursa olsun şunu unutma: Verdiğin bütün kararları Allah’ın sana verdiği akıl ve mantık nimetini kullanarak veriyorsun. Bu yüzden, verdiğin her karardan sorumlusun. Her kararının Semî’ ve Alîm olan Allah tarafından duyulduğunu ve bilindiğini, bu kararlarından hesaba çekileceğini aklından çıkarma.”

118-122. Âyet: Kesilen Hayvanlarda Allah’ın Adını Anmak Neden Önemlidir?

Burada geçen 118 ve 121. ayetler ve benzerleri,1107 Müslümanların inek, koyun, keçi gibi eti yenilen hayvanları keserken Besmele çekmelerinin referansı olan ayetlerdir. Biz bu konunun teknik tarafını tefsir ve fıkıh kitaplarına bırakarak, yasağın “neden ve niçin”ine yoğunlaşacak ve oradan başlıktaki sorunun cevabına geleceğiz.

Eti yenilen hayvanları keserken “Bismillah” diyerek Allah’ın adını anmak, “kimin” sorusuna cevap vermektir; “Bu kestiğim hayvanın benim olmadığının, bende emanet olduğunun farkındayım” demektir.

Bu bilincin aktif olmadığı yerde iki ihtimal vardır:

Kur’an, bu iki yanlış inancın müminin hayatına girmemesi ve emanet bilincinin sürekli aktif olması için, kesilen hayvanların Allah’ın adı anılarak kesilmesini istiyor.

Başlıktaki sorunun cevabına gelirsek, bilinçli bir Müslüman, "Hayat benim değil, ben de emanet" der. Bu nedenle, bedenini ve ona giren (et, süt, meyve, sebze gibi) bütün nimetleri emanet bilir. Bu bilgiyi kalıcı, aktif bir bilince dönüştürmek için de, yediği içtiği her şeyin öncesinde Allah’ın adını anar.

“Bu neden önemli?” diye sorarsak, tefsir çalışmamızın ilk sûrelerinde sıkça ifade ettiğimiz gibi, Kur’an’ın en temel konusu tevhittir. Tevhidi öne çıkarmasındaki en önemli sebeplerden biri de müminde “kimin” sorusunun cevabı üzerinden emanet bilincini aktif hale getirmektir.

İnsan kelimesinin nisyan (unutmak) kelimesiyle aynı kökten geldiğini dikkate aldığımızda, insanın en büyük zaaflarından biri bu gerçeği unutması, sahibi göründüğü şeyleri kendinin sanması ve “hayat benimdir, dilediğim gibi yaşarım” demesidir.

Özetlersek, Kur’an, müminlerin hayatında sürekli olarak emanet bilincini diri tutmayı amaçlar. Bu açıdan bakıldığında besmele çekmek sadece şekli bir emir değil, insanı kulluk bilincinde tutan, ona emanetçi olduğunu hatırlatan ve böylece onu hem şirkten hem de gaflet uykusundan koruyan derin bir hikmettir.

Vejetaryen Olmak Günah mı?

Vejetaryen kelimesi et, süt gibi hayvansal gıdalar yerine sebze ve meyve gibi bitkisel gıdalar tüketen insanları tanımlamak için kullanılan bir ifadedir.

İslam'da beslenme tercihleri, helal dairede kişisel seçimlere bırakılmıştır. Eğer bir kişi Allah'ın helal kıldığı hayvansal gıdaları yemeyi tercih etmiyorsa, bu tamamen kişisel bir seçimdir. Önemli olan, bu tercihin arkasındaki niyet ve düşüncedir.

Sonuç olarak, vejetaryenlik kişisel bir tercih olarak yaşandığında hiçbir sakınca teşkil etmez. Burada önemli olan helal-haram dengesini korumak ve bu konudaki ilahi hükümlere aykırı davranmamaktır.

Günahın Gizlisi Ne Demek?

118-121 arası ayetleri bir bütün olarak okuduğumuzda sanki 120. ayet o bütünlüğün dışında kalıyor gibi, acaba öyle mi? Değil.

Ayetleri bağlam içinde okursak insanların bazıları topluluk içinde bazı şeylere günah, haram, yasak derken, yalnız olduklarında farklı davranabiliyor. Kur’an bu ayetiyle insanlara şunu diyor: İki yüzlü olmayın, münafıkça davranmayın. Böyle davranırsanız bu sizde alışkanlığa dönüşür, sonra bu alışkanlığın esiri olur kurtulmakta zorlanırsınız. O yüzden açıktan “günah” dediğiniz şeylerin gizlide de siz yalnızken de günah olduğunu bilin ve öyle yaşayın.

“Ben Ölü müyüm, Diri miyim?”

Kur’an 122. ayette 7. asırda cahiliye karanlığı içinde yaşayan müşrikleri manevi ölülere benzetirken, vahyi güneşe, müminleri de o güneşin ışığında doğru yolu bulan insanlara benzetiyor.

Bu benzetmeden başlıktaki sorunun cevabına gelirsek, gül resmine bakıp onu “ressam yaptı” derken, gülün kendisini tabiatın ve tesadüflerin yaptığını söylemek Kur’an ölçülerinde manevi ölüm işareti olurken tersi diri olmanın göstergesidir.

123-144 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

123-124. Âyet: Günahkarları İktidara Getiren Kim? Allah mı, Halk mı?

Bu ayet 7. asırda Mekke’de müşriklerin zulmüne maruz kalan ilk Müslümanlardan bazılarının aklına gelen şu soruların cevabı olarak geliyor.

Bu sorular günümüzde şöyle de gelebiliyor: Allah neden savaşların olmasına ve açlıktan ölmelere, kötülerin kötülük yapmasına izin veriyor? Biz bu ve benzeri sorulara Tefsir Usulümüzde (8) İmtihan Yasasında “Neden Kötülüklere İzin Veriyor?” başlığı altında cevap verdik. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

Bu kısa girişten sonra ilgili ayete gelirsek, Kur’an’da fiilin faili insanlar olduğu halde failin Allah olarak zikredildiği ayetleri daha önce görmüştük.1108

Burada da böyle bir ayet görüyoruz.

Bu ayet iki türlü okumaya açık.

Böyle okuduğumuzda birinci okuma sebep, ikinci okuma sonuç; birinci okumada insan tercih yapıyor, ikinci okumada Allah o tercihe göre takdir yapıyor.

Bu ayeti şöyle de okuyabiliriz, “Biz her memlekette iyilere iktidar imkânı veririz.”

Ayet böyle olsaydı, burada da yine sonuç sebepten önce gelmiş olacaktı.

Bu tür ayetler üzerinden verilen mesajlardan biri şu: Burası imtihan dünyası burada tercihe göre takdir yasası geçerlidir. Allah dilerse tercihlerinizin sonuçlarını dünyada gösterir, dilerse ahirete bırakır. O yüzden tercihlerinizin sonuçlarına dikkat edin.”

Bu açıklamalardan sonra başlıktaki sorunun cevabına gelirsek, kötüleri iktidara getirmeyi tercih eden halktır, bu tercihin sonuçlarını yaratan Allah’tır.

Bu tespitimizin referanslarından biri de Ra’d sûresinin 11. ayetidir. “…Bir toplum kendi durumunu (iyiden kötüye, kötüden iyiye) değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez. (Allah’ın takdiri kulun tercihine bağlanmıştır.) …”1109

“İktidarda Şımaranlara Örnek”

123. ayette “her memlekette” ifadesiyle evrensel/genel bir dil kullanılıyor. 124. Ayette ise bu dil yerel bir örnek üzerinden somutlaştırıyor.

Yerel örnek Mekke’de iktidar koltuğunda oturan Mekke’nin zenginleri. Bu zenginlerin 124. ayette kullandıkları ifadeler Zuhruf sûresinde şöyle de ifade ediliyor. “Bu Kur’an (gele gele Abdulmuttalip’in yetimine mi geldi. Taif ve Mekke gibi) iki şehirden (Velid bin Muğire gibi veya o çapta) büyük bir adama gönderilmesi gerekmez miydi?”

Bunlar iktidarın verdiği güçle haddi aşma ve şımarma örnekleri. Burada bu sûrenin 112 ve 113. ayetlerinde yaptığımız tespiti hatırlarsak, ayette geçen sözler insanın insî şeytana dönüşme sürecini de gösteriyor. Müşriklerin 124. ayette kullandıkları dil şeytanın kendi yaratılışını Adem’den üstün görmesine, örtülü bir şekilde “o makama ben daha çok layıktım” demesine de benziyor.

Bu açıdan baktığımızda bu ayetler “İnsanın insî şeytana dönüşme sürecinde neler yaşanır?” sorusuna da cevap oluyor.

125. Âyet: “Sonuç”u Oku “Sebep”i Anla

Bu ayette, 123. ayette olduğu gibi sonuç anlatılırken sebebi anlama işi bize bırakılıyor. Ayeti iki türlü okumak mümkündür:

Birinci Okuma: İnsanın Fail Olduğu “Kim doğru yola gitme yönünde tercih yaparsa, o tercihin sonuçlarını yaşar ve kalbi İslam’ın güzelliklerine açılır. Kim de doğru yoldan sapma yönünde bir tercih yaparsa, o da o tercihinin sonuçlarını yaşar.”

İkinci Okuma: Allah’ın Fail Olduğu “Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslam’a açar, kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır. Allah inanmamakta direnen kimseleri içinden çıkılmaz sıkıntılara sokar.”

Bu durumda, sebebin faili insan, sonucun faili Allah oluyor. İnsanın dileme ve tercih etme özgürlüğü vardır; Allah (cc) ise bu tercihlere göre sonucu yaratır. İnsanın sebebin faili olması sadece dileme noktasındadır. Yaratma noktasında fail sadece Allah’tır.

Bu iki okuma, iradeli varlık olan insan için geçerlidir ve insanın bütün fiillerini kapsar. Bu okuma, imtihan dünyasında tercihe göre takdir yasası olarak tecelli eder.

İnsan dışındaki iradesiz varlıklar içinse sebebin de ve sonucun da faili Allah’tır. Örneğin,

Portakal ağacının portakal meyvesi vermesini dileyen de, o meyveyi yaratan da Allah’tır.

İneğin süt vermesini dileyen de, o sütü yaratan da Allah’tır.

Özetlersek, Sebep ve sonuç üzerinden verilen dersin adı tevhid dersidir. Bu dersin mesajı şudur: Kainatta Allah’ın sebebi de sonucu da yaratmada ortağı yoktur. O yüzden, O’ndan başka ilah yoktur.

“Kur’an İnsan Sözü Olabilir mi?” Sorusuna Cevap Veren Ayetlerden Biri

En’am sûresi’nin 125. ayeti, Kur’an’ın insan sözü olamayacağını açıkça ortaya koyan ayetlerden biridir. Bu ayette, yüksek irtifada yaşanan fizyolojik sıkıntılara dair bir benzetme yapılmış ve bu durum, doğru yoldan sapanların ruh halini anlatmak için dikkat çekici bir şekilde ifade edilmiştir.

Bu konuda önce 7. Asrın Mekke’sinde insanların bu konudaki bilgi seviyesine bakalım.

Temel bilgi kaynaklarına göre, bu ayetin indiği 7. asırda Mekke’de insanların yerden yükseldikçe nefes almakta zorluk çektiklerine dair bir bilgi bulunmamaktadır. Bunun sebebini şöyle açıklayabiliriz:

Buna ek olarak, Bu ayetin indiği 9. yıldan geriye doğru bakıp Peygamber Efendimiz’in (sav) hayatını düşündüğümüzde:

Şimdi bu tespitlerimizin yanına bu konuda günümüzde ulaşılan bilgileri de koyalım.

Bu bilgiler ışığında 125. ayete bir kere daha bakarsak, ayette yüksek irtifa ile nefes darlığı arasında kurulan bağlantı, 7. asırda Mekke’nin bilgi ve deneyim düzeyini aşan bir hakikate işaret etmektedir. Dönemin coğrafi ve bilimsel koşulları göz önüne alındığında, böyle bir bağlantıyı kurma insan kapasitesinin ötesinde bir bilgi gerektirir. Ayetin bu ifadeyi hem anlam hem de duygu boyutunda çarpıcı bir şekilde tasvir etmesi, Kur’an’ın ilahi bir kaynaktan geldiğini şahitlik etmektedir.

Özetlersek, En’am sûresi’nin 125. ayeti, Kur’an’ın insan sözü olamayacağına dair güçlü bir delil sunar. İnsanların yüksek irtifanın fizyolojik etkilerinden habersiz olduğu bir dönemde böyle bir hakikate işaret eden ayet, başlıktaki soruya “hayır” cevabı veren ayetler arasındaki yerine alır.

Ayette Geçen “YASSA’ADU” Fiilinin Seçimi Bir Mucize mi?

En’am sûresi’nin 125. ayetinde geçen “kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır” ifadesi, Arapça metinde şu şekilde yer alır: “Vemenyurid en yudillehuyec’alsadrahudayyikanharacenkeennemâ YASSA’ADU fî-ssemâi.”

Burada kullanılan “يَصَّعَّدُ (yassa‘adu)” fiili, hem anlamı hem de telaffuzuyla dikkat çekici bir kelimedir. Bu fiilin seçimi, sıradan bir tercih olmadığını ve kelimenin bizzat ortamın havasını hissettirdiğini göstermektedir.

“YASSA’ADU” Kelimesinin Fonetik Gücü ve Ortamı Yansıtması

Şeddeli ‘Ayn Harfinin Etkisi: "Yassa‘adu" kelimesini söylerken, şeddeli ‘ayn (ع) harfinin vurgusu, boğazda sıkışma ve nefes daralması hissi meydana getirir. Bu, yalnızca kelimenin anlamını iletmekle kalmaz, aynı zamanda insanın göğe yükselirken yaşayacağı zorluğu, nefes darlığını ve sıkıntıyı da hissettirir. Sanki kelimeyi söyleyen kişi, bu daralmayı fiziksel olarak tecrübe ediyormuş gibi bir etki oluşur.

Fonetik ile Anlamın Uyumu: "Yassa‘adu" fiilindeki telaffuz zorluğu, okuyucuya göğe yükseldikçe nefes almanın zorlaşmasını fiziksel bir deneyimle hissettirir. Bu etki, kelimenin diğer alternatiflerle değiştirilmesi durumunda sağlanamaz. Bu da Kur’an’ın dilindeki ince seçimin hikmetini ve derinliğini gösterir.

Şimdi bu noktada başlıktaki sorunun cevabına bakalım.

Bu sorunun cevabını bulmak ve “yassa‘adu” fiilinin seçiminin olağanüstülüğünü anlamak için iki soru soralım:

7. Asır Mekke Arapçası İçin Tahmini Sıralama:

  1. صَعِدَ (sa‘ida): Yükselmek – %60: Günlük dilde en yaygın kullanılan fiildi.

  2. ارْتَفَعَ (irtafa‘a): Yükselmek – %20: Daha resmi ve edebi bir tercihti.

  3. تَسَلَّقَ (teselleka): Tırmanmak – %10: Fiziksel bir tırmanma anlamında daha spesifik bir fiildi.

  4. عَرَجَ (‘arece): Göğe çıkmak, yükselmek – %8: Manevi ve dini bağlamlarda kullanılan bir kelimeydi.

  5. يَصَّعَّدُ (yassa‘adu): Zorlanarak yükselmek – %2: Telaffuzu ve anlamının özel olması nedeniyle günlük konuşmada neredeyse hiç kullanılmazdı.

21. Asır Suudi Arabistan Arapçası İçin Tahmini Sıralama:

  1. صَعِدَ (sa‘ida): Yükselmek – %65: Hâlâ en yaygın tercih edilen kelimedir.

  2. ارْتَفَعَ (irtafa‘a): Yükselmek – %20: Daha resmi ve edebi bir anlam taşır.

  3. تَسَلَّقَ (teselleka): Tırmanmak – %10: Spesifik bağlamlarda kullanılır.

  4. عَرَجَ (‘arece): Göğe çıkmak, yükselmek – %3: Dini ve edebi bağlamda sınırlı bir kullanımı vardır.

  5. يَصَّعَّدُ (yassa‘adu): Zorlanarak yükselmek – %2: Modern kullanımda nadir görülür.

Bu tahminleri nasıl yaptığımız hakkında dipnotta verilen bilgiye bakılabilir.1110

Bu sıralamalar, "yassa‘adu" kelimesinin hem 7. asırda hem de günümüzde günlük kullanımda en düşük ihtimalle tercih edildiğini gösteriyor.

Özetlersek, 125. ayet içinde bulunduğu bütün Kur’an ayetlerini temsilen bir kere daha “Kur’an insan sözü olamaz” gerçeğine şahitlik ediyor.

Gerçekten İslam’ın İçinde Huzur, Dışında Huzursuzluk Var mıdır?

Buraya kadar 125. Ayet okunduğunda akla gelebilecek soru ve konular üzerinde durduk. Bu başlıkla birlikte ayetin asıl konusuna giriş yapıyoruz.

Ayetin asıl konusu hidayet ve dalalet, doğru yolun verdiği huzur, doğru yoldan sapmanın verdiği huzursuzluk.

Ayette huzur “yeşrah” inşirah kelimesiyle anlatılırken huzursuzluk göğe çıkan bir insanın yerden yükseldikçe yaşayacağı nefes alma zorluğu üzerinden anlatılıyor.

Bu noktada başlıkta sorduğumuz soru devreye giriyor; yani gerçekten doğru yolda giden müminler bu huzuru yaşıyor mu? Doğru yoldan başka yönlere gidenler bir huzursuzluk, mutsuzluk, endişe ve korku yaşıyorlar mı?

Biz bu konuya daha önce Tefsir Usulümüzde ve ilgili ayetlerin tefsirinde değindik, bu konu için;

Bu konu için bunların hepsine bakılmasını tavsiye ediyoruz. Onlara ilaveten “Farklı Bir Açıdan İslam” kitabımızdan bir bölümü burada sizinle paylaşmak istiyoruz.

Önce bir tespit yapıyoruz. Bu dünyada insan için en temel ihtiyaçların başında huzur ve güven gelir. Bu durumda,

Din, En Temel İhtiyacı Karşılar

Bu tespitin gerekçelerini bir kurgu üzerinden anlatalım,

Varsayalım, dünyamız, içinde yüz kişinin yaşadığı bir ev kadar küçüldü. Bu evin şöyle bir özelliği var. Bu evde her insanın ortalama ömrü 80 gün.1111 Fakat evde 80 gün kalma garantisi yok. Herkes 80 gün de kalabilir, her an da gidebilir.

Böyle bir dekorda, eve her gün, doğumla birkaç kişi gelirken, ölümle birkaç kişi gidiyor. Bu manzara karşısında, hiçbir insan kendini güvende hissetmiyor. Kendilerini güvende hissetmek için şu soruların cevaplarını arıyorlar:

Nereden geldik? Niçin buradayız? Nereye gidiyoruz? Bizi buraya kim gönderdi? Bizden ne İstiyor?

Bu evde, insanların yemek, su, uyuma gibi ihtiyaçları var ama evde bulunan her insanın, her an ölümle evden ayrılma ihtimali insanların yeme içme iştahını kestiği gibi, uykularının kaçmasına da sebep oluyor.

Bu noktada soruyoruz,

Bu soruların cevabı bulunmazsa, evdeki insanlarda baskın olan duygu ne olur? Cevap: Korku.

Bu cevaplar bulunduğunda, bu evdeki insanlarda hâkim olan duygu ne olacaktır? Cevap: Güven.

Bu tespitin ardından dini de psikoloji, tıp, biyoloji fizik, kimya gibi ilimler arasına koyarak soralım.

Bu evdeki, insanların sorularına bu ilimlerin cevabı ne olur?

Bütün ilimlerden bir yaratıcının varlığını öğreniriz.

Dini ilimlerden ise, yaratıcının sorularımıza verdiği cevapları öğreniriz.

Şimdi soralım,

Bu evdeki insanlar için sorularının cevaplarını bulmak bir ihtiyaç mıydı?

Bu evdeki insanlar için kendilerini güvende hissetmek bir ihtiyaç mıydı?

Bana Ne Diyor? Bu sorulara sen ve senin gibi insanlar “evet” dediğinizde, şunları da demiş oluyorsunuz:

Din bir ihtiyaçtır.

Din, akla gelen sorulara verdiği doğru cevaplarla, insanın kendini güvende hissetmek gibi en temel ve en önemli ihtiyacını karşılar.

Dinin karşıladığı bu ihtiyaçtan yola çıkarak, etrafında “Ben dindarım” diyen her insana sor: “Din senin, öncelikli olarak hangi ihtiyacını karşılıyor?” Cevabın, önce güven, sonra ona bağlı olarak “huzur” olması büyük bir farkındalıktır.

İnsan Korkar, Din Güven Verir

“Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmam” veya “Ben gözümün gördüğünden korkmam” gibi sözlerin tamamı, üzerinde bir kere daha düşünülmesi gereken sözlerdir.

Üzerinde ciddi olarak düşünüldüğünde, korkunun insanın içinde, sürekli var olan ve insanın aklına olumsuzu getirip, onu olumluya doğru iten bir motor olduğu anlaşılacaktır.

Kolaydan başlayarak örnekler verelim. Her insan su içer, yemek yer. Neden? Çünkü insanın bilinçaltı, bunları yapmadığında, insana olacakları düşündürür. Olacak olan, çok değerli nimet olan hayatın kaybedilmesidir. Hayatı ve onun öncesinde sağlığı kaybetme korkusu insanı sürekli, sağlığını korumaya, bunun için de sağlıklı beslenmeye iter…

İş aramanın arkasında, aranan işte geleceğe dönük sosyal güvence aramanın arkasında da bu duygu vardır.

Korkunun ilacı güvendir. Güven duygusu geldiğinde o gider.

Bu duygular, neden bize bu kadar yakın? Çünkü onlar dünyaya geldiğimizde ilk tattığımız duygulardır. Her bebek ama her bebek, aylarca kiracı olduğu ana rahmi gibi konforlu bir evden, bir bilinmeze gelmiştir. İlk tattığı duygu korku olduğu gibi ilk aradığı duygu da güvendir. Annenin kucağı ve kucakta verilen süt, o bebeğe güven verir.

Bu güven, o bebeğin şahsında bütün insanlara şu mesajı verir. “Ey insan! Bu dünyada korku senin peşini hiç ama hiç bırakmayacak. O olduğu müddetçe güven arayışın da hep olacak. Ama neye sahip olursan ol, her an kapının önüne konacak bir kiracı olarak yaşadığın bu dünya sana kalıcı bir güven duygusu ver(e)meyecek. Bu duyguyu sana kalıcı olarak verecek tek şey, dindir. Dinin sahibi de Allah’tır.”

Bana Ne Diyor? Dinin vereceği güveni hissetmen imana bağlıdır. İman kışın evde yanan sobaya benzer. Sobanın ateşini güçlendirirsen, evde sıcaklık hissedersin. Sobanın ateşi zayıflar veya soba yanarken, evin içinde günahların olduğu tarafa bakan kapı ve pencereler açılırsa, evin sıcaklığını hissetmen azalır… İşte bu nedenle evi, takva denilen iç ve dış cephe kaplamasıyla kaplaman gerekir.”

“Farklı Bir Açıdan İslam” kitabımızdan yaptığımız alıntıdan sonra tefsirimize devam edelim,

126. Âyet: Âyette “Bu Rabbinin dosdoğru yoludur.” İfadesi geçiyor. Bu şu demek: Yolu dosdoğru olan din Mükemmeldir. O zaman soralım “İslam dini Mükemmel mi?” Bu sorunun cevabı için Yunus sûresinin 1. ayetinin tefsirinde “İslam Dini de Güneş Gibi Mükemmel mi?” başlığı altında yaptığımız değerlendirmelere bakılabilir.

Ayetin devamında “Doğrusu Biz düşünüp öğüt (ve ibret) alacak bir toplum için âyetleri ayrıntılı olarak açıkladık.” deniliyor. Bu ifade üzerinden verilen mesajlardan biri şu: İmtihan dünyasında hiç kimsenin bahanesi yok; bu dünyada “Vahiy/Kur’an ve Peygamber üzerinden dosdoğru yol gösterilmiştir.”

127. Âyet: Allah’ın dostluğu Nasıl Kazanılır?

Bu kısa ayet bu soruya kısa ve net bir cevap veriyor: Yapılan güzel işlerle,

Bu kısa cevabı özetlersek, İslam dininin özeti bu. 4 ayetlik Asr sûresi de bu özetin referansı.

128-131. Âyet: Mahşer Meydanı Üzerinden Verilen Sonuç Eğitimi

Ayetler hidayet-dalalet ekseninde; imtihan dünyasındaki olaylar etrafında akarken birdenbire karşımıza mahşerle ilgili ayetler çıkıyor. Aniden zihnen ve manen dünyadan kopuyor, kendimizi mahşerde yaşananların şahidi olarak buluyoruz.

Kur’an’daki geçmişe ve geleceğe yönelik sonuç eğitimlerinde amaçlardan biri de budur. Biz Kur’an okurken ahiretle (mahşerle, hesap günü ile) ilgili ayetler aniden, ölüm gibi karşımıza çıkar ve bizi hayalen ahirete götürür.

Bunda amaç nedir? Ölmeden önce bizi ölümle yüzleştirmektir, ölmeden önce dünyadaki tercihlerimizin ahiretteki sonuçları üzerinden bizi düşündürmektir. Geçmişe dönük bir muhasebe yapmamıza vesile olmaktır. Kısaca bizi ölüm gerçeği karşısında 7/24, 365 gün hazır olda tutmaktır.

Bu kısa girişin ardından, hayalen öldükten sonra dirileceğimiz mahşer meydanına gidelim ve yaşananlara bakalım.

Burada şunu bir kere daha ifade edelim: Kur’an kıyameti, ahireti, dirilişi, mahşeri, hesap gününü, cenneti ve cehennemi oraları anlatmak için anlatmaz, oralar üzerinden buraya; dünyaya mesaj vermek için anlatır.

Konuya şu soruyla girelim:

Mahşer Meydanında Ne Oluyor?

Kur’an bize burada bütünden bir parça gösteriyor, bütünü anlama işini bize bırakıyor.

Bütün şu: İradesi olan ins ve cin; görünen ve görünmeyen varlıklar ahirette dirilecek ve dünyadaki tercihlerden ahirette hesap verecek. Bütünü anladıktan sonra Kur’an bize parçayı gösteriyor, parçada ne görüyoruz?

Bir kurgu içinde özetlersek, bu ayetler bizi hayalen mahşer meydanına götürüyor. Kameralar önce mahşerin genel görüntüsünü bize gösteriyor, sonra yakın çekim yaparak cinni ve insi şeytanlara odaklanıyor. İnsanların yaptığı itiraftan kısa bir bölümü bize dinletiyor. Sonra da bunların varacağı yerin cehennem olduğunu söylüyor.

Burada bize verilen mesajlardan biri şu: İnsan olarak yaratılan hiçbir insan fiziki olarak şeytana dönüşmez ama şeytanın vesveselerine kanmakla, tercihlerinde ona benzeyebilir. Tercihlerinde ona benzeyenler insî şeytan olur. İnsî şeytanlar da ahirette şeytanın gireceği cehenneme girer.

Bu noktada 129. ayeti anlamak için genel bir okuma yapmamız gerekiyor. Ayette, 128. ayette olduğu gibi iki grup var. Vezirler ve piyonlar, yönetenler-yönetilenler, uyulanlar-uyanlar, amirler-memurlar, tabi olunanlar ve olanlar.

Bu konuyu bu ayet özelinden okursak, burada uyulanlar şeytanlar olurken, uyanlar da insî şeytanlar oluyor. Bu dekor üzerinden ayetin verdiği mesajlardan biri şu oluyor: Tercihlerinizle şeytana benzer insî şeytan olursanız, şeytan amir, siz de memur, şeytan vezir, siz de piyon olursunuz.

129. ayeti Kur’an bütünlüğünde okursak, Kur’an burada örneğini verdiğimiz konuyu insanlardan kendilerine uyulanlar ve uyanlar, tabi olunanlar ve olanlar üzerinden de anlatıyor ve o anlatı üzerinden şu mesajı veriyor: Körü körüne kimseye tabi olmayın, aklınızı kullanın, araştırın, sorgulayın, kandırılmayın…

130. ayette parçadan bütüne geçişi görüyoruz. Bu ayette sonuç eğitimine yapılan vurgu daha da artıyor. Cinlere ve insanlara soruluyor: Size burada yaşayacağınız sonuçları önceden haber veren peygamberler gelmedi mi?

Buradan şunu anlıyoruz, insanlara geldiği gibi cinlere de peygamberler geldi; o peygamberler insanlara tercihlerinin ahiretteki sonuçlarını anlattıkları gibi cinlere de anlattılar.

Her iki grubun da orada yaptığı şahitlik şu anlama geliyor: “Allah’ım, sen bize hayattayken peygamberler gönderdin, bizi tercihlerimizin sonuçlarından haberdar ettin. Artık hiçbir bahanemiz yok. Sen kullarına karşı zerre kadar haksızlık yapmazsın. Burada ne yaşayacaksak onları biz hak ettik.”

131. ayeti 130. ayetin devamı olarak okuduğumuzda şunu anlıyoruz: Allah (cc) dünyada helak ettiği kavimlerin hiçbirini peygamber göndermeden; onları uyarmadan önce helak etmedi. Onlar da ölüp dirildiklerinde 130. ayette geçen şu cümleyi söyleyecekler: “Ey Rabbimiz peygamberler geldiler ama biz onlara kulak vermedik. Suçumuzu itiraf etmekle haksız olduğumuza bizzat kendimiz (de) şahidiz!”

Özetlersek, buradaki ayetler bize ahiret üzerinden bir sonuç eğitimi veriyor. Bu sonuç eğitimindeki mesajların özeti şu: Dünyadaki geçmişiniz ahiretteki geleceğiniz olarak karşınıza çıkacak. Nasıl bir gelecek yaşamak istiyorsanız, tercihlerinizi ona göre yapın.

Cinlere Ayrıca Peygamber Gönderildi mi?

130. ayette geçen “Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bugünle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?” sorusunu vesile yaparak bu konuda bir değerlendirme yapmak istiyoruz.

Öncelikle bu konudaki kabullerimizi paylaşalım.

Bu ve benzeri kabuller referansı Kur’an olan her müminin iman etmesi gereken konular arasında yer alıyor.

Bu noktada Kur’an’ın açık bıraktığı bir alan var: “Cinlere, insanlara gönderilen peygamberlerin dışında ayrıca peygamber gönderildi mi?” Kur’an’da bu konuyu insanlara gönderildiği netliğinde ifade eden ayetler yok. Ancak bazı işaretlerden dolayı, insanlara gönderilen peygamberin cinlere de aynı anda gönderildiği şeklinde kabuller var. Bu kabullerde Son Peygamber olan Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) dışında başka peygamber ismi geçmiyor.

Bizim bu konudaki kanaatimiz, cinlere de ayrıca peygamber gönderildiği şeklinde. Bunun nedenini şöyle açıklıyoruz:

Eğer insanlara gönderilen “peygamberin” bütün cinlere de gönderildiğini kabul edersek karşımıza bazı noktalar çıkıyor:

Birinci Nokta: Cinlerin insanlardan binlerce yıl önce yaratıldığı Kur'an'da açıkça belirtilmiştir.1114 İnsanlar yaratılmadan önceki bu uzun süreçte cinler nasıl imtihan edildi? Allah hiçbir toplumu uyarıcı göndermeden sorumlu tutmayacağını bildirdiğine göre,1115 cinlere bu dönemde kendi içlerinden peygamber gönderilmemiş olması düşünülemez. Aksi halde binlerce yıl boyunca başıboş bırakılmış olmaları gerekir ki, bu Allah'ın adaletine, iradeli varlıkları yaratma ve yönetme yasasına uygun düşmez.

İkinci Nokta: İnsanların yaratılışından Hz. Muhammed'e (sav) kadar geçen binlerce yıllık süreçte, insanlara yüzlerce peygamber gönderildi. Peki ya cinlere? Bu kadar uzun sürede cinlere hiç peygamber gönderilmemiş olması makul değildir. Çünkü her ümmete mutlaka uyarıcı gönderildiği Kur'an'da net olarak bildirilmiştir.1116

Üçüncü Nokta: Hz. Muhammed'in (sav) cinlerle olan sınırlı temasları, tüm cin toplumlarını kuşatacak kapsamlı bir tebliğ için yeterli olabilir mi? Birkaç kısa görüşme ve sınırlı sayıdaki ayet,1117 farklı yaşam şartları ve kabiliyetlere sahip cinlerin tüm ihtiyaçlarını karşılayabilir mi? İnsanlara bu kadar detaylı ve uzun süreli tebliğ yapılırken, cinlere bu kadar kısa bir tebliğ yeterli olur mu?

Dördüncü Nokta: Cinler ve insanlar arasındaki temel farklılıklar (yaratılış maddesi, görünmezlik, şekil değiştirebilme, uzun ömür, farklı yaşam alanları ve şartları) düşünüldüğünde, bir insan peygamberin cinlere tam anlamıyla örnek olması mümkün müdür?

Beşinci Nokta: Cinler "Bize kendi cinsimizden, yaşam şartlarımızı bilen, bizim gibi yaşayan bir peygamber gönderilmedi. Bu yüzden doğru yolu tam olarak bulamadık" derlerse, bu mazeret haksız sayılabilir mi? İnsanlara bile "kendi içlerinden" peygamberler gönderilmişken, cinlere neden kendi türlerinden peygamber gönderilmemiş olsun?

Biz, başlıktaki “Cinlere Ayrıca Peygamber Gönderildi mi?” konusu üzerinde çalışırken, burada öne çıkardığımız beş noktada geçen sorulara makul cevap veren bir çalışma görmedik. Bu sorulara makul cevap vermeden “Cinlere insan peygamber gönderilmiştir” demek ayakları yere sağlam basan bir açıklama olmuyor.

Bu durumda, “Cinlere daha ilk yaratıldıklarında insanlarda olduğu gibi ilk peygamberin gönderildiğini, arkasından onların sayılarının çoğalmasına bağlı olarak yine kendi türlerinden peygamberler gönderildiğini” kabul etmek makul bir yaklaşım oluyor. Bu kabulün Kur’an’a ve ona göre şekillenen İslam dinini ile uyumlu olduğu anlaşılıyor.

Özetlersek, başlıktaki soruya "evet" cevabı vermenin önünde bir engel görünmüyor. Ancak bu cevabın kesin bir hüküm değil, mevcut verilerden hareketle yapılan makul bir yorum olduğunu özellikle vurgulamak istiyoruz. Tabi ki her konuda işin en doğrusunu Allah (cc) bilir.

132. 133. Âyet: Kur’an’ı Monologdan Diyaloga Dönüştürüp Okumak Mümkün mü?1118

Kur'an-ı Kerim'de şekilsel olarak diyalog örnekleri oldukça azdır. Taha sûresindeki (17, 18) "Şu sağ elindeki nedir ey Mûsâ?" sorusuna, Musa'nın "O benim değneğimdir..." şeklinde verdiği cevap gibi karşılıklı konuşma örnekleri, tüm ayetler içinde %2'lik bir oranı bile bulmaz.

Ancak bu durum, Kur'an'ın monolog (tek taraflı konuşma) olduğu anlamına gelmez. Aksine, derinlemesine bir okuma ve tefekkür bize gösterir ki, Kur'an baştan sona muhteşem bir diyalogdur (karşılıklı konuşmadır). Bu diyalogun iki tarafı vardır: Yaratan ve yaratılan, her şeyi veren ve her şeye muhtaç olan.

Her ayet, aslında bir ihtiyaca cevaptır. Yaratılanın bu ihtiyacı her zaman sözle dile getirmesine gerek yoktur. Çünkü Yaratan, yarattığını en iyi bilendir. Bizim hal dilimizle 'konuşmamız', yaşadığımız olaylar, karşılaştığımız durumlar ve hissettiğimiz ihtiyaçlar ayetlerin inmesine vesile olur. Bu açıdan bakıldığında Kur'an, insanlığın hal diliyle sorduğu sorulara, yaşadığı olaylara ve ihtiyaç duyduğu rehberliğe ilahi cevapların toplamıdır.

Bu bakış açısı bizi önemli bir okuma metoduna götürür: İleri seviye bir Kur'an okuyucusu, görünürde monolog olan her hitabın hangi ihtiyaca binaen geldiğini düşünerek, o hitabı diyaloga dönüştürebilir. Yani her ayeti cıvata, ona denk gelen her olayı da somun gibi düşünebilir. Bu yöntem adeta ayetlerin iniş sebeplerini, yaşadığımız asırda yeniden keşfetmek gibidir.

Kur'an'da nüzul (iniş) sebebi bilinen ayetlerin oranı en iyimser tahminle %30'dur. Ancak bahsettiğimiz yöntemle, Kur'an'daki her ayetin her asra bakan nüzul sebebini keşfetmek mümkündür. Çünkü Kur'an'da 'neden indiği bilinmeyen' tek bir ayet yoktur.

Yani Kur’an’daki hiçbir ayet için şu denemez. “İnmiş ama neden indiği, niçin indiği, hayatın içinde hangi olaya karşılık geldiği hâlâ bilinmiyor.” Böyle bir ayet yok.

Bu gerçek bize şunu gösterir: Kur'an'daki tüm ayetler, ilk indikleri 7. asırda yaşanan olaylara cevap olarak inmiştir. Ancak bu cevaplar, sadece o döneme değil, tüm zamanlara hitap eden evrensel mesajlar içerir. Böylece her ayet, insanlığın soru(n)ları ile Allah'ın cevapları arasındaki sonsuz bir diyalogun parçası haline gelir.

Bu derin okuma metodu, Kur'an'ı sadece okunup geçilen bir kitap olmaktan çıkarıp, her an bizimle konuşan, sorularımıza cevap veren, ihtiyaçlarımıza çözüm sunan canlı bir rehbere dönüştürür.

Şimdi bu metotla En'am sûresinin 132-134 ayetlerini okuyacak onun güncel mesajlarına bakacağız.

İniş Sebebi Bilinmeyen Ayetlerin İniş Sebebi Nasıl Bulunur?

En'am sûresinin 132-133. ayetlerini okurken kendimize şu soruyu soralım: İnsanlar arasında nasıl bir konuşma, nasıl bir olay cereyan etti ki, bu ayetler o duruma cevap olarak nazil oldu?

Klasik tefsirlerde bu ayetlerin özel bir iniş sebebi zikredilmez. Ancak ayetlerin muhtevasından hareketle, dönemin sosyal dokusunu anlayabiliriz: Muhtemelen yeni Müslüman olmuş bazı kişiler arasında şu tarz konuşmalar yapılmış olabilir:

Bu ve benzeri sözler insanın olduğu her yerde duyulabilecek sözler.

Bu ihtimalleri dikkate aldığımızda, görünürde monolog olan ayetler birden canlı bir diyaloga dönüşür. Sanki şöyle bir sahne canlanır: Bir tarafta amellerini öne çıkaranlar, diğer tarafta bu davranışı düzelten ilahi hitap...

Ayetler adeta o güne ve bugüne şöyle seslenir:

Monoloğu Diyaloga Dönüştürme Yöntemine İtiraz Gelir mi?

Burada yaptığımız yorumlara “kesin böyledir, bundan başka olması mümkün değildir” dersek, böyle bir söyleme karşı itiraz gelir ve o itiraz haklıdır.

Fakat bu yönteme itiraz etmeden önce şu soruya cevap vermek gerekir: Bu ayetler (132, 133) indiğinde, o gün veya öncesinde bu ayetlerin inmesine sebep olacak hiçbir şey yaşanmadı mı? Bu ayetler hiçbir gerekçe yokken mi indi?

Bu soruya üç şekilde cevap verilebilir:

Biz, Kur'an'ı çağımıza taşımanın ve her ayetle günümüz olayları arasında anlamlı bağlantılar kurmanın mümkün olduğuna inanıyoruz. Bu yaklaşım, "Kur'an'ı sana inmiş gibi okuma" idealinin gerçekleşmesini sağlar. Böylece Kur'an, sadece tarihsel bir metin olmaktan çıkıp, bizimle aktif diyalog kuran, yaşayan bir kitaba dönüşür.

Bu metotu 'Kur'an Bana Ne Diyor?' isimli mealimizde (sayfa sayısı sınırlı olduğu için) kısmen uyguladık, tefsir çalışmamızda ise çok sayıda ayete bu açıdan bakmaya çalıştık.

Bu okuma metodu, Kur'an'ı raflardan indirip hayatın tam merkezine yerleştirir. Her ayet, modern insanın iç dünyasında yankılanır, güncel sorularına cevap verir. Her okuyuşunuzda Kur'an size yeni bir şey söyler, çünkü siz de her gün değişir, gelişir, farklı durumlarla karşılaşırsınız. Bazen bir ayet, sabah okuduğunuzda size başka, akşam okuduğunuzda bambaşka hikmetler fısıldar.

Bu yaklaşım, Kur'an'ı tarihin tozlu sayfalarından çıkarıp, metropollerin gökdelenleri arasında, köylerin toprak yollarında, gençlerin akıllı telefonlarında, yaşlıların tesbih tanelerinde yankılanan aktüel ve dinamik bir hitaba dönüştürür. Her okuyuşta Allah ile kulları arasında taze bir diyalog başlar. Sanki Cebrail (as) o ayeti az önce getirmiş, sanki mürekkep henüz kurumamış gibidir.

Bu yöntem sayesinde, Kur'an okumak artık sadece bir ibadet değil, Rahmân ile yapılan canlı bir sohbete dönüşür. Her ayet, her kelime sizinle konuşur, size dokunur, sizi değiştirir. Çünkü Kur'an, dün olduğu gibi bugün de, yarın da insanlığın en taze, en güncel rehberidir.

Özetlersek, biz Kur’an’ın baştan sona Allah ile kul arasında diyalog kuran bir hitap olduğuna inanıyoruz. Bu inancın sonuçlarını tefsir çalışmamıza yansıtmaya çalışıyoruz. Bu konuda %100 başarılıyız gibi bir iddiamız yok. Ama gayretimiz var. Dileriz bu gayret meal ve tefsir yazan her yazarımızda bizden daha fazla olur, dileriz onların muvaffakiyeti de bizden daha fazla olur.

136-140 Âyet: Hurafeler ve Gelenek Bir Dini Nasıl Tanınmaz Hale Getirir?

Bu ayetlerde bu sorunun cevabını bulunuyoruz.

Malum 7. asırda Mekke halkı yaklaşık kendilerinden 2800 yıl önce yaşamış Hz. İbrahim’i ataları biliyor ve onun dini üzerine devam ettiklerini söylüyorlardı.

Bu söylemi baz aldığımızda buradaki ayetlerde anlatılan batıl inançlar başlıktaki sorumuzun cevabı oluyorlar. Ayetler üzerinden madde madde cevabın detaylarına bakalım.

Bu cevaplardan günümüze gelirsek, günümüzde de vahyin rehberliğinden uzak kalan insanlar batıl inançlara ve hurafelere inanabiliyorlar. Bu konuda dipnotta verdiğimiz referanslara bakılmasını tavsiye ediyoruz.1120

141. Âyet: Tevhid Dersi

Yukarıdaki ayetlerde tevhid inancından sapmanın ve bunun sonuçlarının nasıl olduğunu gördük. Bu ayeti, sûrede bunun benzer olan 99. ayetle birlikte okumak gerekiyor. Ayet, yaratılan nimetler üzerinden bir kez daha tevhide vurgu yapıyor. Bu ve benzeri ayetler şu ortak mesajı veriyor: “Bunlar ve bunlar gibi sayısız nimetler sizin değil, siz de emanettir. Onlara ‘benim’ demeyin, ‘ben de emanet’ deyin. Emanet üzerindeki Allah hakkını fakirin ve muhtaçların hakkı olarak bilin ve onları ihtiyaç sahiplerine verin.”

“İnsan da Aynı Şeylerden Ayrı Şeyler Yaratabilir mi?”

Bu ayetin konusu tevhid olduğundan, tevhid konusunda daha önce yaptığımız açıklamaların devamı olarak burada kısa bir değerlendirme yapmak istiyoruz.

99. ayette ve 141. ayette geçen “hem birbirine benzer hem de bambaşka” anlamı verdiğimiz ifadeler, “muteşâbihen ve ġayramuteşâbihin” şeklinde geçiyor. Bu iki ifade Kur’an’da sadece bu iki ayette geçmektedir.

Bu ifadeler, Allah’ın yaratma sanatındaki mükemmelliğe işaret ediyor. Allah (cc) yarattığı bütün meyve ve sebzeleri güneş, hava, toprak, su gibi aynı unsurlarla besler; ancak hepsini ayrı renk, tat, özellik ve güzellikte yaratır. “Aynı” içinde çok sayıda “ayrı”yı yaratır.1121

İnsanlar, bu yaratmayı 19. yüzyılda genetik biliminin doğuşuna kadar sadece seyrediyorlardı. 20. yüzyılın ortalarında moleküler biyolojinin gelişmesiyle, seyirci oldukları nimetlerin yapısını anlamaya başladılar. 1970’li yıllarda ise ilk kez genetik olarak modifiye edilmiş organizma (GDO) üretildi.

Allah’ın sanatı için 1 ile 100 arasında bir derecelendirme yaparsak, bilim insanları geçmişte seyircisi oldukları bu sanatı günümüzde gelişen bilim ve teknoloji sayesinde modellemeye başladı. Günümüzde bu modelleme, 1 ile 100 arasında yaklaşık 10 birimlik bir mesafe almış durumda. Yani daha işin başındalar. Peki, işin başından işin sonu görünüyor mu? Evet, artık insanın yaptıklarından ve yapabileceklerinden gelecekte gelebileceği seviyeyi tahmin etmek zor değil.

Net bir ifade kullanmak gerekirse, bilim insanları bütün zamanlarda yoktan yaratmada aciz kalacaklar, fakat yaratılanlardan yeni şeyler meydana getirmede ciddi seviyede mesafe alacaklar. Allah’ın yarattığı “asıl” ile insanın yaptığı “aslın kopyası” arasındaki fark en aza inecek.

İşte burada başlıktaki soru gündeme gelecek. Buradan sonrasını aşağıdaki başlıkla devam edelim.

“Bilim İnsanları Şımarabilir mi?”

Bilim insanının şımarıklığı, haddini aşmasıyla gerçekleşir. Yani yaratılmış bir varlıkken, kendini yaratıcı zannetmesi ve yaratma kelimesini bir açıklama yapmadan kullanmasıyla olur. Yaratma kelimesi hakkında daha önce açıklama yaptık.1122

Bunu bir örnekle anlatırsak: bir baba çocuğuna, onun asla elde edemeyeceği bir sermaye veriyor ve o sermaye ile ondan güzel şeyler yapmasını istiyor. Çocuk büyüyor, o sermayeyle güzel şeyler yapıyor. Sonrasında ise, “bütün bunları ben yaptım” diyor.

İlk sermaye olmasaydı o yaptıklarını yapamayacağını ve o sermayeyi verenin zaten o işlerin yapılması için o sermayeyi verdiğini unutuyor. Günümüzde Allah’ı unutan bilim insanlarının hali bu çocuğa benziyor.

Bu konuya aşağıdaki başlıkla devam edelim.

“2099 Yılında Allah’a Kul Olmak Zor mu Olacak Kolay mı?”

2099 yılını dikkat çeksin diye yazdık. Kastettiğimiz, teknolojinin bugünkü noktadan daha da ileri gittiği yıllar; yukarıdaki 1 ile 100 derecelendirmesiyle söylersek, bilim insanlarının 50 birimlik mesafe aldığı yıllar.

Bu sorunun cevabını bugünden tahmin edebiliriz. Geçmişte, özellikle teknolojide büyük gelişmeler yaşanmadan ve sanayi devrimi olmadan önceki zaman dilimlerinde, insanlar tabiat olayları karşısında aciz kalıyordu.

Bu aciz kalmayı bir benzetmeyle anlatırsak, tabiatı 100 kiloluk bir güreşçiye benzetelim; insan onun karşısında zayıf bir rakipti. Tabiat, deprem, fırtına, kasırga, salgın gibi hamlelerle her seferinde zayıf güreşçiyi tuş ediyordu.

Zayıf güreşçi de tuş olduğunda aczini anlıyor, güçlü olan Allah’a sığınıyor ve ondan yardım istiyordu. Müşrikler de Allah’ın yanında başka varlıklara sığınıyordu.

Gün geldi, takvimler 2099 yılını gösterdi; bizim zayıf güreşçi tabiat karşısında büyüdü ve güçlendi. Onu tamamen yenmese bile ondan gelen deprem ve benzeri hamlelerin etkisini azaltabildi.

İşte böyle bir ortamda “yaratma” kelimesi insana nispet edilerek bugünden daha fazla kullanılacak. "Tabiatı/Doğayı yendik. Dün ona mağlup oluyorduk, bugün galip geliyoruz" diyen şımarık tipler çıkacak. Bugün dünyada az sayıda olan ateist, deist ve agnostik sayısı daha fazla olacak.

İşte böyle bir zaman diliminde bazı insanlar için Allah’a kul olmak çok ama çok zor olacak.

Ancak, asırlar değişse bile, imtihan dünyasının dekorunun değişmediğini, doğumların, yaşlanmaların ve ölümlerin devam ettiğini bilenler için kul olmak yine kolay olacak. Yukarıdaki harçlık alan çocuk örneğini hatırlarsak, elindeki sermayenin emanet olduğunu bilen, o sermaye ile elde ettiği bütün başarıların da kendine ait olmadığını bilen ve o başarılar karşısında vazifesinin şükür olduğunu unutmayanlar için kul olmak zor olmayacak.

Bunları Bilmek Keramet mi Kehanet mi?

Keramet ve kehanetten kastedilen herkesin bilemeyeceğini bilmek ise, bunları bilmek ikisi de değil. Bunları bilmek, geçmiş 50 yıldaki Nisan aylarına bakıp, gelecek yıl Nisan ayındaki hava durumunu çok az hata payıyla tahmin etmek gibi herkesin yapabileceği bir şey.

Dileğimiz her devirde Rabbimize bilerek, severek, aşk ile ve şevk ile kul olanlardan olmak. Dileğimiz bunda muvaffak olmak.

142. Âyet: Kendinizi Otorite Olarak Görmeyin

Bu ayet müşriklere şu mesajı veriyor: Sahibi göründüğünüz bu hayvanlar ve diğer tüm nimetler sizin istifadenize sunuldu. Bunlardan istifa edin. Bunları veren Allah’a şükredin. Fakat şeytan tarafından kandırılarak, ona tabi olarak kendinizi otorite zannetmeyin, bir otorite gibi şuna helal, buna haram demeyin. Kul olduğunuzu unutmayın. Haddinizi bilin.

143. 144. Âyet: Sapma Konusunda Bir Örnek Daha

Bu ayetleri de 136-140. Ayetlerde “Hurafeler ve Gelenek Bir Dini Nasıl Tanınmaz Hale Getirir?” başlığı altında yazdıklarımızın devamı olarak okunabilir.

Burada müşrikler 142. Ayette kendilerine yapılan uyarıyı dinlemiyor, şeytanın adımlarına tabi oluyor, kendilerini otorite yerine koyuyor ve ayette anlatılan nimetlere haram ve helal deme yetkisini kendilerinde görüyorlar. Bu bağlamda 144. ayetteki şu soru çok anlamlı duruyor “Yoksa Allah size bunları haram ettiğinde (siz) orada hazır mıydınız?

Bu ayette geçen “sekiz eş” ifadesi tamamen müşriklerin uydurması. Burada hayvan sayısı arttıkça rakam 10, 12, 22 bile olabilir.1123

Burada önemli olan müşriklerin Allah’a ait bir yetkiyi kendilerini O’nun ortağı görerek kendilerinde görmesi.

Ayetlerde sorulan sorular öğrenciye imtihanda gelen soruların çalışmadığı yerden gelmesine benziyor. Müşrikler bazı hayvanlara haram demişler ama haram derken detaylar üzerinde düşünmemişler. Sorular onların düşünmedikleri yerden geliyor: Madem haram koyma yetkiniz var haydi o yetkiyi kullanın ve şu sorulara “nebbi-ûnîbi’ilmin/bilgiye dayalı cevaplar verin” deniliyor.

Bu olayı günümüze getirirsek, yapacağımız şey harama helal, helale haram dememek. Bu konuda haddi aşanlardan olmamak.

145-165 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

145. Âyet: Haramlar Kur’an’da Yazanlarla mı Sınırlı, Yoksa…?

Bu sorunun cevabı etrafındaki tartışmalar günümüzde en çok tartışılan konular arasında. Bu tartışmada iki uç var. Biri haramları sadece Kur’an’la sınırlıyor, diğeri mezheplerin geçmişteki değerlendirmelerinden yola çıkarak yüzlerce şeyin haram olduğunu söylüyor. Hatta buna sarı ve kırmızı renkte elbise giymeyi bile dahil ediyor.

Bunu ortası yok mu? Var. Var olan bu “orta yol” için dipnotta verdiğimiz referanslara bakılabilir.1124

Onların özeti olarak şunu ifade edelim, haramları Kur’an’da yazılanlarla sınırlı tutmak suiistimalleri önleme adına çok önemli. Onun yanında bir evde, okulda, iş yerinde, şehirde, ülkede şahıslar ve yöneticiler yasak koyabilir ve bunların toplamı binlerce de olabilir.

Bu noktada hangisinin ilahi hangisi beşeri olduğunun net bir şekilde anlaşılması, beşeri olanlara ilahi görüntüsü verilmemesi adına dipnotta işaret ettiğimiz sınırlama çok önemlidir.

Leş, Kan, Domuz Eti ve Besmelesiz Kesilen Hayvanı Yemek Neden Haram?

Bu konu Kur’an’da dört sûrede geçer.1125 Hepsinde de bu dört şey birlikte sayılır. Hepsinde de ölmeyecek kadar yeme ruhsatına dikkat çekilir.

Bu konuda kim ne cevap verirse versin, bu tür sorularda başa konulacak cevap şudur: Allah haram kıldığı için. Yasağın ilk ve temel gerekçesi budur.

İkinci olarak hikmetler gelir. Hikmetler de şundan dolayı gelir. Allah bir şey yapıyorsa mutlaka ama mutlaka bir hikmeti, açıklaması ve insanlara yönelik faydası vardır. Biz insanlar sınırlı ilmimizle bu hikmetleri kavramasak da kesin olarak hikmetler vardır. Bu konuda hikmetleri biliyorsak söyleriz, bilmiyorsak şu an için bilmiyoruz deriz. Yok demeyiz, diyemeyiz.

Bu girişten sonra ayetteki haramların hikmetlerine bakalım.

Not: Burada dört haram sayılıyor. Haramları ele alırken, ana başlıklarla ara başlıkların karışmaması için ana başlıklara numara vereceğiz.

1) Leş Neden Haram?

Önce leşin tarifini yapalım.

Leş: İslami kesim usulüne göre kesilmemiş, doğal nedenlerle veya kazayla ölmüş, öldüğü andan itibaren üzerinden uzun süre geçen ve çürümeye başlayan hayvanlardır.

Leşi bu şekilde tanımladığımızda, leşi ikiye ayırmamız gerekiyor, manevi ve maddi. İslami usule göre üzerine Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanlar manevi leş hükmünü alıyor. Bunun üzerinde aşağıda duracağız. Maddi leş de az önce saydığımız sebeplerle ölen hayvanlar oluyor.

Maddi leşin neden haram olduğu açık. Gerekçe insan sağlığına vereceği zarar.1126 Haramlığı/yasaklığı konusunda bütün insanlar aynı düşünüyor.

2) Kan Neden Haram?

Kan da leş kadar olmasa da içimi insan sağlığına zarar verdiği için haram. Bu haramlığı/yasaklığı konusunda bütün insanlar aynı düşünüyor gibi. Düzenli içen yok gibi. Bazı fanatik akımlarda ve Afrika’da bazı kabilelerde belli zamanlarda bir ritüel olarak hayvan kanı içenler var.1127

3) Domuz Eti Neden Haram?

Domuz eti neden haram konusunda şu an maddi açıdan bildiğimiz bir gerekçe yok. Gerekçe olarak sayılan üç şey var:

Varsayalım bu konuda şunlar yapıldı,

Bu durumda ne olacak? “Domuz helal mi olacak?” … Helal olmayacağına göre, İslâm dininde helal-haram ve yasaklar hakkında açıklama yaparken din mantığından yola çıkmak en doğru yoldur. Din mantığı üzerinden bir açıklama yapıldığında, adı yasak olan şeyin çok fayda vermesi, ekonomik olarak kârlı olması, sağlığa zararlı olmaması gibi sebepler, hükmü değiştirmiyor. Bilakis, din mantığında hükmün makul gerekçesi oluyor.

Şimdi bu konuyu, aşağıdaki başlık altında hikmeti anlaşılmayan bütün yasaklar içine alacak şekilde açıklamaya çalışalım.

Mantığı Anlaşılmayan Yasakların Mantığı Nedir?1128

Bu soruya şu açıklama ile başlayalım.

Bu soruda, konu kişilerin anlayışlarına göre değiştiği için mantığı anlaşılanlar ve anlaşılmayanlar şeklinde bir liste vermeyeceğiz. (domuz eti dahil) Mantığı anlaşılmayan her şeyin mantığını anlatan genel bir dil kullanacağız.1129

Bu dünya imtihan dünyası. Soru şu: Bu imtihan dünyasında, insanlara sorulan bütün sorular iki soruda özetlenseydi o sorular ne olurdu?

Birinci soruda hayata emanet olarak bakan ve “benim” değil “bende emanet” diyen her insan, bütün yasaklarda birinci mantık olarak şunu düşünür: Emanetin sahibi bana “bunu yapma” diyor. Bu emir üzerinden benim emanet bilincim sınanıyor. Sınandığımı bildiğim için, emanetin sahibi yapma diyorsa, bana düşen o emre itaattir.

İkinci soruda mantığı anlaşılmayan her şeyin mantığı daha da netleşir.

Bu netleşmeyi birçok örneği temsilen oruç ibadeti üzerinden anlatalım.

Bir Müslüman için yılın her günü adı haram olan her şey zaten haramdır. Ama aylardan Ramazan ayı gelince, belli bir saat aralığında, helaller de haram gibi yasak olur.

Peki burada mantık nedir? Mantık şudur:

Oruç tutan bir insan bir ay boyunca her gün oruç tutar ve o oruç üzerinden nefsine şu mesajı bir ders olarak verir.

Allah verendir, dünyadaki bütün nimetler verilendir, ben vereni verilen her şeyden daha fazla seviyorum, veren istedikten sonra, O’na olan sevgimi ve bağlığımı göstermek için, O’nun “yasak” dediği her şeyden -o yasak benim temel ihtiyacım olsa bile, çok hoşuma gitse bile- vazgeçiyorum.

Buna bilinç dersek, bu bilincin arkasında dünyada verilen her nimetin öncelikli olarak vereni sevdirmek için verildiği bilinci vardır.

Özetlersek, bu bilince sahip olan bir insan için, mantığı anlaşılmayan hiçbir yasak yoktur. Bu bakış açısı ile bakıldığında inanç dekorunda her şey yerli yerinde gayet mâkul ve nettir.

Kur’an Domuza Hangi Açıdan “Pis” Diyor; Maddi mi, Manevi mi?

En’âm sûresi 145. ayette haramlar sayılırken domuz için ayrıca pislik manasında “rics” kelimesi kullanılıyor. Maide sûresi 90. Ayette içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları için de rics kelimesi kullanılıyor. Bu bağlamda, Kur’an’da 9 ayette toplam 10 defa geçen rics kelimesi,1130 bu ayetlerin tamamında manevi pislik olarak kullanılıyor. Bu durumda domuz için “pislik” denilirken onun Allah tarafından haram kılındığı için pis olduğunu anlıyoruz.

Buna rağmen halk arasında domuzun pisliğini yemesi ve dişisini kıskanmaması nedeniyle pis olduğu şeklinde bir algı var. Algı böyle olsa da olgu (yani gerçekte olan) bunu doğrulamıyor.

Bu algı en temelde hayvanların davranışlarının ahlaki değerlendirmeye tabi tutulabileceği yönündeki yanlış bir anlayışa dayanmaktadır. Hayvanlar, insanlarla aynı ahlaki değerlere sahip değildir ve davranışları büyük ölçüde genetik yapıları ve çevresel faktörlerle belirlenir.

Eti helal olan birçok hayvanın da çiftleşme konusunda seçici olmadığı ve bazı türlerin çevresel koşullar nedeniyle dışkı yiyebileceği göz önünde bulundurulmalıdır.

Bu bilgileri dikkate aldığımız başlıktaki sorunun cevabı “manevi” yönden oluyor.

4) Allah’tan Başkası Adına Kesilen Hayvanlar Neden Haram?

Bu sûrenin 145. ayeti, Allah’tan başkası adına kesilen hayvanların haram kılındığını açıkça ifade eder. Aynı sûrenin 118 ve 121. ayetleri ise “kesilirken üzerine Allah’ın ismi anılmayan hayvanların” haram olduğunu belirtir. Bu iki durum arasında şöyle bir fark vardır: 118 ve 121’de Allah’ın isminin zikredilmemesi, 145’te ise Allah’tan başkası adına kesim yapılması vurgulanır.

Bu ayetlerden şu temel sonucu çıkarabiliriz: Eti yenilen hayvanlar hem Allah adına kesilmeli hem de kesim sırasında besmele çekilmelidir. Bu iki şart yerine getirilmediğinde, hayvanın eti haram olur. Ancak burada asıl dikkat çekilmesi gereken, bu şartların neden bu kadar önemli olduğudur.

Bu konuyu daha önce, 118 ve 121’in tefsirinde “Kesilen Hayvanlarda Allah’ın Adını Anmak Neden Önemlidir?” başlığıyla ele almıştık. Şimdi, meseleyi daha genel bir çerçevede ele alalım.

En’âm sûresinin 145. ayetinde İslam’daki bütün haramlar sıralanmaz. Ancak burada, yiyecekler arasındaki bazı haramlar örnek olarak verilir. Bu yaklaşım, Müslümanlara emanet bilinci kazandırmayı hedefler. Çünkü hayata “benim” diyenler, helal-haram ayrımı yapmaksızın canlarının istediği her şeyi tüketirler. Ancak hayata “emanet” diyenler, nimetlerin asıl sahibini tanır ve yalnızca O’nun izin verdiklerini tüketirler. Canları istese, hoşlarına gitse ya da ne kadar faydalı görünse bile Allah’ın yasakladığı şeylerden uzak dururlar.

Emanet Bilinci ve Besmelenin Anlamı

İşte tam da bu noktada, bir hayvanı Allah adına kesmek ve üzerine besmele çekmek, nimeti bir emanet olarak görmenin açık bir göstergesidir. Besmele, insanın sahiplik iddiasından vazgeçerek, Allah’a karşı olan sorumluluğunu kabul ettiğini ifade eder. Bu yaklaşım, nimetlere şükür ve teslimiyetin en güçlü ifadesidir.

Bunun aksine, bir nimeti Allah adına değil de kendi arzusu veya başka bir varlık adına sahiplenmek, insanın yaratılış amacına aykırıdır. Günlük yaşamda başkasına ait olan bir şeyi sahiplenmenin ahlaki ve hukuki açıdan bir yanlış olduğu açıktır. Allah’a ait nimetlere “benim” diyerek yaklaşmak ise çok daha büyük bir vebali beraberinde getirir. Çünkü bu tutum, yalnızca bir hak gaspı değil, aynı zamanda insanın Allah’la olan bağını zayıflatır ve O’nun hâkimiyetini tanımama veya yok sayma gibi anlamlara gelebilir.

Özetlersek, nimetin gerçek sahibini unutarak şükretmek yerine ona sahip çıkmaya kalkışmak, insanın nefsine yenik düştüğünün bir göstergesidir. Ancak emanet bilinciyle hareket eden bir insan, sıradan bir tüketici olmaktan çıkar; farkındalıkla şükreden, bilgece teslim olan bir kul hâline gelir. Allah’ın adını anarak yapılan her eylem, insanı hem Rabbine yaklaştırır hem de yaratılış amacına uygun bir hayat sürmesini sağlar.

Hayatta Kalmak İçin Her Şeyi Yiyebilir miyim?

Kur’an 145. Ayette geçen haramları diğer üç sûrede de sayarken,1131 bu ayetlerin tamamında “Fakat her kim mecbur kalırsa saldırmamak ve ölçüyü aşmamak şartıylayiyebilir.” ruhsatını/iznini veriyor.

Neden veriyor? Bu izne ihtiyaç var mıydı?

Bugün, 21. yüzyılda büyük şehirlerde yaşayan bizler için böyle bir ruhsatın uygulanabilirliği son derece düşük görünebilir. Bugün belki bir gemi kazası, uçak kazası veya doğada kaybolma gibi ekstrem durumlarda bu izin devreye girebilir.

Fakat konuya insanlık tarihi üzerinden bakıldığında bu konu hayati bir öneme sahiptir. Bu konunun önemini anlamak için hayalen birkaç yüzyıl önceye, hatta ilk insanların yaşadığı çağlara gidersek, bu tür zorunlu durumlarla karşılaşma ihtimali çok daha yüksekti. Bu nedenle Kur’an’da geçen bu ruhsatın, içinde bulunduğu ayetlerin dördünün de Allah’ın bağışlama ve merhametini öne çıkaran Gafûr ve Rahîm isimleriyle bitmesi manidardır.

Bu iki güzel isim, zor durumda kalan müminlere önemli bir mesaj verir: “Rabbiniz sizi seviyor, içinde bulunduğunuz durumu biliyor. Bu yüzden, hayatınızı devam ettirmek için ihtiyaç kadar haram olan şeyleri yemenize izin veriyor.”

Doğada yenilebilecek gıdaların her zaman bol miktarda bulunmadığını göz önüne alırsak, bu ruhsatın insanlık için ne kadar önemli olduğu daha net anlaşılır. İnsanların gıda bulmakta zorlandığı dönemlerde, hayvanların beslenme alışkanlıkları da insanlar için yol gösterici olmuştur. Örneğin:

Bu şekilde, doğada hiçbir canlının tüketmediği bitkiler genellikle zehirli olma ihtimali taşır. Hayvanların bu doğal tercihleri, ilk insanlara hangi bitkilerin ve hayvanların güvenli olduğunu öğretmiştir.

Konuyu özetlemek için bu bilgiler ışığında başlıktaki soruya geri dönersek, hayvanların yediği pek çok şey, zorunlu durumlarda insanlar için de yenilebilir. Bu duruma, Kur’an’da haram kılınan bazı şeyler de dâhil olabilir. Ancak bu ruhsat, ihtiyacın sınırını aşmamak ve başkalarına zarar vermemek kaydıyla geçerlidir. Bu noktada önemli olan, hayatı bir emanet olarak görüp, Allah’ın koyduğu sınırların farkında olarak hareket etmektir.

146. Âyet: Kur’an İnsan Sözü Olabilir mi?

“Peygamber (Hâşâ) Yalancı Olsa, 146. Ayeti Nasıl Uydururdu?”

Bu ayeti bu iki başlık altında inceleyeceğiz.

7. Asırda müşriklerin ısrarlı iddialarından biri de “Muhammed Kur’an’ı uydurdu.” iddiasıydı. Günümüzde de bu iddiayı seslendiren çok sayıda insan var. Bunların ortak noktalarından biri Peygamberimizin Kur’an’ı bir şekilde Tevrat’tan alıntı yaparak yazdığı iddiası.1132

Burada soru şu: Eğer böyle olsaydı, 146. ayeti nasıl uydururdu?

Eğer En’âm 146. ayet Tevrat’tan okunup yazılsaydı ve Kur’an ayeti diye halka sunulsaydı, bu uydurulan ayette gerçek ayette olan “bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık” ifadesi geçmeyecekti, neden çünkü Tevrat’ta geçmiyor.

Yağ ile ilgili “Sırtlarında yahut bağırsaklarında taşıdıkları ya da kemiğe karışan yağlar hariç olmak üzere sığır ve koyunun iç yağlarını da onlara haram kıldık.” Bu şekilde anatomik detaylar da görmeyecektik.

Bu durumda uydurulan ayet şöyle olacaktı. "En’âm 146. Yahudilere geviş getirmeyen çift tırnaklı hayvanları ve geviş getirip çift tırnaklı olmayan hayvanları haram kıldık. Deve, tavşan, kaya tavşanı ve domuzu yasakladık. Ayrıca sığır, koyun ve keçinin yağlarını da haram kıldık. Bu, onlara bir cezadır."

Biz bu tefsir çalışmasında “Kur’an’ı Muhammed, Kitab-ı Mukaddesteki ayetlere bir şekilde ulaşarak uydurdu” diyenlerin iddialarına çok sayıda örnekle cevap verdik.

O iddia sahipleri, konumları, ünvanları ne olursa olsun malesef, iddialarını bir ezber üzerinden yapıyorlar. Detaylara inmiyorlar.

Detaylara indiklerinde karşılarına şu soru çıkacak: “Madem Muhammed Kur’an’ı kendi yazdı, Neden Tevrat’ta ne yazıyorsa olduğu gibi aktarmadı?”

Eğer ona vahiy gelmediyse, eğitim seviyesi belli, ulaşabileceği kaynaklar sınırlı olan bir insan Tevrat’ta geçmeyen bilgileri kimden, nereden, nasıl elde etti?

Bu sorulara verilemeyen cevaplar Kur’an insan sözü olamaz gerçeğinin ilanı oluyor.

146. Âyetin İniş Sebebi Nedir? Erken Uyarı

Tefsirlerde bu ayetlerin iniş sebebini görmüyoruz. Ama daha önceki ayetlerde şunu demiştik, ayetlere cıvata olarak baktığımızda, ona denk gelen somun bu ayetin iniş sebebi olur.

Bu ayetin iniş sebebini bulmak için soracağımız soru şu: O gün hangi olay (somun) yaşandı ki bu ayet (cıvata) indi.

Burada “kesin doğrudur” denilmemek şartıyla bazı tahminler yapılabilir. Bunlardan birisi ayetin bağlamı olabilir. Önceki ayetlerde Müşriklerin hayvanlara haram-helal demede keyfi davranışlarına örnekler verildi. Bu ayette geçmişte benzer şeyler yapan Yahudilerin neler yaşadıkları anlatılıyor.

Bir başka tahmin, ortamda Yahudiler veya onlardan bazı şeyleri duyup konuşan müşrikler veya Müslümanlar vardır. Onların söylediklerine karşı bu ayetler inmiş olabilir. (Allahü a’lem.)

Bu tahminleri çoğaltmak mümkün ama burada kesin olan bir şey var: Burası imtihan dünyası, bu dünyada insanın kendisine gelen vahyi, dini tahrif etmek gibi, kendisini Allah’ın yerine veya yanına koymak, “şuna helal buna haram” demek gibi bir zaafları var.

Kur’an bu zaafları, bu zaafların en fazla görüldüğü bir toplum üzerinden gösteriyor ve bütün zamanlarda gelen ve gelecek olan müminlere “Siz de benzer davranışlar sergilemeyin.” diyor.

Sergilerseniz ne olur?

Bu sûrenin 137. ve 159. ayetlerinde ve Kur’an’da diğer ayetlerde1133 işaret edildiği gibi dininiz karmakarışık hale gelir, dini parça parça edenlere benzersiniz.

İnandığınız değerler adına kötü örnek olursunuz, böyle olunca insanların hidayetine giden yolda engel olma talihsizliği yaşarsınız. Bunların cezasını dünyada görmeseniz bile ahirette kesin görürsünüz.

Özetlersek, Kur’an’da bu tür ayetlerin tamamı bütün zamanlarda gelecek Müslümanlar için bir erken uyarı sistemi görevi görürler.

147. Âyet: “21. Asırda Beni Yalanlarlarsa Ne Yapayım?”

Bu ayet “Eğer seni yalanlarlarsa…” ifadesiyle başlıyor. Peygamberimizi örnek alan, onu örnek almanın onun niyetini, gayesini ve duruşunu da örnek almak anlamına geldiğini bilenler, yaşadıkları asırda bu ayetlere kendilerini muhatap yaparak okuyabilirler.

Dikkat edilirse ayet, sana nasıl davranıyorlarsa öyle davran demiyor. Müşriklerin davranışında karşılıklı konuşmada gerilimi tırmandıran, karşı tarafı suçlayan, aşağılayan, diyalog yollarını kapatan bir dil var.

Bu ayet dolaylı olarak bu tür bir dile karşı bize kullanacağımız dili öğretiyor.

Ayetin içeriğine gelirsek, müşriklerin yalanlamasına karşı dünyanın imtihan dünyası olduğu, Allah’ın Rahmân, Rahîm ve Halîm olduğu. O yüzden anında ceza vermediği, kullarına süre verdiği, ama hak edenlere de bir gün hak ettikleri cezayı yaşatacağı vurgulanıyor.

148. “Yanlışın Faturasını Allah’a Kesen Bir Kader İnancı”

Kendisine özgür irade verildiği halde yaptığı yanlışın faturasını Allah’a kesmek, “beni sen saptırdın”1134 demek şeytanla başladı.

Bu ve benzeri ayetlerde1135 görüldüğü gibi adımları ile şeytanı takip edenlerle de aynı yanlış benzer bir söylem ile dile getiriliyorlar.

Günümüzde bu söylemi “Alın yazısı, kaderimiz böyle yazılmış, kaderin mahkumuyuz, kader utansın…” gibi ifadeler de duyuyoruz…

Bütün bunlar imtihan dünyasında iradeli varlıklar için geçerli olan tercih özgürlüğünü unutmanın sonucunda saçmalık olarak nitelendirilecek sözler.

İnsan bu şekilde saçmalayabilir mi? Ayetteki saçmalığı yapan müşriklerin bu saçmalıkları kabul edilebilir mi? Hayır.

Peki, kendi yaptıkları saçmalığı neden görmüyorlar? Çünkü konu din. Konu din olunca insanlar akıllarını iptal ediyor hem kolayca kanıyorlar hem de kolayca kandırabileceklerini düşünüyorlar.

Kur’an aklını devre dışı bırakanlara Allah’ın yaptığı muameleyi Yunus sûresi 100. ayette şöyle anlatıyor. “…Allah akıllarını kullanmayanların üzerine (manevî) pislikler yağdırır (da bir türlü doğru yolu bulamazlar.)”

Bu ayet aynı zamanda “Bir peygambere muhatap oldukları halde müşrikler doğru yolu neden bulamadılar?” sorusunun da cevabı oluyor.

Ayetin devamında bu tür saçmalıklara inanan insanları, gaflet uykusundan uyandırmak için izlenecek yöntemlerinden birinin “Soru sormak, ortaya delil koymalarını istemek” olduğunu öğreniyoruz. Amaç ortada bir hakikat olmadığının, söyledikleri şeylerin zandan ibaret olduğunun farkına varmaları.

149. Âyet: “Doğruyu Eksik Söylüyorsunuz”

Bu ayette “en güçlü delilden” kasıt Allah’ın hayatın için koyduğu yasalardır. Bu yasa olmasaydı Allah elbette bütün insanları doğru yola iletirdi. Ayet müşriklere şu gerçeği hatırlatıyor: “Allah dileseydi elbette şirk koşamazdınız, ama burası imtihan dünyası, bu dünyada Allah’ın insan iradesini iptal etme, ondan sorumluluğu alma gibi bir uygulaması yok.”

150. Âyet: Kur’an Bazen “Leb” Der, Gerisini Sen Tamamla Der...

Daha önceki açıklamalarımızda, Kur’an’ın apaçık bir kitap olmasının ne anlama geldiğini belirtmiştik.1136 Kur’an temel seviyede apaçık bir kitaptır. Ancak, Kur’an’da farklı seviyeler vardır ve muhatabının aklını kullanmasını ister. Bazı ayetlerde, herkesin anlayabilmesi için açıkça “leblebi” der. Fakat muhatabı düşündürmek, ayeti içselleştirip yaşamına geçirmesini sağlamak istediğinde, “leb” der ve gerisini ipuçları üzerinden tamamlamasını ister.

En'am sûresi 150. ayet de böyle bir ayettir. Şimdi bu perspektifle, ayeti inceleyelim.

Meal El Çantası, Tefsir Bavula Benzer İşte O Yüzden...

En'am sûresi 150. ayetini ele alarak bazı değerlendirmeler yapalım. Normalde bu ayeti düz okuduğumuzda bir çelişki var gibi görünebilir. Ancak gerçekte bu çelişki yoktur. Ayette müşriklere “Şahitlerinizi getirin” deniliyor. Sonra ise “Şahitlik ederlerse sen onlarla birlikte şahitlik etme” deniliyor.

Burada akla bazı sorular geliyor: Madem müşriklerin şahitliği kabul edilmeyecek, neden şahitliğe çağrılıyorlar? Şahitliğe hiç çağırılmasalar daha iyi değil miydi? Bu soruların cevaplarını meallerde bulamıyoruz. Çünkü mealler genelde bir cilt olarak planlanır ve 1000 sayfayı geçmemesi hedeflenir. Mealler bu yönüyle yolculuğa çıkan kişinin el çantasına benzer. Çantada okuyucu için en gerekli olanlar bulunur, diğerleri ise “bavul”a yani tefsirlere bırakılır.

Bu yüzden meallere, bir Müslümanın terakki ve tekamül yolculuğunda 1. seviye diyoruz. Tefsirler ise 2. seviye oluyor.

150. Âyette Çelişki Var mı?

150. ayet üzerinden bu sorunun cevabına gideceğiz. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, bu ayette bir çelişki var gibi görünüyor. Aslında yok. Bu yöntemde amaç, karşı tarafın elinin zayıf olduğunu ve helal-haram konusundaki iddialarının tamamen hevalarından geldiğini göstermektir.

Allah ve elçisi bu gerçeği biliyor, bu yüzden onlara “şahitlerinizi getirin” diyerek meydan okuyorlar. Ayetlerin tarihi arka planına baktığımızda, müşrikler bu meydan okumaya meydan okumayla cevap vermiyorlar. Yani şöyle diyemiyorlar: "Senin elinde Allah’tan gelen vahiy varsa, sen helal-haram konusunda o kitabı kaynak gösteriyorsan, bizim de kaynağımız şunlar."1137

Eğer meydan okumaya meydan okumayla karşılık verselerdi, getirecekleri şahitler Mekke’nin müşrik ileri gelenleri ve onların emri altındakiler olacaktı. Ellerinde hiçbir delil olmayacak, sayılarının çokluğu ve güçlü olmalarını haklı olmanın gerekçesi olarak sunacaklardı.

Böyle yapma ihtimali olduğu için, 150. ayet bir “B planı” olarak “Sen onlarla birlikte şahitlik etme.” diyor.

Özetlersek, ayete tarihi arka planla birlikte bakarsak, Kur’an’ın “leb” demesinden “leblebi”yi anlarsak, ayette hiçbir çelişki olmadığını, aksine ayetin bir strateji ortaya koyduğunu ve bu stratejiye göre müşriklerin yapması muhtemel hamlelerine karşı Allah’ın Resulünün “B planı” ile hazırlandığını görüyoruz.

Kur’an Hem Öznel Hem Nesnel Delil Olabilir mi?

En’âm sûresinin 150. ayetinde konu şahitlik olunca ortada delil olması gerekiyor. Bu ayetteki konu özelinde deliller ikiye ayrılır:

Bu meydan okuma gerçekleşseydi, müşriklerin getireceği deliller, "bize göre", "atalarımıza göre" ifadeleriyle başlayan öznel, soyut deliller olacaktı. Burada asıl konumuz, Müslümanların getireceği şahitlerdir/delillerdir.

Bu olayı günümüz diliyle konuşursak, mesela bir ateist bize dese ki “Allah’ın Muhammed ile konuştuğunu, ona vahiy getirdiğini ispat edin.” dediğinde, ortaya koyacağımız delil Kur’an olacaktır. Burada soru şu olacaktır:

Kur’an öznel delil mi, nesnel delil mi?

Bu sorunun cevabı çok önemli. Bugün Müslüman olduğu halde elindeki delilin gücünü bilmeyen çok insan olduğu gibi, elindeki delilin sadece öznel olduğunu zanneden çok insan da var.

Kur’an hem öznel hem de nesnel bir delildir. Şimdi bunun nasıl olduğuna bakalım.

Öznel delil olarak Kur’an:

Onun Allah’tan vahiyle bir peygambere geldiğinin tek şahidi o peygamberin kendisidir. Bu tecrübeye ondan başka hiç kimse şahit olmamıştır. Müminler onun sözüne güvenerek peygamberliğine iman etmiş ve Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu kabul etmişlerdir.

Peki, bu kadar mı? Hayır. Öznel delil üzerinden gelen Kur’an ayetleri insanlara tebliğ edildikten sonra nesnel delile dönüşmüştür. Bu dört şekilde olmuştur: Bu konuya dört nokta altında bakalım.

Not: Bu konuyu farklı yönleriyle başka ayetlerin tefsirinde anlattığımız için burada çok kısa bilgi vereceğiz.

Birinci Nokta: Öznel delilin acizliği

Ayetleri getiren peygamberle gelen ayetler arasında bağlantı yoktu. Ayetler arasında 7. asrın bilgi seviyesi ile bilinemeyecek konuların olması, ayetler arasında daha önce hiç anlatmadığı konuları, daha önce kimsenin ondan duymadığı olayları, o olayların en ince ayrıntısına varana kadar anlatması, duyurduğu ayetlerin kaynağının kendisi olmadığının şahidi oluyordu.1138

İkinci Nokta: Öznel delilin güvenilirliği ve yaşam tarzı

Peygamber olmadan önce Mekke’nin en güvenilir insanı olarak biliniyordu. Peygamber olduktan sonra “var” dediği her şeye herkesten fazla kendi iman etti. En yakınları dahil hiç kimse “halka şöyle diyor ama kendi de şöyle yaşıyor” diyeceği tek bir olay olmadı. “Allah yolunda vermek gerekiyor” dediğinde en fazla veren, “koşmak gerekiyor” dediğinde en fazla koşan oldu…

Üçüncü Nokta: Muhatapların acizliği:

Ona “bu Kur’an’ı sen uydurdun” diyenlerin hiçbirisi uydurulduğunu iddia ettikleri kitabın benzerini ortaya koyamadılar. Maddi güçleri Müslümanlarla kıyaslandığında arada orantısız bir güç vardı ama Kur’an’ın benzeri ortaya koymaya güçleri yetmedi. Yani şunu diyemediler; o bir kitap ortaya koyuyorsa, biz daha mükemmelini ortaya koyarız.”

Neden diyemediler. Ona da aşağıda değinelim.

Dördüncü Nokta: Kur’an’ın İçeriği

Sembolik dille ifade edersek, Kur’an’ın içeriği muhataplarına şunu diyor: Bu kainatı yaratamayan beni yazamaz. Beni gönderen Allah olduğu gibi bu kainatı yaratan da Allah’tır.

Örneklerden görüldüğü gibi, Kur’an hem öznel hem de nesnel bir delildir. Hatta nesnel tarafı öznel tarafından daha güçlüdür. Geçmişten bugüne nesnel tarafı ile aramızda olduğu gibi, kıyamete kadar da en güçlü nesnel delil olarak insanlığa doğru yolu gösteren en doğru işaret olmaya devam edecektir.

151. Âyet: İslam Dini Kuralcı, Yasakçı Bir Din midir?

Bu ayetle ilgili burada yazdıklarımızı A’râf sûresinin 33. ayetinin ve bu sûrenin 146. ayetinin devamı olarak okunabilir. Ayrıca Mealimizde Maide sûrenin girişinde “İslam Özgürlükleri Sınırlayan Bir Din midir?” başlığı altında yazdıklarımızın okunmasında da fayda görüyoruz. Oralarda yazdıklarımıza ilaveten burada “haramlar” konusuna farklı bir açıdan bakacağız.

Baskıcı rejimleri bir kenara koyarsak, görev tanımını vatandaşına hizmet olarak yapan bütün devletlerde kurallar, o kurallar içinde yasaklar insanın iyiliği içindir. Asla ve asla insanın kötülüğü için yasak konmaz konamaz.

Bunu bir ev üzerinden anlatırsak, çocuk terbiyesi konusunda yetkin anne-babaların evde koydukları bütün kurallar (yasaklar) çocukların iyiliği içindir. Okullardaki bütün kurallar da böyledir. İşçi haklarını gözeten bütün işyerlerinde konulan kuralar da böyledir. Yaşları küçük olduğu halde çocuklar ve öğrenciler anlamasa bile bu böyledir.

İnsanların kural/yasak koyduğu yerde durum bu olunca, kuralları Allah tarafından konulan İslam dininde bütün kurallar, bütün haramlar/yasaklar insanın lehinedir, onun iyiliği içindir, ona fayda vermek amacıyladır. Bunun aksi olamaz. Neden bu kadar net konuşuyoruz, çünkü birine fayda değil, zarar vermek, eziyet etmek için konulan bütün kurallar/yasaklar haksızlıktır, haksızlığın Kur’an’daki adı zulümdür. Allah zerre kadar haksızlık yapmaz.

Alîm ve Hakîm olan Allah asla ve asla yanlış, saçma, mantıksız, gereksiz bir kural/yasak koymaz.

Eğer aksi bir durum varsa, ya insanlar o yasağın hikmetini anlamamıştır ya da o yasak kötü niyetli insanlar tarafından amacı dışında kullanılıyordur.

Bir yasağın arkasında Allah varsa, o yasağın referansı Kur’an ise, burada anlattıklarımız, Allah’ı tanımanın bilmenin sonucunda ortaya çıkan ön kabuldür.

Bu ön kabulü içinde haram, yasak, günah olan konuların merkezine koyduğumuzda İslam dini için yapılacak tanım şudur: İslam dini bütün kuralları, bütün yasakları insanın lehine olan, ona dünyada ve ahirette huzur vermeyi amaçlayan bir dindir.

Gerçek böyle olduğu halde, bunun farklı anlaşılması, kesin olarak uygulama aşamasında bu kuralların hikmetini tam olarak anlamayan ve anlatamayan insanlardan kaynaklanmaktadır.

Bu genel açıklamalardan sonra 151. ayeti referans alarak Kur’an’daki haramlar için, aşağıdaki başlıklar altında bazı genel değerlendirmeler yapalım.

Bu Ayetteki Haramlar İnsanlık Tarihi ile Yaşıttır

Bu başlığın altına şu soruyu da koyabiliriz.

Son Peygamberde haram olan beş şey ilk Peygamberde de haram mıydı?

Bu sorunun cevabı “evet” olmanın yanında “evet” olmak zorunda.

Rum sûresinde, Fıtrat ayeti olarak bilinen 30. ayetin tefsirinde de ifade ettiğimiz gibi din bir paket programdır ve paketin içinde olmazsa olmazlar vardır.

Nedir bunlar? Bir yerde peygamber varsa, orada insanlara sunulan dinin içinde tevhit, nübüvvet, vahiy, ahiret kesinlikle olmak zorundadır.

Bunların varlığını kabul ettiğimizde, burada sayılan haramların da olması gerekir.

151. ayete bu açıdan bakarsak,

Allah (cc) bir peygamber üzerinden insanlara vahiy gönderdiğinde o vahyin (paket programın) içinde,

Allah’a ortak koşmayın, anne-babaya iyi davranın, çocuklarınızı öldürmeyin, ahlaksızlık yapmayın gibi yasaklar vardı. Nereden biliyoruz? Bir yerde din varsa bunların aksi düşünülemeyeceği gerçeğinden biliyoruz.

Konuya daha genel bakarsak, aşağıdaki soru da akla gelebilir?

İlk İnsanlara Leş, Kan ve Domuz Eti de Haram mıydı?

Allah (cc) bazı haramlar/yasaklar için baştan yasak koymasıydı, zamanla insanlar o yasakların hikmetini anlayacak ve o yasakları kendileri koyacaktı.

Bunu basit bir örnekle anlatalım.

Varsayalım bir evde anne-babaya ihtiyacı olmayan çocuklar var. O çocuklar ilk günden, ilaçlardan, kibritten, balkondan uzak dur, kapıyı yabancılara açma gibi kuralları/yasakları anlamasalar bile sonra büyüdüklerinde anlayacak ve iyi ki bu yasaklar baştan konulmuş diyeceklerdi.

İnsanlık tarihinde, insanın bedenen büyümesi yanında zihnen; anlayış ve kavrayış olarak büyümesi de böyledir.

Allah (cc) leşi ve kanı insanlara yasaklamasa bile insanlar onların zararını deneme yanılma yoluyla bilecek baştan haram denmiş olana sonradan zaten yasak diyeceklerdi.

Bu bireye ve topluma zarar verecek birçok haram için geçerlidir. Allah (cc) rahmeti gereği “insan deneme yanılma yoluyla kendine zarar vermesin” diye baştan bunlara yasak getirmiş olabilir. Hakîm ismi açısından bakarsak, bu uygulama gayet de hikmetlidir.

Domuza ve üzerinde Allah’ın adı anılmayan, Allah’tan başkası için kesilen hayvanları yemenin haramlığına gelince, Hakîm ismi açısından bunların da mümkün olduğunu düşünüyoruz.

Yukarıda ifade ettik bu haramlar tamamen manevi eğitim; disiplin amaçlı, bunlar üzerinden insana emanet bilinci veriliyor.

Sahibi göründüğüm nimetler benim değil, bende emanet bilincinin her dindarda olması gereken en temel bilinç olduğunu dikkate aldığımızda bu bilincin kazanılmasına hizmet eden yasakların da aynen olmasa bile farklı formlarda uygulandığını düşünmek mümkün. Allahü a’lem.

İlk İnsanın Yasakla ilk İmtihanında Görünen Mantık Neydi?

Bu bağlamda, Hz. Adem'in yasak ağaçla sınanması üzerinde yeniden düşünmek faydalı olacaktır. Bu konuyu detaylandırırken A’râf sûresinin giriş kısmı ve özellikle aynı sûrede 19. ayetin tefsirine dikkat çekmek istiyoruz. Orada, “Makul ve Mantıklı Açıklamaların Olmadığı Konular, Şeytanın En Çok Kullandığı Yollardan Biri Olabilir mi?” başlığı altında ele aldığımız hususlara dönüp bakmanın yararlı olacağını düşünüyoruz.

Buraya odaklandığımızda şu noktayı fark ederiz: Hz. Adem’in yasak ağaçla sınanması, insanlığın ilk imtihanı ve bu imtihandaki ilk sorusu olarak değerlendirildiğinde, görünen bir zarar veya doğrudan bir yanlışlık yoktu. Yasak, ateşin yakıcılığı veya birini öldürmenin kötülüğü gibi apaçık bir tehlikeye işaret etmiyordu. Karşınızda yalnızca bir ağaç ve onun meyveleri vardı.

Bu bağlamda, imtihanın asıl konusu, hoşa giden ve cazip görünen şeyler üzerinden bir irade eğitimi vermekti. Çünkü insanın imtihan dünyasındaki en büyük sınavı, bu türden cezbeden şeyler üzerinden olacaktı. Zira zarar ve kötülüğü aşikâr olan şeylerden insanlar genelde kolayca uzak durabilir. Ancak kişiye zevk, keyif, lezzet ve haz veren şeylerle sınanmak, çok daha zorlu bir irade sınavıdır.

İlk insanın ilk imtihanını bu açıdan değerlendirdiğimizde, yasakların insanlık tarihi kadar eski olduğunu ve en çetin imtihanların, hikmeti ve mantığı hemen kavranamayan alanlarda gerçekleştiğini görebiliriz. Bu tür sınavlar, aslında iradeyi olgunlaştırmak ve insanı daha yüksek bir bilinç seviyesine taşımak için önemli fırsatlardır.

152. Âyet: Hem Güvenilir Biri Olmayıp Hem de Müslüman Olmak Mümkün mü?

İslam’ın yazılı kaynaklarından gider, sorunun cevabına şekil ve teknik açıdan bakarsan cevap “evet mümkün”dür.

İslam dini, hiç kimseye birinin dinini sorgulama izni vermiyor ama ölmeden önce kendini her gün hesaba çekmeyi, sorgulamayı en büyük erdem olarak öne çıkarıyor.

152. ayete neden bu soruyla başladık, ayetteki “örgüye” dikkat çekmek için; ayet bize farklı şeyler anlatıyor gibi ama aslında ayet tek bir şeyi anlatıyor: Müslüman adil olmalı; yani doğru, dürüst, hakka, hukuka riayet eden güvenilir bir insan olmalı; aksi olmayı inandığı dine yapacağı en büyük kötülük olarak bilmeli, aksi olmayı bu dünyada başına gelebilecek en büyük bela olarak görmeli…

Aslında 152. ayette yaptığımız bu değerlendirme, Kur’an’ın, İslam’ın farklı bir açıdan da özeti oluyor.

Neden ayeti böyle anladığımızı örneklendirelim,

Ayette geçen ve sanki ayetteki ana konu olan adaletle doğrudan ilgisi yok gibi görünen “Biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükleriz” ifadesi de aynı konuya işaret ediyor.

Nasıl? Bu ifade diyor ki: Allah size sorumluluk verirken -ne az ne çok- taşıyacağınız kadar vermekle size adil davranıyor, siz de insanlara aynı şekilde davranın.

Görüldüğü gibi ayetin konusu baştan sona adalet. Bu yönüyle ayet adaleti İslam ve Müslüman ile eşitliyor ve bana, sana, bütün zamanlara şunu diyor: “Ey Müslüman hem Müslüman olup hem de adil ve güvenilir bir insan olmamak dünyanın en zor işlerinden biridir.”

Hiç Kimsenin İtiraz Etmeyeceği Yasaklar?

Aslında başlık “yasak” değil “emirler” olacaktı ama biz önceki ayetin konusu haramlar/yasaklar olduğu için, bağlama dikkat çekmek istedik.

Buradaki emirler şunları yasaklıyor.

Görüldüğü gibi bu ayet üzerinden ifade edilen kuralların tamamı insanın lehinedir, faydasınadır, huzuru içindir.

Konu açık olduğu için fazla açıklama yapmayacağız ama birkaç noktaya değinmekte fayda görüyoruz.

Emrin Yerine Getirilmesinde Maksat-Şekil, Norm-Form Şartı

Allah’ın emirleri, özünde bir maksat (hedef) ve bu maksada ulaşmayı sağlayan bir şekil (yöntem) barındırır. Bu, aynı zamanda norm ve form olarak da ifade edilebilir. Maksat Allah’ın değişmeyen hükmünü; şekil ise bu hükmün, yani maksadın gerçekleşmesine uygun bir aracı ifade eder. Allah’ın emirleri iki farklı alanı kapsar: taabbudi (Allah ile insan ilişkisi) ve taakkuli (insan-toplum ilişkisi).1139

Taabbudi alanda hem maksat hem de şekil Allah tarafından belirlenmiş, peygamber tarafından uygulama içinde gösterilmiş ve değişmezdir. İslam’ın beş şartı altında ifade edilen ibadetler bu alana girer. Bu alanda norm ve form Allah tarafından belirlenmiştir; bu nedenle her çağda ve durumda aynı şekilde uygulanır. Burada kulların değişiklik yapma yetkisi yoktur.

Taakkuli alan, insan ve toplum ilişkilerini düzenleyen emirleri kapsar. Bu alanda maksat Allah tarafından belirlenirken, maksada ulaşmanın şekli zamana, mekâna ve şartlara göre değişebilir. Burada maksat, Allah’ın değişmez hükmü olarak sabit kalır; ancak bu maksada ulaşmanın şekli, çağın en uygun yöntemleriyle belirlenir.

Bu tespitimizi 152. ayetteki emirler üzerinden örneklendirirsek,

Yetimlere dair emirde maksat, yetimin hakkını korumak ve 18 yaşına geldiğinde ona mirasına en az fireyle ulaşmasını sağlamaktır. Şekil/form ise bu maksada ulaşmada kullanılan yöntemdir ve bu yöntem, zamanın koşullarına göre değişebilir. Kur’an’ın “ahsenu” (en güzel yöntem) ifadesi, formun maksada en uygun şekilde değişebileceğini açıkça teşvik eder.

Bu konuda önce 7. yüzyıl Mekke’sindeki duruma sonra da günümüzdeki uygulamalara bakalım.

Yetim Hakları Üzerine Bir Mahkeme Örneği

14 yaşında anne-babasını kaybetmiş bir çocuğu ele alalım. Çocuğa kalan miras 10 milyon TL olsun ve çocuğun bakımını amcası üstlenmiş olsun.

7. asrın Mekke’sinde, yetimlerin mal varlığı genellikle onların yakın akrabalarının veya vasilerinin inisiyatifine bırakılırdı. Ancak, bu bireysel ve öznelliğe dayalı yöntemler suiistimale açık bir yapıdaydı. Yetimlerin haklarının çiğnenmesi, mallarının kötüye kullanılması veya mirasın haksızca sahiplenilmesi sıkça karşılaşılan bir problemdi. Bu durum, yetimlerin korunmasında daha güvenilir ve objektif yöntemlere duyulan ihtiyacı ortaya koyuyordu.

Kur’an’ın maksadı, yetimin hakkını korumaktır. Ancak, bu maksadın şekli, çağın hukuk sistemiyle uyumlu hale getirilmelidir. Günümüzde modern hukuk uygulamalarına uygun olarak mahkeme şu şekilde bir karar verebilir:1140

Vesayet Belirlenmesi: Çocuğun malvarlığı, bağımsız bir kurum (örneğin devlet denetimindeki bir banka) tarafından kontrol edilir.

Bakım Giderleri: Çocuğun 14-18 yaş arasındaki bakım masrafları detaylı bir şekilde hesaplanır. Bu masraflar, çocuğun malvarlığından her ay düzenli olarak amcaya ödenir.

Mirasın Korunması: Kalan tutar, çocuk reşit olduğunda ona teslim edilmek üzere bir banka hesabında bloke edilir.

Varsayalım, bu süreçte çocuğun masrafları toplam 2 milyon TL olsun. Bu durumda, kalan 8 milyon TL devlet denetiminde saklanır ve çocuk 18 yaşına geldiğinde mirasına tam anlamıyla kavuşur.

Bu yöntem, hem Kur’an’daki “en güzel yöntem” vurgusuna uygun düşer hem de modern hukuk prensiplerini karşılar. Böylelikle, yetimin hakkı güvence altına alınırken, mirasın kötüye kullanım ihtimali de ortadan kaldırılmış olur.

Bazı kişiler, bu tür bir uygulamaya karşı çıkarak, “Peygamber Efendimizin döneminde böyle bir yöntem yoktu, sünnet olan o dönemdeki şekildir” diyebilir. Ancak bu yaklaşım, İslam’ın maksat ve şekil ayrımına aykırıdır. Peygamberimizin döneminde Medine’den hacca gitmek maksattı ve o günün şartlarında maksada ulaşmada en uygun araç deveydi. Günümüzde deve yerine araba veya uçak kullanmak, formun değişmesine rağmen maksadın değişmediğini gösterir. Benzer şekilde, yetim malını koruma konusunda da maksat sabit kalırken, en uygun araç ve yöntem zamana göre değişebilir.

Özetlersek, İslam dini, Allah-insan ilişkisini düzenleyen taabbudi alanı norm ve form yönünden değişmez kılarken, insan-toplum ilişkilerini düzenleyen taakkuli alanda formu, maksada ulaşmayı en iyi şekilde sağlayacak biçimde değişebilir kılmıştır. Maksadın sabitliği, dini hükümlerin evrensel boyutunu gösterirken, formun değişebilirliği İslam’ın esnek ve çağın ihtiyaçlarına cevap verebilen yapısını ortaya koyar.

Ergenlik Çağı ve Evlenme Yaşı Kaçtır?

En’âm sûresi 152. ayette "yebluġaeşuddehu" ifadesi mealimizde “ergenlik çağına erişmek” olarak çevrilmiştir ve sekiz farklı ayette benzer şekillerde geçmektedir. Bu ayetin ana konusu ergenlik çağıdır. Ancak Nisa sûresi’nin 6. ayetinde ele alınan evlenme (nikah) yaşı ile de bağlantılı olduğu için, burada kısa bir giriş yapacak, ayrıntılara Nisa sûresinde değineceğiz.

Bu mesele, "taabbudi" (ibadetle ilgili, sorgulanmadan itaat edilen) ve "taakkuli" (akıl yürüterek değerlendirilen) ayrımında, taakkuli alana girer. Dolayısıyla, yaşadığımız çağın ihtiyaçları ışığında yeniden değerlendirilmesi gereken bir konudur.

Bu konuyu değerlendirmeye insan hayatının değişmeyen bazı normları üzerinden başlayalım.

İnsanı bir yönetici olarak değerlendirdiğimizde, onun kendisi, bu dünyadaki en değerli "şirketten" daha değerlidir. Bu nedenle, insanın çok iyi yetiştirilmesi şarttır. Ancak günümüzde, kendi beden şirketini doğru yönetemediği için çevresine zarar veren bireyler oldukça fazladır.

Konuya İslam dünyası açısından baktığımızda, inandığı değerler adına kötü örnek teşkil eden insanların/yöneticilerin varlığı acı bir gerçektir. Peki, bu durumun sebebi nedir? Bu sorunun cevabı çok uzağa gitmeden bulunabilir:

İnsanların yetiştiği eğitim sistemi.

O sistemin ürünü olan ve bir aile kuran, ancak aileyi insan yetiştiren “bir değer atölyesi" olarak göremeyen anne-babalardır.

Eğitim sistemi sağlam olmadığında, aile kurumu zayıf olduğunda, bireylerin kendi beden ülkesinde "tam zamanlı, tam yetkili bir yönetici" olması beklenemez. Böyle bir tablo ortadayken, ergenlik, rüşt ve ehliyet yaşını 18’in altında belirlemek, çağımızdaki sorunları ve bunların kaynaklarını dikkate almamak anlamına gelir.

Günümüz İslam dünyası yöneticilerinin, bu konuda olağanüstü tedbirler alması gerekir. Bu tedbirlerin gerekçeleri net bir şekilde şöyle açıklanmalıdır:

Bu gerçeklerden hareketle:

Bu önerilerimiz, İslam’ın özüne uygundur. İlgili ayetlerdeki ergenlik/rüşt ifadesi biyolojik ergenliğin ötesinde, akıl, irade ve sorumluluk bilincine sahip olmayı gerektirir. Aynı ilke, evlilik yaşı için de uygulanmalıdır. Çünkü evlilik de bir emanettir ve akıl ile olgunluk gerektirir.

Özetlersek, geçmişte ve günümüzde yaşanan binlerce olumsuz örnekten ders alan bir “devlet aklı”, bu alanda bilinçli adımlar atmalıdır. Tüm bireyleri bu konuda bilinçlendirmek, eğitim sistemini revize etmek ve aile yapısını güçlendirmek yöneticilerin en öncelikli görevi olmalıdır.

Unutulmamalıdır ki, iyi bir eğitim sistemi ve bilinçli ebeveynlik, toplumun en değerli "yatırım araçlarıdır." Toplumun geleceği bu yatırımlara bağlıdır.

Böyle bir yaklaşım, bireylerin hem kendilerini hem de çevrelerini daha iyi yönetmelerini sağlayacaktır. İnsanın beden ülkesinde “örnek bir yönetici” olması, toplumda barış ve huzurun ilk adımıdır.

Gücünün Yettiği Kadar Yüklemek Bir Uyarı mı?

Bu ve benzeri ifadelerin tamamında şu mesaj var: Ey insan! Allah (cc) seni yaratandır; seni en iyi tanıyan; senin neyi ne kadar yapabileceğini en iyi bilendir. O yüzden senden bir şeyi yapmanı isterken, gücünü aşan bir şeyi senden istemez. Yapabileceğini senden ister.

Ayet bu mesajının yanında insanı uyarır ve insana der ki: Senin gücünün sınırları var. Gücünün sınırlarını aşmanın göstergesi, birinci derece sorumlu olduğun işleri aksatmandır. Yani Allah’a karşı sorumluluklarımı yerine getireceğim diye eşine, çocukların, diğer insanlara ve işine/mesleğine karşı sorumluluklarını aksatma. Bunları aksatarak Allah’a karşı görevini yerine getirmek, Allah’ın verdiği diğer görevleri aksatmak anlamına geliyor. O yüzden her durumda dengeli olmaya gayret et.

153. Âyet: Bağlama Göre Çok Yerinde ve Manidar Bir Ayet

Önceki ayette adalete vurgu yapılıyor ve ardından bu ayet geliyor. Ayeti bağlam ile birlikte okursak şöyle oluyor.

“(Ey insanlar! Ey insanlar içinde kendini Müslüman olarak tanımlayanlar!) İşte Allah’ın bütün insanları davet ettiği yol, doğru, dürüst, adil bir insan olarak yürünmesini istediği bu yoldur. Öyleyse bu yolu izleyin. Sakın ha sizi bu yoldan ayıracak başka yollara sapmayın. İşte Allah, kötülüklerden sakınasınız diye size bu emirleri veriyor.”

İşin üzücü tarafı; bir din bütün ayetlerinin özeti olan bu ayetlerle adaleti hayatın merkezine koyacak ama dünyadaki bütün güven endekslerinde İslam ülkeleri birinci sırada yer alamayacak. Keşke dert sıralamasında en büyük dertlerimizden biri de bu olsa, keşke bu derdin devası için her Müslüman güvenilir bir insan olmayı, hayatının en temel ilkesi yapsa...

154. 155. Âyet: Bağlama Göre “Ne Alaka!”

Bu ayeti bağlamı dikkate alarak okuduğumuzda, sanki konu akışında birdenbire bir kopma oluyor, sanki ayet önceki konuyla alakalı olmayan bir başka konuya geçiyor.

Öyle değil; bu durum Kur’an’ın okuyucuyu metninin içine çekme yöntemi; bu yöntemde bilerek bazı parçalar eksik bırakılıyor, o parçayı okuyucunun tamamlaması isteniyor.

154. ayet kısa bir ayet ama Kur’an’ın bu ayet üzerinden verdiği mesajlardan biri şu: Bu noktada dokuz yıl boyunca size anlatılan İsrailoğullarını şöyle bir hatırlayın. Doğruluktan, dürüstlükten, adaletten ayrılmanın sonuçlarını onlarda görün.

İşte bu noktada 155. ayetin mesajı devreye giriyor ve ayet diyor ki: Yahudiler kendilerine indirilen kitabın ve gönderilen peygamberlerin kıymetini bilemediler, dinlerini tahrif ettiler, başkalarına kötü örnek oldular. Siz öyle olmayın, size dünyada ve ahirette hayatınıza bereket katacak olan bu Kur’an’a uyun.

156-158. Âyet: Kur’an’da Bahanelerin En Fazla Öne Çıktığı Sûre Hangisidir?

Bu sorunun cevabı açık ara En’âm sûresi oluyor.

Bu sûrenin şu ayetlerini (7, 8, 9, 37, 109, 111, 124,158) bir kere daha okumanızı istiyoruz. Bu ayetlerin ortak mesajı şu: İnsan iman etmek istemiyorsa, her tülü bahaneyi üretebilir, hangi mucizeyi görse mutlaka inanmamak için bir gerekçe bulabilir.

Bunu günümüzde iki türlü görüyoruz. Birincisi bu ayetlerde olduğu gibi iman etmeyenlerin buldukları bahaneler, ikincisi ise Müslüman bir ülkede doğduğu halde, iman ettiğini söylediği halde, gereğini yapmayanların buldukları bahaneler.

Burada 156. ayet bütün zamanlarda bahane üreten ve üretecek olanlara şunu diyor: “Biz dünyaya geldiğimizde önümüzde şu dini, bu geleneği bulduk.” demeyin. “Bunları bahane olarak getirmeyin. Kur’an’dan haberimiz yoktu.” demeyin.

Bu ayetlerin indiği 7. asırda Mekke’de her insanın vahyin mesajına ulaşma imkanı vardı. Yani kimsenin “haberimiz yoktu” şeklinde bahanesi yoktu.

Günümüz için de bunu söylemek mümkün, bugün gelişen teknoloji sayesinde her insan hangi dili konuşursa konuşsun, nerede yaşarsa yaşasın Kur’an’ın mesajına ulaşabilir. Duyduğu ve ürettiği bütün bahanelerin bir hükmü olmadığını görebilir.

Yeter ki istensin, yeter ki Müslümanlar kendilerine düşen güzel örnek olma ve güzel bir şekilde duyurma görevini yerine getirsinler.

159. Ayet: 21. Yüzyılın Manifestosu Olan Ayet!1141

Biz, her ayeti sanki bugün inmiş gibi okumaya gayret ediyoruz; ancak bir öncelik sıralaması yapılacak olsaydı, bu ayeti en üst sıralara koyardık. Bu ayet, 21. yüzyılın insanına, çağının problemlerine ve Müslümanların haline doğrudan hitap eden güçlü bir mesaj taşıyor. Kur’an’a muhatap olan Müslümanlara şu temel çağrıyı yapıyor: “Bak!” Ama bu bakış, sadece bir göz atmak değil, derin bir ibret yolculuğu olmalı. Bu çağrının odaklanmamızı istediği üç temel alan var:

Birinci Nokta: İnsanlık Tarihine Bak!

Kur’an’dan önceki insanlık tarihine, özellikle de dinler tarihine dikkatlice bak. Dinlerini parça parça edip tanınmaz hale getiren toplumları incele. İnançlarını yozlaştıran, dini bölüp menfaatleri doğrultusunda kullananların izini sür. Tarihte bu ayrışmaların insanlığa neye mal olduğunu, nasıl bir kaos ve yozlaşma doğurduğunu düşün. Bu tablolar karşısında net bir tavır al ve de ki: “Benim onlarla hiçbir ilişkim yok!”

İkinci Nokta: Vahyin İlk Muhataplarına Bak!

Kur’an’ın indiği döneme git ve o dönemin insanlarını, özellikle Hz. İbrahim’den miras kalan hanif dini bozarak şirk batağına saplanan müşrikleri gözlemle. Onların vahyin berrak mesajını nasıl yok saydığını, dini menfaatleri uğruna nasıl parçalara ayırdığını anla. Onların bu yaklaşımı karşısında da aynı kararlılıkla söyle: “Benim onlarla asla ilişkim yok!”

Üçüncü Nokta: 1400 Yıllık Sürece ve Bugüne Bak!

Kur’an’ın indirildiği günden bugüne kadar yaşanan 1400 yıllık tarihe, özellikle de bugüne odaklan. Günümüzde kendini “Müslüman” olarak tanımlayan ama İslam adına kötü örnek teşkil edenlere bak. Cemaatler, tarikatlar, dernekler, vakıflar ve partiler gibi yapıların içinden bazı kişilerin İslam adına ne büyük zararlar verdiklerini gör. Öyle ki, bu grupların yanlışları, bazı İnsanların “Eğer İslam buysa, ben Müslüman değilim!” demelerine sebep olduğunu ibretle izle. Ve bu tablolar karşısında tavrını netleştir ve de ki: “Benim onlarla hiçbir ilişkim yok!”

Peki Çözüm Ne?

Değişmez Pusula: Kur’an

Yaşayan Örnek: Hz. Muhammed (sav)

Akıl-Vahiy Sentezi

Bu ayet, yalnızca bir uyarı değil; bir yeniden diriliş çağrısıdır. Parçalanmış, bölünmüş grupların aksine, birleşmiş, bütünleşmiş ve vahyin ışığında ilerleyen bir toplum olmak için yapılmış bir davettir.

Biz bu davet doğrultusunda bir çaba ortaya koymaya çalıştık. Önce Esma ve Yasa Temelli Tefsir Usulü adlı eserimizle bir yöntem ortaya koyduk. Ardından, bu yöntemle Kur’an’ın her ayetini geçmişten çıkarılan derslerle ve bugüne hitap eder bir yaklaşımla tefsir etmeye gayret ettik.

Özetlersek, bu ayet, yalnızca bir uyarı değil, aynı zamanda 21. asır insanı için bir yeniden diriliş, yeniden inşa çağrısıdır. Geçmişten ibret alarak, bugünü anlamlandırarak, geleceğe umutla yürüme, tüm insanlığa model olma çağrısıdır.

160. Ayet: Modern1142 Çağda İyilik Yapmak Zor mu?

Bu ve benzeri ayetler1143 bizi iyiliğe teşvik ediyor. Bu teşvike modern hayatın akışı içinden bakalım.

Malum hızlı yaşıyoruz. Metro istasyonlarında koşuşturuyor, asansörlerde telefonlarımıza gömülüyor, trafikte sabırsızlanıyoruz. Bazen bu akış içinde "iyilik yapmaya vakit olmadığını zannediyoruz.” Ama gerçekten öyle mi?

Düşünelim:

Ve muhteşem bir teşvik: Her iyiliğe en az 10 kat karşılık! Bu nasıl bir rahmet ekonomisi böyle? Modern ekonomide bile en yüksek yasal kâr marjı % 5’i, 10’u geçemezken1144, Allah'ın iyilik borsasında (manevi yönden) minimum yasal, helal kâr marjı en az % 1000.

Peki ya kötülük? Sadece misliyle karşılık! Yani:

Modern Hayatta İyilik Pratikleri

Bu örneklerden sonra Soralım: İyilik yapmak gerçekten zor mu, yoksa biz mi zorlaştırıyoruz?

Belki de asıl mesele, iyiliği alışkanlık haline getirmekte... Çünkü iyilik, bir binanın temellerini atmak gibi uzun vadeli bir emeği simgeler. Başlangıçta zor gibi görünebilir, ama bir kez hayatımızın parçası olduğunda kolaylaşır.

Tam aksine, kötülük çoğu zaman yokuş aşağı gitmek kadar zahmetsizdir; ama yıkıcı sonuçları, bir binanın saniyeler içinde çökmesi gibidir. İşte bu ve benzeri âyetlerle Allah (cc) kullarını iyiliğe teşvik ediyor. Rahmeti gazabı geçiyor. Toplumsal huzur ve iyiliğin alışkanlığa dönüşmesi ve ahlak haline gelmesi destekleniyor.

Bu ayetle modern zamanların insanlarına şu mesaj veriliyor:

Ey modern zamanların yorgun insanı! İyilik sandığın kadar zor değil. Belki de tek ihtiyacın olan şey, iyiliği hayatının doğal akışına katmak. Zannetme ki iyilik yapmak için ne büyük imkanlara, ne de çok zamana ihtiyacın var. Sadece niyetini ve bakış açını değiştir. Göreceksin ki hayat, iyilik fırsatlarıyla dolu! Bu arada şunu da unutma 1’e 10 olarak verilen bu ilahi matematik, sadece bir hesap meselesi değil, bir yaşam felsefesidir. Sen istersen iyilik yapmanın bin bir yolu var. Yeter ki sen iste!"

Şu soruyla konuyu özetleyelim “İyilik yapmak gerçekten zor mu, yoksa biz mi zorlaştırıyoruz? Belki de asıl mesele, iyiliği alışkanlık haline getirmekte..."

İyiliğe Teşvikte Amaç Nedir? Sevap Kazandırmak mı, Erdem Ahlakı Kazandırmak mı?

İnsan, maddi bedeni ile yaratılırken, bir de manevi bir taraf vardır. Kur'an bu manevi tarafa "nefis" der ve onun takva ile fücura bakan iki yönü olduğunu bildirir.1145 Adına yetenek, kabiliyet, davranış ve ahlak dediğimiz her şey insanın bu yanındadır. Bu taraftaki şeylerin tamamı; takva ve fücur, yani iyi-kötü, hayır-şer, fayda-zarar olarak ikiye ayrılır.
Dinin varlık sebebi, insanın takva tarafını geliştirmek, fücur tarafını ise dizginlemektir.

İnanç dekorunda:

Buna imtihan dünyasının dekoru dersek, hayat bu dekora göre şekillenmiştir. Eğitimciler, işverenler ve devletler de bu dekoru modellemişlerdir:

Bu, hayatın fıtratına uygun bir düzendir ve şimdiye kadar "ödül ve ceza olmasın" diyen olmamıştır. Kur'an, hayatın ve fıtratın bu temel ilkesiyle uyumludur.1146

Kohlberg'in Ahlaki Gelişim Teorisi1147

Burada temel sorun, insanların bir şeyi yaparken ödül bekleyerek yapması veya bir şeyden sakınırken ceza korkusuyla sakınmasıdır.
Kohlberg'in ahlaki gelişim teorisinde bu durum, ahlaki gelişimin ilk evresi olan "Pre-konvansiyonel Ahlak (Dışsal Motivasyon)" olarak adlandırılır. Ancak ideal olan, bireyin üçüncü evreye, yani "Post-konvansiyonel Ahlak (Erdem Ahlakı)" seviyesine yükselmesidir.

Bu iki duruma "seviye" dersek:

Genelde tüm insanlar hayata, realite seviyesinden başlar. Yani, ödül kazanmak veya cezadan kaçınmak gibi dışsal faktörlerle yönlendirilirler. Ancak süreç içinde eğitimcilerin (anne-babaların, öğretmenlerin) rolü önemlidir.
Kimi eğitimciler, ödül ve cezayı birer basamak olarak kullanarak bireyi realiteden ideale taşır. Ancak bazı eğitimciler, insanları sadece ödül ve ceza bağımlısı yapar. Bu durumda, birey sürekli dışsal motivasyonla hareket eder.

Bu konuya Kur’an bütünlüğünde bakarsak, Kur’an bize bir yol haritası sunar. Bu haritada üç seviye vardır. Şimdi bu seviyelere bakalım ve Kur’an’da bu üç seviyeye karşılık gelen ayetleri dipnotlarda verelim.

Bu Seviyelerin Günümüzde Modern Hayatta Uygulanması

Bu ilahi eğitim metodunun modern hayata yansıması şu şekildedir:

Özetlersek, En'am 160, sadece bir ödül-ceza denklemi değildir; insanı, ahlaki gelişimin en temel seviyesinden alıp erdem ahlakına ulaştırmayı hedefleyen bir ilahi eğitim modelidir. Bu süreçte Kur’an rehberliği bireyin yolculuğunu kolaylaştırır ve onu yüksek bir ahlak düzeyine adım adım taşır.
Hangi seviyede olursak olalım, iyiliği hayatımızın merkezine almak bu yolculuğun temelidir. Şu soruyla devam edelim.

İnsanın Karşılık Beklemeden Bir Şey Yapması Mümkün mü?

Üzerinde derinlemesine düşünmeyenler bu soruya “mümkündür” diye yanıt verebilir. Ancak konuya dikkatlice baktığımızda, insanın hiçbir karşılık beklemeden bir şey yapmasının -istisnalar hariç- mümkün olmadığını anlıyoruz. Bu durum, insanoğlunun doğasında bulunan hedef ve motivasyon mekanizmalarından kaynaklanmaktadır.

Konuya Seküler (Dünyevi) Açıdan Bakış

Her anne-baba, istisnalar hariç, çocuklarının güzel ahlak sahibi iyi bir insan olmasını ister. Burada “güzel ahlak/iyi bir insan” anahtar kavramlardır: Güzel ahlak, yapılan iyiliklerin bir sonucu ve karşılığıdır.

Çocuk büyüyüp yetişkin olduğunda, güzel ahlakını muhafaza etmesi beklenir. Ancak bu muhafaza da ancak iyilik yapmaya devam etmekle mümkündür. Bu durumu bir sporcunun önce form tutmak, sonra formda kalmak için yaptığı antrenmanlara benzetebiliriz. Kısacası, güzel ahlakı kazanmak ve korumak, sürekli bir iyilik yapma süreci gerektirir.

Konuya Psikolojik Açıdan Bakış1151

İnsanın her davranışı, bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde bir karşılığa bağlıdır. Örneğin, iyilik yaparak vicdanen rahatlama, toplumsal kabul görme veya kendine değer verme gibi içsel ödüller kazanılır. Bu da gösterir ki, iyi bir insan olmak bir hedefse, iyilik yapmak bu hedefe ulaşmanın bir aracı ve vazgeçilmez şartıdır.

Dini Açıdan Bakış

Her Müslüman için Allah’ın rızasını kazanmak, hayatın en büyük en yüksek en değerli idealidir. Bu idealin gerçekleşmesi ise güzel ahlak sahibi olmakla mümkündür. Kur’an ve hadislerde sıkça vurgulandığı gibi, cennet, güzel ahlak kazanarak Allah’ın rızasına ulaşanlara bir ödül olarak sunulmuştur.

İslam’a göre, iyilik yapmak ve güzel ahlak sahibi olmak bir insanın dünya ve ahiret mutluluğunu kazanmasında temel şartlardan biridir. Burada ödül, hem dünya hayatında manevi huzur, toplumda saygınlık gibi faydalar, hem de ahirette Allah’ın rızasına nail olma ve cennetle ödüllendirilme şeklinde kendini gösterir.

Bu bağlamda, iyilik yapmak, iyi bir insan olmanın vazgeçilmez bir aracı; güzel ahlak ise bu çabanın ödülü ve sonucudur.

Özetlersek, iyi bir insan olmak, yani güzel ahlak sahibi olmak, hem dünyevi hem de uhrevi anlamda bir hedeftir. Bu hedefe ulaşmanın yolu ise iyilik yapmaktan geçer. İyilik, bu hedefin sebebi; güzel ahlak ise elde edilen sonuçtur.

Sebep olmadan sonuç olmaz: İyilik yapılmadan güzel ahlak kazanılamaz. Bu durumda, iyi bir insan olmanın karşılığı olan güzel ahlak, ancak iyilik yaparak elde edilebilecek bir ödüldür.

161-165. Âyet: Sûrede Sona Doğru Yaklaşıyoruz

En’âm sûresinin bu son bölümü, adeta uzun bir yolculuğun vardığı zirveyi gösteriyor bize. Bu zirvenin adı: Adanmışlık...

Hz. İbrahim'in şahsında bütün peygamberlerin temsil ettiği hakikat çizgisi, sanki bir nehir gibi Peygamber Efendimize ve oradan da bize akıyor. Bu akış içinde her damla, tevhidin berrak suyunu taşıyor.

Burada Hz. İbrahim son peygambere kadar geçen bütün peygamberlerin sembol ismi oluyor.

Hz. İbrahim’i böyle anladığımızda, 7. asırda 161. ayette geçen "Rabbim beni doğru yola iletti" ifadesi üzerinden Peygamber Efendimiz (sav) bütün asırlara şöyle sesleniyor:

Bu seslenişe kulak verdiğimizde, 21. asırda bu ayeti şöyle anlıyoruz: Rabbimize hamd olsun, Rabbimiz bizi Hz. Adem ile başlayan, Hz. İbrahim’le devam eden, son peygamber üzerinden bize gelen İslam diniyle buluşturdu. Müslüman olmayı lütfetti.

Bu buluşmaya nimet dersek, bu nimetin şükrü nasıl olacak? aşağıdaki başlıkta bu sorunun cevabını vermeye çalışacağız.

Nimetin Şükrü: Adanmışlık

Kur’an’da adanmışlığın en güçlü referanslarından biri olan 162. ayet çok büyük manaların zarfı oluyor. Şimdi o mana denizine elimizdeki kovalarla girelim ve nasibimizde olanı alıp size ikram edelim.

Ayette geçen “Benim yaşamam ve ölmem alemlerin Rabbi içindir” demek: Yaratılan her şeyi yoktan yaratan ve terbiye eden Rabbim beni de yarattı ve terbiye etti. Bana hayatı ve sahibi göründüğüm her şeyi verdi. İşte bu yüzden,

Bu açıdan bakıldığında adanmışlık her Müslüman için bir hedeftir. Bu hedef bizi Allah rızası gibi en yüce ve en yüksek ve en değerli hedefe ulaştıracak vasıtadır. Bu açıdan baktığımızda adanmışlığın sağlaması Allah rızası üzerinden yapılır.

Burada soru şu:

Adanmışlığa giden yol nereden geçer? Cevap: Namazdan…

162. ayette “yaşamam ve ölümüm” ifadesini bütün hayatım olarak anladığımızda ayette hayatın içine, bütün ibadetleri temsilen namaz konuluyor.

Bu ayetin her harfinin ve kelimesinin Allah’tan geldiğine iman ettiğimizde, “Bu ayette ne varsa hikmeti var, ne varsa mutlaka mesajı var.” diyoruz.

Burada namaz ayetten de anlaşılacağı gibi bütün ibadetleri temsil ediyor. Namaz adanmışlığın vücut bulmuş halidir. Soyut bir ifade olan adanmışlık, ete kemiğe bürünseydi bize kesin namaz olarak görünecekti.

Beş vakit namazda Müslüman teslimiyetin zirvesine çıkar. Namazda olduğu her an istediğini değil, istenileni yaptığı andır. Bu ânı yakalamak, kainat ile “an”da buluşmaktır. Bu buluşmaya kainat ile senkronize olmak diyoruz. Bu âna kıvam ve kemal diyoruz. Bu âna ihsan şuuru diyoruz.

Beş vakit namazda bu ânı yakalamaya “hedef” dersek, ikinci hedef beş vakitte yakalanan bu ânı her vakte taşımak, her vakit kıvamda, kemalde ve ihsan şuurunda kalmaktır.

Bu iki hedefi tutturduğumuzda namaz adanmışlığın vücut bulmuş hali olur.

Tam bu noktada 163. ayeti bugün kendimize okursak, ayet şöyle “İşte bize emredilen budur.”

Ayette geçen “Müslümanların ilki” ifadesiyle, teslimiyet noktasında Peygamber Efendimiz yaşadığı asırda bu adanmışlığın ilk örneği oldu. Bu örnek üzerinden bize verilen mesajlardan biri şu: Yaşadığınız asırda, bulunduğunuz her yerde adanmışlığın en güzel örneklerinden ve öncülerinden biri olarak,

Dualarında "Ya Rabbi! Sana adanmış bir ömür nasip eyle" duasını dilinden düşürme.

Özetlersek, Hayat bir yolculuk,

164. Âyet: Cümleler Arasındaki Alaka Nasıl Bulunur?

Bu ayet, yüzeysel bir okumayla üç bağımsız konu içeriyor gibi görünebilir ve bu konular arasındaki bağ ilk etapta anlaşılmayabilir. Ancak Kur’an, bu tür durumlarda bizlere şöyle seslenir: “Ben size bütünün büyük parçalarını verdim; küçük parçaları birleştirip bütünü tamamlama işini size ev ödevi olarak bırakıyorum.” Bu, Kur’an’ın insanın öğrenerek gelişmesini amaçlayan eğitici yaklaşımının bir yansımasıdır.

Bu ayette üç temel parça bulunmaktadır:

Bu parçalar birleştirildiğinde ayet, şu net mesajı sunar: Tercihlerinizin sorumluluğu tamamen size aittir ve bu sorumluluğun hesabını yine siz vereceksiniz.

Sürü Psikolojisiyle Hareket Edenler

7. yüzyılda, geçmişin neredeyse her döneminde olduğu gibi, insanların özgür iradeleriyle karar veren bireyler olmaktan ziyade bir otoritenin gölgesinde yaşayan topluluklar halinde hareket ettiği görülüyordu. İnsanlar genellikle liderlerinin kararlarına tabi oluyordu. Bu süreçte doğru kararların meyvesini toplayacaklarını, yanlış kararların yükünü ise liderlerin taşıyacağını düşünüyorlardı.

Kur’an, cehennem tasvirlerinde, uyulanlar ve onlara uyanlar arasındaki suçlamaları aktaran diyalogları anlatarak bu toplum yapısına ışık tutar.1152 Peygamberlerin muhatap olduğu topluluklar genelde bu “sürü psikolojisi” ile hareket eden bireylerden oluşuyordu. Ancak peygamberlerin mesajı, bu anlayışı kökten değiştirmeyi hedefliyordu.

Din Özgürleştirir, Peygamber Özgürlük Hareketinin Lideridir

Bu başlık ilk bakışta bazıları için şaşırtıcı gelebilir. Ancak dinin temel misyonu, insanı bireysel özgürlüğüne kavuşturmak ve yaratılanların boyunduruğundan kurtarmaktır.

İnsan hiçbir zaman tamamen bağımsız olamaz. Ya yaratılanlara bağlanır ya da yaratana.1153 Hava, su, güneş, toprak ve deniz gibi nimetlere herkes muhtaçtır ve bunlarla bağlantısını koparamaz. Ancak insanların bir kısmı genelde bu nimetleri kendilerine ulaştıran aracılara bağlanma eğilimindedir. Bu bağlanma, “O olmasaydı bunlar olmazdı” düşüncesine dayanır ve kimi zaman cansız nesnelere, kimi zaman ise etten kemikten liderlere tapınmayı beraberinde getirir. Zaten şirk ve müşrik kavramları da tam da burada ortaya çıkar.

Dinin özgürleştirme hareketi işte tam bu noktada başlar. İnsanları, yaratılanlara köle olmaktan kurtarıp, onları yaratan Allah’a kulluk etmeye davet eder. Buna, “şirkten tevhide, kesretten vahdete davet” de diyebiliriz.

Bu durumu daha iyi anlamak için 164. ayette geçen “Her şeyin Rabbi Allah iken, ben O’ndan başka Rab mi arayacakmışım?” itirazı, eleştirisi “Her şeyin Rabbi kim olabilir?” sorusu ile gelinen noktadır. Yani “Atomdan güneşe kadar her şeyi kim yaratabilir, kim terbiye edebilir, kim benim istifademe sunabilir? sorularının cevabını bulmak, o cevabı bulduktan sonra “Eşhedüenlâ ilâhe illlah…” demek, “Ben şahidim ki bunları bana Allah’tan başkası veremez.” demektir. Gelinen bu nokta bir bağımsızlık ve bağlılık ilanıdır.

Bu noktada birey, yaratılanlara karşı bağımsızlığını, yaratana ise mutlak bağlılığını ilan eder. “Eşhedü”nün bireysel bir ifade ile “Ben şahidim” şeklinde dile getirilmesi şu anlama gelir: Ben çoğunluğa uymuyorum, çokluk nerede ise orada olmuyorum, ben sürü psikolojisi ile hareket etmiyorum, ben Rabbimin kim olduğuna özgürce karar veriyor, bu özgür tercihin sorumluluğunu üzerime alıyor ve bunun hesabını vermeye de hazır olduğumu ilan ediyorum demektir.

165. Ayet: Son Ayet, En’âm İçinde En Büyük Nimet: Halifelik

Mealimizde bu sûrenin başında, “Sûre İsmi Üzerinden Bana Ne Diyor?” başlığı altında, En’âm kelimesinin nimet kelimesiyle bağlantısına dikkat çekmiştik. İsmi, nimetle aynı kökten gelen bu sûrenin son ayeti, insana verilen en büyük nimetlerden biri olan “halife” ünvanını öne çıkarıyor. Bu konu üzerinde daha önce bazı değerlendirmeler yapmıştık;1154 burada ise farklı bir açıdan, onlara ilaveten yeni bakış açıları sunacağız.

Bitkiler ve Hayvanlar da Halife Olabilir mi?

Bu sorunun cevabı açık: “Hayır” olamaz. Şimdiye kadar kimse bitki veya hayvana “halife” dememiştir. Ama biz bu konuda biraz tefekkür etmenin faydalı olacağını düşünüyoruz.

Önce, “halife” kelimesinin anlamını düşünelim.

Kainatta ve kainatın misafir odasına benzeyen dünyada, Allah’ın tamamen aracısız yaptığı işler var. Bir de Allah’ın, bir vasıta aracılığıyla yaptırdığı işler...
Bu bağlamda,

İnsana gelince, Allah, bitki ve hayvanlardan farklı olarak, ona daha geniş çaplı ve bilinçli görevler yüklüyor.

Eğer Allah’ın insana verdiği “halife” sıfatını, görev alma ve bu göreve bağlı sorumlulukları yerine getirme anlamıyla ele alırsak, bitki ve hayvanlara sembolik bir yaklaşımla, mecazi anlamda “halife” diyebiliriz. Bu sembolik anlamlandırmanın sebebini, bir sonraki başlıkta daha ayrıntılı inceleyelim.

Bitkiler ve Hayvanlar Halife Olan İnsana Rol Model Olabilir mi?

Evet, olabilir. Neden mi?

Çünkü kainatta insan dışındaki bütün varlıklar, Allah tarafından kendilerine verilen görevleri tam bir teslimiyetle yerine getiriyor. Teslimiyet kelimesi, İslam ve Müslüman kelimeleri ile aynı kökten gelir. Yani yaratılış itibarıyla kainatın dini İslam’dır ve bütün varlıklar Müslümandır.

Eğer Müslümanlığı, önce olunması sonra da bir ömür kalınması ve korunması gereken bir hal olarak tarif edersek, atomdan güneşe, ağaçtan kuşa kadar bütün varlıklar sürekli bu hal üzerinedirler.

Bu halleriyle onlar bize teslimiyet konusunda bir model oluşturuyorlar. Onların bu hâli bize şu mesajı veriyor:

Bu mesaj varlık gayemizi hatırlatıyor. Bu gayeyi hatırlayan insan, kainatın dengesini ve huzurunu korumakla yükümlü bir halife olarak, her adımını bu ilahi emanete adamalıdır.

Zira gökyüzünün yıldızları nasıl yerini bilir, güneş nasıl her sabah görevini kusursuzca yerine getirirse, kendisine halife ünvanı verilen insan da kainatın bu uyumuna ayak uydurmalıdır. Teslimiyetle dolup taşan evrende, kainattaki uyuma ayak uyduran insan, sorumluluk bilinciyle dünyayı daha yaşanabilir kılar.

Özetlersek, halife ünvanına sahip olmanın; olduğunun farkında olmanın en büyük alameti verilen her nimetin değerini bilerek sorumluluk hissetmektir. Sonra da Kur’an rehberliğinde Peygamberimizin örnekliğinde bu sorumlulukları yerine getirmek için azami gayret etmektir.

Ayetin İç Bağlamındaki Bütünlük

Bu ayet, ilk bakışta birbirinden bağımsız gibi görünen üç ana konuyu bir araya getiriyor: halifelik görevi, nimetlerin dağılımındaki ilahi hikmet ve cezalandırma-merhamet dengesini.

Ancak derinlemesine bir tefekkürle bu unsurların birbiriyle nasıl organik bir bağ kurduğunu görmek mümkün. Şimdi, bu bağlantıları açarak ayeti daha iyi anlamaya çalışalım.

Halifelik: Yeryüzündeki İlahi Temsilcilik

Ayet, insana verilen “halife” ünvanını hatırlatarak başlıyor. Bu konuya yukarıda değinmiştik. Ayetin girişindeki bu vurgu, insanın yaratılış amacını ve kainattaki yerini kavraması açısından temel bir başlangıç sunar.

Nimetlerin Dağılımı: Bir Adalet ve Sınav Vesilesi

Ayetin devamında, Allah’ın insanları “derecelerle” farklı kıldığını görüyoruz. Bu farklılıklar, rızık, bilgi, güç ve konum gibi birçok alanda kendini gösterir. Buradaki asıl vurgu, bu farklılıkların bir imtihan aracı olduğudur. Kimin şükürle karşılık vereceği, kimin nimetleri suiistimal edeceği bu sınavda ortaya çıkar. Aynı zamanda, toplumsal bir düzen için bu farklılıkların kaçınılmaz olduğu hatırlatılır. Herkesin eşit derecede nimetlere sahip olduğu bir dünyada, insan ilişkileri, yardımlaşma ve adaletin teşekkülü mümkün olmazdı. Bu yüzden, farklılıklar bir sınav olmakla birlikte, aynı zamanda toplumun sağlıklı bir şekilde işleyebilmesi için gerekli bir hikmettir. Her bireyin farklı nimetlerle donatılması, adaletin, yardımlaşmanın ve sorumluluk bilincinin gelişmesini sağlar."

Cezalandırma ve Merhamet Dengesi

Ayetin son bölümü, Allah’ın hem cezalandırıcı hem de merhametli olduğunu bildirir. Bu, insanın halifelik görevini yerine getirirken iki temel gerçekle yüzleşmesini sağlar. Bir yanda, Allah’ın cezasının yakın olduğunu bilerek sorumluluklarına ciddiyetle yaklaşmalı; diğer yanda, tevbe ve bağışlanma kapısının her zaman açık olduğunu hatırlayarak, hatalarından ders alarak ilerlemelidir. "Bu denge, insanın hem korku hem de umut arasında bir ruh haliyle görevlerini ifa etmesini sağlar. Allah’ın “Gafûr” (çok bağışlayıcı) ve “Rahîm” (merhametli) sıfatları, insana bu görevleri yerine getirirken moral ve motivasyon kaynağı olur.

Özetlersek, Kur’an ayetlerinde yüzeysel bir okumada bağlantı kurmakta zorluk çekilen ifadeler ayetler, üzerinden tefekkür denilen emeğin harcanması ile birbiriyle uyumlu, birbirini tamamlayan bir şekilde karşımıza çıkıyorlar.

56/37. SAFFAT SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

01-39 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

1-5. Âyet: İniş Sebebi Bilinmeyen Ayetlerin İniş Sebebi Nasıl Bulunur?

Bu sûredeki ayetlerin büyük bölümü için dini kaynaklarda tefsircilerin ortak kabulü olarak ifade edilen bir iniş sebebi olmadığı için bu sûreye böyle bir başlıkla başlamayı tercih ettik.

Daha önce de ifade ettik. Kur’an’da iniş sebebi bilinen ayet sayısı, % 30 kadardır, bu % 30’un içinde zayıf rivayetleri çıkardığımızda iniş sebebini kesine yakın bildiğimiz ayet sayısı % 10 kadar olur.

Biz buna “parça bakış” diyoruz. Bu bakışta inen ayetlere tek tek odaklanma yöntemi izleniyor.

Bir de bütüncül bakış var; bu bakışa göre, biz dine bir ihtiyaç olarak bakıyoruz. Bu bakışımızı bir örnek üzerinden anlatalım.

Varsayalım hava, su, güneş ve toprak gibi hayatın temel unsurları Kur’an’dan ayetler olsun. “Bu ayetlerin iniş sebebi nedir?” diye sorulduğunda cevap şudur: Dünyada yaratılacak insanların temel ihtiyaçlarını karşılamaktır. Bu tespitte ana iniş sebebi temel ihtiyacın karşılanmasıdır. Bu ayetler dünyada 1 insan yaşasa da 10 milyar insan yaşasa da zaten inecek olan ayetlerdir.

Aynen bunun gibi tevhit, ahiret, nübüvvet (risalet) ibadet, ahlak Kur’an’ın en temel konularıdır. Bunlar yaklaşık olarak Kur’an’ın % 80’idir.

Bunların öncelikli iniş sebebi insanın ihtiyacıdır.

Nasıl insanın en temel ihtiyacı olan hava, su, güneş, toprak için ayrıca iniş sebebi aranmaz. Bunlar için de aranmaz. Bunlar insanın yaratılmasına bağlı olarak zaten inecek ayetlerdir.

Bu sûrede de ana konu olarak tevhit, ahiret ve nübüvveti görüyoruz.

İniş sebeplerine bu açıdan baktığımızda otomatikman burada ayetlerin iniş sebebini bulmuş oluyoruz.

Eğer, araştırmalarımızda bu iniş sebebi dışında tarihi arka planda 2. 3. dereceden bilgi karşımıza çıkarsa, onu da bu sebebi güçlendiren bir veri olarak değerlendirebiliriz.

Kur’an Okurken Monolog Dilini, Diyalog Diline Dönüştürme

Bu yöntemden de yukarıda bahsettik,1155 okuyucumuzun hafızasından silinmesini istemediğimiz için bu yönteme de yeri geldikçe işaret edeceğiz.

Yukarıda yüzeysel bir okumada Kur’an’da baskın dilin monolog (tek taraflı konuşma) olduğunun, ama Kur’an’ı “bana ne diyor” formatında okuduğumuzda durumun farklı olduğunu, hakim olan dilin diyalog dili olduğunu cıvata-somun benzetmesiyle anlatmıştık. Burada o benzetmeyi çok kolay anlaşılacak bir örnek üzerinden açalım.

Bu örneği Kur’an’a uygularsak, Kur’an’ın büyük bölümünde monolog dili var yani Kur’an cıvatadan bahsediyor, o cıvataya 23 yıllık iniş sürecinde sebep olan, somuna benzettiğimiz hadiselerden bahsetmiyor. Onları bulmayı bize bırakıyor. Yukarıda beş örnek verdik. Öğretmenden bahseden bir ayet varsa, bunu sadece “cıvata” olarak okursak, Kur’an bir monolog kitabı olur. Ama tefekkür eder, karşısına okul, eğitim ve öğrenci koyarsak, Kur’an bir diyalog kitabına dönüşür.

Şimdi bu anlattıklarımıza Kur’an’dan verilebilecek yüzlerce örnekten birini Saffat sûresinin ilk üç ayeti üzerinden verelim.

Cıvata Var Somun Yok, Meful Var Fail Yok, Sıfat Var Mevsuf Yok

Bu ayetlerin benzerini1156 Adiyat sûresininin baş tarafından da görmüş ve orada kısa bir açıklama yapmıştık.

Bu ayetlerde Saflar halinde dizilmiş olanları, göğüs gererek duranları, zikir okuyanları cıvataya benzetiyor, fiil ve sıfat olarak tanımlıyoruz. Bu açıdan bakarsak ayetlerin dili monolog. Ama somunu, faili, mevsufu bulursak ayetlerin dili diyaloga dönüşüyor.

Burada, bu ayetler özelinden sorulursa şu soru akla gelebilir? Kur’an neden böyle bir yöntem izliyor? Güzel bir soru ve cevabı da çok güzel. Kur’an bu yöntemle ayetleri hikmet ve mesaj yönüyle dipsiz kuyuya dönüştürüyor. Bu kuyuya her kovasını sallayan “bir” alıyor ama kuyudaki mana bitmiyor. Herkes kovasının (ilminin, irfanının, takvasının, ihlasının) derinliğine göre her asırda istifade edebiliyor.

Bu soyut ifadelerimizi ayetlerin tefsirine geçerek, aşağıdaki soruların cevapları üzerinden somutlaştıralım.

Saflar Halinde Duran Failler, Somunlar, Mevsuflar Kim?

Not: Burada anlatım kolaylığı olması için fail kelimesini, somun ve mevsuf kelimesini de içine alacak şekilde kullanacağız.

Buradaki üç soruda failleri bulma noktasında, bize yardımcı olacak ayet 4. ayettir. Teknik dil kullanırsak, ilk üç ayet kasem (yemin, şahitlik) ayetleri olurken, 4. ayet kasemin cevabı, yani şahitlik yapılan konu oluyor.

Burada kendimizi şunu ifade etmek zorunda hissediyoruz, bu ayetlerde anlam derinliği o kadar fazla ki, biz sadece fikir verecek kısa açıklamalar yapacağız.

Saf tutma, birlikte, bir uyum, ahenk ve disiplin içinde organize olmanın sembolüdür.

“Bu organize olan kim?” sorusunun cevabı kainattır. Allah (cc) kainatta yaratılan her şeyi organize ediyor, onları insanların hizmetine veriyor, işte bu durum: Bu işi Allah’tan başkası yapamaz gerçeğinin şahidi oluyor. Bu bağlamda 4. ayette “Sizin ilahınız kainat büyüklüğünde bu organizasyona hükmü geçendir.” mesajı öne çıkıyor.

Göğüs Gererek Durduran Failler… Kim?

Burada da bir anlam zenginliği görüyoruz. Durdurma işinin faili, bu dünyada insana zarar verecek her şeye karşı alınan tedbirler olabilir. En genel manada dünyamızın tavanı olan ve bizi uzaydan gelen meteorlara ve güneşten gelen zararlı ışıklara karşı koruyan atmosfer olabilir.

En dar manada vücudumuzda bulunan ve bizi hastalıklara karşı koruyan bağışıklık sistemimiz olabilir.

Bunların yanına aklımız ve vahiy olabilir. Bunlar yanında burada ayete en yakın manasıyla maddi-manevi anlamda Müslümanlara gelecek zarara göğüs gerip engel olan mücahitler olabilir.

Zikir Okuma İşini Yapan Failler… Kim?

Burada okuma işinin failleri indirilen ayetlerin zarfı olan Kur’an’ı okumanın yanında, yaratılan ayetlerin zarfı olan kainat kitabının ayetlerini de Allah’ın ayetleri olarak görüp, Kur’an’la birlikte okuyanlar olabilir.

Buradaki saydığımız sayamadığımız milyonlarca faili bir araya getirdiğimizde bu failler 4. ayetin şahidi olarak “Sizin ilahınız Allah’tır. Ondan başka ilah yoktur. O tek’tir eşi benzeri olamaz” gerçeğini ilan eder.

6-10. Âyet: Buradaki Anlatım Hakikat mi, Mecaz mi?

Kur’an bütünlüğünde, bu ve benzeri ayetlerde geçen lafızları hakikat olarak yani aynen anlatıldığı gibi anlarsak, karşımıza şöyle bir manzara çıkıyor.

Semada bir yerde bir meclis var. Orada önemli kararlar alınıyor. Yani Allah birilerine gelecekle; evrenin sırlarıyla ilgili önemli bilgiler veriyor. Bir takım şeytani güçler buradan bilgi sızdırmaya çalışıyor ve buradaki konuşmaları kulakları ile dinlemek istiyor. Orada bu dinlemeye engel olmak için bekçiler bulunuyor. Bu gizli dinleme işini yapan şeytanlara gökteki kandiller (yıldızlar) yakıcı alev topuna dönüştürülüp bir mancınıktan atılır gibi fırlatılıyor veya onları parlak ışık izliyor veya erimiş bakır dökülüyor…1157

Bu anlatım tamamen 7. asrın insanlarının anlayış, kavrayış ve bilgi seviyeleri üzerinden yapılır.

Bu anlatımda halkın ve halka gaybtan haber verdiğini iddia eden insanların kullandıkları dil kullanılıyor.

Böyle bir anlatımla gayb alemine ait soyut bir gerçek, fiziki dünyada somut örnekler üzerinden anlatılmış oluyor.

Bu soyut gerçek nedir?

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi bu soyut gerçek Allah’tan gelen vahyin kaynağından peygambere gelirken araya hiç kimsenin girmediği, şeytanların, kahinlerin, falcıların, büyücülerin Allah’tan gelen vahye hiçbir şekilde müdahale edemedikleri ve bunun yanında gaybı sadece Allah’ın bildiği, O’nun dışında hiç kimsenin gaybı bilemeyeceğidir.

Biz bu soyut gerçekleri anlatan ayetleri iki şekilde anlayabiliriz.

Birinci Anlayış: Bunların tamamı mecazdır, Kur’an nasıl insanlar için gayb olan Allah için el, yüz, arş, kürsü benzetmesi yapıyorsa burada da bu şekilde bir benzetme yapıyor.

İkinci Anlayış: Bunların tamamı anlatıldığı gibi gerçektir. Bunlar o gün olduğu gibi bugünde aynen devam etmektedir.

İkinci anlayışı kabul ettiğimizde şunları kabul etmiş olacağız.

Semada bir meclis var o mecliste önemli konuşmalar oluyor, bu konuşmaları dinlemek isteyenlerin varlığı bilindiği halde en baştan önleyici tedbirler alınmıyor. Başta şeytan olmak üzere bazı gizli güçler bekçilere rağmen o meclise gizlice sokuluyor, hatta orada konuşulanlardan “bir söz kapma” bile olabiliyor.

Eğer bu anlatımı hakiki kabul edersek, ortaya çıkan fiziksel sonuçlar şu şekilde özetlenebilir:

Yıldızlar, muazzam kütleleriyle galaksilerdeki hassas dengelerin temel yapı taşlarıdır. Bir yıldızın yörüngesinden çıkarılması, bağlı olduğu sistemde zincirleme tepkimelere neden olur. Bu tür bir olay, sadece bir gök cismini etkilemekle kalmaz; çevresindeki gezegenleri, uyduları ve hatta galaksinin genel çekim dengesini de bozabilir.

Örneğin:

Yörüngesel Denge Bozulur: Bir yıldızın yerinden çıkarılması, çevresindeki gezegenlerin yörüngelerini değiştirerek istikrarsız ve kaotik hareketlere neden olabilir.

Çekim Kuvveti Değişir: Yıldızların kütle çekimi, bağlı oldukları sistemin dengesini belirler. Bir yıldızın aniden yer değiştirmesi, gezegenlerin yörüngelerini bozarak bazılarını uzaya savurabilir, bazılarını ise çarpışma riskine sokabilir.

Galaktik Denge Etkilenir: Yıldızlar, galaksilerdeki kütle çekimsel yapıyı dengede tutar. Bir yıldızın yerinden çıkarılması, yerel yıldız kümelerinde ve sistemlerinde kütle çekim dengesizliklerine yol açabilir.

Yerel Kozmik Düzen Değişir: Evren büyük ölçekte kararlı bir yapıdadır, ancak bir yıldızın yerinden sökülmesi, yakın çevresindeki gök cisimleri üzerinde önemli etkiler yaratabilir.

Bu örnekleri dikkate aldığımızda, yıldızların taş gibi fırlatılmasını hakikat olarak almak, evrenin fizik yasalarına ciddi biçimde ters düşer. Ancak bu anlatımın bir mecaz olduğu kabul edilirse, anlatılmak istenen mesajın, vahyin korunmuşluğu ve şeytani müdahalelere kapalı olması olduğu anlaşılabilir.

Dileyen bu olayı hakikat olarak kabul eder. Dileyen Kur’an’da edebi anlatımın bir parçası olarak bu anlatılanları mecaz ve teşbih olarak kabul edebilir.

Biz bu tür ayetlerin tamamını mecaz ve teşbih olarak değerlendiriyoruz, bunun gerekçelerini de Tefsir Usulümüzde (19) Mecaz/Teşbih Yasasında geniş olarak anlattık.

Özetlersek bu ayetlerde;

11-14. Âyet: "Allah’ın İnsanları Diriltmesi Zor mu?"

Bu ayeti okurken iki bakış açımız var:
Monolog yaklaşımda sadece metni okur geçeriz. Ama diyalog yaklaşımında, hayalen ayetin indiği Mekke'nin sokaklarına gideriz. O günün müşriklerinin alay ederek "Çürümüş kemikler nasıl dirilecek?"1158 diye sorduklarını duyarız. Kıyameti ve yeniden dirilişi imkansız gören bu insanların itirazları kulaklarımızda çınlar.

İşte 11. ayet, Kur'an'ın en etkileyici yöntemlerinden birini kullanarak bu itirazlara cevap veriyor: Görüneni görünmeyene şahit tutma metodu. Yani "Etrafına bak!" diyor insana. "Şu devasa gökyüzüne bak! Şu ayaklarının altındaki toprağa bak! Sonra bir de kendine bak. Sen nasıl var oldun?"

Ayet adeta şöyle sesleniyor: "Hiçbir şey yokken her şeyi yaratan, yokluktan varlığı çıkaran Allah için, zaten var olanı tekrar diriltmek mi zor gelecek?" Bu soru, mantığımıza ve vicdanımıza hitap ediyor.

“Hayret Bir Şey”

7. asırda Mekke’de manzara şöyle: Bir tarafta esere bakıp onun mükemmelliği karşısında hayret edenler, diğer tarafta onu basit görüp alay edenler... Bu ayet, insanoğlunun iki zıt kutbunu muhteşem bir şekilde resmediyor.

7. asırdan günümüze gelelim: İman edenler evrendeki her detayı gördükçe hayrete düşüyor: Bir atomun içindeki düzenden galaksilerin muhteşem dansına, bir DNA molekülünün kompleks yapısından beynin işleyişine kadar her şey onlar için bir 'ayet'. Bu hayret, onları daha derin bir imana ve tefekküre götürüyor.

Diğer tarafta ise inkâr edenler, aynı mucizelere bakıp omuz silkiyor, "tesadüf" diyor, "kendiliğinden olmuş" diyor. Hatta bu muhteşem sistemi anlatanlara gülerek "Ne abartıyorsun!" diyorlar. Onların hayret etmemesi, asıl hayret edilecek şey değil mi?

13 ve 14. ayetler bütün zamanlar için geçerli bir tespit yapıyor ve şöyle diyor: Bu insanlar içinde inkarda ısrar edenler öğüt almaya kapalı oldukları için, kendilerine gerçeği gösteren delilleri gördüklerinde onları alay konusu yaparlar.”

15-39. Âyet: Sonuç Eğitimi, Gündem Pişmanlık

Kur’an’da kıyamet, ahiret, diriliş, hesap günü, cennet ve cehennem ile ilgili ayetlerde öncelikli amaç orayı anlatmak değil, oradan betimlemeler yaparken, imtihan dünyasında imtihanda olan insanlara mesaj vermektir. Bu ayetlerde de o mesajlardan örnekler görüyoruz.

“Diriltilecek miyiz?” Sorusu ve Cevap

Ayetlerde “Diriltilecek miyiz?” sorusuna, bizzat yaşayarak göreceksiniz şeklinde cevap veriliyor (15-21). Müşrikler, dirilişi akıldan uzak görüyor ve alaycı bir dille “Bu ancak apaçık bir sihirdir” diyorlar. Allah ise onlara kesin bir dille “Evet diriltileceksiniz! Hem de hor ve hakir olarak” cevabını veriyor. İsrafil’in şiddetli sesiyle dirildiklerinde, büyük bir korku ve endişeyle etrafa bakarak, “Eyvah bize! Bu (inkâr ettiğimiz) hesap gününün ta kendisi” demekten başka bir şey yapamıyorlar.

Cehennemdeki Sahne: Liderler ve Tabi Olanlar

Ardından cehennemde çok önemli bir sahneye geçiliyor. Bu sahnede liderler ve onlara tabi olanların betimlemesi yapılıyor (22-39). Aslında bu ayetlerde doğrudan 7. asrın Mekke’si üzerinden bütün zamanlara şu mesaj veriliyor: Kendilerinde olağanüstü yetenekler var zannettiğiniz, zenginliğinden ve gücünden dolayı yanında arkasında görünmeyi tercih ettiğiniz kişiler sizi kurtaramayacak. Ne onlar size ne de siz onlara yardım edeceksiniz. Herkes kendi derdine düşecek. Dünyada günahta ortak olduğunuz gibi ahirette azapta da ortak olacaksınız.

Mesajın Devamı: Bağlanmanın Şartları

Mesaj devam ediyor: Dünyada arkasında olduğunuz liderlere, içinde olduğunuz yapılara, gruplara körü körüne bağlanmayın, onlarda şeffaf olma, hesap verebilme gibi şartlar arayın. Bu şartları yerine getirmeyen yapılardan uzak durun. Gelin yol yakınken bunu yapın. Ahirette son pişmanlık fayda vermeyecek.

Kafirler için ahiretin, dirilişin ve cehennemin gündemini tek kelimeyle özetlersek uyanlar ve uyulanlar açısından tam bir pişmanlık olacak.

40-74 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

40-61. Âyet: Cennet Konuşmalarında Uyulan-Uyan Gündemi Yok

Bu bölümde, cenneti tasvir eden ayetlerde olduğu gibi, dikkat çekici bir girişle karşılaşıyoruz. Ancak burada dikkat çeken nokta, cennete girmenin temel şartı olan “ihlâs” kavramının özellikle vurgulanmasıdır. İhlas, insanın amellerinde Allah’a olan samimiyetinin en saf haliyle var olmasıdır. Bin yıl boyunca ibadet etmiş olsanız bile, eğer bu ibadet Allah rızası gözetilmeksizin yapılmışsa, bu ibadetlerin faydası bir yana, aksine bir hesabı olacaktır. İhlâs, cennetin kapılarını açan en kritik anahtardır.

Bu girişin ardından, dünyada yanlış yola çağıran arkadaşına uymayan bir müminin cennetteki konuşmaları aktarılıyor. Kur’an, bu sahneyi bir önceki ayet grubunda cehennemlikleri anlatan sahne ile kıyaslamamızı istiyor. Orada, başkalarına uyduğu için cehenneme girenlerin pişmanlık dolu konuşmaları yer alırken, burada, başkalarına uymayarak doğru yolda kalan bir müminin huzurlu hali tasvir ediliyor.

Bu betimlemeyi bugünün dünyasına, 21. yüzyılın şehirlerine, mahallelerine taşıyalım. Bir arkadaşınızı düşünün; size şöyle diyor:

“Sen de mi böyle hurafelere inananlardansın? Bu çağda bu tür masallara mı kulak veriyorsun? Biz ölüp dirileceğiz de hesap mı vereceğiz, öyle mi? Kim gitmiş de gelmiş? Hadi canım, bırak bunları. Gel hayatımızı yaşayalım, eğlenelim, tadını çıkaralım.”

Bu arkadaşın seslendirdiği düşünceler, bugün artık bireysel bir eleştiri olmaktan çıkmış, dünya çapında diziler, filmler, sosyal medya platformları üzerinden milyonlara ulaştırılıyor. Günümüz kültür dünyasında, tüketim odaklı hayat anlayışını yücelten bir atmosfer var. İnançlar ya dalga konusu yapılıyor ya da tamamen bireysel özgürlük kisvesi altında değersizleştiriliyor.

Kur’an, bu genişlettiğimiz örnek üzerinden evrensel bir mesaj veriyor: Cennet, bu gibi çağrılara uymayanların, sahte ilahların ve putlaştırılmış liderlerin peşinden gitmeyenlerin yeridir. Bugün bu mesajın, sadece birey düzeyinde değil, toplumsal ölçekte de önemli olduğunu görüyoruz.

Kur’an’daki cehennem tasvirlerinde sık sık, “Biz falancaya uyduk, onun yolundan gittik, onun peşinden sürüklendik, bu yüzden buradayız” şeklinde ifadeler görürüz. Cennet tasvirlerinde ise tam tersi bir durum söz konusudur. Hiçbir yerde, “Biz falanca kişiye uyduk, onun liderliğini benimsedik, bu yüzden buradayız.” gibi bir konuşma geçmez. Bu farkın derin bir anlamı vardır:

Cennet, Allah ile insan arasındaki ilişkinin en saf (ihlaslı) ve tevhid temelli halini koruyanların yeri olarak tasvir edilir. Bu ilişkide araya hiçbir aracı koymayan, hiçbir varlığı Allah’ın rızasının önüne geçirmeyen, kalplerini sadece Allah’a teslim edenlerin makamıdır.

Bu noktada şunu söyleyebiliriz: Günümüz dünyasında, ideolojiler, kültürel değerler, sosyal medya akımları ve popüler figürler üzerinden inanç ve kimliklere yapılan saldırılar, Kur’an’ın bu mesajını daha anlamlı kılıyor. Cennet, yalnızca bir ödül değil; dünya hayatında sahte ışıklara kapılmayanların, kurtuluşu aracıların himmetinde aramayanların, samimiyetle Rabbine bağlananların hak ettiği sonsuz huzurun adıdır.

62-74. Âyet: Hangi Sonu Yaşamak İstersiniz?

Yukarıdaki ayetlerde cehennem ve cennet tasvirleri yapılıyor burada ikisi arasında bir kıyas yapmamız ve “Hangi sonu yaşamak istersiniz?” sorusuna cevap vermemiz isteniyor. Buradaki ayetlerin sonunda cennete girmenin ön şartı olan ihlasa bir kere daha vurgu yapılıyor.

Burada ayrıca Zakkum ağacından bahsediliyor. Bu ağaç hakkında Vakıa sûresinin 51-56 ayetlerinin tefsirinde “Cehennemdeki Menü: Zakkum Ağacı ve Kaynar Su” başlığı altında yaptığımız değerlendirmelere bakılabilir.

75-113 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

75-82. Âyet: Hz. Nuh Kıssası

İniş sırasından yaptığımız okumada bu kıssa daha önce Kamer (9-16), Sâd (12), A’râf (59-64), Şu’arâ (105-122), Yûnus (71-73) ve Hûd (25-49) sûrelerinde parantez içinde numarasını verdiğimiz âyetler arasında geçti. Burada orada verdiğimiz bilgilerin devamı olarak kısa bir değerlendirme yapacağız.

Neden kısa? Çünkü Kur’an bu kıssayı burada çok kısa anlatıyor. Biz Kur’an’ın anlatma yöntemine vakıf olduğumuzda, bu türlü kısa anlatımlardan amacın kıssayı anlatmak olmadığını, kıssanın geçmişte anlatılan kısımlarının hatırlatmak olduğunu anlıyoruz.

Bu türlü kısa kıssalarda ortak mesaj şu oluyor: Yaşadığınız olaylar karşısında Hz. Nuh’u Kur’an’ın size tanıttığı şekilde bir kere daha gündeme getirin.

Burada yeri gelmişken şunu da ifade edelim, bu sûrede Hz. Nuh’un ardından Hz. İbrahim’den (83-11), İshak’tan (112, 113), Hz. Musa ve Harun’dan (114-122), İlyas’tan (123-132), Lut’tan (133-138), Yunus’tan (139-148) da bahsedilir. Bunlardan Hz. İbrahim’in kıssasından geniş olarak bahsedilirken, diğerleri hakkında kısa bilgiler verilir. Bunlarda da amaç: Önceki anlatılanları hatırlatmak, bilgileri tazelemek, yaşanan hadiseler karşısında o peygamberlerin duruşunu bir kere daha öne çıkarmaktır.

Sadece Saffat sûresinde Olan Bir Özellik

Bu sûrede beş farklı ayette (40, 74, 128, 160, 169) muhlas kelimesi üzerinden ihlasa vurgu yapılır. Bu vurguda (169) “Allah’ın muhlas kulları hariç” anlamında şu ifade kalıbı kullanılır. “İllâ ‘ibâda(A)llâhi-lmuḣlesîne.” Bu durum sadece bu sûreye has bir özelliktir.

Sadece bu sûreye has olan bir özellik de “Selâmun ‘alâ…” kalıbıyla dört ayette beş peygambere (Nuh, İbrahim, Musa ve Harun, İlyas) selam verilir. 181. ayette ise “Ve selâmun ‘alâ-lmurselîne” ifadesiyle bütün peygamberlere selam verilir.

Yine sadece bu sûreye has olan bir başka özellik de dört ayette beş peygamber (Nuh, İbrahim, Musa ve Harun, İlyas) için “Veteraknâ ‘aleyhi fî-l-âḣirîne” kalıbı içinde o peygamberden geriye hayırla yad edilme, güzel örnek olma anlamında bir nam bırakılmasından bahsedilir.

Kur’an’da farklı şekillerde yapılan bu vurguları bu şekliyle sadece bu sûrede görüyoruz. Burada asıl soru şu: “Bütün bunlar bize ne diyor?” Bize denilenleri burada kısaca ifade edelim, aşağıda bu ayetlerin tefsirinde de yeri geldikçe değinelim.

Bütün Bunlar Bize Ne Diyor?

Denilenleri dört nokta altında kısaca ifade edelim.

Birinci Nokta: Hem Kur’an genelinde hem de bu sûrede ismi geçen peygamberler aynı zamanda bütün peygamberleri temsil eder. Burada öne çıkan bütün özellikler farklı seviyelerde de olsa bütün peygamberlerde vardır. Muhlas olmayan, geride örnek bir hayat bırakmayan peygamber düşünülemez. Burada bize verilen mesajlardan biri: “Bütün peygamberlere bu bakış açısıyla bakmamızdır.”

İkinci Nokta: Muhlas hakkında Meryem sûresinin 51. ayetinin tefsirinde “Hz. Musa ve Muhlas Sıfatı” başlığı altında daha önce açıklama yapmış ve şöyle demiştik:

Eğer Muhlas olmaya giden yolu bir merdiven gibi düşünürsek, Peygamberler o merdivenin zirvesindedir. Onlar, Allah’ın seçkin kulları olarak bu hedefe ulaşmış örnek şahsiyetlerdir. Onları takip eden ve ihlası kendilerine gaye edinen müminler, bu zirveye ulaşamayacak olsalar da ona yaklaşabilirler.

Bu açıdan baktığımızda bize verilen mesaj netleşir: İki hedefin olacak, önce muhlis olmak, sonra muhlas olmak. Muhlis olmak bir mecburiyettir; çünkü bu olmadan ne ibadetler kabul edilir ne de Allah’ın rızası kazanılır. Ancak muhlis olduktan sonra, Muhlas olmayı da bir hedef olarak benimsemek, o hedefe ulaşmak için elden gelen gayreti göstermek de bir fazilettir.

Üçüncü Nokta: Selam, İslam, teslim ve Müslüman kelimeleri aynı kökten gelir. “Allah’ın selamı üzerine olsun” demek, Allah’ın Selam isminin tecellisi olan İslam dininin bütün güzellikleri üzerinde ahlak ve maneviyat olarak görünsün demektir. Bu güzelliklerin üzerimizde görünmesi teslimiyetle olur, teslim olan Müslüman olur.

Bu açıdan baktığımızda, günlük selamlaşmada kullandığımız “Allah’ın selamı üzerine olsun” ifadesi, biz Müslümanlar karşılıklı olarak birbirimiz için “Allah bizi daha güzel Müslüman yapsın” duası oluyor.

Bu durumda bize verilen mesaj şu: Örnek bir Müslüman olarak Allah’ın selamını önce üzerimize alacağız, sonra diğer Müslümanların da öyle olması için dua niyetiyle “Selamünaleyküm” şeklinde vereceğiz.

Dördüncü Nokta: Dünyadan giderken geriye güzel bir “nam” bırakmak. Bu Kur’an’da ismi geçen ve geçmeyen tüm peygamberlerin sünnetidir. Bu sünnet bize şunu diyor: Sizden sonra geriye isteseniz de istemeseniz de namınız kalır. Bu nam iyi de kötü de olabilir. “Siz sizden sonra öyle bir nam bırakın ki, sizi tanıyan bütün insanlar şunu desin: O hem iyi bir insandı hem de çokça iyilik yapan bir insandı. Hayatı boyunca kötülük üretmekten sakındı, iyilik üretmeyi (salih amel) kendisine gaye yaptı.”

83-113. Âyet: Yeni Konular Geniş Değerlendirmeler

Bu ayet grubunda önceki sûre ve ayetler arasında olmayan yeni konular var. O yüzden onlardan bazılarını burada geniş olarak değerlendirecek, bazılarını da ilgili sûreye (Enbiya sûresi) havale edeceğiz.

Önce yeni konuların başlıklarını verelim sonra onları tek tek ele alalım.

Ayetlerde geçen konu başlıklarını verdikten sonra burada ele alacağımız konulara başlayabiliriz.

Kur’an İnsan Sözü Olabilir mi? Tevrat’tan Cevaplar

Bu tefsir çalışmamızda en fazla sorduğumuz ve cevaplarını manşete taşıdığımız sorulardan biri de bu. Neden? Çünkü bugün dünyada Müslüman olmayan ne kadar insan varsa, onların çoğuna göre Kur’an “Muhammed’in yazdığı bir kitap.”

Onların yanında “Ben Müslümanım” diyenlere baktığımızda onlar içinden bir kısmının bu soruya doyurucu cevap veremediğini, bir kısmının da bu konuda kafasının karışık olduğunu görüyoruz. O yüzden her vesile ile bu soruyu gündeme getirip ilgili ayetler üzerinden cevap vermeye çalışıyoruz.

Bu konuda en fazla ortaya atılan iddialardan biri şu: “Muhammed, adına Kur’an dediği bu kitabı Tevrat’ı, İncil’i okuyarak veya onları bilenlerden öğrendikleriyle yazdı.”

Eğer öyle olsaydı burada (83-113) Hz. İbrahim kıssasında geçen iki olayın Tevrat’ta geçtiği şekilde buraya aktırılması gerekirdi. Öyle olsaydı buradaki ayetlerin nasıl olacağını çok özet bir şekilde verelim.

Eğer ayetler böyle olsaydı, bu ayetlerde,

Bunların yanında put kırma olayı ya hiç yer almazdı ya da çok kısa geçilirdi çünkü Tevrat'ta bu olay detaylı anlatılmamaktadır.

Bu karşılaştırma bize Kur'an'ın özgün anlatımının Tevrat'tan alıntı olmadığını açıkça göstermektedir. Kur'an'daki anlatım tarzı, vurgular, detaylar ve mesajlar tamamen farklıdır.

Genelde “Kur’an Muhammed’in Tevrat’tan öğrenip yazdığı bir kitaptır” iddiasını ortaya atanlar bu iddiaların detaylarına hiç girmiyorlar, burada öne çıkardığımız farkları görmezden geliyorlar. Öyle olunca da konuya yüzeysel bakanlar bu iddialardan etkilenirken, bizim gibi konuya karşılaştırmalı bakanlar, onların iddialarının bir kıymeti olmadığını, aksine Kur’an’ın Tevrat ve İncil’le karşılaştırmalı okunduğunda bu okumanın onun Allah kelamı olduğuna şahitlik yaptığını ortaya koyuyorlar.

Hz. İbrahim: Sıfatlarıyla Öne Çıkan Peygamber

Kur’an genelde Hz. İbrahim’le ilgili kıssalara başlarken onun sıfatlarından birini öne çıkararak başlar. Burada 83. ayette onu selim bir kalp ile yani Allah’ın Selam isminin tecellisine mazhar olmuş, teslim olmuş, huzur bulmuş bir kalp ile tanıtıyor. Başka sûre ve ayetlerde Halim, Evvah,1159 Halilullah,1160 Sadık (mümin, güven veren),1161 Muhlis, Muti, Ümmet,1162 Hanif, Muslim,1163 Şükreden.1164

Bu açıdan bakarsak, Kur’an’da bu kadar sıfatla öne çıkan başka bir peygamber yok. Bu şu anlama gelmiyor: Diğer peygamberlerde bu sıfatlar yok. Bu şu anlama geliyor: Her peygamberde bu sıfatlar az-çok var ama bunlar Hz. İbrahim’de çok baskın.

Peki Bu Sıfatlar Bize Ne Diyor? Sıfat Gardırobunda Kaç Farklı Elbise Var?

Hz. İbrahim’in (as) bu örnekliği bize şunu diyor: Kendinizi ve çocuklarınızı yetiştirirken çok yönlü yetiştirin. Önce peygamberleri tanıyın onları Allah katında güzel ve özel yapan sıfatların bir listesini çıkarın.1165 Sonra Allah’ın esmasının insandaki tecellisi olarak ortaya çıkan güzel sıfatların da bir listesini çıkarın. Sonra bu sıfatlardan bir manevi gardırop oluşturmaya çalışın. Sizi Allah katında değerli yapacak ne kadar sıfat varsa onları birer davranış elbisesi olarak üzerinize giymeye çalışın. İnsanlar sizin de adınızı andığında arkanızdan sıfatlarınızı da ansın. Peki en başta “En baskın sıfatınız hangisi olacak?” tabi ki sâdık (mümin, güven veren) sıfatınız olacak. O öyle bir sıfat ki yokluğunda diğer bütün sıfatlar değersizleşiyor, varlığında her sıfat daha bir güzel oluyor.

Evde Babamla Nasıl Konuşacağım?

Bu ayetlerin indiği 7. Asrın Mekke’sinde yeni Müslüman olan gençlerin aklından geçen; arkadaşlarına veya Peygamber Efendimize seslendirdikleri sorulardan biri de başlıktaki soruydu.

Kur’an 6. yılda inen Meryem sûresiyle başlayan bu sorulara cevap verme yöntemini bu sûrede de devam ettiriyor. Başlıkta sorduğumuz sorunun cevabı için Meryem sûresinin 41. ayetinin tefsirinde “Hz. İbrahim’in Gündeme Getirilmesinin Hikmeti Nedir?” başlığı altında yaptığımız değerlendirmelere bakılmasını tavsiye ediyoruz.

Burada çok kısa bir değerlendirme yapalım.

Kur’an anne ile baba ile yakınlar ile bu tür konuları konuşurken iki ölçü veriyor:

Özetlersek, Hz. İbrahim kıssasında babayla olan diyalog bütün çağlara aile içi sorunları çözmede “yöntem” konusunda ilham veriyor.

Hz. İbrahim (Üç) Yalan Söyledi mi?...

89. ayette geçen “Ben hastayım” ifadesi, Hz. İbrahim’in söylediği üç yalandan biri olarak değerlendiriliyor. Kaynaklarımızda bu konuda şöyle bir rivayet geçiyor: “İbrahim üç defa yalan söylemiştir: Kavmi tarafından çağrıldığında hastayım demiştir, putları kimin kırdığı sorulduğunda, ‘Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır’ cevabını vermesi ve eşini kız kardeşi olarak tanıtması…”1166

Bu konuyu bir tefsir çalışmasının sınırları içinde ele alacak ayrıntılara girmeyeceğiz. Bu konudaki ayrıntıları bizim buradaki tespitlerimizi doğrulayan müstakil bir çalışmaya havale ediyoruz.1167

Biz burada bir yöntem izleyeceğiz. Bu yönteme, “Üzerinde Tartışma Olan Hadislerin Kur’an’a Arz Edilmesi Yöntemi” dediyebiliriz.

Bu yöntemde konu ile ilgili Kur’an’da geçen ayetleri öne çıkarmanın yanında, Kur’an’ın kullanılmasını zorunlu kıldığı aklı ve onun ekibinde olan mantığı da kullanacağız.

Önce Kur’an’a şu soruyu soralım: “Yalan söylemeye onay veriyor musun?”

Kur’an doğrudan ve dolaylı olarak yalandan sakınmayı, doğruluktan ve adaletten ayrılmamayı emreder. Bu konuda Kur’an’daki bütün ayetleri temsilen dipnotta1168 bazı ayetlerin numaralarını vermekle yetineceğiz, çünkü bu konu yeterince açık.

Biz bu konuda Kur’an’ın kullanılmasını emrettiği aklı kullanacak ve bu konuda gözden kaçan noktalara yoğunlaşacağız.

Şu soruyla devam edelim.

Peygamberler Yalan Söyler mi?

Bu sorunun cevabını net bir şekilde vermek gerekir: Bir peygamber asla yalan söylemez. Yalan söyleyen biri de asla peygamber olamaz. Peygamberin yalan söylediğini kabul etmek, onlara Kur’an tarafından verilen "sıddık" (güvenilir ve dürüst) sıfatının %100 olmadığı, %95, 97, 99 olduğu anlamına gelir. Bu anlama göre peygamberlerin sıddık olmalarında %1'lik bir fire bile “Bana Allah’tan şu ayet geldi” sözüne şüpheyle bakma sebebi olur. Bu açıdan bakarsak, bu durum bütün ayetleri şaibeli hale getirir.

Bu “%1” nicelik olarak ufak görünse bile, bir ton temiz suyun kullanılmasını tehlikeli hale getiren bir damla siyanüre benzer.

Bu açıklamaları yaptıktan sonra yalan olduğu söylenen olaylara bakalım:

Bu hadiselerin ikisi Kur’an’da geçmektedir:

Hz. İbrahim bu iki konuda yalan söylememiştir. Ta’riz yapmıştır. Yani iki türlü anlaşılacak bir söz söylemiştir.

Üçüncü hadise ise Kur’an’da geçmez; bu, Tevrat'ta yer alan bir rivayettir. Kur’an’da yer almayan bu olay, Hz. İbrahim’in eşini “kız kardeşim” olarak tanıtmasıdır. Ancak Tevrat’ta yukarıda dipnotta verdiğimiz Buhari rivayetinde olduğu gibi geçmez. Bu rivayetin detaylarına az sonra değineceğiz.

Bazıları, ayrıca En’âm sûresi’nin 76, 77 ve 78. ayetlerinde geçen Hz. İbrahim’in yıldıza, aya ve güneşe bakarak “Rabbim budur” demesini de bu üç hadise ile birlikte değerlendirir. Ancak ilgili ayetlerde bunun bir yalan olamayacağını, “Hz. İbrahim’in Eğitim Metodu” başlığı altında açıkladık.

Kur’an’da Geçen İki Konu

Kur’an, olayları aktarırken genellikle detaylara değil ana hatlara vurgu yapar ve detayları anlamayı okuyucuya bırakır. Hz. İbrahim’in “hastayım” demesini ve putların kırılmasını büyük puta atfetmesini okurken, bu hadiselerin sonucuna, yani Hz. İbrahim’e verilen ateşe atılma cezasına bakmak gerekir.

Bu cezaya baktığımızda şunu görüyoruz: Hz. İbrahim (as) yalan olduğu söylenen bu sözleri söylemesine rağmen cezadan kurtulamamış ve ateşe atılmıştır.

Bu durumda iki seçenekten biri doğrudur:

Kur’an’da "sıddık" sıfatıyla övülen, müminlere "usve-i hasene" (güzel örnek) olarak gösterilen bir peygamber neyi tercih etmiş olabilir? Kur’an bu sorunun cevabını anlamayı bize bırakıyor. O zaman soralım “Hangi tercih Hz. İbrahim’e yakışır?”

Bu noktada varsayalım Hz. İbrahim hayatını kurtarmak için yalana tevessül etti. Bu durumda soru şu: Neden kendisini ateşten kurtarmaya yetmeyecek küçük yalanlarla yetinsin? “Ben peygamber değilim, bana vahiy gelmiyor, sizi kandırdım, ben de putlara tapıyorum” gibi sözleri söyleyerek cezadan kurtulmayı garantileyecek yalanlar da söyleyebilirdi. Ateşe atılmaya giden yolda duruşunu değiştirmemesi onun yalan söylemediğinin en güçlü şahididir.

Bundan şunu da anlayabiliriz. Yalan konusunda Allah peygamberlerine ruhsat vermiyor. Verseydi Hz. İbrahim (as) hayatını kurtarmak için bu ruhsatı kullanırdı. Peki neden vermiyor? Çünkü onlar Allah’tan gelen vahyi insanlara tebliğ ediyorlar. Onlarda en ufak bir yalan bile yukarıdaki örnekte olduğu gibi bir damla siyanürün bir ton suya yaptığı etkiye benzer bir etki yapardı.

Özetlersek, Hz. İbrahim’in söylediği söylenen “iki yalana” Kur’an onay vermiyor.

Kuran’da Geçmeyen Hadise

Üçüncü hadise yani karısına “kız kardeşim” demesi hadisesi Kur’an’da geçmiyor, o hadise Tevrat’ta geçiyor.

Önce şunu ifade edelim birçok ayeti tahrif edilmiş Tevrat’ta referans olarak gösterilen ayetlerin delil olarak kabulü imkansız. Bunun iki sebebi var.

Özetlersek, bu iki sebebi, yukarıda Kur’an’ın onay vermediği “iki yalanın” yanına koyduğumuzda, Tevrat’ta anlatılan şekliyle üçüncü yalana hem Kur’an hem tahrif edilmemiş Tevrat hem de akıl ve mantık onay vermiyor.

Konu buraya gelmişken yalan konusunda referans olarak kullanılan bir rivayete daha bakalım,

Üç Yerde Yalan Söylemekle İlgili Hadisin Sıhhati

Kaynaklarımızda yalana kapı araladığı düşünülen hadislerden biri olarak şu rivayet aktarılmaktadır: “İnsanların söylediklerinden hiçbirinde yalana ruhsat verildiğini duymadım. Ancak üç şey müstesna: Harpte, insanların arasını bulmakta, kocanın karısına, karının kocasına söylediklerinde.”1171

Şunu önden söyleyelim, bu rivayet üzerinde yapacağımız değerlendirmede hadis usulüne ait bazı kavramları kullanacağımız için değerlendirmelerin teknik tarafı ağır basacak.

Rivayetin Değerlendirilmesi1172

İslam ahlakında yalan, özü itibarıyla büyük günahlardan biri olarak kabul edilir. Kur'an’da doğruluk övülmüş, yalan söylemekten de sakınılması emredilmiştir.1173 Peygamber Efendimiz (sav) de hayatı boyunca yalanı her yönüyle yasaklamış, bunun bireysel ve toplumsal zararlarına dikkat çekmiştir. Bu bağlamda, "üç yerde yalan" rivayetinin sıhhati eleştiriye açık bir noktadadır.

Rivayetin Sened ve Metin Tenkidi

Rivayetin temel senedi sahabe Ümmü Gülsüm bint Ukbe’ye dayandırılmaktadır. Ancak sened zincirinde İbn Şihâb ez-Zührî’nin yaptığı bir yorum, metne eklenerek Peygamber (sav) sözü gibi aktarılmıştır. Örneğin, Sahih-i Müslim’de Zührî’nin şu ifadelerine rastlanır: “Ben insanların yalan dediği herhangi bir konuda ruhsat verildiğini hiç duymadım; üç şey hariç: Savaş, insanların arasını düzeltmek ve erkeğin karısına, kadının da kocasına söylediği söz.”

Burada, Zührî’nin yorumu açıkça orijinal hadis metninden ayrılmıştır. Ancak bazı raviler bu ifadeyi doğrudan Peygamber’e (sav) isnad ederek, rivayeti merfu (Peygamber sözü) hale getirmiştir. Bu durum, hadis usulünde sıkça tartışılan müdrec problemine işaret etmektedir. Müdrec, bir ravinin kişisel yorumunun, orijinal hadisin parçasıymış gibi aktarılmasıdır. Bu durum hadis usulünde bir hata olarak değerlendirilir.

Müdreclik Problemi ve Rivayetin Zayıflığı

Hadisin metin ve sened açısından incelenmesi, söz konusu ilavenin İbn Şihâb ez-Zührî’ye ait olduğunu ve Peygamber Efendimizin (sav) sözleriyle doğrudan ilişkilendirilmesinin yanlış olduğunu ortaya koymuştur. Bu bağlamda:

Sahih Rivayetin İçeriği

"Yalancı, insanların arasını düzelterek iyi sözleri taşıyan ve iyi sözleri söyleyen kişi değildir" şeklindeki sahih hadis, bu rivayetin özüdür. Bu hadis, yalancılığı meşrulaştırmak değil, küs insanlar arasında var olan iyi, güzel, doğru sözlerin taşınmasına izin vermek amacıyla söylenmiştir. Ancak bu izin, yalan söylemeyi veya gerçekle bağdaşmayan ifadeler kullanmayı kapsamaz.

Özetlersek, rivayetlerin incelenmesi, "üç yerde yalan" ifadesinin müdrec olduğunu ve hadis ilmindeki kurallar çerçevesinde sahih kabul edilemeyeceğini göstermektedir. Bu tür ilaveler, metnin asli anlamını gölgeleyerek, yanlış hükümlere yol açmıştır. Sahih hadis, insanların arasını düzeltmek için olumlu sözlerin taşınmasını teşvik ederken, asılsız ifadelerin kullanılmasına izin vermemektedir.

Allah (cc) Hz. İbrahim’e Oğlunu Kurban Etmeyi Emretti mi?

Bu konuda akla başka sorular da gelebilir onlara da cevap vermeye çalışacağız. Bu sorunun cevabı için ilk olarak 102. ayetin metnine bakalım.

“Babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince: “Yavrucuğum! Rüyada seni boğazladığımı görüyorum; ne dersin, bir düşün bakayım!” dedi. O da cevaben “Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşâallah beni sabredenlerden bulacaksın” dedi.”

Ayette Allah’ın emri geçmiyor, ama Hz. İsmail’in “Emrolunduğun şeyi yap” ifadesi geçiyor. Kur’an’ın kıssa anlatma yöntemini dikkate aldığımızda Kur’an kıssalarda her şeyi anlatmıyor, bazı şeyleri anlamayı bize bırakıyor.

Ayette anlatılan konuşma içinde Hz. İsmail’in “emrolunduğun şeyi yap” demesinden, metinde yazmasa bile öncesinde Hz. İbrahim’e verilen emir olduğunu anlıyoruz.

Bu durumda Allah (cc) İbrahime “oğlunu kurban et” diyor. Hz. İbrahim’de bu emri oğluna açıklıyor. Bu durumda başlıktaki sorunun cevabı “evet” oluyor. “Evet” cevabı verince akla şu sorular geliyor.

Hz. İbrahim bir kasap değil, bir baba ve yanı başında da bir anne (Hz. Hacer) var. Ayetin metnine ve konunun tarihi arka planına baktığımızda onların bile bu emri alıp uygulamaya koymaları birden olmuyor. Aynı rüyayı birkaç defa görüyorlar, aynı emri birkaç defa alıyorlar ve bu emrin Allah’ın emri olduğu konusunda kalpleri mutmain olduğunda emri çocuklarına açıyorlar.

Günümüz diliyle konuşursak, Hz. İbrahim taştan, demirden duygusuz bir insan değil, bir baba, bir peygamber, insan psikolojisini bilen bir lider.

Bırakın çocuğu kurban kesme emrini, Allah’ın namaz, oruç, zekat ve benzeri emirlerini bile bir çocuğa hikmet diliyle anlatılması gerektiğini bilen bir insan.

Böyle bir insanın duygusuz bir makine gibi hareket etmesi, “haydi Allah seni kesmemi” emretti, “gel kesiyorum” demesi beklenemez.

Bu bağlamda Hz. İbrahim’in çocuğuna ikna dili kullanması, olması gerekendir.

Akla gelen bir diğer soru da şu:

Allah (cc) bir çocuğun kesilmesini emreder mi? Haramın yapılmasını ister mi?

Bu soruyu açmak için birkaç soru daha soralım Kur’an’da “bir insanın haksız yere öldürülmesi bütün insanların öldürülmesi gibidir” diyen bir yasa koyucunun (Allah’ın), masum bir çocuğun öldürülmesini emretmesi mümkün mü?

Bu soruları sorduğumuzda, insan şöyle düşünebiliyor: Allah haram olan bir şeye helal emri, “siyah” dediği bir şeye “beyaz” deyin emri verebilir mi? “Yapmayın” dediği bir şey için “yapın” der mi?

Burada tersinden bir soru daha soralım, Allah (cc) helal olan bir şey karşısında o şey harammış gibi davranmamızı ister mi? Yani beyaza siyahmış gibi bakmamızı ister mi? “Yapın” dediği şey için “yapmayın” der mi?

Konu imtihan olunca “ters” görünen şeyler imtihan mantığında “düz” oluyor. Zaten bu bölümde 106. ayet, bize bu yaşananların “pek büyük bir imtihan olduğunu” da söylüyor.

Bu konuyu daha önce anlattık, burası imtihan dünyası Allah (cc) her yıl Ramazan ayında bize “yeyin için” dediği helal nimetlerle imtihan ediyor. Günün yaklaşık 15-16 saatinde sanki o nimetler harammış gibi onlardan uzak durmamızı istiyor.

Demek ki, konu imtihan olunca beyaza siyah, siyaha beyaz, muamelesi yapmak mümkün oluyormuş.

Buraya kadar yaptığımız açıklamalar bu ayetleri birinci seviyeden düz olarak okuyanlar içindi. Bu ayetleri ikinci seviyeden okuduğumuzda her şey yerli yerine oturuyor, buradaki imtihan her Müslümanın her gün yaşadığı imtihan olarak karşımıza çıkıyor.

Şimdi bunun nasıl olduğuna bakalım.

Allah önce Kurban eder, Sonra Kurban Etmemizi İster

Kurban kelimesi yaklaşmak, yakın olmak anlamına gelen bir kelimedir. Allah için kesilen hayvanlar Allah’a “yakın” olmaya vesile olsun diye kesildiği için onlara kurban denilmiştir.

Bu kelimeyi birine yakın olmanın, değer vermenin göstergesi olarak kabul ettiğimizde “İlk kurbanı kim vermiştir?” sorusunun cevabı “Allah” oluyor.

Allah (cc) dünyayı dev bir hediye paketi yapmış içine insanın ihtiyacı olan sayısız nimeti koymuş ve adeta “Ey kulum sevgimin şahidi olarak dünya sana kurban olsun.” demiştir.

Allah’ın dünya ve içindekileri kurban etmesi karşısında hayatın değişmez yasaları insanlara şöyle der: “Ey insanlar! Burası imtihan dünyası. Bu dünyada Allah’ın verdiklerini O’nun yolunda verseniz de vermeseniz de O’nun verdiği her şeyden bir gün mecburen ayrılıyorsunuz. Bu durumda önünüzde iki seçenek var;

İkinciyi seçmek bilinçli bir kul için şu anlama geliyor: “Allah’ım sen bana sevgine şahit olsun diye dünyayı ve içindekileri kurban ettin, ben de sahibi göründüğüm bütün nimetleri sana olan sevgimin şahidi olarak yolunda kurban ediyorum. Canım da cananım da malım da mülküm de her şeyim senin yoluna kurban olsun.”

Bu genel ifadeleri, Hz. İbrahim’in imtihanına özel hale getirirsek, ortaya şöyle bir manzara çıkar; Allah (cc) Hz. İbrahim’e çok sayıda nimet vermiştir özellikle de hayatının sonuna doğru ona İsmail adında bir çocuk vermiştir. “Bunlar benim sana olan sevgimin şahidi olarak sana kurban olsun.” demiştir. Sonra da “Haydi şimdi sıra sende, sen de bana sevgine şahit olması için, verdiklerim arasında en değerli olanı bana kurban et.” demiştir.

Bu bağlamda Hz. İbrahim’in Hz. İsmail’i kurban etmesi şu anlama gelir: Allah verendir, dünyadaki nimetler verilendir, ben vereni verilen her şeyden daha fazla seviyor, verene olan sevgimi göstermek için de verilenler içinde en değerli olanı O’nun yolunda seve seve kurban ediyorum.”

Kurbanın özü ve anlamı bu olduğu gibi dünyadaki imtihanın da özü ve anlamı budur.

Bu dünyada sevdiğimiz değer verdiğimiz her şey bizim İsmail’imizdir. Onları Allah yolunda vermek demek, Allah ile benim arama hiç kimse giremez, O’na giden yolda hiçbir şey önüme geçemez. O istedikten bu dünyada veremeyeceğim, kendisinden vazgeçemeyeceğim hiçbir şey yok demektir.

Buraya kadar anlattıklarımıza “öz veya sembolik mana” dersek, 102. ayette anlatılan Hz. İbrahim’in İsmail’i kurban etme olayında bu öz bu sembolik mana gerçek olarak yaşanmıştır. O günden bugüne bu mana sevdiği şeyleri Allah yolunda seve seve veren müminler tarafından da her asırda her gün yaşanmaktadır.

Şimdi bunun nasıl yaşandığına bakalım,

Beş Vakit Namaz ve Kurban İlişkisi

Yukarıda anlattığımız öz, sembolik manasıyla hayatın içinde günde beş defa yaşanır.

Günde beş defa ezanı duymak bilinçli Müslümanlar için Allah beni çağırıyor, yani sahibi göründüğüm bütün nimetleri veren Rabbim beni çağırıyor demektir.

Yine bilinçli bir Müslüman için günde beş defa beş farklı durumda her ne ile meşgulse o işi bırakıp Rabbin huzuruna gitmek şu anlama gelir. Allah verendir, dünyadaki tüm nimetler verilendir, veren çağırınca verilenler içinden hiçbir şey onunla arama giremez, ona giden yolda önüme geçemez demektir.

Bu manasıyla günde beş defa dünyada Allah ile aramıza girme ihtimali olan her şeyi aradan çıkarıp Allah’ın huzuruna gitmek, verdiği her şeyi O’nun yolunda kurban etmek gibi güzel bir sembolik anlama karşılık gelmektedir.

Allah İstiyorsa, Bilin ki Daha Çok Vermek İçin İstiyordur

Allah (cc) her şeyi yoktan yaratan ve yarattığı varlıkların bütün ihtiyaçlarını hiçbir karşılık beklemeden verendir.

Bazılarının aklına şu soru geliyor: Allah Subhân ve Samed olduğu halde, hiçbir eksiği ve ihtiyacı olmadığı halde insanlardan neden birtakım şeyleri yapmasını ister?

Bu konuda yasa şöyledir:

Bunun en net örneği şu fani dünyada Allah yolunda vermektir. Verilen her fani verilse de verilmese de mecburen elden çıkacaktır. Allah (cc) rahmeti gereği, elden çıkacak şeylerden bir kısmını elimizle vermemizi istiyor, ta ki daha güzel bir şekilde ebedi olarak onu bize geri versin.

Bunun birey bazında en güzel örneklerinden biri de Hz. İbrahim’dir. Bu sûrede Hz. İbrahim’e İsmail’i veriyor. Sonra İsmail’i geri istiyor.

Neden?

Daha fazla vermesine vesile yapmak için. Önce İsmail’i geri veriyor. Üstüne bir koç veriyor sonra ilerlemiş yaşına rağmen bir de ona İshak’ı veriyor. Sonra vermeye devam ediyor. İsmail üzerinden Hz. Muhammed’e ata olma şerefi, İshak üzerinden de İsrailoğullarına gönderilen bütün peygamberlere ata olma şerefi veriyor.

Özetlersek, Allah almak için değil, daha çok vermesine vesile olsun diye ister.

Hz. İbrahim’le alakalı kıssaya genel bir bakış yaptık. Bazı noktalara değinmek için ayetleri tek tek ele alacağız.

99. Âyet: İsmail’inizi/Mekke’nizi Verin, Medine’yi Alın…

Bu ayeti indiği yıl üzerinden okursak Mekke döneminin 9. yılına denk geliyor. Buraya kadar olan ayetlerde Hz. İbrahim’in önce ailesi (babası) sonra kavmiyle kopmalar yaşaması, sonra ateşe atılması sonra ateşten kurtulup hicret etmesi Mekke’de yaşananları ve yaşanacakları özetliyordu.

O özette şöyle deniyordu: Sizin de artık ailelerinizden kavminizden bir kopma yaşamanız yakın. Sizi de ateşe atmasalar bile ateşin verdiği acıya benzer bir acı veren boykotun içine attılar. Nasıl ateş İbrahim’i yakmadıysa bu boykotta sizi durduramayacak.

Mekke sizin İsmail’iniz; değerliniz, Allah sizin ondan ayrılmanızı istiyor, çünkü siz onu verince o size Medine verecek, size bir Medeniyet kurma imkanı verecek, sonra size Mekke’nizi tekrar verecek...

100. 101. Âyet: Allah’tan Çocuk İsteme Duası

“Bize evlenirken nasıl dua edelim?” diye soranlara Furkan sûresinin 74. ayetini okumalarını tavsiye ediyoruz. “Allah’tan çocuk isterken nasıl bir dua edelim” diye soranlara da Furkan sûresi ile birlikte buradaki ayetleri tavsiye ediyoruz.

Hz. İbrahim hilim sahibi yumuşak huylu bir insan.1174 Böyle bir insan kal diliyle Allah’tan hayırlı bir evlat isterken hal diliyle “Bana benim gibi hilim sahibi bir çocuk nasip eyle” diyor. Allah (cc) 101. ayette adeta “Senin gibi hilim sahibi bir babaya hilim sahibi çocuk yakışır.” diyerek onun duasını kabul ediyor.

Kabul olan duadan anladıklarımızdan biri şu oluyor: Allah’ın kulunda en baskın olarak görmek istediği özelliklerden biri de onun “hilim” sahibi yumuşak huylu bir insan olmasıdır.

102. Âyet: Allah’ın Yasası: En Zor İmtihan En Çok Sevilen ile Oluyor

Bu yasa “her insan için geçerlidir” diyemeyiz ama en büyük hedefi Allah’ın rızasını kazanmak ve O’na manen yakın olmak olanlar için imtihan farklı olabiliyor. Onların en çok istedikleri, en çok sevdikleri şey onların imtihanı olabiliyor. Hadiseler öyle arka arkaya geliyor ki, Allah sevdikleriniz üzerinden adeta size şöyle diyor: Kimi daha çok seviyorsun vereni mi verilenleri mi?

Normal şartlar altında bir insanın Allah’tan çocuk istemesinde ve o çocuğu çok sevmesinde bir mahsur yok. Ama konu Allah’ın dostu (Halilullah) olunca, durum değişiyor. Allah (cc) (yaklaşık) 86 yaşında İsmail’e baba olan Hz. İbrahim’i çocuğu ile imtihan ediyor. Sebebi kesin olarak bilemiyoruz. Ama yıllar sonra gelen bir çocuğu çok sevmenin imtihanını yaşadığını tahmin ediyoruz.

İşte bu noktada Allah test ediyor. İbrahim oğlunu seviyor ama ne kadar seviyor? Allah isteyince yani veren isteyince veremeyecek kadar mı? Yoksa…

Burada Allah (cc) bütün zamanlar için bir ölçü koyuyor: Sevdiğiniz şeyleri Allah isteyince verebiliyorsanız, o şey nimettir. O nimete olan sevginiz de ölçülü bir sevgidir. Veremiyorsanız, o nimet sizinle Allah arasına giriyorsa, o nimet size Allah’ı unutturuyorsa, o nimet, nikmete (ceza sebebine) dönüşmüş demektir.1175

Hayatta Empati Yapmanın En Zor Olduğu Kişiler Kimler?

Bu soruya verilecek cevaplardan biri de Hz. İbrahim, Hacer ve İsmail olurdu.

Bu ayeti okurken kendimizi sırasıyla onların yerine koyalım.

Hz. İbrahim Allah’tan çocuğunu kurban etmesi için emir alıyor. Bu emri yerine getirmek o kadar zor ki; genelde anne-babalar evladının ölümünü görmek istemez. “Öleyim ama ölümünü görmeyeyim” derler.

Durum böyle olunca evladının ölümünü görmek istemeyen bir insan evladını öldürme emri alıyor. Sonra bu emri oğluna duyurması gerekiyor. İşte bu nokta, empatinin en zor olduğu zirvelerden biri oluyor.

Burada soru şu: Hz. İbrahim kimdir? Bu zorluk zirvesini aşan, aştığı için de -yukarıda sıfat gardırobunda bahsettik- başta Allah’a dost olmak gibi eşsiz bir ünvanı ve diğer birçok sıfatı kazanan insandır.

Hz. Hacer’in kocası İbrahim bu emri aldığında onun ne tepki verdiğini sağlam kaynaklarda görmüyoruz. Ama kendimizi onun yerine koyduğumuz zaman en az Hz. İbrahim’in yaşadığı zorluk kadar sıkıntı yaşadığını anlayabiliyoruz.

Hz. İsmail çocukluktan çıkıp ergenlik yaşlarının başında bu emre muhatap oluyor. Bu emri bir babadan duymanın zorluğunu hayal etmekte zorlanırken, bu emir karşısında “emrolunduğun şeyi yap” diyebilecek olgunluğa ulaşmış bir çocuğu anlamak adeta imkansız oluyor.

Böyle olduğu içindir ki, bazıları bu olayı, gerçekten yaşanmamış sembolik bir olay gibi anlama yoluna gitmişler.

Ama biz bu insanların yerine kendimizi koyamasak da koyduğumuzda ne hissettiklerini anlayamasak da bunların yaşandığına inanıyoruz.

103. 104. Âyet: Allah Mantıksız Bir Emir Verir mi?

Allah’ın Emrine İtaatte Mantık Aranır mı?

103. ayette “ikisi de teslimiyet gösterdiler” ifadesi geçiyor. Yani ikisi de Allah’ın emrine teslim oldular. Bu teslimiyetin arkasındaki mantığı bulmak için başlıktaki iki sorunun cevabına şuradan gidelim,

El-Alîm ve el-Hakîm olan; her şeyi bilen, her şeyi hikmetli yaratan ve yapan Allah’ın mantıksız bir iş yapması mümkün mü? Bugüne kadar O’nun yarattıklarını mantıksız bulan olmuş mu? Mesela güneşin yaratılması çok mantıksız, kalbin vücutta bulunduğu yer çok saçma diyen olmuş mu?

Allah’ın mantıksız bir iş yapması imkansız olduğu için, yarattığı dünya ve beden evinde buna şahit olan kimse olmadığı için başlıktaki birinci soruya “hayır” diyoruz.

Birinci soruya “hayır” deyince karşımıza şu çıkıyor: Demek ki Allah’ın her işinde bir mantık var. Bu durumda ikinci sorunun cevabı “aranır” oluyor.

Burada şunu da ifade edelim: Kur’an’da “akledin, araştırın, tefekkür edin” şeklinde gelen ayetlerin tamamı mantığı (hikmetini) arayın emrini de içine alıyor.

Burada soru şu: Ömrü, ilmi, anlayışı ve kavrayışı sınırlı olan biz insanlar bu mantığın tamamını anlayabilir miyiz?

Bu sorunun cevabı “hayır.” Bu durum sadece dini ilimlerde değil, pozitif ilim olarak tanımlanan (fizik, kimya, biyoloji gibi) bütün bilimler için de geçerlidir.

İnsanoğlu ilk insandan bugüne bilmediği, mantığını/hikmetini anlamadığı şeylere anlaşılmaz; saçma demedi. Öğrendiklerini, anladıklarını, anlamadıklarını anlamak için basamak yaparak terakki etti.

Biz Hz. İbrahim ve İsmail’in teslimiyetindeki mantığı bu bölümdeki ayetlerin tefsirine başlarken “Allah (cc) bir çocuğun kesilmesini emreder mi? Haramın yapılmasını ister mi?” başlığı altında yaptığımız değerlenmelerde anlatmaya çalıştık. Onun yanında dipnotta işaret ettiğimiz başlıklar altında da geniş olarak işledik.1176

Özetlersek, bu konuda yaptığımız bütün değerlendirmeler bize şunu gösterdi: Allah’ın dininde mantıksız hiçbir şey olmadığı gibi mantığı anlaşılamayan ve anlatılamayan hiçbir şey de olamaz. Bu konuya böyle iman etmek, o imanı bilgiyle temellendirmek, bu temeli atan Müslümana muhteşem bir özgüven verir.

Tevekkül ve Teslimiyet Göstermek Ne Demek?

103. ayette bir teslimiyetten bahsediliyor. Bir yerde iman varsa orada teslimiyet, teslimiyet varsa orada tevekkül vardır. Bunları üçü kamil yani olması gereken şekilde bir imanın sonuçlarıdır.

Bunu bir denklemle ifade edersek,

“İman + Teslimiyet + Tevekkül = Saadet-i Dareyn” yani dünyada olmasa bile ahirette kesin mutlu son.

Bu açıklamalar üzerinden 103. ayete bakarsak, baba-oğulun teslimiyeti şu anlama geliyordu: Allah bizden bir şey yapmamızı istiyorsa bu kesin olarak bizim iyiliğimiz içindir; bunun sonu kesin olarak bizim için hayırlıdır. O asla ama asla O’nun iradesine teslim olan kullarının zararına bir şey istemez.

Bu anlayışın diğer adı imanla birlikte içe inen sekine (sakin olma duygusu) oluyor.

Dışarıdan bakanlar için panik, stres, gerilim, depresyon sebebi olan bu bekleme süreci, onlar için haklarında hayırlı olacağı kesin olan bir sonu beklemek oldu.

104. ayetteki “Ya İbrahim” nidası da mutlu sonun habercisi oldu.

105. Âyet: Bu Ayet Yok Sayılamaz

Bazı yorumcular 102. ayette anlatılan Kurban olayında Allah’ın emri olmadığını, Allah’ın masum bir çocuğun kesilmesini emretmeyeceğini o yüzden bu rüyanın Hz. İbrahim’in bir insan olarak kendi gördüğü rüyadan yola çıkarak verdiği bir karar olduğunu, son anda Allah’ın bu yanlış karara müdahale ettiğini söylüyorlar.

102. ayet bu söylemi boşa çıkardığı gibi, baştan beri bizim yaptığımız yorumun doğru olduğuna delil oluyor. Neden? Çünkü eğer Hz. İbrahim’in kararı yanlış bir karar olsaydı, neden Allah (cc) yanlışı mükâfatlandırsın. Demek ki, emredileni yapma iradesini ortaya koydu, o yüzden mükâfatlandırıldı.

106. Âyet: Herkesin İmtihanı Kendine Büyüktür

Başlıktaki tespitimizi şöyle açalım:

Bir insan, 1 milyar liradan 1 milyon lira vermek ile imtihan ediliyor. Buna “büyük bir imtihan” diyelim.

Bir başka insan ise yüz liradan “1” lira vermekle imtihan ediliyor. Bu nedir? Önceki ile arasında bir orantı kurarsak, bu da büyük bir imtihandır.

Allah (cc), her insanı kendi imkânlarıyla imtihan eder. Büyük imtihan, verilmesi gereken şeyin miktarına göre değil, o kişinin o şeyi verme kapasitesine göre değerlendirilir. Kimine çok büyük imkânlar verilir ve onlardan büyük fedakârlıklar istenir; kimine ise az bir imkân verilir ve ona göre bir fedakârlık beklenir. Ancak her ikisi de aynı derecede zorlayıcı olabilir. Çünkü Allah (cc), kimseye gücünün üstünde bir yük yüklemez.1177

Burada şunu da ifade edelim. Biz Hz. İbrahim’in imtihanını asla küçük görmüyoruz. Halk ifadesiyle “Allah dağına göre kar verir” diyoruz. O imtihan ona özeldi ve ondan başkası böyle bir şeyle imtihan edilmedi.

Ama burada her insanın kendi çapında bir büyük imtihan yaşayabileceğine dikkat çekmek istedik.

107. Âyet: Bizi Bekleyen Büyük Kurban

107. âyet şöyle: “Biz oğluna bedel ona büyük bir kurban verdik.”

Bu ayeti “Bana ne diyor?” formatında okuduğumuzda Bizim sevdiğimiz ve Allah yolunda verdiğimiz her şey bizim İsmailimiz oluyor. Allah’ın (cc) buna karşılık bize dünyada yaşattığı güzellikler küçük kurban olurken, ahirette yaşatacağı güzellikler büyük kurban olarak bizi bekliyor. (Allahü a’lem)

108-111. Âyet: Bana Ne Diyor?

Bu ayetleri de “Bana ne diyor?” formatında okuduk.

Bu okuma için yukarıda bu bölümdeki ayetlerin tefsirine başlarken “Sadece Saffat sûresinde Olan Bir Özellik” başlığı altında “Bütün Bunlar Bize Ne Diyor?” sorusuna verdiğimiz cevaplara bakılabilir.

112. 113. İmkansız Görünen Mümkün Olur mu?

Bu sorunun cevabı Allah dilerse “olur” oluyor.

Hz. İsmail, Hz. İbrahim yaklaşık 86 yaşındayken genç karısı Hz. Hacer’den dünyaya gelmişti. Bu doğum imkansız değildi mümkündü. Fakat İshak Hz. İbrahim 99 yaşındayken Kur’an ifadesiyle kısır olan Sâre’den dünyaya geldi. Bu doğum imkansız görünen bir doğumdu, ama Allah’ın dilemesiyle mümkün oldu.

Bu olayı Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i Allah’a kurban olarak sunması ile birlikte okuduğumuzda bütün zamanlara verilen mesaj şu oluyor: Allah yolunda vermek, açılmaz zannettiğiniz kapıların açılmasına, aşılmaz diye düşündüğünüz engellerin aşılmasına vesile olabilir.

Siz, zor zamanlarda zor durumlarda Allah’tan ümit kesmeyin, her durumda azken de çokken de Allah yolunda vermeye devam edin. Garantisi yok ama hiç ummadığınız şeylerin olduğunu görebilirsiniz. Hz. İshak’ın doğumu bunun şahididir.

114-148 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Not: Özet Bilgiler

Buradan sonraki ayetlerde beş peygamber hakkında kısa bilgilere yer verilecektir. Bu peygamberlerden, Hz. İlyas hariç diğerleri (Hz. Musa, Harun, Lut ve Yunus) hakkında önceki sûre ve ayetlerde detaylı bilgiler vermiştik. Hz. İlyas’ın ismi ise Kur’an’da toplam üç kez geçiyor: İlki En’am sûresi’nde (85. ayet), diğer ikisi ise Saffat sûresi’nde (123 ve 130. ayetler) geçiyor.

Bu kısa bilgilendirmeden sonra, ayetlerin tefsirine geçebiliriz.

114-123. Âyet: Hz. Musa ve Harun

Kur’an’da kıssalar içinde en uzun Hz. Musa-Firavun kıssasıdır. Bu kıssa daha önce Müzzemmil (15-16), Â’lâ (18-19), Fecr (10-12), Necm (36), Kamer (41-45), A’râf (103-171), Tâhâ (9-98), Şuarâ (10-67) ve Neml (7-14), Yunus (75-93), Hud (96-98) sûrelerinde parantez içinde numaralarını verdiğimiz âyetler arasında geçmişti.

Şimdi burada oradaki anlatımlarla kıyaslarsak oldukça az yer tutuyor.

“Bu kıssanın burada kısaca anlatılmasındaki amaç nedir?” denirse amaçlardan biri bu kıssanın en önemli mesajlarından birini boykot yıllarında büyük sıkıntılar yaşayan Mekkeli Müslümanlara hatırlatmak.

O mesaj şu: Ey Mekke’nin ilk Müslümanları! Hz. Musa’nın karşısında Firavun bugün size baskı yapan Mekkeli müşriklerden daha güçlüydü. Siz Musa ve Harun gibi duruşunuzu değiştirmezseniz, Allah hadiselerin akışını değiştirecek. Sabredin. Sabrederken de şu gerçeği unutmayın: Arkasında Allah olanın önünde ne Firavun durabilir ne de Mekke’nin müşrikleri.

124-132. Âyet: Hz. İlyas

Hz. İlyas’ın kıssası, Kur’an’da isminin geçtiği diğer yerleri saymazsak sadece bu ayetlerde anlatılıyor. Bu kıssayı, Hz. İlyas’ın hayatının özeti olarak okumak da mümkündür. Böyle bir okumada, her peygamberin standart olarak yaptığı şeyleri Hz. İlyas’ın da yaptığını düşünebiliriz.

Her peygamber gibi, Hz. İlyas da Allah’tan vahiy aldı. Gelen vahiyler üzerinden peygamberliğini kavmine duyurdu. Tevhit, ahiret, nübüvvet, vahiy, ibadet ve ahlak gibi temel konularda kavmini uyardı ve onları Allah’a kulluk etmeye çağırdı.

Bu kısa kıssayı bu şekilde özetlerken, şimdi burada birkaç soru soralım ve bu kıssa üzerinden verilmek istenen mesajlara dikkat çekelim.

Kur’an İnsan Sözü Olabilir mi?

Bu sorunun bu kıssa ile nasıl bir ilgisi olabilir? Biz, bir bağ olduğunu düşünüyoruz. Bu bağı anlamak için bazı sorular soralım:

  1. Bu kıssa neden Peygamber Efendimizin peygamberliğinin 9. yılında anlatıldı?

  2. Neden daha önce anlatılmadı?

Şimdi bu sorulara cevap arayalım.

Peygamber Efendimize (sav) tüm zamanlarda yöneltilen en büyük itiraz şu olmuştur: “O bir peygamber değil. Yazdığı şeyleri Tevrat’tan, İncil’den öğrenerek kendisi yazıyor.”

Varsayalım ki bu doğru olsun. O zaman şu sorular gündeme gelir:

Burada daha zor bir soru var: Bu kıssa, ilk ayetlerin inişinden tam 9 yıl sonra anlatılıyor. Öyle kıssalar var ki, 14, 16, hatta 20 yıl sonra indiriliyor.

Bu durumda şu soruyu sormamız gerekiyor:

“Muhammed (sav) bu bilgileri nerede, ne zaman ve nasıl öğrendi? Dost-düşman gece gündüz onun yanında bulunurken, kimse yüzlerce sayfalık Tevrat ve İncil metinlerini öğrenmeye çalıştığını görmedi mi?”

Özetlersek, Kur’an’ın inişinden yıllar geçtikten sonra, daha önce inmemiş kıssaların anlatılmaya başlanması, Peygamber Efendimizin peygamberliğine açık bir delildir. Bu durum, aynı zamanda baştaki soruya da güçlü bir cevap veriyor: Kur’an insan sözü olamaz.

133-138. Hz. Lut

Bu kıssayı daha önce Kamer (33-40), A’râf (80-84), Şu’arâ (160-175) ve Neml (54-59), Hûd (77-83) sûrelerinde parantez içinde verdiğimiz âyetlerde görmüştük. Burada kısa değerlendirmeler yapacağız.

Bu bölümde Hz. Lut kıssasına ait çok kısa bir özet veriliyor. Maksat bu özet üzerinden kıssanın bir kere daha hatırlanması ve kıssanın ana mesajlarından biri olan şu mesajın gündeme gelmesi: Bu günler geçecek. Siz kurtulacak Medine’de medeniyet kuracaksınız, onlar ise dünyada görmeseler bile ahirette yaptıklarının sonuçlarını yaşayacak.

139-148. Âyet: Hz. Yunus

Bu kıssayı daha önce Kalem (48, 49) ve Yunus (97, 98) sûrelerinde parantez içinde verdiğimiz ayetlerde kısaca görmüştük. Enbiya sûresinde de iki ayette (87, 88) göreceğiz.

Kur’an’da geçtiği dört yer içinde Hz. Yunus kıssası en uzun şekliyle burada geçiyor. Şimdi buradaki ayetlere bakalım. Ayetleri iki başlık altında değerlendireceğiz:

Kur’an’da Sansür Var mı? Neden Yok?

Kur’an’da sansür yok. Kur’an, bize insanlık tarihini; o tarihe yön veren aktif aktörlerden biri olan peygamberleri anlatırken sansür uygulamıyor.

Kur’an’ın şöyle bir kaygısı yok: “Peygamberleri öyle bir anlatayım ki onların her biri mükemmel insanlar olarak tanınsın; hatasız, kusursuz, yılmaz, yorulmaz, üzülmez, kırılmaz kahramanlar olarak bilinsin.”

Böyle bir kaygı olmadığı için Hz. Âdem’den bahsederken, onun Allah’ın emrine uymadığını "isyan anlamına gelen “asâ” kelimesiyle (Taha 121), Hz. Yunus’un da görev yerini terk etmesini, bir kölenin efendisinden kaçmasını ifade eden “ebeka” kelimeyle (Sâffât 140) anlatıyor.

Bizim, peygamberlere saygı gereği bu ifadeleri yumuşatmamız gerektiğini düşündüğümüz yerlerde Kur’an, olanı olduğu gibi anlatıyor.

Kur’an, peygamber kıssalarını anlatırken yöntem olarak yaşananların tamamını değil, seçtiği parçaları anlatır.

Burada soru şu: “Kur’an neden (isyan, kaçma gibi) bu bölümleri sansürlemedi, neden anlattı?”

Daha önce ifade ettiğimiz gibi, Kur’an’ın bu konuları böyle anlatmasındaki en temel sebep “Allah’tan başka ilah yoktur.” gerçeğini öne çıkarmaktır.

Bu gerçek, bu olaylar üzerinden şu anlama gelir: Allah’tan başka hatasız, kusursuz, yanlışsız biri yoktur. O yüzden O’nun yarattıklarından hiçbiri ilah olamaz, hiçbir şey Allah’a ortak olamaz. Bu durum, peygamberler için de geçerlidir. Onlar insanlar içinde en az hata yapan kullardır; buna rağmen onlar bile ilah ve ortak olamazlar. Peygamberlerin en büyük payesi Allah’a kul olmaktır.

Kur’an’ın peygamberleri böyle anlatması onları küçültmez, tam aksine onları bizim dünyamızda, üzüntü ve sevinçlerimizi yaşayan, bizim halimizi bilen içimizden biri haline getirir. Bu durum onları örnek almanın mümkün olduğunu gösterir. Doğrularda bize örnek oldukları gibi hatalarıyla hata yaptığımızda da düzeltme konusunda bize rehber olurlar.

Hz. Yunus Balık Tarafından Yutuldu mu? Bu Olay Mucize mi? Bu Mucize Bize Ne diyor?

Bu olayı Allah (cc) farklı şekilde farklı kelimeler kullanarak da anlatabilirdi. Ama burada seçilen kelimeler, olayın geçtiği ortam bize ilgili ayetlerde anlatılan olayın fiziki olarak gerçekleştiğini gösteriyor.

Fakat burada dikkat edilmesi gereken nokta, bu mucizeyi Kur’an’ın anlattığı şekilde anlamak, “Nasıl olsa olağanüstü bir hadise, nasıl olsa Allah dilediğini yapar” diye olayı makuliyet sınırlarını zorlayacak şekilde; masalımsı bir anlatım haline getirmekten sakınmak gerekir.

Biz bu olayı Allah’ın kainata koyduğu yasaları dikkate alarak şu şekilde anlıyoruz.

Bindiği gemide kura çekiliyor. Bu kura sonucunda Hz. Yunus denize atılıyor. Bundan sonrasına hiçbir insan şahit olmuyor. Bu olayın tek şahidi kendisi oluyor. Bir balık onu bir lokma gibi ağzına alıyor ama yutmuyor. Bunu nereden anlıyoruz?

Bunu Kur’an’ın bu tür konuları anlatırken kullandığı kelimelerden anlıyoruz. Kur’an, Hz. Musa kıssasında onun elindeki asanın sihirbazların ortaya attığı sihirleri tamamen yutmasını Kur’an’da sadece üç ayette1178 geçen “telkafu” kelimesiyle anlatıyor.

Hz. Yunus’un yutulmasını da bizim Türkçede kullandığımız lokma kelimesiyle aynı kökten gelen “Feltekamehu” kelimesiyle anlatıyor.

Buradan şunu anlayabiliriz. Hz. Yunus’u yutulacak bir lokma gibi ağzına alabilecek büyük bir balık onu ağzına alıyor. Midesine indirmiyor. Onu birkaç saat içinde sahile bırakıyor.

Bu mucizeyi anlamak için alt ve üst sınır belirlersek ilgili ayetlerin metni bu alt sınırdan anlamaya müsait. Bunu balığın karnında 30, 40 hatta 70 gün kaldığını söyleyerek üst sınıra taşımak, o üst sınırda Hz. Yunus’un balığın karnında, orada her şeyi öğüten mide asitinin içinde sindirilmeden nefes almadan, yemeden, içmeden günlerce yaşadığını söylemek Kur’an’dan onay alacak bir anlatım olmaz.

Kıssada geçen olayı bu şekilde (üst sınırdan) anlatanların referansı olan ifadeler var. O ifadeler ilgili ayetlerde (143, 144) şöyle geçiyor. “Eğer Allah’ı (zikrederek O’nu) tesbih edenlerden olmasaydı, (İnsanların) Tekrar diriltilecekleri güne kadar onun karnında kalacaktı.”

Eğer ayette geçen bu ifadeleri hakikat kabul edersek, kıyametin şu an hâlâ kopmadığını da dikkate alırsak Hz. Yunus’u yutan balığın, karnında Hz. Yunus ile birlikte hayatta olduğunu kabul etmemiz gerekiyor ki, bu ayetleri bu şekilde anlayan hiçbir İslam alimi olmamış.

Biz bu ayetlerde mecazi bir mana kastedildiğini o manaya göre: Eğer Hz. Yunus yaptıklarından pişman olmasa, Rabbini anmasa içinde bulunduğu durumdan ölene kadar kurtulamayacağını anlamanın mümkün olduğunu düşünüyoruz.

Özetlersek, biz bu olayı Allah’ın dilemesiyle gerçekleşen, olağanüstü bir hadise olarak değerlendiriyoruz. Masalımsı bir hava katmadan oldukça sade bir şekilde sunulmasının doğru olacağını düşünüyoruz.

Şimdi gelelim şu sorunun cevabına,

Hz. Yunus’un Yaşadığı Bu Olay 7. Asra Ne Dedi? Bugün Bize Ne Diyor?

Önce bu kıssa ile ilgili şu bilgileri bir kere daha hatırlamamız gerekiyor.

Kur’an’ın iniş sırasından baktığımızda, Peygamberimizin şahsında Mekkeli ilk Müslümanlara ilk anlatılan Peygamber Hz. Yunus. Daha ilk yıllarda inen Kalem sûresinde Peygamberimize hitaben “Onun gibi olma” (Kalem 48) deniliyordu. O ayeti buradaki ayetlerde birlikte okursak, mesaj: “Onun gibi olma, onun gibi görev yerini bırakıp kaçma” anlamına geliyor.”

Bu ayetlerdeki monoloğu diyaloga dönüştüren bir yöntem üzerinden okursak1179 soru şu: Bu ayetlerin indiği günlerde akla neler gelmişti, sahabiler kendi aralarında ne konuşmuştu? Bunları tahmin ettiğimizde bu ayetlerin iniş sebebini ve o güne ve bugüne neler dediğini bulmak mümkün olacak.

İnsan doğası gereği, bir yola yeni çıkmışsa, o yolda zorlukla karşılaşmışsa, o zorluklar her geçen yıl sürekli artmışsa, o zorluğu yaşatanlar, “Ya çıktığın bu yoldan döneceksin ya da öleceksin.” demeye başlamışlarsa, o yolda yürüyen insanlar taştan demirden robotlar olmadıkları için akıllarına her şey gelebilir. Dönme ve kaçma da buna dahil.

Hz. Yunus kıssası ile ilgili ayetleri böyle bir bağlam üzerinden okursak ayetler o günden bugüne bütün zamanlara şunu diyor: İnandığınız davada yaşadığınız zorluklar nedeniyle dönerseniz, bırakıp giderseniz bunu kurtuluş olarak görmeyin. O an hadiselerin fiziki baskısından geçici olarak kurtulsanız bile aklınızın, mantığınız, duygularınızın ve inancınızın size yaşatacağı vicdan azabından kurtulamazsınız.

Adeta kendinizi bir balık tarafından yutulmuş gibi hissedersiniz. Vicdanınız, sizi içine almış devasa bir balık gibi sizi rahat bırakmaz. İçinizde sürekli bir sıkıntı, bir huzursuzluk olur.

Bunlar olur mu? Bunlar bilinçli bir Müslümanda olur.

Çünkü bilinçli bir Müslüman için görev yerini terk etmek çöldeki insanlara su götürmek üzere yola çıkan bir grubun aşılabilecek zorluklar karşısında dönmesine benzer.

Bilinçli bir Müslüman manevi yönden dünyayı bir çöl olarak görür. Kalbindeki imanı o çöldeki insanların muhtaç olduğu hidayet suyu olarak görür. Böyle gördüğü için de o suyu o insanlara götürmek hem insani hem vicdani hem de dini bir görevdir. Bunu yapmadığında onların ebedi hayatlarını kaybetmelerinden kendisinin de sorumlu olduğunu düşünür.

Tabii bir kere daha söyleyelim bunlar bilinçli Müslümanlar için, bunlar manevi hidayet suyunu maddi su kadar önemli gören insanlar içindir.

Bu açıdan baktığımızda Hz. Yunus (as) bu kıssa üzerinden bütün zamanlara manen şunu diyor: “Hepimiz insanız hepimiz zaman zaman hata yaparız. Ben yaptım siz yapmayın. Yaptınızsa da yol yakınken dönün.”

Yüz Bin veya Daha Fazla Ayrıntısı 7. Asra ve Bize Ne diyor?

Kur’an’da Yunus peygamber için kullanılan (gibi olma ve kaçtı) iki ifadeyi başka hiçbir peygamberde görmedik. İlginçtir başka hiçbir peygamber kıssasında peygamberlerin gönderildiği topluluğun sayısının çokluğu hakkında da bir ayet görmüyoruz.

147. ayette geçen rakam bir istisna oluyor. Peki bu istisna indiği asra ve bize ne diyor?

Allahü a’lem diyerek bir tahminde bulunmak istiyoruz. Bu rakam bize ve bu ayetlerin ilk muhatapları; 7. asırdaki Müslümanlara şunu diyor: Hayalen Hz. Yunus’un yaşadığı asra yani M. Ö. 7. 8. asra gidin. O gün “Hz. Yunus’un gönderildiği bölgeye en yakın şehirlerin nüfuslarına bir bakın.” diyor.

Baktığımızda Şam’ın 40, Sana’nın (Yemen) 25, Atina’nın 25, Mısır’ın 65 bin civarında olduğu tahmin ediliyor. İstanbul şehrinin de o günlerde yeni yeni kurulduğu ifade ediliyor.

Bu ayetlerin indiği asırda Mekke ve Medine’nin nüfusunun da ayrı ayrı 10 bin nüfuslu olduğunu dikkate aldığımızda, bu ayrıtı bütün zamanlara şunu diyor: Kendinizi Hz. Yunus’un yerine koyun 100 bin insana peygamber gönderilmişiniz, onların manevi sorumluluğunu üzerinize almışınız… bunu bir düşünün. Bunu düşündüğümüzde bir insan olarak onun yaşadıklarını anlamak, ona empati yapmak mümkün olabilir.

Özetlersek, Kur’an’ın Hz. Yunus ile aramızda böyle bir empati kuralım, onun görevinin zorluğunu anlayalım, “Onun yerinde olsak biz ne yapardık?” sorusu üzerinden derinlemesine düşünelim diye bu ayrıntıyı verdiğini düşünebiliriz. Allahü a’lem.

149-182 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

149-182. Âyet: Mekke’de Bir Sokak Röportajı: Sorular ve Cevaplar

Bu ayetler, bizim bir merakımızı gideriyor ve şu sorularımızın cevabı oluyor: Mekke’de gündem nedir? Müşrikler kendi aralarında ne konuşuyor? İnsanlara vahiy ve peygamber gönderilmeseydi, insanlar Tanrıyı ararken hangi yanlışları yaparlardı? Tanrıya neler yakıştırırlardı? Hangi batıl inançlara inanırlardı?

Buradaki ayetleri, Mekke’de halk ile yapılan bir sokak röportajı gibi de okuyabiliriz.

Soru-Cevap Formatında:

Soru: Kız çocukları mı Allah’ın, erkekler mi? Cevap: Kız çocukları...

Soru: Melekler erkek mi, dişi mi? Cevap: Dişi.

Soru: Meleklerin yaratılışında orada mıydınız? Cinsiyetini gördünüz mü? Cevap: ... (cevap yok)

Soru: Allah’ın çocukları var mı? Allah doğurur mu? Cevap: ...

Soru: Bu konuda konuşurken neye göre hüküm veriyorsunuz? Elinizde açık bir delil var mı? Cevap: ...

Aynı mikrofonu alıp 21. asra gelelim, benzer soruları dinin temel kaynaklarını okumamış insanlara soralım. Önlerinde kaynak yoksa neye göre cevap verecekler? “Kafalarına göre” cevap verecekler. Çok yerde “bana göre” diyecekler.

Evet, vahiy Allah-insan ilişkisinde doğru bilgiyle büyük bir boşluğu dolduruyor. Onun yokluğunda zanlar, tahminler, “bana göre”ler meydanı dolduruyor.

Özetlersek, bu ayetler, insanların vahiyle tanışmadıklarında ortalığın ne hale geleceğini gösteriyor. Bu tür soruların cevapları zanlar, tahminler ve varsayımlar üzerinden verilirken, vahiy doğru bilgiyi sunarak bu boşluğu dolduruyor.

Meleklere Cevap Hakkı Doğuyor

149-158 arası ayetlerde müşriklerin tevhitten sapmaları, şirk batağına saplamalarının sonuçları onların sözleri üzerinden verildi. Orada meleklere yaptıkları iftiralar da vardı.

164-166 arası ayetleri de bir kurgu içinde verirsek, melekler adeta şöyle diyorlar. Ey Rabbimiz! Bize müşrikler tarafından iftira atıldı. Bu konuda cevap hakkımızı kullanabilir miyiz? Bunun üzerine ilgili ayetlerde onlar cevap haklarını kullanıyorlar ve özetle şunları diyorlar: Onların isnat ettikleri sıfatların hiçbiri bizde yoktur. Bizim görevimiz Allah’ın emirlerine mutlak itaattir.

Yine Bahaneler

167-170 arası ayetlerde müşriklerin, onlara vahyin mesajları duyurulduğunda en çok yaptığı şeyi görüyoruz. Bahane getiriyorlar. Bu bahanelerin arkasında gerçeklerin itirafı da var. İhlaslı olsaydık, bütün bu tevhitten sapmalar yaşanmazdı diyorlar. Bu itiraf bütün zamanlara ihlasın yokluğunda ortaya çıkacak sonuçları gösterme adına çok önemli.

Not: İhlas ile tevhit arasında doğrudan bir alaka var. Bu alaka için Açıklamalı mealimizde İhlas sûresinin girişinde yaptığımız açıklamalara, yine aynı sûrenin tefsirinde “İçinde bir kere bile İhlas kelimesi geçmeyen bu sûrenin ismi neden ihlas oldu?” sorusuna verdiğimiz cevaba bakılabilir.

“Yüz Çevir, Yakında Görecekler”

171-179 arası ayetlerde başlıktaki ifadeler ayrı ayrı iki defa tekrarlanıyor. “Yüz çevir” demek, “bu işi tamamen bırak” demek değil, bu bir strateji, bütün içinde bir grupla uğraşırken, o grubun kapıları kapatması karşısında, “onlara yönelik yaptığın tebliğe ara ver, bütün içinden diğer gruplara yönel” demektir. Bunu nereden mi biliyoruz? Bunu Peygamber Efendimizin 13 yıllık Mekke döneminde irşat ve tebliğe hiç ara vermemesinden biliyoruz.

Yakında görmekten kasıt genelde iki anlama geliyor: Birincisi müşriklerin gelecekte Medine’de yaşayacakları mağlubiyetler, ikincisi de ahirette yaşayacakları pişmanlıklar.

Kur’an İnsan Sözü Olabilir mi?

Bu ayetlerin indiği 9. yılın müminler üzerindeki baskıların en fazla olduğu yıllardan biri olduğunu dikkate aldığımızda bu noktada, bu pasajda yer alan şu ayet (173) geleceğe dönük büyük bir müjde veriyor. “Bizim ordumuz (olma liyakatini kazanan mü’minler) şüphesiz (vakti saati geldiğinde) üstün gelecektir.”

Şartlara baktığımızda; müminlerin sayıca az olduğunu dikkate aldığımızda, baskılar her geçen gün artarken bu ayette verilen müjdeyi vermek için geleceği bilmek, gelecekte Medine’de yaşanacak galibiyetleri ve ardından gelecek Mekke’nin fethini bilmek gerekiyor. Bunu da Allah’tan başka hiç kimse bilemeyeceği için bu ayet de benzeri ayetler gibi Kur’an’ın insan sözü olamayacağına şahitlik ediyor.

Toplu Cevap

180. ayet müşriklerin bu sûrede geçen ve geçmeyen Allah hakkındaki bütün yanlış nitelemelerine toplu olarak cevap veriyor: İzzet ve azamet sahibi Allah her türlü eksiklikten, noksanlıktan münezzehtir.

Bütün Peygamberlere Selam Olsun

Yukarıda 79. ayetle birlik Allah’ın peygamberlerine selam verilmeye başlanmıştı. O bölümde demiştik. “Sadece bu sûreye has olan bir özellik de “Selâmun ‘alâ…” kalıbıyla dört ayette beş peygambere (Nuh, İbrahim, Musa ve Harun, İlyas) selam verilir. 181. ayette ise “Ve selâmun ‘alâ-lmurselîne” ifadesiyle bütün peygamberlere selam verilir.

181. ayette bu selamı görüyoruz. Kur’an beş peygamber üzerinden bütün peygamberlere Allah’ın selamı üzerinize olsun diyor. Bizim yukarıda ilgili bölüm de “Selâmun ‘alâ…” üzerine yaptığımız değerlendirmeler okunduğunda şu görülecek: Allah’ın peygamberlerine verdiği selamın mesajı bilinçli bir şekilde, her gün birkaç kez “selamünaleyküm” diyen her Müslüman tarafından “Allah bizi daha güzel Müslüman yapsın” duası olarak tekrar ediliyor… Tabii farkında olanlar için…

Son Ayetin Mesajı: Kur’an Talebesine Yakışan Şudur…

Bu sûrenin son ayeti (182) şu iki sorunun cevabı oluyor: Bir Kur’an talebesi, bu sûreyi okur ve anlarsa veya Kur’an’ı baştan sona okur ve anlarsa sonuç cümlesi olarak ne der?

Sonuç cümlesi bu ayette yazan şu ifadeler olur: “Hamdolsun âlemlerin Rabbi olan Allah’a!”

Bu tespitimizin sağlamasını günde 5 vakit namazda en az 40 defa okuduğumuz Fatiha sûresinde geçen aynı ifade üzerinden yapıyoruz.

Bu şu demek: Bir mümin sahibi göründüğü bütün nimetleri Allah’ın emaneti olarak bilir. O emanetlerle yaptığı her güzel işten sonra, o işleri Allah’ın verdiği nimetlerle yaptığı için, asıl övülmesi gerekenin de Allah olduğunu bilir. Bu bilgi bilinç haline geldiğinde “Elhamduli(A)llâhi rabbi-l’âlemîn” cümlesiyle ifade edilir.

Özetlersek, dileğimiz bir günde beş vakit namazda, bu cümleyi en az 40 defa tekrar eden müminlerin yaptıkları zikri bu bilinçle yapmalarıdır.

57/31. LOKMAN SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-11 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

1. Âyet: Yaratılan ve İndirilen Ayetler Şahittir

Biz bu konuda A’râf sûresinin 1. ayetinin tefsirinde “Hurûf-ı Mukatta Harfleri İçin Genel Değerlendirme” başlığı altında yaptığımız açıklamalara bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

Oraya bakıldığında bu sûrenin başında gelen “Elif. Lâm. Mîm” harfleri gibi harflerin özetle şu mesajı verdiği görülecek: Bu sûrede okuyacağınız her şeyin doğruluğuna yaratılan ve indirilen ayetlerin zarfı olan kainat kitabı ve Kur’an şahittir.

2. Âyet: Hikmetli Kitap

Hikmetli kitap konusunda Allah’ın Hakîm ismiyle başlayan sûreleri vesile yaparak açıklamalar yapmıştık. Oradaki açıklamaların özeti olarak şunları ifade edelim. Kur’an’da ne varsa mutlaka hikmeti vardır. Allah kullarına bir şeyi emrediyorsa, onlardan bir şey istiyorsa mutlaka o istenen şeyin, insanlara faydası vardır.

Bu açıklamaları dikkate aldığımızda 2. ayeti şöyle okuyabiliriz. “İşte bu kitabın içinde ne varsa insanlara fayda vermek için vardır. İşte bu kitap baştan sona insanlara fayda vermek için inmiş bir kitaptır.”

3-5 Âyet: Dinden İstifade İçin, Dinin Yazdığı Reçete

3. ayette “Kur’an güzel davranan insanlar için bir hidayet ve rahmet kitabıdır.” deniyor. Buna dinin insanlara vaad ettiği fayda dersek, 4. ayet o faydanın görülmesini uygulamaya bağlıyor. Uygulamada bütün ibadetlerin özeti olan namazı ve zekatı görüyoruz.

Bu yönüyle Kur’an’ı şöyle bir kitaba benzetebiliriz: Bir kitap var üzerinde “Bu kitap sağlıklı yaşam rehberidir” yazıyor. Burada o fayda o kitabı evin duvarına asınca görülmüyor, fayda o kitapta yazılanları okuyup uygulayınca görülüyor.

Özetle namaz ve genelde bütün ibadetler dinin (imanın, İslam’ın, Kur’an’ın) ete kemiğe bütünmüş halidir. Faydanın görünmesi uygulamaya bağlanmıştır. Buna iman-amel ilişkisi diyoruz. Bu konu için dipnottaki referanslara bakılabilir.1180

5. ayet hidayet üzere olmayı ve kurtuluşun uygulama şartının yerine getirilmesiyle olacağının altını çiziyor.

6. Âyet: “1” Milyonu “1” Lira Değerinde Bir Şeye Vermek

Kur’an bu ayette satın alma manasına gelen “yeşterî ” kelimeyle ticaretin dilini kullanıyor.

İnsanlar tarih boyunca bir şey alırken çeşitli ödeme araçları kullandılar. Bütün ödeme araçlarının ortak özelliği insanın emeğini; ömründen harcanan zamanı temsil etmeleridir.

Bu temsili dikkate aldığımızda ayet bize şunu diyor: İnsanlardan öyleleri var ki, (çok kıymetli olduğu için) değer biçemediğini hayatıyla değersiz şeylere müşteri oluyor; “1” milyonu “1” lira değerinde bir şeye veriyor. Zarar ediyor ama bunu da kâr zannediyor.

Evet, ayette anlatılan olay özellikle günümüzde milyonlarca insan tarafından yaşanıyor. Bakıyorsunuz, bazı insanlar kendisine verilen ömür nimetinden saatlerini televizyon ve internet karşısında harcıyor ama karşılığında ayetin ifadesiyle “lehve-l hadîśi” boş sözleri satın alıyor.

Ayetin sonu bu insanlara şunu diyor: Allah’ın verdiği hayat nimeti için “hayat benimdir dilediğim gibi yaşarım, zaman benim dilediğim gibi harcarım” demenin bir cezası olacak…

7. Âyet: “Değer Bilmeme Hastalığı”

Evet, tıpta tam olarak böyle isimlendirilen bir hastalık yok ama bu ayeti 6. ayetin devamı olarak okuduğumuzda, hayat, ömür, zaman gibi değerli nimetleri değersiz şeylere veren insanlar artık öyle bir noktaya geliyor ki, değer yargılarını kaybediyorlar. Müminler en değerli nimetlerin başında gelen vahyin kıymetini bilirken, onu doğru yolun rehberi yaparken, müşrikler ayetlerden yüz çeviriyorlar.

Kur’an bu ayetin sonunda bir ironi yapıyor1181ve onlara azabı müjdeliyor… Çünkü azap, müjdeyle yan yana gelmeyecek kadar korkutucu bir şeydir. Ancak, buradaki ironi, onların kendi tercihlerinin sonucunda hak ettikleri sonu ifade ederken kullanılıyor. Hayatlarını boş şeylere harcayan, değerli olanı göz ardı eden bu insanlar, aslında kendilerini kandırmakta ve kazandıklarını düşündükleri şeyler karşılığında büyük bir kayba uğramaktadır. Onlara müjdelenen azap, kendi elleriyle seçtikleri bir sonun kaçınılmaz neticesidir ve bu durum Kur’an’ın ince bir şekilde uyarıda bulunma tarzını yansıtır.

8. 9. Âyet: Gerçek Müjde

Kur’an bir önceki ayette ironi yaparken burada iman eden, imanlarını salih amel ile aktif hale getirenlere cenneti müjdeliyor.

Bu bağlamda Azîz ve Hakîm ismi şu mesajı veriyor:

Allah Azîz’dir. Vaat ettiğinde vaadini yerine getirmek O’nun Aziz olmasının gereğidir.

Allah Hakîm’dir; her hükmü hikmetlidir. Vaad ettiğinde vaadini yerine getirmek Hakîm olmasının gereğidir.

10. Âyet: Bu Ayet Bugün İnse, Bilimsel Seviye Nasıl Olurdu?

Allah (cc) El-Alîm ismiyle her şeyi bilendir. Kainatı yaratmadan önce onun son halini biliyordu. Yani insanların 7. asırda ulaşacağı bilgi seviyesini bildiği gibi, 21. asırda, eğer dünyanın ömrü olursa 77. asırdaki bilgi seviyesini de bilendir.

Gerçek böyle olduğu halde Allah (cc) Kur’an’a bir öğretmen misyonu yüklüyor ve ona 7. asırda dersine girdiği öğrencilerin bilgi seviyesinden bir ders veriyor.

Eğer Kur’an 21. asırda inseydi, büyük ihtimal 10. ayetteki bilgi seviyesi şöyle olacaktı.

“Görmüyor musunuz ki Allah, devasa bir uzay-zaman düzenini (dört boyutlu bir ağ gibi düşünün, uzunluk, genişlik, yükseklik ve zamanın birleştiği bir yapı) direksiz yarattı? Galaksiler, yıldızlar ve gezegenler, dört temel kuvvetin mükemmel dengesiyle işler (ayakta durur):

Yeryüzünde ise dağlar, tektonik plakalar çarpışarak yükselmiş ve yer kabuğunun dengelenmesinde rol oynamıştır. Orada her çeşit canlı, DNA'larındaki genetik bilginin kusursuz işleyişi ve çoğalmasıyla yayılmış ve Allah’ın dilemesiyle farklı ekosistemlere uyum sağlamıştır

Atmosferdeki su döngüsü ile yağan yağmur, toprağın mineral yapısıyla birleşerek yaşamı destekler. Bitkiler, fotosentez ve genetik çeşitlilik sayesinde renk, tat ve türce farklı ürünler verir. Tüm bunlar, evrendeki fizik yasalarının ve biyolojik sistemlerin hassas dengelerine birer işarettir.”

Özetlersek, Kur’an bu tür ayetler üzerinden bütün zamanlara şu mesajı vermiştir. “Ben eğitimin doğası gereği indiğim asrın bilimsel seviyesi üzerinden ders veriyorum, size yaşadığınız asrın bilimsel seviyesi üzerinde bu ayetleri anlamayı ve anlatmayı ev ödevi olarak veriyorum…”

Biz burada ev ödevini yerine getirme bir örnek verdik. Bu örnek elbette daha da geliştirilebilir.

Dağların Yerkürenin Dengesindeki Rolü

Ayette dağlara ve onların yeryüzü ile ilişkisine dikkat çekiliyor. Ayetin bu bölümüne de günümüz bilgi seviyesinden baktığımızda, bilim geldiği noktada dağların yeryüzünde sarsıntıya karşı denge sağlamadaki önemine işaret ediyor.

Şimdi bu işarete ayette geçen ifadelerle birlikte dört nokta altında bakalım.

Birinci Nokta:

Allah (cc), ayette "رَوَاسِيَ - ulu dağlar" ifadesini kullanarak, dağların sabitleyici rolüne işaret eder. Bu kelime, "sabitleyen ağırlıklar" anlamına gelir ve modern bilimde izostasi denen jeolojik dengeyle tam bir ahenk içindedir.

"İzostasi, yerkabuğunun mantonun yarı akışkan tabakası üzerinde dengeli bir şekilde durduğunu söyler." İşte dağlar, bu dengenin temel taşlarıdır.

Örneğin, Himalayaların yüzeydeki yüksekliği 8-9 kilometreye ulaşırken, yerin altına uzanan kökü 70 kilometreye kadar iner. Aynı şekilde, And Dağları da mantoya doğru derin bir kök yapısıyla uzanır. Bu yapı, levha hareketlerinin oluşturduğu muazzam basıncı dengeler ve yerkabuğunun kararlı kalmasını sağlar.

İkinci Nokta:

Bu noktada, ayetin "أَوْتَادًا - kazıklar" benzetmesi devreye girer. Tıpkı bir çadırı sabitleyen kazıklar gibi, dağlar da yerkabuğunu mekanik bir stabiliteyle tutar. Jeofizik çalışmalar, dağların yüzeyin altında derin kökleri olduğunu doğruluyor. Levhaların çarpışma sınırlarında yükselen bu ulu yapılar, tektonik enerjiyi dağıtarak yerkabuğunun daha fazla sarsılmasının önüne geçer.

Eğer dağlar olmasaydı, bilimsel verilere göre, kabuk çok daha kırılgan ve dengesiz olurdu. Böylece, "وَأَلْقَىٰفِيالْأَرْضِ - yeryüzüne koydu" ifadesi, dağların hem yüzeyde hem de yerin içinde bir denge unsuru olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

Üçüncü Nokta:

Ayetteki "أَنْتَمِيدَ - sarsılmama" ifadesi, Arapçada "mâda" fiilinden gelir ve "yalpalama, düzensiz hareket" anlamını taşır. Bu, yerkürenin kaotik bir dengesizlikten korunarak düzenli bir sistem içinde var edildiğini anlatır. Modern jeoloji, bu mesajı levha tektoniğiyle destekler.

Dağlar, levhaların çarpışma bölgelerinde oluşur; mesela Himalayalar, Hint ve Avrasya plakalarının buluşmasından doğmuştur. Bu çarpışmalar, hareketin aşırı şiddetlenmesini engeller ve enerjiyi dağ oluşumuna yönlendirir.

Dahası, dağlar deprem enerjisinin kademeli olarak boşalmasını sağlayarak yıkıcı etkileri azaltır. Dağlar olmasaydı, bu enerji çok daha şiddetli bir şekilde açığa çıkabilirdi. Ayrıca, yeryüzünün büyük kara kütleleri ve dağlar, gezegenin kütle dağılımına katkıda bulunur.

Dördüncü Nokta:

Ayette dağların "فِيالْأَرْضِ - yeryüzüne koyulduğu" vurgusu, sadece yüzeydeki varlıklarını değil, derin kök yapısını da kapsar. Jeolojide bu, tartışmasız bir hakikattir: Dağların kökleri, mantoya uzanır ve yerkabuğunu bir arada tutar. Plaka sınırlarında oluşan dağlar, bu kökleriyle derinlere nüfuz eder; örneğin, Toros Dağları veya Rocky Dağları gibi yapılar, bu dengeyi sağlayan somut örneklerdir. Bilimsel gözlemler, bu köklerin izostatik dengeyi koruduğunu ve kabuğun mantoya göre dengeli bir şekilde durmasını sağladığını gösteriyor. Bu gerçek, ayetin "رَوَاسِيَ - ulu dağlar" tanımını adeta bir jeolojik haritayla açıklar. Dağlar, yalnızca yüzeyde yükselen heybetli yapılar değil, aynı zamanda yerin içinde yerkabuğunun stabilitesini pekiştiren kazıklardır.

Böylece, "فِيالْأَرْضِ - yerin içine yerleştirilme" ifadesi, dağların hem yüzey hem de derinlikteki rollerini birleştiren mucizevi bir tasvir sunar.

Özetlersek, Lokman sûresi 10. ayette geçen dağlar hakkındaki bilgiler, dağların yeryüzünde genel bir denge sağladığına işaret eder. Modern bilim, bu mesajı izostasi, levha tektoniği ve dağ kökleriyle doğrular. Dağlar, yerkabuğunu sabitleyerek, enerjiyi dengeleyerek ve litosferin sertliğini artırarak insan hayatına uygun bir dünya sunar. Ayetin nihai hedefi, Allah'ın kudretini ve yarattığı nizamın hikmetini düşündürmektir; jeoloji ise bu hakikati gözle görülür kılmak için bir araçtır. Tabii her zaman olduğu gibi bu tespitlerimize mutlak doğrular demiyoruz. Bunlar bizim ayet üzerinde yaptığımız tefekkürün ve araştırmaların sonucunda ortaya çıkan bir yorumdur.

11. Âyet: 21. Asırda Bir Meydan Okuma Örneği

10. ayet Allah’ın yarattıklarını gökten yere kadar kısaca özetliyor. 11. ayet o özet üzerinden 7. asrın müşriklerine şunu diyor: Bunları Allah yarattı, sizin taptıklarınız ne yarattı? Gösterin bakalım!

Aslında o günden bugüne bir şey değişmedi. 7. asırda durum değişmediği gibi bugün de (dünyanın ömrü olursa) 77. asırda da durum değişmeyecek. Neden? Çünkü insan hiçbir zaman ibda manasında yoktan yaratamayacak.

İbda manasında yoktan yaratma hiçbir zaman olamayacağı için, Kur’an’ın bu ayet üzerinden yapmış olduğu meydan okuma bütün zamanlarda geçerli olacak.

12-24 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

Kur’an İnsan Sözü Olabilir mi?

Kur’an’ın insan sözü olduğunu söyleyenlerin iddialarından biri de şu: “Muhammed Kur’an’ı Kitab-ı Mukaddes’ten (Tevrat’tan, İncil’den) öğrendi.”

Bu iddiayı ortaya atanlar Hz. Lokman hakkında Kitab-ı Mukaddeste bir araştırma yaptıklarında Lokman isminin ve bu kıssanın orada geçmediğini görecekler.

Bu kıssanın Kitab-ı Mukaddeste geçmeyişi, bu konudaki iddiaları boşa çıkarırken, başlıktaki soruya da “hayır” cevabı veriyor.

Buradaki “hayır” cevabımızı, bu konuda daha önce aynı başlık altında yazdığımız onlarca yazı ile birlikte okunduğunda şu gerçek ortaya çıkaracak. Kur’an’ın insan sözü olması imkansızdır.

Hz. Lokman Peygamber mi?

Hz. Lokman’ın Kur’an’daki anlatılış şekline baktığımızda saygı değer bir insan, örnek bir şahsiyet olduğu kesin. Kur’an’da kendisi için peygamber ifadesi geçmiyor ama peygamberlere ait özellik ve güzelliklerden bazıları geçiyor.

Bu nedenle ona “peygamber” diyen de olmuş, “değildir” diyenler de olmuş. Çoğunluk İslam alimi, peygamber olmadığı yönünde görüş bildirirken, olduğunu söyleyenler de peygamberlerin isimlerinin Kur’an’da geçenlerle sınırlı olmadığını, Allah’ın ilk insanlardan Son Peygambere kadar arada gelen milyonlarca insana peygamber gönderdiğini dikkate almış ve Kur’an’da isminin geçmesinden yola çıkarak olma ihtimalini dile getirmişler.

Özetlersek, Kur’an’da bu şekilde peygamber olup olmadığı konusunda (Zülkarneyn, Üzeyr gibi) başka isimler de var. Bu konuda bir kanaat sahibi olmanın önünde bir engel yok. Ama bu konuyu tartışmaya açmamakta fayda var. Çünkü tartışmayı bitirecek Kur’an kaynaklı kesin bir delil yok.

Zamanlama Manidar. Kur’an Hz. Lokman’ı Neden Şimdi Anlatıyor?

İniş sırasından yaptığımızda bir okumda Lokman sûresini 9. yılda inen sûreler arasında görüyoruz. Önce veya sonra inebilirdi. Ama 9. yıl gibi Müslümanların dokuz yıl boyunca yaşadıkları sıkıntıların en ağır olduğu boykot zamanında iniyor. Dış şartları dikkate aldığımızda, o şartlara yönelik konuların öne çıkması beklenebilirdi.

Fakat öyle olmuyor. Şöyle oluyor: Kur’an’da hiçbir sûrede bu şekilde yer almayan konu bu sûrede öne çıkıyor ve ana konulardan biri oluyor: Bu konuyu çocuk terbiyesi, çocukta ahlak ve inanç eğitimi olarak tanımlayabiliriz.

Bu sûrenin ana konusunu bu şekilde tespit ettikten sonra başlıktaki soruların cevabı daha bir anlam ve önem kazanıyor.

Bu anlam ve önemi şu cümlelerle ifade edebiliriz.

Kur’an geçen dokuz yıl boyunca Müslümanlara “geleceğe hazırlanma” gündemini unutturmadı. Yaşanan sıkıntılara değinirken, mutlaka geleceğe hazırlanma başlığı altına girebilecek konuları ihmal etmedi.

O konulardan birini burada çocuk eğitimi olarak görüyoruz. Kur’an 9. yıla kadar hidayetine vesile olduğu Müslümanların şirkten arınmasını gündem yaparken, şimdi o gündemin yanına yeni bir gündem daha koyuyor; şirke hiç bulaşmadan yetişen çocuklar. 13. ayette geçen “Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma!” ifadesi bu tespitimizin referansı oluyor.

Konunun detaylarını ilgili ayetlerin tefsirine bırakıp konuyu şöyle bağlayalım. Kur’an 9. yılda bu konuyu öne çıkarak bütün zamanlara şu mesajı veriyor: Yaşadığınız süreçler size gelecekteki hedeflerinizi unutturmasın. İçinde bulunduğunuz şartlar evde ailede çocuk terbiyesini ihmal etmenizin bahanesi olmasın. Çocuklarınızı geleceğe hazırlamak, hiç değişmeyen ve hiç ihmal edilmeyen gündeminiz olarak sürekli ajandanızda yer alsın.

Bütünde Parçayı, Parçada Bütünü Görme Yöntemi

Kur’an her iki yöntemi de kullanır. Bazen, bizi olayın içine çekmek, anlattığı konuyu bizde içselleştirmek için bütünün büyük parçalarını verir, diğer parçaları siz bulun der, bazen de parçaları verir, büyük resmi siz görün der.

Buradaki ayetler, çocuk terbiyesi, çocukta inanç eğitimi gibi bütün olarak ele alınabilecek bir konuda, bize parçaları gösteriyor. Parçaları bütün içinde değerlendirmeyi de bize bırakıyor.

Biz aşağıdaki değerlendirmelerimizde her iki yöntemi de kullanacağız ama daha çok parçaları bütün içinde değerlendirme yöntemine yoğunlaşacağız.

12. Âyet: Allah’ın En Değerli Nimeti Hangisidir?

Bu sorunun cevabını bulmak için bir soru daha soralım “İnsan bir şeyin değerini hangi nimetle anlar? Hangi nimet onu (bitki, hayvan gibi) diğer canlılardan ayırır? Hangi nimet onu Allah’a, vahye, İslam’a muhatap yapar? Bütün bu soruların cevabı akıldır.

Eğer Kur’an’da aklın en değerli nimet olduğunu hangi ayetler işaret ediyor diye sorulsa bu soru için öne çıkacak ayetlerin birincisi bu ayettir.

“Allah hikmeti dileyene1182 verir. Kime hikmet verilmişse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.”1183

İkincisi de peygamberlere hikmet verildiği ifade edilen ayetlerdir.1184

Birine hikmet verdik demek, aynı zamanda akıl verdik anlamına gelir. Hikmet zarf veya ambalaj dersek akıl onun içinde standart olarak vardır.

Bu konuda daha önce yapmış olduğumuz açıklamalara ilaveten burada kısa açıklamalar yapalım.1185

Aslında akıl verilen her insana hikmet verilmiştir

Varsayalım bir ev için 100 parça eşya gerekiyor. Biz bir evin önüne eşyaları indiriyoruz ve ev sahibine diyoruz ki, “Bu eşyaları yerli yerine koy.” Eğer o kişi buzdolabını tuvalete, gardırobu mutfağa, koltukları banyoya, çamaşır makinesini salona koyuyorsa bu kişiye hikmet verilmemiş demektir.

Hikmetin en kısa pratik tanımı “muhakeme, düşünme karar verme yeteneğini kullanarak her şeyi yerli yerine koymaktır.”

Genelde bütün insanlar 100 parça eşyayı evde olması gereken yere koyabilecek seviyede bir donanıma sahip olduğu için “Akıl verilen her insana standart paket içinde hikmet verilmiştir.” diyebiliriz.1186

Allah Her Şeyi Hikmetli Yapan Hakîm’dir

Hikmetin bu pratik tanımının sağlamasını Allah’ın icraatı üzerinden gösterebiliriz.

Bu iki yapıya bakıp da hiç kimse şunu diyemiyor: “Ben olsaydım karaciğeri oraya koymazdım, gökteki ay’ı da şuraya koymazdım.”

Aynı pencereden Allah’ın dinine; bizi davet ettiği İslam evine baktığımızda, beden ve dünya evini hikmetle inşa eden Allah’ın bu evi de hikmetle inşa ettiğini bir hak dinde olması gereken ne varsa yerli yerine koyduğunu görüyoruz.

Tam bu noktadan aşağıdaki başlıkla devam edelim,

Peygamberlere Verilen Hikmete Gelince

Peygamberlere verilen hikmet onlara vahyin verilmesi, aklı vahyin rehberliğinde kullanmaları şeklinde oluyor.

Bunu biraz daha açarsak, birine hikmet verilmesinden amaç: Allah’ın Hakîm isminin tecellilerini hayatın her alanına yansıtmak, hayatın her alanında hikmetle hükmetmektir.

Verilen hikmete bu açıdan bakıldığında, onlara tabi olan her mümine de kendi çapında hikmet verilmiş oluyor.

Bu hikmetin hayata yansıması iki noktada oluyor.

Zaten Allah tarafından verilen birinci hikmetin veriliş amacı, ikinci hikmete referans olması, hayatın her alanında vahyin rehberliğinde hikmetle hükmedilmesidir.

İkinci noktayı Hz. Lokman’a verilen hikmet üzerinden açıklamaya çalışırsak şunları diyebiliriz. Hz. Lokman verilen hikmetten (kural, ilke, yöntem manasında) hikmet üretiyor. Peygamberlere ve onlara tabi olanlara çocuk terbiyesi konusunda bütün detayları içerecek şekilde bir hikmet verilmiyor. Ana hatlar veriliyor o ana hatlardan detayları üretme peygambere ve müminlere bırakılıyor.

Özetlersek, yukarıda örnekler ifade ettik; hikmet akıl verilen her insana verilen standart bir nimettir. Peygamberlere verilen hikmet, onların tebliğ ettiği vahye tabi olan her Müslümana anlayışı kavrayışı nispetinde verilmiş oluyor. Bu hikmetin verilmesinin bir “hikmeti” de bu hikmetten hikmet üretmek. Hakîm isminin tecellisi olan hikmeti bütün hayatı kuşatan değere dönüştürmek.

Hikmet Şükür Sebebidir

Bu tefsir çalışmamızda şükür kelimesinin verilen her nimeti veriliş amacına uygun kullanmak olduğuna dikkat çekmiş bu konu üzerinde geniş olarak durmuştuk.1187

Şükrün varlık gayesiyle bağlantısını kurduktan sonra 12. ayeti şöyle anlayabiliriz. Aklın insana verilmesinin en önemli sebebi insanın şükretmesidir. Yani aklın şükrü vahyin rehberliğinde hikmetli işler yapmak, hikmetle hükmetmektir.

Böyle değerli bir nimeti veriliş amacı dışında kullanmak da bu ayetin devamında nankörlük olarak tanımlanıyor.

Hz. Lokman’a Hikmet Verildi mi, Aldı mı?

Bu soruya iki türlü cevap verebiliriz hem verildi hem de aldı.

Hz. Lokman’ı peygamber olarak değerlendirirsek, peygamberlere risalet/elçilik görevinin bir parçası olarak vahyin verilmesine bağlı olarak hikmet verilir.

Peygamberleri resul olmanın yanında beşer yani biz insanlardan biri olarak değerlendirirsek, onlar vahiy üzerinden verilen hikmeti alma, geliştirme noktasında bize örnek olurlar.

Burada asıl dikkat çekmek istediğimiz nokta, İslam dininde hikmetin hem verilen hem de alınabilen bir değer olduğuna dikkat çekmekti.

Bir kaynak olarak Allah tarafından veriliyor, kaynaktan istifade noktasında her insan kendi ilim, irfan, irade kovasına göre istifade edebiliyor.

Soru Şu: Sen Anne-Baba Olarak Hikmet Aldın mı?

Bu soruyu buradaki ayetler üzerinden cevap verirsek, Allah (cc) çocuk terbiyesi, çocuk eğitimi, çocuk gelişimi gibi bütün konularda kaynak olarak hikmeti vermiştir. Verdiği hikmeti almayı da insanın iradesine, emeğine, çabasına bağlamıştır.

Günümüz için konuşursak bir çocuğu maddi ve manevi donanım yönüyle en güzel şekilde yetiştirmenin bilgisi/hikmeti yazılı ve görsel kaynaklarda mevcuttur.

Başlıktaki soru her anne-baba adayına sorulacak sorudur. Her anne-babanın da kendine soracağı sorudur.

Varsayalım çocuk terbiyesinde gereken bilgi 100 birim olsun. Bu 100 birim bilgi bugün mevcuttur.

Burada bir başka soru da şudur: Bu 100 birim bilgiyi öğrenmeden evlenen veya evlendikten sonra öğrenmeyen anne baba adayları, çocuk eğitimi konusunda ortaya çıkacak olumsuz sonuçlardan sorumlu mudur?

Özetlersek, çocuk terbiyesinin garanti verilerek yapılmayacak bir iş olduğunu biliyoruz ama çocuk yetiştirme konusunda her anne-babanın temel bilgileri öğrenme noktasında bir hikmet eğitimi almasının zaruret olduğuna inanıyoruz.

12. ayetin sonunda geçen Esmaya gelince,

Ganî ve Hamîd Esması Bize Ne Diyor?

Bu esma önce şükredenlere şunu diyor:

Şükür verilen nimetlerin artma sebebidir. Allah Ganî ismiyle nimetlerini artırır, bereketlendirir.

Aklı veriliş amacına uygun kullanmak, kulu Allah’ın Hamîd ismine ayna yapar. Kul Allah tarafından övülen ve sevilen kullar arasında bulunma şerefine mazhar olur.

Bu esma nankörlük edenlere şunu diyor: Nankörlük ederseniz bu iki ismin tecellisinden mahrum kalırsınız. Dünyada maddi olarak zenginleşseniz bile, milyonlar tarafından övülseniz bile bunun ahirete yönelik hiçbir faydasını göremezsiniz.

13. Âyet: “Yavrucuğum” Sevgi Dili

Yukarıda “Bütünde Parçayı, Parçada Bütünü Görme Yöntemi” ifade etmiştik, Kur’an bazen parçayı verir, bütünü görme işini bize bırakır. Bu ayette de bunu görüyoruz. Ayette geçen “Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma!” ifadesi, çocuğun manevi gelişim eğitiminde verilecek iki eğitime işaret ediyor.

“Yavrucuğum” ifadesi sevgi eğitimine işaret ederken, “ortak koşma” ifadesi bilgi eğitimine işaret ediyor.

Bu çalışma bir tefsir çalışması olduğu için bu konuların detaylarına giremiyor sadece işaret ediyoruz. Detaylar için aşağıda dipnotta ismini verdiğimiz kitaba bakılabilir.1188

Şirk konusuna da daha önce değindik, onun için de dipnotta verdiğimiz referanslara bakılabilir.1189

Hz. Lokman Çocuk Terbiyesine Nereden Başladı?

Bir kere daha ifade edelim, çocuk terbiyesi tek başına yüzlerce sayfalık bir konu. Biz burada bu konuda yanlış anlaşılan birkaç noktaya aşağıdaki soru üzerinden dikkat çekmek istiyoruz.

Kur’an’ın ve İslam’ın Dili Emir ve Talimat Dili mi?

Burada Hz. Lokman’ın çocuğuna verdiği öğütlerde geçen “ortak koşma, namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten sakın, sabırlı ol, yüz çevir, böbürlenerek yürüme, mütevazi ol, sesini alçalt” gibi ifadelere baktığımızda karşımıza “emir ve talimat dili” çıkıyor. Geniş halk kitleleri bu dili Kur’an’ın dili, dinin dili zannediyor ve birçok İslam ülkesinde gelenek ve kültür buna göre şekilleniyor, evlerde çocuğa verilen din eğitimi bu dile göre şekilleniyor.

Bunların tamamı, Kur’an’ın ayetlerde kullandığı pratik anlatma yönteminin bir sonucudur. Kur’an’da, onun dilini baştan sona domine eden yönlendiren bir ayet vardır.

“Sen (insanları) Rabbinin yoluna(sevgi, ilgi, bilgi ve ikna dillerini kullanarak) hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla (dostların sayısını artıran, düşmanların sayısını azaltan bir yol izleyerek) en güzel şekilde mücadele et...”1190

Dinin bu konudaki dilini belirleyen ayetlere bir “takım” dersek, bu ve benzeri ayetler takımın kaptanıdır.

Bu açıdan baktığımızda “yavrucuğum” hitabı ile öne çıkan sevgi dili daha da baskın hale gelir.

-Çocuklara şeker tavsiye etmiyoruz ama tatlıyı sevdiklerini dikkate alırsak- çocuğa verilen her bilgi ama her bilgi tatlı bir ambalaj içinde verilmelidir. Konu dini konu olunca tatlının daha tatlı hale getirilmesi gerekir.

Bu mümkün mü? Mümkün. Bu konuda bizim ve başkalarının yazdığı yüzlerce kitap bu konuda malzeme konusunda hiç de sıkıntı olmadığını gösteriyor.

Bu anlattıklarımıza bir “bakış açışı” dersek, Hz. Lokman’ın ifadeleri arasında geçen “yap, et” gibi bütün emirler aslında anne-babalara ve tüm eğitimcilere şu mesajı veriyor: “Yap” demeden önce “yapma” bilinci verin. Emir vermeden önce, o emrin gereğini yapabilecek kıvama getirin.

Özetlersek, Hz. Lokman işe “yavrucuğum” hitabı ile somutlaşan sevgi diliyle başladı. Ayette öne çıkan dil, tavsiye edilen dil değil, Kur’an’ın olayı anlatırken kullandığı dil.

Neden Sevgi Dilinde Israrlıyız?

Kur’an’a göre şekillenen din dilinde sevgiyle korku dengelenir. Korkunun öne çıktığı bir dil, maksadın aksi sonuçlar verir. Bizim bu konuda Açıklamalı Mealimizde Naziat sûresinin girişinde “Allah’tan Nasıl Korkmalı, Yılandan Korkar Gibi mi, Yoksa...?” başlığı altında yazdıklarımıza bakabilirsiniz.

Biz, bu tefsir çalışmasında bu konuya ilgili ayetler geldikçe çok vurgu yaptık. Burada konu uzamasın diye diğer referansları dipnotta veriyor, oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.1191

Namaz Kılmayan Çocuk Dövülmeli mi?

Bu bölümde Hz. Lokman’ın çocuğuna verdiği öğütler arasında (17. ayette) namaz kılması da geçiyor. Hem çocuk terbiyesi hem de namaz konusu burada bir arada yer aldığı için halk arasında çok konuşlan bir konuyu burada ele almanın faydalı olacağını düşündük.

Halk arasında başlıktaki soruya cevap verirken referans olarak öne çıkan rivayet (hadis) şu: “Çocuğunuz yedi yaşına geldiği zaman ona namazı öğretiniz (emrediniz), on yaşına geldiğinde namaz kılmaz ise dövünüz…”

Biz bir tefsir çalışmasının sınırlarını zorlamadan bu rivayetin sıhhati üzerinde teknik bir değerlendirme yapmak istiyoruz.

Rivayetin Kaynağı ve Dayandığı Hadisler

Bu rivayet, İbn Ebû Şeybe’nin el-Musannef, Ahmed b. Hanbel’in Müsned, Ebû Davud ve Tirmizî’nin Sünen adlı eserleri gibi klasik hadis kaynaklarında yer alır. Bunun yanında, Taberânî’nin el-Mu’cemü’l-Kebîr, Beyhakî’nin es-Sünenü’l-Kübrâ ve Dârekutnî’nin Sünen adlı eserlerinde de zikredilmiştir. Ancak bu kaynaklarda rivayet zincirleri incelendiğinde, isnadların güvenilirlik bakımından ciddi problemler taşıdığı ortaya çıkmaktadır.

Rivayetin Sahihlik Durumu

Senet Analizi:

Rivayet birkaç farklı sahabiye isnad edilmiştir, ancak bu isnadlar zayıf râviler veya meçhul kişiler içerdiğinden dolayı güvenilir kabul edilmemektedir. Bu konuda üç Sahabinin rivayetine bakalım.

Metin Analizi:

Hadisin metnindeki “dövünüz” ifadesi, Peygamberimizin (sav) çocuklara ve eğitime yönelik sevgi dolu ve teşvik edici yaklaşımıyla açık bir çelişki içerisindedir. Peygamberimiz, hiçbir zaman dayak veya fiziksel cezayı eğitim aracı olarak benimsememiş, aksine merhamet, sabır ve teşvik yöntemlerini önermiştir. Bu yönüyle rivayetin metni, İslam’ın özüne ve Peygamberimizin sünnetine aykırı düşmektedir.

Rivayetin Amel Edilebilirliği

Hadis usulünde, bir rivayetin zayıf veya cerhedilmiş olması, onunla amel edilemeyeceği anlamına gelir. İncelediğimiz rivayet, sahih kabul edilmediği gibi, metnindeki pedagojik uygunsuzluk ve sünnetle çelişkisi sebebiyle amel edilebilir olmaktan uzaktır. Eğitimde dayak gibi yöntemlerin, İslam’ın rahmet ve merhamet temelli ruhuna aykırı olduğu açıktır. İslam, korkuya değil, sevgiye dayalı bir dini eğitimi teşvik etmektedir.1192

Özetlersek, “namaz kılmayan çocuğun dövülmesi” ile ilgili rivayet Kur’an’dan ve sahih sünnetten onay almıyor. Tavsiyemiz bu rivayeti kullananların dipnotta verdiğimiz referans üzerinden bu rivayeti bir kere daha gözden geçirmeleridir.

14. Âyet: Anne-Babaya İyi Davranma Konusu ve Bu Ayetin Farkı

Kur’an’da anne-babaya iyi davranmayı tavsiye eden başka ayetler de fakat bu ayette geçen şu ifade “eni-şkurlîvelivâlideyke/bana ve anne-babana şükret” Kur’an’da sadece burada geçiyor.

Dikkat çektiğimiz bu konuya tekrar döneceğiz. Şimdi bu ayetler ilgili öne çıkan soru ve konulardan devam edelim.

Allah Neden Anne-Babaya İyiliği Emretmiyor da Tavsiye Ediyor?

Konuyu açma adına birkaç soru daha soralım

Allah (cc) Allah-insan ilişkisinde emir dili kullanırken, neden ayette geçen “Vevassaynâ-l-insâne” ifadesiyle ebeveyn-çocuk ilişişinde tavsiye dili kullanıyor? Onda da emir dili kullansa olmaz mıydı?

Bu önemli çok önemli bir soru.

Önce şunu ifade edelim Kur’an’da anne-babaya iyi davranmanın tavsiye edildiği diğer ayetlerde de emir değil tavsiye kelimesi geçiyor.1193

Kur’an’da tavsiye kelimesi, emir manasına da kullanıldığı için biz dahil birçok meal bu ifadeye emir manasında veriyor.

Fakat bizim tercihlerimiz mevcut durumu ve Kur’an’ın neden böyle bir dil kullandığı sorusunun cevabının önemini değiştirmiyor.

Kur’an bu dili kullanarak “yaratan-yaratılan”, “yaratılan yaratılan” arasında ilişkinin farkını ortaya koyar.

Yaratıcı-yaratılan ilişkisi olan Allah-insan ilişkisinde, Allah emreder ve insan, akıl ve iradesini kullanarak bu emirleri yerine getirir. Çünkü Allah mutlak iyidir (El-Berr). Allah insandan ne istiyorsa onun iyiliği ve ona vereceği fayda için ister. Allah El-Hak olduğu için O’nun isteklerinde insana karşı zerre kadar haksızlık yoktur. O yüzden Allah-insan ilişkisinde asla suiistimal yoktur. O yüzden Allah emreder.

Anne-baba ile çocuk ilişkisi “yaratılan yaratılan” ilişkisidir. Bu ilişkide anne-baba insandır. Hata ve yanlış yapabilir. Kendisine verilecek mutlak itaat yetkisini suiistimal etme ihtimali var.

İşte en temelde bu fark nedeniyle birinde emir diğerinde tavsiye kelimeleri kullanılıyor.

Bu fark üzerinden anne-babaya çok önemli bir mesaj veriliyor: Bir canlı dünyaya getirmek sevilmeyi ve sayılmayı hak etmek için yeter şart değildir. Bu işi üreyen diğer canlılar da yapıyor.

Anne-baba sıfatı her ebeveyne sorumluluk yükleyen sıfatlardır. Çocuktan saygı ve sevgi görmenin asgari şartlarından biri de o sorumlulukları yerine getirmektir.

İşte bu noktada Allah (cc) anne-babaya iyi davranma emrini bir nevi şarta bağlıyor (bu şartlardan birini 15. ayette göreceğiz) ve onlara diyor ki: Güzel örnek olacaksınız; önce siz çocuğunuzdan iyi bir davranış görmek için, size düşenleri yapacaksınız.

Özetlersek, biz istisnaları olmakla birlikte genelde bütün anne-babaların iyi olmak için elinden geleni yaptığını düşündüğümüz için mealimizde tavsiye kelimesine “emretti” manası verdik. Bunun bir sebebi daha var onu da bu konuyu tamamlayan diğer başlıkta devam edelim.

Allah (cc) Neden Anne Babaya İyilik Yapmayı Emretti?

Önce şunu ifade edelim, Allah her insana iyi olmayı; iyi bir insan olmayı emretti. Hatta en temel görev olarak farz kıldı. İslam dininde bütün emirler insanın iyi bir insan olması içindir.

Genelde “iyi olmak”, güzel ahlak sahibi olmak ve kamil insan olmak şeklinde ifade edilse de gerçek değişmiyor, insanın bu dünyadaki asıl görevi iyi bir insan olmaktır.

İyi bir insan olmanın en temel şartı, iyilik yapana iyilikle karşılık vermektir.

O zaman soru şu: İnsana en büyük iyiliği kim yapmıştır?

Cevap: İnsana en büyük iyiliği yapan El-Berr olan Allah’tır. Allah (cc) ekosistemdeki her şeyi insana yaptığı iyiliğin aracıları yapmıştır.

Bitkiler fotosentez yapma, meyve sebze verme, hayvanlar et, süt, yağ, bal verme iyiliğinde, güneş ışık verme, bulut yağmur verme iyiliğinde aracı olmuşlardır.

Bu kadar iyilikten sonra “Allah insana niçin iyilik yaptı?” sorusunun bir cevabı da onun iyilik yapan bir varlık olması içindir.

Allah (cc) insana yaptığı iyilikler içinde en büyük iyiliklerinden birini anne-baba üzerinden yapıyor.

Dünyaya gelmesi gibi büyük iyilikte aracı yapmanın yanında dünyaya geldikten sonra da evlenene kadar; onu hayata hazırlama sürecinde de anne-babayı aracı yapıyor.

Bu anlattıklarımızı imtihan dünyasının dekoru içine koyarsak, insanın karşısında iki iyi var:

İmtihan dünyasında bu iki iyiye karşı insana görev veriliyor. O görev ayette “eni-şkurlîvelivâlideyke/bana ve anne-babana şükret” şeklinde şükür kavramı ile ifade ediliyor.

Biz daha önce şükür hakkında açıklamalar yaptık ve dedik ki: Şükür insanın verilen her nimeti veriliş amacına uygun kullanmasıdır. Şükür için yaptığımız bu tanım aynı zamanda Kur’an ölçülerinde iyi insan olmanın da tanımı oluyor.

Bu açıklamalardan sonra başlıktaki sorunun cevabına gelirsek, Allah (cc) insana sayısız iyilik yapıyor. Yaptığı iyilikler üzerinden ona şu mesajı veriyor: Ey insan! Seni yoktan yaratmakla, sana sayısız nimetler vermekle sana en büyük iyiliği yaptım. Senin önüne iyi bir insan olmak hedefi koydum. Bu dünyada iyi bir insan olmanın yolu iyi davranmaktan, iyilik üreten bir insan olmaktan geçiyor. Bu hedefe ulaşman için de senin iyilik yapmanı istiyorum. En büyük iyiliği de saygı ve sevgi göstererek anne-babana yapmanı istiyorum. Böyle davrandığında, iyi bir insan olma hedefine giden yolda kendine en büyük iyiliği yapmış olacaksın.

Özetlersek, imtihan dünyasında insanın yaptığı her iyilik, aslında iyi bir insan olma yolunda kendine yapmış olduğu bir iyilik olacaktır. Ne kadar çok iyilik yaparsa, kendine o kadar çok iyilik yapmış olacaktır.

“Dönüş Banadır” Üzerinden Verilen Mesaj

14. ayetin sonunda “dönüş banadır” deniliyor. Bunun bütün insanlara iki türlü mesajı var.

Birinci Mesaj: İyi bir insan olma hedefine ulaşmak için verilen imkanları kullanmaz, kötü bir insan olarak ahirete gelirseniz. Bunun sonuçları olacaktır. Bu kötü sonla karşılaşmamak için, hâlâ yaşıyorken iyi insan olma fırsatını kaçırmayın.

İkinci Mesaj: Yaptığınız bütün iyilikleri Allah rızası için yapın. Dünyada insanlardan bir karşılık beklemeyin. Siz istemeden gelenler olursa o ayrı ama siz karşılık beklemeyin. Karşılık beklerseniz, bu beklenti Allah rızası için iyilik yapma niyetinin saflığını bozar. İhlasa zarar verir…

Özetlersek, yaptığınız her iyiliğin karşılığını dünyada beklemeyin, döndüğünüz yerde alma niyetiyle yapın.

Kur’an’ın Amacı Sütten Kesilme Süresini mi Vermek? Yoksa

Kur’an burada ve Ahkaf sûresinde sütten kesilmeyle ilgili ayrı ayrı süreler veriyor. Bu sürelerin farklı olması Kur’an’ı yüzeysel okuyanlar tarafından eleştiri konusu yapılıyor.

Öncelikle şunu ifade edelim. Kur’an bir tıp kitabı değil. Onun amacı burada süre vermek de değil. Burada öncelikli amaç çocukların anne-babaya karşı görevleri.

Kur’an bu ana konu altında özellikle annenin çocuğu için yaptığı fedakarlığa dikkat çekiyor. Bu dikkat çekmeyi yaparken de anne sütünün çocuğun sağlıklı gelişimi üzerindeki etkisinin anlaşılması için de bir süre veriyor.

Surelerdeki sürelerin farklı olması ayetlerdeki başlangıç noktasından kaynaklanıyor.

Kur’an burada (Lokman 14) doğumdan sonra sütten ayrılması iki yıl (24 ay) derken. Ahkaf 15’de ana karnında gelişme süresini de verdiği zamanın içine kadar katarak 30 ay diyor. Bu rakamları eleştiri konusu yapanlar her doğumun 9 ay 10 gün sürdüğünü düşünerek yapıyorlar.

Burada karşımıza iki durum çıkıyor:

Birincisi her doğum 9 ay 10 gün yani 40 hafta (280 gün) de olmuyor. Bazı çocuklar erken dünyaya geliyor. Erken dünyaya gelen (prematüre) çocuklarda, 6. ay ve yukarısı yaşama ihtimalinin yüksek olduğu ay oluyor. Kur’an 30 derken bunu baz almış olabilir.

İkincisi dünyanın hiçbir ülkesinde çocuk emzirme süresi için sabit bir zaman verilmiyor. Konu birçok değişkene bağlı olduğu için farklı süreler karşımıza çıkıyor. Kur’an’ın burada ideali seslendirdiğini ve esnek bir süre verdiğini düşünürsek, çocuğun emzirme süresi 20 ile 30 ay arasında olsun dediği sonucuna varabiliriz.

Ama bu bile bir emir değil. İslam alimleri bu ayetlerdeki esnekliği gördükleri için, bu ayetlerdeki ifadeleri kesinlik ifade eden bağlayıcı emirler olarak anlamışlardır.

Özetlersek, bu ayetlerde amaç annenin çocuğu için katlandığı sıkıntıları anlatmak. Onu anlatırken de dolaylı olarak anne sütünün çocuğun gelişimindeki önemine vurgu yapmak.

15. Âyet: Anne-Baba Çocuğunu Zorlayabilir mi?

Bu ayete önce zaman üstü ve genel bakacak sonra bağlamı ile birlikte değerlendireceğiz.

Dünyanın her yerinde şöyle bir evrensel kabul vardır: Anne-baba çocuğunu mutlak iyi olan şeylere zorlayabilir.

Nedir onlar? Mesela yemek yemek, su içmek, soğuktan sıcaktan korunması için giyinmek gibi konularda zorlayabilir. Bunun yanında okuma yazma öğrenmesi, belli yaşa kadar eğitim alması konusunda da zorlayabilir.

Bunlar ve benzerleri mutlak ve evrensel iyidir, bunları yapmak anne-baba olmanın gereğidir; bunlar devlet tarafından da desteklenir.

Bu yazdıklarımızın buradaki ayetlerle doğrudan bağlantısı olmadığını biliyoruz ama şu noktaya dikkat çekmek istedik. Bazı insanlar diyor ki: Allah bana sormadan beni neden yarattı?

Bu yazdıklarımız bu soruya cevap veriyor: Mutlak iyilerde insana sorulmaz. Mesela hiçbir insan yetişkin olduğunda yukarıda yazdıklarımıza zorladığı için anne-babasından ve devletten davacı olmaz.1194

Bu ayetin bağlamına gelirsek, soru şu:

Bir Anne-Baba Çocuğunu İmana ve İnkara Zorlayabilir mi?

İnsanlık tarihinde uzun zaman insan sahiplenilen bir “mal” olarak görüldü. Kavmi, kabilesi, annesi, babası ona tercihlerine saygı duyulan bir birey olarak bakmadı. “Bizdensen, benim çocuğumsan yapacaksın veya yapmayacaksın” şeklinde komutla, talimatla yönlendirildi.

Böyle bir ortamda insanlar “sürü psikolojisiyle” hareket etti. Günümüzde de bunun örneklerini görmek mümkün.

Bu noktada şunu diyebiliriz: Allah (cc) -bir yönüyle- vahyi ve peygamberleri insanlar sürü olmasın, başkaları yani onları dünyaya getirenler, onları yönetenler onları malı gibi görmesin, emellerine alet olmasın diye göndermiştir.

Bu bağlamda tevhid dini bir özgürlük hareketidir, peygamberler bu hareketin örnek liderleridir, bu harekete katılan bireyler, “ben özgür tercihimle buradayım” diyen insanlardır.

Tevhid dini insanları sürü olarak hareket eden “biz”den ayırır, insanlara kelime-i şehadet üzerinden “ben” bilinci verir. Ben bilinciyle hareket eden insan doğruyu da yanlışı da özgür iradesiyle kendisi seçer.

Bu ifadelerle “kişinin bir yere aidiyeti olmasın” demiyoruz. Tam tersine hangi grup, cemaat, topluluk içinde bulunuyorsa özgür iradesiyle bulunsun; doğrularına destek verirken, yanlışlarını eleştirebilme cesaretini hep muhafaza etsin.

Geçmişte ve günümüzde uygulamada bu şekilde olmasa bile “İslam dininin gerçeği budur.”

Aksi olabilir mi? Yani çoğunluk öyle iman ediyordu bende öyle iman ettim, doğduğum ülkede çoğunluğa uydum, zorlandığım için iman ettim, başıma geleceklerden korktuğum için iman ediyor göründüm, ceza almamak için namaz kıldım…

Bu açıklamalardan sonra başlıktaki sorunun cevabına gelirsek, anne-babalar çocuklarını belli bir yaşa kadar kendi inandıkları dine örnek olarak ve bilgi vererek yönlendirebilir. Ama asla zorlayamaz.

Müslüman Olan Birini Anne Babası İnkara Zorlarsa Ne Yapacak?

Aslında ayetin doğrudan konusu başlıktaki sorunun cevabı, biz bu konuyu vesile yaparak, üzerinde pek durulmadığını düşündüğümüz yan konularda akla gelebilecek sorulara da cevap vermeye çalıştık.

Benzeri ayetleri de dikkate alırsak1195 başlıktaki sorunun cevabı şu: Zorlamalara boyun eğmeyecek.

Ama burada bir incelik var. Kur’an bunu derken “Onlarla dünya işlerinde iyi geçin” demeyi de ihmal etmiyor.

Bu inceliği dikkate aldığımızda Kur’an ailesine rağmen iman edecek insanlara zaman ve mekan üstü bir yöntem tavsiye ediyor. Bu işe karar verdiğinizde gelecek tepkileri baştan dikkate alın. O tepkileri yumuşatacak yöntemler izleyin. Ailelerin büyük bir kısmı İslam’ı terörle eşitleyen, İslam’ı aşırı akımlar üzerinden yanlış tanıtan medyanın, grup veya şahısların etkisinde kalıyorlar. Onlara empati yapın. Anne-babanızın endişelerini anlamaya çalışın. O endişeleri giderecek açıklamalar yapın. Buna rağmen sizi inanç konusunda zorluyorlarsa yetişkin bir birey olarak özgür tercih hakkınızı kullanın. Ama bütün bunlara rağmen onlarla diyalog yollarını açık tutmaya çalışın, iyi geçinme noktasında gayret gösterin.

16. Âyet: Sorumluluk Eğitimi

Ayetin özü itibarıyla dediği şu: “İyi-kötü, doğru-yanlış, hayır-şer ne yaparsanız yapın Allah onu mutlaka ortaya çıkaracaktır. Yaptığınız her şeyi hesap gününde önünüze koyacaktır.”

Ayet bunu derken muhatapla diyalog kuruyor, muhatap çocuk olduğu için onun çocukça düşünen zihninden gelecek şu sorulara üç aşamalı cevap veriyor.

Aslında bu “evet”lerin tamamı muhataba şunu diyor: Evet senin bir tercih özgürlüğün var ama yaptığın her tercihin sonuçlarından sorumlu olacaksın. Madem sorumlu olacaksın, bu tercihlerin bir gün önüne konduğunda “ah keşke yapmasaydım” diyeceğin tercihleri yapma.

Biz ayette geçen bu konuya “sorumluluk eğitimi” diyoruz. Bu eğitim çocuğa yaşına göre, anlayış ve kavrayışının gelişimine bağlı olarak sürekli dozu artırılarak verilir.

Bu konuyu da bir tefsir çalışmasının dışına taştığı için yukarıda dipnotta ismini verdiğimiz davranış eğitimi kitabımıza ve benzer kitaplara havale ederken şu kadarını ifade etmiş olalım.

Çocuğa verilecek sorumluluk eğitimi dünya ve ahiret olarak ikiye ayrılır.

Dinimize göre çocuklar akıl baliğ olana kadar (buna 15 yaş diyebiliriz) yaptıkları yanlışlardan ahirette sorumlu olmazken, iyiliklerin karşılığını görebilir.

Bu nedenle ahirete yönelik konularda özellikle “şu yasağa şöyle bir ceza, bu günaha ve harama böyle ceza var” şeklinde ifadelerden kaçınmak gerekir. Buna rağmen bu konular açılırsa orada da yaşına göre cevaplar verilebilir.1196

Çocuğa verilecek ceza türlerinin hiçbirinde sözlü ve fiziki şiddetin (dayağın) olamayacağını, bunları uygulamanın “ben bu işleri (çocuk eğitimini) bilmiyorum” anlamına geleceğini, olmasının gerekenin ne olduğunu ilgili kitaplarımızda geniş olarak anlattık.

Burada konuya aşağıdaki ayetin sonunda gelen esma ile devam edelim.

Bu iki esma “Bu ayette geçen konu Allah’ın hangi isimlerinin tecellisidir?” sorusuna cevap veriyor.1197

Bu soruya Latîf ismi, Allah (cc) Latîf olduğu için, bütün varlıklara her yönüyle nüfuz ettiği için her şeyi bilir. Habîr ismi de Allah (cc) her şeyden haberdar olduğu için her şeyi bilir. Cevabını veriyor.

17. Âyet: Namazın Çocuğa Monte Edilmesi

Bu ayette geçen konuları da eğitim başlığı altında ele alırsak burada dört eğitim öne çıkıyor: İbadet, doğru-yanlış, sabır ve çalışma eğitimi.

İbadet Eğitimi,

Müslüman bir ailede anne-babanın namaz kıldığı bir evde ibadet eğitimi hayatın olağan akışı içinde verilir. Bizim hiçbir şey dememize gerek kalmadan 2-3 yaşında çocuk bizim namazlarımıza eşlik eder.

Çocuk kitaplarımızda ifade ettiğimiz bir hususu burada da ifade edelim. Çocuklar ergen olana kadar hayatta her şeye oyun ve oyuncak olarak bakarlar. Öyle baktığı için onun mesleği oynamaktır. Bu gerçeği bilen anne-babalar onunla onun seviyesinden iletişim kurmak ve ona onun seviyesinden mesaj vermek için onunla meslektaş (oyun arkadaşı) olurlar.

Meslektaşlarının namaza da bir oyun olarak baktığını bildikleri için ona “gel seninle namaz kılma oyunu oynayalım” derler. Bu oyun Ramazanda oruç tutma oyunu olur. Bu oyun muhtaç birilerine yardım ederken zekat verme oyunu olur.

Bazıları dünyanın en ciddi işi olan “ibadet” ve “oyun” kelimelerinin yan yana gelmesinden rahatsız olabilir.

Bu kişilerin şunu bilmesinde fayda var. Bizim adına oyun dediğimiz şey, çocuğun neredeyse hayatında 10 yıl boyunca hemen hemen her gün yaptığı en önemli ve en ciddi işidir. O yüzden oyun ve oyuncak seçimi çok önemlidir. Çocuk oyun ve oyuncakları üzerinden geleceğe hazırlanır. Gelecekte önüne hedef olarak koyacağımız şeyler, çocukken oyun içinde konur.

Doğru-Yanlış Eğitimi

Ayette geçen “İyiliği (sevgi, ilgi, bilgi ve ikna dilleriyle) teşvik et. Kötülükten (de yine aynı dillerle) sakındır.” ifadesi bu eğitimin referansıdır.

Bu eğitimde çocuğun dünyasına olabildiği kadar küçük yaşlarda doğruları ve yanlışları monte etmeye çalışırız.

Mesela bir evde çocuğun uzak durması gereken (yanıcı yakıcı, ilaç, sivri şeyler) yanlıştır. Yapmasını istediğimiz iyi ve güzel şeyler doğrudur.

Çocuğun yaşının büyümesiyle, çevresiyle etkileşimi artacak ve buna bağlı olarak doğru ve yanlışların da sayısı artacak.

Bu noktada anne-babalara çok önemli bir görev düşüyor. Mümkün olduğu kadar çocuğa her doğru neden doğru, her yanlış neden yanlış bunu açılamaya çalışmaları gerekiyor.

Çocuk doğruyu yaparken yanlışı yaparken de anne-baba dediği için yapmayacak. Onların doğru ve yanlış olmalarının gerekçelerini bilerek yapacak. Bu neden önemli? Şundan: Gerekçelerini bilmezlerse biz varken, bizim yanımızdayken onları yapar veya yapmazlar. Oysa ki, biz, biz yokken de o şeyleri yapmalarını ve sakınmalarını istiyoruz.

İşte bu nedenle gerekçeler üzerinden doğru yanlış eğitimi vermek çok önemlidir.

Sabır ve Çalışma Eğitimleri

Bir kere daha ifade edelim, çocuk terbiyesi bir tefsir çalışmasını aşan ve taşan geniş bir konu o yüzden biz burada sadece konuya işaret ediyor. Detaylarını ilgili kitaplara bırakıyoruz.

18. 19. Âyet: Ahlak (Fıtrat) Eğitimi

Önce İnsan (Sonra Müslüman) Eğitimi

Kur’an muhatabını yetiştiren, geliştiren bunun için de ana hatları verdikten sonra diğer parçaları bulma konusunu ona ev ödevi olarak veren bir kitaptır.

Kur’an bir “çocuk terbiyesi kitabı” veya “kişisel gelişim kitabı” değil ama Kur’an bu konularda bir yol ve yöntem belirlemede temel ipuçlarını veren bir kitaptır.

Kur’an bu ipuçlarını, genelde “bakın, okuyun, araştırın, inceleyin” dediği yaratılan ayetler üzerinden verir.

Adına fıtrat da dediğimiz yaratılan ayetlere baktığımızda dünyanın hemen her yerinde çocuğun eğitimine ilk başlangıç noktası ahlak eğitimidir.

Din eğitimini davranış eğitimi ve bilgi eğitimi olarak ikiye ayırırsak, çocuğa (inanç, itikat ve amel gibi) dini bilgilerin olması gereken şekilde verilme yaşı 11-12 yaşından sonra başlar.

Davranış eğitimi ise hemen doğumla başlar.

Davranış eğitimde ahlakın iki temeli verilir. Bunun birincisi sevgidir, ikincisi insan ve diğer canlıların haklarına saygılı olma anlamında kural eğitimidir.

İstisnası olabilir ama genelde her anne-baba dünyaya gelen çocuklarına bol bol sevgi verir. İçe doğru verilen bu sevginin verilme sebeplerinden biri de birkaç yıl sonra dışa doğru sevgi ve saygı olarak çıkmasıdır.

Bu sevgi, dışa doğru sevgi ve saygı olarak çıktığında çevresindeki (insan, hayvan, bitki gibi) bütün canlıları sevme, onları sayma onlara zarar verecek her şeyden sakınma olarak kendini gösterir.

Çevrenin (yanlış eğitim vererek yaptığı) müdahalesi olmazsa genelde fıtratın akışı böyledir.

Bu fıtri akış üzerinden bir tespit yaparsak, din binasının temelinde ahlak vardır. Sonra itikat (iman) sonra ibadet ve uygulama anlamında salih amel gelir.

Bu temel çocuk yetiştiren her anne-babaya, eğitimciye şu mesajı verir: Önce (güzel ahlak sahibi) insan yetiştir, sonra Müslüman.

Bu temel kendini inşa eden her insana şu mesajı verir: Önce (güzel ahlak sahibi bir) insan ol, sonra Müslüman ol.

Bu tespitlere şöyle bir itiraz gelebilir. Müslüman olmanın içinde zaten insan olmak da var.

Doğru (İslam’ın ahlaki değerlere verdiği önem üzerinden) genel bir bakış yaparsak öyle demek de mümkün ama günümüzde işin ahlak temeli çok ciddi şekilde ihmal edildiği için, hayatın içinde Müslüman görünen ama güzel ahlak sahibi olmayan; çok rahat yalan söyleyen, çok rahat kural, hak ihlali yapan kişileri görünce böyle bir ayrım yapmanın çok önemli olduğunu düşünüyoruz.

Hatta bir farkındalık meydana getirme adına “İslam’ın ilk şartı güzel ahlak olabilir mi? Kişiye güzel ahlak kazandırmayan ibadetler sevap kazandırır mı?” gibi soruları sormakta da fayda görüyoruz.

Özetlersek burada yaptığımız değerlendirmeler ayetlerin metniyle doğrudan ilişkili olmasa bile, bütüncül bir bakış adına çok büyük önem arz ettiği için, paylaşmanın faydalı olacağını düşündük.

Yürüyüş Adabı Parçada Bütünü Gösteriyor

Lokman sûresi'nin bu ayetlerinde zahiren yürüyüş adabı anlatılıyor gibi görünse de, Kur'an'ın üslubu parçada bütünü gösterme şeklindedir. Hz. Lokman oğluna sadece yürümenin değil, bir insanı medeni, görgülü ve zarif kılan bütün davranışların adabını öğretmektedir. Oturma, kalkma, konuşma, yeme-içme, misafir ağırlama gibi tüm davranışlar bu eğitimin bir parçasıdır.

Neden yürüyüş öne çıkıyor?

Kur'an-ı Kerim'de adab-ı muaşeret konusunda yürüyüşün öne çıkması tesadüfi değildir. Furkan sûresi 63. ayette de "Rahmân'ın kullarının yeryüzünde tevazu ile yürümeleri" vurgulanır. Orada “Tevazuyla Yürümek Nedir?” başlığı altında birtakım değerlendirmeler yaptık. Öncelikle oraya bakılmasını tavsiye ediyoruz. Burada oradaki açıklamalarımızın devamı olarak bazı noktalara işaret edeceğiz.

Yürümek: Hayattaki Görünür Halimiz

İnsan yaşamı iki temel halde seyreder: Sabit ve hareketli. Yemek, içmek, uyumak gibi eylemler sabit tarafa aitse de yürümek insanın mobil ve en görünür halidir. Bu görünürlük sadece fiziki değildir;

Kişi yürürken

Yürümek Bir Farkındalıktır

Her meslek sahibi, temsil ettiği makamın gerektirdiği bir duruş sergiler. Hakim, savcı, asker, polis veya din görevlisi; makamının farkındalığını davranışlarına yansıtır. Bu yansımanın görülmediği durumlarda o kişiye "Temsil ettiğiniz makamın farkında mısınız?" sorusu sorulur.

Müminin Yürüyüşü

Bu bağlamda her Müslüman:

  1. Rahmân'ın kulu olma

  2. Mümin olma

  3. Hz. Muhammed'in (sav) ümmetinden olma sıfatlarını manevi bir elbise olarak üzerinde taşır.

Bu sıfatların manevi ağırlığını hisseden insanın:

Özetlersek, yürümek, Müslüman için basit bir hareket değil, temsil ettiği değerlerin farkındalığıdır. Bu farkındalık, hayat yolculuğunda sadelik ve tevazu olarak tezahür eder. Hz. Lokman'ın öğüdündeki yürüyüş adabı, aslında tüm davranışlarımızın özeti niteliğindedir.

Eşek Sesi Çirkin mi?

Yüzeysel bir okuma yapanlar, Kur’an’da yer alan “hayvan gibi”, “hayvandan aşağı”, “seslerin en çirkini”, “aşağılık maymunlar”1198

gibi benzetmeleri yanlış yorumlayarak hayvanların pis, kötü veya çirkin olduğunu düşünebiliyor ve hatta kötülemek istedikleri insanları hayvanlara benzetme yoluna gidiyorlar.

Öncelikle şunu net bir şekilde ifade edelim: Allah (cc), hiçbir hayvanı kötü olarak yaratmamıştır. Her hayvan, ekosistem içinde Allah’ın ona verdiği özelliklerle, kendine düşen görevi yerine getirir.

Bunu bir hakikat olarak kabul edersek şu soru aklımıza gelir: Kur’an’daki benzetmeleri nasıl anlayacağız?

Genelde, ilk insan topluluklarından günümüze kadar farklı kültürlerde, insan davranışları hayvanlara benzetilmiştir. Bu benzetmeler, bazen insanın güçlü, asil ya da cesur yönlerini övmek, bazen de zayıf, tehlikeli ya da aşağılık olarak görülen özelliklerini küçümsemek için yapılmıştır. Bu konuda dipnotta verdiğimiz örneklere bakılabilir.1199

Farklı kültürlerde, toplumların hayvanlar üzerinden geliştirdiği bu tür benzetmeler, o toplumların değerlerini, korkularını ve ideallerini yansıtır. Dolayısıyla, bir hayvanın olumlu ya da olumsuz bir figür olarak görülmesi tamamen kültürel bir algıdır.

Kur’an, soyut kavramları somutlaştırma amacıyla bu tür benzetmelere yer verir. Ancak bunu yaparken, toplumların algılarını ve anlam dünyalarını dikkate alır.

Bu çerçevede, eşek sesi gerçekten çirkin bir ses midir? Hayır!
Eşek sesi, kendi ekosisteminde önemli bir işlevi olan sestir. Acil durumlarda, çektiği acıları ya da sıkıntıları ifade etmede bir “acil yardım butonu” gibidir.

Özetlersek, Allah’ın yarattığı hiçbir varlık çirkin değildir. Fakat insanların onlar hakkında birtakım algıları vardır. Kur’an o algıları vereceği mesajların anlaşılmasında kullanır.

20. Âyet: Her Anne-Baba Evde Hz. Lokman Olabilir mi?

Bu ayeti Lokman kıssasının devamı olarak okursak, her anne-baba misyon (görev) noktasında Hz. Lokman olabilir, onun verdiği öğütlerin aynısını çocuğuna verebilir. Peki daha fazlasını yapabilir mi?

Yapabilir. Nasıl? Kur’an’da her ayetin “öğüte” dönüştürülmesi mümkün, fakat bu çok yüksek (dini konuların yanında psikolojik ve pedagojik anlamda) seviyede uzmanlık ister. Ama bazı ayetler varken onları öğüte dönüştürmek ayet üzerinde düşünen hemen her anne-baba için mümkündür.

Bunun örneğini bu ayet üzerinden verebiliriz.

Çocuğa sorulur. Senin kaç hizmetçin var? Hizmetinde olanları sayar mısın? Çocuk bu soruya “benim hizmetçim yok” diyebilir. Bu beklenen cevaptır. Soru biraz daha açılır; senin yapamadıklarını senin için yapan, senin ihtiyaçlarını karşılayan kaç hizmetçin var?

Buradan sonra ipuçları verilebilir. Mesela,

Bütün bunlar sana hizmet etmiyor mu?

Peki bütün bunları senin hizmetine veren kim?... Bütün bunlarla sana olan sevgisini, sana verdiği değeri gösteren kim? … Bütün bunları bizim hizmetimize sunan bizden ne istiyor?

Evet bu ve benzeri formatta birçok ayeti düşündüren, devamında “ev yapımı öğüt”e, nasihata ve sohbete dönüştüren bir yöntem geliştirilebilir.

Bu yöntem geliştirildiğinde ayetlerin üzerinden verilen öğütlerin dozu da hemen her yaşa göre ayarlanabilir. Tabi bu iş, öncesinde biraz emek, gayret ve hazırlık isteyen işlerden. Ama kesinlikle mümkün…

21. Âyet: “Uyma”nın Kötü Olanı

Bizim “uymak” diye çevirdiğimiz kelime ayette “tabi” olmak şeklinde geçiyor. Türkçede kullandığımız matbaa kelimesi de bu kökten gelir. Matbaada 1000 adet basılan kitabın bütün baskıları ilk orijinal nüshaya uyduğu/tabi olduğu için matbaaya bu isim verilmiş.

Uymak/tabi olmak kötü değildir. Mesela dünyaya gelen bebek anne-babasına uyar/tabi olur. Biraz büyüdüğünde okulda öğretmenine uyar. Biraz daha büyük bir arkadaş grubuna/derneğe/vakfa/cemaate/partiye uyar.

Yani uymak kötü değildir. İnsanlar neye, niçin uyduklarını biliyorlarsa, doğruların/faydanın etrafında buluşuyor birleşiyorlarsa o faydanın daha fazla insana ulaşması için bu tür uymalar/tabi olmalar iyidir, güzeldir ve teşvik edilmelidir.

Ama bir de uymanın, uydurma olanı var. Bu tür uymalarda uyanlar/tabi olanlar neye niçin tabi olduğunu bilmiyor, geçmişte yaşayan ve “atalarımız” dedikleri insanların uydurduklarına körü körüne tabi oluyor, hatta onları kutsuyor, onların öğretilerini değişmez ve değiştirilemez kabuller olarak sunuyor.

Bu ayette de böyle bir tabi olma görüyoruz. Kur’an bu tabi olmanın acı sonuçlarını gösteriyor “Ya bu yolun başında şeytan varsa, ya o sizi yolun sonunda olan ateşe çağırıyorsa…” bu ve benzeri ifadeler onları tercihleri üzerinde düşündürüyor.

22. 23. Âyet: Herkes Tercihlerinin Sonuçlarını Yaşar

İki ayette “kim” sorusuyla başlıyor.

22. ayet “Kim iman eder Müslüman olursa … en sağlam kulpa sarılmış olur.” demiyor. Üç nokta koyduğumuz yere (amel/uygulama/pratik/aksiyon anlamında) iyilik yapma şartı koyuyor. Yani diyor ki: Eylemleriniz/uygulamalarınız/amelleriniz (Ben Müslüman’ım şeklinde ifade ettiğiniz) söyleminize şahit olsun.

Burada mesaj şu: Eylem ve söylem birliği ne kadar güçlü olursa, sağlam bir kulpa tutunmanız da o kadar güçlü olur.

23. ayet kim inkar ederse derken, “kim 22. ayette yazanın tersini yaparsa, onu bekleyen son farklı olur.” diyor.

23. ayette geçen “onun inkarı seni üzmesin” ifadesi Peygamber Efendimiz (sav) için şu anlama geliyordu: “Onların inkarını sen kendinden bilme, ben vazifemi yapamadım o yüzden oldu zannetme.”

Bu ayeti 21. asırda “Bana ne diyor?” formatında kendimiz için okursak karşımıza şu sorular çıkıyor: “Örnek bir Müslüman mıyız? Yaşadığımız Müslümanlık insanları çekiyor mu, itiyor mu? İslam’ı tanıtma ve sevdirme noktasında üzerime düşeni yapıyor muyum?” … bu soruların cevapları “Bana ne diyor?” sorusunun cevabını bulmada yardımcı olabilir…

24. Âyet: Neden Cezalar Hemen Verilmiyor?

Kur’an’da bu manada başka ayetler de var.1200Bu ayet, bu ve benzeri soruların cevabını veriyor. Ayet diyor ki: “Burası imtihan dünyası burada cezalar anında verilseydi, dünyada hayat her insan için işkence olurdu. O yüzden Allah insanlara mühlet veriyor.”

Bu bağlamda bir önceki ayette geçen Alîm ismi bize şu mesajı veriyor: Allah’ın size mühlet vermesi yaptıklarınız unutuluyor anlamına gelmiyor. Verilen süre bittiğinde gizli-açık yaptığınız her şeyin önünüze konulacağı anlamına geliyor.

25-34 ARASI ÂYETLERİN TEFSİRİ

25. Âyet: Cevabı Kesin “Allah” Olan Sorular

Soru şu: Gökleri ve yeri kim yarattı? Cevap: Allah. Bu şekilde Kur’an’da bu ayetle birlikte toplam sekiz ayette benzer soru ve cevap geçiyor.1201

Bu sorunun ilk geçtiği Yunus sûresinin 31. ayetinin tefsirinde “Sorular Silahınız Olsun”, “Sorular Aklı İnanmaya Mecbur Ediyor”, “Akıl Ya Allah’ı Ya da O’na Denk Bir Yaratıcıyı Kabul Etmek Zorundadır” başlıkları altında bu sorunun cevabını geniş olarak verdik oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

25. ayette bu sorunun ardından şu cümle geliyor. “Hamd, (sadece) Allah’a mahsustur.”

Bu şu demek, “Sizi aydınlatan ve ışıtan güneşi yoktan yaratan ve istifadenize sunan kim ise, hamdin ve şükrün muhatabı da O’dur. Kim? Kim olabilir? Bir düşünün. Düşünmenin sonunda gelinecek nokta Allah’tan başkası olamaz.

Bu soruyu en küçük görünen atomdan başlayıp güneşe kadar, arada yaratılan her şey için sorsak cevap aynı olacak.

Bu konuya aşağıdaki başlıkla devam edelim.

Çocuğumuzun “Allah” Cevabını Kolayca Vermesi İyi mi, Kötü mü?

Soruyu biraz daha açalım,

Çocuğumuzun “Seni kim yarattı?” sorusuna kolayca, hemen Allah (cc) cevabı vermesi iyi mi, kötü mü?

Bu sorunun yanına şunları da koyalım, sorulduğunda bir çocuğun “Bu Kitap kimin kitabıdır?” Bu peygamber kimin peygamberidir sorusuna kolayca, hemen “Allah’ın” cevabını vermesi iyi mi kötü mü?

Şimdi bir farkındalık meydana getirme adına iki soru da daha soralım,

Son iki soruya genelde bütün anne-babaların cevabı şu olur: “Çocuğum okuması gereken okulları bitirdikten sonra o diplomayı alsın.

Peki neden böyle derler? Çünkü, doğduğunda diploma almanın bir anlamı yoktur. Doğumla birlikte alınan diploma sadece üzerinde diploma yazan bir kağıt parçasıdır.

Peki gerekli okullar bittikten sonra alınan diploma nedir? O diploma bilinmesi gereken her şeyin öğrenilmesi için emek harcandığının, bilginin kabiliyete dönüştüğünün, bilginin içselleştiğinin, kökleştiğinin derinlere nüfuz ettiğinin göstergesidir.

Herhalde başlıktaki sorunun cevabını anlatmak için gerekli zemin oluştu.

Şimdi bu şıkların benzerlerini daha da çoğalttığımızı farz edelim ve sonra başlıktaki soruya cevap verelim.

“Kötü” demeye dilimiz varmadığı için “kötü” diyemeyeceğiz. “Evet” demeyelim ama o cevabı vermenin asla yetersiz olduğu gerçeğini bilelim ve o gerçekle bir an önce yüzleşelim.

Nasıl doğuştan doktor, mühendis, avukat olunmuyorsa, Doğuştan Müslüman olunmadığını, olma sürecinin başladığını bilmemiz gerekiyor.

Peki ne yapacağız?

Adına tekamül süreci dediğimiz bir sürecinin yaşanması gerekiyor. Süreci şöyle özetleyebiliriz: Allah’ı, Kur’an’ı, Peygamberi bir okuma, araştırma, düşünme, emek harcama sonucunda içselleşen, içimizde derinleşip kök salan değerler haline getireceğiz. Yukarıda (18. 19. ayetin tefsirinde) ifade ettiğimiz gibi “Önce insan olma sonra Müslüman olma” süreci olarak ifade ettiğimiz yöntemi bu değerlerin temeline koyacağız.

Bu sürece balık (resmi) vermeme, balığın kendisini tutmayı öğretme süreci de diyebiliriz.

Yani çocuğumuz,

Nasıl aklı kullanarak 2+2 kaç yapar sorusuna aklını kullanarak “4” demek zorunda kalıyorsa, “5” demenin doğru olmadığını “7” demenin mantıksız olduğunu “9” demenin saçma olduğunu yaşayarak görüyorsa,

Aynen öyle aklını vahyin rehberliğinde kullanacak, bahsettiğimiz tekamül sürecinden geçecek ve bu “kainatı kim yarattı?” sorusuna aklının “Allah” demeye mecbur kaldığını yaşayarak görecek, Allah’tan başkasının olamayacağını yaşayarak öğrenecek.

Peki bu mümkün mü? Evet, biz yazmış olduğumuz

“İlan ve ispat ettik” gibi ifadelerin iddialı ifadeler olduğunun da farkındayız. Fakat bu iddia şahsımızla alakalı bir konu olmadığı, inandığımız değerlerdeki gücü ve güzelliği ortaya koyma iddiası olduğu için bu iddianın arkasındayız.

Şu gerçeği üzülerek ifade edelim,

Bütün İslam aleminde dünyaya gelen çocuklarımıza dünyaya geldikten sonra onların nitelikli Müslüman olma yolculuğunu tekamül süreci ile başlatmadığımız müddetçe, ahlak ve erdem noktasında kalite sorunumuz kaçınılmaz olacak, örnek olarak gösteremeyeceğimiz insanımız örnek olanlardan daha fazla olacak. Bu sorun manevi bir sorun olmaktan çıkacak, hayatın içinde maddi birçok alana yayılacak. Yalan söyleyen, işini iyi yapmayan, malzemeden çalan, malzemeye yanlış şeyler katan esnaf sayısı artacak, doğruluk ve dürüstlük gibi değerler enayilik gibi görülecek, torpil ve aldatma hayatın normali haline gelecek…

Özetlersek, biz başlıktaki sorunun cevabını biliyoruz ve bu çalışmalarla gereğini de yapmaya çalışıyoruz. Dileriz bütün Müslümanlar da gereğini yapma konusunda kendilerine düşenleri bir an önce yapmaya başlarlar.

26. Âyet: Ganî ve Hamîd İsmi Bize Ne Diyor?

12. ayetin sonunda da Ganî ve Hamîd isimleri gelmişti. Orada “Ganî ve Hamîd Esması Bize Ne Diyor?” başlığı altında yaptığımız değerlendirmelere bakılabilir.

Ganî ismi bize şunu diyor: Dünyada çok şeye sahip olan insanlara zengin diyorsunuz. Allah o şeyler dahil göklerde ve yerde olan her şeyin sahibidir.

Hamîd ismi bize şunu diyor: İnsanlarda övülme konusu ne kadar özellik ve güzellik varsa onları veren Allah olduğu gibi, göklerde ve yerde övgüyle layık ne kadar özellik ve güzellik varsa onların da sahibi Allah’tır.

27. Âyet: Bu Ayetin İniş Sebebi Ne Olabilir?

Bu ayetin bir benzeri Kehf sûresinde var. Orada ağaçların kalem olması ifadesi geçmiyor ama onun dışında metin aynı gibi.

Aslında bu iki ayetin burada yapmış olduğu iş: Kur’an’da onlarca ayetin sonunda geçen Allah’ın Alîm, Hafîz, Hakîm Muhît esmasının Allah’ın sınırsız ilim ve hikmetine dikkat çekmektir.

Bu ayet için şöyle bir soru akla gelebilir: 7. asırda Mekke’de ne oldu da bu ayet indi?

Daha önce ifade etmiştik, Kur’an Allah’tan gelen dinin zarfı olan bir kitaptır. O kitaptaki bilginin %80 yeryüzünde insan olduğu için, insanın en temel ihtiyaçlarından biri din olduğu için zaten inecekti. Bu ayete de o noktadan bakabiliriz.

Bu ön bilgiden sonra ayetin verdiği mesajlardan bazılarına bakalım.

Kainattaki Bilimsel Rezerv Miktarı Ne Kadar?

Bilim insanları bazen ülke ve bölge isimleri vererek falan ülkede altın rezervi şu kadar, filan bölgede petrol ve kömür rezervi bu kadar diye rakam verirler.

Buradan hareketle başlıktaki sorumuzun cevabına bakalım.

Şu an sınırlarını bilemediğimiz kainat bir bilgi deposu; dünyada şu ana kadar yazılan kitaplardaki bilgi kaç sayfa desek? Şu ana kadar bilim insanlarının araştırıp öğrendikleri ve kitap haline getirdikleri bütün bilgilerin kaynağı kainat kitabıdır.

Bu yönüyle kainat kitabı dev bir kütüphanedir. Şu ana kadar fizik, kimya, biyoloji, tıp, psikoloji gibi var olan bütün bilim dallarında ve onların alt dallarında araştırma yapan bilim insanlarının hiçbiri de çıkıp şunu dememiş ve diyemiyor: “Biz (varsayalım) fizik biliminde şu anda kainat kitabında var olan bilginin dibine ulaştık, rezervi tükettik, öğrenilecek her şeyi öğrendik.”

Bu bütün bilim dalları için geçerlidir.

Buna gerçek dersek, bu gerçek ayette anlatılan gerçeğin şahididir.

Biz bu gerçekten yola çıkarak ayeti bir de şöyle anlıyoruz. “Kıyamet günü gelene kadar bilim insanları kainat kitabından yeni bilgiler öğrenmeye, yeni yeni kitaplar yazmaya devam edecek.”

Neden böyle diyoruz? Çünkü Allah’ın Alîm ve Hakîm gibi isimlerinde dip, zirve veya sınır diye bir şey yok.

Bilgi Güçtür, Üreteni Hâkim, Tüketeni Mahkum/Bağımlı Yapar

Allah (cc) dünyada suları içilmesi, meyveleri, sebzeleri yenilmesi için yarattığı gibi bilgiyi de üretilmesi ve tüketilmesi için kainat kütüphanesine koymuştur. Müslümanlara indirdiği kitabın ilk emrini “oku” yaparak, bunun yanında başka teşviklerle Müslümanları bilgiyi üreten ve tüketen/uygulayan olmaya teşvik etmiştir.

Bilginin üretiminde günümüzde en önemli araçlar fizik, kimya, matematik ve biyoloji gibi bilimlerdir.

Günümüzde bilgiyi üretenlerin hâkim, tüketenlerin onların mahkumu ve bağımlısı olduğunu, üretenlerin örnek alınan, etkileyen, tüketenlerin örnek alan ve etkilenen olduğu dikkate aldığımızda, Müslümanlar için bilginin üreteni olmak bağımsız olmak kadar, kendi değerlerini korumak kadar büyük bir önem arz ediyor.

Bu önemden yola çıkarak günümüzde Müslümanların evden başlayarak, camide cemaate duyurarak, okullarda uygulamaya koyarak şunu demesi lazım: Dini ilimleri okumak öğrenmek uygulamak ne kadar önemliyse pozitif ilimleri; fizik, kimya, biyoloji gibi bilimleri okumak da en az onun kadar önemlidir. Bunların ikisi de Allah’ın ayetleridir; Kur’an yazılan, kainat yaratılan ayetlerdir.

Bu önemli mi? Bir ülke, devlet, millet için bağımsızlık ne kadar önemliyse en az o kadar önemlidir.

Bu gerekli mi? Bir toplum için dini, manevi değerler ne kadar gerekliyse, onların korunması da en az o kadar gereklidir.

Özetlersek, kainattaki tükenmez bilginin kaynağı Alîm, Hakîm, Muhît gibi esması ile Allah’tır; o bilgiyi bütün insanların istifadesine sunmuştur. Gönderdiği Kur’an ile de Müslümanları bu bilginin üreteni olmaya, insanlarla paylaşanı olmaya teşvik etmiştir.

Azîz ve Hakîm İsmi Bize Ne Diyor?

Aziz ismi Allah’ın bütün isimlerinin toplamından ortaya çıkan gücü, üstünlüğü ve yüceliği temsil eden bir isimdir.

Bu ismi burada “bilgi güçtür” ifadesiyle değerlendirdiğimizde bu ismin bütün Müslümanlara verdiği mesajlardan biri şu olur: Allah’ın Azîz isminin birey, toplum, ülke, millet olarak sizde izzet, şeref ve üstünlük olarak tecellisini istiyorsanız, bilginin gücünü kullanmanız gerekir. Bilginin gücünü kullanırsanız bağımsız, kullanmazsanız, kullananların bağımlısı olursunuz.

Hakîm ismine gelince, şu soruyla devam edelim,

Burada Neden Alîm Değil de Hakîm İsmi Geldi?

Ayet Allah’ın sınırsız ilmine, o ilmin tükenmezliğine işaret ediyor. Burada Alîm ismi de gelebilirdi ama Hakîm gelmiş. Neden? Bunun hikmeti ne olabilir?

Bu soruları “Kur’an’da bir şey varsa mutlaka hikmeti vardır.” gerçeğinden yola çıkarak soruyor ve “Allahü a’lem” diyerek cevap vermeye çalışıyoruz.

Alîm ismi bilginin tamamını içine alan bir isimdir. Hakîm ismi ise bilgiden yeni bilgiler üretmeye işaret eden bir isimdir.

Bu işareti dikkate aldığımızda, burada gelen Hakîm isminin mesajlardan biri şu oluyor: Bilgiyi toplamanız güzel ama ondan daha güzeli bireysel anlamda tefekkürle, ekip olarak istişareyle, kurumsal olarak ar-ge ile bilgiden bilgi üretmek, bilginin hikmetlerine vakıf olmanızdır.

Bu bağlamda Hakîm isminin seçilmesi, bilginin sadece teorik düzeyde kalmaması, aksine pratiğe dökülmesi, yeni keşiflere ve icatlara vesile olması gerektiğine işaret eder. Çünkü hikmet, bilgiyi en doğru şekilde, en uygun yerde ve en faydalı biçimde kullanma sanatıdır.

Ayrıca Hakîm isminin tercih edilmesi, bilginin dinamik yapısına da vurgu yapar. Zira hikmet, durağan değil, sürekli gelişen ve yenilenen bir süreçtir. Tıpkı ayette bahsedilen denizlerin ve mürekkebin tükenmemesi gibi, hikmete dayalı bilgi üretimi de süreklilik arz eder.

Özetlersek bilgi bilgelik ağacının çekirdeği, hikmet de o ağacın meyveleri olur.

28. Âyet: “Bir”i Yapan “Bin”lercesini de Yapar

Bu ayet de önceki ve sonraki ayetler gibi Allah’ı tanıtma; O’nun ilmindeki kudretindeki sınırsızlık üzerinde insanların tefekkür etmesini hedefleyen ayetlerden.

Ayrıca bu ayet hakkında şunu da ifade edelim. Allah’ın yaratma gücüne işaret eden Kur’an’da çok sayıda ayet var fakat bu ayet bu ifade şekliyle Kur’an’da sadece bu sûrede geçiyor.

Bu kısa ön bilgiden sonra ayetin tefsirine başlayalım.

Günümüzde fabrika sahibi olan ve üretim yapan her insan bilir. Bir üründen bir tane yapmak, ondan milyonlarcasını yapabilecek bilginin sahibi olmak demektir.

Yukarıda matbaa örneği vermiştik, o örneği hatırlayalım bir kitaptan bir nüshayı basmak demek ondan binlercesini basabilecek imkana sahip olmak demektir.

Örneklerde görüldüğü gibi biz insanların dünyasında “bir” yapıldıktan sonra ondan milyonları yapmak güç ve sermayeyle bağlantılı.

Bedî, Halık, Alîm, Hakîm, Azîz, Kadîr, Muktedir olan Allah (cc) “bir”den milyarlarca örnek yaratmakla hem ilmindeki/bilgisindeki hem de kudretindeki sınırsızlığı gösteriyor.

İnsana ürün olarak bakarsak, bilim insanları ilk insandan bugüne kadar 100 milyardan fazla insanın yaratıldığını tahmin ederken, benzer tahmini ilk karıncadan, ilk sinekten bugüne yaratılan karınca ve sinek için yapmak istediklerinde bu konuda tahminin bile imkansız olduğunu ifade ediyorlar.

Bu konuda, geçmişten günümüze bütün hayvan ve bitki türlerinde “bir” örnekten milyarlarcasının yaratıldığı gerçeğini dikkate alırsak şunu söylemenin önünde hiçbir engel kalmaz.

Bir canlıdan milyarlarcasını yaratan Allah için “bir”i yaratmakla milyarlarcasını yaratmak arasında hiçbir fark yok. Geçmişten bugüne devam eden bu yaratma, bugünden kıyamete kadar da aynen devam edecektir. Allah’ın bu yaratmaya kadir olması, kıyamet sonrası bütün insanları da tekrardan yaratacağına en güçlü şahittir.

Ayetin sonunda gelen Semî’ Basîr esması da parantez içi açıklamalarda ifade ettiğimiz gibi, “bir” ile “bin”i yaratması arasında fark olmayan Allah’ın “bir” ile “bin”i duyması ve görmesinde de fark yoktur mesajını veriyor.

29. Âyet: Gece-Gündüz Şahit: Kur’an İnsan Sözü Olamaz

Bu ayeti yüzeysel olarak okuduğumuzda herkesin gördüğü bildiği bir şeyi anlatıyor. “Böyle bir ayet nasıl oluyor da Kur’an’ın insan sözü olamayacağına şahit oluyor?” sorusu akla gelebilir.

Bu konu daha önce geçmişti. Orada Fatır sûresinnin 13. ayetinin tefsirinde “Kur’an İnsan Sözü Olamaz”, Yasin sûresinde 37. ve 40. ayetlerin tefsirlerinde “Gece de Gündüz de Birer Âyettir”, “Dünyada 24 Saatte Gece Gündüz Olurken Kâinatta Başka Neler Oluyor? ”, “Yörünge de Bir Âyettir” başlıkları altında konuyu değerlendirmiştik. Oraya bakılmasını tavsiye ediyoruz.

30. Âyet: Hak-Batıl, Gerçek ve …

Kur’an bundan önceki ayetlerde göklerden yerden, geceden gündüzden, ölümden dirilişten bahsetti. Bunlara “yaratılan ayetler” diyoruz. Bu ayetten sonra da yaratılan ayetlerden bahsetmeye devam edecek.

İşte tam bu noktada bu ayet geliyor. Bağlamı dikkate aldığımızda bu ayeti şöyle okuyoruz.

Atomdan güneşe yaratılan ayetler şahittir ki: Allah’ın ortağı olmadığı, ondan başka ilah olmadığı, Kur’an’ın O’nun kelamı olduğu, Hz. Muhammed’in O’nun elçisi olduğu HAK’tır, gerçeğin ta kendisidir. Bunun karşısındaki iddiaların tamamı batıldır, yalandır, iftiradır, gerçek dışıdır.

Ayetin sonunda iki esma geliyor, bu isimler buradaki şahitliğe şu şekilde katılıyorlar. Bu kainatta nicelik ve nitelik (sanat) yönüyle yüce ve büyük olan ne varsa onlar da bu gerçeğin şahididir.

Biz de Kur’an’dan ve onun işaret ettiği yaratılan ayetleri okumanın, anlamanın sonucu olarak bu şahitliğe katılıyor, bunun aksinin olamayacağını, aklımıza ışık olan ve ilham veren vahyin rehberliğinde yaptığımız bu tefsir çalışmasıyla ortaya koymaya gayret ediyoruz.

31. Âyet: Gemilerin Allah’ın Varlığına Delil Olması

Bu konuda benzer bir ayet Yasin sûresinin 41. ve 42. ayetlerinde geçmişti bu konuyu orada “Bağlam: Yörünge ve Yüklü Gemi Arasındaki İlişki”, “Taşıyan Gemi mi, Allah mı?”, “Gemiyi İnsanlar mı Yaptı, Allah mı Yarattı?” başlıkları altında geniş olarak ele altık burada ufak bir ilave yapalım.

Bu kainatta/dünyada atomdan, atom altı parçacıklardan, güneşe, güneşten daha büyük yıldızlara kadar her yerde Allah’ın koyduğu yasalar vardır. O yüzden şu an insanın iradesi dışında olan bütün işleri bir trafik akışına benzetirsek, bu akışta atomun içinde elektronların çekirdeğin etrafında dönmesi, dünyanın güneşin etrafında dönmesi, güneşin kendi yörüngesinde dönmesi… kısaca kainatta her şeyin hareket etmesi Allah’ın kainata koyduğu yasaların varlığına, o yasalar da onları koyan Allah’ın varlığına şahittir.

Mesela yerçekimi yasasına uymayan hiçbir varlık yoktur. Bu açıdan bakarsak 31. ayeti arabalar için şöyle okuyabiliriz. “Arabalar yerçekimi yasasının bir sonucu olarak yollarda gidiyor ve böylece Allah varlığına ait delilleri gözler önüne seriyor.”

Ayette parantez içi açıklamalara sabırla ilgili küçük bir not koyduk. O not kainattaki yasaların keşfinde sabrın önemine işaret ediyor.

32. Âyet: Zor Zamanlar İnsanın İçini, Kalitesini Gösteren Zamanlardır

Bu konu daha önce Rum (33, 36) ve Yunus sûresinde 22 ve 23. ayetlerde geçmişti. Biz bu konuyu Rum sûresinde “İnsan Karakterine Ait Bir Resim”, “Nankör İnsan Karakterinden Bir Fotoğraf Daha” başlıkları altında ele almıştık.

İmtihanların en büyük özelliği insanları bize tanıtması, onların kalitesini bize göstermesi, halk ifadesiyle onların kaç paralık adam olduklarını anlamamıza yardımcı olmasıdır.

Kur’an bu tür ayetlerde önümüze zor zamanların resmini koyuyor, o resim üzerinden bize şu soruyu soruyor: “Benzer bir zor zamanı siz yaşasaydınız, eyleminiz ve söyleminiz ne olurdu?”

33. Âyet: Dünyada Başkalarına Güvenebilirsiniz Ama Ahirete Gelince

Bu ayet, Allah’a ait olan şefaat yetkisini yanlış anlayan, onu putlarına, ilahlarına, kutsal gördüğü kişilere dağıtan ve ahirette onların kendilerini kurtaracağını zanneden bir topluma şu mesajı veriyor: Ahirette yaptığınız amellerin dışında hiçbir şeye güvenmeyin. Dünyada eşe dosta güvenmeniz normal ama ahiret başka orada sizi niyetinizin, emeğinizin, gayretinizin ve alın terinizin şahidi olan amelleriniz kurtaracak.

Biz bu konuyu doğrudan veya dolaylı olarak şefaatle ilgili ayetler geldiğinde genel olarak değerlendirdik.

Biz bu konu için Tefsir Usûlümüzde (15) Şefaat Yasası’na, onun yanında Abese sûresinin 33-42 ayetlerinin tefsirinde “Âyetlerde Anne-Çocuk Gibi Yakınlar Üzerinden Verilen Mesaj Nedir?”, Necm sûresinin 38. 39 ayetlerinin tefsirinde “Günah Transferi Yok, Peki Sevap Transferi Var mı?”, “Ne Ektiysen, Onu Biçersin” başlıkları altında değerlendirmeler yaptık oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

34. Âyet: Ayetin Amacı Bu Değil Şu…

Ayet genelde şöyle anlaşılıyor. İnsanın bütün zamanlarda bilemeyeceği beş şey var onun dışındakiler bilinebilir. Bu beş şeyden de bazıları 7. asırda hiç bilinmiyordu sonra bilimlerin gelişmesine bağlı olarak bilindi.

Ayet bunu anlatmıyor. Ayet 30. ayetin devamı olarak Allah’ın ilmindeki sınırsızlığı, insanların bilgisindeki sınırlılığı anlatıyor.

Ayete böyle baktığımızda konuyu şu basit misal üzerinden anlayabiliriz. Varsayalım ilk insandan kıyamete kadar insanların öğreneceği bilgilerin toplamı 1000 sayfalık bir kitap olsun. İlk insanlar bunun 3. sayfasına, 7. asırdakiler 17. sayfasına günümüzdekiler de 100. sayfasına kadar okumuş olsun. İlk 100 sayfaya insanların bildikleri dersek, geri kalan 900 sayfa insanların öğrenecekleri oluyor.

1000 sayfalık kitap bir mecaz, o mecazin hakikati Allah’ın ilmi karşısında bütün zamanlarda insanların bilmedikleri bildiklerinden fazla olacak.

Bu gerçeği 30. ayetin tefsirinde şu şekilde ifade etmiştik, şu an hiçbir bilim insanı, uzmanı olduğu sahada bilinmesi gerekenlerin tamamını bildik d(iy)emiyor.

Özetlersek bu ayet Allah’ın sınırsız ilminden insanın bilemediklerini 7. asrın seviyesinden, binlerce örneği temsilen beş örnekle ifade ediyor.

Alîm ve Habîr Esması Bize Ne Diyor?

Bu bağlamda Alim ismi genelde bütün insanlara özelde bütün bilim insanlarına şunu diyor: Allah (cc) bilginin kaynağıdır. İhtiyacınız olan bilgi kainat kütüphanesinde vardır. Her şey bilemezsiniz ama sürekli araştırıp öğrenerek, kurduğunuz ar-ge’lerle bilgilerinizin sınırlarını genişletebilirsiniz.

Bu bağlamda Habir ismi de şu diyor: İlimde teknolojide nereye gelirseniz gelin, Allah’ın her yaptığınızdan haberdar olduğu gerçeğini unutmayın.

58/34. SEBE’ SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-9 ARASI AYETLERİN TEFSİRİ

Ön Bilgi: Tefsirimizin Farkı

Bu sûrenin başında tefsirimize ait bir özelliği hatırlatmak istiyoruz. Genelde tefsirler ikiye ayrılıyor.

O yüzden hemen hemen her ayette Kur’an hakkındaki ön yargıları, asılsız iddiaları dikkate alarak tefsire başlıyoruz.

Peki bu tefsir metodunun faydası ne oluyor? "Bu yöntemle hem geleneksel tefsirlerden beklenen fayda sağlanıyor hem de dini değerlere mesafeli duran insanlara da hitap edilmiş oluyor.

Bu hatırlatmayı neden burada yaptık? Şimdiye kadar bu yöntemi uyguluyorduk. Bundan sonraki ayetlerde “dozu” biraz daha artıracağız.

İlk ayetle başlayalım.

1. Ayet: Dünyada Hiç Kimsenin Söylemeyeceği Sözler

Daha önce ifade etmiştik, bu sûre Kur’an’da “Elhamdülillah” ifadesiyle başlayan dört sûreden biridir.1202

Kur’an’da dünyada ve ahirette hamd’in (övgünün) Allah’a ait olduğu ifade edilen ayetler var ama bu ayet hamdin hem dünyada hem de ahirette Allah’a ait olduğunu aynı ayet içinde zikreden az sayıda ayetten biridir.

Ayette hakkında bu kısa teknik bilgiden sonra başlıktaki tespitimize gelelim.

Daha önce çok defa ifade ettik. “Kur’an insan sözü olamaz.” Aradan 1400 yıl geçmiş, binlerce insan kibrin zirvesine çıkıp, küçümseyen, hor ve hakir gören bir dille bu kitaba “uydurulmuş” iftirası atmış ama nedense hiç kimse çıkıp da bunun gibi benzer konuları ele alan “600” sayfa bir kitap uyduramamış. Neden? Çünkü imkansız.

Bu kısa girişten sonra sadece bu ayete bakalım.

Eğer bu ayeti bir insan söyleseydi şöyle söylemesi gerekirdi.

“Dünyadaki bütün)Hamd (sena ve övgüler) göklerde ve yerde bulunanların hepsinin sahibi olan BANA aittir. Ahirette de hamd BANA aittir. BEN yerde gökte ne varsa onları hikmetle yaratan Hakîm yerde gökte ne varsa onlardan haberdar olan Habîr’im.”

Bu cümleyi kurmak güneşin resmini yapmaya benziyor. Güneşin resmini yapmakla, kendisini yaratmak ne kadar birbirinden uzaksa, Kur’an’ın insan sözü olması da insandan o kadar uzaktır.

Bu bağlamda bu ayetle ilgili sorulması gereken sorulardan biri şu: Madem bu cümleyi hiçbir insan ve insanların ilahlık payesi verdiği varlıklar kuramıyorsa, gelmiş ve gelecek bütün insanlar ve onların sözde tanrıları bu cümleyi kurmada aciz kalıyorsa, o zaman bu cümleyi kim kurdu?

Burada iki seçenek var: Ya Allah kurdu ya da (ilimde, iradede ve kudrette, kısaca Ona ait her özellikte) Ona denk biri kurdu.1203 Üçüncü bir ihtimal yok.

Neden çünkü bu dünya ve kainat bir maket değil. Dünya ve kainat içindeki her şeyin kendilerini yaratmada aciz kalacağı mucizelerdir. Bunları yaratamayan ilah olamaz. Bunları yaratamayan övgüyle layık olamaz. İşte bu yüzden bunları Allah’tan başkası yaratamaz.

Övgü Yasası Allah’ın Övülmesini Zorunlu Kılıyor

Dünyada övgü ile ilgili bir yasa var. Genelde daha iyisini yapan övülür.

Arabadan örnek verelim. Ortada hiç araba yokken araba yapmak övgüye layık bir işti ve yapanlar övüldü.

Araba icat edildikten sonra bu sefer daha iyisini, gelişmişini, üst modelini yapanlar övülmeye başladı.

Bu insan ürünü olan her şey için geçerlidir.

Bu durumda bu yasaya göre protez eli ilk yapanlar övgüye layıksa, ondan sonra elin daha gelişmiş modellerini yapan, yaptıkları elle gerçek el arasındaki farkı en aza indirenler daha fazla övgüye layık değil mi?

Övgü yasası bu soruya “evet” diyor.

O zaman soralım bu elin orijinalini yapan en fazla övgüye layık değil mi? Sadece el değil göklerde ve yerde bulunan ve insanların yoktan yaratamadıkları, aynıyla benzerini yapamadıkları, modelledikleri binlerce nimeti insanlara sunan övgüye layık değil mi?

Ayrıca bu nimetlerin akla hayale gelmedik seviyede mükemmelini ahirette yaratacağını vaad eden övgüye layık değil mi?

Övgü yasası bu sorulara kesinlikle “evet” diyor.

Peki kim O? Eli sunan kim, el gibi binlerce nimeti dünyada sunan, ahirette sunacağını vaad eden kim?

Cevap ya Allah, ya da O’nun dengi biri.

1. ayet, yaratılan nimetler için övgü sadece sadece Allah’a mahsus derken aklın, mantığın ve vicdanın altına imza atacağı bir gerçeği haber veriyor.

Bu durumda “Elhamdülillah” diyenler dünyanın en doğru ve yapılması en gerekli işini yaparak Allah’a hamd ediyorlar.

Övgüyü Bilinçli Yapanlar, Övgüde Kazananın İnsan Olduğunu Biliyorlar.

Allah Subhan’dır. Allah Samed’dir. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Her türlü ihtiyacı karşılayandır. O yüzden Allah (cc), övülmesini isterken, bunu kendi için istemez. Bunu kendisini övenlerine kazandırmak için ister.

Bu konuyu Fâtır sûresinin 1. ayetinin tefsirinde “Birinci Nokta: Elhamdülillah…” başlığı altında anlattık oraya bakılmasını tavsiye ediyoruz.

Özetlersek, Allah’ı övmek, öveni övülecek hale getiriyor.

Allah’ın Hakîm ve Habîr Olması

Bu isimlerle ilgili önceki ayetlerde açıklamalar yaptık. Burada onların devamı olarak şunları ilave edelim.

Her şeyin hikmetli yaratılmasını, yaratılan her şey tam olması gereken yerde olmasını Hakîm isminin tecellisi olarak anladığımızda, bu hikmetli işleri yapanın her şeyden haberdar olması gerektiğini de anladığımızda bu iki esmâ bu bağlamda şu mesajı veriyorlar. Her şeye hükmetmeyen, her şeye hâkim olmayan, her şeyden haberdar olmayan bu kainatı yaratamaz.

2. Ayet: Ayet İki Türlü Anlamaya Müsait

Bu ayeti ilk olarak mealde parantez içi açıklamalarda olduğu gibi lafzi manasıyla anlayabiliriz.

İkinci olarak bir önceki ayette geçen Habîr isminden yola çıkarak mecazi manasıyla anlayabiliriz. Öyle anladığımızda yerin içine giren çıkan, gökten inen göğe çıkan; kısaca yerin altında üstünde ne varsa Allah’ın onların hepsinden haberdardır.

İçinin dışının, aklından ve hayallerinden geçen her şeyin bilinmesi insanı korkutur ve endişelendirir mi? Evet. İşte tam burada ayetin sonundaki Rahîm ve Gafûr esması devreye giriyor ve diyor ki: Allah bildiği hiçbir şeyi kulunun aleyhine kullanmaz. Onun bilmesi ilah olmasının bir gereğidir. Onun bilmesi, sizi daha dikkatli yaşamaya teşviktir. Buna rağmen hata ve günahlarınız olursa, pişmanlık ve tevbe ile huzuruna geldiğinizde bilin ki Rabbiniz Rahîm ve Gafûr’dur.

3. Ayet: Bağlam ile Birlikte Okursak: Atomdan Güneşe

Bu ayet, 2. ayetin mecazi anlamını pekiştiren bir içerik sunuyor. Ayette, Allah’ın "Habîr" isminin detaylarına inilerek, şu mesaj veriliyor: “Allah (cc) öyle bir haberdar ki, yaşadığınız asırda bildiğiniz en küçük ve en büyük ne varsa, ondan da haberdardır.”

İlim ve teknoloji geliştikçe, insanın en küçük bilgisi sürekli küçülerek, en büyük bilgisi de sürekli büyüyerek değişti. İlk insandan 17. yüzyıla kadar, bilim ve teknolojinin en küçüğü ve en büyüğü görebilme imkanları gelişmediği için en küçük şey dünyanın her yerinde uçuşan toz parçacıkları, en büyük ise güneşti.

Bugün geldiğimiz noktada en küçük şunlar oldu: Atom altı parçacıklara kadar inildi ve "en küçük" tanımı yeniden şekillendi. Elektronlar, kuarklar, nötrinolar ve gluonlar gibi atom altı parçacıkların, atomun bileşenlerinden daha küçük parçacıklar olduğu fark edildi.

Bugün geldiğimiz noktada en büyük şunlar oldu: En büyük bilinen cisimler arasında galaksiler, yıldız kümeleri ve süper galaksi kümeleri yer aldı. Örneğin, IC 1101 galaksisi, bilinen en büyük galaksilerden biridir ve yaklaşık 6 milyon ışık yılı genişliğindedir. Ayrıca, Hercules-CoronaBorealis Büyük Duvarı, bilinen en büyük yapıdır ve yaklaşık 10 milyar ışık yılı boyunca uzanır. Bu cisimler, evrenin devasa büyüklüğünü ve düzenini gösterir.

Bu açıdan baktığımızda bu ayet, bütün zamanları kuşatan bir dil kullanır. Ayet üzerinde biraz tefekkür ettiğimizde başka mesajlar da alabiliriz: En küçüğün ve en büyüğün varlığı, neyi gösterir? Bilgiyi gösterir.

Evrenin işleyişi bir yasaya dayanır. Bu yasaya dinden bağımsız bakıldığında, her şeyin bir düzen ve sebeple hareket ettiğini görürüz. Bir şey varsa, öncesinde onu mümkün kılacak bir bilgi ve bilen vardır. Yani, her varlığın bir sebebi vardır ve bu sebep, o varlığı meydana getiren bilgiyi ve o bilgiyi taşıyan varlığı gerektirir. Bunun kim olduğunu bilmesek de şunu biliyoruz: Bir varlık varsa, öncesinde iki şey vardır: Bilen ve bilgi. O şey o bilgiyle vücut bulur.

Bu "bilgi" ve "bilen"in adı ya Allah’tır, ya da O'na denk bir varlıktır.

Bu ayet, işaret ettiği bu mana ile şirkin yolunu bütün zamanlarda keser. Nasıl mı? Kainatta var olan her şeyin yapı taşı atomdur. Bu nedenle en büyük ile en küçük arasında kopmaz bir bağ vardır. En büyüğü yapmak için en küçüğü, en küçüğü yapmak için de en büyüğü bilmek gerekir. Bu gerçeği birbirinden ayırmak mümkün değildir. Yani hem Allah’ı kabul edip hem de yanında birilerini kabul etmek, kainattaki bütünlüğe aykırıdır. Bu bütünlük buna izin vermez.

Biz bu konuya daha önce Yunus sûresinin 61. ayetinin tefsirinde “Atom Altı Parçacıklara İşaret”, “Hangisi Daha Büyük; En Büyük mü, En Küçük mü?, “TON 618” mi, Daha Büyük, Atom mu, Daha Büyük?” başlıkları altında değindik. Detaylar için oraya da bakılabilir.

Ey İnsan! Haddini Bil!

3. ayeti bu şekilde anladığımızda ayette geçen “Kıyâmet asla kopmayacak (ahiret ve hesap günü diye bir şey hiç olmayacak”) dediler.” ifadesinin bir had bildirme olduğunu anlıyoruz. Şöyle ki: Ayet bu ifadeyi söyleyenlere dolaylı olarak şunu diyor: Bu kainatta en küçükten en büyüğe kadar var olan her şeyi yaratmakta aciz kaldığınız gibi, daha en küçüğün ve en büyüğün ne olduğunu bilmekte de acizsiniz. Kainat karşısında durumunuz bu olduğu halde bir de kalkmış kıyamet kopmayacak diyorsunuz. Haddinizi bilin.”

Hani şöyle olsa anlarız: Bilgin olur, bilirsin. Atomdan güneşe her şeyi yaratırsın sonra da dersin ki “Ben yarattığım bu kainata bir son koymadım. Yani kıyamet falan yok, kainat ölümsüz.”

Böyle bir durum insan için imkansızken; çıkıp da insanın “kıyamet kopmayacak, kainat ölümsüzdür.” demesi gerçekten tam anlamıyla haddini aşmaktır.

4-9. Ayet: Ayetlerin akışı

Burada ayetlere geçmeden önce ayetlerin akışı hakkında bilgi verelim. Genelde filmlerde gördüğümüz kamere çekim tekniği vardır. Kamere bir yere önce geniş açıdan girer; bize önce bütünü gösterir: O yere stadyum dersek, kamera stadyumun geniş açıdan görüntüsünü gösterir, sonra sahaya yaklaşır. Oyuncuları gösterir sonra daha yakın bir çekim yapar ve isterse oyuncuların konuşmalarını da aktarır.

1-9 ayetlerde de benzer bir durum görüyoruz. Kameralar uzaydan dünyaya doğru geliyor; göklerden ve yerden; en büyükten ve en küçükten bahsediyor. Yaratıcının detaylara hakimiyetine dikkat çekiyor. Sonra 4. 5. ayetlerde futbol sahasına benzeyen imtihan dünyasındaki oyunculara geliyor. 7. ve 8. ayetlerde saha içindeki konuşmaları bize veriyor.

Bütünden parçaya, külden cüze dediğimiz bu yöntemi Kur’an’ın gökler ve yer ifadesiyle başlayan ayetlerinin çoğunda görüyoruz.

Mesânî Yöntemi

Açıklamalı Mealimizde Zümer sûresi 23. ayette anlattığımız Kur’an’ın zıddı zıddıyla anlatmasına “mesânî yöntemi” diyoruz. Kur’an’da çok sık gördüğümüz bu yöntemin bir örneğini burada iki ayette görüyoruz.

İman edenler ve inkar edenler. Allah’ın verdiği nimetlere “emanet” diyenler ve “benim” diyenler. “Yaratan Rabbin adıyla okuyanlar” ve “okumayanlar”, yaptıkları işin başına “Besmele koyan ve işini Allah’a göre yapanlarla işini kendine göre; kafasına, zevkine, keyfine, çıkarına göre yapanlar.”

Hayırda Yarışanlar ve Şerde Yarışanlar

Kur’an hayırda yarışanlardan bahsederken (Bakara 148) bu ayette şerde/kötülükte yarışanlardan bahsediyor.

Burada soru şu: İki tarafın motivasyonu nedir? Yani onları bu işleri yapmaya teşvik eden dinamikler, sebepler nelerdir.

Önce iman edenlere bakalım. Bu konulara yüzeysel bakanlar 4. ayette geçen ödülü sevap kazanmaya karşılık olarak cenneti kazanma olarak anlıyorlar. Bu doğru ama eksik bir anlama oluyor.

Bunun doğrusu şu: Dünyada iman eden veya etmeyen bütün insanlar iyilik yaptıklarında onun ödülü iyi insan; iyilik yapan insan olmak ve bir ömür öyle olma ve kalmanın mutluluğunu yaşamaktır.

Bu konulara yüzeysel bakanlar, zannediyorlar ki, insan karşılık beklemeden bir şey yapar. İstisnaları bir tarafa koyarsak, genelde insan karşılık beklemeden iyilik yapamaz.

Bu tespitimiz için En’âm sûresinin 160. ayetinin tefsirinde “İnsanın Karşılık Beklemeden Bir Şey Yapması Mümkün mü?” başlığı altında yaptığımız açıklamaların devamı olarak burada şunları yazalım.

Hayata dinden bağımsız bakan bir insana soralım iyi insan olmak ister misin? Bu soruya “evet” demek, o kişi farkında olmasa da “öyle olma gibi bir karşılığı” istemektir. Öyle olmanın bedeli de birilerinden karşılık beklemeden iyilik yapmaktır.

Hayata inanç merkezli bakan bir mümin açısından konuya bakarsak, bilinçli her Müslüman şunları bilir: Cenneti kazanmanın yolu Allah’ın rızasından, onu kazanmanın yolu güzel ahlak sahibi; yani iyi bir insan olmaktan, onun da yolu ibadetlerden ve emanet ahlakı kazanmaktan geçer.

Buraya kadar olanı özetlersek, bir müminin motivasyon kaynağı, Allah’ın razı olduğu ölçülerde güzel ahlak sahibi iyi bir insan olmaktır. Bunun yolu da imandan ve salih amelden geçiyor.

Gelelim 5. ayette anlatılan kötülere: Bunların motivasyonu yerel sebepler. Yerelden kastımız burada yarışanlar 7. asırda Allah’tan gelen vahyin mesajını durdurmak için yarışıyorlar.

Motivasyon kaynaklarından en fazla öne çıkanı daha önce ifade etmiştik. O gün için Kâbe’nin dünya ticaret merkezine benzer bir fonksiyona sahip olması, etrafındaki putların oraya çevredeki insanları çekmesi, Kâbe’nin bir AVM gibi para basması; kısaca sahip oldukları rantı kaybetme korkusu.

Bu korku müşrik ileri gelenlerin İslam davasına engel olmadaki en önemli sebepleriydi.

Bu sebepler her asırda farklı bir mahiyette olabilir. Ama o gün için oydu. Özellikle 7. ve 8. ayetlerde Mekke’deki insanların Peygamberimizin davetinin önüne geçmek için ortaya attıkları iddialar seslendiriliyor; bu iddialarda peygamber Efendimizden “bir adam” olarak bahsediliyor. Onlara göre bu adam “Hayal satıyor. Ümit pazarlıyor. “Bana vahiy geldi” diye uyduruyor. “Ölenlerin dirileceğini” söylüyor.

Yarıştıkları şey de bu iddialarını insanlara duyurma yarışı. Onlara göre: “Bu iddiaları ne kadar çok insana duyururlarsa bir aldatmaca olan İslam davasının büyümesine o nispette engel olacaklar. Bu davayı daha fazla büyümeden durduracaklar.”

  1. Ayet Konuyu Bağlıyor

Yukarıda “Ayetlerin akışı” başlığı altında Kur’an’ın anlatım tekniğine dikkat çekmiştik. Kur’an bir sinema tekniği olarak konuya önce gökleri ve yeri öne çıkararak geniş açıdan giriyor. Sonra açıyı daraltıyor; kameralar bir noktayı zoom’luyor. 9. ayette bakıyoruz tekrar geniş açıdan bir görüntü veriliyor.

Bu görüntülerin ortak mesajı şu: Ey insan! Şu kainatta muhteşem bir büyüklük var. O büyüklüğün şahitlik yaptığı muhteşem bir hikmet, kudret ve azamet var. Gel bu azamet karşısında haddini bil ve Rabbine yönelen bir kul olma şerefiyle şereflen.

Bu konuya şu soruyla devam edelim.

Allah Tehdit Eder mi? Tehditle İmana Zorlar mı?

Sadece 9. ayete bakarsak, sanki bir tehdit var gibi algılanabilir.
Bu sorunun cevabını bir örnekle açıklayalım: Devlet vatandaşını tehdit eder mi? Onu iyi insan olmaya zorlar mı?

Bu sorunun cevabı güçlü bir şekilde “evet”tir. Zaten devletin varlık sebeplerinden biri de budur. Ancak devletin zorlaması fiziksel baskıyla olmaz; yasalar aracılığıyla insanlara tercihlerinin sonuçlarını hatırlatarak gerçekleşir.

Bu hatırlatma nedeniyle kimse, "Devlet vatandaşını tehdit ediyor, insanları iyi olmaya zorluyor" demez. Çünkü bu, devletin düzeni sağlama görevinin bir gereğidir. Eğer devlet bir insan, bir anne olsaydı, onun bu yaptığını "çocuklarını düşündüğü için" yaptığını söylerdik.

Tam olarak böyle olmasa da bu örnek, Allah-insan ilişkisini anlamada bize yardımcı olabilir. En temelde merhameti ve adaleti ilke edinen Allah’ın, insanın aleyhine olacak, ona zarar verecek bir şey istemesi düşünülemez. O, neyi istiyorsa, -annelerle kıyaslanamayacak derecede büyük bir merhametle- insanların iyiliği için ister.

Başlıktaki sorulara bu açıdan bakarsak, Allah’ın insanlardan talepleri, kötü niyetli insanların istekleri gibi değerlendirilemez. Bu talepler tehdit veya zorlama değil, tamamen caydırma ve tercihlerin sonuçlarını hatırlatma amaçlıdır. Bu da rahmetin ve merhametin bir yansımasıdır.

10-14 ARASI AYETLERİN TEFSİRİ

Ön Bilgi: Kıssanın Önceki Bölümleri

Burada 10-14 arası ayetlerde baba-oğul peygamberlerden olan Hz. Davud ve Süleyman’ın (as) kıssalarını görüyoruz. Bu kıssayı daha önce Sâd sûresinde iki bölüm halinde gördük; sûrenin 17-26. âyetleri arasında ilk olarak Hz. Davud’un kıssasını, hemen ardından 30-40 arası âyetlerde onun oğlu olan Hz. Süleyman’ın kıssasını gördük.

Bunun yanında Hz. Süleyman kıssasını Neml sûresi 15-44 arası ayetlerde de gördük. Burada orada anlattıklarımızı tekrar etmeden yeni açıklamalar yapacağız.

Kur’an İnsan Sözü Olabilir mi?

Kur’an’ın baştan sona tüm ayetleri bu soruya “olamaz” cevabını verirken, Kur’an’daki bütün peygamber kıssaları bu “olamaz”ın altındaki en güçlü imza oluyor.

Önce sadece buradaki dört ayet üzerinden bir Kur’an, Kitabı Mukaddes (Tevrat, İncil ve Zebur) karşılaştırması yapalım.

Bu ayrıntılar bize ne diyor? Bu ayrıtılar “Muhammed Kur’an’ı Kitab-ı Mukaddes’ten bir şekilde öğrendiği bilgilerle yazdı.” iddiasının geçersiz olduğunu söylüyor.

Eğer öyle bir şey olsaydı, bu olaylar Kitab-ı Mukaddes’te anlatıldığı şekilde Kur’an’da da yer alması gerekirdi. Oysa ki burada ve başka birçok kıssada Kitab-ı Mukaddeste geçmeyen ayrıntılar geçiyor.

Bu bağlamda 11. ayette geçen Basîr ismi de buradaki mesajı daha da güçlendiriyor. Hz. Davud’un zırh imal etmesi onları dokuması gibi detayları o günün Mekke’sinde hiç kimse görmedi. Bu noktayı dikkate aldığımızda Basîr isminin mesajı şu oluyor: Ey Mekke halkı! Hiçbirinizin görmediği bu detaylar, her şeyi bilen ve gören Allah tarafından elçisine vahyediliyor.

Özetlersek, kıssalardaki bu tür ayrıntıların tamamı “Kur’an insan sözü olabilir mi?” sorusuna “olamaz” cevabı veriyor.

Not: Biz bu kıssa ile ilgili detaylı değerlendirmeleri Sad ve Neml sûresinde yaptık oraya bakılmasını havale ederek tefsirimize gelecek ayetlerle devam ediyoruz.

15-23 ARASI AYETLERİN TEFSİRİ

15-18. Ayet: Allah (cc) Oradan İndirmesini de Bilir

Kur’an M. Ö. 10. yy. civarında kurulan bir devletten bahsediyor. Bu bahiste öncelikli amaçlar ve mesajlar var. Onlardan birkaçını, üç nokta altında anlatalım.

Birinci Nokta: Sonuç Eğitimi

Geçmişte yaşamış her kişi ve toplum üzerinden sonuç eğitimi vermek. Sebe halkı üzerinden verilen mesajlardan biri şu: Zirveye çıkmak zordur ama zirvede kalmak daha zordur. Zenginlik sizi de şımartırsa, nankörlük sizin de sıfatınız olursa, oraya çıkaran Allah (cc) çıkardığı gibi indirmesini de bilir.

İkinci Nokta: Kur’an İnsan Sözü Olabilir mi?

Bu kıssada Peygamber Efendimizin peygamberliğinden çok önce yaşamış olan bir halktan ve onların kurduğu medeniyetten bahsediliyor.

Kitab-ı Mukaddes’te de Sebe halkından onların kurduğu medeniyetten bahsediliyor. Ama Kur’an’da geçen bazı ayrıntılar orada geçmiyor. Peygamber Efendimiz (sav) sanki o halkın yaşadığı asırda yaşamış, onların kurduğu şehirleri gözüyle görmüş gibi detaylar veriyor.

O detaylardan şunlar Kitab-ı Mukaddeste geçmez.

Bu ve benzeri detaylar küçük ama verdikleri mesaj büyük: O mesaj Kur’an’ın insan sözü olamayacağı, Allah (cc) bildirmeseydi Peygamber Efendimizin (sav) bunları bilemeyeceği ve bildiremeyeceği gerçeğidir.

21. ayette geçen Hafîz ismi de bu mesaja şöyle bir ekleme yapıyor: Bunların hiçbiri senin hafızanda yoktu. Bunların tamamı Hafîz olan Allah’ın ilminde muhafaza edilmişti. Bunlar sana oradan geliyor.

Üçüncü Nokta: “Uydurmak İçin Neden 9 Yıl Bekledi?”

Bu nokta ikinci noktanın devamı niteliğinde olacak.

Bu sûrede geçen Sebe halkıyla ilgili bu detaylar Kur’an’da sadece bu ayetlerde geçiyor. Daha önce inen Neml sûresinde Sebe halkının kraliçesi Belkıs’tan bahsedilmişti ama Sebe medeniyetine ait bu detaylar anlatılmamıştı.

Kur’an’ın ilk ayetleri indikten 9 yıl sonra bu sûre iniyor. Eğer gerçekten Kur’an bir insan sözü olsaydı, haşa onu iddia edildiği gibi “Muhammed uydursaydı” o zaman soru şu olurdu: Neden bunları uydurmak için 9 yıl bekledi?

O güne kadar ailesinden, arkadaşlarından ve çevresinden hiç kimse ondan bu tür konuları hiç duymamıştı, hiçbiri “Daha önce anlattığın şeyleri yine tekrar ediyorsun” demedi.

Bugün bizim için çok anlamlı olmayabilir ama hayalen 7. Asra gittiğimizde bunları Peygamber Efendimizden duyduğumuzda bunlar çok ama çok orijinal bilgiler. Bunları duyan müminlerin imanı artarken, müşriklerin hayreti artıyordu.

19. Ayet: İnsan Şımarınca Nasıl Dua Eder?

Böyle bir soru geldiğinde “Buna örnek gösterilecek bir ayet var mı?” dense o ayet bu ayet olur.

Kur’an, Sebe Sûresi 19. ayette, “Ey Rabbimiz! Aralarında yolculuk yaptığımız konakların arasını uzaklaştır” diyen bir topluluktan bahsediyor. Ayet, bu duanın detaylarını vermese de günümüz bakış açısıyla değerlendirildiğinde, ortada ekonomik gücü elinde tutan bir kesimin olduğu anlaşılıyor. Bu kesim, halkın ticarete kolay erişmesini engelleyerek kendi imtiyazlarını koruma derdinde.

Bu Duanın Günümüzdeki Karşılığı Ne?

Bugün, bu anlayış doğrudan bir dua şeklinde ifade edilmese de fiili olarak uygulanıyor. Küresel güçler, büyük devletler ve şirketler, ekonomik ve ticari hâkimiyetlerini pekiştirmek için piyasayı tekelleştirme çabasında. Küçük ülkeler borç ve ticari baskılarla bağımlı hale getiriliyor, büyük şirketler yerel esnafı ve girişimcileri piyasadan silerek rekabeti engelliyor. Dijital ve ekonomik devler, sistemin erişilebilirliğini zorlaştırarak kendi ayrıcalıklarını sürdürüyor. Kısacası, Sebe halkının duası modern dünyada farklı formlarda karşımıza çıkıyor.

Peki, Sonuç Ne Oldu?

Ayetin devamında, açgözlülükle yapılan bu duanın maksadın aksiyle kabul olduğu görülüyor. Yani güçlerini pekiştirmek isteyen bu kesim, sonunda ellerindekini de kaybederek paramparça oluyor. Bugün de benzer şekilde, halkı ezen tekelleşme çabalarının uzun vadede çöktüğünü görüyoruz. Ekonomik sistemin adaletsizliği, bir noktada bizzat bu sistemin kurucularını da vuruyor.

Ayetten Çıkarılacak Ders Nedir?

Ayetin sonunda, “sabreden ve şükredenler için bunda ibretler vardır” deniliyor.

Özetlersek, bu ayette açgözlülüğün sonunun -bu dünyada olmasa bile ahirette kesin olarak- hüsran olduğu mesajı net bir şekilde veriliyor.

20. Ayet: Asırlar Değişince İnsan Tabiatı da Değişir mi?

Bu ayet, insan tabiatının zamanla değişmediğini gösteriyor. Kur’an’da anlatılan Âdem-İblis kıssası kaç bin yıl önce yaşandı bilmiyoruz, ancak bir gerçek var ki insanın zaafları, hırsları ve eğilimleri dün neyse bugün de aynı, gelecekte de aynı olacak.

Şeytan İnsanları Nasıl Saptırıyor?

Ayet, şeytanın asırlar önce söylediği şu söze atıfta bulunuyor: “Çağrıma kulak verenleri saptıracağım.”1207Kur’an’a göre şeytan, kötüyü güzel göstererek, günahı çekici hale getirerek insanları tuzağa düşürmeye çalışır. Sağdan yaklaşır, yani iyi görünen şeylerin içine fesat karıştırır.

Sebe halkına da aynı yöntemi kullandı. Daha fazla kazanma, daha güçlü olma, daha ayrıcalıklı hale gelme gibi parlak ambalajlarla açgözlülüğü meşrulaştırdı. Onlar da bu yemi yutunca şeytanın tuzağına düştüler. Şeytanın eskimeyen stratejisi hep aynıdır: Önce yemler, sonra da o yeme gelenleri gemler (yani kontrol eder, istediği yöne sürükler).

Bu Tuzağa Kimler Düşmez?

Kur’an bütünlüğünden bakıldığında, şeytanın tuzağına düşmeyenler Allah’a içten bağlı olan ihlâslı kullardır. Yani imanlarını hırslarına feda etmeyen, sahte cazibelere kapılmayan müminler.

Bu ayet, bizlere şeytanın her çağda aynı yöntemleri kullandığını ve insanoğlunun en büyük imtihanlarından birinin, süslü ambalajlarla sunulan tuzaklara karşı direnmek olduğunu hatırlatıyor.

21. Ayet: Tercihi Siz Yaptınız, Faturayı Şeytana Kesemezsiniz

Günümüzde olduğu geçmişte de yaptığı yanlışların faturasını şeytana kesen, kötülüğün sorumlusunu şeytan olarak gören, kendini aklamaya/tezkiye etmeye çalışan insanlar vardı.

İşte başlıktaki cümle ayetin bu tür insanlara cevabı oluyor.

Şeytanın onlar üzerinde bir hakimiyeti yoktur ifadesi üzerinde önceki ayetlerde çok durduk.1208 Burada da bu konuya vurgu yapılıyor. O vurguyu açarsak, denilen şu: Şeytan tabiatı itibarı ile bir cindir; cinlerin içinden insanlara kötülük yapan ve yaptığı kötülük sadece ama sadece vesvese ile sınırlı olan bir varlıktır. Yani şeytan hiç kimseye fiziki baskı yapamaz. Hiç kimsenin kolundan tutup şunu zorla yapacaksın diyemez. O yüzden faturayı şeytana kesmeyin tercihlerinizin sonuçlarından siz sorumlusunuz.

22. Ayet: Söz, Sözde İlahlara Geliyor

Bu ayeti bağlam içinde okursak, Sebe halkı Neml sûresindeki Belkıs kıssasından öğrendiğimize göre Allah’ın yanı sıra güneşe tapıyorlardı yani Mekke müşrikleri gibi inançlarına şirk karıştırmışlardı. Ayet bu konuya işaret ederek toplumlardaki bozulmaların nereden başladığına dikkat çekiyor.

23. Ayet: Tevhidden Sapmanın Sonuçları

Bu ayet birçok ayette olduğu gibi tevhidden sapmanın sonuçlarından biri olan şefaat inancına dikkat çekiyor. Bu dikkat çekme üzerinden özelde Mekke müşriklerine genelde tüm zamanlarda gelecek insanlara şu mesaj veriliyor: Ahirette Allah’tan başkası size yardım etmeyecek. O yüzden Allah ile aranıza hiç kimseyi sokmayın, Ondan beklenecekleri başkasından beklemeyin.

24-33 ARASI AYETLERİN TEFSİRİ

24. Ayet: Rızık Veren Kim?

Bu ayettekine benzer bir içerik Yunus sûresi 31. ayette geçti. Orada “Sorular Silahınız Olsun”, “Sorular Aklı İnanmaya Mecbur Ediyor”, “Akıl Ya Allah’ı Ya da O’na Denk Bir Yaratıcıyı Kabul Etmek Zorundadır” başlıkları altında geniş açıklamalar yaptık. Oraya bakılmasını tavsiye ederek burada rızk üzerinden bazı değerlendirmeler yapmak istiyoruz.

Bu ayeti bağlam ile birlikte okursak, Sebe halkı içinde zenginleri şımartan sebeplerin arkasında sahip oldukları nimetlerle yani rızıklarla yetinmeme gibi bir açgözlülük vardı.

Konuya buradan baktığımızda bu dünyada rızık endişesi gizli veya açık hemen hemen her insanın endişesidir. Hemen hemen her insan bir şekilde rızkını sağlama almak, onu istikrarlı hale getirmek ister.

Onun istikrarlı hale gelmesine vesile olan (devlet, işveren, patron, iş yeri, sigorta, emeklilik gibi) araçlara da çok değer ve önem verir.

İşte burası imtihanın yoğunlaştığı nokta: İnsan ya rızkı aradaki vasıtalardan biliyor ya da Allah’tan biliyor.

Aradaki vasıtalardan bilenler geçmişte o nimetlerin gelmesine aracı olan (güneş, gök, toprak, inek gibi) vasıtalara tanrılık payesi verirken, günümüzdekiler Allah’ı unutuyor o nimetleri o vasıtalardan biliyor. “Bu olmasaydı bu da olmazdı” başlığı altında Allah yapılacak hamdi, şükrü bir şekilde vasıtalara yapıyorlar.

İşte bu ve benzeri ayetler insana şu mesajı veriyor: “Vasıtaların kulu olmayın, vasıtaları emrinize veren, hizmetinize sunan Allah’a kul olun.” diyor.

İnsanlık tarihinde şunu çok gördük. Günümüzde bunu modern ve süslü isimler içinde görüyoruz.

Rızkın verilmesinde aracı olanlar, onu insanları kendilerine mahkum etmede, mecbur etmede, köle gibi çalıştırmada gerekçe yapıyorlar.

İşte dinin insanı özgürleştirmesi tam da burada kendini gösteriyor: Bu ayet bütün zamanlara şu mesajı veriyor. Rızkı insanlardan bilerek kula kulluk etmeyin. Rızkın Allah’tan geldiğini bilerek kendinizi aradaki vasıtalara karşı özgürleştirin.

25. Ayet: Bu ayette vurgu yapılan nokta sorumluluğun şahsi olması. Herkes kendi yaptığından mesuldür.

Bu konuda Necm sûresinin 38. 39 ayetlerinin tefsirinde “Günah Transferi Yok, Peki Sevap Transferi Var mı?” başlığı altında yaptığımız değerlendirmelere bakılabilir.

26. Ayet: Adil Olamazsanız Fatih de Olamazsınız!

Allah’ın el-Fettah ismi Fettah şeklinde sadece bu ayette geçiyor. Fâtih şeklinde de A’râf sûresinin 87. ayette geçiyor.

Genelde halk arasında bu isim “Allah bize fetih nasip etti, şu savaşı kazandık, şu bölgeleri fethettik.” gibi ifadelerle birlikte kullanılıyor.

İlginçtir Kur’an’da bu isimlerin geçtiği iki yerde de bu anlamda kullanmıyor. Bu ayette hüküm verme, A’râf sûresinde de “hüküm verenlerin en hayırlısı” anlamında kullanılıyor. Yani Kur’an hüküm ile fetih arasında doğrudan bir bağlantı kuruyor.

Konuya bu bağlantı üzerinden bir kurgu içinde bakarsak şunu görüyoruz:

Önünüze bir dava/sorun geliyor ama bu sorunda çözüme giden kapı kapalı. Bu kapının açılması adaletle hükmeden bir hakimin vereceği doğru karara bağlı. Bu doğru karar verildiğinde kapalı kapılar açılıyor ve fetih gerçekleşiyor.

Allah’ın Fettah ismini böyle anladığımızda, bu isim bizim hayatımızda öncelikli olarak adalet ve doğru hüküm verme şeklinde tecelli ediyor.

Fettah ismini ve tecellisini böyle anladığımızda bu ismin bütün zamanlara mesajı şu oluyor: Adil olamazsanız, adaletle hükmetmezseniz gönüllerin fatihi olamazsınız. Hiçbir insan gönlünün kapısını size açmaz. Hiçbir ülke “Buyur gel, İslam’ın güzelliklerini bize anlat” diye kapılarını açmaz.

Bir yerde adalet yoksa, onun zıddı olan zulüm (haksızlık) vardır. Zalimden fatih olmaz, zalimler zorla toprak kazanabilir, işgalci olabilir ama gönüllerin fatihi olamazlar.

Özetlersek, fethe giden yol adaletten geçiyor.

Alim İsminin Mesajı: İlim Olmadan Fetih Olmaz

Bu ayette Alîm isminin Fettah ismiyle birlikte gelmesi yukarıda verdiğimiz anlamı daha da güçlendiriyor.

Fettah isminin doğru hükümle bağlantısını kurduğumuzda, doğru hükme ulaşmanın şartı doğru bilgidir. Doğru bilgi olmadan, doğru hüküm, doğru karar olamaz.

27. Ayet: Şirk ve Fettah, Alim, Azîz ve Hakîm İsimleri Arasındaki İlişki

Bu ayetin konusu şirk. Ama ayet öyle bir bağlamda geliyor ki, öncesinde Fettah ve Alîm esması var. Hemen arkasında da Azîz ve Hakîm esması var.

Bu esmanın tecellileri üzerinden şirk konusuna bakarsak şu değerlendirmeleri yapabiliriz.

Allah (cc) görünmeyendir. Zatının tecellileri üzerinden görünendir. Bu yönüyle adına kainat/evren/dünya dediğimiz şey Allah isimleriyle tecelli ettiği perdedir. Bu perdenin diğer adı sebeplerdir.

Sembolik dille konuşursak, Allah ile insan arasında, tevhide giden yolda bu perde/sebepler vardır. Allah’tan insana gelen bütün nimetler bu sebepler üzerinden gelir. Buradan bakarsak şirk, nimeti getiren vasıtaları gönderene ortak kılmaktır.

Geçmişten günümüzde milyonlarca insan şirk perdesine takılmış ve müşrik olmuştur.

Bu yönüyle imtihan dünyasının dekorunda insanın tevhide giden yolunda önünde kapalı bir kapı vardır. Bu kapalı kapı Allah’ın Fettah, Alîm ve Hakîm isimlerinin tecellisi ile açılıyor. Yani doğru bilgiyle doğru hükümle açılıyor.

Bu üç isim doğru bilgi ve doğru hükümle kapının açılmasına işaret ederken, insanda izzet olarak tecelli eden Azîz ismi de insana şu mesajı veriyor: İzzet Allah’tandır; Allah’a kul olmaktır. Allah varken, O’nun insana hizmet için yarattığı varlıklara ilahlık/tanrılık vermek, onları kendinden üstün bir konumda görmek insan için zillettir.

28. Ayet: “Burada Alınganlık Güzel”

Açıklamalı Mealimizde Beyyine sûresinin girişinde “Kur’an Okurken Alıngan Olmalı mı?” başlığı altında bu konuya değinmiştik. Burada konuya farklı bir açıdan bakacağız.

Biz hem mealimizde hem tefsirimizde “Allah’ın resulü/elçisi benim peygamberim” diyen her mümine, böyle söylemenin ona yüklediği sorumluluğu hissettirme adına “elçinin elçisi” diyoruz. Bu sıfatın yanlış anlaşılmaması içinde dipnottaki referanslara bakılmasını tavsiye ediyoruz.1209

O referanslardan yola çıkarak, güzel bir alınganlık örneği sergileyerek bu ayette geçen “seni” ifadesini üzerimize alıyoruz.

Ayeti böyle anladığımızda Evrensel Peygamber Hz. Muhammed de makro ölçekte olan müjdeleme ve uyarma görevi, mikro ölçekte bizim de görevimiz oluyor.

Peki neyin müjdesini veriyoruz? Okumanın, anlamanın, yaşamanın sonunda bulduğumuz İslam’ın güzelliklerini bütün insanlarla paylaşıyor, onlara bu güzellikleri yaşadıklarında dünyada ve ahirette kavuşacakları sonuçları müjdeliyoruz.

Peki neyin uyarısını yapıyoruz? Bu müjdeye kulaklarını kapadıklarında, sırtlarını döndüklerinde karşılarına çıkacak sonuçları hatırlatıyoruz.

Özetlersek bu müjdeyi vermenin bu uyarıyı yapmanın yolu İslam’ın güzelliklerini önce nefsinde yaşamaktan geçiyor. Bunu yapamayanlar kendilerinin kulak vermediği, ciddiye almadığı bir müjde ve uyarıyı başkalarına da veremezler.

29. Ayet: Müjdeleme ve Uyarma İşini Yaparken Karşımıza Neler Çıkacak?

Buradaki ayetleri bağlam ile birlikte okuduğumuzda, ayetler başlıktaki sorumuza cevap verecek şekilde geliyorlar.

Aslında sadece bu ayetlerde değil, Kur’an’daki bütün peygamber kıssaları başlıktaki sorumuza cevap verecek yüzlerce örnek içeriyor.

29. ayet bize dolaylı olarak şunu diyor: İnsanları müjdeleme ve uyarma işini yapmaya başladığınızda önüne çıkacak ilk sorulardan biri bu olacak diyor. Bu sorunun özünde ahirete iman var.

Yani soru aslında şu: Senin bahsettiğin ahiret var mı? Hesap günü var mı? Bu müjdelerin ve uyarıların karşılığını göreceğimiz bir yer var mı?

30-33. Ayet: Sonuç Eğitimi

Bu ayetlerde dünyadaki müjde ve uyarılara kulak vermeyenleri ahirette bekleyen son gösteriliyor.

Bu ayetler adete dev bir ekran oluyor, dünyada bakanlara şu mesajı veriyor: Eğer burada size yapılan uyarılara kulak vermezseniz ahirette bu konuşmaları yapanlardan biri de siz olabilirsiniz. Gelin yol yakınken dönün.

Güçlü ve Zayıf Üzerinden Verilen Mesaj

Bu ayetlerde dünyada güçlülere tabi olan zayıfların ahiretteki pişmanlığı ve güçlüleri suçlaması anlatılıyor. Güçlüler de zayıfları suçluyor.1210

Aslında ahiretteki bu manzara, bize dünyadaki bir manzaranın oradaki uzantısını gösteriyor.

Dünyada geçmişten günümüze devam eden bir gelir adaletsizliği var. Buna bağlı olarak güçlünün zayıfı ezmesi var.

Bu ezilmeye bağlı olarak sürü psikolojisinde hareket eden, dünyada kim karnını doyuruyorsa, Allah’tan gelen rızkı ona kim veriyorsa, ona kendini muhtaç ve mecbur hisseden insanlar var.

İşte tam bu noktada bu ayetler bizi bu sûrenin 24. ayetine bağlıyor. Orada şu ifadeler geçmişti “Göklerden ve yerden size rızık veren kimdir? De ki: Allah’tır!”

Bu mesajlar alındığında tevhid şuuru aktif oluyor. Bu şuur aktif olduğunda ahirette yaşanacak sonuçların yaşanmaması için dünyada alınması gereken tedbirler alınmış oluyor.

34-45 ARASI AYETLERİN TEFSİRİ

34. 35. Ayet: Şımarık Zengin Tiplemesi

Servet konusu Kur’an’ın en fazla vurgu yaptığı konulardan biri. Kur’an bu konuya vurgu yaparken daha çok servetin -her nimet gibi- bir emanet olduğunu unutan, servetle şımaran zenginlere de vurgu yapıyor.

Bu konuda benzer bir ayet En’âm sûresinde (123) geçmişti. Orada “Günahkarları İktidara Getiren Kim? Allah mı, Halk mı?”, “İktidarda Şımaranlara Örnek” başlıkları hakkında bu konuya değinmiştik. Burada oradaki değerlendirmelerimizin devamı olarak şunları ilave edelim.

Kur’an burada önceki ayetlerde rızık başlığı altında açtığı konuyu o konuyla doğrudan ve dolaylı olarak bağlantıları olan konular üzerinden devam ettiriyor.

Her devrin şöyle bir değişmez gerçeği var: Ülkelerin zenginleri, o ülkelerin aynı zamanda siyasi ve ekonomik olarak en güçlüleri oluyor. Bunlar kendileri gibi olanlarla (vakıf, dernek, kulüp gibi çatılar altında) birleştiklerinde o ülkelerde güç odakları/lobiler/imtiyazlı sınıflar oluyorlar. Bunlar doğrudan veya dolaylı olarak hükümetler/iktidarlar/yöneticiler/krallar üzerinde etkili olabiliyorlar.

Siyasi literatürde bunlara oligark, bunların etkisinde olan yönetim modellerine de oligarşi deniliyor.1211

Bu yönetim modelinin bir benzeri bu ayetlerin indiği 7. asırda Mekke’de vardı. Mekke şehrinin yönetiminde söz sahibi olan bu insanların toplandığı yere Dâru’n-Nedve deniliyordu.

Kazançları büyüdükçe onları sağlama alma istekleri artarken, onları kaybetme endişeleri de artıyordu.

Hayata kâr-zarar, menfaat, rant penceresinden bakan insanlar, genelde gönderilen peygamberleri; bu ve benzeri kârlara ortak olmak isteyen kişiler gibi değerlendirdiler. Önce onları görmezden geldiler. Baktılar onların sayısı ve etkisi artınca karalama yoluna gittiler. Baktılar olmuyor, “gel bu işten vazgeç, ne istiyorsan verelim” anlamında rüşvet teklif ettiler, yine olmayınca şiddetin her türlüsünü uygulamayı tercih ettiler.

35. ayet bu gücü nereden aldıklarına işaret ediyor.

Malın ve evladın Allah’ın onlara verdiği nimetler olduğunu unutup, Allah’ın verdiğini, Allah davasını durdurmak için kullanma yanlışını yapıyorlar. Bunu yaparken de yaptıklarının mutlak doğru olduğunu düşünüp “biz azaba uğratılacak değiliz” diyorlar.

36. 37. Ayet: Rızık Nedir?

Kur’an’î ölçülerde Allah’tan gelen (hayat nimetinden sıhhate, sıhhatten servete kadar) her nimetin adı rızıktır. Burası imtihan dünyası olduğu için Allah (cc) rızıkla da imtihan eder. Azaltır, çoğaltır, verir-alır, sonunda hayat nimetini de alır.

Bu bağlamda 37. ayet şu mesajı veriyor: Sizi değerli yapan size verilen rızıkların azlığı çokluğu değildir. Sizi değerli yapan onları kimden bildiğiniz ve onları nasıl kullandığınızdır.

38-43. Ayet: Sonuç Eğitimi Presliyor

Bu ayet grubunda 37. ayeti de içine alacak şekilde bir sonuç eğitimi veriliyor.

37. ayet şu müjdeyi verdi: Malı Allah’tan bilir, onu Allah yolunda kullanırsanız, evladı da Allah’tan bilip, Allah’ın razı olduğu şekilde yetiştirirseniz, yani bunları Allah’a yaklaşmaya vesile yaparsanız, bunun ödülü önce güzel ahlak, sonra Allah’ın rızasını kazanma, sonra da cennet olacak.

Peki tersi olursa ne olacak?

Bu bağlamda 45. ayet diyor ki: sizden öncekiler de yalanladılar. Hatta onlar sizden 10 kat daha güçlüydü ama ona rağmen dünyada ve ahirette onları bekleyen sondan kurtulamadılar.

İşte bu noktada bu ayet grubunun mesajı netleşiyor ve ayetler bütün zamanlara şunu diyor: Geçmişten ders alın, gelecekte sizi bekleyen sonuçlara bakın. Hangi sonucu yaşamak istiyorsanız, dünyada tercihinizi ona göre yapın.

46-54 ARASI AYETLERİN TEFSİRİ

46. Ayet: Sadece Burada Geçen Bir İfade: Tek Öğüt

Kur’an’a içinde yüzlerce öğüdün olduğu ve “Baştan sona öğüt veren bir kitaptır.” desek yanlış olmaz.

Ama buna rağmen 46. ayette geçen “Size bir tek öğüt vereceğim:” ifadesi bu şekliyle sadece burada geçiyor.

Bu öğüt bütün zamanlarda İslam dini hakkında kafası karışık; şüpheleri olan insanlara verilecek bir öğüt.

Üzerinde düşünmemiz istenen tek öğüt şu: Kur’an’ı insanlara tebliğ eden peygamber normal mi değil mi? Akıllı mı (haşa) deli mi?

Bu tek öğüt neden önemli? Bu tek öğüt üzerinde düşünüldüğünde yüzlerce öğütün doğruluğunu veya yanlışlığını anlayabileceğimiz bir öğüt.

Biz bu öğütün doğruluğunu bu tefsir çalışmasında onlarca ayette “Kur’an insan sözü olabilir mi?” başlığı altında gösterdik ve anladık ki: “Kur’an bir insan tarafından yazılmış, uydurulmuş bir kitap olamaz.”

Özetlersek, verilen bu bir öğüt üzerinde düşündüğümüzde, Kur’an’daki bütün öğütlerin doğru olduğunu anlıyoruz.

Kur’an’ın bu noktaya dikkat çekmesinden de şunu anlıyoruz: “Ben Müslümanım diyen her insan bu eşiği geçmeli.” Yani Hz. Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğu konusundaki imanını güçlendirmeli, bütün şüphelerini sıfırlamalı. Bu eşik aşıldığında Kur’an’da verilen yüzlerce öğüdü anlamak, anlatmak ve yaşamak kolaylaşıyor.

Ayette Neden Seçenek Var? Toplu ve Tek Başına

Ayet düşünün derken ister toplu ister tek başınıza düşünün diyor? Burada bir incelik ve mesaj var.

Ne olabilir?

Çok basit bir örnek üzerinden anlatırsak, burada “düşünün” ifadesi şuna benziyor: Matematikte 2+2 = 4’dür. Bunu bir kişi de düşünse böyledir. Bin kişi de düşünse böyledir. Burada önemli olan “aklını kullanmak, düşünmektir.”

Aynen bunun gibi olmasa da Hz. Muhammed’in deli olmadığını anlamak için sadece düşünmek gerekiyor. İnsanlar -ortak aklı kullanarak- toplu veya -bireysel aklı kullanarak- tek başına düşündüğünde şunu anlayacaklardı, 40 yıl aralarında yaşayan, kendisine vahiy gelmeden önce hiçbir delilik emaresi görmedikleri bu insan deli olamaz.

Ayet bütün zamanlara şu mesajı veriyor: Önemli konularda karar vereceğiniz zaman hem “biz” hem de “ben” bilincini kullanın. "Biz bilinciyle" ortak aklın gücünden faydalanın, istişare edin, farklı görüşleri değerlendirin. Ancak "ben bilinciyle" de sürü psikolojisine kapılmadan, başkalarının düşüncelerine sorgusuzca uymadan kendi aklınızla hakikati arayın. Vereceğiniz her kararın sorumluluğunu taşıyacağınızı unutmayın ve gerçeğe sadece çoğunluğun fikrine dayanarak değil, bizzat düşünerek de ulaşmaya çalışın.

47. Ayet: Düşünürken Odak Noktası Ne Olmalı?

Bu ayeti bağlam içinde ele aldığımızda, Peygamber Efendimiz (sav), 46. ayetin devamı olarak insanlara sesleniyor ve onlara önemli bir noktaya odaklanarak düşünmelerini söylüyor:

"Ben neden hiçbir ücret istemiyorum? Neden hiçbir karşılık beklemiyorum?"

Genellikle insanlar bir işe giriştiğinde, bunun arkasında bir amaç, bir menfaat beklentisi olur. Para kazanmak, makam elde etmek, itibar görmek ya da başka bir çıkar sağlamak gibi… Ancak bu noktada ayet, insanları derin bir muhakemeye davet ediyor:

Ayet, dolaylı olarak insanlara şu çağrıyı yapıyor: Bu dünyada bir insan, bir işi neden yapma ihtimali varsa, tüm seçenekleri tek tek düşünün. Eğer ortada hiçbir dünyevi beklenti yoksa ve bu iş görünür maddi nedenlerle açıklanamıyorsa, geriye tek bir seçenek kalır:

Bu kişi, davasını sadece Allah rızası için yapıyor. Onun amacı, bu dünyanın sınırlarını aşan, maddi kazançlarla ölçülemeyecek kadar büyük bir gayedir. İşte bu hakikati görmek için aklınızı ve vicdanınızı devreye sokarak düşünün!

Peki bu ayet günümüze ne diyor? Özellikle günümüzdeki Müslümanlara ne diyor?

Dolaylı olarak denilenlerden biri de şu: Siz de düşünün, milyonlarca Müslümansınız. İnsanlar sizin için bu işi hiçbir karşılık beklemeden yapıyor der mi? Yani, demem o ki, bu ayet, her Müslüman'a bir nefis muhasebesi yapmasını, kendi motivasyonlarını; kendini harekete geçiren dinamikleri sorgulamasını tavsiye ediyor.

Bir kere daha düşünün...

Özetlersek, bu soruları kendimize sormak ve dürüstçe cevaplamak, bizi daha bilinçli ve sorumluluk sahibi Müslümanlar yapacaktır. Unutmayalım ki, her işin bir karşılığı vardır. Ancak, en değerli karşılık, Allah'ın rızasını kazanmaktır.

Şehid İsminin Mesajı Nedir?

Ayetin sonunda Allah’ın Şehîd ismi geçiyor. Bu isim, bütün zamanlara şu önemli mesajı veriyor: Allah, her şeyi görendir, her şeye şahittir. O, sizin yaptığınız her işi, hangi niyetle yaptığınızı, kalbinizin derinliklerinde gizli olan motivasyonları eksiksiz bilir. İnsanların gözünden kaçan samimiyetinizi de içten içe beslediğiniz beklentileri de tam anlamıyla görmektedir.

Öyleyse, Allah yolunda bir iş yaparken gerçekten hiçbir karşılık beklemeden mi yapıyorsunuz? Menfaat, takdir ya da övgü beklemeden mi hareket ediyorsunuz? İşte bu soruların cevabını en iyi bilen, Şehîd olan Allah’tır.

Bu isim bize şunu hatırlatıyor: Amellerimiz, insanların gördüğü kadarıyla sınırlı değildir; asıl değeri, Allah’ın bildiği ve gördüğü kadardır. Yani insanlar, sadece dışarıdan görüneni değerlendirir; niyetimizi, içimizde saklı olan gerçek motivasyonları tam anlamıyla bilemezler. Ancak Allah, her şeyin iç yüzünü, en gizli düşüncelerimizi, kalbimizde taşıdığımız niyeti ve samimiyeti eksiksiz görür.

Bu yüzden, yaptığımız her işte insanların takdirine değil, Allah’ın rızasına odaklanmalıyız. Çünkü gerçek değer, insanların övgüsüyle değil, Allah’ın katındaki karşılığıyla ölçülür.

48. Ayet: Allah’ın Bilmesi Yeter

Bağlamı dikkate alarak bu ayet üzerinde düşündüğümüzde, dolaylı olarak şu mesajı anlıyoruz: Bir insanın peygamber olduğuna iman etmek, gayba iman etmenin bir parçasıdır. Hiç kimse, Hz. Muhammed’e (sav) Allah’ın vahiy gönderdiğini gözleriyle görmemiştir. Hiç kimse onun peygamberliğini duyularıyla deneyimleyerek tespit etmemiştir. Ancak Allah, her şeyin en doğrusunu bilen, gaybı eksiksiz şekilde gören ve hakikati ortaya çıkarandır.

Bu açıdan bakarsak, Peygamber Efendimiz (sav) burada muhataplarına şunu söylüyor:

"Ben yaptığım her şeyi öncelikli olarak Allah’ın rızası için yapıyorum. Eğer bütün dünya aksini iddia etse bile, benim doğruluğuma O’nun şahit olması yeter."

İnsanlar bazen bir gerçeği inkâr edebilir, şüphe duyabilir veya reddedebilirler. Ama bir şeyin hakikat olması için insanların tasdik etmesine gerek yoktur. Çünkü hakikatin ölçüsü insanların kabulü değil, Allah’ın bilgisi ve hükmüdür. O, her şeyi en doğru haliyle bilendir.

Bu Ayet Günümüze Ne Söylüyor?

Bu ayet, sadece o dönemin insanlarına değil, bugün bize de önemli bir mesaj veriyor: Hakikat, insanların onayına ihtiyaç duymaz. Eğer bir şeyin doğru olduğuna inanıyorsanız ve samimi bir niyetle hareket ediyorsanız, insanların ne dediğinden çok, Allah’ın ne bildiğine odaklanmalısınız.

Bugün de dindar bir insan, iyi niyetle bir şeyler yaparken eleştirilere, iftiralara ya da şüpheyle bakılmaya maruz kalabilir. Bazen bir insan Allah için çabalarken, çevresi onu anlamaz, yalnız bırakır veya ona karşı çıkar. İşte bu noktada önemli olan, insanların onayını kazanmak değil, Allah’ın şahitliğine güvenmektir.

Tıpkı Peygamber Efendimiz (sav) gibi, biz de her durumda şu soruyu sormalıyız:

Ayetin sonunda vurgulanan nokta şu: Allah, her şeyin en doğrusunu bilen ve zamanı geldiğinde hakikati apaçık ortaya çıkarandır. Öyleyse biz de doğru bildiğimiz yolda, insanların değil, Allah’ın şahitliğini esas alarak yürümeliyiz.

49. 50. Ayet: Hakka İman ile Gelen Özgüven

Bu ayet Allah’tan gelen bir vahiy. Peygamber Efendimiz bu sözü bir tek harf eksiltmeden ve ilave etmeden söylüyor.

Peki, bu ayetin indiği 7. yüzyıl Mekke’sinde böyle bir sözü söylemek kolay mıydı? Kesinlikle hayır!

O günlerde:

Ve işte tam bu ortamda bu ayetler iniyor.

Peygamber Efendimiz (sav) güçlü ve sarsılmaz imanından doğan bir özgüven ile zulmün, baskının, tehditlerin en yoğun olduğu bir dönemde, batılın gücüne değil, hakkın galibiyetine odaklanan bir duruş sergiliyor.

Bu ayet sadece o döneme değil, tüm zamanlara bir mesaj veriyor:

Günümüzde de geçerli olan ilke şu: Eğer hak üzereyseniz, zorluklar karşısında geri adım atmanıza gerek yok. Çünkü batılın en büyük silahı korku salmaktır. Ama siz, Allah’ın hakkı ortaya çıkaran, batılı yok eden, en güçlü destekçi olduğunu biliyorsanız, korkuya yer yoktur.

Özetlersek, hak geldiğinde, batıl yok olmaya mahkûmdur. Mesele, hakikate ne kadar samimi ve sağlam bir imanla bağlı olduğumuzdur.

51-54. Ayet: Sonuç Eğitimi – Keşke Dememek İçin

Bu sûre, "sonuç eğitimi" ile bitiyor. Peygamber Efendimiz (sav), muhataplarına şunu söylüyor: "Şimdi inanmayı reddediyorsunuz ama ahirette 'inandık' diyeceksiniz. Oysa o iman, o zaman size hiçbir fayda sağlamayacak!"

Bu ayetler, inkârcıların gecikmiş pişmanlığını gösteriyor. Dünyada inkâr edenler, ahirette cehennemi görünce inanmak isteyecekler ama o iman geçerli olmayacak. Çünkü iman, gayba inanmakla değerli. Ahirette herkes görecek, ama o noktada inanmanın bir anlamı olmayacak.

Bütün Zamanlara Verilen Mesaj:

Özetlersek, ahirete hazırlık yaparken, zaman geçmeden doğruyu gör ve ona göre hareket et.

59/39. ZÜMER SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-22 ARASI AYETLERİNTEFSİRİ

Not: Bizim mealimiz Açıklamalı Meal. Genelde okuyucun mealimizden okuduğunda çok rahat anlayacağı ve önceki sûrelerinde hakkında bilgi verdiğimiz ayetler üzerinde çok kısa değerlendirmeler yaparak geçiyoruz. Bu sûrede de yeri geldikçe bu şekilde değerlendirmeler yaptık.

1. Ayet: Bu Kitabın Arkasında Kim Var?

Bu ayet, sadece bir bildiri değil, aynı zamanda bir kimlik beyanıdır. Şu sorulara cevap verir:

Cevap net:

Buradan çıkan mesaj: Bu kitap rastgele ortaya çıkmış bir metin değildir. Gücü ve hikmeti sonsuz olan Allah tarafından, belirli bir amaç için indirilmiş bir rehberdir.

2. Ayet: Kitabın ve Senin Amacın

Bu ayet, kitabın neden indirildiğini açıklıyor. Mesaj açık: "Ey insan! Hakîm olan Allah bu kitabı bir amaç için indirdi. O amaç, senin doğru yolu bulman ve Allah’ın razı olduğu bir hayatı yaşaman."

Peki, bu amaca nasıl ulaşılır? Rehber olan Kur’an’a uyarak ve peygamberin örnekliğinde dini yalnızca Allah’a has kılarak.

Bu ayet, samimi ve saf bir kulluğun altını çiziyor: Ne toplum için, ne gösteriş için, ne de çıkar için… Sadece ve sadece Allah için!

3. Ayet: Halis Din Nasıl Olur?1212

Bu ayet, halis (saf, katışıksız) dinin ne olduğunu anlatıyor ve insanları büyük bir yanılgıya karşı uyarıyor.

Günlük hayatta halis bal, halis zeytinyağı gibi ifadeler kullanırız. Halis, içine hiçbir şey karışmamış, tamamen saf ve özüne sadık olan şey demektir. Halis din de aynen böyledir: İçinde yalnızca Allah vardır; sadece O'na kulluk edilir ve O'nun yanında başka bir ilah, otorite ya da aracı kabul edilmez.

Ancak ayet, insanların büyük bir yanılgısını dile getiriyor. Şirk koşanlar (sözde ilahlarını kastederek) şöyle diyorlar: "Biz onlara yalnızca bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz."

Yani Allah’a inanıyorlar ama O’na doğrudan yönelmiyorlar. O’na yaklaşmak için aracı koyuyor, bazı varlıklara kutsallık atfediyorlar. Ayet ise bu düşünceyi kesin bir dille reddediyor.

Özetlersek, halis din, Allah’a tam ve doğrudan yönelmekten ibarettir. Eğer bir şeyi O’na ortak ediyorsak, aslında O’na değil, kendi vehimlerimize ve nefsimize kulluk ediyoruz demektir.

Bu da Kur’an ifadesiyle hevayı ilah edinmektir.1213

4. 5. Ayet: Tefekkürde Yöntem: Zıddını Düşünmek

Bu ayet, bizi derin bir tefekküre yönlendiriyor: "Allah evlat edinmez ama edinseydi ne olurdu?"

Kur’an’da hakikati kavratma yöntemlerinden biri de zıddını düşündürmektir. Başka ayetlerde de bu yöntemin kullanıldığını görüyoruz:

Bu gibi ayetler, doğrunun kıymetini daha iyi anlamak için bazen zıddını düşünmenin önemli olduğunu gösteriyor. Gerçek huzurun değerini bazen kaos içinde, ışığın önemini karanlıkta, varlığın kıymetini yoklukta daha iyi kavrayabiliriz.

Şimdi ayete geri dönelim: Allah neden evlat edinmez? Çünkü O’nun buna ihtiyacı yoktur. O, mutlak güç sahibidir.

O, bir yardımcıya muhtaç olmadığı gibi, herhangi bir varlığa "O'nun bir parçası" diyerek O’na ortak koşmak da mümkün değildir. O, her türlü eksiklikten münezzehtir.

Bu ayet sadece eski toplumların yanlış inançlarını düzeltmekle kalmaz, aynı zamanda günümüz insanına da bir mesaj verir: İnancımızı daha bilinçli yaşamamız için zıtlar üzerinde tefekkür etmeye, Allah’ı O’na yaraşır şekilde tanımaya davet eder.

Zıddını Düşünerek Tefekküre Devam

Bu ayette, önceki yöntemi devam ettirerek bir okuma yapabiliriz. Allah, gökleri ve yeri bir amaç doğrultusunda yarattığını söylüyor. Peki ya amaçsız olsaydı?

Bunu daha da somutlaştırarak düşünelim:

Bu düşünceyi biraz daha ileri taşıyalım:

Bütün bu soruların cevabı aynı kapıya çıkıyor: Allah, Vahid’dir (Tek’tir), Kahhâr’dır (Mutlak güç sahibidir), Azîz’dir (Üstün kudret sahibidir) ve Gaffâr’dır (Sonsuz bağışlayandır). Eğer O’ndan başka ilahlar olsaydı, kâinatta düzen yerine düzensizlik, hikmet yerine anlamsızlık, huzur yerine kaos hâkim olurdu. Eğer O sadece Azîz olup Gaffâr olmasaydı, merhamet ve affın olmadığı bir dünyada yaşamak, hatalarımızın telafi edilemeyeceğini bilmek bizi umutsuzluğa sürüklerdi.

Bu tefekkürün sonunda ulaşılan yer şurasıdır: İyi ki böyle olmuş. İyi ki Rabbim, Vahid, Kahhâr, Azîz ve Gaffâr olan Allah olmuş.

Hamd O’na, teşekkür O’na…

6. Ayet: Allah Nasıl Tanıtılır?

Cevap: Önce Allah’ın yarattıkları sayılır, ardından hüküm cümlesi gelir:

“Sizin Rabbiniz olan Allah işte budur. Mülk yalnız O’nundur. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur.”

Bu, kesin bir sonuç cümlesidir. Peki, neden önce yaratılış anlatılıyor ve ardından bu hüküm veriliyor? Çünkü bir şeyi kimin yaptığı belliyse, onun sahibi de odur.

Ayeti, 5. ayetin devamı olarak okuduğumuzda şu yöntemi görüyoruz:

Şimdi ayetle birlikte bu yöntemi uygulayalım:

Allah sizi tek bir nefisten/özden yarattı. İnsan olarak varlığınızı kime borçlusunuz? Eğer taptığınız sahte ilahlar gerçekten ilah olsaydı, onların bu işte bir payı olması gerekmez miydi?

Sonra ondan eşini var etti. Erkek ve kadını birbirine uygun şekilde yaratıp, insan neslinin devam etmesini sağlayan kim? Eğer sözde ilahlarınızın böyle bir gücü olsaydı, kendi kulları için benzer bir düzen kuramazlar mıydı?

İnsanların faydalanması için sekiz çift hayvan yaratıp hizmetimize verdi. Hayvanların etinden, sütünden, derisinden, gücünden her gün faydalanıyoruz. Sözde ilahlarınızdan hangisi bunlardan bir tanesini yoktan yaratıp size verebilir?

Anne rahminde üç karanlık içinde insanı yaratıyor.

Geldik en zor soruya: 7. asrın Mekke’sinde sahip olunan tıp bilgisiyle kim anne karnındaki bebeğin gelişimini bilir, kim hangi aşamalardan geçerek yaratıldığını söyleyebilir? Kim biraz daha ileri gidip üç karanlık içinde yaratıldı detayını verebilir?

Şimdi bu sorulara dürüstçe cevap verelim: Eğer taptığınız sahte ilahlar bunları yaratabiliyorsa, onları Allah’a ortak edebilirsiniz. Ama yaratamıyorlarsa, o zaman Allah’tan başka bir ilah olmadığı apaçık ortada değil mi? O hâlde nasıl oluyor da haktan batıla, tevhidden şirke çevriliyorsunuz?

Sonuç: Bu ayet bize Allah’ı tanıtırken izlenmesi gereken yöntemi de gösteriyor:

Bu, sadece eski toplumlara değil, bugünün modern şüphecilerine de bir cevap! Çünkü şirk, sadece putlara tapmak değil; bazen farkında olmadan başka güçleri ilahlaştırmaktır.

Neden Sekiz Eş? Neden 10, 13 Değil?

Bu ayette ve benzeri (En'âm 143-144) ayetlerde "sekiz eş" ifadesi geçiyor.
Peki neden sekiz? Neden daha fazla değil? Üç noktada cevap verelim;

Birinci Nokta: Amaç, biyoloji dersi vermek değil, tevhid dersidir.
Ayetin asıl amacı, insanların günlük hayatlarında en çok istifade ettikleri nimetler üzerinden düşünmelerini sağlamak ve şu soruyu sordurtmaktır:

İkinci Nokta: Seçilen hayvanlar, yaşanılan coğrafyaya göre oluyor.
Burada örnek verilen koyun, keçi, deve ve sığır Arap Yarımadası’ndaki insanların en çok faydalandıkları hayvanlardır. Ancak ayetin vermek istediği mesaj sadece bu hayvanlara özgü değildir.

Eğer bu ayetler farklı bir coğrafyada inmiş olsaydı, başka hayvan çiftleri de öne çıkabilirdi. Örneğin:

Bu örnekler gösteriyor ki, ayetlerin amacı bir hayvan listesi vermek değil, Allah’ın insanların faydasına sunduğu nimetler üzerinden düşünmelerini sağlamaktır.

Üçüncü Nokta: Sayının sekiz olması anlatımı daha etkili kılar.
Eğitimde ve öğretimde, insanların en çok aşina oldukları ve en fazla faydalandıkları şeyler üzerinden ders vermek en etkili yöntemlerden biridir. Bu nedenle ayet, herkesin bildiği ve günlük hayatında doğrudan yararlandığı hayvanlar üzerinden bir mesaj verir.

Özetlersek, eğer burada sayının 10, 12 veya 15 olması gerekseydi, Allah elbette öyle belirlerdi. Ancak sekiz sayısı, Arap toplumunda günlük hayatta en yaygın kullanılan hayvanları kapsadığı için seçilmiştir. Bu mutlak bir sayı değil, verilen nimetlerin kapsamını göstermek için kullanılan bir anlatım şeklidir.

7. Ayet: Kısa Ayette Uzun Mesajlar

Bağlam üzerinden okuduğumuzda bu ayetin öncelikli mesajı şu: Allah Ganî’dir. Yani her türlü zenginliğin ve kudretin sahibidir. Hiçbir şeye, hiç kimsenin kulluğuna ihtiyacı yoktur.

Bütün insanlar O'na kulluk etse de, isyan etse de, bu durum Allah’a ne bir fayda sağlar ne de bir eksiklik getirir. Kazanan veya kaybeden sadece insandır.

Ayetin iç bağlamında şu önemli soruların cevapları veriliyor:

Deizm İnancı Doğru mu?

Ayette geçen "Bununla beraber O kullarının küfrüne razı olmaz." ifadesi, deizm gibi görüşleri çürüten önemli bir noktadır.

Bu şu anlama gelir: Allah insanları yaratmış ve onları kendi hallerine bırakmış değildir.

Eğer Allah insanı yaratıp onu rehbersiz bıraksaydı, bu durum şuna benzerdi: Biri okul açıyor, öğrencileri topluyor ama öğretmen göndermiyor, kitap vermiyor, sınav düzenlemiyor. Böyle bir okul, öğrenciler için nasıl anlamsız ve işlevsiz hale gelirse, insanın da rehbersiz bırakılması aynı şekilde yaratılışın hikmetine aykırı olurdu. Ancak Allah, insanı başıboş bırakmamış, ona doğruyu ve yanlışı ayırt edebilmesi için peygamberler ve vahiy göndermiştir. Bu, O’nun insanlara olan merhametinin ve adaletinin bir gereğidir.

Şükredersek Ne Olur?

Ayetin girişindeki “in tekfurû” ifadesi, sadece "eğer inkâr ederseniz" anlamına gelmez. Aynı zamanda "eğer nankörlük ederseniz" anlamını da içerir.

Bu da bize şunu gösterir:

Bu noktada ayet, şükür ve nankörlük arasındaki keskin farkı ortaya koyar. Allah (cc) nimetleri veriyor, ama insan ya bu nimetleri yerli yerinde kullanıp şükrederek manen kazanıyor, ya da nankörlük edip kaybediyor.

Herkes Öncelikle Kendi Yaptığından mı Sorumludur?

Ayetin "Hiçbir günahkâr diğerinin günahını yüklenmez." ifadesi, İslam’ın bireysel sorumluluk anlayışını vurgular.

Bu mesajın Mekke toplumundaki bağlamı ne olabilir?

7. yüzyıl Mekke’sinde insanların neredeyse tamamı bir kavme, kabileye mensup oldukları için, sürü halinde hareket ediyor, başkalarının yönlendirmesiyle yanlış tercihler yapıyorlardı.

Ayet işte bu anlayışı yıkıyor ve şöyle diyor:

Ayetin sonundaki "O, kalplerde olan her şeyi hakkıyla bilen Alîm’dir." ifadesi de gizli-açık tüm niyetleri bilen Allah’ın, hesap gününde herkese adaletle muamele edeceğini gösterir.

Özetlersek, bu ayet bize üç önemli mesaj veriyor:

Bu üç ilke, İslam’ın inanç sisteminin temel taşlarındandır.

8. Ayet: “Sıkıntı Zamanında Allah’ı Aramak”

Bu ayet, insanın zaaflarını ve unutkanlığını gözler önüne seren bir ayna gibi. İnsan, darlık zamanında Rabbine yönelip içtenlikle yalvarırken, genişliğe kavuştuğunda o samimiyeti kaybediyor. Önce kendini aciz ve muhtaç hissederken, nimet eline geçince kime yalvardığını unutuyor. Bu, insanın nefsine yenik düştüğü anlardan biridir.

Bu ayette geçen “sıkıntı zamanında Allah’a yalvarma konusunda “Rum sûresinin 33, 34 ve 36. âyetlerinin tefsirinde “İnsan Karakterine Ait Bir Resim”, “Nimetlere Nankörlük”, “Nankör İnsan Karakterinden Bir Fotoğraf Daha” başlıkları altında ve Yunus sûresinde 22 ve 23. ayetlerinin tefsirinde değerlendirmeler yapmıştık.

Burada o değerlendirmelere kısa bir ilave yapacağız. Zor zamanlar gerçeklerin ortaya çıktığı anlardır. Aslında şirk koşan kişi, putlarının ve sahte ilahlarının zorluk anlarında ne kadar aciz ve güçsüz olduğunu bizzat yaşayarak görür. O çaresizlik içinde, içgüdüsel olarak, her şeyin üstünde bir kudret arama ihtiyacı hisseder. Ama işin ironik tarafı şudur ki: Bu arayış ânı geçip de nimet geldiğinde, sanki o sıkıntıyı hiç yaşamamış gibi davranır. İşte insanın en büyük imtihanlarından biri burada başlar…

Ayetin sonunda Peygamberimize (sav) verilen emir, bu zihniyette olanlara doğrudan bir uyarıdır: “İnkârınla kısa bir süre keyif sür. Ama bil ki, sen eninde sonunda cehennemliklerdensin.”

Zira bu, sadece dünyaya ve menfaatine odaklanmış bir aklı bekleyen sondur. Allah’ı sadece sıkıntı anlarında hatırlamak, bir teslimiyet değil, sadece bir mecburiyettir. Oysa hakiki iman, hem darlıkta hem bollukta Rabbini unutmamayı gerektirir.

9. Ayet: “Kıyas Yapın Diyor?”

Bu ayetin merkezinde yer alan “Hiç bilenlerle, bilmeyenler bir olur mu?” ifadesi aynen bu formda Kur’an’da sadece burada geçiyor. Bu yönüyle çok özel ve çok önemli bir ayet.

Bu ayet bizden kıyas yapmamızı istiyor. Bu kıyasın farklı yönleri var. Bu yönleri üç nokta altında anlatalım.

Birinci Nokta: Hayatın Tamamını Kuşatan Yön

İstisnaları olabilir ama dünyanın hemen her yerinde bilenle bilmeyene aynı muamele yapılmaz.

Mesleki yönden bakarsak işini iyi bilenle iyi bilmeyen, iyi yapanla iyi yapmayan bir olmaz.

Ceza yönünden bakarsak, yaptığının yanlış olduğunu bilenle bilmeyen bir tutulmaz.

Bu konuda detaylara girilebilir ama ana hatlar genelde böyledir.

İkinci Nokta: Ayetin Bağlamı

Bu ayetin birinci bölümünde gece kalkan secde eden yani teheccüt namazı kılan bir insandan bahsediliyor. Bir önceki ayette de başına sıkıntı gelince Allah’ı anan, arayan insandan bahsedildi.

Bunların kıyasını yaparsak: Biri sadece zorluk anına Rabbini anarken, diğer öyle bir zorluğu beklemeden, farz olmadığı, yani yapma mecburiyeti olmadığı halde rahat yatağından kalkıyor ve Rabbine kulluk ediyor.

Bu durumu genelleştirirsek

Ayet dolaylı olarak bize şu mesajı veriyor: “İnancı lazım olunca kullanılan bir acil durum düğmesi seviyesine indirmeyin.”

Üçüncü Nokta: Bilmeyenler de Sorumludur

İki insan düşünün,

Biri İslam dinini tanıma imkanının çok uzağında yaşarken diğeri tabir caizse merkezinde yaşıyor. Yani dinini öğrenme ve yaşama noktasında hiçbir engeli yok.

Bu iki insanın sorumluluğu aynı olmuyor.

Bu durumda ayet şöyle oluyor: Hiç bilme öğrenme imkanı varken öğrenmeyenle, bu imkandan uzak olan insanlar bir olur mu?

Bu üçüncü noktaya özellikle dikkat çekmek istedik.

Kur’an’da sadece bu ayette geçen bu ifadenin bize bakan tarafı bu:

Ayeti nefsimize okuduğumuzda ayet bize şunu da diyor:

Özetlersek, dünyada ve ahirette bilenle bilmeyen hiçbir durumda bir olmuyor.

10. Ayet: Hicret Yakın, Umut Büyük

Bu sûre, Mekke’de boykotun ağırlaştığı, Müslümanların baskı altında olduğu bir dönemde inmişti. Ayetin her cümlesi, zor zamanlarda ayakta kalmayı öğreten bir ders niteliğinde.

Birinci Cümle: “Ey iman eden kullarım! Rabbinize karşı gelmekten sakının.”
Bu cümle, zor zamanlarda niyetlerin bulanabileceğini hatırlatıyor. Baskılar, açlık, dışlanma, tehditler… Bütün bunlar insanı savrulmaya müsait hale getirir. İşte bu yüzden ayet, “önce çizgiyi koruyun” diyor. Allah sizi görüyor, durumunuzu biliyor. Ama siz de şunu bilin ki: İmtihanda duruşunu bozmamak en büyük zaferdir.

İkinci Cümle: “Bu dünyada iyi işler yapanlar mutlaka iyilik bulurlar.”
Buradaki “iyi işler”, sadece ibadetleri değil, durduğun yeri, gösterdiğin direnci, inancından taviz vermemeyi de kapsıyor. Zorluklara rağmen doğru durabilen, erdemli kalabilen, kalabalık yanlış yaparken yalnız da olsa doğruyu seçebilenler… İşte bu insanlar, daha bu dünyadayken bile iyiliği bulacaklar. Allah onların yolunu açacak, kalplerine genişlik verecek, hayatlarına bereket katacak.

Üçüncü Cümle: “Allah’ın arzı geniştir.”
Ayet kapana kısıldığını düşünen herkese bir mesaj veriyor: Allah’ın arzı geniştir! Bir kapı kapanırsa, bir başkası açılır. Mekke’de olmuyorsa, Medine olur. Burada nefes alamıyorsan, Allah başka bir yer nasip eder. Ama unutma, bazen çıkış yolu yeri değiştirmek değil, bakış açısını değiştirmektir.

Dördüncü Cümle: “Hak yolunda sabredenlere ücretleri hesapsız verilecektir.”
Buradaki sabır, pasif bir katlanış değil, aktif bir direniştir. Hak üzere sebat eden, bedel ödemekten korkmayan, kendini kaybetmeyen, pes etmeyen insanlar var ya… İşte onlar için Allah’ın bir vaadi var: Sınırsız karşılık! Burada değilse ahirette, ama mutlaka… Sembolik dille ifade edersek: Öyle bir karşılık ki, teraziler onu tartmaya yetmez, melekler onu yazmaya yetişemez.

Bu ayet, sıkışmış, bunalmış, yolu tıkanmış her mümine sesleniyor: Dayan, yılma, yolunu bul, sabret… Çünkü sabrın ödülü büyük; katlanmaya değer!

11. 12. Ayet: Zor Zamanlar Niyetlerin Bulandığı Zamanlardır

İhlas, her şeyi tek bir niyetle yapmak demektir. Bir Müslüman için bu tek niyet, Allah’ın rızasıdır. Biz buna “cetvel niyet” diyoruz. Bir müminin hayatındaki her şey—oturması, kalkması, çalışması, evlenmesi, servet kazanması—bu tek niyete uyuyorsa değerlidir. Eğer tek niyete uymuyorsa, uzak durulması gereken bir şeydir.

Bu ayetlerin indiği boykot yılları, zorlukların iç içe geçtiği yıllardı. Açlık, yalnızlık, baskı, ekonomik kuşatma... Böyle zamanlar, niyetlerin en çok sınandığı zamanlardır. İşte burada gelen emir çok net: "Bana, dini Allah’a halis kılarak O’na kulluk etmem emrolundu."

Tek niyeti korumak zordur. Özellikle zor zamanlarda niyetler bulanır. İnsan kendine "Bunu Allah için mi yapıyorum, yoksa başka bir sebebim mi var?" diye sormadan edemez. İşte böyle anlarda Peygamberimizin kararlı duruşu ümmetine örnek olarak gösteriliyor. "Benim niyetim net" diyor Peygamberimiz. "Benim çizgim, ibadetim, amelim yalnızca Allah için."

Şimdi buradan 12. ayete geçelim:

Her peygamber, bulunduğu zaman ve mekânda, Allah’ın emirlerini ilk önce kabul eden ve ilk uygulayan kişidir. Yani o bir cetveldir. Doğruyu gösteren, ölçü koyan, örnek olan ilk kişidir.

Eğer bu iki ayeti birlikte yorumlarsak şu anlamları çıkarabiliriz:

Ve işin en önemli kısmı: Bu sadece Peygamberimiz için değil, bilinçli her Müslüman için bir görevdir. Çünkü bu emir, kıyamete kadar geçerli. Bulunduğumuz her yerde, her durumda, bizden beklenen de budur. "İlk doğru cetvel olmak”, yani hakikati en önce yaşamak, başkalarına doğru yolu göstermek.

13. 14. Ayet: Bir Lider Olarak Kararlı Duruşa Devam

Bu ayetlerde Peygamber Efendimizin, zorluklar karşısında yılmayan, geri adım atmayan, müşriklerin baskılarından korkmayan kararlı duruşunu görüyoruz.

Yukarıda dedik, böylesi zamanlar zor zamanlardır. Lider cetvel gibi durmalıdır. Ondaki ufak bir eğrilik, onu örnek alanlarda kırılma, yarılma, bozulma ve dağılma olarak kendini gösterir.

O yüzden evden ülkeye kadar örnek ve lider pozisyonunda olan her insanın bu ayetlerden alacağı dersler var.

15-17. Ayet: Özgürlüğünüzü Kullanın Ama Sonuçlarını da Bilin!

Bu ayetlerde, Peygamber Efendimiz (sav) müşriklere hitap etmekte ve onlara sert bir dille şu uyarıyı yapmaktadır: “Dilediğiniz şeye kulluk edin.” Bu uyarı ile imtihan dünyasında oldukları hatırlatılıyor.

“Allah’tan başkasına kulluk etmeyin” deniyor ama bu, zorlama bir emir değildir. İsterseniz ağaca, taşa, ineğe tapabilirsiniz, ancak şunu unutmayın ki, hem siz hem de size bağlı olan aileleriniz, arkadaşlarınız, kabileniz, kavminiz bunun sonuçlarını mutlaka yaşayacaktır.

Bu sert uyarının ardından ise, Allah (cc) “Ey kullarım!” hitabıyla yumuşak bir tonda şöyle buyuruyor: Gelin, müjdelerime kulak verin; gelin, yol yakınken yanlıştan dönün.

17. ayette geçen "kullarım" ifadesi, bu uyarılara kulak verenlere, samimiyetle dönüp doğru yolu seçenlere cenneti müjdeliyor.

18. Ayet: Sözün En Güzeline İşaret Eden Çok Özel Bir Ayet

Kur’an’da bu formatta sadece burada gelen ayetlerden birindeyiz.

“Burada sözün en güzeli ile kastedilen nedir?” diye sorduğumuzda bu sûrenin 23. Ayeti bu soruya “Allah sözün en güzelini (Kur’an’ı) indirdi.” ifadesiyle cevap veriyor.

19. Ayet: Bu ayette de kıyas yapmamız isteniyor. Ayetin meali içinde bu kıyası yaptık.

20. Ayet: Bu ayette önceki ayetlerde çok defa gördüğümüz sonuç eğitimini görüyoruz. Bu sonuç Allah’ın vaadi. Mesaj: “Allah vaad etmişse olmuş bilin.”

21. Ayet: Görmedin mi? Gördüm Ya Rabbi!

Aslında bu ayette Rabbimiz, her birimize dolaylı olarak şu soruyu soruyor: Sizi ahirette dirilteceğime dair dünya hayatında önünüze koyduğum delilleri gördünüz mü? Bu ve benzeri ayetleri okuduktan sonra cevabımız: “Gördük ya Rabbi!” oluyor.

22. Ayet: Bu sûrede kıyas yapmamızı isteyen ayetlerden biri de bu. Bu kıyası ayetin meali içinde yaptık.

23-35 ARASI AYETLERİN TEFSİRİ

23. Ayet: Üç Temel Kavram: (Muhkem) Müteşabih ve Mesani

Başlıktaki üç kavramı Kur’an’ın bütünlüğünde ve hayatın dekorunda okuduğumuzda, ortaya büyük bir resim çıkıyor:

Kâinat = Kur’an, Kur’an = Kâinat

Hadi bunu açalım.

Üç Temel Kavram: Muhkem, Müteşâbih ve Mesânî

Ayet “müteşâbih” ve “mesânî”yi açıkça söylüyor. Bunun yanında Âl-i İmrân 7. ayeti de dikkate alıp Kur’an’ı bütün olarak düşündüğümüzde “muhkem” de bu manaya katılıyor.

Bu üçlüyü bir arada okuduğumuzda, karşımıza bu dünyanın dekoru çıkıyor. Bunun nasıl olduğuna kavramlar üzerinden bakalım.

Muhkem: Değişmeyen Sabitler

Muhkem ayetler, kainatın bütün zamanlarda değişmeyen sabitlerine işaret ediyor. Bunlara yasa, kural, kaide anlamında “norm” diyoruz.

Örnekler:

Kur’an’da muhkem ayetler, bu net ve değişmez hakikatleri anlatıyor.

Müteşâbih: Değişenler

Müteşâbih ayetler, hayatın değişen yüzünü gösteriyor.

Örnekler:

Müteşâbih, bu değişkenliği derin manalarla sunuyor.

Mesânî: Zıtlıklar

Mesânî, hayatın zıtlıklarını ifade ediyor.

Örnekler:

Kur’an’da mesânî, bu ikiliği anlatan, birbiriyle eşleşen hakikatler olarak beliriyor.

Hayatın Dekoru ve Kur’an

Hayatın dekoru dediğimizde,

Bu dekor, kainatın işleyişi ve bütün zamanların değişmezi.

Örnek:

Kur’an, bu dekoru insana hitap ederek anlatıyor. Kainatın değişmezliği, Kur’an’ın da değişmezliği oluyor:

Kainat = Kur’an, Kur’an = Kainat

Ayetin Dinamizmi

İnsanın tüyleri ürperiyor, sonra gönlü sakinleşiyor; bu da dekorun içinde.

Kur’an, bu dekoru okuyanı hidayete çağırıyor.

“Sözün en güzeli” demesi, kainatın dekorunu en güzel resmetmesinden geliyor:

Özetlersek, Muhkem, müteşâbih ve mesânî, kainatın dilini çözüyor.

Bu dekor bütün zamanların değişmezi; Kur’an da öyle. İnsanı muhatap alan bu hitap, hayatın aynası.

Mealimizde bu kavramları detaylı açıkladığımız için burada noktalayalım.

24. Ayet: Manzara

Bu ayette bir kıyas görüyoruz. Bir önceki ayetle birlikte ele aldığımızda, Kur’an’ın kıyas sanatını ve dünya dekorunun işleyişini anlıyoruz.

Ayetin içinde üç temel unsur var:

Bu kıyas, hem dünya hem ahiret için temel bir manzara sunuyor. Bu ayette bir kıyamet sahnesi tasvir ediliyor:

Bir grup insan korkudan çaresiz, kendilerini yüzleriyle ateşten korumaya çalışıyor. Diğer bir grup ise bu korkuyu hiç yaşamıyor, güven içinde.

Bu iki zıtlık, Kur’an’ın mesânî üslubunun bir örneği. Cennet ve cehennem, kurtuluş ve azap, huzur ve korku kıyaslanıyor.

Kur’an, kıyas sanatını çok etkili kullanır. Çünkü kıyas, insanın aklını ve kalbini aynı anda çalıştırır.

Sorulan soru: Kendisini yüzüyle ateşten koruyan kimse, bu azabı hiç görmeyecek olan gibi olabilir mi? Cevap: Elbette olamaz!

Bu kıyas, hem mantıksal hem duygusal bir etki bırakıyor. Okuyan insan, hangisinin tarafında olmak istediğini düşünmeye başlıyor.

Kur’an’da Manzara Tekniği

Kur’an’da bu tür canlı manzaralar sıkça kullanılır. İbret verici sahneler, kıyamet tasvirleri ve kıyaslar, insanı düşünmeye sevk eder.

Başka örnekler:

Kur’an, betimleme sanatı ile manzara oluşturmayı çok etkili kullanır, çünkü insan hikayelerle düşünür ve kıyaslarla anlar.

Özetlersek, Hangi Manzarada Olmak İstersin? Bu ayet, hayatın iki farklı sonucunu kıyaslayarak insanı bir tercihe davet ediyor:

Kur’an, sadece bilgi vermez, düşündürür ve seçim yapmaya zorlar.

25. 26. Ayet: Sonuç Eğitimi – Gelin, Yol Yakınken Dönün

Bu iki ayet, dünyadaki tercihlerin ahiretteki sonucuna işaret ediyor. Ama bundan bir kere daha şunu anlıyoruz: Kur’an’da cehennem, cehennemi anlatmak için anlatılmıyor. Yanlış ve kötü yolda gidenleri caydırmak, uyarmak, geri dönüş kapısını göstermek için anlatılıyor. "Yol yakınken dönün!" mesajı burada çok net.

Ayetler geçmiş toplumları hatırlatarak, yanlış tercihlerin kaçınılmaz sonuçlarını gözler önüne seriyor. "Dünya hayatında zilleti tattılar." Yani, yanlış yolda gitmek sadece ahirette değil, bu dünyada da insana sıkıntı veriyor.

Bu mesajdan birkaç temel sonuç çıkıyor:

Burada cehennemin anlatılma amacı bir korku sahnesi oluşturmak değil, bir eğitim metodudur. İnsan, dünya hayatında seçimlerini doğru yapmalı, hatalarında ısrar etmemeli ve dönüş fırsatını değerlendirmelidir.

Gelin, yol yakınken dönün!

27. 28 Ayet: Hiç Kimsenin Bahanesi Yok

Zümer 25-26’da “Yol yakınken dönün” mesajını görmüştük. Burada ise neden dönmek gerektiği netleşiyor. Kur’an, imtihan dünyasının dekorunu anlatan bir rehber ve bu ayetler “Herkes için her şey açıklandı, artık mazeret yok” diyor.

Hayat bir imtihan ve bu imtihanda karşına ne çıkarsa çıksın, Kur’an’da bir yol haritası var.

Kimse "Ben ne yapacağımı bilemedim" diyemez, çünkü her şey anlatıldı.

Açık ve Çelişkisiz

Kur’an anlaşılır, çelişkisiz, net bir dille indirildi.

Dönmek isteyen için yol belli. Hâlâ dönme imkânınız varken dönün!
Bahane yok, çözüm var!

29. Ayet: Bu ayette önümüze farklı bir kıyas geliyor;1214 zıt zıddıyla anlatılıyor. Mealde geniş açıklamalar yaptığımız için devam ediyoruz.

30-35. Ayet: “Kur’an’ı Muhammed Uydurdu” Diyenler Haklı Olabilir mi?

Kur’an ilk ayetleri inip de Mekke’de vahyin mesajları duyulmaya başladığı günden beri arkası kesilmeyen bir müşrik propagandası vardı. Kur’an yeri geldikçe bu propagandayı seslendirdi. Seslendirirken de doğrudan veya dolaylı cevaplar verdi. O cevaplardan birini burada görüyoruz.

Burada dolaylı olarak şu deniyor: Herkes gibi bu vahyi size getiren ve tebliğ eden elçi de ölümlü. Herkes gibi o da hesap verecek. Eğer o bu ayetleri kendi uydursa, uydurduğu yalanı Allah adına uydurmuş olacak. Eğer böyle bir şey yapacak olsa biz onu kuvvetle yakalar şah damarını koparırdık. (Hakka sûresi 46) İşte bu nedenle Kur’an’ın Allah’tan geldiğine zerre kadar şüpheniz olmasın.

Şundan da şüpheniz olmasın:

Bu ayetleri yalanlayanların cehennemdeki yeri hazır olacak. Doğrulayanların da Rablerinin yanında; cennetteki yerleri hazır olacak, orada en kötü suçları bile silinecek ve diledikleri her şey bulacaklar.

36-48 ARASI AYETLERİN TEFSİRİ

36. 37. Ayet: Meydan Okuma

Bu ayetler tansiyonun yüksek olduğu, gerilimin sürekli tırmandığı Mekke’de boykot yıllarında iniyor. Ayetlerden anlıyoruz ki, baskılar bardağı taşırıp, son kerteye geldiğinde Peygamber Efendimiz müşriklere meydan okuyor. Bunu daha önce de görmüştük.1215 Burada onların devamı olarak kısa değerlendirmeler yapacağız.

Önce şu sorunun cevabıyla başlayalım.

“Allah Kuluna Yetmez mi?”

Bu ifade bu şekliyle sadece bu ayette geliyor. Bu soruya cevap olarak “Allah bize yeter, o ne güzel vekildir şeklinde”1216 ayetler geliyor.

Bu soruya ezberden “evet yeter” diyoruz ama başlıktaki soru, aslında bir muhasebe çağrısıdır. Gelin düşünelim: Yaşamak için kaç şeye ihtiyacımız var?

Ama yetmez…

Peki, tüm bunlar nasıl oluyor? Kim yönetiyor? Biz mi, yoksa bizim dışımızda biri mi?

İşte bu bilinçle müminler “Allah’tan başkası bize yetmez, bizim ihtiyaçlarımızı üzerine alamaz. Buna gücü yetmez. Bize Allah yeter, O ne güzel vekildir!"/"Hasbunallahu ve ni’me’l-vekîl"

Müşriklerin Korkutma Taktikleri ve Gerçek Korku

Müşrikler, Peygamberimizi (sav) korkutmaya çalışıyorlardı: "İlahlarımız seni çarpar!", "Bize karşı gelirsen zarar görürsün!"

Ama ayet, asıl korkulması gereken şeyi açıklıyor:

Bu ne demek?

Çünkü ayet 37 şöyle biter: "Allah Azîz’dir (mutlak güçlüdür) ve Zuntikâm’dır (hak edene hak ettiği cezayı verir)."

Bu, müşriklere "Siz zulmediyorsunuz ama Allah bunu yanınıza bırakmaz" mesajını verir.

Özetlersek, bu ayetler bizim için de büyük bir ders:

38. Ayet: Pas Tutan Kilit/Akıl

Asırlardır kullanılmayan kilit nasıl pas tutar, asırlardır belli konularda düşünmeyen akıllar da pas tutabiliyor.

Müşrikler okuyup, araştırıp, bir bilene danışıp putlara tapmamışlardı, atalarını tapar buldukları için tapıyorlardı.

Kur’an burada gökler ve yerle ilgili sorudan sonra “Allah’ın yanı sıra taptıklarınıza bakın” derken onları düşündürüyor.

Bu düşünmeden “Allah bize yeter” sonucunun yanında, “Allah’tan başkaları bize yetmez; bizim ihtiyaçlarımızı karşılamada yetersiz kalır.” sonucu da çıkıyor.

Bu sonuç çıkınca akıl otomatik olarak yetersiz olana değil, yeterli olana yöneliyor. Kur’an arkasında iman ve teslimiyet olan bu yönelmeye burada tevekkül diyor.

39. Ayet: Meydan Okuma

38. ayet Allah’a güvenle bitti. Bu ayette Ona olan güvenin müşriklere meydan okuma olarak yansıdığını görüyoruz. Benzer bir meydan okumayı bu sûrenin 36 ve 37. ayetlerinde de görmüştük.

40. Ayet: Kur’an İnsan Sözü Olabilir mi?

Hayalen bu ayetlerin indiği ve müşriklere duyurulduğu günlere gidelim. Bu ayetlerde söylenen şu: Yakında yenileceksiniz, yakında büyük bir azap ve pişmanlık yaşayacaksınız.

Bunu diyen kim? Bunu diyen 10 bin kişi karşısında 100 bin kişilik ordusu olan bir komutan değil, bunu diyen 10 bin Mekkeli müşrik karşısında arkasında 200-300 silahsız insan olan Hz. Muhammed (sav). Üstelik bir boykot yaşıyor. Birçok imkandan da mahrum.

Bu manzaraya dışarıdan bakan bir göz şunu anlıyor: Bu Kur’an insan sözü olamaz. Allah’tan vahiy almayan, arkasında Allah’ın olduğuna güçlü bir şekilde iman etmeyen, Ona tam bir teslimiyetle tevekkül etmeyen biri bu sözleri söyleyemez.

41. Ayet: Uyarının Bir Sınırı Var

Meydan okuma içeren ayetler, aynı zamanda derin bir uyarı barındırır. Peygamber Efendimizin (sav) insanlara olan sevgisi öyle büyüktü ki, onların hidayetini isterken adeta kendini tüketiyordu.1217İşte bu ayet, böyle bir bağlamda iniyor ve şu mesajı veriyor:

Dinde zorlama yoktur. Sen üzerine düşeni yaptın. Artık karar onların: Dileyen iman eder, dileyen inkâr eder.1218

Bu, aynı zamanda bir teselli ayetidir. Çünkü uyarı ve tebliğ, bir noktaya kadar yapılır; gerisi muhatabın iradesine bırakılır.

Peygamberlerin ve onlara tabi olan bizlerin görevi, insanlara doğruyu göstermek, kalplerine imanı zorla yerleştirmek değildir.

Bu ayet, tebliğin sınırını ve sorumluluğun çerçevesini net bir şekilde çizer: "Sen onların üzerinde bir vekil değilsin." Peygamberimiz (sav), elinden geleni yapmış, artık seçim insanlara kalmıştır.

42. Ayet: Uykuda Yapılan Ölüm ve Diriliş Provası

Bu ayet Kur’an’da bu içerikte sadece burada geçen ayetlerden biri. Buna yakın bir ayeti En’âm 60’ta gördük. Orada da burada da gerekli açıklamaları mealde parantez aralarında yaptığımız için burada kısa tutuyoruz.

43. 44. Ayet: Şefaat Takımında Kaptan

Kur’an’daki konuları takımlara benzetirsek, hemen her takımın kaptanı olan ayetler var. Mesela,

Şefaat konusunda da takım kaptanı kim dense, gösterilecek ayetlerden biri Zümer 44. ayet.

Bu ayet Kur’an’daki şefaat ayetlerinin merkezinde yer alıyor ve merkezdeki duruşu ile şunu diyor: “Kur’an’da şefaat konusunda ne kadar ayet varsa, onları benim koyduğum ölçüye göre anlayacaksınız.”

Şefaati bu ölçüye göre anladığımızda “Kur’an’daki şefaat nedir?” sorusunun cevabını Esma ve Yasa Temelli Tefsir Usulü kitabımızda vermeye çalıştık. Önemine binaen isteyen herkes kolayca ulaşsın diye o bölümü olduğu gibi buraya koyuyoruz.

Şefaat Ne Demek?

Arapça şef’ kökünden türeyen şefaat kelimesi “çift” demektir. Şefaat kelimesi bir tanım haline gelirken bu çiftin, birinin diğerine, bir iş için aracı olması şeklinde tanımlanır.

Bu tanıma göre şefaat, birinin önüne düşüp işini görmeye çalışmak veya işinin görülmesi için birine aracılık etmektir.

Kur’an’ın İndiği Asırda Arap Toplumunda Şefaatten Anlaşılan

Şefaat konusunu konuşurken ilk bilinmesi gereken husus, şefaatin 7. asırda Arap toplumunun gündemine Kur’an ile birlikte girmediği gerçeğidir.

Birinin birine aracı olması şeklinde şefaat, neredeyse insanlık tarihi ile yaşıttır. Her toplumda her inanç grubunda görülen bir hadisedir.

Kur’an Arap toplumuna geldiğinde, birçok sorun gibi şefaati de önünde bir sorun olarak buldu.

O gün puta tapmanın çok yaygın olduğu Arap toplumunda, tapılan putların insanları Allah’a yaklaştıracağı, onlar memnun edildiği takdirde, putların Allah ile tapanlar arasında aracı olacağı ve onlara dünyevî-uhrevî fayda sağlayacak şekilde şefaat edeceği inancı vardı.

Kur’an, şefaat konusundaki âyetlerin bir kısmıyla putperest Arapların anladığı mânada bir şefaatin asla olamayacağının altını kalın kalın çizerken, bu konudaki diğer âyetlerinde, “şefaatin hiçbir türlüsü yoktur.” da demedi.

Kur’an, şefaat konusunda, şefaatle ilgili bütün âyetlerin doğru anlaşılmasını sağlayacak şu âyeti işin merkezine koydu.

“(Ey Resûlüm!) De ki: “Şefaat tümüyle Allah’ın elindedir...”1219

Bu âyet şunu diyor: Evet, bir şefaat vardır. Bu şefaatin olup olmama noktasında tek karar merci Allah’tır.

Şimdi var olan şefaatin nasıl olduğuna bakalım. Bizim burada ortaya koyacağımız bakış açısı, şefaat konusunda bilinen birçok şeyin güncellenmesine vesile olacak.

İslâm Dininde Var Olan Şefaat

Burası imtihan dünyası. İmtihan dünyasındaki dekoru somutlaştırırsak, dekorda üç şey var: Yaratıcı olarak Allah, yaratılanlar içinde Allah’a muhatap olan insan ve insan ile Allah arasındaki sebepler.

Bu üç şey dekorun gerçeği ve değişmezidir.

Bu dekorda, adına “sebepler” dediğimiz şeyin içine,

İşte bu sebepler aracıdır/şefaatçidir. İşte bu sebeplerin tamamı insanın ya lehinde ya da aleyhinde şahitlik edecektir. Bu noktada aracılığın/şefaatin kabul edilmesine veya reddine izin verecek olan tek yetkili, tek karar merci Allah’tır.

Şefaatin tam olarak anlaşılamamasındaki en büyük sebeplerden biri bazılarının şefaate bu şekilde bütüncül bakmak yerine, şefaati sadece birtakım şahıslarla açıklama gayretidir.

Oysaki, insan ile Allah arasındaki her şey ama her şey insanın dirildiği gün mahşerde lehte veya aleyhte aracı/şefaatçi olacaktır. Allah (cc) her biri şahit olan bu aracıları dinleyecek ve kararını verecektir.

Bu kurgu içinde bu cümleyi açalım.

Evet etrafımızdaki doğrudan veya dolaylı olarak ilişkide olduğumuz bütün insanlar ya böyle şahitlik edecekler ya da bunun tersi bir şekilde şahitlik edecekler.

İşte imtihan dünyasında, inanç dekorunda var olan bu şahitliğin adı şefaattir. İslâm dininde var olan şefaat bu şefaattir.

Bu şefaat sadece lehte olan bir şefaat değil, aleyhte olma ihtimali de olan bir şefaattir.

Burada Soru Şu: Tüm Bunlara Şefaatçi Olma Görevi Neden Verilmiştir?

Hikmetlerinden biri: İnsana nimetin ve o nimetlere bağlı gelen imkanların kıymetini öğretme ve ona sorumluluğunu hissettirmek için verilmiştir.

Bu sorumluluğu hisseden her insan nefes alıp verirken, şunu düşünecek: Bu aldığım verdiğim nefes bir nimettir. Bu nimet âhirette mahşer gününde bu nimeti nerede kullandığım noktasında şahitlik edecektir. Onun şahitliği bana şefaatçi olacaktır. Allah (cc) bu şefaati kabul ederse, ben o nimeti iyi ve güzel kullanma sınavını geçmiş olacağım veya tersi olacak.

Bu sorumluluğu hisseden her insan,

Nefes konusunda düşündüğü gibi düşünecek.

Kısaca özetlersek, “İnanç dekorunda şefaat niçin vardır?” sorusunun cevabı şudur: İslâm dininde şefaat her Müslümanın her nimeti, her imkanı kullanırken nefes konusunda düşündüğü gibi düşünmesi için vardır. Böyle düşünen bir insan çok ciddi bir sorumluluk hissedecek, bu sorumluluk onu iyi ve güzel olan her şeye teşvik ederken, kötü ve çirkin olan her şeyden de uzak durma bilinci verecektir.

Soru: Bir Müslüman Şefaati Nasıl Anlamalı?

Bu sorunun cevabına şu hadisi şerif üzerinden gidelim.

“Ey Resûlullah’ın kızı Fatıma! Sen de kendini Allah’tan satın almaya çalış; zira senin için de bir şey yapamam.”1221

Bu hadisin dilinde bir incelik var. Bu sözü doğrudan kızına söyleyen Peygamber Efendimiz (sav) olduğu halde, bu hadisi üçüncü bir şahsın kullandığı dili kullanarak söylüyor.

Bu dil üzerinden verilen mesaj şu: Bu konuşmayı senin baban, Muhammed bin Abdullah olarak yapmıyorum. Bu konuşmayı, bütün insanlara gönderilen bir peygamber olarak yapıyorum. Bu makamda, kızım olman bir şeyi değiştirmez. Şefaat konusunda bütün insanlar karşısındaki duruşum ne ise, sana olan duruşum da odur.

Bu hadis, bu yönüyle çok ama çok önemlidir. Bu hadis şu sorunun cevabıdır: Bir Müslüman Kur’an’da geçen şefaat âyetlerini nasıl anlamalı?

Cevap: Peygamberimizin Hz. Fatıma’ya anlattığı gibi anlamalı.

Peki bu hadis ne diyor?

Bu hadis Kur’an’da Müddessir sûresinde geçen şu âyetlerin açıklaması oluyor;

38. (Ey insanlar! Bu uyarıcıya kulak verin. Bilin ki) Her nefis, kazandığına karşılık bir rehinedir. /39. Ancak (o rehinenin kurtarılması için dünyadan âhirete salih amel denilen fidyeyi götüren) Ashab-ı yemin hariç.”

Bu âyette nefisten kasıt insandır. Bu durumda her insan bir rehinedir. Rehine benzetmesinden devam edersek, her insanın mânevî ikizi âhirette rehinedir. Bu rehinenin kurtarılması için dünyadan adına salih amel denilen fidyenin götürülmesi gerekir.

İşte hadiste ifade edilen “Sen de kendini Allah’tan satın almaya çalış” ifadesinde geçen “satın alma” benzetmesiyle bu fidye kastediliyor.

Bu fidyenin genel adı, dünyadaki bütün iyilik güzellikleri içine alan Allah’ın razı olduğu salih amellerdir.

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi bu salih amellerin tamamı Allah ile insan arası lehte aracı/şefaatçi olacak ve diyecekler ki, “Ey Allah’ım! Bizler falanın amelleriyiz. Bizler falanın senin rızanı kazanmak için gösterdiği gayretin şahitleriyiz. Ondan razı olmanı, onu razı olduğun kulları ödüllendirdiğin cennetle ödüllendirmeni istiyoruz.

Şefaatçilerin Şefaatinin Kabulü veya Reddi

Bu noktada tekrar şu âyeti hatırlamamız gerekiyor: “(Ey Resûlüm!) De ki: “Şefaat tümüyle Allah’ın elindedir...”1222

Bu âyet diyor ki: Evet aradaki aracılar kişinin iyiliğine şahitlik ederek onun için şefaat isteyebilir ama bu isteğin gerçekleşmesi Allah’ın kabulüne bağlıdır.

Allah (cc) her şeyi bilme, her şeye şahit olma makamında şefaat isteyen aracılara şöyle diyebilir: “Evet, siz bu kişi için lehte şahitlik yapıyorsunuz ama siz dünyada zahiri gördünüz. Ben zahir-batın, dış-iç her şeyi gördüm. Siz namaz kıldığını, iyilik yaptığını gördünüz ama ben onları hangi niyetle yaptığını da gördüm.

Özetlersek, örnekte görüldüğü gibi, bu dünyada insanın amellerine şahit olan canlı cansız her şey insan için şahitlik yapacak. Bu şahitlik lehte veya aleyhte şefaat olacak. Bu şefaatin kabulü veya reddi Allah’ın iznine bağlı olacak.

İslâm Dininde Yeri Olmayan Şefaat Anlayışı

İslâm dininde yeri olan şefaati anlattık. Olmayan şefaati de eğitim sistemi örneği içinde anlatalım.

Bir okul düşünün, okulda bir sınıf var. Sınıfta çalışkan öğrencilerin yanında tembel öğrenciler de var. Tembeller, bütün bir yıl boyu oyun ve eğlenceye dalmışlar, öğrenci olmanın sorumluluğunu yerine getirmemişler.

Bunlara “Neden böyle yaptınız?” diye sorulduğunda, şöyle cevap veriyorlar:

Bu cevaplardan sonra,

Soru şu: Bu öğrencilerin kalitesi ne olur? Bu öğrenciler örnek bir öğrencide olması gereken özelliklere sahip olabilir mi? Bu öğrenciler temsil ettikleri inanç adına güzel bir örnek olabilirler mi?

Bilinçli her Müslüman bu okul örneğinden yola çıkarak bazı İslâm ülkelerine baktığında, bazı insanların zihniyet ve anlayış olarak bu okuldaki tembel öğrencilerden bir farkı olmadığını görecek.

Bilinçli her Müslüman bunu gördükten sonra şunu diyecek:

Son cümleyi aşağıdaki soru üzerinden biraz daha açalım.

“Şeyhim Bana Şefaat Edecek mi?”

Şefaat konusunda yaptığımız bütün açıklamaları bu sorunun cevabında özetleyelim.

Bu soruyu soran kişiye, yukarıdaki açıklamaları temele koyarak şu cevabı veriyoruz: Evet, şeyhin sana şefaat edecek. Üstadın, hocan da sana şefaat edecek.

Onlar âhirette mahşer meydanında hesap gününde şöyle diyecekler: Evet biz falan kişiyi tanırız. Bu kişi bizim mescidimize geldi, cemaatimize katıldı. Bizimle beraber Kur’an okudu, namaz kıldı... Bunun iyi bir mümin olduğuna şahidiz. Bu kişinin cennete girmesi için aracı/şefaatçi oluyoruz.

Sadece böyle demeyecekler, şefaat sadece lehte olmadığı, aleyhte de olabileceği için bunun tersi bir durum varsa onu da söyleyecekler.

Allah (cc) “(Ey Resûlüm!) De ki: “Şefaat tümüyle Allah’ın elindedir...”1223 bu âyetin gereği olarak şöyle diyecek: “Evet sizi dinledim. Zahir-batın, açık-gizli bütün niyetleri ve amelleri bilen olarak, aracılığınızı dikkate aldım ve kararım şudur...”

Örnekte görüldüğü gibi, İslâm dininde “Falana, filana bağlanırsam, ondan el alırsam, ona mürit olursam kurtulurum” anlayışı yok.

Özetlersek burada anlattığımız çerçeve içinde İslam dininde şefaat vardır. Şefaatin bu şekilde anlaşılmasının ve anlatılmasının İslam dininin ruhuna uygun olduğunu düşünüyoruz. Bunu derken de şunu bir kere daha ifade ediyoruz. Burada anlattıklarımız mutlak doğru değildir. Bize ait bir yorumdur.

45. Ayet: Allah Anılınca Neden…?

Müşrikler için Allah’ın tek başına anılması, putlarının yok sayılması demekti. Putların reddi ise Kâbe’yi bir ticaret merkezi yapan düzenin sarsılması anlamına geliyordu.

Putlar kaldırılırsa ne olurdu? Her yıl çevreden akın eden “müşteriler” yani hacılar gelmezdi. Kâbe etrafındaki ekonomik döngü bozulurdu.

Bu yüzden ne hissediyorlardı? Kalpleri daralıyor, yüzleri asılıyordu. Ama putları anılınca? İşte o zaman rahatlıyor, keyifleniyorlardı. Çünkü sistemleri ve kazançları devam ediyordu…

46. Ayet: “Allah Nasıl Hakem Olur?”

Bütün zamanlarda geçerli olan bu ayet çok önemli bir hakikati vurguluyor: Ailede, köyde, şehirde, devlette… Nerede bir anlaşmazlık çıksa, Müslümanlar için hakem Allah’tır. Hükmü O verir.

Peki, Allah nasıl hüküm verir?

İşte burası çok önemli. İslam’ı bir bütün olarak düşündüğümüzde iki kelimeyle özetleyebiliriz: Tevhid ve adalet.

Bunları ölçü kabul edersek, her anlaşmazlık bu ölçülere göre değerlendirilir. Hakikati arayanlar, Kur’an’da detayları belirlenen ve Peygamber’in (sav) örnekliğiyle uygulanan bu ölçüleri referans alır.

Ama bir de hakikati bulandırmak isteyenler var…
Bunlar Allah’ın ölçülerini değiştirir, yerine kendi “bana göre”lerini koyarlar.

Dünya bir imtihan yeridir. Kimileri bu ölçüleri korur, kimileri ise onların ayarıyla oynar.

İşte tam da bu noktada, hakikate uyanların iki büyük görevi var:

Burada nefsimize soracağımız soru şu: Biz hangi metreyi kullanıyoruz?

Özetlersek, hüküm konusu En’âm sûresinin 57. Ayetinde şu ifadeyle geçmişti; “Hükmetme yetkisi yalnızca Allah’a aittir.” Biz orada “Hükmetme Yetkisi Sadece Allah’a mı Ait, Benim de Yetkim Yok mu?” başlığı altında değerlendirmeler yaptık. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

47. 48. Ayet: Bağlam ile Birlikte Okursak

Bu ayeti 46. ayetin devamı olarak okuduğumuzda şunu anlıyoruz: Dünyada tevhid ve adalet terazisini kullanmayanların önüne ahirette dünyada yaptıkları her şey konacak; hak ettikleri azabı gördüklerinde büyük pişmanlık ve azap yaşayacaklar. Bu pişmanlık öyle büyük olacak ki, dünyadaki bütün insanların servetinin 2 katı onların olsa, bu azaptan kurtulmak için onu verirler.

Aslında bu ayet de ahiretle ilgili her ayette olduğu gibi dünyaya da mesaj veriyor: Gelin yol yakınken dönün. Gelin yol yakınken Allah’ın verdiklerinden bir kısmını Allah’ın “verin” dediği yerlere verin.

49-75 ARASI AYETLERİN TEFSİRİ

49-51. Ayet: İnsan Doğasına Ait Bir Resim Daha

Kur’an bu resimleri bize sık sık veriyor. Bu resimler üzerinden bize ayna tutuyor; bu aynada Allah’ın razı olmadığı bir karakter nasıl olur onu görüyoruz.

Burada insanın bilmesi gereken şeyi daha önce iki sermaye üzerinden ifade ettik. İnsanın iki sermayesi vardır; biri Allah’ın verdiği beden ambalajı içindeki (beyin, akıl, mantık, hafıza, hayal, el, ayak, göz, kulak gibi) nimetler, diğeri de o nimetlerle kazandığı (mal, mülk, makam, mansıp gibi) değerler.

Birinci sermaye kimin ise, ikinci sermaye ile kazanılan da O’nundur. Bu durumda gerçek anlamda insana ait bir şey yoktur. İnsanın sahibi göründüğü her nimetin ortak adı emanettir.

Her nimetin emanet olduğu gerçeği imtihan dünyasının en temel ve değişmez gerçeğidir. Bu gerçek ortadayken bir insanın sahip olduğu şeyleri kendinin bilmesi, onlardan yola çıkarak “hayat benim dilediğim gibi yaşarım” demesi tam bir aldanmadır.

Peki bu aldanma yeni mi? Hayır. Bu aldanma insanın yaşadığı her asırda her yerde vardır. Bu insanların dünyada kazandığı hiçbir şey onlara ahirette fayda vermeyecek.

52. Ayet: Nimet Yasası

Ayette kullanılan dile daha önce dikkat çekmiştik.1224Bazı ayetlerde fiilin görünen faili insan olduğu halde, ayette Allah fail olarak öne çıkıyor.

Peki bu ne anlama geliyor?

Allah’ı ayetin tek faili olarak okuduğumuzda, sanki Allah insanların irade, emek ve çabalarını dikkate almadan, dilediğine bol rızık veriyor, dilediğinden de kısıyormuş gibi bir anlam çıkıyor. Ancak hayatın akışı bize gösteriyor ki, insanlar da az ya da çok gayret gösteriyor, çalışıyor ve emek harcıyor.

Peki o zaman Kur’an neden böyle bir dil kullanıyor? Cevaplardan biri şu: İki sermayenin de sahibi Allah’tır. Birinci sermaye, Allah’ın verdiği beden, akıl, yetenek gibi nimetler; ikinci sermaye ise bu nimetlerle kazanılan mal, mülk, makam gibi değerler. “İnsan, az veya çok kazandığını kendinden bilmesin, rızıkların ve nimetlerin emanet olduğu gerçeğini unutmasın” diye Kur’an ayette böyle bir dil kullanıyor.

Bu açıklamayı yaptıktan sonra, bu rızık yasasını Necm sûresi 39. ayetle birlikte okuyabiliriz: “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” Yani, Allah’ın bütün dilemeleri insan iradesinden (çabasından, emeğinden) bağımsız değildir.

Özetlersek, burada yaptığımız gibi, Kur’an’daki her ayeti doğru anlamak için Kur’an bütünlüğü içinde okumakta fayda var.

53-59 Ayet: Allah Bizi de Affeder mi?

Ortam okuması yaptığımızda şunu anlıyoruz. Peygamber Efendimiz (sav) Mekke’de müşrikleri sürekli olarak İslam’a davet ediyor.

Bu davete binlerce insan muhatap oluyor. Bu insanlar içinde hem geçmişinde hem de bu ayetlere muhatap olduğu günlerde büyük günah işleyen ve bunun sonucunda “Acaba Allah beni affeder mi?” diye aklından geçiren insanlar var.

İşte bu ve benzeri ayetler Allah’ın rahmetini ve bağışlamasını öne çıkaran “af” içerikli ayetler; bu tür ayetler insanlara hitap ediyor ve şu müjdeyi veriyor: Gelin yol yakınken dönün, gelin ahirette yaşayacağınız pişmanlığı dünyada yaşayarak yeninden bir başlangıç yapın.

60. Ayet: Ayet sonuç eğitimi veriyor. Yukarıda verilen “gelin yol yakınken dönün” mesajına vurgu yapıyor.

61. Ayet: Takva sahibi olan ve yol yakınken dönenler müjdeleniyor.

62. 63. Ayet: Bu ayetler vaad edilenler karşısında akla gelebilecek sorulara cevap oluyor: Allah vaad ettiği her şeyi yaratacaktır. Kendisine tevekkül edenleri ortada bırakmayacaktır. Ayetlerini inkar edenlere de hak ettiklerini yaşatacaktır.

Bu konuda geniş bilgi için Murselât sûresinin 7. âyetinde “Vaad Gerçekleşmezse Ne Olur?” başlığı altında yaptığımız değerlendirmelere bakılabilir.

64-66 Ayet: Sadece Burada Geçen Hitap

Cahil kelimesi türevleriyle beraber Kur’an’da 26 defa geçiyor ama “Ey cahiller/Eyyuhâ-l câhilûn” formunda sadece burada geçiyor.

Bu hitap hak yola davet karşısında inat etmeyi, şirkten dönmemeyi cehalet olarak tanımlıyor.

Bu hitaptan şunu anlıyoruz: Cahil olarak tanımlanan müşrikler şirkten dönmedikleri, putlara tapmaktan vazgeçmedikleri gibi, peygambere “gel bizim putlarımıza tap” deme hadsizliğini de sergiliyorlar.

64. ayeti takip eden ayetlerde dolaylı olarak bu hadsizliğe şu cevap veriliyor: “Ey Resulüm! İçinizden bu teklifi kabul eden olursa, şimdiye kadar yaptıkları bütün ameller boşa gider. Onlar duruşunu değiştirmesin, hak yolda kulluk etmeye ve şükredenlerden olmaya devam etsinler.”

67-75. Ayet: Sonuç Eğitimi: Kıyamet, Ahiret (Cehennem-Cennet)

Buradaki ayetler üzerinden kıyamet ve sonrası sahnelere geçiliyor.

Bu geçişte 67. ayet şu ifadeyi kullanıyor: “Vemâ kaderû(A)llâhe hakkkadrihi/Allah’ın kudret ve azametini hakkıyla takdir edemediler, kavrayamadılar.” Bu ifade Kur’an’da bu formatta üç yerde geçiyor.1225

İlk geçtiği yer olan En’âm sûresi 91. ayette bu konuyla ilgili “Allah'ı Gereği Gibi Tanıyabilir miyim?” başlığı altında önemli açıklamalar yaptık oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

Bu ifade üzerinden burada verilmek istenen mesajlardan biri şu: Elçimiz tarafından kainatın Rabbi olan Allah (cc) müşriklere tanıtılması gerektiği gibi tanıtıldı ama müşrikler bu konuyu kavrayamadılar. Kıyamet, ahiret, hesap günü, cehennem ve cennet gibi konuları ciddiye almadılar.

Devam eden ayetlerde,

İsrafil’in sura üflemesi, mahşerin kurulması, şahitlerin hazır olması, herkesin hakkındaki hükmün duyurulması, cehennemliklerin cehenneme konulması, oradaki konuşmaları, cennetliklerin cennete konulması ve orada karşılanmaları anlatılıyor ve ayetin sonu bir filmin sonu gibi bitiyor ve ayetin sonunda “Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur” deniliyor.

Bu ifadeden şunu anlıyoruz: Allah (cc) ne vaad ettiyse yerine getirdi ve getirecek. O yüzden hamdin, övgülerin, takdirlerin, teşekkürlerin tamamı O’nadır.

60/40. MÜ’MİN SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-22 ARASI AYETLERİN TEFSİRİ

Not: Bizim mealimiz Açıklamalı Meal; genelde okuyucularımızın mealimizden okuduklarında çok rahat anlayabilecekleri ayetleri ve önceki sûrelerde hakkında bilgi verdiğimiz ayetleri çok kısa değerlendirmeler yaparak geçiyoruz. Bu sûrede de yeri geldikçe bu şekilde değerlendirmeler yaptık.

1-3. Ayet: Allah Kimdir?

Sure huruf-i mukatta ile başlıyor. Kesik harfler anlamına gelen bu ifade hakkında A’râf sûresinin başlangıcında geniş açıklama yapmıştık.

O açıklamalar hatırladığında bu başlangıcın mesajı şu oluyor: “Yaratılan ayetlerin zarfı olan kainatı kim yarattı ise, indirilen ayetleri gönderen de O’dur. Onu yaratmayan bunu indiremez. Onu indiremeyen bunu yaratamaz. Bunlar birbirinin doğruluğuna şahittir.”

Bu şahitliğin ardından “Allah kimdir?” sorusuna cevap olarak, Allah (cc) Azîz ve Alîm olarak, günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, cezalandırması çetin olan, ikramlarında sınır olmayan biri olarak tanıtılıyor.

3. ayetin sonunda kelime-i tevhid (lâ ilâhe illâ hû) geliyor: Kelime-i tevhidin buradaki anlamı şu oluyor: Allah’ı Kur’an’dan tanıdığınızda şu gerçeği idrak ve ilan edeceksiniz: Ondan başka ilah yoktur. Bu hayatı Ondan başka verecek, Ondan başka alacak, aldıktan sonra da Ondan başka ebedisini verecek de yoktur.

4-6. Ayet: Allah’ın Hükmü Gerçekleşir

Kur’an Allah’ı tanıtıyor ama bu tanıtmanın ardından her peygamberin kendi çağında yaşadığı bir gerçeği bir kere daha ilan ediyor.

O gerçek şu: Allah’ı tanıttığı gibi tanıyanlar Onun hakkında tartışmaya girmezler. Fakat tanımayanlar tartışmaya girmekle kalmaz Ona iman edenlere zulmederler.

Burası imtihan dünyası olduğu için Allah (cc) o zalimleri hemen helak etmez, onlara mühlet verir. Ama sonunda bir şekilde onları yakalar. Bu yakalama geçmişteki (Nuh, Ad, Semud) örneklerinde görüldüğü gibi bazen dünyada olur bazen de ahirete kalabilir.

Ama Allah’ın zalimler hakkındaki hükmü her halükârda gerçekleşir.

7-9 Ayet: Melekler İnsanların İyiliğini İster

Melek konusuna Tefsir Usulümüzde (29) Melek Yasasında geniş olarak durduk. Oranın devamı olarak burada şu ilaveleri yapabiliriz.

Meleklerin yaratılmasının en önemli sebeplerinden biri de insanlara hizmet etmektir. O hizmetin içinde insanların iyiliğini istemek de var.

Burada meleklerin yaptığı dua insanların iyiliğini istemek. 7. ayetten anladığımız kadarı ile iyiliği istenen insanlar “Günah ve hatalarına tevbe edenler ve Allah’ın yoluna tabi olanlar.”

Bu duanın burada yer alması, bir şekilde Allah’ın razı olduğu yoldan çıkanları, tekrar doğru yola teşvik etmek. Onlardaki “artık affedilmeyiz, bağışlanmayız” şeklinde ortaya çıkabilecek ümitsizlik ve karamsarlığı gidermek. “Yeter ki siz yanlıştan dönün” mesajını çok güçlü bir şekilde vermek.

7. ayette Arş konusu da geçiyor. O konu için Açıklamalı Mealimizin başında Meal Okuma Rehberinde (s. 67), ve tefsirimizde Furkan sûresinin 59. âyetinin tefsirinde değinmiştik. Oralara bakılabilir.

10-12. Ayet: Yine Sonuç Eğitimi, Yine “Yol Yakınken Dönün” Mesajı

Bu ayetlerde, inkar edenlerin ahirette yaşayacakları büyük pişmanlık resmediliyor. Resme baktığımızda kendilerine karşı çok öfkeli olduklarını görüyoruz. Bunun yanında dünyada yaptıkları zulüm/haksızlıklar nedeniyle Allah’ın onlara karşı öfkesinin daha büyük olduğunu görüyoruz.

Burada net mesaj şu: Bu pişmanlığı yaşamak istemiyorsanız, gelin yol yakınken dönün.

13. Ayet: Yol yakınken dönmeniz için Allah size sayısız rızık veriyor ama ibret almıyorsunuz.

14. Ayet: Çoğunluğun etkisinde kalmayın, fiili duanızı kavli duanızda seslendirin.

15. Ayet: Allah (cc) kime vahiy verecekse onu kendisi seçer. Seçtiği her insan da bu görevi en güzel şekilde yerine getirir ve getirmiştir.

16-18. Ayet: Seçilen peygamberin davetine icabet etmeyenler dünyada veremedikleri doğru cevabı ahirette verecekler ama o zaman da iş işten geçmiş olacak. Dünyada araya koydukları aracıları/şefaatçileri orada bulamayacaklar.

19. 20. Ayet: Niyetleri Çok Kötü

7. asrın Mekke’si için konuşursak Müşriklerin içlerindeki düşmanlık dışlarında gösterdiklerinden daha büyüktü. Niyetleri Müslümanların kökünü kazımaktı… Allah (cc) bunu biliyor ve tedbir almaları için de müminlere bildiriyor. 20. ayetteki Semî’, Basîr esması da bu bilmeyi işitme ve görmeyle teyit ediyor.

Bu ayet, müşriklerin niyetlerini açık ederek, böyle giderse Mekke’de şartların daha da kötüye gideceğini haber veriyor ve müminleri yakın gelecekte yaşanacak hicrete hazırlıyor.

21. 22. Ayet: Geçmiş Üzerinden Geleceği Gösterme Yöntemi

Bu ayetler 23-59 arası ayetlerde anlatılan Musa-Firavun kıssasına zemin hazırlıyor. O kıssa üzerinden verilecek mesajlardan biri de şu: Nasıl Musa (as) Mısır’dan çıktıysa, siz de bir gün Mekke’den çıkacaksınız. Nasıl Musa’nın davasına Firavun engel olamadıysa, sizinkine de Mekke’nin müşrikleri engel olamayacaklar.

Bu ayetler bu dolaylı mesajı vermenin yanında şuna da net olarak ortaya koyuyor: Geçmişte Peygamberlerin davalarına engel olanlar, onlarla gelen ayetleri yalanlayanlar bugünkü müşriklerden daha güçlüydüler. Ama onların gücü Kavîy olan Allah’ın gücü karşısında hiçbir şey ifade etmedi. Bugünkü müşriklerin gücü de hiçbir şey ifade etmeyecek.

Bu manasıyla bu ayetler müminlerin moral ve motivasyonlarını artırıyor.

23-59 ARASI AYETLERİN TEFSİRİ

Ön Bilgi: Kur’an İnsan Sözü Olabilir mi?

Bu sorunun cevabın geçmeden önce bu kıssa hakkında kısa bilgi verelim.

Bu kıssa, kısalar içinden Kur’an’da en fazla öne çıkan kıssaların başında geliyor. Bu kıssa daha önce Müzzemmil (15-16), Â’lâ (18-19), Fecr (10-12), Necm (36), Kamer (41-45), A’râf (103-171), Tâhâ (9-98), Şuarâ (10-67) ve Neml (7-14), Yunus (75-93), Hud (96-98), Saffat (114-122) sûrelerinde parantez içinde numaralarını verdiğimiz âyetler arasında geçmişti.

Başlıktaki soruya gelirsek, bu kıssa bu soruya “hayır” cevabını veren onlarca kısadan biri oluyor. Bu kıssa “Muhammed Kur’an’ı (Tevrat’ı, İncil’i ve Zebur’u içine alan) Kitab-ı Mukaddesten öğrendiği bilgilerle yazdı.” iddiasını çürütüyor.

Çünkü Kur’an’da sadece burada ayetlerde anlatılan “Saraydaki mümin kişi” olayı, Kitab-ı Mukaddeste geçmiyor.

Ayrıca Kur’an’da burada ve Kasas sûresinde 38. ayette geçen Haman’ın kule yapması olayı da Kitab-ı Mukaddeste geçmez. Kitab-ı Mukaddeste Ester kitabında geçen bir Haman vardır ama o kişi Hz. Musa’dan çok sonra yaşamış Pers imparatoru Ahaşveroş’un veziridir.

Özetlersek, Peygamberimiz için Kur’an’ı Kitab-ı Mukaddesten öğrendiği bilgilerle yazdı iftirası atanlar, o iftiraları attıkları yerlerde bu ayrıntıları atlıyorlar. Görmezden geliyorlar.

Bu ön bilgiden sonra ayetlerin tefsirine geçebiliriz.

23. 24. Ayet: 21. Asırda Firavun, Hâmân ve Kârun

Kur’an’ı zaman ve mekân üstü bir hitap olarak okuyanlar için zamanlar, mekânlar, şahıslar değişse bile işin özü hiç değişmiyor.

Biz bu çalışmada Kur’an’ı baştan sona işin özünden okuyoruz; burada da onu yapacağız. Bu kıssayı, sanki dün inmiş ve bugün bize hitap ediyormuş tazeliğinde okumaya ve anlatmaya çalışacağız.

Allah her peygamberi kendi çağına gönderdiği gibi, o peygamberlere ümmet olanları da muhataplarına gönderdi.

Bu çalışmada daha önce ifade ettik,1226eğer biz 7. asırda veya 21. asırda Peygamberimize muhatap olsaydık, o bize şunu diyecekti: “Bana gelen vahyi, benden duyduklarınızı ve gördüklerinizi, gidebildiğiniz her yerde herkese anlatın.”

Bu bir yorum mu? Hayır. Bu kesin bir bilgi. Bunu ilk kez duyanlar, bizim verdiğimiz referanslar üzerinde azıcık düşündüklerinde bunun doğru olduğunu anlayacaklardır.

Öyleyse bilinçli her Müslüman, elinde Kur’an gibi apaçık bir delille yaşadığı çağa gönderilmiştir.

Karşımızda kim var?

Hz. Mûsâ’nın karşısındaki ve Hz. Muhammed’in karşısındaki oligarşik yapıların izdüşümü var.

Günümüzde bazı ülkelere bakınca, “O ülkelerde demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, ifade özgürlüğü var.” zannediyorsunuz. Ama uygulamada, çoğu zaman çağdaş Hâmân ve Kârun’ların izdüşümlerini görebiliyoruz.

Dün olduğu gibi bugün de dünya sahnesinde güç odakları var;

Bu manzara karşısında Kur’an bize şunu söylüyor: Çağdaş Firavunlara, Hâmânlara, Kârunlara bakıp “Bunlar kazanır” sanmayın. Kazanacak olanlar; ellerinde Kur’an gibi bir delil olanlar ve bu çağın sahabileridir…

25. Ayet: Önce Bir Ayrıntı

Kur’an’a göre Firavun iki defa katliam yapmıştır. Biri Hz. Musa doğmadan önce erkek çocuklarının boğazlanması; bu Kasas sûresinin 4. ayetinde geçiyor. İkinci katliam da Hz. Musa Peygamber olduktan sonra ona iman edenlerin erkek çocuklarının öldürülmesi olayı; o da bu ayette geçiyor.

Bu katliamlardan ilki Kitab-ı Mukaddeste anlatılırken, ikincisinden bahsedilmiyor.

Ayrıca bu iki katliamı baba-oğul firavunların yaptığı rivayet ediliyor.

26. Ayet: Binlerce Çocuğu Öldürmenin Mantığı ve Günümüzdeki Karşılığı Nedir?

Burada bir tefsir yapıyoruz; ayetleri dün inmiş bugüne hitap ediyor tazeliğinde okuyoruz. Bunları daha taze hale getirmek mümkün ama o zaman da dünya siyasetinin içine girme, birilerinin ismi hariç bütün özelliklerini vermek gibi bir durum oluyor.

Böyle yapmamak gibi bir ilkemiz var. Bu ilkenin altını çizdikten sonra yine taze bir konuya değinelim. Konunun adı: İktidar.

Bu konu başlıktaki sorunun cevabı. Hayatında hiç iktidar olma ihtimali olmayan milyonlarca insan için bu kelime uzak bir masal gibi gelebilir. Ama bir de tüm varlığını iktidarı kapmaya, kaptıktan sonra da o koltuğu kimseye bırakmamaya adayanlar var. Onlar için iktidar, bir tutku, bir varoluş sebebi.

Firavunun “Bırakın beni, Musa’yı öldüreyim!” diye öfkeden köpürmesi, işte bu tutkunun zirve yaptığı an. Niye? Çünkü Musa onun gözünde sadece bir peygamber değil, düzeni sarsacak, otoriteyi yerle bir edecek bir tehdit. “Dinimizi değiştirecek, ülkede fesat çıkaracak” korkusu, özünde “Benim gücüm elden gidecek” paniğinin başka bir ifadesi.

Firavunun Mantığı: Güç İçin Sınır Tanımamak

Firavunun mantığı şu: “İktidarım tehlikedeyse, değil binlerce çocuğu öldürmek, her şeyi yaparım.”

Ayette Firavunun “Rabbini yardıma çağırsın!” diye bağırması hem bir kibir gösterisi hem de çaresiz bir meydan okuma. Sanki “Beni kimse durduramaz” derken, bir yandan da o ilahi gücün varlığını hissediyor ama reddediyor.

Bu, tarih boyunca gücü elinde tutanların klasik refleksi: Önce inkâr, sonra baskı, en sonunda yok etme. İktidar sahipleri için en büyük tehlike, halkın uyanmasıdır. Bu yüzden Musa’ya karşı başlatılan mücadele sadece onun şahsına değil, taşıdığı hakikate karşıydı. Firavun, Musa’yı susturarak gerçeğin sesini kısmak istiyordu.

Bu konuya bir tarih uzmanı gözüyle bakarsak, bu sadece eski Mısır’a özgü bir hikâye değil; iktidarını korumak için halkını kılıçtan geçiren krallar, muhaliflerini susturan imparatorlar, toplumu korkuyla sindiren yöneticiler… Bu anlatı, insanlık tarihinin her sayfasında, her toplumda kendini tekrar eden bir gerçek.

Günümüzde Karşılığı: Şekiller Farklı, Öz Aynı

Bugün belki kimse “Binlerce çocuğu katledeceğim” diye açıkça ortaya çıkmıyor. Ama iktidar hırsıyla halkı ezmenin, geleceği karartmanın yolları hâlâ var. Firavunun çocukları öldürme emri, o dönemin bir güç gösterisiydi: Gelecekteki tehditleri daha doğmadan yok etmek. Şimdilerde bu, daha ince yöntemlerle oluyor.

Dünyanın dört bir yanında, şekli farklı ama özü aynı zulümler görmüyor muyuz? İktidar sahipleri, koltuklarını garantiye almak için bazen fiziksel değil, zihinsel ve toplumsal bir kıyım yapıyor.

Kendimizi bir siyaset bilimci yerine koyalım ve soralım: İktidar olmak neden bu kadar baş döndürücü bir arzu? Çünkü güç, insanı kendine tanrı gibi hissettiriyor. Firavunun “Ben sizin en yüce rabbinizim” (Naziat 24) demesi, bu ruh halinin en uç örneği.

Kendimizi bir tarih uzmanı yerine koyalım ve şunu da söyleyelim: Bu hırs, her zaman kendi sonunu hazırlar. Firavunun tuzakları boşa çıktı, çünkü karşısında ilahi bir gerçek vardı. İnsanlık tarihi de gösteriyor ki, bu tür düzenler er ya da geç çöküyor; bazen halkın uyanışıyla, bazen kendi iç çelişkileriyle.

Kur’an’ın bu anlatısı, sanki binlerce yıl öncesine aitmiş gibi duruyor ama özü bugün de dipdiri. İsimler, araçlar, yöntemler değişiyor; ama “İktidarımı ayakta tutmak, kaybetmemek için her şeyi yaparım.” anlayışı hiç değişmiyor. “Firavunun Musa’ya “fesatçı” damgası vurması”, bugün de hakikati söyleyenlere atılan iftiralarda yankılanıyor.

Burada soru şu: Bu döngü hep böyle mi sürecek? Bu sorunun cevabı çağın Musalarının sergileyecekleri duruşa göre değişiyor...

27. Ayet: “Sana Benzemekten Allah’a Sığınırım”

Hz. Musa Firavunun 26. ayetteki iftiralarından sonra özet olarak şunu diyor: Sana benzemekten; senin gibi kibirli olmaktan, senin gibi ahireti unutmaktan, senin gibi iktidarını sürdürmek için binlerce masum cana kıymaktan kısaca seni sen yapan sıfatları üzerimde taşımaktan Allah’a sığınırım…

28. Ayet: 21. Asırda Firavun Ailesinde Olanlar

Hayat beyaz-siyah değildir. Bunlara iman-küfür dersek ikisi arasında beyazdan siyaha, siyahtan beyaza gri alanlar da vardır.

Eğer Hz. Musa (as) “Firavun kötülük yapıyor” diye ona kötü muamele etseydi, düşmanına benzemiş olacaktı. Düşmanı olan Firavun bu durumu kendi taraftarlarını konsolide etmek (bir arada tutmak için) kullanacaktı. Ortada beyaz-siyah olmayacak, iki tane siyah olacaktı.

Kur’an’da anlatılan beyaz-siyah, Musa- Firavun diyalogu bütün zamanlara şu mesajı veriyor: Hiçbir koşulda düşmanınıza benzemeyeceksiniz. O kötü olabilir, o kötü olmanın gereğini yapabilir ama siz o kötülük yapıyor diye onun gibi kötü olamazsınız.

İşte buna yöntem veya strateji dersek, Hz. Musa’nın (as) Mısır’da uyguladığı, Peygamber Efendimizin (sav) Mekke’de uyguladığı strateji buydu.

Bu stratejiye güneş, karşı tarafa “buz” dersek, bu strateji zaman içinde bu buzu yavaş yavaş eritti.

İşte bu 28. ayette anlatılan “mümin kişi” bu erimenin örneğidir.

Mekke’de boykot yıllarında vicdanları kanadığı için, müşrik oldukları halde Müslümanlara yardım eden Mekke’nin ileri gelenleri bu erimenin örneğidir.

Günümüzde Müslüman olmayanların üç hali; katı, sıvı, gaz

29-35 Ayet: Vicdan Konuşması ve Akla Gelen Sorular

Bu mümin kişinin, bu konuşmayı yaptığı ortamı bir hayal etmek gerekiyor.

Bu konuşmayı demokratik bir ülkede yapmıyorsunuz. Bu konuşmayı iktidarını korumak için binlerce masum çocuğu katletmiş bir diktatöre karşı yapıyorsunuz. Bu konuşmanın hemen başında veya sonunda öldürülme veya zindana atılma ihtimaliniz çok yüksek.

Burada akla bazı sorular geliyor:

Mümin kişi bu konuşma cesaretini nasıl gösteriyor? Firavun bu konuşmaya neden hemen engel olmuyor? Burada elimizde kesin bir bilgi yok ama şu tahminde bulunabiliriz.

Bu sıralamaya baktığımızda akla gelen soruların tahmini cevabı şu oluyor:

Ve bu konuşma erimeyi daha da hızlandırıyor. Binlerce insan cesaretleniyor. Hz. Musa’nın safına geçen İsrailoğullarının sayısı artıyor, bütün bu gelişmeler de Mısır’dan hicret sürecini hızlandırıyor.

Özetlersek, bütün bu gelişmeler bize “korkaklık bulaşıcı olduğu gibi cesaret de bulaşıcıdır” diyor. Allah’ın yardımı ile Hz. Musa’nın Firavun karşısında cesur duruşu zincirleme olarak bu hadiselerin arka arkaya gelmesine sebep oluyor.

36. 37. Ayet: “Tanrısını Öldüreyim, Bu İşi Kökten Halledeyim”

Tarih boyunca gücünü kaybetmeye başlayan diktatörlerden bazıları, mantıklı düşünme yetisini de kaybederek akıl almaz kararlar almışlardır. Firavunun, “Musa’nın tanrısını öldürmek” için bir kule yaptırmaya kalkışması da bunun çarpıcı örneklerinden biridir.

Emrindeki Hâmâna, “Yıkılmadık, ayaktayız!” mesajı vermek için devasa bir kule inşa etmesini emreder. Aklındaki plan basittir: “Musa’nın Tanrısı gökyüzünde bir yerdedir, bu kuleyi yapıp oraya ulaştığında birkaç ok atacak, Tanrıyı öldürecek ve cesedini halkına göstererek Musa’nın davasını çöküşe uğratacaktır.”

Peki, bir insan böyle bir saçmalığa gerçekten inanabilir mi?

Normal şartlarda “hayır”. Ancak Firavun gibi gücünü kaybetmekten delicesine korkan bir diktatör için durum farklıdır. Unutmayalım ki, Firavun daha önce de tahtını korumak uğruna binlerce çocuğu katlettirmiş birisidir. Hatta ondan önceki Firavun, yalnızca Musa’yı öldürmek için yine binlerce masum bebeğin ölümüne sebep olmuştur. Böylesine zalim bir akıl yapısına sahip biri için, göğe kule yaptırmak ve oradan Tanrı’ya saldırmayı düşünmek de mümkündür.

Yakın Tarihten Örnekler: Akıl Sağlığını Kaybeden Diktatörler

Firavun gibi, gücünü kaybetmeye başladığında akıl sağlığını yitiren ve irrasyonel kararlar alan diktatörler tarihte defalarca karşımıza çıkmıştır.

Bu konuda dipnotta verdiğimiz örneklere bakılabilir.1227

Bu örneklerde gördüğümüz gibi, diktatörler gücü kaybettiklerinde akıl sağlığını da kaybedebilirler. Firavunun kule yaptırıp Tanrı’yı öldürmeyi düşünmesi, tarihte benzer şekilde deliliğe sürüklenen zalimlerin yaptıklarıyla kıyaslandığında o kadar da imkânsız görünmüyor.

Özetlersek, gücünü kaybetmeye başlayan zalimler, mantıklı düşünme yetilerini de kaybederler. Firavunun kule yaptırarak Tanrı’ya ulaşma çabası, gücün sarhoş ettiği bir diktatörün nasıl gerçeklikten kopabileceğinin en eski örneklerinden biridir. Tıpkı Firavun gibi, tarihin diğer diktatörleri de kaybedeceklerini anladıklarında çılgın kararlar almış, ancak sonunda hepsi tarihin çöplüğüne gömülmüştür.

38-45. Ayet: Dikkat Çeken Noktalar

Bu ayetlerdeki ayrıntılar üzerinde düşündüğümüzde “mümin kişinin” bu konuşmayı oldukça zor şartlarda yaptığını anlıyoruz.

41. ve 42. ayetlere baktığımızda konuştuğu ortamdaki kişilerin onunla tartışmaya girdiğini, o tevhid dinine çağırırken dinleyenler arasında bazılarının da şirk dininde ısrar ettiğini anlıyoruz.

Bunları anladığımızda mümin kişinin bu zor şartlarda gösterdiği duruş daha bir önem ve anlam kazanıyor.

Bunun yanında dikkatimizi çeken bir şey daha var.

Bu mümin kişi sarayda Firavun hanedanından biri olmasına rağmen tevhid dinini oldukça iyi bir şekilde öğrenmiş gibi.

Özellikle Allah’tan bahsederken, Onun Azîz, Gaffâr ve Basîr olduğunu söylemesi bu kanaatimizi güçlendiriyor.

Bu kanaat güçlenince şu ihtimal de güçleniyor. “Bu kişi kendisine vahiy gelmeden bu kadar güçlü bir imana nasıl sahip olabilir?” diye düşündüğümüzde Medyen’den Mısır’a gelen Hz. Musa ile bu olaydan önce görüşmüş olabilir. Hatta daha öncesine Hz. Musa Medyen’e gitmeden önce sarayda kalırken tanışıyor da olabilir.

Tabi bunlar birer ihtimal. Bu yorumları kıssanın daha iyi anlaşılması adına bir tefekkür notu olarak paylaşıyoruz.

46-52. Ayet: Kabir Azabı Var mı?

Başlıktaki soru sorulduğunda, Kur’an’dan referans olarak bu ayet gösterildiği için, burada bir değerlendirme yapacağız.

Bu konudaki işaretleri hem bu ayette, hem de meleklerin insanların canlarını alırken yüzlerine ve sırtlarına vuracağı ve azap çekeceklerini haber veren ayetlerde görüyoruz.1228

Bu ayetlerden, özellikle En’âm sûresi 93. ayette “Melekler Benim Canımı Nasıl Alacaklar?” başlığı altında yaptığımız değerlendirmeye bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

Bu noktada ilk olarak şu tespiti yapalım.

Kesin Olan Nedir? Şu kesin: Öldükten sonra cehennemde bir azap var. Üzerinde tartışma olan kısım, cehennemden önce bir azap var mı?

Kur’an’daki işaretlere bakarsak, o azap da var.

Burada bu konuda iki önemli tespiti, iki nokta altında yapalım.

Birinci Nokta: Niçin Yapıyorsun?

İslam dininde, inanç dekorunda ödülün ve azabın yerini çok iyi anlamak lazım.

Böyle yapmak, kişinin imanının çocuk seviyesinde kaldığını gösteriyor.

Bunu bir örnekle açalım: Çocuklar genelde büyüklerin isteklerini üç sebepten yapar:

Bu basit örnek, Allah’ın istekleri karşısındaki seviyemizi gösteriyor.

Birinci ve ikinci seviye, büyümemişlik, çocukluk göstergesiyken, üçüncü seviye olgunluğun, kâmil insan olmanın işareti.

İkinci Nokta: Din Dilinin Güncellemesi

Kabir azabı üstünden konuşursak şunu biliyoruz:

İnsanları kabir azabıyla korkutmak, onları daha iyi dindar yapmıyor. Aksine, korkutarak dindar yapma amacı taşıyor. Yukarıda da söyledik: Bu yöntemle dindarlık, çocuk seviyesinde bir imana götürüyor.

Ayrıca, günümüzde kabir azabını dinin dekorunda abartılı şekilde anlatmak, özellikle gençler üzerinde “Madem kabir azabı varmış, hadi namaza başlayalım!” gibi bir etki yapmıyor.

Biz bütün kitaplarımızda, özellikle bu tefsir çalışmasının başından sonuna kadar böyle bir yöntemi kullanmadık.

Biz bütün çalışmalarımızda, cenneti ve cehennemi inanç dekorunda “sonuç eğitimi” başlığı altında, olması gerektiği gibi anlattık.

Özetlersek:

Not: Buraya kadar olan bölümde, bu ayetin kabir azabına referans olan tarafı üzerinde durduk. Buradan sonrasında tekrar ayetleri bağlam içinde okumaya devam edeceğiz.

Diktatörleri Bekleyen Son

Bu okumada şunu görüyoruz: Bu ayetler sonuç eğitimi veriyor. Bu sonuç eğitimini bütün zalimler içinde özellikle diktatörleri bekleyen son olarak da okumak mümkün.

Böyle okuduğumuzda Kur’an cehennemi bir kere daha caydırma aracı olarak kullanıyor ve dünyada diktatörlerden gelecek menfaat uğruna onların etrafında avane olanlara şu mesajı veriyor: Cehennemde özür dilemeniz fayda vermeyecek. Gelin yol yakınken dönün. Dönün ki, diktatörleri bekleyen sondan kurtulun.

53. 54. Ayet: Bu ayetlerde konu özetleniyor. Dolaylı olarak şu deniyor. Biz Musa’ya ve onun ümmetine Tevrat’ı verdiğimiz gibi, Muhammed’e onun ümmetine de Kur’an’ı verdik.

Yine dolaylı olarak denilen bir şey var, “Ey Muhammed ümmeti! İsrailoğulların yaptıkları tercihlerin benzerini yaparsanız, benzer sonuçlar yaşarsınız.”

55. Ayet: Bu ayet 53. ve 54. ayetlerin mesajını güçlendiriyor. Nasıl Allah Musa’ya olan vaatlerini gerçekleştirdi, size olan vaatlerini de gerçekleştirecek. Siz vahyin rehberliğinde yapmanız gereken doğruları yapmaya devam edin.

56-58. Ayet: Kim Daha Büyük, Kim Daha Değerli

Şöyle iki soru gelse aklına:

(Nicelik) Fiziki olarak kim daha büyük: kâinat mı, insan mı? Cevap basit: Kâinat.

(Nitelik) Manevi olarak kim daha büyük, yani daha değerli: kâinat mı, insan mı? İşte burada işler değişiyor: İnsan.

Bu ayet, nicelik yönüyle bir kıyas yapıyor.

Ama bu kıyas, 55. ve 57. ayetlerle de sıkı sıkıya bağlı. 55. ayette, haddini aşan, kendini bir şey sanan ve bu yüzden Allah'ın ayetlerini küçümseyen kibirli bir tip var. 57. ayet ise bu adamı kör birine benzetiyor. Sanki elinde altın var ama gözü kapalı olduğu için onu teneke sanıyor.

İşte tam bu noktada, 56. ayet devreye giriyor ve diyor ki: "Şu koskoca kâinatta bir kum tanesi kadar yer kaplamayan insan..." ... Bu kadar küçükken, nasıl oluyor da Allah'ın ayetleri hakkında böylesine büyük laflar edebiliyor? Nasıl oluyor da, hiçbir delili olmadan, sırf kendi aklına göre tartışabiliyor? İşte bu, içinde büyüttüğü o kocaman kibirden başka bir şey değil. Sanki bir dağ gibi, içini kaplamış.

“Ey bu ayetleri okuyan Müslüman!”, Allah her şeyi görüyor, her şeyi duyuyor. Senin o kibirli içini de, o boş tartışmalarını da. O yüzden, sen onlardan olma. Sen Allah'a sığın. Çünkü O, her şeyi bilen ve görendir.

Ve sonra, 57. ayet devreye giriyor: "Göklerin ve yerin yaratılması, insanın yaratılmasından daha büyük bir şeydir."

Yani, şu koca kâinatı yaratan Allah, seni mi yaratamayacak? Ama insanlar bunu anlamıyor, çünkü çoğu zaman gözleri kapalı. Öyle ya, aklını biraz kullansa, bunca muazzam düzenin nasıl bir kudret tarafından yaratıldığını fark edecek. Ama kibir var ya kibir! İşte o, insanın gözlerini perde gibi kapatıyor. Kendi küçük aklını her şeyden üstün görüyor, Allah'ın apaçık ayetlerini bile tartışmaya kalkıyor.

Ve 58. ayet ise bize bir ayna tutuyor: "Kör ile gören, iman eden ile etmeyen, iyilik yapan ile kötülük yapan bir olur mu?"

Elbette olmaz. Ama ne yazık ki, insanlar bu basit gerçeği bile anlamakta zorlanıyor. Ne kadar az öğüt alıyoruz, değil mi? İnsan, gözünü açıp baksa, hakikati görecek. Ama kibrine yenik düşen, ışık varken bile karanlıkta kalmayı seçiyor.

Özetlersek, bu ayetler bize şunu fısıldıyor: Kibir, insanı kör eder. Hakikati göremez olur. Tevazu ise gözleri açar, gerçeği gösterir. O yüzden, daima tevazu sahibi olalım, Allah'ın ayetlerine kulak verelim ve doğru yolda yürüyelim.

59. Ayet: Bu ayeti de öncekilerin devamı olarak okursak, ayet kibirli insanın şahsında Allah’ın ayetlerini küçük gören, onları ciddiye almayanlara şunu diyor: O ayetlerde ne deniyorsa onlar olacak. Bunda hiç şüphe yok.

60-85 ARASI AYETLERİN TEFSİRİ

60. Ayet: Her Duaya Cevap Var mı?

Dua konusunda, Tefsir Usulümüzde (28) Dua Yasasına ve Tâhâ sûresinin 24-36 arası ayetlerinin tefsirinde “Duanın Mantığı” başlığı altında yazdıklarımıza bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

Tefsir Usulümüzde bu ayet ile ilgili yaptığımız değerlendirmelerin bir kısmını burada paylaşmak istiyoruz.

“Bu anlattıklarımıza mümince bir bakış açısı dersek; bu bakış açısı üzerinden şu âyete bakalım: “…Bana dua edin, duanıza cevap vereyim...”1229

Bilinçli olan her Müslümanın “Allah’ım bana razı olduğun bir hayat yaşamayı nasip eyle!” şeklinde bir duası vardır. Bu duada istenen hayatın yaşanması da kulun, Allah’ın her yaptığını gördüğüne, duyduğuna, bildiğine iman etmesiyle olur. Gören, duyan ve bilen birinin varlığına iman olmayınca dua olamayacağına göre, dua etmek, tam da bu imana sahip olmaktır.

Öncelikler noktasından bakarsak, dua etmenin bizzat kendisi, kabul olunmuş bir duadır.

Önceliklerden sonrası, teferruattır.

O teferruatlar için yukarıda ifade ettiğimiz gibi bir dilekçe yazılır, o dilekçenin altına “hayırlısı” ise şeklinde bir kayıt düşülür.

Bu bağlamda, her duaya üç farklı şekilde cevap verilir,

Dört şey anlaşılabilir:

Özetlersek, Allah’ın dua ve nimet verme ile ilgili imtihan dünyasındaki yasalarını bilen, bilinçli bir Müslüman, burada örneğini verdiğimiz bu ve benzeri âyetlere bu açılardan baktığında, cevapsız dua olmadığını anlar.”

61-64 Ayet:

61. ayette gece-gündüz gibi iki nimet sayılıyor gibi görünüyor ama gece ve gündüzün olması için nelerin olması gerektiğini düşündüğümüzde, arkada binlerce nimet hatırlatılıyor.

62. ve 64. ayetler 61. ayeti tamamlıyor. Orada binlerce ayetin hatırlatıldığını dikkate aldığımızda bu ayet bize şunu diyor: İşte bütün bu nimetleri yoktan yaratıp var eden, terbiye edip istifadenize sunan Rabbiniz Allah’tır. Size yakışan şükretmektir, yüz çevirmek değil. 63. ayet de yüz çevirme tercihinin sonucuna işaret ediyor: Bu tercihi yapan bu sonucu yaşar.

65. Ayet: Ayetin mesajı gayet net: Ölü olan, ölecek olan, sürekli Hay olmayan ilah olamaz. Allah’tan başka Hay yoktur, işte bu nedenle O’ndan başka da ilah yoktur.

Bu net mesaj, aynı zamanda halis (saf) dinin, yani ihlâsla ve samimiyetle yönelinmesi gereken hak dinin de adresini veriyor.

Bu durumda hamd: Sayısız nimet içinde, kendisine razı olduğu şekilde teşekkür etme imkanını bize bahşeden Allah’adır.

66. Ayet: Ayet, Peygamber Efendimize “de ki” derken aslında bize de şunu söylüyor: “Ben bir gelenek içinde doğmuş olsam da atalarım bir şeye iman ediyor diye sorgusuzca iman etmem. Delillere bakarım, hakikati araştırırım ve tahkiki iman ile teslim olurum.”

67-70. Ayet: 67. ayet hayatın başından sonuna geçtiğimiz evrelere dikkat çekerek, bu aşamalar üzerinde tefekkür etmemizi istiyor. 68. ayet, bu detayları tek bir hakikatle özetliyor: Yaşatan da öldüren de Allah’tır. 69. ayet, bunca açık gerçeğe rağmen hakikati tartışan, tartışırken tevhidden şirke savrulanlara işaret ediyor. 70. ayet ise onların inkârlarının sonucuna dikkat çekiyor.

71-76. Ayet: Yakında Ne Olacak?

Bu ayetler, 70. ayetin sonunda verilen uyarının nasıl gerçekleşeceğini gözler önüne seriyor. Ahirette inkar edenleri bekleyen sahne çarpıcı bir şekilde anlatılıyor: Boyunlarında halkalar, zincirlerle sürüklenmek, kaynar suyun içinde yanmak… Tüm bunlar, dünya hayatında kendilerini büyük görenlerin aciz kalacağı ânı gösteriyor. Tıpkı yüzlerce ahiret ayetinde olduğu gibi burada da bir sonuç eğitimi var. Mesaj net: Eğer ahirette böyle bir duruma düşmek istemiyorsanız, yol yakınken dönün. Çünkü o gün geldiğinde ne kaçış var ne de mazeret…

77. 78. Ayet: Tarihi Arka Plan: Acele Etmeyin

Bu ayetlerin indiği dönem, Müslümanların Mekke'de en ağır baskılarla karşı karşıya kaldıkları yıllar. Peygamberimizin etrafında farklı seviyelerde iman etmiş insanlar var; kimisi yeni Müslüman olmuş, kimisi sabır sınavında zorlanıyor, kimisi de Allah’ın sosyal yasalarının nasıl işlediğini tam olarak kavrayamamış. Ayet, Peygamberimiz aracılığıyla tüm müminlere net bir mesaj veriyor: Sabır ve sebatla yolunuza devam edin. Çünkü Allah’ın vaadi kesindir. Ama bu vaat hemen gerçekleşmeyebilir. Kimi zaman yarın, kimi zaman aylar sonra, kimi zaman da bu dünyada değil ahirette… Hikmetle işleyen bir düzen var. Siz acele etmeyin, sabredin ve size düşeni yapmaya devam edin.

79-81. Ayet: Geleceğin Ulaşım Araçları

Bu ayetleri evrensel bir bakış açısı ile okursak ayeti ticari hayatın bel kemiği olan “ulaşıma, ulaşım araçlarına” dikkat çekiyor ve şunu düşünmemizi istiyor: Geçmişin ulaşım araçları olan katırı, atı, deveyi Allah yarattığı gibi (araba, gemi, uçak, uzay dolmuşu gibi) geleceğin ulaşım araçlarını yapacak aklı ve gerekli madenleri Allah yaratmıştır. Bu nimetler, bu nimetleri Allah’tan başkasının yoktan yaratıp insanların istifadesine sunamaması Onun varlığının delillerindendir. Şimdi düşünün bakalım, bunları o yaratıp vermeseydi, başka kim verebilirdi?

82-85. Ayet: Geçmiş (Tarih) Üzerinden Sonuç Eğitimi

Önceki ayetlerde sık sık geleceğe, ahirete yapılan atıfların yanında, dünyadaki tercihlerimizin sonuçları özellikle cehennem tasvirleriyle dikkatimize sunulmuştu. Şimdi ise, geçmişin izlerine bakarak bir sonuç eğitimi veriliyor.

Bu ayetler, müşriklere tarihî bir hatırlatma yapıyor: “Yeryüzünde gezin, tarih sayfalarına bir göz atın, geçmişte sizin bugün yaptığınız tercihlerle aynı hataları yapmış ama sizden daha güçlü olanların sonlarına bakın.” O toplumlar, gücün, servetin ve yeryüzünde meydana getirdikleri büyük eserlerin peşinden gitmiş olsalar da, ne yazık ki bunlar onları kurtaramadı. Azabın geldiği an, hiç kimse güç ve saltanatıyla kendini savunamayacak, her şey son bulacak.

Tarih bize şunu gösteriyor: "Eğer bugün dönüp doğru yolu seçerseniz, Allah (cc) size hidayeti nasip eder, rahmetiyle muamele eder." Ama unutmayın, “Eğer bu işte geç kalıp, azabı görüp de iman etmeye başlarsanız, o zaman hiçbir fayda sağlamaz.” Çünkü, Allah’ın inkarda ısrar eden kullarına dair kanunu bellidir: Azabın geldiği anda, iman etmek fayda etmez ve o zaman kâfirler, helak ve hüsrana uğrayacaklardır.

Mekke’de Vahyin Rehberliğinde 10. Yıl

61/41. FUSSİLET SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-12 ARASI AYETLERİN TEFSİRİ

1. Ayet: Hurûf-ı mukkatta olarak isimlendirilen bu harfler hakkında A’râf sûresinin 1. ayetinde geniş açıklamalar yaptık. Oraya bakılmasını tavsiye ediyoruz.

2. Ayet: Bu Kitap Kim Tarafından Gönderilmiştir?

Aslında bu sorunun cevabı Allah. Ama Kur’an’da genelde bu sorunun cevabı -bu ayette olduğu gibi- Allah’ın isimleri üzerinden veriliyor.

“Bu ayette neden Rahmân ve Rahîm isimleri öne çıkmıştır?” diye bir soru sorsak, bu soruya farklı cevaplar verilebilir. 4. ayet bizim vereceğimiz cevabın referansı oluyor. Bu kitap Allah’ın rahmetin vücut bulmuş halidir. Yani Allah (cc) Rahmân ve Rahîm olduğu için bu kitabı göndermiştir.

Burada genelde sûre başlarında yer alan Aziz, Hakîm, Habîr, Gafûr, Alîm, Hamîd, Kadîr, Semî’, Basîr gibi isimler de sayılabilir.

Ama Rahmân ve Rahîm isimleri bütün isimlerin başında yer alıyor: Bu yönüyle bu isimler şu iki sorunun cevabı oluyor:

Cevap: Rahmân ve Rahîm olduğu için.

Rahmân ismi yaratılan her şeyi içine alırken, Rahîm ismi yaratılan içinde yaratılış gayesini bilen müminlere bakıyor.

3. Ayet: Bu ayet hakkında Tâhâ sûresinin 113. ayetinde “Kur’an’ın Dili Neden Arapça?” başlığı altında yaptığımız değerlendirmelere bakınız.

4. Ayet: Bu ayetin birinci bölümü “Rahmân ve Rahîm olan Allah Kur’an’ı niçin indirmiştir?” sorusuna cevap veriyor. İkinci bölümü de insanların bütün zamanlarda vereceği tepkiyi anlatıyor. Yani insanların çoğu inanmayacaklar.

Bu konuda Furkan sûresinin 50. ayetinde “Nankörlükte Israr” başlığı altında yaptığımız değerlendirmelere bakınız.

5. Ayet: İtiraf

Bu ayetleri, bir önceki ayetin devamı olarak okuduğumuzda, “insanların çoğu ondan yüz çevirmekte” ifadesinin, Mekke müşrikleri üzerinden somut bir örnekle açıklanmaya devam ettiğini görüyoruz.

Ayette müşriklerin ileri gelenleri, aslında şu mesajı veriyor: "Ne söylersen söyle, hangi delili getirirsen getir, seni dinlemeyeceğiz!" Fakat burada dolaylı olarak başka bir şey daha söylüyorlar: "Sadece biz değil, geniş halk kitlelerinin de seni dinlemesine izin vermeyeceğiz. Her fırsatta senin mesajını engelleyeceğiz." Yani burada sadece bireysel bir reddediş değil, aynı zamanda toplumsal bir baskı ve sistematik bir sansür söz konusu.

Ancak bu ifadeler, farkında olmadan bir itirafı da içinde barındırıyor. Nasıl mı?
Müşrikler, Kur’an’ın mesajını duydukları ilk günden beri onu etkisiz hale getirmek için her yolu denediler. Eğer Kur’an sıradan bir söz, basit bir metin olsaydı, o dönemin en meşhur şairleri ve hatipleri kolayca onun bir benzerini getirir ve işi bitirirlerdi. Ama bunu yapamadılar. Çünkü Kur’an’ın gücü karşısında söz söyleyemediler. Bunun yerine tek çare olarak baskı, tehdit ve engellemeye başvurdular.

İşte 5. ayet, “Seni susturmak için her yolu denedik ama başaramadık. O yüzden artık biz seni dinlemeyeceğiz!” anlamında, farkında olmadan bir yenilgiyi itiraf ediyor.

6. Ayet: Kibir

Kibir insanın doğasında olan manevi bir hastalık. Bu hastalık aynı zamanda şeytanı şeytan yapan, insanı da şeytanlaştıran bir hastalık.

Bu hastalığın en yaygın belirtilerinden biri kendini üstün görmek.

6. ayette Peygamber Efendimizin (sav) verdiği “Ben de ancak sizin gibi bir insanım” cevabından anlıyoruz ki, müşrikler ilk yıllardaki bakışlarını hiç değiştirmemişler, “Muhammed bin Abdullah” olarak tanıdıkları Peygamber Efendimizi peygamberlik makamına hiç yakıştıramıyorlar hâlâ ona bir melek indirilmeli veya kendi içlerinden büyük adama gönderilmesini bekliyorlar.1230

Bu ayette Peygamberimiz bu beklentiye cevap veriyor: “Geçmişten bugüne kadar gönderilen her peygamber insandı ben de insanım. Ben kendimden bir şey söylemiyorum, bana vahyedilen ne ise onu size iletiyorum. Gelin yol yakınken yanlış yoldan dönün. Yoksa pişman olacağınız bir son sizi bekliyor.”

7. 8. Ayet: Zekat ve Ahiret

Mealimizde dipnotta izah ettiğimiz gibi bu ayette geçen zekat kelimesi farz olan zekat anlamında değil, arınma anlamında geçiyor. Bu anlamı dikkate aldığımızda burada zekat şirkten arınma, tevhide ulaşma anlamında kullanılıyor. Bu anlamı dikkate aldığımızda ayet, müşriklerin tek Allah inancını ve ahirete imanı inkar ettiğini söylüyor.

7. ayetin devamı olarak 8. ayet tek ilah olarak Allah’a ve ahirete iman edenleri bekleyen büyük mükâfattan bahsediyor.

9-12. Ayet: Genel Değerlendirme

Kainatın/evrenin, dünyanın yaratılışı Kur’an’da farklı yerlerde geçiyor ama buradaki detaylı anlatım sadece bu ayetlerde geçiyor. O yüzden bu ayetler üzerinde geniş olarak duracak, aşağıdaki başlıklar altında konuya farklı açılardan bakacağız. Yalnız şunu da ifade edelim, bu ayetleri Kur’an’da göklerin ve yerin altı günde yaratıldığını anlatan ayetlerle birlikte okumakta fayda var.

Konuyu aşağıdaki başlıklar altında ele alacağız,

Bu Konu Kitab-ı Mukaddeste Nasıl Geçiyor?

Bu konuyu daha önce birçok ayeti vesile yaparak “Kur’an insan sözü olabilir mi?” başlığı altında ele aldık.

Ateistlerin ve diğer inanç mensubu insanların şöyle bir iddiası var: “Muhammed Kur’an’ı Kitab-ı Mukaddesten (Tevrat, İncil, Zebur) öğrendikleri ile yazdı. Bu iddia Kur’an’ın ilk muhataplarından bugüne kadar tekrar eden ve altı bir türlü doldurulamayan bir iddia.

Biz de bu çalışmada her vesile ile bu iddianın temelsiz ve içi boş bir slogan olduğunu, karşı tarafta duranların; orada durmaya devam etmek için kullandıkları bir bahane olduğunu delilleri ile gösteriyoruz.

Onlardan biri de bu ayetlerde geçiyor.

Eğer Peygamber Efendimiz bu olayı Kitab-ı Mukaddesten aktarmış olsaydı, orada geçtiği gibi aktarırdı,1231orada geçtiği gibi aktarmıyorsa, o zaman şu sorular öne çıkıyor:

İddiayı ortaya atanların bu ve benzeri sorulara cevap veremeyişi, Kur’an insan sözü olamayacağına şahitlik ediyor.

Kur’an’ın Bu Konuyu Anlatmakta Amacı Nedir?

Kur’an’da evrenin/kainatın/dünyanın yaratılışı ile ilgili çok sayıda ayet geçiyor. Bu ayetlerin öncelikli amacı bir astronomi, bir jeoloji, bir biyoloji dersi vermek değil. Kur’an hidayet rehberi olduğu için, bu ayetlerin öncelikli amacı tevhid dersi vermek, bu ders bağlamında dünyayı, kainatı yoktan yaratan kudretin, ahireti yaratmasının önünde hiçbir engel olmadığını göstermek.

Öncelik bu olunca Kur’an bilimsel konularda verdiği bilgileri 7. asrın bilgi seviyesinden veriyor.

Burada iki örnek verelim.

Mesela günümüzde bir eğitim sistemi içinden geçen hemen her insan şu gerçeği bilir: Dünya güneşin etrafında döner. Yani bizim algıladığımız şekilde bir güneş doğması ve batması yoktur. Gerçek bu olduğu halde, Kur’an asırlardır bu gerçeği bilmeyen insanların yaşadığı bir dünyada bu gerçeği onların algıları üzerinden anlatıyor.

Bakara sûresinde (258. ayet) Hz. İbrahim-Nemrut diyalogunda bunu görüyoruz. Uzun ayetin bir yerinde Hz. İbrahim ““Allah (her sabah) güneşi doğudan getirmektedir; haydi sen de (ilahlık iddianda ısrar ediyorsan) onu batıdan getir” dedi.”

Bir başka örnek Lokman sûresi 10. ayet; “Gördüğünüz gibi O, gökleri bir direk (ve destek) olmaksızın yarattı,”

"O dönemin insanı, bir nesnenin boşlukta durabilmesi için fiziksel bir desteğe ihtiyaç duyduğunu düşünüyordu. Oysa modern bilim, gök cisimlerinin kütle çekim (gravitasyon)1232 kuvveti sayesinde hareket ettiğini ve bir arada tutulduğunu ortaya koymuştur. O dönemin insanlarına kütle çekim yasasını günümüz terminolojisiyle anlatmak, ilkokul 1. sınıf öğrencisine cebir öğretmeye benzerdi."

İki örnek üzerinden gösterdiğimiz bu anlatımların bir örneğini de Fussilet sûresinin bu ayetlerinde görüyoruz.

Aşağıdaki başlıkta ayetlerin öncelikle vermek istediği derslere bakalım,

Tevhid ve İtaat Dersi

Tevhid dersini 9. ayette geçen şu ifade de görüyoruz. “Gerçekten siz, arzı iki günde yaratanı inkâr edip O’na ortak mı koşuyorsunuz?”

7. asırda Mekke’de Kur’an’ın karşısında Allah’ı hakkıyla takdir edemeyen; bilemeyen bir topluluk var. Bu topluluk zannediyor ki, Allah yardımcısız iş yapamaz. O zannın sonucu olarak yarattığı varlıklardan bazılarını ona eş ve ortak koşuyorlar. İşte böyle bir bağlamda Kur’an müşrikleri dünyanın yaratılışına götürüyor; yaratılış evrelerini anlatıyor ve soruyor, bu kadar büyük evreni yaratan büyük bir kudretin ortağa, yardımcıya ihtiyacı olabilir mi? Ortağa ve yardımcıya ihtiyacı olan bir ilah gerçek anlamda ilah olabilir mi?

Bu dersi 11. ayette verilen itaat dersi takip ediyor: Eğer şu üzerinde yaşadığınız dünya bir insan olsa ve size yapılan kulluk teklifi ona yapılsaydı, onlar bu teklife istekli olarak “evet” diyeceklerdi. Sizden milyonlarca kere büyük olan dünyanın bile Allah’ın yasalarına itaat ettiği noktada siz neden hâlâ isyanda ısrar ediyorsunuz.

Özetlersek, Kur’an’ın bu tür konuları anlatmasında öncelikli amaç insanlara doğru yolu göstermede rehberlik yapmasıdır. Bunu yaparken de onların bilgi seviyesini dikkate alır.

Eğer Kur’an bu asırda inseydi, aynı dersleri bugün bu konular hangi bilimsel seviyede biliniyorsa o seviyede verecekti.

Ayetlerin Bize Bıraktığı Alan

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi Kur’an bu konuya bir hidayet rehberi olarak inanç noktasında dersler vermek için giriyor. Konunun bilimsel detaylarını öğrenmeyi insanlara ev ödevi olarak veriyor.

Kur’an’ın anlattığı bu konu yeryüzünde hiçbir insanın yaşamadığı ve milyonlarca yıl süren bir zaman dilimi içinde gerçekleşen gelişmeleri anlatıyor. Bu nedenle bu konu “gayb”ın konusu oluyor.

Biz gayb konusuna nasıl bakılması gerektiği konusunda A’râf sûresinin girişinde geniş açıklamalar yaptık. Orada özellikle “Gayb: İnsanın Bilmesi Sınırlıdır”, “Kur’an’da Zamanın Dilimleri”, “Kur’an’da Ana Konular ve Tali Konular” başlıkları altında yazdıklarımıza bakılabilir.

Ayetleri Okurken Akla Gelen Bazı Sorular

Bütün Gezegenler de Altı Günde mi Yaratıldı?

Kur’an’da göklerin ve yerin altı günde yaratıldığı yedi ayette geçer. Bütün ayetlerde gökler anlamına gelen semavât çoğul, yer anlamına gelen “arz” tekil geçer.

Bundan iki sonuç çıkarabiliriz:

Her iki durumda ortak bir nokta var, Allah’ın yaratma sisteminde hiçbir şey birden, aniden son şekliyle yaratılmıyor. Son şekline üst sınır/kıvam dersek, her şey varlık alemine bir alt sınırdan geliyor.

Bu durumda her varlığın bir altı günü var; burada altı gün sembol; bir tekamül ve terakki sürecinin sembolü. Bu süreç makro ölçekte kainatın yaratılmasında 14 milyar yıla yakın sürerken, insanın doğumunda 9 ay 15 gün oluyor.

Altı günü böyle anladığımızda altı gün her varlığın varlık gayesinde kemale/üst sınıra giden yolda geçirdiği sürecin adı oluyor. Bu süreç kimi varlıklarda kısa kiminde de kainat gibi uzun oluyor.

Bu bakış açısı ile bakarsak, başlıktaki sorunun cevabı “evet” oluyor.

“Cansız Varlıklar Konuşur mu?”

Bizim konuşma dediğimiz olay, bize göre gayb olan; yani görünmeyen bilinmeyen bir boyutta gerçekleşiyor.

Kur’an bizim için gayb/soyut/görünmeyen olayları anlatırken, görünen alemde o olaylara en yakın örnekleri kullanıyor.

Bu ayetlerde de bunun bir örneğini görüyoruz.

Aslında burada olanı Kur’an bize birçok ayette tesbih, secde ve teslimiyet kavramları ile anlatıyor. Bu kavramların üçü de yaratılan her şeyin fıtratlarına yani varlık gayelerine uygun hareket ettiğini anlatmak için kullanılıyor.

Bu ayetlerde göğün ve yerin fıtratlarının gereğini yapması, Allah’ın yasalarına boyun eğmeleri bir soru-cevap kurgusu içinde bize anlatılıyor.

Bu kurgunun ilahilerde yansımasını görüyoruz. “Yunus sarı çiçeğe soruyor, sarı çiçek cevap veriyor...”1233

Bu kurgu aslında yaşadığımız hayatın gerçeğidir. Etrafımızdaki her şey bizimle anlam düzeyinde konuşuyor.

Bir örnek verelim: Varsayalım elimizde güneş hakkında bir bilim insanı tarafından yazılmış bir kitap var.

Biz o kitabı okuduğumuzda aslında kitap okumuyoruz, güneşi okuyoruz.

Biz o kitabı okuduğumuzda bilim insanı ile güneş arasındaki sessiz konuşmadan bilim insanının anladıklarını okuyoruz. Yani konuşmadan anlaşılan şeylerin yazıya dökülmüş halini okuyoruz.

İşte bu, varlıkların sessiz dilidir; her biri Yaratan’ın koyduğu düzene uyarak bize kendi hikâyesini fısıldar.

Göklerin ve yerin ‘isteyerek boyun eğdik’ demesi, bu büyük sessiz senfoninin bir parçasıdır; bizler ise bu armoniyi1234 anlamaya çalışan dinleyicileriz.

Etrafımızdaki her şey, çiçekten güneşe, topraktan gökyüzüne, birbiriyle ve bizimle bu ilahi dille iletişim kurar; yeter ki kulak verecek bir kalp, görecek bir göz taşıyalım."

Özetlersek, yaratılan her şey üzerinde yaptığımız tefekkür bu konuşmayı anlama gayretidir.

İradesiz Varlıklara Teklif Yapılır mı?

Yapılmaz ama buradaki soru, bildiğimiz anlamda bir soru değil. Bu ayetlerde geçen teklif, aslında ders vermeye yönelik bir anlatım. Amaç, ayetleri her çağda okuyacak insanlara bir mesaj vermek.

Bu soru üzerinden verilen mesajlardan biri şu: “Eğer insan dışındaki bütün varlıklara Allah (cc) böyle bir teklif yapsaydı, onların cevabı Allah’ın yasalarına boyun eğmek, teslim olmak olurdu.”

Çünkü evrende hiçbir varlık Allah’ın koyduğu düzenin dışına çıkmaz. Gökler, yıldızlar, gezegenler, ağaçlar, rüzgârlar, denizler… Hepsi yaratılış gayelerine uygun hareket ederler.

Bir diğer mesaj da şu: Ey insanlar! Yaratılan her şeyin teslim olduğu irade karşısında siz de isyan etmeyin, itaat edin, teslimiyetinizi gösterin. Çünkü evrendeki düzen, isyanla değil, itaatle varlığını sürdürmektedir.

İslam, teslim, Müslüman kelimeleri aynı kökten gelir. Müslüman (Allah’ın dinine, yasalarına, kurallarına) teslim olan demektir. Bu açıdan baktığımızda,

Bu ayet, insana varlık gayesini hatırlatan bir çağrı yapıyor: “Evrendeki her şeyin teslimiyetine bak ve sen de yaratılış gayene uygun bir hayat sür. Çünkü gerçek özgürlük, kaosa değil düzene uymakta, başıboşlukta değil, yaratılış gayesine uygun yaşamaktadır.”

Azîz ve Alîm İsimleri Üzerinden Verilen Mesaj Nedir?

Buradaki ayetlerin konusu yaratılış. Bu bağlamda Allah’ın Azîz ismi bütün özelliklerinden kaynaklanan sınırsız gücü temsil ediyor ve şu mesajı veriyor: Kainatın yoktan yaratılmasında ve bu şekilde düzenlenmesinde, sınırsız gücün sahibi olan Allah’ın hiçbir şekilde ortağa, yardımcıya ihtiyacı yoktur. Yaratılan kainat vaad edilen ahiretin şahididir.

Alîm ismi de şu mesajı veriyor: Kainat bir çok şahitliğin yanında Allah’ın ilmine de şahitlik ediyor. Bu ilim kainat kitabını insanlığın istifadesine sunuyor. Geçmişten bugüne bilim insanlarının öğrendiği ve öğreneceği her şeyin kaynağı bu ilim oluyor.

13-33 ARASI AYETLERİN TEFSİRİ

13-19. Ayet: Âd ve Semûd Üzerinden Sonuç Eğitimi

Bu kavimlerin kıssaları daha önce farklı sûrelerde geçmişti, burada her ikisine de çok kısa bir şekilde değiniliyor.

Bu kavimler hakkında Kamer (18-32), A’râf (65-79), Şu’arâ (123-159), Neml (45-53), Hud (50-68), Hicr (80-86) sûrelerinde parantez içinde numaralarını verdiğimiz ayetlerde yaptığımız değerlendirmelere bakılmasını tavsiye ediyoruz.

Bu ayetlerde, bu ayetlerin ilk muhatapları olan müşrikler üzerinden bütün zamanlara şu mesaj veriliyor: “Vahyin mesajını durdurmak için gücünüze güvenmeyin, bunu geçmişte sizden daha güçlü olanlar denediler ama başarılı olamadılar. Siz de olamayacaksınız. Sonunuz dünyada onlara benzemese bile ahirette onların gittiği yere gideceksiniz.”

Sadece Bu Sûrede İki Defa Geçen Bir İfade

19. ayette “a’dâu(A)llâhi /Allah düşmanları” ifadesi geçiyor. Bu ifade Kur’an’da bu şekliyle bu sûrenin 19 ve 28. ayetlerinde geçiyor.

Geçtiği iki yerde de ateşle, azapla, cehennemle bağlantılı bir şekilde geçiyor.

Önce şunu ifade edelim, “Allah düşmanları kimlerdir?” Allah dostlarına düşmanlık edenlerdir. Peki Allah dostları kimlerdir?

Biz bu konunda geniş açıklamaları hem Açıklamalı Mealimizde (s. 60) hem de Yunus sûresinin 62. ayetinin tefsirinde “Allah’ın Dostları ve Allah’ın Düşmanları” başlığı altında yaptık. Oraya bakılabilir.

20-22. Ayet: Şahitler Üzerinden Sonuç Eğitimi

Önceki ayetlerde sonuç eğitimi geçmiş (tarih) üzerinden Ad ve Semud kavimlerini vesile yaparak verildi. Burada da şahitler üzerinden veriliyor.

Burada şahitlik edecek bazı organlardan bahsediliyor, aslında bu şahitlik sadece bu organlarla sınırlı değil, bu ayetler bizden bu konu üzerinde düşünüp şu sonucu çıkarmamızı istiyor: “Kulakları, gözleri, vücudun her tarafını saran derileri konuşturan Allah dilerse onlar gibi cansız olan tüm organları da konuşturabilir. Bunun önünde bir engel yok.”

Çıkan bu sonuç bize şunu diyor: “Bugün konuşmasalar bile bu şahitlerin tamamı ahirette mahşer sabahında konuşacaklar. Onlardan ne duymak istiyorsanız ona göre yaşayın!”

23. Ayet: Zan ve İman

Tahkiki iman, zandan arınmış ve temeli vahye dayanan kesin bir imandır. Bu imanda şu konular kesindir: “Allah mutlak kudret sahibidir; ahiret mutlaka yaratılacaktır; dünyada yapılan her şeyin hesabı sorulacaktır…”

Bu ve benzeri konular zanna kapalıdır. Kesin bir şekilde böyle olacaktır. Eğer biri bu hakikatler hakkında zan besler ve "olmama ihtimali de var" der ve bu zanna göre yaşarsa, işte bu zan onları hüsrana uğratır.

24. Ayet: İroni

Bu ayette inceden bir ironi var. Ayette bizim “dayansalar” da anlamı verdiğimiz kelimenin aslı “sabretseler” de şeklinde geçiyor. Bu ifade aslında “dayanmanız, sabretmeniz imkansız” mesajını veriyor.

Bu mesajı şu mesaj takip ediyor: “Azaba dayanamayacaksınız. Yeni bir başlangıç için fırsat isteyeceksiniz ama verilmeyecek. Gelin yol yakınken dönün!”

25. Ayet: İnsan Kötüyü İyi Görebilir mi?

Bu sorunun cevabı “evet”.

Bu “evet” hem maddi konular için hem de manevi yani dini konular için de geçerlidir.

Önce maddi konulara bakalım, genelde sigaranın, içkinin, uyuşturucunun insan sağlığına kötü etki yaptığını hemen herkes bilir.

Bunun yanında yasalar tarafından yasak (kötü) olan birçok şeyin yapılmasının yanlış olduğunu insanların çoğu bilir.

Buna rağmen insanlardan bazıları bunları zevkle, keyifle, severek ve isteyerek yaparlar.

Benzer durum dini konular için de geçerlidir. Hangi dinde olursa olsun, yaptığının kötü/yanlış/günah/haram olduğunu bildiği halde yapan zevk alarak, keyif alarak yapanlar var.

Neden? Bu “neden”in çok farklı cevapları olabilir. Kur’an burada onlardan birini öne çıkarıyor: “Kötü arkadaş çevresi.”

Kötü arkadaş çevresinin insana yapacağı en büyük kötülük: Kötüyü hoş, güzel, süslü ve sevimli göstermesidir.

Ayet diyor: Sadece onlar değil, onlar gibi milyonlarca insan kötüyü en güzel ambalajlarla süsleyip iyi dese de kötü iyi olmaz. Bu konudaki ilahi hüküm bütün zamanlarda geçerlidir. Yapan, yapmaktan vazgeçmeyen sonucuna katlanacaktır.

26. Ayet: Bir kere Daha İtiraf

Bu ayeti, bu sûrenin 5. ayetinde "İtiraf" başlığı altında yaptığımız değerlendirmelerin devamı olarak okuyabilirsiniz.

Müşriklerin önlerinde aslında çok kolay bir yol vardı: Kur’an’ın meydan okumalarına cevap vermek. Eğer gerçekten Kur’an’ın bir insan tarafından yazıldığına inanıyor olsalardı, “Muhammed gibi şair ya da edip olmayan biri bunu yazdıysa, biz ondan daha iyisini yazarız. Zaten bizim onlarca meşhur şairimiz ve edibimiz var.” diyerek karşılık verebilirlerdi.

Ama bunu diyemediler. Çünkü demeleri mümkün değildi. İşte bu acizlikleri, Kur’an’ın ilahi kelam olduğunun dolaylı bir itirafıydı.

Bu yüzden 5. ayette ve burada anlatılan yöntemleri kullanmaya başladılar. Kur’an’ı doğrudan çürütemedikleri için, onun duyulmasını engellemek, okunmasını zorlaştırmak, insanları manipüle etmek gibi yolları tercih ettiler.

Aslında bunların tamamı, Kur’an karşısında aciz kalmanın itirafından başka bir şey değildi.

27-29. Ayet: Sonuç Eğitimi

Daha önce şunu demiştik, “Kur’an’da sonuç eğitimine konu olan ayetler en çok tekrar eden ayetlerdir.” fakat bu tekrara sebep olan olaylar her seferinde farklıdır.

Burada da onun bir örneğini görüyoruz. Bu ayetler 26. ayette müşriklerin tercihlerinin ahiretteki yansıması olarak geliyor.

Bu ayetler dolaylı olarak Mekke’nin müşriklerine şunu diyor: Dünyada böyle konuşuyorsunuz ama ahiretteki konuşmalarınız bunun tersi olacak; “Sizi saptıranları görmek ve onlardan intikam almak isteyeceksiniz ama iş işten geçmiş olacak.”

30-32. Ayet: “Rabbimiz Allah Demek Kolay mı?”

“Rabbimiz Allah’tır” ifadesi bu sûre dahil dört sûrede geçiyor.1235 Bir sûrede de “Rabbim Allah’tır.” şeklinde geçiyor.1236

İlgili sûrelerde bu sözün söylendiği bağlama baktığımızda bu söz, bu sözü söylemenin çok zor olduğu; söyledikten sonra düşmanlık edenlerin baskısına maruz kalma, hayatını kaybetme gibi ihtimallerin yüksek olduğu şartlarda söylenmiş.

Yani söyleyenler “Bu bizim inandığımız gerçektir. Bu gerçekten bizi hiç kimse vazgeçiremez. Sonucu ne olursa olsun bu sözü söyleriz.” gibi bir bağlamda söylüyorlar.

Bu noktayı dikkate aldığımızda bu sözü söylemek kolay değil; “Bir bu söz söylemenin zorluğu var, bir de bu söz söyledikten sonra duruşunu değiştirmemek, doğru bildiği yolda dosdoğru olmak ve kalmak var.”

Peki bu sözün gereğini yapmanın bir ödülü var mı?

Şu soruyu soralım, var mı görelim,

“Bugün Bana da Melek İner mi?”

Not: Bu konuda burada kısa bilgi vereceğiz. Geniş bilgi için Tefsir Usulümüzde (29) Melek Yasasına bakılabilir. Ayrıca bu konuya Meleklerin Bedir ve Uhud savaşlarında indiğini ifade eden ayetlerde de değerlendireceğiz.1237

Şimdi başlıktaki sorunun cevabına geçelim,

Bazıları bu ayette geçen melek inmesini ve onların sözlerini ahirete yönelik olarak anlamışlar.

Ama ayetin metni, ayette “iner” manasına gelen “tetenezzelu” fiili inmenin dünyada olma ihtimalini kuvvetlendiriyor.

Burada soru şu: “Melekler iner mi? Melekler bugün bize de iner mi?”

Evet melekler iner. Kur’an’da başta Allah’tan gelen vahyi peygamberlere getirme görevi yanında meleklerin farklı görevler için inişinden bahseder.1238

Ama burada asıl soru şu: Günümüzde bizim gibi Müslümanlara iner mi?

Fussilet sûresinin 30 ve 31. ayetlerinden bizlere de inebileceğini anlıyoruz.

Ama bize inme Peygamberlere inme gibi olmuyor. Genelde şöyle oluyor:

Bütün bunlar, “Rabbimiz Allah’tır” dedikten sonra yaşanan zorluklara karşı dayanma, sabır gösterme, imanı güçlendirme ve manevi olarak desteklenme hâlleri olarak düşünülebilir. Meleklerin inişi, somut bir varlık olarak görülmekten çok, inananların ruhlarına dokunan, onları teskin eden, moral veren ve manevi destek sağlayan bir rahmet vesilesi olarak değerlendirilebilir.

Melekler, Allah’ın rahmetini ve yardımını ulaştıran ilahi elçilerdir. Onların desteği sadece geçmişte değil, bugün de devam etmektedir. Gönüllere ferahlık veren, zorlukları kolaylaştıran, karanlıkları aydınlatan bu manevi yardımlar, Rabbimizin merhametinin bir tezahürüdür.

Bu açıklamalardan sonra başlıktaki sorunun cevabına gelirsek, meleklerin inmesini böyle anlarsak, cevabımız “evet iner” oluyor.

33. Ayet: Sözü Güzel Yapan Eylemin Söze Şahit Olmasıdır

Bu ayette, “bir söylem” olan Allah’a çağırma, yani davet öne çıkarılırken, hemen yanında “bir eylem” olan ve bizim “imanına yaraşır güzellikte işler yapan” manası verdiğimiz salih amel de ekleniyor.

Bu ikisi birlikte bize şunu söylüyor: Tebliği güzel yapan temsildir. Temsil olmadan yapılan tebliğ, yemek kitabı üzerinden yemek davetine benzer; eksik ve etkisiz kalır.

Bu okuyuşumuzu genel bir bakış olarak ele alırsak, ayete bağlam üzerinden baktığımızda, bu ayet her zamana hitap ettiği gibi, özellikle 10. yılda Mekke döneminin en zorlu zamanlarına da işaret ediyor.

Baskıların ve işkencelerin zirveye ulaştığı o günlerde hem Müslüman kalabilmek hem de o ağır şartlar altında insanları Allah’a davet etmek, hem de bu daveti salih amellerle süslemek, her şeye rağmen “Ben Müslümanım” diyebilmek, sözün en güzeli ve eylemin en yücesiydi.

Bu duruş, Kur’an tarafından alkışlanıyor ve insanlığa örnek olarak sunuluyor.

Bu ayet, söz ile eylemin uyumunu vurgularken, imanın yalnızca dilde değil, hayatın her alanında yaşanması gerektiğini hatırlatıyor. İşte bu, davetin en etkili ve en kalıcı yöntemidir.

34-54 ARASI AYETLERİN TEFSİRİ

34-36. Ayet: Davette Yöntem

Bu ayetler çok önemli, ancak onları daha da önemli kılan, indikleri zaman, zemin ve ortamdır.

Eğer bu ayetler, Mekke’de barışın hâkim olduğu bir dönemde inseydi, mesajı gayet doğal karşılanabilirdi. Fakat bu ayetler, kötülüğün zirve yaptığı, zulmün en ağır günlerinin yaşandığı bir zamanda iniyor. Ve buna rağmen ayet, kötülüğe karşı böyle bir dil kullanıyor.

Burada verilen en önemli mesajlardan biri de şu: Karşı taraf ne kadar kötü olursa olsun, siz onlara benzemeyin. Çünkü bir Müslüman için en büyük mağlubiyetlerden biri, düşmanına benzemek, onunla arasındaki farkı sıfırlamak, ondan farksız hâle gelmektir.

Burada bir soru akla geliyor: Kötü, kötülük yaparken, iyi kalmak kolay mı?

Bu soruya 35. ayet “zor” diyor. Bunu ancak sabredenlerin başarabileceğini vurguluyor. Hatta öylesi bir sabrın herkese nasip olmayacağını da hissettiriyor.

Peki, neden böyle bir sabır göstermek zor?

36. ayet bu soruya cevap veriyor: Çünkü şeytan sizi boş bırakmaz. İçinizdeki öfkeyi, intikam duygusunu, hesap sorma isteğini sürekli kışkırtır.

Ayetin sonunda gelen iki esmâ, Semî’ (her şeyi işiten) ve Alîm (her şeyi bilen), bize şunu söylüyor: Bu anlarda insanın içini temiz tutması, intikam alma arzusundan sıyrılması kolay değildir. Ama Allah’ın her söylediğinizi duyduğunu, aklınızdan geçen her şeyi bildiğini bilin ve sadece söz ve davranışlarınızı değil, duygu ve düşüncelerinizi de kötülükten arındırmaya çalışın.

37-39. Ayet: Ayetler Gündem Belirliyor

10. yılda Mekke’de yaşanan ve her Müslümanın derinden hissettiği ağır bir boykot süreci var.

Bu ortamda inen ayetler oldukça dikkat çekici. Çünkü bu ayetler, ilk Müslümanlara şunu diyor: Sizin fiziki olarak yaşadığınız gündem ne olursa olsun, o gündemin mahkûmu olmayın. Aksine, gündemin hakimi olun. Gündemi siz yönetin.

Gündem yönetildiğinde, dersin adı tevhid dersi oluyor. Dersin konusu ise gece ve gündüz üzerinden astronomi, toprak üzerinden jeoloji oluyor. Ama bütün bu deliller, nihayetinde Allah’ın varlığına, birliğine ve öldükten sonra dirilişe şahitlik ediyor.

40. Ayet: Bu ayette ders kıyasla devam ediyor ve kıyamet üzerinden bir sonuç eğitimi veriliyor.

41. 42. Ayet: Bu ayetler Kur’an’ın korunan bir kitap olduğunun altını çiziyor. Hakîm ismi bu kitapta ne varsa mutlaka hikmetleri var mesajı verirken, Hamîd ismi kitabı okuyan ve yaşayanların Allah’ın bu ismine mazhar olup, övülen kullar arasında yer alacağı müjdesini veriyor.

43. Ayet: Yoldaki Zorluklar

Allah davasında yola çıkanlar için yolun bazı değişmezleri var. Bunlardan biri de yaşanan zorluklar. Peygamberler bu zorlukları yaşadıkları gibi, onlara tabi olanlar da bu zorlukları yaşayacak.

Neden? Çünkü zorluk imtihan dünyasının olmazsa olmazıdır. Zorluk niyetleri saflaştırır, niyeti saf olmayanları, saf olanlardan ayırır. Yolda yük olacakları, yolun başında eler…

Kısaca zorlukların faydası saymakla bitmez. Gelmesi, kalması istenmez ama bilinçli Müslümanlar onun varlığından şikayet etmez…

44. Ayet: Bahane “Şifa”ya Engeldir

Aslında bu ayet bize şunu diyor: Öyle insanlar var ki, ne yapsan bir bahane bulur. Dili Arapça olur; mesaj anladığı dilden gelir, bahane bulur. Arapça olmasa bu sefer de ona bahane yapar.

Kur’an’a ve imana “şifa” dersek, bu tür insanların bahaneleri manevi şifaya/imana engeldir. Onlar bahane bulmayı meziyet zannedeler, üstün zekalarının göstergesi olarak telakki ederler ama gerçekte bu bir aldanmadır, bu şeytan tarafından kandırılmadır.

Not: Bu ayette Kur’an’ın şifa olmasından bahsediliyor. Biz bu konuda Yunus sûresinin 57. ayetinin tefsirinde “Kur’an Aynı Zamanda Şifadır” başlığı altında geniş açıklamalar yaptık. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

45. Ayet: Bu ayeti 43. ayetin devamı olarak okuyabiliriz. Bu tür ayetlerin ortak mesajı şu: Aynı yoldan gidenler benzer süreçler yaşarlar. O yüzden muhataplarınızın derin şüphede olması normal. Burada normal olmayan apaçık delillere rağmen müminlerin şüpheye düşmesidir. Şüpheye düşmemek için vahyin rehberliği, peygamberin örnekliği izlenmesi gereken yoldur.

46. Ayet: Bu ayet şunu diyor: Allah vahyi ve peygamberi gönderdi, artık helal-haram, günah-sevap, iyi-kötü, doğru yanlış belli. Bundan sonrasında her insan tercihlerinin sonucunu yaşayacaktır.

47. 48. Ayet: Sonuç Eğitimi

Bu ayetlerden 47. ayette iki konu öne çıkıyor. Onlara aşağıda değineceğiz. Ondan önce bu iki ayet için çok kısa şu genel değerlendirmeyi yapalım. “Bu ayetlerde kıyamet ve ahiret üzerinden bir kere daha sonuç eğitimi veriliyor. Yine mesaj aynı, “Gelin yol yakınken bu yanlıştan vazgeçin.”

Birinci konuya şu soruyla girelim.

Kıyamet Kopuyor Olmasın?

Kıyametin yakın olduğu ve ansızın kopacağı bilgisi yalnızca Kur’an’da geçmez. Kitab-ı Mukaddes’te de benzer ayetler var,1239ancak Kur’an’da bu tema çok daha baskındır.

Bu bilgiyi dikkate aldığımızda, Allah (cc) Hz. Musa’dan sonra insanlara kıyametin geleceğini sürekli bildirmiş ve insanlar o günden bugüne (yaklaşık 3500 yıldır) kıyameti beklemektedir.

Burada akla gelen soru şu: “Kıyamet ne zaman kopacak?”

Kıyameti bir son olarak düşünürsek, her asırda yaşayan insanlar; geçen her dakika, saat, gün ve yıl ile ona yaklaşıyor. Bir kum saatinin içindeki kum tanelerinin tek tek aşağıya düşmesi gibi, zaman ilerledikçe kıyamete de adım adım yaklaşmış oluyoruz.

Bu süreci şöyle düşünebiliriz: Her insanın ölümü, onun için küçük çaplı bir kıyamettir. Bir insan vefat ettiğinde, dünya hayatı onun için sona erer ve artık berzah/ahiret süreci başlar. Yani her insan kendi kıyametini bireysel olarak yaşar.

Bütünün bir kum saati gibi eksildiğini, bir mum gibi eridiğini görmek; ömür süresinin azaldığını fark etmek, büyük kıyametin küçük yansımalarını hissetmek demektir.

Yani farkında olanlar için aslında her dem kıyamet kopuyor.

İkinci Konu: Ne Tomurcuk Çıkar, Ne de Dişi Hamile Kalır

47. ayetin içinde geçen bu konu ile ilgili ayetler daha önce de geçmişti.

Bu konuda Fatır sûresinin tefsirinde 11. ayette “İkinci Nokta: Yaratılışı Yönetme ve Nüfus Planlaması” ve En’âm sûresinin tefsirinde 59. ayette “Gaybın anahtarları Allah katındadır” başlıkları altında yaptığımız değerlendirmelere bakılmasını tavsiye ediyoruz.

49-51. Ayet: İnsan Karakterine Ait Fotoğraf

Bu ayetlerde insan karakterine ait bir fotoğraf görüyoruz. Kur’an daha önce geçen ayetlerde de buna benzer görüntüleri önümüze koymuştu.

Onları hatırlatalım: Bu konuda Rum sûresinin 33, 34 ve 36. âyetlerinin tefsirinde “İnsan Karakterine Ait Bir Resim”, “Nimetlere Nankörlük”, “Nankör İnsan Karakterinden Bir Fotoğraf Daha” başlıkları altında yaptığımız değerlendirmelere bakılabilir.

“Bu fotoğraflardan amaç nedir?” denirse, öncelikli amaçlardan biri bu ayetler üzerinden bütün zamanlara ayna tutmak; aynada Allah’ın razı olmadığı insan tipine ait görüntüler sunmak ve o sunum üzerinden “Bunlara benzemeyin” mesajını vermek.

Bu mesajı biraz açalım,

İnsan, iyi ve güzel şeylere karşı bitmeyen bir arzuyla doludur. Ancak bu arzularına ulaşamadığında veya başına bir sıkıntı geldiğinde hemen ümitsizliğe kapılır, karamsarlığa düşer. Bu, insanın doğasında var olan bir zaaftır. Fakat Kur’an, bu zaafı sadece tespit etmekle kalmaz, aynı zamanda onu aşmanın yollarını da gösterir.

Ayetlerde insanın nimetlere karşı tutumu da ele alınır. İnsan, bir nimetle karşılaştığında bunu kendi çabasıyla elde ettiğini sanır ve şükretmek yerine kibirlenir. Fakat başına bir bela geldiğinde hemen Allah’a yönelir, uzun uzun yalvarmaya başlar.

Kur’an, bu fotoğrafları çizerek aslında bize şu mesajı verir: “Ey insan! Senin bu tutumun, Allah’ın razı olmadığı bir davranış modelidir. Nimetlere şükretmeyi, sıkıntılara sabretmeyi öğren. Çünkü her iki durum da imtihanın bir parçasıdır.”

O hâlde, verilen nimetlerin gerçek sahibinin Allah olduğunu bilerek şükretmek, başa gelen sıkıntılarda da tevekkülle hareket etmek gerekir. Bu ayetler, insanın zaaflarını gözler önüne sererken, aynı zamanda onu düzeltecek bir reçete de sunar. İşte bu reçete, şükür ve sabırdır.

52. Ayet: Aynaya Bakmayanlar

Önceki ayetlerde Kur’an’ın insanlara bir ayna tuttuğunu söylemiştik. Bu ayette ise o aynaya bakmayanların haktan nasıl uzaklaştığı anlatılıyor.

Önyargılarıyla hareket eden, Kur’an’ın hakikatine kulak tıkayan ve çoğunluğun peşine takılmayı tercih eden insanlar, gerçeği göremeden yollarına devam ederler. Oysa Kur’an, aklı devre dışı bırakmadan düşünmeyi, sorgulamayı ve bilinçli bir tercih yapmayı öğütler.

Bu ayet, sadece bir döneme değil, her çağa hitap ediyor. Hakikati araştırmadan reddeden, çoğunluğun gittiği yönü doğru kabul eden insan tipi, dün olduğu gibi bugün de var. Kur’an’ın sunduğu aynaya bakmayanlar, en büyük kaybı yaşayanlardır.

53. Ayet: Bu Ayet Hakkında: Kur’an’da Tek

Bu ayet bu içerikle Kur’an’da sadece burada geçiyor ve geleceğe ait öyle büyük ve iddialı bir mesaj ve müjde veriyor ki, bu yönüyle tek başına “Kur’an insan sözü olamaz” gerçeğini ilan ediyor.

Nasıl olduğuna bakalım.

Çok defa ifade ettik, bu ayetlerin indiği günler Müslümanların yarına çıkma ihtimalinin çok zayıf olduğu günler. Yani Hz. Muhammed’e (sav) her an bir suikast yapılabilir, onun vefatıyla 10. yaşına gelen dava o gün bitebilirdi.

İşte böyle bir bağlamda bu ayet şu mesaj ve müjdeyle geliyor: Kur’an’ın mesajı kesintiye uğramayacak. Sadece bu asırla da kalmayacak, kıyamete kadar var olmaya devam edecek. Zaman geçtikçe Kur’an’ın gerçekleri ortaya çıkacak. Zaman ihtiyarlayacak ama Kur’an hep genç, dinç kalmaya devam edecek.

Kur’an Bilim Kitabı Değil, Hidayet Kitabı

Bu konuya da yer yer işaret ettik, burada farklı bir açıdan ilaveler yapalım.

Kur’an bir bilim kitabı değil, hidayet kitabı,

Hidayet kitabı olması yönüyle, Allah-insan ilişkisini düzenliyor. O yüzden inancı, itikadı, ibadetleri, ahlakı ve hukuku içine alan bölümde anlaşılma işini zamana bırakmıyor. Onlar insan aklıyla bilinip, bulunacak şeyler olmadığı için vahiyle net bir şekilde ortaya koyuyor.

Bilimsel konulardaki rehberliğe gelince orada tevhid inancını merkeze koyuyor; o bakış açısı üzerinden bazı bilimsel konulara mesajlarına delil olma yönüyle işaret ediyor. Eğitimin doğası gereği bu işaretleri genelde 7. asrın bilgi seviyesinden yapıyor.

İşaret ettiği konuların her asra bakan yönünü ilim ve teknolojinin gelişmesine bağlı olarak insanlara ev ödevi olarak veriyor.

Hayatın olağan akışı insanları bu ödevi yapmaya teşvik ediyor.

Bu teşvikin sonuçlarına aşağıdaki devam edelim.

Asırlar Değişiyor Kur’an Gençleşiyor

Bugün insanların uğraştıkları bilimleri birer kuyuya benzetirsek, Kur’an indiği asırda o kuyulara işaret ediyor, o kuyulardan bazılarından tadımlık sular veriyor ama kuyudan su (ilim/bilim) çekmeyi insanlara bırakıyor.

Zaman içinde insanlar getirdiği faydaların teşviki ile kuyulara kova sallıyorlar. Kovadan su çektikçe öğrendikleri artıyor.

Bu misalin hakikatinde kuyuların tamamı Allah’ın Alîm ismine işaret ediyor. Farklı kuyular farklı bilimlere işaret ediyor.

Hiçbir kuyuda dip bilinmiyor. Yani hiçbir bilim insanı “Biz bu kuyunun/bilimin dibine indik daha ötesi yok.” diyemiyor.

Zaman geçtikçe insanın iç dünyasını ve dış dünyasını anlamaya çalışan bilimler gelişiyor.

7. asırda insanın iç dünyası hakkında sadece organların adı bilinirken, bugün DNA, RNA, genler çözüldü.

7. asırda dış dünya hakkında yüzeysel bilgiler varken, şimdi atomlardan galaksilere kadar her şey detaylıca inceleniyor.

Bugün bilim insanları şunları biliyor:

Bu gelişmelere Kur’an açısından baktığımızda bunların tamamı Allah’ın iç ve dış alemde Allah’ın insanlara ayetlerini göstermesi oluyor.

Bu ayetler birçok mesajı vermenin yanında öncelikli olarak şu mesajı veriyor: Bütün bunları Allah’tan başkası yaratamaz ve yapamaz.

Ayetin sonunda gelen Şehîd ismi de bu mesajı şu mesajla güçlendiriyor: Bunların olacağına en güçlü şahit Allah’tır. O demişse olmuş bilin.

Özetlersek, zaman değişecek, öğrenilen konular genişleyecek ama mesaj hiç değişmeyecek. Zamanın geçmesi sadece ve sadece bu mesajı güçlendirecek ve tazeliğini koruyacak.

54. Ayet: Hâlâ İnanmayan Olacak mı?

53. ayet “Asırlar geçtikçe Kur’an’ın içte ve dışta hak olduğu daha iyi anlaşılacak.” derken, 54. ayet başlıktaki sorunun cevabı olacak şekilde geliyor.

Evet, burası imtihan dünyası bu dünyada Allah’ın varlığına birliğine, Kur’an’ın O’nun kelamı olduğuna dair deliller ne kadar açığa çıkarsa çıksın hiçbir delil insanı inanmak zorunda bırakmayacak. Sadece iman etmeyi daha makul bir seçenek haline getirecek.

Yani şüpheye düşenler, hâlâ bir şeylere takılanlar hep olacak.

Bu bağlamda ayetin sonunda gelen Muhît ismi şu mesajı veriyor: İnsanların şüphe etmesi gerçeği değiştirmeyecek. İlmiyle, iradesiyle, kudretiyle her şeyi kuşatan Allah iç ve dış alemde ayetlerini göstermeye devam edecek. Şüpheye düşenler yanında şüphesi kalmayanlar, imanı güçlenenler de olacak.

62/42. ŞÛRÂ SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAH

1-29 ARASI AYETLERİN TEFSİRİ

1. 2. Ayet: Hurûf-ı mukkatta olarak isimlendirilen bu harfler hakkında A’râf sûresinin 1. ayetinde geniş açıklamalar yaptık. Oraya bakılmasını tavsiye ediyoruz.

3. Ayet: Azîz ve Hakîm Esması

Bu ayette Allah’ın Azîz ve Hakîm esması geçiyor. Bu konuda daha önce benzer şekilde başlayan Zümer sûresinin ilk ayetlerde ve bu isimlerin geçtiği birçok ayette bu isimler hakkında açıklamalar yaptık.

Onların özeti olarak şunu ifade edelim.

Vahyin arkasında birçok isim vardır ama Allah’ın Azîz isminin burada verdiği mesajlardan biri şudur: Vahiy insana izzet kazandırır. Buna “değer” dersek bu değerle insan Allah’a bağlılığını ilan ederken, bütün insanlara karşı da bağımsızlığını ilan eder. Bu bağımsızlığın diğer adı zilletten kurtuluştur.

Hakîm ismi de bu kitapta ne varsa hikmeti vardır mesajıyla gelir. Yani Allah’ın yarattığı akıl ile Allah’ın aklın önüne koyduğu vahiy arasında muhteşem bir uyum vardır. Bu uyuma bağlı olarak Kur’an’da her konunun makul bir açıklaması vardır

4. Ayet: Bu ayette yerde ve göklerde yaratılan her şeyin Allah’ın Aliy ve Azîm isimlerine şahitlik yaptığını, O’nun yüceliğe ve büyüklüğüne tanıklık ettiğini anlıyoruz.

5. Ayet: İftiraya Göklerin ve Yerin Tepkisi

Bu ayet, zengin bir içeriğe sahip olduğu için farklı şekillerde anlamaya müsait. Biz, bağlama uygun bir anlam vermeye çalışacağız. Bağlam dediğimizde, genelde önceki ve sonraki ayetleri kastediyoruz, ama bir de ayetlerin indiği tarihî arka planı göz önünde bulunduruyoruz.

Kur’an, tarihî arka plana dair önceki sûrelerde bilgi verdiği için, o bilgileri tekrar etmeden, onunla bağlantılı bir anlam çıkarabiliriz. Peki, nedir bu bağlantı?

Bu ayetlerin indiği 7. asır Mekke’sinde, Allah’a eş ve ortak koşanlar, O’na erkek ve kız çocuk isnat edenler vardı. Bu, Allah’a karşı büyük bir iftiraydı. İşte bu iftira karşısında, 5. ayette Allah’ın gazabı (öfkesi), göklerin ve yerin neredeyse çatlayıp paramparça olacak gibi tasvir edilmesiyle anlatılıyor.

Bu anlatımın bir örneğini daha önce Meryem sûresi’nde görmüştük:
“Rahmân çocuk edindi” dediler. Hakikaten siz, pek çirkin bir şey ortaya attınız. Rahmân’a çocuk yakıştırmaları (korkunç bir iftiraydı. Bu iftira) nedeniyle, neredeyse gökler paramparça olacak, yer çatlayacak ve dağlar (korkunç bir gürültü ile) yıkılıp göçüverecekti. Halbuki çocuk edinmek (fânilere, yaratılmışlara ait bir özelliktir. Kesinlikle) Rahmân’ın şanına yakışmaz.” (Meryem 88-92)

Meleklerin Duası:
Ayette meleklerin duasından da bahsediliyor. Melekler, iyilik yapmaya programlanmış varlıklardır. Onlar, tüm insanların iyiliğini ister, özellikle de müminlerin bağışlanması için dua ederler. Bu dua, Allah’ın rahmetinin ve bağışlayıcılığının bir tezahürüdür. Melekler, Allah’ın kudreti karşısında O’nu hamd ile tesbih ederken, bir yandan da insanların hidayeti ve bağışlanması için yalvarırlar.

Allah’ın İsimlerinin Mesajı: Ayetin sonunda geçen Gafûr (çok bağışlayan) ve Rahîm (çok merhametli) isimleri, bağlamla tam bir uyum içindedir. Bu isimler şu mesajı verir: Allah’ın gazabı ne kadar büyük olursa olsun, O’nun rahmeti ve bağışlaması daha büyüktür. İnsanlar ne kadar büyük günah işlerse işlesin, Allah’ın rahmet kapısı her zaman açıktır. Meleklerin müminler için bağışlanma dilemesi de bu rahmetin bir göstergesidir.

6. Ayet: Uyarı ve Teselli

Bu ayeti 5. ayetin devamı olarak okursak ayet şunu diyor: Evet Allah (cc) Gafûr’dur, Rahîm’dir ama af dilemeyip, isyan edenlerin de yaptığını yanlarına bırakmaz.

Ayetin devamında Peygamberimize bir teselli var: Elinden geleni yaptıktan sonra bunların tercihlerinden sen sorumlu değilsin.

7. Ayet: Kur’an’ın Arapça olduğunu vurgulayan ayetlerin tamamında ortak mesajlardan biri şu: Davet ve tercihlerinizin sonuçları hakkında, uyarılar karşısında “anlamadık” diyemezsiniz. Bahaneniz yok.

8. Ayet: Buradaki ayetlerin indiği günlerde akla gelen sorular oluyor. Ayetler o sorulara cevap olacak şekilde geliyor. 8. ayet “Bu farklılıklar niçin?” sorusuna “Allah dileseydi, çeşitliği, farklılıkları sıfırlar, hiç sorunsuz bir dünya da yaratabilirdi. Ama o zaman dünya imtihan dünyası olmazdı. İmtihanın olduğu yerde rahmete erenler de rahmetten mahrum olan zalimler de olacak.

9. Ayet: Dostlar İkiyi Ayrılır

Ayet, Allah’ın razı olmadığı dostlardan bahsediyor. Bunlar, Allah’ın yanına ortak koşulan, torpil umulan, imtiyazlı sanılan dostlar. Ancak ayet açık bir tavır koyuyor: Gerçek dost ve yardımcı yalnızca her şeye kadir olan Allah’tır. Onun dostluğu varken, sahte dostlara ihtiyaç yoktur.

10. Ayet: “Günümüzde Biriyle Anlaşamazsam Hükmü Allah mı Verecek?”

Hüküm konusu En’âm sûresinin 57. ayetinde şu ifadeyle geçmişti; “Hükmetme yetkisi yalnızca Allah’a aittir.” Biz orada “Hükmetme Yetkisi Sadece Allah’a mı Ait, Benim de Yetkim Yok mu?” başlığı altında değerlendirmeler yaptık.

10. ayetten yola çıkarak başlıktaki sorunun cevabına gelirsek, bu sorunun cevabı “evet”tir.

Allah zaten bütün anlaşmazlıklar için hükmünü vermiştir.

Bu hüküm genelde dinin özeti olan adalettir.

Din Allah-insan ilişkisinde tevhidi merkeze koyarken, insan-toplum ilişkisinde adaleti merkeze koyar.

Bu durumda Allah (cc) “Adil ol” hükmünü vermiştir. Bu hüküm üzerinde düşünüldüğünde şu görülecek bu dünyada insan ilişkilerinde bu hükmün dışında kalan hiçbir insan davranışı yoktur.

Buraya kadar yaptığımız değerlendirmeye ayetin birinci bölümü dersek ayetin ikinci bölümü şöyle: “İşte O Allah benim Rabbimdir. Ben yalnız O’na güvenir, daima O’na yönelirim.”

Bu ifadenin arkasında şu inanç var: “Benim Rabbim gökleri ve yeri yaratandır. Bütün bir kainatı adaletle, ahenkle, düzen ve intizamla yönetendir. İşte bu yüzden ben yalnız Ona güvenir Ona yönelirim.”

11. 12. Ayet: Güvendiğim Allah Kim?

Bu iki ayet 10. ayetin devam olarak geliyor ve başlıktaki sorunun cevabını veriyor. Ayetlerde Allah’ın yaratma ve yönetme yasasında detaylara iniliyor.

Bu ayetlerde geçen iki ifade üzerinde kısaca duralım.

Birinci İfade: “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.”

Bu ifade Kur’an’da sadece bu sûrede 11. ayette geçer. Bu yönüyle Kur’an’da “Allah hakkındaki bütün ayetlerin” takım kaptanıdır. Bu ayet Kur’an’da Allah için yapılan bütün benzetmelerde dengede kalmamızı, o benzetmelerin aslında bir teşbih ve mecaz olduğunu, gerçekten hiçbir şeyin Allah’a benzemeyeceğini hatırlatır.

Bunun yanında bu ifade bu ayetin içinde yer almakla da şu mesajı veriyor: “Yarattıklarına baktığınızda, Onun yarattıklarının benzerini Onun gibi yoktan yaratacak ve insanların istifadesine sunacak hiç kimse yoktur.”

İkinci İfade: “Dilediğine rızkı bol verir, dilediğinden de kısar.”

Bu ifadenin benzeri daha önce Rum sûresinin 37. ayetinde geçmişti. Biz orada “Bir Âyet Nasıl Yanlış Anlaşılır?” başlığı altında gerekli değerlendirmeleri yapmıştık. Oraya bakılmasını tavsiye ediyoruz.

13. Ayet: Şeriat Kelimesi İlk Kez Burada Geçiyor

Kur’an’da şeriat kelimesinin kökü olan ş-r-a’dan türeyen beş kelime bulunur; bunların dördü din ve ilahi yasa anlamında kullanılmıştır.

İniş sırasından yaptığımız bir okumada bu dört şeriat kelimesinden ilkini bu ayette görüyoruz. İkincisi yine bu sûrenin 21. ayetinde geçiyor. Diğer ikisi Casiye (18. ayet) ve Maide (48. ayet) sûrelerinde geçiyor.

Şeriat kelimesi ilk kez burada geçtiği ve halk arasında en fazla yanlış bilinen bir kavram olması hasebiyle bu kavram üzerinde durmak istiyoruz.

Şeriat Nedir?

Kelimenin kök anlamında yol manası var. Bugün günlük Arapçada Kral Faysal Caddesi, Nil Caddesi denirken, “شارع” kelimesi kullanılır.

Bu kelime zaman içinde anlam genişlemesiyle hukuk, kural ve din manasında da kullanılmış.

Bu manaları dikkate aldığımızda şeriat hakkında şu değerlendirmeleri yapabiliriz.

Bu açıdan baktığımızda her varlığın şeriatı vardır.

Yani her varlığın varlık gayesine giden yolda uyması gereken kurallar vardır. O kurallara uyduğunda varlık gayesini yerine getirmiş olur.

Bu durumda,

Şeriata bu açıdan bakarsak her insan iki şeriat devletinde yaşar.

Bilinçli bir şekilde “Ben şeriat istiyorum.” diyen bir Müslüman “Ben Allah’ın yarattığı her şeyi yönettiği sistemi kendi hayatıma uyarlamak, o kurallara göre yaşamak istiyorum.” der.

Bu durumda şeriat: Allah’ın kainatı yönettiği muhteşem, mükemmel sistemin, insan tarafından araştırılıp, incelenip, takdir edilip insan hayatına modellenmesi gayretidir.

Nerede adalet varsa, orada şeriat vardır. Nerede adalet yoksa orada Kabe olsa, orada binlerce cami olsa, milyonlarca Müslüman olsa orada şeriat yoktur.

Bu genel tariflerin yanında şeriatı bireyin hayatına getirirsek,

Şeriat kişinin Allah’ın rızasını kazanmada, Allah’ın koyduğu kurallara uyarak yaşadığı yolun adıdır.

Şu soruyla devam edelim,

Şeriat Zamana, Zemine Göre Değişir mi?

Şeriat değişmez. Neden? Çünkü onun kurallarını koyan Allah bütün zamanları zeminleri bilendir. Böyle olduğu için zaman, zemin değişir ama şeriatın çerçeve kuralları değişmez.

Bu tespitimizi açalım.

Şeriatta iki boyut vardır.

Birinci boyut: Taabbudidir. (kulluk ile alakalı) Bu boyutta şeriatın kuralları Allah insan ilişkisini belirler. Allah ile ilişkide iman, ibadet, ahlak bütün zamanların değişmezidir.

İkinci boyut: Taakkulidir. (akıl ile ilgili) Bu boyutta şeriatın kuralları insan-toplum ilişkisini belirler. Bu alanın değişmez ölçüsü, çerçevesi (hakkı, hukuku, doğruluğu, dürüstlüğü içine alan) adalettir.

Bu alanda değişen sadece adalete konu olan şeylerin sayısındaki artıştır. Varsayalım 7. asırda Mekke-Medine toplumunda 1000 kural/yasa varsa toplumların gelişmesine, konuların çeşitlenmesine bağlı olarak bunların sayısı 10 bin, 100 bin yasa, kanun, yönetmelik, genelge, talimat… olur. Ama adalet hiç değişmez.

Bu açıdan bakıldığında başlıktaki sorunun cevabı “değişmez” oluyor.

Bu konu için burada genel bir değerlendirme yaptık, şimdi ayetle ilgili yönüne bakalım.

Her Peygamberin Şeriatı Aynı mı?

13. ayette sayılan peygamberler büyük (tanınan, bilinen) peygamberlerdir ve bütün peygamberleri temsilen sayılır.

Ayetin verdiği mesajlardan biri şudur: Allah (cc) her peygamber için takdir ettiği şeriatı yani dini Muhammed ümmeti için de takdir etti.

Nasıl onların şeriatlarında Allah-insan, insan-toplum ilişkilerini düzenleyen kurallar varsa, Muhammed (sav) ümmetinde de vardır.

Bu açıdan baktığımızda,

Değişenler bu çerçeve içinde bazı kurallarıdır.

Bu değerlendirmeden sonra başlıktaki sorunun cevabı “Evet, bütün peygamberlerin şeriatı bir paket programdır. Genel esaslar/kurallar olarak aynıdır.

Bu konuda burada yaptığımız değerlendirmeleri tamamlayan bilgiler olarak Meryem sûresinde 59. ayetin tefsirinde “Namaz Her Peygamberin Ümmetine Farzdı” ve Rum sûresinde 30. ayetin tefsirinde “Her Peygamber Evrensel miydi?” başlıkları altında yaptığımız değerlendirmelere bakılabilir.

Dinde İhtilaf Olur mu?

Bu ayette şeriat kelimesi din manasında kullanılıyor. Bu nedenle başlıktaki soru “Şeriatta veya dinde ihtilaf olur mu?” şeklinde olabilirdi.

Bu sorunun kısa cevabı şu: Dinin temel konularında ihtilaf olmaz. Evet garip gelecek ama yukardaki yaptığımız açıklamalar ve “paket program” ifademiz dikkate alındığında şu anlaşılacak ilk peygamberden son peygambere kadar, son peygamberden günümüzdeki bütün Müslüman gruplara kadar paket programdaki ana hatlar üzerinde büyük ihtilaf olmamış, Allah, ahiret, vahiy, peygamber dinin bütün zamanlarda değişmez omurgası olmuştur.

Genelde adına ihtilaf dediğimiz şeyler, ana gövdenin yanında tali konularda görülmüştür.

İnsanlık tarihi şu gerçeğin şahididir: Gerek ilahi olsun gerek beşeri olsun bütün dinlerde, ideolojilerde ihtilaflar vardır.

İhtilaf imtihan dünyasının bir gerçeğidir.

Allah (cc) dilese ihtilafın sıfır olacağı formatta bir din gönderebilirdi. Ama böyle dilemiş böyle takdir etmiş.

Bize düşen bu gerçeği bilmek, ihtilafı aza indirmek, ihtilaflı konularda farklı görüşleri kabul etmesek bile saygı duymak olmalı.

İhtilafla Yaşamayı Öğrenmek

Biz önemine binaen ihtilaf konusunu (22) İhtilaf Yasası başlığı altında Tefsir Usulümüze ele aldık. Oranın devamı olarak burada kısaca şu bilgiyi verelim.

İhtilaflarla birlikte yaşanabilir. Milyonlarca insan bunu başarır.

Bunu nereden biliyoruz?

Bunu milyonlarca karı-koca, milyonlarca anne-baba çocuk ilişkisindeki ihtilafların sıfırlanmadığından ve bu insanların ihtilafların varlığını bilerek, başka dengelerle onları tolere ederek yaşamalarından biliyoruz.

Bu dengelerin başında birlik, beraberlik, ortak hedefler, sevgi, saygı vardır. Bunların değerini bilenler, bunlar zarar gördüğünde ortaya çıkacak sorunların, mevcut ihtilaftan daha büyük sorunlar doğuracağının farkında olanlar, ihtilaflara bunlara zarar vermeyecek yöntemler üzerinden yaklaşırlar.

Din İnsana Ağır Gelir mi?

Evet, gelir. Hem de çok ağır.

Dinin ağırlığı hayatın içinde ona ayırdığımız zamandan kaynaklanmaz, yüklediği sorumluluktan kaynaklanır.

Din insanın hayatına karışır. Din der ki: “Hayat benim dilediğim gibi yaşarım, para benim dilediğim gibi harcarım, göz benim istediğime bakarım… diyemezsin. Bunların tamamı emanettir, emanetin sahibi bunları niçin vermişse öyle yaşaman gerekir.” der.

Bunu dedikten sonra da şunu ekler: “Allah’ın verdiği nimetlerle yaptığın her işin hesabını vereceksin.”

Bütün zamanda “din kendisine ağır gelen” insanların o ağırlığı en fazla hissettikleri konuların başında emanet konusu gelir.

Peki, bu gerçekten bir ağırlık mıdır?

Hayır! Varsayalım bu bir ağırlık olsun, bunun verdiği zahmet “1” ise, bu zahmet “bin”lerce manevi ağırlıktan insanı kurtaran bir nimettir.

Özetlersek, dinde var zannedilen ağırlık; iman ve teslimiyetle, hayatımızın devamını sağlayan, bize hayatı kolaylaştıran organlarımız gibi hayatın lazımı haline gelir. Ayrıca emanet bilinci bizi Allah’a bağlarken, Allah’ın yarattığı her şeye karşı özgürleştirir.

Bu konuda daha önce değerlendirmeler yaptığımız için konuyu burada kısa tutuyoruz. Bu konuda Tefsir Usulümüzde (7) İbadet Yasasında “İbadetler ile Bağımsızlık ve Bağlılık Yasası Arasındaki İlişki” ve Mearic sûresinin 22-34 ayetlerinin tefsirinde “Namaz ve Zekat Dünyaya Karşı Bağımsızlık İlanıdır” başlığı altında yaptığımız değerlendirmelere bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

14. Ayet: İlim Geldikten Sonra Kıskançlık

Burada ki ilim vahiy. Yani Allah tarafından Hz. Muhammed’in peygamber seçilmesi ve ona vahiy gönderilmesi.

Buradaki kıskançlık sebebi de

Bu sebebi Kur’an şöyle ifade ediyor: “(Müşrikler) Dediler ki “Bu Kur’an (gele gele Abdulmuttalip’in yetimine mi geldi. Taif ve Mekke gibi) iki şehirden (Velid bin Muğire gibi veya o çapta) büyük bir adama gönderilmesi gerekmez miydi?”

Şura sûresi Mekke’de iniyor. Bu ayet dolaylı olarak şuna da işaret ediyor: “Ey Resûlüm! Bu kıskançlık Mekke ile sınırlı kalmayacak gelecek de muhatap olacağın Tevrat’ın ve İncil’in varislerinde de görülecek.”

15. Ayet: Çizgini, Duruşunu Değiştirme?

Bu ayette geçen “emrolunduğungibi dosdoğru ol.” ifadesi daha önce Hud sûresi 112. ayette de geçmişti. Orada “Ezberlenecek Âyetlerden Biri” başlığı altında değerlendirmeler yapmıştık. Burada ona ilaveten kısa açıklamalar yapalım.

Bu ayet Peygamber Efendimiz (sav) için hem bugüne hem de geleceğe dönük mesajlar veriyor.

Öne çıkan mesajlardan biri şu: “Bugün seni inandığın çizgiden saptırmak, çıktığın bu kutlu yoldan döndürmek için baskı yapanlar var. Bunlar gelecekte de olacak. Sen duruşunu değiştirme. Sen Allah nasıl emrediyorsa öyle yaşamaya devam et.”

Ayette şu noktalara da dikkat çekelim.

Birinci Nokta: Tevhide ve Adalete vurgu

“Bütün kitaplara inandım”, “Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz” derken Peygamberimiz, “Vahyin geldiği peygamberlerin ve kitapların ismi ayrı olsa bile geldiği kaynak aynı.” diyerek tevhide vurgu yapıyor. Adaleti gerçekleştirmekle emrolundum derken de adalete vurgu yapıyor.

Bu vurgular Allah’tan gelen dini şöyle özetliyor: Hakka bakan yönünde tevhid, halka bakan yönünde adalet olacak.

İkinci Nokta: Strateji

Bu noktada ayette geçen “Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız size” ifadesi daha önce Kafirun sûresinde geçen “Sizin dininiz size, benim dinim bana” ayetini hatırlatıyor. Buna strateji demiştik. Bu strateji karşı taraf başka bir yola ve yöne mecbur etmedikçe Müslümanlar için bütün zemin ve zamanlarda geçerli olan bir stratejidir.

Bu stratejinin adı barıştır.

16. Ayet: Delillerin Hiçbir Değeri Yok. Neden?...

Bu ayetin tarihi arka planına baktığımızda müşrikler Yahudilerin ve Hristiyanların avukatlığını yapıyor ve “Tevrat ve İncil Kur’an’dan önce indirilmiştir, Musa ve İsa Muhammed’den önce gönderilmiştir.” diyerek insanların kafasını karıştırmaya çalışıyorlar. Ayet bu iddiaların “Allah katında hiçbir değeri yoktur.” diyor.

Neden yoktur? Çünkü ortada onları inkar eden yok. 15. ayette geçti Peygamber Efendimiz “Ben Allah’ın gönderdiği bütün kitaplara ve peygamberlere inandım.” diyor.

Bu kabul bütün zamanlarda gelecek müminlerin kabulü oluyor.

17. Ayet: Dinin Özeti: Tevhid ve Adalet

Bu konuya çok vurgu yapıyoruz ve gelecek ayetlerde de yapacağız. Çünkü Kur’an bu konuyu öne çıkarıyor.

Bu ayette kitapla kastedilen bütün ilahi vahiylerin ana konusu olan tevhid, mizan ile kastedilen de adalet.

Peki konuların kıyametle bağlantısı nedir?

Bütün bunlar kıyametin alametleridir. Bu konuda Açıklamalı Mealimizde Kamer sûresinin girişinde “Bir okulun kapanması ile kıyâmetin kopması arasındaki bağlantı nedir?” başlığı altında yaptığımız değerlendirmelere bakılabilir.

18. Ayet: Kur’an Kıyameti, Kıyameti Anlatmak İçin Anlatmaz

Kur’an ayetlerinde kıyamet konusu yüzlerce ayetle çok tekrar edilen ve hatırlatılan bir konudur.

Bu konuyu Kur’an kıyameti anlatmak için anlatmaz. Bunu nereden biliyoruz? Varsayalım dünyanın ömrü 50 bin veya 100 bin yıl olacaksa, kıyamet dünyada yaşayan toplam insanın sayısının çok azının yaşayacağı bir hadise olacak.

Ve en önemlisi o olduğunda (pişman olma, tevbe ve iman etme gibi) yapılacak hiçbir şeyin de bir anlamı olmayacak. Bunlara fırsatta da olmayacak.

Bu durumda “Kur’an kıyameti neden anlatıyor?” sorusunun cevaplarından biri şu: “İnsanlara sorumluluklarını hatırlatmak, yaptıkları her şeyin hesabını vereceklerine olan inançlarını canlı tutmak.”

19. Ayet: Güzel İsimlerin Mesajı (Latîf, Azîz, Kavîy)

Latîf İsmi: Bu ayette Allah’ın Latîf ismi önceki ayette kıyametin dehşetinden, buna bağlı hesap verme duygusundan hâsıl olan korkuyu dengeliyor.

Allah’ın dilemesi kulun dilemesine bağlı olduğu için şu mesaj öne çıkıyor: Korkmanız güzel ama bu korku sizi karamsar yapmasın, yese düşürmesin. Allah tercihlerinizi dikkate alacak, sizi dünyada rızıklandırdığı gibi ahirette de ebedi nimetlerle rızıklandıracak.

Kavîy ve Azîz isimleri: Bu isimlerde bu bağlamda “Allah neyi vaad ediyorsa onu yapabilecek gücün sahibidir. Kıyameti olmuş bilin.” mesajıyla geliyor.

20. Ayet: Parça-Bütün İlişkisi

Allah (cc) her ayette her şeyi anlatmaz, genelde bir ayette bir konuyu anlatırken, o konu ile ilgili Kur’an’daki diğer ayetleri bildiğimizi dikkate alır. Yani parçaya bakarken, bütünü hatırda tutmamızı ister.

Bu ayette de bunu görüyoruz.

Bu ve benzeri ayetleri Kur’an bütünlüğünde okursak ayet şöyle olur: “Kim (dünya hayatı ile birlikte)ahiret kazancını isterse, onun kazancını artırırız. Kim de (ahireti bırakıp) dünya (hayatını gaye yapar ve onun) kazancını isterse ona da dünyadan (az çok) bir şeyler veririz. Fakat o (nimet yönüyle) ahirette hiçbir pay almayacaktır.”

Neden böyle okuduk? Çünkü Kur’an bize Kasas sûresi 77. ayette şöyle diyor: “Dünyadan da nasibinizi unutmayın.”

Kur’an dünya ahiret dengesini kurmamızı, dünyayı terk ederek değil, dünyayı gaye asıl yapmayarak, ahireti kazanmamızı istiyor.

Peki dünya gaye olursa ne olur? Ayet bu soruya şu cevabı veriyor: “Dünyadan tadımlık istifade etse bile ahiret nimetlerinden ebediyen mahrum kalır.”

21. Ayet: “Başka Şeriat mı Var?

Yukarıda 13. ayette şeriat konusunu değerlendirirken, Kur’an’da geçen ve din (hukuk/yasa) anlamında şeriat olarak kullanılan dört kelimeden ikisinin bu sûrede geçtiğini söylemiştik.

Bu sûredeki ikinci şeriat kelimesi bu ayette geçiyor. Bu ayetten şunu anlıyoruz şeriat veya din ikiye ayrılıyor:

Ayetin devamı şu sorunun cevabı oluyor: Allah “hak dinin” yanında bu kadar batıl dine neden izin veriyor?

Cevap: Burası imtihan dünyasıdır.

22. Ayet: Bu ayette sonuç eğitimini görüyoruz. Allah’ın razı olmadığı dinleri seçenlerle, razı olduğunu seçenleri bekleyen sonuç anlatılıyor.

Bir soru: Cennette Dilediğimiz Her Şey Olacak mı?

Ayet bu soruya “olacak” diyor. Peki bir soru daha soralım: “Cennette dilemenin sınırları olacak mı?” Bu sorunun cevabı “evet”tir. İnsan cennette her şeyi dileyecek ama “kötülük” dileyemeyecek.

Bunu nereden biliyoruz? Çünkü insan cennete girerken bütün kötü duygulardan arınacak.1240 Arındığı için de dilediği her şey Allah’ın rızasına uygun olacak. Uygun olduğu için de dilediği her şey olacak. Allahü a’lem.

23. Ayet: Karşılık Bekliyor muyuz? Evet…

Kur’an’da Peygamberler muhataplarına “Benim ücretim Ancak Allah’a aittir” derler. Bu şu demektir: “Ben görevimle ilgili ne yaparsam yapayım bunu Allah rızası için yaparım.”

“Peki peygamberler ve bizler bu işi yaparken bir karşılık bekleyecek miyiz?”

Bu ayet bu soruya “evet” cevabını veriyor. İstediğimiz karşılık “Dünyadaki bütün insanların Allah’a yakın olmayı arzulamaları, O’nun rızasını kazanmayı en büyük gaye yapmalarıdır.”

Ehl-i Beyt Nedir?

“Ev halkı” anlamına gelen Ehl-i beyt ifadesi ev sahibi ve onun eşini, çocuklarını ve torunlarını içine alan bir ifadedir.

Bu ifade Peygamberimizin vefatından sonra kavramlaşmış ve özellikler Şiiler ve onların alt kolları tarafından Peygamberimizi, damadı Hz. Ali’yi, kızı Hz. Fatıma’yı ve torunları Hasan, Hüseyin’i içine alan bir kavram olarak kullanılmıştır.

Bu kavramı böyle kullananların bu konuda referans olarak gösterdikleri ayetlerden biri de bu ayettir. Bu ayette geçen “illâ-lmeveddete fî-lkurbâ” ifadesinde kastedilen yakınların ehl-i beyt olduğunu iddia ediyorlar.

Bu konuda içinde “ehl-i beyt” ifadesi geçtiği için referans olarak en fazla öne çıkan ayet Ahzab sûresinin 33. ayeti. Biz bu konudaki değerlendirmelerimizi o ayette yapacağız.

24. Ayet: “Kimsenin Ayrıcalığı Yok”

Şiiler ve onlara yakın düşünenler, İslam dininde Ehl-i beyti yanlış anlayıp onlara farklı bir konum veriyorlar.

Bu ayetin burada bu şekilde gelmesi şu mesajı veriyor: İslam dininde kişi peygamber bile olsa onun bir ayrıcalığı yoktur. Eğer yalan söyleyen peygamber bile olsa, ona da gereği yapılır.

25. Ayet: 24. ayetin sonunda Allah’ın Alîm ismi geçiyor. Bu isim “Allah her şeyi bilir” diyor. Bunu bilmek insanı biraz endişelendiriyor.

Bu ayet endişeleri gidermek için geliyor: Evet, Allah her şeyi biliyor ama kulları içinde yanlış yaptığında, günaha girdiğinde bunun pişmanlığını yaşayarak tevbe edenleri de biliyor.

26. Ayet: Fiili Dua

Bu ayet “Allah dualarınıza karşılık verir” şeklinde de gelebilirdi ama ayet bize Kur’an bütünlüğünü özetliyor. O bütünlükte kavli dua ile birlikte fiili dua da isteniyor.

Bu ayette bizim “iman edip o imana yaraşır güzellikte işler yapanlar” manası verdiğimiz salih amel duanın fiili tarafı oluyor.

Kavli duada niyet ortaya konuluyor, fiili duada gayret/emek/çaba niyetin şahidi oluyor.

27. Ayet: Verilmemesi de Hayırlı Olabilir mi?

Önceki ayette dua geçti. Bu ayet dolaylı bir şekilde şu sorunun cevabını veriyor: “Allah (cc) neden bazı duaları kabul etmiyor, neden duada istenilenleri vermiyor?”

Çok nimetin artıları olduğu gibi eksileri de var. Bunların başında da insanın azması, şımarması, nankörleşmesi geliyor.

Bunu bilenler istedikleri verilmediğinde “Demek ki verilmemesi veya sonra verilmesi daha hayırlıymış” derler.

28. Ayet: “Sonra Verilmesi Hayırlı Olabilir”

Bu ayeti 27. ayetin devamı olarak okursak, insanlar yağmur için dua ediyor. Tam dualarımız kabul olmadı deyip umutlarını kesmeye başladıklarında Allah yağmuru yağdırıyor. Bu da şu mesajı veriyor: “Allah (cc) birtakım hikmetlere binaen duanın kabulünü geciktirebilir.”

29. Ayet: Bu ayette Kur’an’da yüzlerce ayette verilen tevhid dersi veriliyor. O ders üzerinden verilen mesajlardan biri şu: “Allah için, yapabilir mi?” diye düşünmeyin. Çünkü O her şeye kadirdir.

30-53 ARASI AYETLERİN TEFSİRİ

30. Ayet: Musibet Yasası

Musibet konusunda Açıklamalı Mealimizde Hicr sûresinin girişinde “Musibetleri Nasıl Okumalı?” ve A’râf sûresinin 91. ayetinin tefsirinde “Helakin Rahmet Olan Tarafı Ceza Olan Tarafından Daha Büyüktür” başlıkları altında yaptığımız değerlendirmelere bakılmasını tavsiye ediyoruz.

Burada onlara şunları ilave edebiliriz.

Musibet kelimesi kavramlaşmış bir kelime yani, kelimenin lafzı anlamı “isabet etmiş” demek. Bu isabet gökten düşen yağmurun yere düşmesi de (Kur’an bu manada da kullanıyor Bakara 264, 265) olabilir attığınız ok da olabilir. Ama kelime Arap dilinde kavramlaşınca lafzın manası genelde olumsuz olayları içine alacak şekilde değişmiş.

Kur’an burada musibetlerin tamamı için geçerli bir kuralı söylemiyor. Musibet bütünü içinde parçaya dikkat çekiyor.

Musibete bir bütün olarak baktığımızda musibetin gelmesi hayatın normalidir. Allah dünyaya gelmeyi nasıl doğma yasasına bağlamışsa, gitmeyi de ölme yasasına bağlamış. Ölüm ise tek bir nedenden olmuyor. Binlerce farklı sebebi var. Bunlardan biri de musibet. Bütün trafik kazaları, bütün yaralanmalar, öldürmeler, hastalanmalar birer musibettir ve bunlar dünyadan gitmek için sebeplerdir.

Her musibet günaha verilen bir ceza mıdır?

Eğer öyle olsaydı, başlarına çok fazla musibet gelen peygamberlerin (haşa) çok fazla günah işlediklerini düşünmemiz gerekecekti bu da büyük bir suizanna kapı açacaktı.

Bu değerlendirmelerden sonra biz şu tespiti yapıyoruz: Dünya imtihan dünyasıdır. Burada kalıcı ödül ve ceza yok. Ahiret ise karşılık görme yeridir. Kalıcı ödül ve ceza oradadır.

O yüzden dünyada adına musibet denilen şeyler bir günah nedeniyle gelebilir ama genelde rahmettir, neredeyse tamamı şu mesajlardan birini vermek için vardır:

Ey insanlar!

Evet musibetler genelde bu ve benzeri mesajlardan birini vermek için gelir.

Özetlersek, musibetlerin gelmemesi için her türlü tedbiri almak bir görevdir. Her şeye rağmen geldiğinde de istisnaları bir yana rahmet olarak değerlendirilebilir.

31. Ayet: Haddini Bil!

Bu ayet, kibirli insana haddini bildirmek için şu mesajı veriyor:
“Ey insan! sen kendini ne sanıyorsun? Allah’ı aciz bırakamazsın. O’ndan gelecek hiçbir musibete engel olamazsın. Bir anlık kalp krizi, beynine giden bir pıhtı, ciğerlerine yayılan bir hastalık, tek bir mikrop veya ufacık bir damar tıkanıklığı bile seni bir anda yere serebilir. Eline, ayağına hükmedemez, konuşamaz, hatta nefes bile alamaz hale gelirsin. O yüzden haddini bil!”

32. 33. Ayet: “Her Şeyde Ona Muhtaçsınız”

Kur'an’da genelde 'ayet' kelimesi, (indirilen) Kur'an ayetleri ve (atomdan güneşe kadar) yaratılan ayetler için kullanılır. Ancak bu ayette (32) bir istisna yapılıyor ve 'ayet' kelimesi, insan yapımı gemiler için de kullanılıyor.

Bu durumda insan yapımı bir gemi 'ayet' olunca, karada giden arabalar, trenler, havada süzülen uçaklar ve uzayda ilerleyen roketler de birer ayet midir?

Bakalım, ayet midir? 'Ayet' kelimesi, işaret ve delil anlamına gelir.

Akıldan ele, yetenekten madenlere kadar her şey, nimettir. Yerçekiminden havanın aerodinamik etkilerine, suyun kaldırma gücüne kadar her şey, Allah’ın evrene koyduğu yasalardır. Bunlar da nimettir. Bu nimetler, aynı zamanda ayettir. Ayet oldukları için de Allah’ın varlığına işaret eden delillerdir.

Bu işaretin, bir önceki ve bir sonraki ayetle bağlantısını kurarsak, şu mesajı alırız: Allah’ı aciz bırakamazsınız, ama dilerse sizi aciz bırakabilir. Rüzgar esmediği sürece yelkenli gemileri yüzdürmek mümkün değildir, evrene koyduğu yasaları devre dışı bıraksa, siz onları aktif hale getiremezsiniz. O yüzden şu gerçeği bilin: Siz, her şeyde Ona muhtaçsınız."

34. 35. Ayet: Kaçış Yok

Bu ayetler, önceki ayetlerin devamı olarak şu mesajı veriyor: Bu kainatta Allah’ın kanunlarının geçerli olmadığı en ufak bir alan yoktur. Nereye giderseniz gidin, başınıza bir şey gelebilir. Nereye giderseniz gidin, ölüm bir gün kesin gelir. Kaçış yok. Bu gerçeği bilin. Bağışlanmak için O’nun kapısına gelin. Allah’ın muradı sizi yok etmek değil, sizlere merhamet etmektir."

36. Ayet: Bu ayet bize şu gerçeği hatırlatıyor: Size verilen her şey—mal, mülk, servet, makam—dünya hayatının geçici birer metaıdır. Bunlar, asıl gaye değil, gayeye ulaşmak için birer vasıtadır. Asıl gaye, Allah’ın rızasını kazanmaktır.

37-43. Ayet: Müminlerin Özellikleri

Önceki ayetlerde söz iman edenlere geldi. Bu ayetlerde de iman edenlerin özellikleri sayılıyor.

Bu özelliklere baktığımızda Kur’an bu özellikler üzerinden gelecekte kurulacak bir medeniyetin kurulmasında öncü ve örnek olacak müminleri inşa ediyor. Bunun üzerinden bütün zamanlara da şu mesajı veriyor: Medeni insan yetiştirmeyenler, örnek bir medeniyet kuramazlar.

Şimdi bu özelliklere sekiz nokta altında bakalım.

Birinci Nokta: Günahtan sakınma,

“37. ayette müminler büyük günahlardan sakınırlar” deniyor. Bu durum, küçük günahlardan sakınmadıkları anlamına gelmiyor.

Ayetin özellikle büyük günahları öne çıkarması, o dönemde yeni Müslüman olanlar arasında büyük günahlarla arasına yeterince mesafe koyamayanların bulunmasıyla açıklanabilir. Bu yüzden ayet, onların dikkatini büyük günahlara çekiyor. Ancak Kur’an’ın inşa etmek istediği kamil mümin, büyük günahlardan kaçındığı gibi küçük günahlardan da sakınır. Çünkü bilir ki, damlaya damlaya göl olur misali, bugün küçük görünen hatalar yarın insanı büyük günahlara sürükleyebilir.

Bu konuda Necm sûresi’nin 32. ayetinin tefsirinde “Benim İçin Hangisi Daha Tehlikeli, Ufak Günahlar mı Büyük Günahlar mı?” başlığı altında detaylı değerlendirmeler yapmıştık. Tamamlayıcı bilgi olarak oraya bakılmasını önemli tavsiye ediyoruz.

İkinci Nokta: Kusurları affetmek

Yine 37. ayette müminler için “Öfkelendikleri zaman kusurları affederler” deniyor. Ayette, öfke ile affetme arasında doğrudan bir bağlantı kuruluyor. Öfkeyi bir yangına benzetirsek, affetmemek ve kin beslemek o yangına sürekli benzin dökmek gibidir. Kişi kendini kontrol edemezse, sonunda pişman olacağı şeyler yapabilir. İşte böylesi durumlarda affetmek, hem öfkeyi söndüren bir yangın tüpü hem de insanı sakinleştiren bir ilaç gibidir.

Bu konuda Taha Sûresi’nin 86-94. ayetlerinin tefsirinde “Bir Tavır Koyma Olarak Öfke”, “Liderin Stres ve Öfke Yönetimi” başlıkları altında önemli değerlendirmeler yaptık. Daha derinlemesine bilgi için oraya bakılmasını tavsiye ediyoruz.

Ayrıca affetmenin önemine sekizinci noktada tekrar değineceğiz.

Üçüncü Nokta: Namaz ve İstişare

38. ayette namaz ve istişare birlikte geçiyor. Ayette Rablerinin davetini kabul ederler denirken namaz ve istişarenin önünde imana da dolaylı bir işaret yapılıyor.

Evet, iman namazla ve benzeri ibadet ve salih amellerle aktif hale gelir. Bu yönüyle namaz, insanın içindeki imanın dışında vücut bulmuş hâlidir. Eğer iman ibadet olarak görünseydi, mutlaka bütün ibadetlerin fihristi olan namaza benzeyecekti.

Namazla istişarenin yan yana gelmesi çok önemli. Namazın günün içinde beş vakit olarak yer almasındaki en büyük hikmetlerden biri, beş vakitte yaşanan, yakalanan, hissedilen Allah’ın huzurunda olma şuurunun her vakte taşınması, her vaktin bu şuurla yaşanmasıdır.

Burada verilen mesajlardan biri şu:

Farklı bir açıdan bakarsak, namaz ve istişarenin birlikte zikredilmesi, bireysel ve toplumsal yönleriyle Müslümanın hayatını dengede tutması gerektiğine de işaret eder. Namaz, insanı bireysel anlamda Allah’a bağlarken, istişare, toplumsal düzenin sağlıklı işlemesi için bir mekanizma sunar. Sonuç, kararlara isabet ve itaat olarak yansır.

Dördüncü Nokta: İnfak

38. ayetin sonunda bir cümle ile infaktan bahsediliyor. Bahsedilirken mal, mülk gibi ifadeler yerine maddi-manevi tüm nimetleri içine alacak şekilde rızık kelimesi kullanılıyor. Bunun üzerinden verilen mesajlardan biri şu: Allah’ın size verdiği her şeyden verebilirsiniz. Maddi şeyler vermenin yanında, sevginizi, ilginiz, bilginizi (ilminizi) de infak edebilirsiniz.

Beşinci Nokta: Haksızlık Karşısında Organize Olmak:

Kur’an, 39. ayette haksızlık karşısında yardımlaşmayı müminlere ait bir özellik olarak sayıyor. Maide sûresi 2. ayette ise yardımlaşmayı bir görev olarak emrediyor.

Yukarıda bu özelliklere giriş yaparken, “Kur’an, bu özellikler üzerinden gelecekte kurulacak bir medeniyetin öncü ve örnek olacak müminlerini inşa ediyor.” demiştik. İşte bu ayet, adalet ve hak arayışı konusunda güçlü bir toplumsal duruş inşa etmemiz gerektiğini gösteriyor.

Medeni insanın ve medeni bir toplumun en büyük özelliklerinden biri, haksızlık karşısında verdiği tepkidir.

Eğer bir toplumda bir insan haksızlığa uğradığında diğerleri buna seyirci kalıyor, ancak haksızlık kendilerine veya yakınlarına yapıldığında tepki gösteriyorsa, o toplum medeni değildir.

Bu nedenle medeni toplum, haksızlığa karşı en baştan organize olur, birlik içinde hareket eder.

Günümüz dünyasında ise, adaleti sağlamak ve haksızlığa karşı durmak için en temel mekanizma devlettir. Bir toplumda adaletin tesisi için güçlü bir hukuk sistemi ve hukuk devleti ilkesi kaçınılmaz bir zorunluluk, yerine getirilmesi gereken bir görevdir.

Altıncı Nokta: Cezada Orantı

Bu ayetler, 7. yüzyılda Mekke’de iniyor. O dönemde devlet kontrolünde işleyen bir hukuk sistemi yoktu. Genellikle kavim ve kabile anlayışı hâkimdi. Suçların cezaları, çoğu zaman kabile reislerinin takdirine veya konuyla ilgili kişilerin akrabalarının müdahalesine bağlı olarak belirleniyordu.

Böyle bir sistemde, suç 50 birimse ceza 100 birime çıkabiliyor, ya da araya girenlerin hatırına 10 birime inebiliyordu. Yani adalet, güç ve nüfuz sahiplerinin insafına kalmıştı.

40. ayet, bu keyfiliği ortadan kaldırarak adaletin temel ilkelerinden biri olan "cezanın suça denk olması" kuralını getiriyor.
Bu, günümüzde modern hukukun temel prensiplerinden biri olan "orantılılık ilkesi" ile birebir örtüşmektedir.

Yedinci Nokta: Hakkını Almak

41. ayetten anlıyoruz ki, 7. yüzyıl Mekke’sinde hak arama ve hakkını alma süreci, devlet kontrolünde değil, kabile mantığı içinde işliyordu. Bireyler haklarını genellikle kendi güçleri veya akrabalarının desteğiyle alabiliyorlardı.

40. ayette vurgulanan orantılılık ilkesi, hakkını alırken haksızlık yapmayı kesin bir şekilde yasaklıyor. Yani kişi uğradığı haksızlığı giderirken, adaletin sınırlarını aşmamalı ve zulme başvurmamalıdır.

Sekizinci Nokta: Affetmek

43. ayette, sabır ve affetme konusu öne çıkıyor. Kur’an, sorunların çözümünde, çatışmayı büyütmek yerine affederek ve sabır göstererek çözüm bulmayı teşvik ediyor.

Bu vurgu, sadece bireysel değil, toplumsal barış açısından da kritik bir ilkedir. Çünkü affetmek, kin ve düşmanlık zincirini kırarak, huzurlu bir toplumun inşasına katkı sağlar.

44-47. Ayet: Sonuç Eğitimi

Bu ayetlerde bir kere daha sonuç eğitimi veriliyor. Sonuç eğitiminin detayları mealimizin parantez aralarında verildiği için değerlendirmemizi kısa tutuyoruz.

48. Ayet: Görev Tanımı

Bu ayette Peygamberimize yapılan hitap onun şahsında bütün müminlere yapılıyor. Sana, bana bütün Müslümanlara düşen vazife önce güzel örnek olmaktır. Sonra yaşadıklarını anlatmaktır.

49. 50. Ayet: Doğumlar Üzerinden Tevhid Dersi

Bu ayetlerin indiği 7. asırda doğumlar konusunda batıl inançlar vardı. Bir kadının erkek çocuk dünyaya getirmesi onu aile çevresinde değerli yaparken, kız çocuk doğurması değersizleştiriyordu.

Oysa çocuğun cinsiyetini babadan gelen kromozomlar belirliyordu. Doğanın kız olmasının bir suçlusu olacaksa bu erkek olmalıydı.

Bu konuda Necm sûresinde 46. ayetin tefsirinde “Hâlâ “Hep Kız Doğuruyor” Diye Eşine Kızan Var mıdır?” başlığı altında değerlendirmeler yaptık.

Böyle bir tarihi arka planı dikkate aldığımızda ayet bütün zamanlara şu mesajı veriyor: Bu işler Allah'ın dilemesiyle oluyor. Allah doğadaki dengeyi koruyor.

Bu korumanın sonucu olarak geçmişten günümüze kadın-erkek doğumlarda genelde oran 100 kız çocuğuna karşı 105 erkek çocuğu şeklinde olmuş.

Erkek çocuklarda doğum esnasında ölüm oranlarının kızlardan fazla olması, yine geçmişten günümüze erkeklerin savaşlarda ölmeleri, kadınlardan daha kısa ömürlü olmaları gibi sebepler dikkate alındığında ilahi iradenin bu dengeyi harika bir şekilde ayarladığını görüyoruz.

Burada bir soru akla geliyor:

“İnsan Allah'ın Dilemesine Müdahale Edebilecek mi?”

Teknoloji gelişmeden önce böyle bir soru gündeme gelmiyordu. Ama teknolojinin gelişmesiyle artık doktorların ailenin isteğine göre çocuğun erkek veya kız olmasını belirleme imkanları ortaya çıkıyor.

Bunun mümkün hale gelmesinin altında yatan bilimsel gelişmelerden biri PGD (Preimplantasyon Genetik Tanı) yöntemidir. Bu yöntem, tüp bebek tedavisi sırasında embriyoların genetik analizini yaparak ebeveynlerin istedikleri cinsiyeti seçmesine olanak sağlıyor. Bunun dışında sperm ayrıştırma teknikleri ile X veya Y kromozomu taşıyan spermler ayrışıp istenen cinsiyet tercih edilebiliyor.

Şu an için yasalar buna etik açıdan izin vermese de gelecekte böyle bir şeyin mümkün olacağı görünüyor.

Bu mümkün olduğunda başlıktaki soru akla geliyor.

Sorunun cevabı şu: “Evet” edebilecek.

Ama bu etme Allah'a rağmen değil, Allah'ın izin vermesiyle olacak. Yani Allah dileseydi o alana müdahaleyi bütün zamanlar için insanlara kapatabilirdi. Ama insana verdiği donanımla insanın bu işe müdahalesinin önünü açmıştır.

Yani insan bunu Allah'ın ona verdiği imkanla yapıyor.

Burada bir soru daha akla geliyor:

İnsanın yapabilmesi izin verildiği anlamına gelir mi?

Teknoloji geliştikçe bilim insanları geçmişte yapamadıkları birçok şeyi yapabilir hale geliyor.

Fakat insanların bir şeyi yapabiliyor olmaları ona izin verildiği anlamına gelmiyor.

Hayatın içinde cinayetten hırsızlığa kadar bir sürü yasak var. Bunlar “insan yapabiliyor” diye serbest olmuyor.

Bu konuda “izin” insanlığın faydasına kullanılma şeklinde oluyor. Eğer teknoloji insanlığın hayrına bir şey yapmışsa, o yapılan şey doğadaki dengeyi bozmuyorsa o şeye izin verilir.

Doğum konusunda zaten doğada işleyen bir denge var. Hiçbir devlet aklı bunu bozacak uygulamalara izin vermez.

Fakat bazı özel durumlar olur, varsayalım bir ailede erkek çocuğu çoktur kız çocuğu yoktur. Devlet özel izinle bunlara izin verebilir.

Bu tür durumlar Allah'ın dilemesine müdahale değildir, aksine Allah'ın müdahaleye izin verdiği alanlardır.

51 Ayet: “Allah İnsanlarla Nasıl İletişim Kurar?”

Kur’an’da bu soruya en net ve toplu bir şekilde cevap veren ayet bu sûrede geçiyor. Ayetin meali üzerinden yaptığımız açıklamalar, bu sorunun cevabını ortaya koyuyor.

Ayetin sonunda geçen Aliy ve Hakîm isimleri de önemli mesajlar içeriyor: Aliy ismi, Allah’ın insanlarla iletişim kurduğunu ancak beşerî eksikliklerden münezzeh olduğunu vurgularken, Hakîm ismi, bu iletişim yollarının derin hikmetler taşıdığını gösteriyor. Allah (cc) insanlarla iletişimde en uygun yöntemi seçerek, muradını en hikmetli şekilde duyuruyor.

52. 53. Ayet: Ortam Okuması

Bu ayetleri, 51. ayetle birlikte değerlendirdiğimizde, indirildiği dönemde konuşulan konulardan birinin, Peygamberimize vahiy gelmesi ve müşriklerin bu konuyu inkâr etmesi olduğunu anlıyoruz.

Ayetler, tam da bu itirazlara cevap verecek şekilde geliyor. Cevabın özeti şu:
"Muhammed (sav), Allah tarafından seçilmiş bir elçidir. Allah geçmişte peygamberlerine nasıl vahyetmişse ona da vahyetmiştir. Bunun en büyük delili, insanlara tebliğ ettiği şeyleri kendisinin de önceden bilmemesidir. Onun insanları çağırdığı yol, Allah’ın razı olduğu hak yoldur."

Allah (cc) Neden Mekke’yi ve Neden Hz. Muhammed’i Seçti?

52. ayet, bu sorunun cevabına işaret ediyor. Daha önce bu konuda bazı değerlendirmeler yapmıştık.1241Burada yapacağımız değerlendirmeler öncekileri tamamlayıcı nitelikte olacak.

Kur’an’da geçen “ümmi” kelimesi, sadece okuma yazma bilmemeyi değil, aynı zamanda Tevrat ve İncil’i bilmemeyi de ifade eder. Mekke halkı içinde okuma yazma bilenler olsa da, vahiyle muhatap olmuş bir toplum değildi.

Hem Mekke halkı hem de içlerinden bir birey olarak Peygamber Efendimiz, önceki kutsal kitapları bilmeme anlamında ümmiydi. 52. ayette geçen “kitap nedir, iman nedir bilmezdin” ifadesi, “vahiy geldikten sonra öğrendiğin şeyleri önceden bilmiyordun” anlamına gelir.

Bu çerçevede, “Allah (cc) neden Mekke’yi ve neden Hz. Muhammed’i seçti?” sorusuna verilecek cevaplardan biri şu olur: Mekke ve Peygamber Efendimiz (sav), o günün dünyasında bir “boş bardak” gibiydi. Önceki dinlere, felsefi akımlara veya geçmişin büyük düşünürlerine ait bilgilerin hâkim olduğu bir yer değildi. Burada inen vahiy, dış etkenlerle kirlenmeyecek, saf ve duru bir şekilde insanlığa ulaşacaktı.

O dönemde Roma, İran, Mısır ve Yunan dünyasında farklı dinî ve felsefi akımlar hakimdi:

Mekke ise bu büyük medeniyetlerden izoleydi. Ne Tevrat ve İncil kültürü ne de Yunan felsefesi burada kökleşmişti. Bu yüzden, inen vahiy tamamen saf ve bozulmamış bir şekilde insanlığa ulaşabilecekti.

Allah’ın seçtiği zemin ve insan, vahyi bulandıracak hiçbir dış etkenin olmadığı en uygun tercihti.

Bu değerlendirmelerden sonra başlıktaki soruya verilecek cevaplardan biri şu olur: “Kur’an'ın mesajı başka bir öğretiyle karışmadan, apaçık, saf ve duru bir şekilde insanlığa ulaşması içindir.”

63/43. ZUHRUF SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-45 ARASI AYETLERİN TEFSİRİ

1. Ayet: Biz bu konuda A’râf sûresinin 1. ayetinin tefsirinde “Hurûf-ı Mukatta Harfleri İçin Genel Değerlendirme” başlığı altında yaptığımız açıklamalara bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

2. Ayet: Apaçık Kitap

Biz bu konuda Hud sûresinin 6. ayetinin tefsirinde “Bizim Bahçedeki Karınca da Apaçık Kitapta mı?” ve Yusuf sûresinin 1. ayetinin tefsirinde “Kur’an da Su, Hurma, Güneş gibi Apaçık mı?” başlıkları altında geniş değerlendirmeler yaptık. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

3. Ayet: Kur’an’ın Arapça indirilmesinden bahsedilen her ayetin muhataplara verdiği mesajlardan biri şudur: “Onu anlamadık diye bir bahane getirmezsiniz.”

Bütün zamanlarda insanların böyle bir bahane getirmemeleri için Kur’an’ın dünyadaki bütün dillere tercüme edilmesinin önü açıktır.

4. Ayet: Allah’ın Üç Kitabı

Kur’an’a baktığımızda Allah’ın üç kitabı olduğunu görüyoruz.

Birinci Kitap: Ummu’l-Kitap (Alîm ismi)

Burada kitap ifadesi mecazi bir ifade. Burada kastedilen Allah’ın Alîm ismi. Allah’ın kainatta her şeyi yaratmasının ve insanlara vahiy göndermesinin arkasında bu isim vardır.

İkinci Kitap: Kainat kitabı (Yaratılan Kitap)

Atomdan güneşe kadar yaratılan her şey bu kitabın ayetleridir. Bu ayetlerin kaynağı da Allah’ın Alîm ismindir.

Üçüncü Kitap: Kur’an (İndirilen Kitap)

Peygamberlere indirilen bütün vahiyler indirilen ayetlerdir. Bu ayetlerin de kaynağı Allah’ın Alîm ismidir.

Burada verilen temel mesaj şudur: Yaratılan her şeyin faili Allah’tır, indirilen vahyin arkasında Allah vardır.

5. Ayet: Müşriklerin Şahsında

Bu ayet müşriklerin şahsında bütün zamanlara şu mesajı veriyor: “Sizlerin vahiy hakkında bilip bilmeden cahilce konuşmalarınız, onu gönderdiğimiz peygambere inanmamanız, bu ayetleri onun uydurduğunu söylemeniz, kısaca haddiniz aşmanız Allah’ın dilemesini değiştirmeyecek. O size rağmen mesajını bütün insanlara ulaştıracak. Buna kimse engel olamayacaktır.”

6-8. Ayet: Geçmişe Bakın

Bu ayetlerde geçmişe dönük bir sonuç eğitimi var. Mesaj şu: “Geçmiş kavimlerin kıssalarını hatırlayın. Onların içinden de onlara gelen vahye karşı çıkanlar vardı. Ama sonları hiç de iyi olmadı. Başaramadılar. Siz de başaramayacaksınız.”

9-14. Ayet: Tevhit Dersi

Buradan sonra tevhit dersi başlıyor.

9. ayet bu dersin başında adeta şöyle diyor: “Yerleri ve gökleri kim yarattı?” diye müşriklere bile sorsan, “onlar da Allah” derler.

Bunun üzerinden verilen mesajlardan biri şu: Tevhid gerçeği gündüzün ortasındaki güneş gibi inkarı imkansızdır. Müşrikler bile inkar edemiyor.

10. ayet yeryüzünün yaratılışı üzerinden insana verilen nimetlere dikkat çekiyor.

11. ayet gökten yağan yağmur ile diriliş arasında bağlantı kurmamızı istiyor. Her baharda gerçekleşen diriliş örnekleri mahşerdeki dirilişin provası ve şahidi oluyor.

12. ayette her şeyin çift yaratılmasına dikkat çekiliyor.1242 Ardından ilginç bir cümle geliyor. O cümlede hayvanları Allah’ın yarattığını okurken insan yapımı olan gemilerin de Allah tarafından var edildiğini okuyoruz.1243 Bu okuma üzerinden verilen mesajlardan biri şu: Allah’ın verdiği nimetler, kainata koyduğu yasalar olmasaydı, bugün bindiğiniz araba, uçak, gemi, tren gibi şeylerin hiçbirisi olmayacaktı. O yüzden verdiği nimetlerle yaptığınız şeylere “Ben yaptım” demeyin. Onları da diğer nimetleri gibi Allah’ın ikramı olarak değerlendirin.

13. ayette yukarıdaki mesaj bir bilinç, bir farkındalık olarak duaya yansıyor. Bu dua; genelde bütün dua kitaplarında attan deveye, deveden uçağa bütün ulaşım araçlarına binerken yapılması tavsiye edilen bir dua.

Bu dua da şu farkındalık öne çıkıyor: Ey Rabbimiz! Sen bindiğimiz at, deve gibi vasıtaları yaratmasaydın, araba, uçak gibi vasıtaları yapabilecek donanımı ve imkanları bize vermeseydin, biz bunlara sahip olmazdık. Bunlar senin bize ikramındır. Bu ikramların için sana sonsuz şükürler olsun…

14. ayette bu dünyadaki en büyük farkındalıklardan birini görüyoruz. Allah’a döneceğini bilme, dünyada yaptığı her şeyi bu bilinçle yapma hayata kalite olarak yansıyor.

15. 16. Ayet: Bu ayetler bir durum tespiti yapıyor. Bu kadar tevhid delili, “Nimeti getirmekle vazifeli vasıtaları ve Allah’ın yarattıklarını, Allah’a ortak yapmayın.” dediği halde insanlar yine Allah’a ortak koşuyorlar. Bununla da kalmıyorlar Allah’a çocuk isnat etmek gibi büyük bir günahı işliyorlar.

17-20. Ayet: Batıl İnançların Karanlığı

Tevhit delillerinden sonra bu ayetlerde bize verilen mesajlardan biri de şu: Bir toplum, Allah’ın ölçülerine göre değil de kendi zanlarına göre hareket ederse, orada birçok batıl inanç ortaya çıkar.

7. asrın Mekke’sinde bu batıl inançlardan en kötülerinden biri, kadın ve kız çocuklarına bakış açısıydı. Kadınlar, ekonomik olarak getirisi olmayan, savaşlarda fayda sağlamayan, esir düştüğünde aile için utanç vesilesi olan kişiler olarak görülüyordu. Bu yüzden, birine kız çocuğu olduğu haberi verildiğinde, bu bir müjde değil, adeta kötü bir haber gibi karşılanıyordu. Oysa hayatı var eden Allah, kadın ve erkeği bir denge içinde yaratmıştı.

Ancak Mekkeliler, bu yanlış bakış açılarıyla da yetinmiyor, putlara tapmalarını Allah’ın dilemesine bağlıyorlardı. “Eğer bu yanlış bir şey olsaydı, Allah buna izin vermezdi” diyerek sapkın düşüncelerini meşrulaştırmaya çalışıyorlardı.

Oysa bu, tevhitten sapmanın ve hevayı ilah edinmenin doğal bir sonucuydu. İnsan, kendi zanlarını ilahi hakikatin önüne koyduğunda, Allah adına uydurduğu şeylere inanarak doğru yoldan uzaklaşır.

Surede Altı Defa Geçen Rahmân İsmi

İlki 17. ayette olmak üzere bu sûrede altı ayette (19, 20, 33, 36, 45) Rahmân ismi geçiyor. Genelde müşrikler Allah’ı Rahmân olarak tanıyor. Kur’an o tanıma üzerinden konuşuyor.

Bu konuda Yasin sûresinde 11. ayetin tefsirinde “Uyarma İşinde Zorlama Yoktur” ve 23. ayetin tefsirinde “Rahmân İsminin Öne Çıkması” ve Meryem sûresinde 45. ayetin tefsirinde “Âyetlerde Rahmân Vurgusu” başlığı altında yaptığımız değerlendirmelere bakılabilir.

21-25. Ayet: 21. Asırda Ataların Dini

Kur’an’ın bir ilkesi var: İnsanlar ne yapıyorlarsa onu delile dayandırsınlar.1244 Duygusal ve tepkisel tercihler yerine, yaptıkları seçimleri makul bir şekilde açıklayabilsinler.1245

Bu ilkeyi 21. ayette de görüyoruz. Ayet soruyor: "Bu yaptığınızı size gelen bir kitap mı söylüyor? Yoksa sadece kendi arzularınıza mı uyuyorsunuz?"
Bu soruya verdikleri tek cevap şu: "Atalarımızı bir inanç üzerinde bulduk, biz de onların izinden gidiyoruz."

24. ayette ise, Peygamberimizin sorusu üzerine bu bağlılığın körü körüne bir taklit olduğu daha da netleşiyor:
"Ya atalarınızın inandığından daha doğrusunu getirdiysem?"

Ancak onların cevabı kesindir: "Biz seninle gönderilen şeyi kesinlikle inkâr ediyoruz."

Bu seçimde akıl yok, sorgulama yok. Bu seçimde aklı devre dışı bırakan, sorgusuz bir bağlılık var.

Şimdi 7. asırdan bugüne gelelim ve farklı kültürlerde doğan insanlara şu soruyu soralım: "Eğer bu inanç topluluğunun içinde doğmasaydınız, yine de bu dini tercih eder miydiniz?"

Bunun fiili bir cevabı var: Eğer insanlar dünyaya geldikten sonra önlerinde hazır buldukları dini araştırmıyor, o dinin pratikleriyle ilgilenmiyorlarsa, bu sorunun cevabı şu oluyor: "Ben inançla çok ilgilenmiyorum. Hangi inanç olursa olsun fark etmez. Atalarım neye inanıyorsa ben de öyle devam ediyorum."

İşte Kur’an, bu anlayışı onaylamıyor. Atalarınızdan miras kalan bir inançla yetinmeyin. Doğuştan Müslüman değil, bilinçli bir Müslüman olun. Akıl baliğ olduğunuzda okuyun, araştırın, kendi iradenizle bilinçli bir şekilde iman edin.

26-29. Ayet: Peki Atanız Kim?

7. asırda Mekke’de müşrikler atamızın dini üzereyiz derken, Hz. İbrahim’i kastediyorlar. Kur’an’da madem öyle diyorsunuz, “Atanız İbrahim bugün dirilse gelseydi 26. ve 27. ayetteki şeyleri diyecekti” diyor.1246

28 ve 29. ayetler üzerinden şu mesaj veriliyor: Allah (cc) atanız İbrahim’in mirası ile sizi, Hz. Muhammed’i vesile yaparak buluşturdu. Bu günleri görmeyi nasip etti. Bu fırsatı kaçırmayın, atanız İbrahim gibi Müslüman olun.

30-32. Ayet: Hakikate Karşı Tavır

Bu ayetler “Hakikat Mekke’nin müşriklerine ulaştığında tavırları nasıl oldu?” sorusuna cevap veriyor.

İlk ayetlerin indiği günden bu yana yıllar geçmişti. Aldıkları tavır zaman zaman değişiyordu ama değişmeyen bir şey vardı o da Peygamberimizi ve ilk iman edenleri küçük görmeleri, kibirli söz ve davranışlar sergilemeleri ve alay etmeleriydi.

Bu ayetlerde de bunun örneğini görüyoruz. 31. ayet üzerinden demek istedikleri şuydu: “Bu vahyi kim göndermişse yanlış adama göndermiş, gönderen bize sorsaydı kimin bu işe layık olduğunu söyleyebilirdik.”

Bu aynı zamanda haddini aşmaktı.

32. ayet bu haddi aşmaya şu cevabı veriyor: “Allah’ın kime ne göndereceğine karar vermek size mi kalmış?”

33-35. Ayet: Şımarık Zenginlere Cevap

Önceki ayetlerde geçen sözleri müşriklere söyleten, onların sahibi olduklarını sandıkları zenginlikle şımarmalarıydı. O kadar şımarmışlardı ki, yerdeki yönetimde kendilerini yetkili ve etkili gördükleri gibi, gökten gelen vahyin kime geleceğine bile karar verme yetkisini kendilerinde görüyorlardı.

İşte bu ayetler, bu kibirli tavra cevap oluyor: “Allah katında insanları değerli yapan mal, mülk, servet değildir. Eğer üstünlük mal ile ölçülseydi, en büyük servetleri inkârcılara verirdik. Ama dünya hayatını gaye yapmamanız, ahiretin dünyadan daha hayırlı olduğunu unutmamanız için böyle takdir edildi.

Siz de bunları gaye yapmayın. İnsanları değerlendirirken Allah’ın baktığı yerden bakın; onların takvasına, ahlakına ve hakikate bağlılıklarına bakın.”

36-39. Ayet: Dünyada Arkadaşını Söyle Bana Ahirette…

Bu ayetler başlıktaki ifadeyi tamamlıyor. “Dünyada arkadaşını söyle bana ahirette arkadaşın kim olacak söyleyeyim sana.”

Allah’tan gelen vahiy insana Allah’ı tanıtır. Özellikle de Onu Rahmân olarak tanıtır. Bu tanıtımda Allah’ın insanı sevmesi, ona değer vermesi öne çıkar. Bu tanıtmada insana dolaylı olarak söylenen şudur: Tarafını seç. Bir tarafta Allah’ın dostluğu var (Bakara 257), diğer tarafta şeytanın dostluğu (Araf 30) ve arkadaşlığı var.

Allah’ın dostluğundan yüz çevirenler şeytanın dostluğunu seçmiş oluyorlar.

Şeytan görünen bir varlık olmadığı için onunla arkadaşlık, onun etkisinde kalan kötülerle arkadaş olmak üzerinden oluyor.

Bu ayetler burada net olarak şu mesajı veriyor: “Dünyada kötülerle arkadaş olan, ahirette onlarla birlikte olur. Bu birlikteliğin sonu pişmanlıktır.”

Kur’an’da ahirete yönelik anlatımlarda amacın dünyaya mesaj vermek olduğunu dikkate aldığımızda bu mesajın arkasından gelen mesaj şudur: “Dünyada kiminle arkadaş olduğunuza dikkat edin. Ahirette ‘Keşke hiç tanışmasaydım da arkadaş olmasaydım.’ diyeceğiniz insanlarla, dünyadayken yollarınızı ayırın.”

40-45. Ayet: Görevini Yap, Sonucu Allah’a Bırak

Kur’an’ı ve ona göre şekillenen siyeri okuduğumuzda, Peygamber Efendimizin kendisine gelen vahyi insanlara ulaştırmak için gösterdiği insanüstü gayreti görüyoruz. Bu gayret bazen öyle bir noktaya geliyordu ki Allah (cc), "Neredeyse kendini helak edeceksin. Kendini bu kadar zorlama" (Şu’arâ 3; Kehf 6) diyerek onu uyarıyordu.

Bu ayetlerde de dolaylı bir uyarı var: "Sen elinden geleni yapıyorsun. Bundan sonrasında sen olsan da olmasan da onlar dünyada ve ahirette tercihlerinin sonuçlarını yaşayacaklar. Onlar ne yaparsa yapsın, sen duruşunu değiştirme. Doğru yolda olduğun konusunda zerre kadar şüphen olmasın. Moral ve motivasyonunu yüksek tutmak için senden önce gönderdiğimiz peygamberlerin kıssalarını hatırla…”

Ve şimdi şu soruyu kendine sor: “Allah, daha önce, Rahmân’dan başkasına kulluğa izin vermiş mi ki, şimdi müşriklerin isteklerine göre hareket edilsin?” Allah’ın gönderdiği tüm peygamberler hep aynı hakikati savundu: Tevhid. O halde değişen bir şey yok. Bugün de değişmeyecek.”

46-89 ARASI AYETLERİN TEFSİRİ

46-56. Ayet: Hz. Musa ve Firavun Kıssası

Bu kıssa, Kur’an’da en fazla öne çıkan kıssaların başında geliyor. Daha önce Müzzemmil (15-16), Â’lâ (18-19), Fecr (10-12), Necm (36), Kamer (41-45), A’râf(103-171), Tâhâ (9-98), Şuarâ (10-67), Neml (7-14), Yunus (75-93), Hud (96-98), Saffat (114-122) ve Mümin (23-55) sûrelerinde geçmişti.

Burada önceki yazdıklarımızı tekrar etmeden kıssa hakkında kısa bilgiler vereceğiz. Buradaki ayetler, 45. ayetin devamı olarak geliyor. Bu ayetler üzerinden Peygamber Efendimize (sav.) dolaylı olarak şu deniliyor: “Bu kıssayı okurken Musa’nın yerine kendini, Firavunun yerine Mekke’nin müşriklerini koy. Değişen sadece zaman, mekân ve şahıslar. Tavırlarda, eylem ve söylemlerde fazla bir değişme yok.”

Verdiğimiz örneklerden de anlaşıldığı gibi zamanın, mekanın ve şahısların değişmesiyle fazla değişen bir şey yok.

Bu şunu gösteriyor. Bu dünyada insanın kullandığı araçlar değişse bile insan değişmiyor. Kur’an’ın konusu insanın kullandığı araçlar olmadığı, bizzat insanın kendisi olduğu için Kur’an’ın mesajları da değişmiyor. Musa-Firavun çağında verilen mesajlar ne kadar tazeyse, 7. asırda verilen mesajlar da o kadar taze.

Asırlar değişiyor, ancak Kur’an’ın tazeliği hep aynı kalıyor. 21. yüzyılda elimizde telefonlar ve yapay zekâlar olsa da kibir, alay ve hakikati reddetme hâli değişmiyor. İşte Kur’an, bugün de bize bir ayna tutuyor; çünkü insan, doğası itibarıyla dün nasılsa bugün de öyle!

Hz. İsa (as)

Kur’an’da Hz. İsa ile ilgili ayetler genelde Medine’de inen sûrelerde daha çok öne çıkıyor.

Mekke’de inen sûrelerde Meryem sûresinde (1-37 arası ayetlerde) geniş olarak geçmişti. Onun dışında bu sûrede kısaca geçiyor.

Biz buradaki ayetleri de Hz. Musa-Firavun kıssasında olduğu gibi bağlamı dikkate alarak tek tek değerlendireceğiz.

57. Ayet: Ayetten anlıyoruz ki, Mekkeli müşrikler sürekli öğretmeninin açığını arayan şımarık bir öğrenci gibi davranıyorlardı.

58. Ayet: Kendilerinin putlara tapmalarına meşrutiyet kazandırmak için Hristiyanların teslis inancının bir sonucu olarak Hz. İsa’ya Allah’ın oğlu demelerini örnek gösterdiler. Kendileriyle Hristiyanları kıyaslayıp, şunu ima ettiler: Onlar cennetlikse bize de cennetliğiz.

Kur’an bunun demagoji olduğunu, onların tartışmacı bir toplum olduğunu; bir yanlışı sorgulamadan o yanlışı doğru kabul ederek, kendi yanlışlarını doğru gösterme çabası içine girdiklerine işaret ediyor.

59. Ayet: Bu ayette Kur’an, Hz. İsa’nın hiç te onların zannettiği gibi peygamber olmadığını, kavmine gönderilen tevhid ehli bir peygamber olduğunun altını çiziyor. Dolaylı olarak müşriklere “Size buradan ekmek çıkmaz.” diyor.

60. Ayet: Burada bu ayetlere yansımayan ama tarihi arka planda sürekli gündemde olan bir müşrik iddiasına gönderme yapılarak şu deniyor: “Eğer yeryüzündekiler melek olsaydı, melek peygamberler de gelirdi. Ama siz konuyu saptırıyor, ipe un seriyor, size yapılan tebliğle hiç alakası olmayan yan/çıkmaz yollara giriyorsunuz.”

61. Ayet: Bu ayet üzerinden müşriklere şu mesaj veriliyor. “Musa da İsa da Muhammed de Allah tarafından gönderilen elçilerdir. Onlarla gelen bilgi kesindir. Bu dünya fanidir. Bu değişmez bir gerçektir. Bunda şüpheniz olmasın. Son peygambere tabi olun. Onun sizi davet ettiği yol dosdoğru yoldur.

62. Ayet: Hz. İsa ve Hristiyanlarla alakalı konular şeytanın sizi kandırmak için verdiği vesveselerdir. O size düşman, o asla sizin iyiliğinizi istemez. O nedenle o vesveselere kanmayın.

63. 64. Ayet: Kur’an’a kulak verdiğinizde Hz. İsa ile Hz. Muhammed’in mesajlarının özünün aynı olduğunu anlayacaksınız.

65. Ayet: Eğer Kur’an’ın mesajına kulak vermezseniz, aynı şekilde olmasa bile benzer şekilde İsa’nın ardından gelen grupların yaşadığı sonuçları yaşarsınız. Kıyamet sonrası onları bekleyen can yakıcı azapla karşılaşmak istemiyorsanız, gelin iş işten geçmeden Kur’an’ın davetine kulak verin.

66. 67. Ayet: Sonuç Eğitimi: Kıyamet, Cennet, Cehennem

Burada sonra gelen ayetlerde 79. ayete kadar sonuç eğitimi veriliyor.

Sonuç eğitimi 66. ayette kıyametle başlıyor ve verilen mesajlardan biri şu: O günü beklemeyin. O gün geldiğinde bugün dostum deyip, peygambere ve Müslümanlara karşı düşmanlıkta yardımlaştığınız kim varsa, onlarla düşman olacaksınız. Gelin yol yakınken dönün.

68-73. Ayet: Cennet Ehli

Cennet dünyadaki bir çilenin, zorluğun ve zahmetin arkasından gelen bir rahmet bir nimet oluyor. O yüzden 68. ayet “yaşadığınız tüm sıkıntılar geride kaldı.” anlamında “bugün size korku yoktur” müjdesiyle başlıyor.

Ardından cennetin önceki ayetlerde tekrar edilen dekorundan bahsediliyor ve son olarak “varis” olduğunuz ifadesi geçiyor.

Bu ifade önemli bir ifade olduğu için A’râf sûresinde 43. ayetin tefsirinde “Kendi Mirasına Varis Olmak” ve Meryem sûresinde 40. ayetin tefsirinde “Allah’ın Varis Olması Ne Demek?” başlıkları altında yaptığımız değerlendirmelere bakılabilir.

74-78. Ayet: Cehennem Ehli ve “Ey Malik”

Kur’an’da cehennemden bahseden çok ayet vardır ama o ayetler içinde görevli meleğe “Ey Malik!” şeklinde hitap edilen tek ayet burada geçiyor.

Bu ayetler de bütün cehennem ayetleri gibi dünyada sonu cehenneme çıkacak olan yola girmiş günahkarlara “yol yakınken dönün” mesajıyla geliyor.

79. Ayet: Uyarıları Dinlemiyorlar

79. ayetten şunu anlıyoruz, müşrikler uyarıları dinlemiyorlar, dünyadaki tercihlerinin ahirette cehennem olarak karşılarına çıkacağını umursamıyorlar. Kendilerine göre büyük bir tehlike olarak gördükleri Peygamber Efendimize karşı suikast planlıyorlar. Ayet diyor ki: “Onlar bu işte ne kadar kararlıysa, Allah peygamberini korumda daha fazla kararlıdır.”

80. Ayet: Zannediyorlar ki

Müşrikler hiç kimsenin görmediği duymadığı yerlerde yaptıkları gizli planlardan Müslümanların haberi yok zannediyorlar. Bu tür ayetler onları şaşkına çeviriyor.

81-83. Ayet: Bu ayetlerde müşriklerin seslendirdikleri bir iddiaya cevap veriliyor ve Peygamberimizden de onları bu temelsiz iddiaları ile baş başa bırakması isteniliyor.

84. Ayet: Bu ayette çok kısa bir tevhit dersi veriliyor. Aslında bu kısa ders müşriklerdeki en temel sorunun tevhitten sapma olduğuna işaret ediyor.

85. Ayet: Bu ayette Mekke’nin gündeminde olan bir başka konuya kısaca temas ediliyor ve şu mesaj öne çıkıyor: Kıyametin zamanı ile ilgili tartışmalar tamamen boş tartışmalardır. Eğer konuşacaklarsa onun zamanını değil, o gerçekleştiğinde başlarına ne geleceğini konuşsunlar.

86. Ayet: Müşriklerin Sigortası: Şefaat

Müşrikler içinde şefaat zor zamanlar için sigortaydı, dünyadaki işlerinde zor durumda birilerinin araya girmesiyle işlerini hallediyorlardı. Ahirette de böyle olacağına dair güçlü bir inançları vardı. Allah ile aralarına koydukları putların sözde ilahların kendilerine şefaat edeceğini zannediyorlardı. Ayet bu zannı boşa çıkarıyor.

87. Ayet: “Allah” Derler

Ayet bir kere daha müşriklerin Allah’a inandığını ama o inancı şirk ile tanınmaz hale getirdiklerine dikkat çekiyor.

88. 89. Ayet: Onlara Takılma

Buraya kadar olan ayetlerde Mekke’deki gündeme ait fotoğraf gördük. Bu ayetlerde Peygamber Efendimize dolaylı olarak verilen mesaj şu: Onların gündemi senin kalıcı gündemin olmasın. O gündemlere takılıp kalma, onlarla kısır çekişmelere girme, gerilimi tırmandırmaktan kaçın, saygısızca davranışlarını gördüğünde, onların seviyesine inme “selam de” yoluna devam et.

64/44. DUHÂN SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-59 ARASI AYETLERİN TEFSİRİ

1. Ayet: Biz bu konuda A’râf sûresinin 1. ayetinin tefsirinde “Hurûf-ı Mukatta Harfleri İçin Genel Değerlendirme” başlığı altında yaptığımız açıklamalara bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

2. Ayet: Apaçık Kitap

Biz bu konuda Hud sûresinin 6. ayetinin tefsirinde “Bizim Bahçedeki Karınca da Apaçık Kitapta mı?” ve Yusuf sûresinin 1. Ayetinin tefsirinde “Kur’an da Su, Hurma, Güneş gibi Apaçık mı?” başlıkları altında geniş değerlendirmeler yaptık. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

3. Ayet: Bir Gece mi Mübarek Her Gece mi?

Açıklamalı Mealimizde bu mübarek gecenin Kadir gecesi olduğunu ifade ettik. Bunun yanında hem mealimizde hem de bu tefsir çalışmamızda Kadir sûresinde Kadir gecesinin ne anlama geldiği üzerinde durduk. Burada o açıklamalarımızın devamı olarak kısa bir değerlendirme yapalım.

Eğer Kur’an’ın indiği gece Kur’an inmeseydi, o gece binlerce gece gibi sıradan bir gece olacaktı. O geceyi değerli yapan Kur’an’dır.

Benzetmeler yaparsak,

Bu örnekler bize şunu diyor: O gecenin değeri Kur’an ayetleri ile sabittir. O geceye değer verdiğiniz kadar, o geceyi değerli yapan Kur’an’a da değer verin. Kur’an’a verilmesi gereken değeri verdiğiniz, onun kadrini kıymetini bildiğiniz her gecenin kadir gecesi kadar değerli olma ihtimali var.

Bu açıklamalardan sonra ayeti şöyle anlayabiliriz: “Biz Kur’an’ı her insanın hayatını mübarek (bereketli, bire bin veren bir hayat) yapması için indirdik.”

Ayetin sonunda Kur’an’ın en temel misyonuna vurgu yapılıyor: Kur’an insanları uyarmak için inmiştir. Bu uyarı genelde dünyadaki tercihlerin sonuçlarını hatırlatmak üzerinden yapılıyor. Bunun için de sık sık “Bu tercihi yaparsanız, bu sonuçları yaşarsınız.” anlamında sonuç eğitimi veriliyor. Bu sûrede de gelecek ayetlerde bu eğitimin örneklerini göreceğiz.

4-6. Ayet: Allah’ın Razı Olduğu Kaderi Yaşamak İster misin?

Bu ayetlerdeki konulardan biri de kader. Konu kader olunca soru şu: İnsan Allah’ın kendisi için takdir ettiği kaderi mi yaşıyor?

Bu soruya “evet” demek, dünyadaki imtihanı anlamsız hale getireceği için doğrudan “evet” diyemiyoruz.

Bu konuyu kaderi ikiye ayırarak anlatıyoruz.

Bu anlatımı Tefsir Usulümüzde (16) Kader Yasasında, Evrensel Kur’an Tefsirimizde Yunus sûresi’nin 98. ayetinin tefsirinde “Alın Yazısı Değişir mi?” ve Tâhâ sûresi’nin 41. ayetinin tefsirinde “Allah’ın Evrene ve İnsan Hayatına Müdahalesi Nasıl Oluyor?” başlıkları altında yaptığımız değerlendirmelerde anlattık.

Burada başlıktaki sorunun cevabını verelim.

Bu soruya her Müslüman “evet” cevabını verir. Ancak bu cevabı verdikten sonra yapılması gereken şey, Kur’an’ın rehberliğinde, peygamberlerin örnekliğinde bir hayat yaşamaktır.

Çünkü Kur’an’da Allah’ın razı olduğu hayatın ölçüleri belirlenmiştir.

Biz “O gece (iyi-kötü, hayır-şer, helal-haram) her iş ayrıştırılarak hikmetli bir hükme bağlanmıştır.” ayetini, “Allah’ın razı olduğu ölçüler belirlenmiş ve bunlar 23 yıllık bir zaman dilimi içinde Peygamber Efendimize indirilmiştir.” şeklinde anlıyoruz. Peygamber Efendimiz de bu ölçülere göre Allah’ın razı olduğu bir hayatın yaşanabileceğini göstermiştir.

Bu durumda ayetleri özetlersek:

7. 8. Ayet: Söylem Olarak Özet

Bu ayetlerde Allah’ın razı olduğu bir hayat sözle olarak nasıl özetlenir sorusuna cevap veriliyor.

Bu söylem inançta, itikatta ve amelde şirki hayatın her alanından çıkarıyor. Geriye bu söylemin eylem ile ispatı kalıyor. Kur’an o ispata “salih amel” diyor.

9-16. Ayet: Duhan Nedir?

10. Ayette geçen “duhan” kelimesi ayetin mealinden de anlaşılacağı gibi “duman” manasına geliyor. Bu duman, tefsirlerde genelde iki türlü anlaşılmış, biri 7. asırda Mekke’de yaşanan felaket/kıtlık, diğeri de kıyamet alameti.

Biz mealimizde kıtlık manasını tercih ettik. Bunun sebebi 15. ayette geçen “Birazcık kaldıracağız ama siz yine döneceksiniz” ifadesi.

Eğer kastedilen kıyamet olsaydı, o geldiğinde gitmeyecek, yani onda kaldırılma veya ertelenme olmayacaktı.

Bu ayrıntıyı dikkate alarak mealimizde duhan kelimesini dünyada yaşanan bir musibet olarak anladık.

Bu konuda tarihi arka plana ait bilgileri de Açıklamalı Mealimizde sûrenin giriş kısmında anlattık.

Aşağıdaki başlıkla devam edelim,

İnsan Doğasının Fotoğrafı

Bu konuya daha önce de değinmiştik.1247 Kur’an farklı sûrelerde insan doğasının fotoğrafını veriyor, o fotoğrafta şunu görüyoruz. İnsan zor zamanda Rabbini arıyor ama geniş zamanda unutuyor. Bir musibete maruz kaldığında gafletten uyanıyor, aczini, fakrını anlayıp el açıp dua ediyor, musibet kalktığında tekrar gaflet uykusuna dalıyor.

İnsanda bu karakter o kadar baskın ki, Kur’an “İnsan dünyada her türlü mucizeyi görse bile ona inanmaz hatta ölse dirilse, mahşeri görse tekrar dünyaya dönse, yine yanlışa döner” diyor.1248

Yani bu tür ayetler bize ayna tutuyor. Bize bizi tanıtıyor. “Sadece zor zamanlarda değil, her zaman Rabbinizi hatırlayın, zor günleri sabrederek, iyi günleri şükrederek geçirmeye çalışın” diyor.

16. ayet bu mesajı destekler mahiyette geliyor ve şöyle diyor: “Dünyada musibetler kıyamet gününe kadar gelmeye devam edecek. O musibetlerde insanların musibet karşısındaki verdikleri pozlar/fotoğraflar amel defterinde arşivlenecek, kıyamet sabahı amel defterleri açılacak ve herkesin önüne fotoğraflar birer belge gibi konulacak. Herkes dünyada yaptıklarını önünde bulacak. Herkes yaptıklarının hesabını verecek. Zalimler insanlara yaşattıkları acıları yaşayacaklar…”

17-33. Ayet: Hz. Musa-Firavun Kıssası

Bu kıssa, Kur’an’da en çok öne çıkan kıssalardan biridir. Daha önce Müzzemmil (15-16), ‘lâ (18-19), Fecr (10-12), Necm (36), Kamer (41-45), A‘râf (103-171), Tâhâ (9-98), Şuarâ (10-67), Neml (7-14), Yunus (75-93), Hud (96-98), Saffat (114-122), Mümin (23-55) ve Zuhruf (46-56) sûrelerinde de detaylı şekilde anlatılmıştı. Burada ise kıssaya dair bazı temel noktalar üzerinde duracağız.

Kur’an’da Hz. Musa ile Firavun arasındaki mücadele, Peygamber Efendimiz ve Mekke müşrikleri arasındaki mücadele çok benzer. Birebir aynı olmasa da, kıssanın ana mesajı şudur:

Bu açıdan bakıldığında, Kur’an kıssalarının temel mesajları zaman, mekân ve şahıslar değişse de aynı kalır. Her dönemde farklı suretlerde ama aynı hakikatin tezahürü olarak karşımıza çıkar.

Buradan çıkarılabilecek önemli derslerden biri şudur: Arkasında Allah olanın karşısında hiçbir Firavun duramaz. Zulmeden zalimler, bugün değilse yarın hak ettiği sonu yaşarlar.

Buna yasa dersek, “Bu yasayı bugüne nasıl taşıyacağız?” sorusu akla geliyor.

Bu yasa, bizim duruşumuza bağlı olarak şekillenir. Bize düşen, Hz. Musa’nın Firavun karşısındaki duruşunu, Peygamber Efendimizin müşriklere karşı sergilediği iman, ihlas, fedakârlık ve stratejik akıl ile örülü tavrı günümüze taşımaktır. Biz üzerimize düşeni hakkıyla yerine getirdiğimizde, Allah (cc) dilerse, kendine düşeni yapacaktır.

Önemli olan, bizim vazifemizi hakkıyla yerine getirmemizdir.

Kur’an İnsan Sözü Olabilir mi? Hiyerogliflerin Şahitliği

Bu sûrenin 29. ayetinde Firavun Kızıldeniz’de boğulduktan sonra arkasından “Ne gök ağladı ne de yeryüzü” ifadesi geçiyor.

Bu ifade üzerinde kısa bir araştırma yaptığımızda şunu görüyoruz. Bu ifade farklı bir şekilde Firavunların çağında (M.Ö. 2400 civarı) yapılan piramitlerin duvarlarında yer alan hiyeroglif metinlerinde geçen şu ifadeye atıfta bulunuyor: “Firavun öldüğünde gök ağlar, yıldızlar titrer, tanrıların koruyucuları titrer ve hizmetkarları kaçar.”1249

Kur’an piramitlerin duvarında yazan bu yazıya atıfta bulunarak şöyle diyor: Sizler Firavunların ilah olduğuna inanıyor, onlar öldüğünde yer gök ağlar zannediyordunuz ama dediğiniz gibi olmadı.”

29. ayetin referansını bu şekilde tespit ettikten sonra Kur’an’ı (Haşa) “Muhammed uydurdu veya yazdı” diyenlerin şu soruya cevap vermesi gerekiyor. “Muhammed Kur’an’ı uydururken 7. asırda Mekke’de kendisi dahil hiç kimsenin bilmediği bir olayı kimden ve nasıl öğrendi?”

Özetlersek, Peygamberimizden yüzlerce yıl önce piramitlerin duvarına bir yazı yazılıyor. O yazı yine peygamberimizden yüzlerce yıl sonra bulunuyor ve çözülüyor. 7. asırda inen Kur’an ayetleri bu söze atıfta bulunuyor.

Soru şu: Bunun 7. asırda bir insan tarafından bulunması, bilinmesi, Kur’an ayetleri arasına yazılması aklen mantıken mümkün mü?

Bu konu üzerinde düşünüp, “mümkün değil” dediğimizde başlıktaki soruya “hayır” cevabı vermiş oluyoruz.

34-37. Ayet: “İpe Un Sermek”

Türkçemizde böyle bir deyim var. Bu deyim genelde birinin bir şeyi yapmak istememesi durumunda bahane üretmesini anlatmak için kullanılır.

Bu sûrede 9-16 arası ayetlerin tefsirini yaparken “İnsan Doğasının Fotoğrafı” başlığı altında değerlendirmeler yapmıştık.

Müşriklerin burada sergilediği tavır o fotoğrafla örtüşüyor. Başlarına gelen musibetlerden ders almıyorlar, geçmişte benzer tavrı sergileyenlerin sonları anlatıldığında üzerlerine alınmıyorlar.

Güçlerine güveniyorlar kendilerini başkalarından daha iyi, üstün ve değerli görüyorlar. Bir anlamda Allah’ın verdiği nimetlerle şımarıyor ve Ona karşı nankörlük ediyor, varlık gayelerini unutmuş olarak yaşıyorlar.

38. 39. Ayet: Varlık Gayesi

Bu ayetlerde “Dünyanın bir oyun ve eğlence için yaratılmadığı, yaratılan her şeyin bir amacının olduğu, dolayısıyla insanın da bir amacı olması gerektiğine işaret ediliyor.

Bu konu önceki sûrelerde geçmişti. Biz bu konuda Kıyamet sûresinin tefsirinde 36. ayette “Çocuğuna Harçlık Verip, Arkasından “Nereye Harcarsan Harca” Diyen Anne Var mıdır?”,Bir An İçin Kendinizi Başı Boş Bırakılmış Bir İnsan Olarak Hayal Edin. Ne Olurdu?” ve En’âm sûresinde 32. ayetin tefsirinde “Bir Şartla Dünya Hayatın Oyun ve Eğlencedir…” başlıkları altında değerlendirmeler yaptık. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

40-42. Ayet: Sonuç Eğitimine Geçiş

Bundan önceki ayetlerde Hz. Musa-Firavun kıssası üzerinden geçmişe dönük bir sonuç eğitimi verildi, onların yaptıkları tercihlerin sonuçları gösterildi. Buradaki ayetler üzerinden de “hüküm gününe” işaret edilerek geleceğe dönük bir sonuç eğitimine geçiş yapılıyor.

Bu geçişin ardından cehennemin ve cennetin dekorunu anlatan ayetlere geçilecek.

Bu geçiş yapılırken dolaylı bir şekilde Araplarda yaygın olan şefaate dikkat çekilirken şu mesaj veriliyor: “O gün kimsenin kimseye faydası olmayacak. ‘Dünyada fayda verir’ diye arkasından koştuklarınız, taptıklarınız, orada sizin için hiçbir şey yapamayacak. Çünkü orada herkes kendi derdine düşecek.”

Yine bu geçiş yapılırken 42. ayetin sonunda Azîz ve Rahîm isimleri geliyor.

Bu bağlamda Azîz isminin mesajlarından biri şu oluyor: Allah (cc) vaad ettiği her şeyi yapabilecek gücün sahibidir. O yüzden hüküm gününün geleceğini bilerek yaşayın.

Rahîm isminin mesajlarından biri de şu oluyor: Allah (cc) “hüküm günü” gelmeden, hakkında hüküm verilmeden önce, yanlıştan dönenler için tevbe kapısını açık tutuyor. “Gelin yol yakınken dönün.”

43-50. Ayet: Cehennemden Bir Manzara

Daha önce çok defa ifade ettik. Kur’an’daki cehennem ayetlerinin anlatılmasındaki amaç orayı anlatmak değildir. Orası üzerinden dünyaya mesaj vermek, sonu cehenneme çıkacak bir hayat yaşayanlara, yolun sonunu göstermek ve caydırmaktır.

Kur’an bunu yaparken öyle bir manzara paylaşıyor ki, bu manzarada hiçbir insanın yaşamak istemeyeceği sahneler var.

Bu manzara dünyaya şu mesajı veriyor: Allah’ın razı olmadığı bir hayatı yaşayanları; kendilerini büyük görenleri, ahiret hakkında şüphesi olan zalimleri bekleyen son budur. Bu sonu yaşamak istemiyorsanız, gelin yol yakınken dönün.

51-59. Ayet: Cennetten Bir Manzara

Bu konuyu da daha önce ifade ettik. Aynen cehennemde olduğu gibi cennetin de anlatılma sebebi oraya anlatmak değil. Cennet üzerinden orayı kazandıracak davranışlara teşviktir. Bunların başında ibadetler, güzel ahlak ve Allah’ın rızası gelir. Cennet bunları yapanlara ve kazananlara verilen ödüldür.

Bu ayetlerde “iri gözlü eşlerden” bahsediliyor. Biz bu konuda cennette hurilerden bahsedilen Vakıa sûresinde 22. 23. ayetlerinin tefsirinde “Atomu Görmekle, Cennette Huri Görmek Arasındaki İlişki”, “Cennetteki Hurilerin Dünya Kadınları Olma İhtimali Var mı?” başlıkları altında değerlendirmeler yaptık. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

65/45. CÂSİYE SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-37 ARASI AYETLERİN TEFSİRİ

1. Ayet: Biz bu konuda A’râf sûresinin 1. ayetinin tefsirinde “Hurûf-ı Mukatta Harfleri İçin Genel Değerlendirme” başlığı altında yaptığımız açıklamalara bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

2. Ayet: Aziz ve Hakim

“Kur’an’da sûreler başlarken, ilk ayetlerde en fazla öne çıkan isimler hangisidir?” diye sorulsa bu isimlerin başında Azîz ve Hakim isimleri geliyor. “Bunun hikmeti nedir?” sorusuna kısa cevaplar verelim;

Azîz ismi: Allah’ın bütün özelliklerinin toplamından ortaya çıkan üstünlüğü, büyüklüğü ve mutlak gücü anlatan bir isimdir.

Bu isim nerede geçiyorsa, oradan öne çıkan mesajlardan biri şudur: Bu Kur’an, bu sûreler, bu ayetler Allah’tan geliyor. Ne yazıyorsa doğrudur. Ne vaad ediliyorsa gerçekleşecektir.

Hakîm ismi: Allah’tan gelen bu kitabın bütün sûre ve ayetleri hikmetlidir. Nasıl Allah’ın yarattığı kainatta yaratılan ayetlerin makul bir açıklaması varsa, Allah’ın indirilen ayetleri için de makul açıklamalar vardır.

Bu isimler, geldikleri bütün sûrelerin başında bizim önümüze bir bakış açısı koyuyor. Oradan baktığımızda her şeyin makul bir açıklaması olduğunu bilmek bizi tefekküre teşvik ediyor.

3-6. Ayet: Yaratılan Her Şey Ayettir/Şahittir/Delildir

Burada 4 ayet var. Dördünde de yaratılan ayetlere işaret ediliyor.

Daha önce çok defa tekrar ettik, Kur’an atomdan güneşe kadar yaratılan her şeye “ayet” diyor. Her ayet lisan-ı haliyle “Beni Allah’tan başkası yaratamaz.” diyor. Bu yönüyle her bir ayet Allah’ın varlığına birliğine hem şahit hem de delil oluyor.

Özetlersek, “hiç kimse Allah hakkında deliller yetersizdi o yüzden inanmadım.” diyemez.

7-11. Ayet: Kafir Kimdir?

Bu ayetler vesilesiyle burada bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz.

Soru şu: Kur’an’ın indiği 7. asırda 7-11 ayetleri o gün dünyada yaşayan kaç insan işitti ve onların kaçı inkar etti?

Kur’an, kafir sıfatını hakikate ait deliller kendisine anlatıldıktan sonra inkar edenler için kullanıyor.

O günün dünyasında duymayan milyonlarca insan vardı. Onlar Kur’an ölçülerinde kafir değil, gayr-i müslim (Müslümanların dışında kalan) kişilerdi.

Buna neden dikkat çektik, genelde bu ayrıntıyı bilmeyenler, Kur’an’da geçen her kafir sıfatının, Müslümanların dışında kalan herkes için kullanıldığını zannediyor.

Kur’an bu ifadeleri bu ayetlerde olduğu gibi davetini, duyurulması gereken standartlarda duyan sonra inkar eden kişiler için kullanıyor.

Bu konuda geniş açıklamalar için “Müslümanlar cehenneme girecekler mi?”, Müslümanların dışındaki bütün insanlar cehenneme girecekler mi?”, “Müslümanların dışındaki bütün insanlar kâfir mi?” başlıkları altında Tefsir Usûlümüzde (10) İnkar/Küfür ve (24) Cennet-Cehennem Yasasında yaptığımız açıklamalara bkz.

12. 13. Ayet: Tekrar Tevhid Delilleri

Kur’an sözü bir kere daha tevhid delillerine getiriyor. Ama bu delilleri anlatırken iki ayette de “musahhar etti, hizmetinize sundu” anlamında “sahhara” fiilini kullanıyor.

Biz bu fiilin önemi hakkında Sad sûresinde 17-29 arası ayetlerin tefsirinde “SAHHARNA: Hizmetine Verdik, Boyun Eğdirdik” başlığı altında önemli değerlendirmeler yaptık. İçinde “sahhara” fiili geçen ayetlerin daha iyi anlaşılması adına oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

14. 15. Ayet: “Zor Ama Bağışlayın”

Mekke’nin zor şartlarında müminlerden, yaşadıkları zorluklara rağmen zaman zaman muhataplarını affetmeleri ve bağışlamaları istendi. Daha önce bu konuda benzer ayetler karşımıza çıkmıştı. A’râf sûresi’nin 199. ayetinin tefsirinde “Hedefe Giderken Çok Önemli Bir Adım”, Fussilet sûresi’nin 34. ayetinin tefsirinde “Davette Yöntem” ve Şura sûresi’nin 40. ayetinin tefsirinde “Sekizinci Nokta: Affetmek” başlıkları altında değerlendirmeler yapmıştık.

Bunlara ek olarak şunları söyleyebiliriz: Kur’an, gelecekte medeniyet kuracak medeni bir toplum inşa ediyor. Bu nedenle müminleri, yaşadıkları zorluklar karşısında hesaplaşma, kin gütme ve intikam alma gibi duygulardan olabildiğince uzak tutuyor.

Bağışlama ve affetme, burada stratejik bir yöntem olarak öne çıkıyor. Çünkü Mekke’de gerilimin tırmanması Müslümanların işini daha da zorlaştıracak, davetin yayılmasını engelleyecek ve o gün için ulaşılabilecek müşrikleri uzaklaştıracaktı.

Kur’an, Müminleri, öfkelerini yutup affetmeye yönlendirerek hem iç huzurlarını koruyor hem de affetmeyi de bir davet yöntemi olarak kullanmayı teşvik ediyor.

Ayetler de şu mesajlar da var: Hesap sorma işini Allah’a bırakın. O hak edene hak ettiğini yaşatacaktır. Siz iyilik yapmaya, iyi olmaya, her durumda iyi kalmaya devam edin. Kötüyle uğraşırken kötülük yapmaktan, kötüye benzemekten de sakının.”

16. 17. Ayet: İsrailoğulları Tarihinden Bir Küçük Hatırlatma

Kur’an’ın ilk ayetlerinin indiği günden 10. yıla kadar en çok anlatılan kıssa, Hz. Musa ve Firavun kıssasıydı. Ona bağlı olarak İsrailoğullarının tarihi de sıkça gündeme gelmişti. O tarihi dinleyen herkes şu gerçeği anlamıştı: “Aynı yoldan gidenler, benzer sonuçlar yaşar.”

Kur’an, müminlerin bu hakikati bildiğini dikkate alarak, burada iki ayetle İsrailoğulları tarihini özetliyor. Ve bu özet üzerinden iki büyük mesaj veriyor:

Özetlersek, geçmişin geçtiğini sanmayın. Geçmişin doğrularından ders alırsanız, o doğruları tekrar edersiniz. Geçmişin yanlışlarından ders almazsanız, o yanlışlara siz de düşersiniz.

18. Ayet: “Şeriat ile Görevlendirdik”

İniş sırasından yaptığımız tefsir çalışmasında “şeriat” kavramına ilk olarak Şura sûresinin 13. ayetinde görmüştük. Orada “Şeriat Kelimesi İlk Kez Burada Geçiyor”, “Şeriat Nedir?”, “Şeriat Zamana, Zemine Göre Değişir mi?”, “Her Peygamberin Şeriatı Aynı mı?” başlıkları altında konuyu geniş olarak işledik. Ayrıca aynı sûrede 21. ayette de şeriat konusuna değindik.

Burada onların devamı olarak şu kısa ilaveyi yapabiliriz.

Bu ayeti 16. ve 17. ayetlerin devam olarak okuduğumuzda ayet şöyle diyor: “Bütün peygamberlere verilen dinin/şeriatın özü aynıdır. Bu özde tevhit vardır. Her peygamberin dini tevhit dinidir. Bu din İsrailoğularına da verildi. Onlar zaman içinde dinlerini tanınmaz hâle getirdi. Onların yaşadıklarından ders alın. Bu konuda nasıl emrolunduysanız öyle yaşayın. Kimsenin keyfine, hevasına uymayın.”

19. Ayet: “Kararlı Duruşunu Değiştirme”

18. ayet “keyiflerine uyma” uyarısı ile bitmişti. Bundan anlıyoruz Peygamber Efendimiz (sav) üzerindeki baskılar her geçen gün artıyor. Ona gelen dini/şeriatı pazarlık konusu yapması isteniyor. Müşrikler şu mesajı veriyorlar: “Sen değişirsen, biz de değişiriz, sen putlarımıza karşı tavrını yumuşatırsan biz de sana karşı yumuşarız.”

Bu mesajı daha ilk yıllarda inen Kalem sûresinin 9. ayetinde vermişlerdi. Biz konuyu orada “Müslüman Değeri Olan, Fiyatı Olmayan İnsandır” başlığı altında değerlendirmiştik. Müşrikler bu mesajı farklı şekillerde sürekli gündemde tuttular.

Bu bağlamda 19. ayet net olarak şu mesajı veriyor: “Sana gelen dinden zerre kadar taviz verme. Allah’ın dostluğunu başka hiç kimsenin dostluğuna tercih etme.”

20. Ayet: Bu ayet 19. ayetin mesajını destekler mahiyette geliyor. Sana gelen Kur’an ve o Kur’an’la gelen din, ona tabi olanlara basiret ve feraset kazandıran bir kitaptır. O sizin için hem hidayet rehberi hem de rahmettir.

21. Ayet: “Eşit Değil”

Bu ayet net bir şekilde şu mesajı veriyor: Herkes tarafını seçsin, safını netleştirsin, kötülük yapanlarla iman edip salih amel işleyenler eşit olmayacak. Aksini düşünenler büyük bir yanılgı içindeler.

22. Ayet: İnsanın Gayesiz Olması İmkansızdır

Bu konuda benzer bir ayet Duhan sûresinde 39. ayette geçmişti. Oraya bakılabilir.

Burada ilaveten şunu ifade edelim. “Bu kainatta gayesiz yaratılan hiçbir varlık yoktur. Ne varsa mutlaka gayesiyle vardır. Her şeyin gayesi varken, donanım olarak yaratılan her şeyden üstün olan insanın gayesiz olması imkansızdır.”

Burada ayet 21. ayetin sonuna atıfta bulunarak şu mesajı veriyor: İnsanın gayesiz olduğunu düşünenler veya ona vahyin rehberliğinden ayrılarak gaye arayanlar ne kötü hükmediyorlar.”

23. Ayet: Ayetin Muhatabı Kim?

Bu ayetin tarihi arka planında bir isim göremiyoruz. Görsek de çok bir şey değişmeyecekti. Çünkü Kur’an’ın gündeminde geçici şahıslardan çok kalıcı olan sıfatlar var. Kur’an, şahıslardan çok sıfatlar, tavırlar, davranışlar ve eylemler üzerinden tepkisini ortaya koyuyor.

Bu ayette de bunun bir örneğini görüyoruz.

Cevap: Kalbi mühürlenir.

Kalbin mühürlenmesi daha önce geçmişti,1250 o konuda yaptığımız açıklamalara bakılabilir. Ancak burada önemli bir vurgu var: İnsan neyin peşinden giderse, sonunda ona dönüşür. Hevâsına kul olan, hakkı göremez hale gelir.
Allah’ın yasalarını değil, kendi arzusunu ölçü edinir. Böyle olunca kulak mühürlenmiş, göz perdelenmiş, kalp kapanmıştır.

Ve şimdi soru, bu ayeti işiten herkese yöneliyor: Hâlâ ibret almayacak mısınız?

24. 25. Ayet: Bir İdeoloji Olarak Dehriliğin Günümüzdeki Karşılığı

Mekke’de müşriklerin büyük bir bölümü Allah’a iman ediyor ama Ona şirk koşuyorlar. Bunların içinde Allah ile birlikte ahirete inanlar da vardı ama Allah’a inananlar kadar değildi.

Bunun yanında, bir alt grup olarak Dehriler vardı. Bunlar, “Bizi ancak zaman helâk eder” diyerek varoluşu sadece zamana ve doğal süreçlere bağlıyorlardı. Onlar için hayat, doğum ve ölümden ibaretti; insan öldüğünde her şey sona erecekti. Bu düşünce, beşer zihninin ürettiği bir ideoloji olarak günümüzde materyalizm ve ateizme oldukça benzemektedir.

Bu ayetleri 22. ayetle bağlantılı okuduğumuzda, Kur’an’ın her şeyin bir gayeyle yaratıldığını vurguladığını görüyoruz. Ancak varlık gayesinden uzaklaşan insanlar tarih boyunca benzer düşünceleri savunmuştur. Dün Dehrilik, bugün farklı isimler taşıyan ideolojiler...

Ama özünde hepsi aynı: Ahireti inkâr etmek, insanı ve evreni sadece maddeye indirgemek, hayatı dünyevileştirip gayesizleştirmek, fıtrata aykırı bir yol benimsemek. Kur’an bu ayetler üzerinden bize ayna tutuyor ve diyor ki: Bu ve benzeri görüşlerden uzak durun.

26. 27. Ayet: “Allah’ın Yasalarını Değiştiremezsiniz”

Bu ayetlerde “dehriye” görüşünü seslendirenler üzerinden bütün zamanlara dolaylı olarak şu deniyor: “Göklerin ve yerin yasalarını Allah koyuyor, ölmenin doğmanın büyümen yaşlanmanın yasalarını da Allah koyuyor. Atomdan güneşe milyonlarca varlık Onun yasalarına uyuyor. İnkar edenlerin inkarı bu gerçeği değiştiremiyor. Bu gerçek değişmediği gibi kıyamet gerçeği de değişmeyecek. Bu ayetlerden ders almayanlar, kıyamet sonrası hüsrana uğrayacaklar.”

32. Ayet: Dehriler Konuşuyor

Ayetteki ifadeler o günkü dehrilerin ifadesi. Benzer sözler bugün materyalistlerden de geliyor.

33. Ayet: O gün dehriler, bugün materyalist ve benzeri akımların dedikleri gerçeği değiştiremedi ve değiştiremeyecek. Yaptıkları her şeyin hesabını verecekleri gün gelecek. Cehennemin azabı onları her yandan kuşatacak.

34. Ayet: Unutan Unutulur

Burada Kur’an’da Allah’a isnat edilen mecazlardan birini daha görüyoruz. Gerçekte unutmak insani bir özelliktir. Allah için düşünülemez. Ama vahiy üzerinden Allah (cc) beşer seviyesinden konuşunca onların anlayabileceği bir dil kullanıyor: “Unutan unutulur.”

Bu konuyu A’râf sûresinde 51. ayetin tefsirinde “Allah Unutur mu?” başlığı altında anlatmıştık. Oraya da bakılabilir.

35. Ayet: Gerekçeli Karar

“Bu ayet insanlar neden cehenneme giriyor?” sorusuna verilecek cevaplardan birini veriyor.

36. 37. Ayet: Yolun Sonu Cehennem Olmasın İstiyorsan…

Bu ayetler başlıktaki mesajı veriyor: Ahirette ateşe girenlerden ve orada özrü kabul edilmeyenlerden olmak istemiyorsanız, dünyada şu gerçeğe iman etmeniz gerekiyor: “Hamd göklerin Rabbi, yerin Rabbi ve bütün âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur./Göklerde ve yerde azamet yalnız O’nundur”

Azîz ve Hakîm ile Başladı Onlarla Bitti

Surenin başında bu iki isim geçmişti ve orada bir açıklama yapmıştık. Sûre başladığı iki isimle, bitiyor. Oradaki mesaj burada bir kere tekrar ediliyor.

66/46. AHKÂF SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-35 ARASI AYETLERİN TEFSİRİ

1. Ayet: Biz bu konuda A’râf sûresinin 1. ayetinin tefsirinde “Hurûf-ı Mukatta Harfleri İçin Genel Değerlendirme” başlığı altında yaptığımız açıklamalara bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

2. Ayet: Azîz ve Hakîm Esmasının İşareti

Bu sûre de Aziz ve Hakim esmasıyla başlıyor. Daha önce bu şekilde başlayan sûrelerde bu konuda açıklama yapmıştık. Burada kısa bir ilave yapalım.

Azîz ismi Allah’ın kuluna Kur’an, din, iman, İslam üzerinden izzet/değer kazandırmasına işaret ederken, Hakîm ismi Allah’ın kulunu hikmet ehli yapmasına, yani muhakemesini güçlü, tefekkürünü derin ve zengin, açıklamalarını makul, tebliğini mantıklı ve mukni (ikna edici) yapmasına işaret eder.

3. Ayet: Bu Niye Var?

Kur’an’da sık geçen ayetlerden biri de bu ayet. Kur’an farklı vesilelerle “Her şeyin bir amacı var.” diyor.

Bu kainatta bilim şu soruyu soruyor: “Bu niye var?” Yani “Bu niçin yaratıldı, bunun yaratılışındaki hikmet nedir?”

Bu soruya şu ana kadar iki cevap veriliyor:

  1. Biliniyorsa: "Bu şunun için yaratılmıştır."

  2. Bilinmiyorsa: "Bunun niçin yaratıldığını şu an için bilmiyoruz."

Bilim şu üçüncü cevabı vermiyor: “Araştırdık ve anladık ki ‘Bu boş yere yaratılmış.’”

Yani yaratılan her şeyin bir gayesi var.

Bilim de zaten bunun için var. Varlığın gayesi olmasaydı, yaratılan her şey gayesiz olsaydı bilim yapmanın da anlamı olmayacaktı.

Bu ayette önceki ayetlerden farklı olarak gayenin yanına şu da ilave ediliyor: Yaratılan her şeyin belli bir süresi var. Kur’an buna ecel diyor. Yani yaratılan her şey fani.

Bu şekilde yaşamaya bir ideoloji dersek, Kur’an bir önceki sûre olan Casiye sûresi 24. ayette dehriye denilen bu ideolojinin görüşünü şöyle ifade etti: “Dediler ki: ‘Dünya hayatımızdan başka hayat yoktur. (Tesadüfen geldiğimiz şu dünyada) Ölürüz ve yaşarız. Bizi yok edecek şey; zamanın akıp gitmesinden (ömrün bitmesinden) başka bir şey değildir.”

Tabii burada şunu da ifade edelim: Burada kastedilen sadece bir ideoloji değil, Kur’an’ın tarif ettiği ve rehberlik yaptığı varlık gayesinin dışındaki bütün yollar, inkarda ısrar edenlerin yollarına benziyor.

4. 5. Ayet: Medeni İnsan İddiasını İspat Eder

Bu ayetleri 21. asra getirirsek, ayetler yaratılışı Allah’tan başkasına veren insanlara şunu diyor: “Allah’tan başka şu yarattı, bu yarattı dediğiniz ne varsa, Allah’ın yarattıklarından birine baksın ve onun aynısı yoktan yaratsın.”

Aslında bu bir meydan okumadır. Bu meydan okuma karşısında şu ana kadar şunu diyen olmadı: “Biz Allah’ın yarattığı söylenen şeylerin çok basit olduğunu ispat ettik. Onların her birinin benzerini yoktan yarattık.”

Kur’an’ın bu meydan okumasından bugüne; 15 asra yakın bir zaman geçti. Şu ana kadar biri çıkıp da “Benim inandığım bir yaratıcı var. O yoktan şunu yarattı.” diyemedi.

Evet, insan 15 asırda ilimde teknolojide çok gelişti ama bugüne kadar ne yaptıysa Allah’ın verdiği sermaye ile yaptı. Allah’ın verdiği aklı bir kenara koyarak yaptığı ve kıyamete kadar da yapacağı hiçbir şey yok.

6. Ayet: Sonuç Eğitimi: Mahşerden Bir Sahne

Bu ayette Kur’an’daki sonuç eğitiminden kısa bir örnek görüyoruz. Bu örnek üzerinden verilen mesaj şu: “Dünyada sözde ilah, tanrı, yaratıcı dediğiniz; Allah’ın yerine veya yanına koyduğunuz ne varsa onlar sizin aleyhinizde tanık olacaklar.”

7. 8. Ayet: Bahaneler

Bu ayetlerde müşriklerin en sık gündeme getirdikleri iki bahaneye dikkat çekiliyor.

Bu iki bahaneden birincisi, Kur’an için “büyü veya sihir” demeleri. Aslında burada gizli, örtülü bir şekilde bir itiraf var. Olana “gerçek” diyemiyorlar, “sıradan” da diyemiyorlar, “sihir veya büyü” diyorlar ama tanıdıkları o kadar sihirbaz var Kur’an “Çağırın onları bu sûrelerin benzerini getirsin” diye meydan okuduğunda da ortaya bir şey koyamıyorlar. Adeta “Diyecek bir şey bulamadığımız için böyle diyoruz.” diyorlar bu da gizli bir itiraf oluyor.

İkinci bahane de “uydurdu” iddiası. Biz bunun üzerinde çok durduk: Bu tefsir çalışmasında, bu sûreye kadar 92 yerde ya başlık olarak ya da metin içinde bu konuya dikkat çektik. Onları temsilen dipnotta1251işaret ettiğimiz yerlere bakılabilir.

9. Ayet: “Ben Olağanüstü Biri Değilim”

Bir insan, dünyada çok az sayıda insana nasip olacak bir şeye mazhar olacak, Allah’tan 2-3 güne bir vahiy alacak, yani “Bütün kainatı yaratan Allah beni muhatap aldı, benimle konuştu.” diyecek. Sonra da mütevazi olup, bir ömür mütevazi kalıp “Ben bana ve size ne yapılacağını bilmem” diyecek. Yani “Ben sizden biriyim, gelecekle ilgili Allah bana bildirmedikçe ben bir şey bilmiyorum. Bildiğim, sizin bildiğiniz kadar.” diyecek.

Burada bir örnek verelim; bugün dünyada bir insan olsa, dünyadaki bütün önemli lider ve yöneticilerden kim varsa onlarla görüşse ve sonra da “Benim başkalarından bir farkım yok” dese... Bu gerçekten zor.

Peygamber Efendimiz (sav), bırakın önemli insanları, önemli veya önemsiz her şeyi, herkesi yaratan kainatın sahibi ile görüşecek, sonra “Ben de sizin gibi bir beşerim, (Fussilet sûresi 6) benim sizden bir üstünlüğüm yok” diyecek.

Böyle demesi, "Hz. Muhammed’i (sav) büyük yapan nedir?" sorusuna da cevap veriyor: Onu büyük yapan, Allah katında çok önemli, çok değerli bir insan olmasına rağmen, gurura, kibre kapılmaması, tevazuyu doğal/fıtri bir elbise olarak hayat boyu sırtında taşımasıdır.

10. Ayet: “Şahidim Tüm Peygamberler”

9. ayet, bu ayete zemin hazırlamıştı. Orada Peygamber Efendimiz (sav), “Ben peygamberlerin ilki değilim” derken aslında dolaylı olarak şunu da söyledi: “Ben yeni, köksüz biri değilim. Ben asırlardır devam eden peygamberler zincirinin son halkasıyım. Onların getirdiği mesajla, benim mesajım özü itibarıyla aynıdır. Bu nedenle benden önceki her peygamber, benim peygamberliğimin şahididir.”

Bu konuda Tevrat’a bakın, Tevrat’ın verildiği peygamber Hz. Musa’ya (as) bakın. Tevrat’ta, Peygamber Efendimiz’in (sav.) peygamberliğine şahitlik eden ayetler var. Bunlardan en dikkat çeken iki ayet şöyledir:

İslam alimleri, 18. ayette geçen “kardeşlerinden” ifadesinin, İsrailoğullarının kardeşleri olan İsmailoğullarını (Peygamber Efendimizin soyundan geldiği kavmi) kastettiğini söylemişlerdir.

Biz bu tefsir çalışmasında, hemen hemen her peygamber kıssasını vesile yaparak, Kitab-ı Mukaddes’in (Tevrat, İncil, Zebur) şahitliğine dikkat çektik. Çünkü Kur’an, önceki kitapları tasdik eder ve onların mesajını tamamlar. Bu, Kur’an’ın evrenselliğini ve tüm insanlığa hitap ettiğini gösterir.

11. Ayet: “Değerli Olsa Bize Gelirdi…”

Bu ayette müşriklerin ifadeleri çok büyük bir kibrin göstergesi. Demek istedikleri şu: Bu Kur’an gerçekten iyi, üstün, değerli, özel bir şey olsaydı bu dava bizimle temsil edilirdi. Tam tersi olduğu ve içindekiler masal olduğu için Mekke’deki fakir, fukara, köle ayak takımı kimselerle temsil ediliyor.”

Bu ifadeler ayrıca bir ön yargı ifadesi. 7. asırda müşrikler iki gruptu,

Oradan bugün gelirsek 21. asır da manzara çok farklı değil. Bugün Kur’an’a uzak duran insanların büyük bir çoğunluğu, onu baştan sona okudukları, akıllarına takılan sorulara uzmanlardan cevap alamadıkları için uzak durmuyorlar; genelde bir önyargının, yüzeysel bakmanın, kulaktan dolma bilgilere sahip olmanın sonunda uzak duruyorlar.

Bu uzak durmada günümüzde “İslam ülkesi” olarak anılan ülkelerin birçok alanda geri kalmış olmaları, güven endekslerinde sonda, suç endekslerinde üste yer almaları da önemli bir sebep.

Bazı insanlar bu manzaraya bakıyor, bu manzara “Bu insanlarla temsil edilen din iyi bir şey değil” ön yargısını besliyor.

Biz bu konuda Neml sûresinde 43. 44. ayetlerin tefsirinde “Allah’ın Yasalarının Çıktısı Nedir?”, “İslam Dininin Çıktısı Nedir?”, “İslam Dininin Çıktısı Olarak Hz. Davud ve Süleyman Kıssası”, “İslam Dininin Çıktısı Çad, Nijer, Mali, Somali… Olabilir mi?” başlıkları altında geniş değerlendirmeler yaptık. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

12. Ayet: Bu ayette 10. ayette Tevrat’ın ve Hz. Musa’nın (as) şahitliğine bir atıf var. O atıfa ilaveten burada şu deniyor: “Allah (cc) hiçbir toplum ‘anlayamadık şeklinde bir bahane getirmesin’ diye vahyi onlara anlayacağı dilden gönderdi. Size de Arapça gönderdi.”

13. 14. Ayet: Bu konu Fussilet sûresinde geçmişti. Orada 30-32 ayetlerin tefsirinde “Rabbimiz Allah Demek Kolay mı?” başlığı altında değerlendirmeler yaptık. Oraya bakılabilir.

15. 16. Ayet: Prof’ta, Generalde, CEO’da Olgunluk Yaşı

Bu ayet, farklı konulara işaret eden ve o yüzden zengin bir içeriğe sahip olan ayetlerden.

Bu ayette geçen, annenin çocuğunu ana rahminde taşıması ve sütten kesilmesinin 30 ay sürmesi hakkında daha önce benzer konunun geçtiği Lokman sûresinde bir değerlendirme yaptık. Orada 14. ayette “Kur’an’ın Amacı Sütten Kesilme Süresini mi Vermek? Yoksa…” başlığı altında yaptığımız açıklamalara bakılmasını tavsiye ederek başlıktaki konuyla devam edelim.

Kur’an’da olgunluk çağının 40 yaş olduğuna işaret eden ayet bir tek bu sûrede geçiyor.

Kur’an’ın işaret ettiği bu konu, evrensel bir kabule karşılık geliyor. Bu konuda günümüzde devlet ve şirket yönetiminde görev alan liderlere ve CEO’lara, onun yanında pilotluk ve büyük gemi kaptanlığı gibi mesleklere baktığımızda özellikle askerlikte generallerin yaşına odaklandığımızda 40 yaşı bir “eşik” bir başlangıç noktası olarak görüyoruz. Elbette bu konuda istisnalar var ama genel kabul 40 yaş etrafında şekilleniyor.

Bir Kariyer Planlaması ve Hedef Olarak 40 Yaş

Biz genelde eğitimcilere; öğretmenlerimize bir tavsiye de bulunuyoruz. Daha ilk okulda çocuklara hayal kurdurun. Önlerine hedefler koyun, kariyer planlaması yapmayı gündemlerine sokun. Bunun için de şöyle bir soru sorun: “20 yaşında, 30 yaşında, 40 yaşında kendini nasıl görmek, insanların seni nasıl tarif etmesini istersin?”

Bu çok önemli bir soru. Çocuk o yaşlarda bu soruya çocukça bakabilir, ciddi cevaplar veremeyebilir ama bu soru belli yaşlarda tekrarlanarak sorulmalı, ciddi cevaplar vermeleri konusunda rehberlik yapılmalı.

Bu soruların erkenden sorulması ve çocuğun bu konular üzerinde düşünmesinin sağlanması limandan ayrılan bir geminin pusula ile belli bir rota takip etmesine benziyor.

Bu soruların sorulmaması; kariyer ve hedef gibi şeylerin erken yaşta gündeme alınmaması limandan ayrılan geminin pusula kullanmamasına benziyor.

Pusula kullanılmadığında birçok fırsatlar kaçmış olabiliyor.

40 yaşın önemine bu şekilde değindik şimdi şu soruyla farklı bir noktaya bakalım.

Bu Dua Neden 40 Yaşında Yapılıyor?

Bu ayette 40 yaşında olgunluk çağında yapılan güzel bir dua var. Aslında bu duadan hiç kimse şunu anlamıyor: “Bu yaşa kadar anne-baba hakkında dua yapılmasın, bu yaşta yapılsın.”

Bilinçli eğitimciler, anne-babalar çocuğu olabildiği kadar erken yaşlarda anne-baba için duaya teşvik etmeli. Çocuk olabildiği kadar erken yaşlarda onların değerini, önemini öğrenmeli. Onların değerini öğrenen çocuk her yaşta, her vesile ile onlar için dua etmeli.

Olması gereken bu. Bu durumda soru şu: Ayet neden 40 yaş ile duayı yan yana getiriyor?

Bu sorunun farklı cevapları olabilir. Bizim cevabımız şu: Yukarıda da meslekler üzerinden işaret ettik, 40 yaş bir eşik, bir zirve, bir sürecin sonu, başka süreçlerin başı.

Bu durumu bir örnekle anlatalım. Varsayım bir portakal çekirdeği intak sanatı ile konuşuyor: Çekirdek toprağa ekildiği günden olgun bir meyve olduğu güne kadar süreç içinde her vesile ile çiftçiye dua ediyor. Ama olgunlaştığında artık kamil bir meyve olduğunda, duası kemal noktada, zirvede yapılan bir dua oluyor. “Benim bu günlere gelmeme vesile olan, bu günleri görmemde en büyük desteği olan. Bundan sonra insanlığa, ekosisteme yapacağım hizmetlerde en büyük emeği olan çiftçime çok teşekkür ediyor, ona hayırlı ömürler diliyorum….”

Örneğin hakikatine gelirsek, aile denilen bahçede anne-baba denilen bahçıvanların ektikleri tohum meyve olduktan sonra kendisi de meyve vermeye başlarken dua ediyor.

Özetlersek, dediğimiz gibi bu dua farklı değerlendirmelere açık ama biz bu duada mesajın bu noktada yoğunlaştığını düşünüyoruz.

Anne-Babanın Önemi

Lokman sûresinin 14. Ayeti ile bu sûrenin 15. Ayeti benzer bir ifade ile başlıyor: “Biz insanaana-babasınaiyi davranmasını emrettik (Lokman 14)” Bu konuda çok önemli bir ayet de İsra sûresi 23. Ayette gelecek.

Biz çok önemli olan bu konu için Lokman sûresinde 14. Ayetin tefsirinde “Anne-Babaya İyi Davranma Konusu ve Bu Ayetin Farkı”, “Allah Neden Anne-Babaya İyiliği Emretmiyor da Tavsiye Ediyor?”, “Allah (cc) Neden Anne Babaya İyilik Yapmayı Emretti” başlıkları altında geniş değerlendirmeler yaptık. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ederken burada kısa bir değerlendirme yapalım.

Hem bu ayetlerin indiği 7. asırda hem de bütün asırlarda aile, hayatın içinde en önemli değerlerden biridir. Bunun yanında İslam dininin inşa edeceği toplum modelinde aile o modelin mikro ölçekte temeli ve atölyesidir.

O yüzden Kur’an aileye çok önem verir. Ailenin zarar görmesine sebep olacak her şeye (zina ve zinaya götüren sebeplere) karşı baştan bir tavır alır.

Bu ayeti de o önem bağlamında değerlendiriyoruz.

16. ayet, 15. ayette hayırlı evlat olan ve anne-babası için böyle güzel dua eden bütün gençleri, olgun insanları cennetle müjdeliyor. Bu değerini bilenler için gerçekten çok büyük bir müjde.

Peki bu müjde neden burada öne çıkıyor? 17. ayette bunun cevabını görüyoruz.

17. Ayet: Anne-Babaya “Öf” Demek Allah’a “Öf” Demek Olabilir mi?

Bu ayette geçen ve bizim “öf” manası verdiğimiz “uffin” kelimesi Kur’an 3 defa geçiyor. Bunlardan ikisi (burada ve İsra sûresi 23. ayette) anne-babaya karşı kullanılıyor.

Bu ayetlerde, anne-babaya Allah’ın emirlerini çocuklarına duyuran elçi olarak baktığımızda “Elçiye üf demek, gönderene üf demek anlamına geliyor.”

Daha önce yaptığımız değerlendirmelerde şunu demiştik, bilinçli her Müslüman, bilinçli her anne-baba elçinin elçisidir.1252

Bu şu demek: Peygamber Efendimiz (sav) Allah’ın elçisidir. Eğer bugün hayatta olsaydı veya biz onun çağında olsaydık bize şunu diyecekti, benden duyduğunuz her ayeti; Allah’ın her emrini önce siz yaşayın, sonra güzel örnek olarak evde çocuklara, çevrenizde akraba ve komşularınıza duyurun.

Bu ayette anne-baba çocuklara ahireti anlatıyor, dirilişi anlatıyor, dünyada verilen her nimetin hesabının verileceğini bahsediyor. Çocuk “üf” diyor.

İşte bu “üf” anne-babaya karşı değil, Allah’a karşı oluyor.

Bu ayet için yaptığımız yorum, bazılarına sert gelse bile, işin özünün bu olduğunu düşünüyoruz. Ama tabi ki bu bize ait bir yorum. “Kesin böyledir” demiyoruz, “böyle de anlaşılabilir” diyoruz.

Burada şu iki noktaya dikkat çekmekte fayda var;

Birinci Nokta: Anne-babaya “öf” demenin Allah’a “öf” demek anlamına gelmesi için, çocuğa tebliğ edilen hususun açık bir şekilde Allah’ın emri olması gerekiyor. Allah’ın razı olmadığı konularda anne-babaya itaat gerekmiyor.

İkinci Nokta: Çocuğa kullanılacak dil, sevgi, ilgi, bilgi ve ikna dili olacak. Bu dili kullanmak bilgi, beceri ve emek ister. İslam dinine, Allah’ın emirlerine, çocuğunun iyi bir insan ve Müslüman olmasına önem veren her anne-babanın bu emeği harcaması gerekir.

Bu emek harcandığında “üf” diyen çocuklar azalacak. “Allah razı olsun” diyenler çoğalacak.

18-20. Ayet: Sonuç Eğitimi

17. ayette ahireti inkar eden, ona eskilerin masalları diyen bir kişiden bahsedildi. 18. ayette bu kişiden yola çıkılarak, ahireti inkar eden ins-cin herkesi içine alacak şekilde genel bir ifade kullanılıyor.

19. ayette “herkes yaptığının karşılığını görecek” deniyor. 20. ayet 19. ayetin mesajını daha da güçlendiriyor.

Ama şunu bir kere daha ifade edelim, Kur’an’daki bütün ahiret; cehennem anlatıları, dünyaya “gelin yol yakınken dönün” mesajı veriyor.

Bu ayetlerde de bunu görüyoruz.

21-28. Ayet: Hud Kavmi

Hud kavmi hakkında Kamer (18-22), A’râf (65-72), Şu’arâ (123-140), Hud (50-60) ve Fussilet sûrelerinde parantez içinde numaralarını verdiğimiz ayetlerde yaptığımız değerlendirmelere bakılmasını tavsiye ediyoruz.

Burada kısa bir değerlendirme yapacağız.

Bu kıssalar farklı zaman ve zeminde farklı peygamberlerden bahsetse de her kıssa adeta bütün peygamberlerin hayatlarını özetliyor.

21. ayette bunu görüyoruz. Hz. Hud’un yaptığını her peygamber yaptı.

22. ayete de aynı açıdan baktığımızda Hz. Hud’a kavmi tarafından verilen tepki, genelde her kavmin içinden bazı insanlar tarafından verildi.

23. ayette geçen “cahil” ifadesi, Türkçemizde kullandığımız cahil anlamında kullanılmıyor, burada doğruyu bildiği halde yapmayan kişiler anlamında kullanılıyor. Aynen sigarının üzerinde zararlıdır yazısını okuduğu, doğruluğunu bildiği halde içen insan gibi.

24. ayette nimetin musibete dönüşmesini görüyoruz. Daha önceki açıklamalarımızda “Nimetin Dozu Artınca Helak Oluyor” başlığı altında bu konuyu Kamer sûresinin 19. 20. ayetlerinde anlatmıştık.

Bu tür ayetler Kur’an’daki şu tür ayetleri de tefsir ediyor: “Onları bilmedikleri bir yerden adım adım azaba yaklaştıracağız. (Kalem sûresi 44)”

Yağmurun müjdecisi olarak gördükleri o bulutun arkasından gelecek musibeti ve felaketi bilmiyorlardı. Felaket onlara hiç ummadıkları bir zamanda, hiç ummadıkları bir yerden geldi.

25. ayette helak yasasının nasıl işlediğini görüyoruz. Bu konuyu Tefsir usulümüzde (14) Helak Yasası başlığı altına geniş olarak değerlendirmiştik.

26. ayette Kur’an’ın hem geçmişte hem de geleceğe (kıyamet ve sonrasına) dönük hadiseleri niçin anlattığını görüyoruz. Kur’an’ın o hadiseleri anlatırken amacı o hadisler hakkında bilgi vermenin yanında, o hadiseler üzerinden muhataplarına mesaj vermek. Bu ayette de bunu görüyoruz. Söz bu ayetlerin ilk muhatabı olan müşriklere geliyor.

Bu yöntem bize şunu diyor: Yaşadığınız asırda, bulunduğunuz yerde bu ayetlerin muhatabı sizsiniz. O yüzden her ayeti kendinize hitap ediyor gibi okuyun.

Burada ilk muhataplara verilen mesaj şu: “Geçmiştekiler sizden daha güçlüydü ama onların gücü Allah’ın yasalarının işleyişini durduramadı.”

Günümüze verilen mesajlardan biri de şu: “Geçmiş kavimlerden ne kadar güçlü olursanız olun, Allah’ın yasalarındaki işleyişi durduramayacaksınız. Bir şekilde dünyada sahip olduğunuz bütün nimetlerin hesabını ahirette vereceksiniz.”

27. ayet “Uzak geçmişe baktığınız gibi yakın geçmişe ve çevrinize de bakın.” diyor. Geçmiştekiler bugün nasıl fani olduysa, onların dün yaşadıkları yerde nasıl bugün başkaları yaşıyorsa, siz de bir gün tarih sahnesinden çekileceksiniz. Bu gerçeği unutmadan yaşayın.

28. ayet onların da “güvendikleri dağlar vardı.” Onların içinde de malına, mülküne, evladına, gücüne güvenenler vardı. Onlar içinde de “falan bize şefaat eder” diye kurtuluşu başkalarından bekleyenler vardı ama güvendikleri dağlara karlar yağdı. Şu gerçeği unutmayın: “Allah’ın huzurunda Onun dışında hiç kimsenin yardımı olmayacak.”

29-32. Ayet: Cinler Hakkında

Biz cin konusunu önceki sûre ve ayetlerde geniş olarak ele aldık.

Bu konuda öncelikle Tefsir Usulümüzde (30) Cin Yasasında ve A’râf sûresinin başında “Âdem-İblis Kıssası İçin Önsöz” yazdığımız bölümün içinde cinler hakkında yaptığımız değerlendirmelere özellikle de “Cin: Kullukta İnsanın İkizi” başlığı altında yazdıklarımıza bakılmasını tavsiye ediyoruz.

Ahkaf sûresinin bu ayetlerinde geçen konu ile Cin sûresinin 1-15 ayetlerinde geçen konu aynı. O yüzden bu konuda Cin sûresinde yaptığımız değerlendirmelere de bakılmasını da önemle tavsiye ediyoruz.

Bunun yanında Cin konusunda Hz. Süleyman kıssasını vesile yaparak Neml sûresinde 17. ayetin tefsirinde “Orduda Cinlerin ve Kuşların Bulunması Bir Mucize mi?” ve 39. ayetin tefsirinde “Hz. Süleyman Kıssasında Cinler Neden Öne Çıkarılıyor?” En’âm sûresinde ve 100-102 ayetlerinde tefsirinde “Cinleri Allah’a Ortak Koşmanın Günümüzdeki Karşılığı Nedir?”, 130. ayetin tefsirinde “Cinlere Ayrıca Peygamber Gönderildi mi?” başlıkları altında yaptığım geniş açıklamalara bakılmasını da önemle tavsiye ediyoruz.

Bu açıklamalara bakıldığında ne anlaşılacağını burada kısaca özetleyelim.

Kur’an’da insanlardan ayrı müstakil varlık olarak cinler vardır. Onlar da insan gibi irade sahibidir ve onlar da kendilerine özgü bir ortamda imtihan olurlar. Şeytan da cinlerdendir. Bu yönüyle cinler aleminde insanın en büyük düşmanı şeytan ve avanesidir (yardımcılarıdır). Bu gerçeğe dikkate aldığımızda cinlerin insanların hayatına müdahalesi şeytan üzerinden vesvese ile sınırlıdır. Onun dışında zorlayıcı hiçbir gücü yoktur.1253

Bir kere daha tekrar edersek, bu ayette anlatılan cinlerle, cin sûresinin 1-15 ayetleri arasında anlatılan cinler aynıdır. Gerekli açıklamaları orada yaptığımız için buradaki açıklamalarımızı bu genel bilgiyle sınırlı tutuyor, tefsirimize devam ediyoruz.

32. Ayet: Kaybeden Kendisi Olur?

Bu dünyada her insanın Allah’ın davetçilerine uymama özgürlüğü vardır. Bütün dünyadaki insanlar bu davete uymasa da Allah için bir eksiklik olmaz. Burada kaybeden insanın kendisi olur. Kaybettiğinde Allah’ın dostluğunu da kaybeder.

33. Ayet: Olanlar, Olacakların Şahididir

Kur’an yaratılan her şeyi, olan her şeyi, ahirete yaratılacaklar ve olacakların şahidi yapıyor. Bu ayette de bunu görüyoruz. Gökleri, yeri ve ikisi arasında canlı-cansız her şeyi yaratan Allah’ın bunları yaratması öldükten sonra insanları yaratmasına en büyük şahittir.

34. Ayet: Ayetin mesajı gayet net: Her insan ahirette tercihlerinin sonuçlarını yaşayacaktır.

35. Ayet: Sadece Bu Ayette Geçen İfade “ulû-l’azm”

Bu ayet Kur’an’da peygamberler için “ulû-l’azm” ifadesinin kullanıldığı tek ayet. Biz bu ifadeye mealimizde sabır ve sebat sahibi anlamı verdik.

Burada soru şu: Bu peygamberler kimler? Bazıları bu ayette geçen “min” edatını “ba’ziyye” (bazıları) olarak anlayıp ifadeyi (Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed (sav) gibi ) beş peygamberle sınırlandırıyorlar.

Bazıları da “min” edatını “beyaniyye” (açıklayıcı) olarak değerlendirip bütün peygamberler olarak anlıyorlar.

Biz de ikinci görüşü benimsiyoruz. Her ne kadar peygamberler arasında mertebe farkı olsa da her ne kadar bazı peygamberlerin imtihanı diğerlerinden ağır olsa da netice de bunların hepsi peygamber. Bir peygamberin azim ve irade sahibi olamayacağını, sabır ve sebat gösteremeyeceğini düşünmek peygamberlik makamıyla uygun düşmüyor.

Aynı oranda sabır ve sebat göstermediklerini kabul ediyoruz, (Hz. Adem’in ağaca yaklaşması, Hz. Musa’nın istemeden bir cinayet işlemesi gibi olaylarda) kısa süreli sorunlar yaşadıklarını da biliyoruz ama bunların hiçbiri devamlı olmamıştır; tevbesi yapılmış, yanlıştan dönülmüştür.

Bu açıdan bakıldığında ayette geçen “min” edatının beyaniye olduğu ve bütün peygamberlerin farklı seviyede de olsa “ulu-l’azm” olduğunu düşünmek daha doğru gibi görünüyor.

7. Asırdan Bütün Asırlara Hitap

Kur’an’daki bütün ayetler hem ilk indiği 7. asra hem de o asırdan günümüze kadar her asra hitap ediyor.

Sabra konu olacak şeyler değişse bile sabır bütün zamanların değişmez bir değeridir.

Bu değerin bütün zamanlara ortak mesajı şudur: Size engel olmak isteyenler her devirde olacaktır. Ama siz sabredeceksiniz. Sabrederken sabrı bir pasiflik, bir tembellik, bir korkaklık olarak anlamayacaksınız. Sabrı vahyin size gösterdiği gündemin gereğini yapma ve çizdiği sınırlar içinde kalma olarak anlayacaksınız. Acele etmek, taşkınlık, isyan gündeminizde olmayacak.

Size düşmanlık edenler, sürekli engel olanlara gelince, onlar bugün geçmiştekiler gibi bir helak yaşamasa da en büyük helak olan ahiret helakini yaşayacaklar. O helaki yaşadıklarında dünya hayatının gerçek yüzünü anlayacaklar ama o zaman da iş işten geçecek.

67/51. ZÂRİYÂT SÛRESİ

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM

1-23 ARASI AYETLERİN TEFSİRİ

1-9. Ayet: Yaratılan Ayetler, İndirilen Ayetlerin Şahidi

Atomdan güneşe kadar her şey Kur’an’a göre yaratılan ayet. Buna “yaratılan kitap” veya “kainat kitabı” da diyebiliriz.

Kur’an ise “indirilen ayetler”i içinde toplayan kitap.

Kur’an’da sık sık, özellikle de bu sûrede olduğu gibi yeminle (kasemle) başlayan ayetlerde yaratılan ayetler indirilen ayetlerin şahidi olur.

Burada verilen mesajlardan biri şudur: “Bunları yaratan kim ise, bu kitabı gönderen de Odur. Bunları yaratan bu kitapta vaad ettiği her şeyi yapmaya da Kâdir’dir. Bunun şahidi yaratılan her şeydir.”

Biz Kur’an’ın bu yöntemini “İnsanın üç evi” adı alında bir model haline getirdik.1254

Sembolik dille söylersek,

İlk iki evin yasalarını koyan Allah (cc), bütün insanları yasalarını koyduğu İslam evine davet ediyor.

İlk iki evdeki yasaların mükemmelliği, üçüncü evin de yasalarındaki mükemmelliğin şahidi oluyor.

Bu genel açıklamadan sonra sûrenin ayetlerine gelirsek,

10. 11. Ayet: Sebep-Sonuç

10. ayette bir lanet ifadesi olarak “kahrolsun” kelimesi geçiyor. Biz bu ifadenin ilk geçtiği yer olan Müddessir sûresinin 19. ayetinin tefsirinde “Âyette “Kahrolası” Denilen Kim?” başlığı altında bir değerlendirme yaptık. Oraya bakılmasını tavsiye ediyoruz.

Buradaki lanette 10. ayette laneti okurken, 11. ayette de aklımıza gelecek olan “Acaba bu lanetin sebebi nedir?” sorumuza cevap buluyoruz.

“Koyu bir cehalet içinde kalmak” tercih (sebep) olunca, Allah’ın rahmetinden kovulmak/lanet takdir (sonuç) oluyor.

12-15. Ayet: Sonuç Eğitimi

Bu ayetlerde önceki ayetlerin devamı olarak okursak, burada iki sonuç var,

Bu ayetin devamında bu güzel insanları güzel yapan özellikleri görüyoruz.

16-19. Ayet: Allah’ın Rızasını Kazandıran Özellikler

Bu ayetleri 15. Ayetin devamı olarak okursak, bu ayetlerde 15. Ayette geçen muttakilerin özelliklerinden bazıları sayılıyor. Bu özellikleri onları güzel yapan bütün özelliklerin özeti olarak da okumak mümkün.

Birinci Özellik: Muhsin

Onlar muhsindir. Bizim 16. ayette “iyi davranan kimseler” manası verdiğimiz ifade ayetin metninde “muhsinîn” şeklinde geçiyor.

Peygamberimizin hadislerinde Muhsin “ihsan şuuru” olarak kavramlaşıyor ve kavram olarak “Allah’ı görmediği halde Allah’ın kendisini her an gördüğüne, her yaptığını bildiğine iman ederek yaşama şuuru” olarak tarif ediliyor.

Ayrıca ihsan şuuru bir Müslüman için uzak bir değer ve hedef değil. Namaz kılan her Müslüman bu şuuru beş vakit namazda (Allah’ın huzurunda) az veya çok yaşar. Burada önemli olan beş vakitte yaşanan şuurun her vakte taşınması, her vakit bu şuurla yaşamaya gayret edilmesidir.

16. ayette bu özelliğin başa konmasını bir teşvik olarak değerlendirebiliriz.

İkinci Özellik: Gece Kalkmak

17. ayette anlatılan geceleri az uyumak, gece ibadetine kalkmak bir mümin için çok önemli bir göstergedir. Gece kalkışı insanı manevi her konuda daha iyi olmaya taşır; daha güzel bir ahlak, daha iyi bir insan, daha hassas bir insan…

Gece kalkmanın insana kazandırdığı bir değer de tevazudur. Geceleri kalkmak ama kalktığını kimselere duyurmamak da tevazu ve takva adına önemlidir.

Bu konuda Müzzemmil sûresinde ilk ayetlerin tefsirinde ““Kalk” Emanetin Sahibi Seni Çağırıyor”, “Kendine Sor Bakayım, Sen Hiç Örtüye Büründün mü?”, “Gece Kalkmanın Sağlaması Nasıl Yapılır? … Kalite” bu ve benzeri başlıklar altında yaptığımız değerlendirmelere bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

Üçüncü Özellik: İstiğfar

18. ayet müminler “Gece kalkınca başka ne yaparlar?” sorusuna cevap veriyor. Yaptıkları şu: Kendilerini pürü pak; hatasız kusursuz bilmezler. Günahın büyüğünden kaçındıkları gibi küçüğünden de kaçınırlar. İbadetin, kulluğun hakkını vermeye çalışırlar, ardında da “Allah’ım sana karşı hakkıyla yani senin layık olduğun şekilde kulluk yapamıyoruz” derler.

Örnek verirsek normalde bir Müslümanın namaz kılmadığında veya kaçırdığında tevbe etmesi gerekir. Ama ihsan şuuruna sahip müminler namaz kılarlar ama namazdan sonra “Ya Rabbi! Bu namazı hakkıyla kılamadım, beni bağışla” derler.

Böyle demek, kullukta, hassasiyette ileri seviyenin göstergesidir.

Dördüncü Özellik: Emanet Bilinci

19. ayette, Kur’an çok fazla öne çıkardığı için bizim de öne çıkardığımız bir özellik sayılıyor.

Bilinçli mümin sahibi göründüğü hiçbir şeye “benim” demez, onlar için “Allah’ın bendeki emaneti” der. Böyle dediği için de malında Allah hakkı olduğunu, Allah’ın o hakkın verilmesi için adres gösterdiğini bilir. Elinden geldiğince imkanları nispetinde o adreslere infak yapar.

Bu adresler için Tevbe sûresinin 60. ayetine bakılabilir. .

20-23. Ayet: Olanlar Olacakların Şahidi

Kur’an’da çok sık gördüğümüz yöntem burada bir kere daha karşımıza çıkıyor.

24-60 ARASI AYETLERİN TEFSİRİ

24-37. Ayet: Hz. İbrahim’in Misafirleri ve Hz. Lut

Bu bölümde Hz. İbrahim ve Lut kıssalarından kısa pasajlar okuyacağız.

Hz. İbrahim ile ilgili olan kıssalar Â’lâ (18-19), Necm (36-37), Beled (1-3), Meryem (41-50) Şu’arâ (69-92), Hûd (69-77) ve Hicr (51-58), En’âm (74-84), Saffat (83-113), Zuhruf (26-28) sûrelerinde parantez içinde numaralarını verdiğimiz âyetlerde geçti.

Hz. Lut ile ilgili olan kıssalar da Kamer (33-40), A’râf (80-84), Şu’arâ (160-175), Neml (54-59) ve Hûd (76-83), Saffat (133-138) sûrelerinde parantez içinde numaralarını verdiğimiz âyetlerde geçmişti.

Özellikle bu iki kıssanın ilgili bölümlerini Hud ve Hicr sûrelerinde değerlendirmiştik. Ayetlerin detayı oraya havale edecek burada kısa açıklamalar yapacağız.

24. ayet: Bu ayet retorik soruyla yani cevabı istenmeyen; bir konuyu açmaya vesile olan bir soru türüyle başlıyor.

25-27. ayet: Bu ayette dikkat çeken nokta meleklerin yeryüzüne vahiy getirmenin dışında, farklı görevler için de inmesidir.

Burada Hz. İbrahim’in evine misafir olarak geliyorlar. Hz. İbrahim cömertliğini sofraya yansıtıyor. “Haydi buyurun sofraya” dediğinde, onların yemeğe el sürmeyişlerinden onların melek olduğunu anlıyor.

28. 29. ayet: Melekler asıl konuya geçmeden önce Hz. İbrahim’e ve karısına İshak’ı müjdeliyorlar. Bu müjdeye Hud sûresinde değinmiştik. Bu müjde özellikle bu ayetlerin indiği asırdaki Müslümanlara Allah’tan ümit kesilmez mesajını veriyordu. “Ben kısır bir koca karıyım” diyen Hz. Sara’dan “çocuk dünyaya gelecek” demek, “Allah diledikten sonra imkansız yok; Ondan ümit kesilmez” demektir.

30. ayet: Bu ayette Hakîm ismi Allah’ın bu takdirinde birçok hikmetler olduğunun mesajını verirken, Alîm ismi her şeyin Allah’ın bilgisi dahilinde olduğuna işaret ediyor.

31-37. ayet: Hz. İbrahim bir peygamber ferasetiyle meleklerin sadece çocuk müjdesi vermek için gelmediğini anlıyor ve 31. ayetteki soruyu soruyor. Melekler ayetlerde anlatılan açıklamaları yapıyorlar.

Özetlersek, buradaki ayetler Hz. İbrahim ve Lut hakkında geçen bütün kıssaları hatırlatıyor ve “Onların arkasında olan, onları ümitsiz, karamsar ve yalnız bırakmayan Allah sizi de bırakmayacak.” mesajını veriyor.

38-40 Ayet: Hz. Musa Kıssası

Bu ayetlerde de Hz. Musa-Firavun kıssası özetleniyor. Bu tür kısa mesajlarda amaç geçmişte anlatılanları taze tutmak, onlar üzerinden verilen mesajları bir kere daha hatırlatmak.

Buradaki mesajı özetlersek: Size denilenler sizden önce Hz. Musa’ya da söylendi. Onun karşısında sizin karşınızda olan müşriklerden daha güçlü olan Firavun ve orduları vardı. Hz. Musa’nın yolundaki engelleri kaldıran Allah sizin önünüzdeki engelleri de kaldıracak.

41-46. Ayet: Nuh, Ad ve Semud Kavimleri

Önceki ayetlerde Hz. İbrahim, Hz. Lut, Hz. Musa kıssaları hatırlatıldı ve Firavunun sonuna dikkat çekildi.

O kıssalardaki mesajları güçlendirmek için Nuh, Ad ve Semud kavimlerinin başına gelenler de hatırlatılıyor; “Hz. Nuh’un, Hud’un ve Salih’in önünü açan Allah sizin de önünüzü açacak. Engel olmak isteyenlere fırsat vermeyecek.”

Özetlersek, Mekke’de 10. yılın sonlarına doğru inen bu ayetlerde Müslümanlar müşriklerin uyguladığı boykotla çok bunalmışlardı. Bu kıssalar 3 yıldır devam eden boykotun da biteceğini müjdeliyor gibiydi.

47-49. Ayet: Tevhid Delilleri

Bu ayetlerin üçünde de ayrı konulara işaret ediliyor. Fakat ortak nokta üçünün de tevhid delili olması, üçünün de benzeri bütün delillerin özeti olarak burada yer alması.

Şimdi bu delillere aşağıdaki başlıklar altında bakalım.

Genişleyen Evrene İşaret

Kur’an bütün asırlara hitap eden bir kitap. Ama bu hitabını yaparken aynen bir eğitimcinin, öğretmenin girdiği sınıfın seviyesini dikkate alması gibi, indiği asrın bilimsel seviyesini; astronomi bilgisini dikkate alıyor. Bunun sonucu olarak hem onların anlayacağı bir seviyeden hitap ediyor hem de 20. asrın insanının anlayacağı seviyeyi ayetin anlam sahasına koyuyor.

Biz, “bu ayet kesin buna işaret ediyor” demiyoruz, ama şunu biliyoruz.

Bu ayetleri indiren Allah (cc) aynı zamanda kainatı da yaratandır. Yani evrenin genişlemesi (haşa) Allah’ın insanlar 20. asırda öğrenince öğrendiği bir bilgi değildir.

Bu gerçeği dikkate aldığımızda, ayetin böyle bir gerçeğe işaret etmesi kesinlikle uzak ihtimal değildir.

Özetlersek, bu ayeti Kur’an’ın bilimsel mucize olarak değerlendirmenin önünde bir engel yok.

Yerin (Evin) Dekorasyonu

48. ayeti Kur’an bütünlüğünde okuduğumuzda, “Yeryüzünü biz döşedik” ifadesini şöyle anlıyoruz: Dünya bir misafirhane, insan bu misafirhanenin en değerli misafiri, neye ihtiyacı varsa, onun emrine sunuldu; gözü için renkler, dili için tatlar, burnu için kokular, kulakları için sesler, ciğerleri için hava, midesi için sayısız nimet yaratıldı.

Niçin? Bütün bunları emanet bilsin, bütün bunların değerini bilsin, bütün bunları veriliş amacına uygun kullansın ve verenin rızasını kazanabilecek iyi, güzel, değerli bir insan olsun.

Her Şey Çift Yaratıldı

Bu sûrenin 49. ayetinde her şeyin çift yaratılmasından bahsediliyor. Daha önce bu konu Yasin (36) ve Şûrâ (11) sûresinde geçmişti, orada bu konuyu Zariyat sûresinde ele alacağız demiştik.

Şimdi burada genel ve biraz da teknik yönü öne çıkan, bu konudaki detayları da içine alan bir değerlendirme yapacağız.

Kur’an evrendeki her şeyin çift yaratıldığını söylüyor. Ancak bu “çift” meselesi yalnızca erkek-dişi boyutunda değil; çok daha derin ve geniş bir yaratılış yasasına işaret ediyor. Ayette geçen "her şey" ifadesi, canlıdan cansıza, görünenden görünmeyene kadar her şeyin bu çiftlik prensibine tabi olduğunu gösteriyor.

Çift Yaratılma: Cinsiyetten Öte Bir Hakikat

Bu ayet, ilk bakışta “erkek ve dişi” ikilisini çağrıştırsa da, gerçekte işin özü biyolojik cinsiyetle sınırlı değil. Müfessirler (örneğin Taberî, Râzî) bunu detaylı bir şekilde açıklamış: “Çift” demek gece-gündüz, yer-gök, artı-eksi gibi birbirini tamamlayan zıtlıklar demek.

Evrene baktığımızda bu çiftlik yasasının bilim tarafından da desteklendiğini görüyoruz. Atomlarda proton ve elektron gibi zıt yükler var. Ayrıca kuarklar da up ve down(yukarı-aşağı kuarklar; proton ve nötronun yapı taşları) çeşitleriyle proton ve nötronları oluşturur. Bu ayet adeta bize "Düşünün!" diyor; çünkü bu çiftlik, yaratılışın temel bir kuralı.

İstisna Sanılanlar ve Çiftlik Gerçeği Bazı şeyler ilk bakışta “tek” gibi görünse de, derinlemesine inceleyince çiftlik prensibinin evrenin her yerinde işlediğini görüyoruz. İşte örnekler:

Çiftleşmeden Üreyen Canlılar (Eşeysiz Üreme) Bazı organizmalar çiftleşmeden çoğalıyor; bu, yüzeyde “çift” yokmuş gibi görünebilir:

Peki bunlarda çiftlik yok mu? Elbette var!

Bu canlıların DNA’sı çift sarmallıdır; iki zincir birbirini tamamlar. Bakteri bölündüğünde iki yeni birey oluşur, genetik bilgi çiftler halinde taşınır. Hidra tomurcuklandığında bile “ana-tomurcuk” ikiliği vardır. Yani, yüzeyde “tek” gibi görünse de altta çiftlik prensibi işler.

Çift Cinsiyetli (Hermafrodit) Canlılar

Bazı canlılar hem erkek hem de dişi organ taşır:

Peki bunlarda çift yaratılma nasıl işliyor?

DNA yine çift sarmallıdır; genetik bilgi çift zincirde taşınır. Bazı hermafroditler (toprak solucanı gibi) çiftleşerek genetik materyal değişimi yapar. Bazıları ise kendini dölleyebilir (bazı solucanlar ve bitkiler gibi), ancak DNA yine çift sarmallı yapıda olduğu için genetik çiftlik prensibi korunur.

Tek Hücreli Canlılar ve Çiftlik İlkesi

Bakteri ve amip gibi tek hücreliler de bölünerek çoğalır: Çiftlik var mı? Kesinlikle! Bölünme iki birey doğurur; “bir” iken “iki” olur. DNA çift sarmallıdır; genetik kod iki iplikçiktedir. Ayrıca bazı bakteriler “konjugasyon” ile genetik materyal değiş tokuşu yapar ki bu adeta bir “çiftleşme” gibidir.

Çiftlik İlkesi ve Genetik Yapı

Biyolojinin temelinde çiftlik yatar:

Evrendeki Çiftlik Yasası ile Bağlantı

Biyolojiden evrene geçelim:

İstisna gibi görünenler bile bu yasadan kaçamaz; çiftlik evrenin temel kodunda yazılıdır.

Diğer Ayetlerle Birlikte Okuyalım

Özetlersek, İstisnalar Bile Çiftliğe Tabi

Kur’an bu ayetlerle bize evrenin yaratılış yasalarına dikkat çekiyor: Zaman ilerledikçe bilim bu gerçeği daha iyi ortaya koyuyor. DNA’yı keşfettik, antimaddeyi bulduk, kuarkları gördük; hepsi bu prensibi doğruluyor. “Bilmedikleri şeyler” (Yâsîn, 36/36) ifadesiyle Allah adeta “Dahası da var, keşfedin!” diyor. Çiftlik, cinsiyetten öte bir yasa; evrenin temel bir düzeni.

50-55. Ayet: Deliller Diyor ki: Allah’a Koşun

Yukarıda üç tevhid delilinden bahsettik. Onların Kur’an’daki bütün delilleri temsil ettiğini düşündüğümüzde 50. ayet şu mesajla geliyor: Allah’a koşun, Allah’a yönelin.

Bizim 50. ayette “Allah’a koşun” mealini verdiğimiz ifade Arapça metinde “Fefirrû ila(A)llâh” şeklinde geçiyor.

Bu ifadenin Kur’an’da sadece burada geçme gibi bir özelliği de var. Ayrıca bizim Türkçede kullandığımız “firar” kelimesi de ayette geçen “fefirrû” ile aynı kökten geliyor.

Bu bilgiyi dikkate aldığımızda bu ayetler bizi nefsin manevi zindanlarından firar etmeye davet ediyor; “Sizi oraya bağlayan günahlarla, kötü alışkanlıklarla, yanlış inançlarla bağlarınızı koparın. Oradan kaçın Allah’a koşun.”

Bu davete uyarı dersek bu uyarı 51. ayette bir kere daha tekrar ediliyor. Burada çoktan (başka ilahlar) teke (Allah’a), şirkten tevhide bir davet yapılıyor.

52. ayetten bu uyarılara kulak verenler yanında vermeyenlerin her devirde olacağını öğreniyoruz.

53. ayet uyarılara kulak vermeyenler bu günahı kendileri işlemekle kalmıyorlar, başkalarına da “siz de böyle yapın” şeklinde tavsiye bulunuyorlar.

54. 55. Ayetler Peygamber Efendimizin (sav) şahsında bütün zamanlarda gelecek davetçilere şu mesajı veriyor: Davete kulak vermeyenler, karşı çıkanlar, yanına destekçi arayanlar her devirde olacak, onlara aldırmayın, siz davete devam edin. Bunu yaparken de müminleri ihmal etmeyin. Çünkü bazı müminler yeni iman etmiş olabilir, temelleri sağlam olmayabilir. O yüzden karşı tarafın attığı şüphe tohumlarından etkilenebilir. Önce kendi cephenizi sağlama alın. Güzel örnek olan, tahkiki iman ile iman eden müminlerin sayısını çoğaltmaya öncelik verin.

56-58. Ayet: Bizim Meal Yazmamıza Sebep Olan Ayet

Bizim bu tefsir çalışmasından önce 2010’lu yılarda meal çalışmamıza başlamamıza sebep olan ayetlerden biri Zariyat sûresinin 56. ayetidir.

Bu ayetle ilgili Açıklamalı Mealimizde bu sûrenin girişinde bazı değerlendirmeler yaptık. Oradaki değerlendirmeleri hatırlatmak için buraya ayetin mealini koyalım.

“Ben cinleri ve insanları, ancak (beni tanısın, beni sevsin sonra) bana kulluk etsinler (ve bu kulluk vesilesiyle de hem güzel ahlakı hem de benim rızamı kazansınlar) diye yarattım.”

Bizim yaptığımız yorumları mutlaklaştırma gibi yetkimiz yok. Bunu yapmak haddi aşmak olur. Ama bu ayet lisan-ı halle adeta diyor ki: “Benim üzerimde tefekkür yaptıktan sonra beni (parantez içi açıklamalarla birlikte) böyle anlamak bir tercih değil bir zorunluluk.”

Biz Kur’an ayetlerine meal verirken parantez içinde yaptığımız değerlendirmeler her ne kadar bizim yorumumuz olsa da, o yorumların tamamında ayetlerin ruhuna/özüne uygun olmak gibi bir zorunluk vardı.

Bunu bir örnekle açıklayalım.

Ayetleri şeftali çekirdeğine benzetirsek, biz çekirdeği tefekkür denilen su ile sulayınca, ayet bize içindeki manayı verdi. Parantez içindeki bütün açıklamalarımıza böyle bakılabilir. Bu açıdan bakıldığında bizim ayetlerin onay vermediği bir yorumu parantez arasına koymamız mümkün değil.

Şimdi açıklamalarımızı 56. Ayetin parantez içi açıklamaları üzerinden gösterelim.

Tefekkürümüze şu soruyla başlayalım.

Tanıma olmadan kulluk olur mu?

Buna kimse “olur” diyemeyeceğine göre bu ayetin öncesine parantez içine tanımayı koymak gerekiyor.

Sormaya devam edelim.

Sevme olmadan kulluk olur mu?

Buna da kimse olur diyemeyeceği için sevmeyi de ayetin öncesine koymamız gerekiyor. Bu durumda, parantez içinde yaptığımız bu açıklama “beni tanısın, beni sevsin sonra)” isabetli bir yorum oluyor.

Tefekküre devam edelim.

Kulluk insana ne kazandırır?

Cevap: Allah’ın rızasını kazandırır. Peki güzel ahlak kazanılmadan Allah’ın rızası kazanılır mı? Buna “evet” demek zor. O zaman Allah’ın kulluk emretmesindeki en önemli sebeplerden biri de kulluğun mümine güzel ahlak kazandırmasıdır.

Bu da makul bir tespit olunca, bunu da ayete “…(ve bu kulluk vesilesiyle de hem güzel ahlakı hem de benim rızamı kazansınlar)” bu şekilde koymamız makul bir yorum oluyor.

Bu konuda akla şöyle bir soru gelebilir. Kulluk dışında yani Müslüman olmadan da güzel ahlak kazanılmaz mı?

Biz bu sorunun cevabını tefsirimizde verdik. Dipnottaki açıklamalarımıza bakılabilir.1255

Konuyu toparlarsak,

Bizim Kur’an meali hazırlamamızın en önemli sebeplerinden biri Kur’an’daki birçok ayetin Zariyat sûresi 56. ayeti gibi olmasıydı.

Ayetlerin bize verdiği bu yorum zenginliğini mealimize yansıttık. Mealdeki bütün ayetleri bu bakış açısı ile değerlendirdik. Bu özgün ve orijinal bir çalışmaydı. 2014 yılında ilk baskısını yapan mealimiz 2025 yılı itibarıyla her baskıda 5000 basarak 40. baskıya yaklaştı.

Mealimize yapılan 3000’e yakın yorumun neredeyse tamamında tercih sebebi akıcı, sade ve anlaşılabilir olması noktasında birleşiyor.

Zaten bizim de amacımız meal okumaya teşvik ve Kur’an’ın bütün çağlara hitap eden ve okuma yazma bilen her insan tarafından anlaşılabileceğini göstermekti.

Bu meali hazırlamamıza vesile olan bu ayet hakkındaki değerlendirmelerimizden sonra şu soruyla devam edelim.

Bu Değerlendirmeler Cinler İçin de Geçerli mi?

Ayette insanlardan bahsedilirken cinlerden de bahsediliyor. Biz cinleri kullukta insanın ikizi olarak değerlendiriyoruz. Bir örnekle anlatırsak, kainatı bir okul gibi düşünelim, biz insanlar okulun bir sınıfında imtihan olurken, onlar da başka bir sınıfında imtihan oluyor. O yüzden bu ayette yazdığımız her şey onlar için de geçerli oluyor.

Bu konuda geniş açıklama için A’râf sûresinin tefsirinde, sûrenin başlangıcında “Cin: Kullukta İnsanın İkizi” başlığı altında yaptığımız değerlendirmelere bakılmasını tavsiye ediyoruz.

İbadet (Kulluk) ile Rızık Arasındaki İlişki

İnsanın kulluk için yaratıldığını ifade eden ayetin arkasından gelen iki ayette rızık konusu öne çıkıyor.

Bundan ne anlamalıyız?

Birçok şey anlaşılabilir ama biz bir iki noktayı öne çıkarmak istiyoruz.

Birinci Nokta: Allah’ın Hiçbir Şeye İhtiyacı Yok

Buradaki ayetleri Kur’an bütünlüğünde okursak ayetler diyor ki: Allah Subhan’dır, Allah Samet’tir, Allah’ın bizzat kendisi rızıkları veren Rezzak’tır, herhangi bir zayıflığı yoktur Metin’dir; yani O bir şey istiyorsa, bunda da ısrar ediyorsa, ihtiyacı olduğu için değil, istediği şeylerin insanlara vereceğe fayda için.

Bu faydaları geniş olarak Tefsir Usulümüzde (7) İbadet Yasasında “İbadet Yasası, Cevheri Mücevhere Dönüştüren Yasadır” başlığı altında, Alak sûresinde 10. âyetin tefsirinde geniş olarak anlattık. Ayrıca bu konuyu Farklı Bir Açıdan İslam kitabımızda ibadetler bölümünde geniş olarak işledik. Oralara bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

İkinci Nokta: Allah (cc) Rızık İstese Ne Olurdu?

57. ayetteki rızık ifadesini daha genel bir manada anlayabiliriz. Burada Allah (cc) “hiçbir maddi karşılık istemiyorum” diyor.

Peki isteseydi ne olurdu?

Bir de bu ödemeleri yapamayanlara veya eksik yapanlara bu nimetler eksik verilseydi ne olurdu?

Varsayalım bu ödemeler aylık gelirimizin yarısına karşılık gelse ve bize dense ki, “Bu ödemeyi maddi mi yapmak istersin yoksa manevi mi?

Yani her ay aylık gelirinin yarısını mı ödemek istersin, yoksa günde beş vakit namaz mı kılmak istersin?

İnsanların cevabı ne olurdu?

Rabbimiz çoğunluğun vereceği cevabı bildiği için diyor ki: “Ben sizden maddi karşılık istemiyorum. Ben sizden faydası size olacak şekilde manevi ödeme yapmanızı yani kulluk etmenizi istiyorum. Kulluk sayesinde güzel ahlak kazanmanızı, onunla Allah’ın rızasını kazanmanızı, onu kazananlara verilen cennet ödülünü kazanmanızı istiyorum.”

Bu değerlendirmelerimiz okunduğunda akla şöyle bir soru gelebilir: “Müslümanlar ibadetlerini yaparken karşılık bekleyerek mi yapıyorlar?

Biz bu sorunun cevabını En’âm sûresinin 160. ayetinin tefsirinde “İnsanın Karşılık Beklemeden Bir Şey Yapması Mümkün mü?” başlığı altında yaptığımız değerlendirmelerde verdik. Oraya bakılmasını önemle tavsiye ediyoruz.

59. 60. Ayet: Bir Kere Daha Sonuç Eğitimi

Zariyat sûresinin son ayetleri sonuç eğitimi vererek bitiyor.

Allah’ın emirlerine karşı gelmek, onları yerine getirmemek Kur’an terminolojisinde kişinin kendisine zulmetmesi (haksızlık etmesi) olarak ifade ediliyor.

Ayetler uyarıldıkları halde bu haksızlıktan vazgeçmeyenlere tercihlerinin sonunu hatırlatıyor. Bu hatırlatma da benzeri bütün hatırlatmalar gibi yanlış yolda gidenlere “Gelin yol yakınken dönün” mesajı veriyor.